top of page

Arama Sonucu

"" için 3680 öge bulundu

  • Bir Vatansız Yazar; Deniz KAVUKÇUOĞLU

    30 Ekim - 30 Mayıs 2023 Deniz Hüseyin Kavukçuoğlu , Türk köşe yazarı, romancı 2012-2014 arası maviADA'da yazıları yayınlanmış, dergide söyleşiler yapılmış, dosya ve soruşturmalara katılmış, SEN VATAN HAİNİ MİSİN BABA kitabının yazarı ve TÜYAP KİTAP FUARLARININ genel koordinatörü. " " ...Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir biraha­neye dalıyor, bazen İspanyollarla birlikte Flamenko yaparak haksızlık­lara başkaldırıyor ya da Portekiz’de bir meyhanede Fado dinleyerek hüzünlene­biliyorsunuz. Ama vatanınız­dan kovulduğunuzu, artık isteseniz de dönemeyeceği­nizi en derinden duyumsaya­rak yaşıyorsunuz. En önem­lisi herhâlde yasak olduğu için burnunuzda tüten vata­nınızı, Türkiye’yi ve Türk insanını sürekli görüyorsu­nuz. Uzaktan ve çok yakın­dan... maviADA'ya da yazan KAVUKÇUOĞLU'yla kitabı ve VATANSIZLIK üzerine söyleştik." Şenol YAZICI 2012,maviADA, VATANSIZLAR DOSYASI bağlamında yapılan söyleşiden (TIKLA) Biyografisi Kavukçuoğlu, ilk ve orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Babası gemi makine mühendisi Ferit Kavukçuoğlu'dur. Almanya’nın Tübingen kentinde felsefe, Heidelberg'de sosyoloji ve Avrupa işçi hareketleri tarihi, Nürnberg'de de ekonomi okudu. 30 Mayıs 2023 tarihinde tedavi gördüğü hastanede öldü.[2] 12 Mart 1970 Dönemi Öğrenci olarak Almanya'da bulunurken 6 Aralık 1971'de vatandaşlıktan çıkarıldı. Almanya’da çeşitli şirketlerde çalıştı. Hamburg’da üç yıl öğretim görevlisi ve proje yönetmeni olarak çalıştı. 1993 yılından bu yana İstanbul’da Bülent Ünal 'ın kurduğu Tüyap Tüm Fuarcılık Yapım Anonim Şirketi'nde kültür fuarları genel koordinatörü olarak görev yaptı. Köşe yazarlığı 1968'den bu yana Ant, Aydınlık, Yeni Ortam, Sosyalist Yol, 2000'e Doğru, maviADA gibi dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanan Deniz Kavukçuoğlu, Milliyet gazetesinin Avrupa baskısında köşe yazarlığı yaptı. Kavukçuoğlu, köşe yazarlığını 1996'dan beri Cumhuriyet gazetesinde sürdürdü. Yapıtları Karl Marks'dan Günümüze Almanya'da Sosyal Demokrasi / Sosyal Demokraside Temel Eğilimler,Cumhuriyet Kitapları, 1996, İnceleme Deniz Bitti, Can Yayınları, 1999, Deneme Zarife, Doğan Kitapçılık, 2003, Roman Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?, Doğan Kitapçılık, 2002, Anı Sen vatan haini misin, baba?, Doğan Kitapçılık, 2003, Anı Kedi Gülüşü, 2004, Doğan Kitapçılık, Anı/Derleme Canım Acıyor Baba, Can Yayınları, 2006, Öykü Akıntıya Karşı - Milliyetçilik Üzerine Aykırı Yazılar, 2007 Bir Yolculuk Öyküsü, İstanbul Kitap Fuarı'nın 25 Yılı, 2007, Anı/Röportaj Tarih Her Sabah Yeniden Yazılır, Literatür Yayıncılık, 2007, Yazılar İnsan Suretleri, Literatür Yayıncılık, 2007, Yazılar Komik Şeyler Yazmak, Can Yayınları, 2007, Öykü Onu Ben Öldürdüm Leonardo, Can Yayınları 2008, Roman Umut: Sosyalizm, Literatür Yayıncılık, 2008, Yazılar Mühürdar'dan Moda'ya - Bir Gezinti Kitabı, Heyamola Yayınları, 2011 Hüzün Adasında Bir Köy - Gliki/Bademli, Can Yayınları, 2013 Moda'da Gezinti - Can Yayınları, 2015 " “Müthiş bir gözlem gücü, müthiş bir ayrıntı birikimi, çok güzel bir anlatım. Çektiği onca sıkıntıya, acıya karşın, müthiş bir keyif adamı. Her şeyde tat bulmasını, her şeyden zevk, keyif almasını çok iyi biliyor.” (Erdal Öz)"

  • MAVİ KOYDUM ADINI

    Niyazi UYAR* Mavi koydum adını, Entarisine sebep! Gök mavi, Derya deniz mavi ya, Ona sebep mavi koydum adını. Bir sevdadır mavi, Bir yücelik Ulaşılmaz yüce dağlar başında. Demiş ya Sappho “Kızarmış nara benzersin, Ağacın en yüksek dalında, Unutulmuş, Hayır, Ulaşılamamış!” Ulaşılamamış deyince, Olmuşum bir dosttan Zamanın birinde. “El değmemiş, nadide bir çiçeksin, Koklanmamış,” Demekti muradım. Ağır geldi, ağır; çok ağır! Ezim ezim ezilip Toz duman oldu. Adı mavi olsun dedim, Hem dostum, Hem sevdiğim olsun dedim. Hem de canımdan öte cancazım! Adı mavi olsun dedim. Benim ki peri kızına methiye Olsun be kızancık, Sevgiyi çoğaltıp Elden ele, gönülden gönüle Yaymak ya muradım! Adı Mavi oldu, Meşeli Tepe’nin Mavili ’si, Osman’ın at oynattığı Diyarların entarisi Mavili… Kavuşmamız divana kaldı diyen Teslimiyete Çuval çuval sitem olsun…

  • Kibele

    İbrahim TIĞ * adınla başlayan şehirleri yaktım, bir çeşmeydi zaman akşam pencereye yapışırdı, kaç kez ölüp dirildim kendi nar ağacımı kendim suluyorum gün ve göğ toplayan baharımdın çocukça deniz girmiş aramıza ölmüş bir gemiyi anlatan gazel yoruldum bir hüznün rahmine düşmekten oysa hep yalnızlıklar örter geceyi sadece hatırlamak ölmeyecek olanı insan hep kalp taşımalı cebinde yoksa ağlar Kibele gecemiz, fondip meydan sevenlerindir kendine mukayyet ol, kim sorun eder rakıda suyu nereden başlasak ağır bir fahişenin ahı çıkıyor

  • BİR DEMET BAHAR

    yaradan çok kanamak hak mıdır ne için var elin ayağın yüreği bileğinde atışın ne için ey Havva'dan doğanım kaldır başını bağışla kendini yarına ey Adem'den olanım döküldün ya topla kopup bölündün ya çarp kendini kendinle gemici düğümü olsun, bağla Kolu omuzundan kopmuşlar koyulsun yoluma martılar geçsin çığlıklarımızdan bir demet bahar zamansız üşüşen sonbaharlara sus düşsün kışa sus düşsün ağıtlara beyazı egemen kırmızısı çok bir demet bahar geniş zamanlara

  • EĞİTİMİN 200 YILDIRDEĞİŞEN AMAÇLARI

    Zeki SARIHAN * Günümüzde Cumhur İttifakının Millî Eğitim Bakanı eliyle uygulamaya koymaya hazırlandığı “Maarif Müfredatı”, bize Tanzimat’tan beri değişen eğitimin temel amaçlarını sıralamaya sevk ediyor. Öncelikle bilinmesi gereken eğitimin iktidardaki sınıfın ihtiyaçlarına göre belirlendiğidir. İnsanlığın kölecilik çağında da eğitim vardı ve bu eğitim köleci düzenin devam etmesine hizmet ediyordu. Feodalizm döneminin yaşandığı Ota Çağ’da eğitim toprak ağalığı sisteminin devamını amaçlıyordu. Sınıflar üstü bir eğitim yoktur. BİLİM VE FEN Osmanlı Devletini yönetenler 1839 Tanzimat Fermanıyla devlet hayatı yenilenmezse imparatorluğun batacağını anladılar ve devleti ayakta tutmak için kapitalist-burjuva Avrupası’nın savaş usulleriyle eğitim amaç ve yöntemlerini uygulamaya başladılar ancak bunu bütün sisteme yaymaya cesaret edemediklerinden eğitim iki başlı hâle geldi. Bu dönemde devlet eğitimi esas olarak bilim ve fenni esas aldı. Askerî okullardan Öğretmen okullarına, idadilerden üniversiteye kadar modern okulların özelliği budur. OSMANLI YURTSEVERLİĞİ Jön Türkler, hem Batı’dan esen reform talepleri, hem de bütün milliyetleri bir arada tutmak için Osmanlıcılık politikasına sarıldılar. 1876 Meclisinde bütün milliyetlerin temsilcilerine yer verdiler. Osmanlı toprakları, herkesin vatanı idi. Namık Kemal “Vatan Kasidesi”yle vatandaşların tümünü onu korumaya çağırıyordu. TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK 20. Yüzyıla girerken Osmanlı toplumunu meydana getirenlerden Türk olmayan unsurların kendi devletlerini kurma yolunda çalışmaları artınca aydınlar da Türkleri devlet içinde tutmak ve Türk soylu toplulukları da bu devletin içine almak için Turancılığa sarıldılar. Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur” diyor. Ziya Gökalp, Türklerin vatanının Turan olduğunu ileri sürüyordu. İttihat ve Terakki yönetiminin ana eğilimi buydu. Okullarda Türk Milliyetçisi gençler yetişti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu ideoloji revaçtaydı. Bu durum Kurtuluş Savaşı’na kadar sürdü. TÜRKİYE YURTSEVERLİĞİ Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkçülüğün ve Turancılığın yerini Anadolu’da yaşayan halkların (esas olarak Türklerin ve Kürtlerin) ortak vatanının bağımsızlığı, eğitim müfredatının da amacı haline geldi. Çünkü artık devlette ne Turan’ı ne İslam birliğini gerçekleştirecek bir güç vardı. 1921 Maarif Kongresi bunun çerçevesini çizmek için toplandı. BAĞIMSIZ MİLLİYETÇİ DEVLETİ SAVUNMAK Kurtuluş Savaşı bittikten ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra iktidarı tam olarak ele geçiren burjuva-bürokrat sınıf, İkinci Meşrutiyet’te eğitimin temel amacı olan milliyetçiliğe geri döndü ve buna Bağımsız Cumhuriyeti koruma amacını ekledi. 1927’deki Nutuk’ta gençliğe birinci görev olarak verilen “Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa etmek” bunun tam bir ifadesidir. Onuncu Yıl Söylevinin sonundaki “Ne mutlu Türk’üm diyene” söylemi milliyetçiliğin amentüsü haline gelmiş ve uzun süre ilkokullarda an olarak söyletilmiştir. EMPERYALİZM GÖLGESİNDE ANTİKOMÜNİST MİLLİYETÇİLİK İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya düzeni yeniden kurulurken Türkiye burjuvazisi Amerikan İttifakına (NATO’ya) girmiş milliyetçi söylemler sürmekle birlikte buna Amerikancı bir içerik kazandırılmıştır. Türkiye’deki eğitimi artık Amerikalı uzmanlar planlamaktadır. Köyleri iktisaden canlandırmak ve Kemalizm’i köylere sokmak amacıyla kurulan Köy Enstitülerini de yıkan Amerikancı antikomünizm yürürlüktedir. KALKINMACILIK VE DEVRİM İÇİN EĞİTİM EĞİTİM 27 Mayıs 1960 Devrimi, bir parti diktatörlüğüne son verirken, on yıllardır ağızlarına bant çekilmiş bazı kuvvetleri de serbest bırakmıştır. Devlet, Türkiye’nin geri kalmış olduğu acı gerçeğini görerek kalkınmacı bir planlama yaparak yoksulluktan üretimi artırarak kurtulmayı hedeflemiştir. (Devrimci gençlik önderlerinde Harun Karadeniz’in kitabının adı bile “Üretim için Eğitim”dir) Bunun yanında ilk kez öğretmenler de eğitim hedefini belirlemişlerdir. TÖS’ün 1968’de topladığı Devrimci Eğitim Şûrasının hedefi “Devrim için Eğitim”dir. TÜRK İSLAM SENTEZİ 1971 faşist darbesi, devrimciler üzerinde terör estirdiyse de devrimci öğretmen hareketi yeni örgütlemeler ve yöntemlerle yoluna devam etmiş, 1980 Askerî darbesi ise bütün devrimci ve demokrat akımları ağır kayıplara uğratmıştır. 1980 Darbecileri, eğitim müfredatına yeni bir biçim vererek bunun “Türk-İslam sentezi” olarak yürürlüğe koymuşlardır. Okullar bu eğilimde olan yöneticilere teslim edilmiş, din dersleri zorunlu hale getirilmiş, öğretmenlerin örgütlenmesi yasaklanmış, pek çoğu meslek dışına atılmış, meslekte kalanlar da baskı altına alınmışlardır. ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER İÇİN KALİTELİ ELEMAN YETİŞTİRMEK 1990’larda Türk eğitim müfredatının bir kere daha güncellendiğini görüyoruz. Bu kez amaç Avrupa Birliğine girme umuduyla uluslararası şirketler için “daha ucuz ve kaliteli mal üretecek insan yetiştirmek”tir. Bu amaç, Millî Eğitim Şûralarından birinin temel hedefi olmuş, bir sonraki şûra aynı amaçla teknik eğitime ayrılmıştır. MAARİF MÜFREDATI Nihayet, AKP’nin iktidara geldiği 2002’den beri, eğitime bilim karşıtı ve inanç özgürlüğüne aykırı bir içerik kazandırma çabasına tanık oluyoruz. Bu dönüşüm, şimdiye kadarki uygulamalarla gene de eğitim sisteminde iğreti durmaktaydı. Kendisini iktidarda kalıcı olduğunu düşünen Millet İttifakı, yetişecek çocuk ve gençlerin muhafazakâr bir ideoloji ile donanmış kuşaklar yetiştirme, yaygın eğitim araçlarıyla da yetişkinleri muhafazakârlaştırmaya kararlı olduğunu göstermiştir. Eğitim müfredatı, bütün feodal-burjuva sınıfların şimdiye kadar yaptıkları gibi ülkede sınıflar olduğunu, kendisinin varlıklı sınıflara dayandığını gözlerden saklamaktadır. Bundan ötürü, emekçi sınıflara ait bütün değerlere ilgisizdir. Evrim gibi bir gerçeği inkâr ederek de bilime karşı olduğunu kanıtlamaktadır. Özetlersek son iki yüz yıldır eğitimin amaçları sırası ile bilim ve fenci, Osmanlıcı, Türkçü, yurtsever, milliyetçi, Amerikancı, kalkınmacı, (öğretmenlerin savunduğu amaçla) devrim için eğitimci, Türk-İslam Sentezci, çok uluslu şirketlere ucuz eleman yetiştiren, nihayet AKP elinde gerici-muhafazakâr yetiştiren bir araç olarak kullanılmıştır. BAĞIMSIZLIKÇI, AYDINLANMACI, HALKÇI Maarif Müfredatına karşı başta devrimci aydınlar olmak üzere, eğitimciler, emekli ve çalışan öğretmenler, onların ve işçilerin, memurların sendika ve dernekleri bir püskürtme hareketi içinde bulunuyorlar. Yalnız bunu yaparken, geçmişte uygulanan eğitim politikalarına takılıp kalmak yerine, eğitim hedeflerini halkın ihtiyaçlarına yeniden formülleştirmek gerekir. Eğitim sistemimizin ayrım yapmaksızın bütün halkın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bunun “Bağımsızlıkçı, Aydınlanmacı, halkçı” özelliklere kavuşturulması gerekiyor. Bu görüşü durmaksızın savunmak ve halkın zihninde güçlü bir biçimde yer atmasını sağlamak, eğitim için en güçlü düşünsel yatırımdır. (21 Mayıs 2024) zekisarihan.com

  • Fazla Şiirden Ölen Şair

    Edip CANSEVER * Sevda Bir Ateş Buldu Sende Sevda bir ateş buldu sende, eğilip öptü seni Artık kimse denizi bilmiyor. Dirseklerini masaya koyuşundan belli Gelip geçen bir günü bitirmek istemediğin Sevda bir umut buldu sende. Ey bir yolcu listesinde bir ölüyü arayan Artık kimse gözlerini bilmiyor. Şunu imzala Bir mektup, bir telgraf alındısı değil Unutulmuş bir sevdadır kapını çalan Ve sevimsiz bir terlik gibi duran odan Kimse artık bir şey giymek istemiyor. Sonra bir pencereden kendine Ay ışığı gibi vuran sen Ne sana ne başkasına benziyor. Ve işte bir dip balığı su boşluğunda Çırparaktan yüzgeçlerini Hiç kimseye uymayan bir mevsim öneriyor * Edip CANSEVER / 8 Ağustos 1928' de doğan, 28 Mayıs 1986'da bir beyin kanaması sonucu ölen 2. YENİ'nin özgün şairlerinden Edip CANSEVER için 2.YENİ'nin "VAKANÜVESTİ" sayılabilecek Cemal Süreya: " Fazla şiirden öldü" der. "Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer Her şeyin fazlası zararlıdır ya Fazla şiirden öldü Edip Cansever" Mehmet Fuat'ın deyişiyle benzerlerini taklitçi duruma düşürecek dende özgün ve üretken Edip CANSEVER'i anlatan bu güzel deyiş belki de çok şair de iltifat dursa da hakkedilmiş bir unvan olacaktır. * Şenol YAZICI * Edip Cansever (d. 8 Ağustos 1928, İstanbul – ö. 28 Mayıs 1986, İstanbul) Şair, yazar. Edip Cansever Edip Cansever, Kumkapı Ortaokulu’nu, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi (1946). Bir süre Yüksek Ticaret Okuluna devam etti, sonra ayrılarak ticarete atıldı. 1976’da ortağına devredinceye kadar babasının Kapalıçarşı’daki dükkanında antikacılık yaptı. Beyin kanaması geçirdiği Bodrum’dan İstanbul’a getirildiyse de kurtarılamadı. Mezarı Rumelihisarı’ndadır. İlk şiiri İstanbul dergisinde yayımlandı (Düşünce, Mart 1944). Bu ilk denemelerini, önce Garip etkisindeki yaşama sevincinin dile getirildiği şiirler, sonra İkinci Yeni akımı içinde özgün örnekler izledi. Her kitabında kendini yenileyerek, toplumda en iyi tanıdığı çevreyi ve bu çevrenin insanlarını anlatmak, bir bakıma onların içlerini dışa çevirmek (Mehmet H. Doğan) istedi. Değişik bir söyleyişin, imge düzeninin egemen olduğu şiirlerinde çağdaş insanın yabancılaşmasını düşünsel yanı ağır basan bir anlayışla işledi, yaşanan gerçekliği belli bir dünya görüşüyle irdelemeyi amaçladı. Memet Fuat’ın değerlendirmesiyle, “Edip Cansever de, Turgut Uyar gibi, çok sesli bir şiirin yaratıcısı oldu. Özgünlüğü kendisinden esinlenenleri damgalayıp ‘taklitçi’ durumuna düşürecek boyutlardaydı. Bu yüzden tek kaldı. Bir ara yanına sokulur gibi olan Ahmet Oktay da tehlikeyi sezince hemen uzaklaşmak gereğini duydu. İkinci Yeni içindeki yeri, anlama verdiği önemle, Turgut Uyar’a yakındı. Anlatılamayan, anlatılamadan kalan şeyleri bulup çıkarmaya, anlatmaya çabaladı. Orta malı edilmemiş anlamlan sadece insanın iç dünyasında değil, yaşamın çeşitli dış görünümlerinde de yakalamayı başardı. Soluklu uzun şiirlere eğilim duydu. Geleneksel şiirin değişmez kuralı olarak görülen ‘yoğunlaştırma’ya, şiiri yakalamak için sözü sıkıştırmaya yakınlık duymadı. Kimi zaman dize yapısına hiç önem vermedi. Gereksiz görülen bir sürü çizgi içinden en güzel deseni çıkanveren bir ressam gibi yöneldi şiirsel güzelliklere.” Şiirlerinde “otel” metaforunu sıkça kullandığı için edebiyatımızda “Oteller Şairi” olarak anılmıştır. En meşhur şiirlerinden biri olan “Sera Oteli” için Salah Birsel “Bu şiir Cansever’in portresidir” demiştir. Edip Cansever’i İkinci Yeni topluluğunun diğer isimlerinden ayıran en önemli farklardan biri, dize alışkanlığını tamamen kırmış olmasıdır. II. Yeni şiiri genel özelliklerde de değinildiği üzere şiirde öyküleme tekniğine yani uzun uzun anlatmaya karşıdır fakat Edip Cansever’de bu durum biraz farklıdır. Çünkü Edip Cansever; öyküye, tasvire ve diyalog tarzı ifadelere şiirlerinde sıkça yer vermiştir. Bu yüzden de Edip Cansever’in metin hacmi oldukça fazladır. Nerde Antigone, Tragedyalar, Çağrılmayan Yakup adlı eserleri teatral anlatımın görülmesi açısından önemlidir. En meşhur eseri Yerçekimli Karanfil‘dir. Bütün şiirleri “Sonrası Kalır I – II” adlı eserinde toplanmıştır. Edip Cansever’in Eserleri: ŞİİR: İkindi Üstü (1947), Dirlik Düzenlik (1954), Yerçekimli Karanfil (1957), Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959), Nerde Antigone (1961), Tragedyalar (1964), Çağrılmayan Yakup (1969), Kirli Ağustos (1970), Sonrası Kalır (1974), Ben Ruhi Bey Nasılım (1977), Sevda ile Sevgi (1977), Şairin Seyir Defteri (1980), Yeniden (bütün şiirleri, 1981), Bezik Oynayan Kadınlar (1982), İlkyaz Şikâyetçileri (1984), Oteller Kenti (1985). DÜZYAZI: Gül Dönüyor Avucumda (Ölümünden sonra 1987) Şiiri Şiirle Ölçmek ÖDÜLLERİ: 1958 Yeditepe Şiir Armağanı Yerçekimli Karanfil ile 1977 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü Ben Ruhi Bey Nasılım ile 1982 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü Yeniden ile KENDİLERİ Babamın Kapalıçarşıdaki dolabında (O zamanlar bugünkü gibi dükkanlar sayılıydı. Yerden yüksekçe minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı.) ticarete başlıyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten. Ne var ki, başkaca çıkar bir yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem de ev geçindirmek zorunda, hem de şiire tutkun. Neyse ki bir kaç yıl sonra büyük Kapalıçarşı yangınıyla dükkanım kül oluyor. Asma katlı bir başka dükkana geçiyorum. Ortağım iyi Seni Günlere Böldüm EDİP CANSEVER * Seni günlere böldüm, seni aylara Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında. Şiirler söylenir, şiirler biter Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa. Bütün günler yenileşir her bekleyişte Ve bütün dünler, bütün geçmişler Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle. Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti Sonra bütün bulutlar hep birden geçti Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime

  • BİR İSTANBUL MASALI

    Nurten B. AKSOY * "Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yek- pâre Acem mülkü fedâdır." diyor büyük Lâle Devri şairi Nedim İstanbul için. Ben de haddim olmayarak bu beyite nazire yapıyorum: "Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü belâdır Bir sengine yek- pâre bütün canlar fedâdır." diyorum... Niye mi böyle diyorum, anlatayım efendim hâl-i pür melâlimi. Evvel zaman içinde bir akşam Boğaziçi Üniversitesi Kampüsünde çok sevdiğim sanatçı Melihat Gülses'in konseri vardı. Arkadaşım ile konsere gitmek üzere biletlerimizi ayırttık, daha doğrusu bizim Emir Bey ısmarladı bu konseri bize. Efendim bizim mahalle cenahından saat 16.00 sularında yola koyuldum. Eh eski bir İstanbul hanımefendisi (!) olarak şık şıkırdım giyindim ne de olsa konsere gidiyordum... Evden çıkıp da caddeye indiğimde ayaklarımda bir tuhaflık hissettim, sanki gittikçe tabanlarım göçüyordu, bir müddet yaylanarak yürüdüm "Hayırdır inşallah" diyerekten, ama yürümem gittikçe zorlaşmaya başlamıştı. Şöyle bir kenara çekilip ayaklarıma baktığımda o giymeye kıyamadığım sevgili ayakkabılarımın dolgu topuklarının paramparça olduğunu gördüm gözlerim dolaraktan. Bu arada Kadıköy yolunu yarılamıştım, eve dönsem olmaz çünkü arkadaşım beni bekliyor. Hemen bir taksiye atlayıp doğru Bahariye'ye her zaman ayakkabılarımı aldığım dükkana gittim, ama bu arada ayakkabılarım kamyon lastiği gibi paramparça olmuştu. Çarçabuk kıyafetime uygun bir ayakkabı seçip ayağıma geçirdim ve son hızla dükkandan çıktım. Arkadaşımla buluşup bir şeyler yedikten sonra nefes nefese saat 18.00 de Kabataş motoruna vasıl olduk. Sert rüzgarın etkisiyle bir beşik gibi sallanan motordan inip hemen birer bardak çay içtikten sonra Boğaziçi Üniversitesi'ne giden otobüse attık kendimizi. Bilmiyorduk ki asıl çilemiz şimdi başlayacaktı! Normal koşullarda Kabataş-Hisarüstü arası, otobüsle en fazla 15-20 dakikayı geçmez, ama malum İstanbul'un akşam trafiği, o 15-20 dakikalık yolu bize tam 90 dakikada aldırdı. Otobüsün içinde hafakanlar basarken arkamızdaki ambulansın sesi de canhıraş feryatlarla bize eşlik ediyordu. Artık kendimizi ve kaçırdığımız konseri düşünmeyi bırakıp ambulanstaki hasta için dua etmeye başlamıştık, içimiz burkularak. Neyse motor homurtuları ve şoförlerin bitmek bilmeyen kavgaları arasında vaktin nasıl geçtiğini anlamadan (!) konser salonuna gelebildik. Allahtan sanatçı da geciktiği için konser yarım saat geç başladı. Hemen yerlerimizi aldık ve büyük bir bitkinlik ve rehavetle koltuklarımıza gömüldük. Melihat Gülses'i aslında 20 yıl öncesinden tanıyorum. Eşi Necip Gülses ve çok değerli bestekar rahmetli Çinuçen Tanrıkorur ile Antalya'ya gelmişlerdi ve biz de eşimle misafir etmiştik kendilerini. O zamanlar çok da tanınmayan bir TRT sanatçısıydı kendisi, ama yıllar ve o billur sesi onu artık çok ünlü bir sanatçı yapmıştı. O muhteşem yorumu ile söylediği şarkılarını saz arkadaşlarına yaptığı şakalar ve esprilerle süsledi, ama konsere gelenler tıpkı bizim gibi öylesine İstanbul sarhoşuydular ki kadıncağızın esprileri hep havada kaldı, hatta bir ara "Hiç böylesine sakin, sessiz ve tepkisiz bir seyirci kitlesi" görmediğini bile söyledi. Klasik ve Neoklasik eserlerden oluşturduğu konserini tam da izleyicilerin ayılmaya başladığı sırada bitirdi. Mayıs ayının o soğuk poyrazlı akşamında kendimizi dışarıda titreşirken bulduk. Neyse ki Emreciğim bize kıyamamış da arabayla bizi almaya gelmişti. Allahtan ikinci bir trafik çilesine maruz kalmadan 23.30 da evimize kavuştuk. Eve geldiğimde şöyle bir hesap yaptım; tam yedi buçuk saat harcamıştık iki saatlik bir konseri izleyebilmek için. İşte bu yüzden bir kez daha diyorum ki: Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü belâdır Bir sengine yek-pâre bütün canlar fedâdır." Foto 1.2: Nurten B. AKSOY

  • BEN ÇOCUKKEN

    Cem Yılmaz'ın Çocukluk Anıları * Ben çocukken çok salaktım. Edip Akbayram'ın ismini Edi zannederdim. Yani o, benim için Edi Pakbayram'dı. Ablama, “Nasıl olup da koca bir günü canın sıkılmadan evde oturarak geçiriyorsun?” demiştim. Büyüyünce insanın canı sokakta oynamak istemez ki cevabını vermişti. Uzunca bir süre büyüyüp büyümediğimi anlamak için kendime, “canın sokakta oynamayı istiyor mu?” diye sormuştum. Annem erkeğin cinsel organını pipi kadınınkini kutu olarak tanımlamıştı. O zamanlar TRT’de Cenk Koray’ın sunduğu Tele Kutu diye bir yarışma vardı. Yarışmacılar, “Hayır Cenk Bey, ben kutumu açmak istiyorum.” deyince koşarak odadan kaçardım. Sabahları kalktığımda aklımın hala yerinde olup olmadığını anlamak için 2+2, 3+4 gibi toplama işlemleri yapardım. Sonuçlar doğru olunca da çok sevinirdim. Dedemle parka gittiğimiz bir gün TRT’ciler çekim için oradaydı. Beni oynarken çektiler. Yayın günü bizim aile, jeneriğinde gözüktüğüm çocuk programını izlemek için televizyon başına geçti. Kendimi ekranda görünce, “Beni niye parkta unuttunuz?” diye gözyaşlarına boğulmuştum. Geri vites kavramım yoktu. Şoför, kolunu koltuğa atıp arkaya doğru bakınca araba otomatikman geri geri gidiyor zannederdim. Benden büyük kuzenlerim dondurmacıların dondurma külahlarının sivri kısmıyla kulaklarını karıştırdığını söylemişti. İnanmıştım. Hala daha külahların sivri kısımlarını yemem. Çöpe atarım. Babaannem bir gün gelirse, sevdiğim dizilerin olmadığı bir gün gelsin istiyordum. Abimle Karaoğlancılık oynardık. O Karaoğlan olurdu, beni de Bizans askeri yapardı. Sonra evire çevire döverdi. Çok mühim bir şey yaptığımı sandığım için canım yansa bile hiç sesimi çıkarmazdım. Yeşil ve siyah zeytinin ayrı ağaçlarda yetiştiğini sanırdım. Bulmacalardaki “annenin erkek kardeşi” kısmına dayımın beş harfli ismini sığdırmaya çalışırdım. Anaokulunda patates baskısı yapmayı öğrenmiştik. O kadar hoşuma gitmişti ki, evde duvarlara, masa örtülerine filan basmıştım. Ancak sanat merakım annemin yeni aldığı beyaz eteğe patatesi yapıştırmamla son bulmuştu. Hem gönlünü almak, hem de el koyduğu patateslerime kavuşmak için dahiyane bir fikirle öğretmenimin yanına gittim. Annem yazısını patatese oydurttum. Sevinçle eve gelerek soyundum. Renkli boyalara batırdığım patatesi vücudumun her tarafına bastım. Sonra da annemin karşısına geçtim. Beni o halde görünce ağlamaya başlamıştı. Madonna ile Maradonayı kardeş zannederdim. Kendi kendime, “Bunların babası ne şanslı be. Bir çocuğu futbolun kralı, biri müziğin kraliçesi derdim.” Birinden özür dilediğim zaman, Allah'ın bana bir özür vereceğini sanırdım. Sakat olacağımı düşünüp hemen dilediğim özrü geri alırdım. Kurban Bayramında toplanan derilerden uçak yapıldığını sanırdım. Uçakların dış yüzeyi bu derilerle kaplandığı için Türk Hava Kurumu’nun topladığını düşünüyordum. Uçak kaçırma filmlerinde silahla ateş edildiğinde “Ayyy! Deri delindi!” derdim. “Gil” diye konuşanları fakir zannederdim. Annem banyodan çıktıktan sonra babamın söylediği, “Sıhhatler olsun.” lafını “Saatler olsun.” diye anlardım. Bunun da, “Banyoda amma çok kaldın.” gibi bir şey demek olduğunu sanıp, babamın anneme kızdığını düşünürdüm. Annemin buna karşın niye sadece, “Sağol.” dediğini merak ederdim. “Ne kibar kadın.” derdim. Cem Yılmaz:  (23 Nisan 1973) Türk karikatürist, komedyen, stand-up sanatçısı, sinema oyuncusu, senarist, film yapımcısı ve yönetmenidir. Ayrıca müzik ile uğraşmaktadır.

  • Gençler ve Geleceğimiz

    “Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu ülkesi biliniz ki Türkiye olacaktır” Mustafa Kemal Atatürk * Geleceğimiz Olan Gençliği Neden “Gelişim Odaklı Zihin Sahibi” Yetiştirmeliyiz? Geleceğe sahip olmak isten bir toplumun gençliğine yatırım yapması gerekir. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkmaya karar verdiğinde 38 yaşındaydı ve o tarihte değil ulusun kaderini değiştirmeyi, dünyanın beklemediği ölçüde tarihin akışını değiştirecek bir kurtuluş savaşı ve arkasında kültür evrimi yaratmak için Anadolu’da toplumla buluşmaya çıktı. Kurtuluş savaşı ile arkasında kısa sürede gerçekleştirdiği eğitim, bilim, sanat ve çağın gereklerine uygun yenilikler ile Türkiye’yi çağın ileri ülkeleri ligine taşımıştı. Çok genç yaşta geleceği beyninde kurguladığı en önemli mesajlarını verdiği eseri olan “Nutuk” kitabı okununca Mustafa Kemalin Atatürk ülkenin geleceğini güvendiği gençlere neden bıraktığı daha iyi anlaşılmaktadır. Çoklu zekâ sahibi Atatürk’ün geleceğin sağlıklı inşasının zeki, fikri ve vicdanı hür, zinde geçler tarafından gerçekleşebileceğini düşünerek geleceği geçlere emanet ettiğini en üst düzeyde gençliğe hitabesinde ve Bursa nutkunda ifade etmektedir. Her 19 Mayıs’ta Atatürk toplumun geleceğini gençliğe emanet etti, ancak biz bunun gereğini yapabildik mi? sorusunu açık yüreklilikle kendimize soralım. Gençlik İdare Edilen Değil Geleceğin Simgesi Olmalıdır Her çağın üretil ilişkileri ve onun süt yapısı olan sosyal yapısının getirdiği ortam ve artı-eksileri bulunmaktadır. Günümüz iletişim teknolojileri çağını gençlerinin talepleri sanayi toplumuna göre birçok farklı maddi ve manevi fırsatları ve sorunu olduğunu biliyoruz. İleri teknoloji özelde de yapay zekanın getirdiği yeni üretim araçları insan ve hayvanın enerjisine dayalı üretime dayalı bir çok mesleğin ortada kalktığını bu aralar hızlıca yaşamaktayız. Bu bağlamda çağa hazırlıksız yakalanan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler gibi ülkemiz gençlide gelecekte iş aş bulma konusunda kaygılı. Ülkenin uzun erimli ihtiyaca ve ekolojinin sunduğu ortama dayalı ciddi planlama ve program üretmediği ve de öngörüsünün olmadığı bugün yaşana yüksek geç işsizlik oranından anlaşılmaktadır Her gün okul çevrelerinde artan şiddet, sokakta sigara fiyatına satılan esrar ve uyuşturucu ve geçim zorlukları hepsi aynı potada görülmek zorundadır. Eğitimimizin her kademesinde niteliğin düştüğü, üniversite eğitiminin orta öğretim düzeyinde çağın gereklerine uygun bilgi, beceri ve analitik düşünme beceri sağlayamadığı eleştirilerinin çok daha sık yapılmaktadır. Orta öğretim ve üniversite sonrası boş zamanların değerlendirilmesi için sosyal-sportif ve düşünsel faaliyet alanlarının iyi planlanmadığı veya az olması nedeniyle öğrencilerin kendilerini gerçekleştirme ortamlarının sınırlı olması birçok soruna gebe. Buna karşı gençliğin önüne hedef koymadan, gençliğin kendi kendini geliştirmesi ve ülkesinin geleceği konusunda yaratıcı düşünceler oluşturması mümkünümdür? Sorusunu akla getirmektedir. Farklı düşünebilme yaratıcılık bir günlük bir şey değildir. Düşünebilme, bilgiyi dönüştürme, cesaret gösterebilme bir yaratıcı ortam sürecidir. Bu sürecin önünü açacak ortamlar yaratılamazsa, devlet memuru anlayışına sahip verilenleri benimsemiş insanlar ile kaderine razı insanlar ile yola devam etmek zorunda kalırsınız. Gençlik ve Değerler Sıkça konuşulan günümüz değerleri maalesef gençliğin yaşam kalitesini ve ülkenin geleceğini karartan niteliğe bürünmüştür. Çalışmadan, yorulmadan bir yerlere gelmek, birilerinin üzerinden değer kapmak nerdeyse bir yaşam biçimine dönüştür.  Çalışmak yorulmak bir şeylerin altına elini koymak risk almak yerine kısa sürede köşeyi dönmek daha avantajlı konuma geldi. Kişileri çalışarak, okuyarak, üreterek insan ilişkilerini kullanarak bir yerlere gelmek siyasilerin ve entelektüellerin davranışları ve söylemleri ile nitelik kazanmalıdır Ne İçin Çalıştığını Bilmemek Önemli, Yoksa Boşa Kürek Çekeriz 28 Ekim 2006 tarihinde bir TV ekranı İstanbul Taksim özgürlük anıtı önünde yoldan geçen insanlara Cumhuriyet nedir, ne zaman kuruldu, kim kurdu? Diye soruyor. Çoğu genç çoğu kişinin cevapları ve konuşmaktan korkması ilginç. Askerler yöneltilen bir soruda, uğrunda canını verdiği vatanının yönetim şekli ve niteliklerinin bilmemesidir. Cumhuriyeti tanımlayamadan, özgürlüğün ne olduğunu bilmeden askerlik yapan bir erin eğitilmesi, ülkesini, ulusunun ve idare edildiği demokratik anlayışın bilincine varması görevini daha iyi yapması sağlanmaz mı? Ya maçlardan sonra ölümüne kavga eden bağıran çağıran futbol fanatiklerine ne demeli. Sokaktaki insan ile Ankara ve İstanbul eksenli yayın ve bilgi akışı arasında bir tezatlık görülüyor. Taksimde geçen insanların araba sürüşü, sigara tüttürüşü, genel konuşma şekli eğitimsizliğin koktuğunu gösteriyor. Sokaklar tepkisiz ve bilinçsiz. Cumhuriyeti koruma ve kollama içselleştirilmediği görülmektedir. Bununda eğitim ile doğrudan ilgili olduğu görülmektedir. Gençler Mutlaka Gelişim Odaklı Zihne Sahip Olmalı. Gelişime Açık Olmalı, Sabit Fikirli Olmamalı Bir gurup gençlik ise kendi dünyasında, en kısa yoldan para kazanmayı veya hayatını kurtarmayı düşünüyor. Bir grup genç anne babasının eline bakıyor, onlar ne derse onu yaparım anlayışında. Küçük bir gurup da tam ne aradığını bilmeden şu veya bu “izimlerin” etkisinde. Tarih ve ekoloji bilmeden takım tutar gibi savunmaya çalıştığı düşünceyi her yönü ile  kavramadan siyaset yapmaya çalışmaktadır. Her insanın gençlik döneminde yaşam yol hartasını oluşturması için okuyarak, öğrenerek birli bir dünya görüşü sahibi olmasını, fikri hür ve vicdanı hür bir insan olarak kendi kararlarını kendisi oluşturmasını istiyoruz. Ancak “gelişim odaklı zihin“ sahibi, kendini okuyarak ve araştırarak geliştiren, çağın yetkinlik becerilerini kazanmış, yaptığı işin niteliği öğrenmiş, kavramış ve benimsemiş olmasını istiyoruz. Gençlerimiz gelişim odaklı, analitik düşünme becerileri kazandırılır ve kendilerini gerçekleştirecek özerk ortamlar bulursa Atatürk’ün arzu ettiği çağı yakalarız. Bu arada gençlerimizin ve kendini genç hisseden herkesin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı candan kutlarım. Kutlu olsun. 19 Mayıs 2024, Adana

  • DELİLERİN ŞAHI ENAYİLERİN PADİŞAHI

    Erhan TIĞLI * Deli bunlar canım, hem de zırdeli, hınzır deli, muzır deli... Zaten Dereköy’den adam çıkmaz. Delilerin şahı, enayilerin padişahıdırlar. Kafadan kontak ve dahi manyaktırlar. Aralarında aklı başında bir tek adam yoktur. Deli olmasalar eski köye yeni âdet çıkarırlar da başlarını belaya sokarlar mıydı? Sonradan değil, atadan deli bunlar. Vakti zamanında padişah bir ferman çıkarmış, “Her köyden bir deli gelsin” demiş. Dereköylüler ben gideceğim, sen gideceksin diye birbirlerine girmişler, kavga dövüş etmişler; kolu bacağı kırılmayan, kafası yarılmayan kimse kalmamış. Padişah da “Dereköy'den kim gelirse gelsin” demek zorunda kalmış. Böylece birinciliği kimseye kaptırmamışlar... Delidir, ne halt etse yeridir değil mi? Kimseye zararları dokunmasın diye böylelerini toptan tımarhaneye kapatacaksın ya da köylerini karantinaya alacaksın, oraya geliş gidişleri yasaklayacaksın, delilik bulaşmamış çocuklarını da alıp başka bir yere yollayacaksın. Yoksa delilikleri dört bir yana yayılır; devletin çivisi oynar, gemi su alıp batar. Bunların deliliklerini merak ediyorsunuzdur. Hangi birini saymalı? Bir kere hep muhaliftirler. A partisi mi seçimi kazanacak gibi görünüyor, bunlar hemen B partisine oy verirler. B partisi iktidar olursa oyları A partisine gider. İşte böyle ters adamlardır. Seçimi hangi partinin kazanacağını anlamak istiyorsanız, bunların hangi partiye oy verdiklerine bakın. İşte bu yüzdendir ki, köylerine tek bir çivi bile çakılmamış, hiçbir yatırım yapılmamıştır. Ama gene de akıllanmazlar, burunlarından kıl aldırmazlar. Dediğim dedik, hödüğüm hödük takımındaki yerlerini asla kaptırmazlar... Bir başka delilikleri şu: Köylerine vali, milletvekili gibi büyük bir adam geldiği zaman, durumlarına göre dana, koyun, tavuk kesip onları ağırlayacaklarına, yaşa, bravo diye alkışlayacaklarına, çay bile ısmarlamazlar. Üstelik adamcağızları ahret sorularıyla terletirler, sorguya çekerler. Geldiklerine geleceklerine bin pişman ederler. Büyük adam usulen “nasılsınız” diyecek olsa, “sağ ol” çekip, “İyiyiz. Sağlığına duacıyız. Sayenizde geçinip gidiyoruz. Hiçbir yaramazlık yoktur. Sırtımız pek, karnımız toktur” diyeceklerine, “Durum vaziyetleri çok kötü. Aşımız ottur, halimiz moktur. Siz orada bal kaymak yerken, biz burada kuru ekmeğe talim ediyoruz. Bu mu eşitlik, bu mu adalet; biz mi efendiyiz siz mi?” derler, servet düşmanlığı, bölücülük ederler. Can sıkar, moral bozarlar... Bizde de vardır üç beş muhalif, birkaç densiz. Ama biz onları aramızda eritiriz. Uzaklardan yorgun argın gelen sayın büyüğümüzün rahatı kaçmasın, suratı asılmasın diye böylelerinin ağızlarını açtırmaz, kem söz söyletmeyiz. Aldığımız bütün önlemleri aşarak soru sormaya, akortsuz sesler çıkarma kalkarlarsa, zurnacı zekiye bir işaret çakar, İzmir marşını çaldırırız. Hele bir de davulcumuz davulunu gümletip yeri göğü inletmeye başlarsa, muhaliflerin çatlak sesleri duyulmaz, anlaşılmaz olur. Duyulsa bile sinek vızıltısına döner... Fazla zamanınızı almayayım, boşuna meşgul etmeyeyim de Dereköylülerin deliliklerinin test edilip onaylandığı son olayı anlatıvereyim sizlere. İlçemize yeni bir kaymakam atandı. Kendini göstermek, bir şeyler yaparak, adını belletmek istediği için bütün köyleri dolaştı, köylerin ileri gelenlerini toplayıp bir nutuk çekti. “Boş oturmayın. Faaliyette bulunun. Basında, medyada köyünüzün, ilçenizin adını duyurmaya çalışın. Yan gelip yatanları, kahvelerde pinekleyenleri yakarım!” diye bağırdı. “Boş durmuyoruz ki. Tarla, bahçe işleri bizi bekliyor. Hem maddi durumumuz pek müsait değil. Hangi parayla faaliyet yapacağız?” diyecek, şimşekleri üstümüze çekecek değildik ya. Emir demiri kesermiş. Kaymakam bey kararlı görünüyor. İtiraz dinlemeyeceğe benziyor. Eşekten düşmüş karpuza dönmeyelim diye hemen baş eğdik, gerdan kırdık. Hep bir ağızdan, “Emriniz baş üstüne. Siz hiç merak etmeyin. Elimizden geleni yaparız” dedik. Daha sonra da neler yapacağımızı tartışmaya başladık. Ömrünün çoğunu büyük kentlerde geçirmiş, feleğin çemberinden geçmiş Çetin Çevik hemen öne atıldı: “Arkadaşlar! Boşuna vakit kaybetmeyelim. Bu işler uzun uzadıya düşünmekle olmaz. Geç kalırsak çabalarımız boşa gider. Hem bizim gibi adamların düşünmesi iyi değildir. Düşünen kafalara tehlikeli fikirler üşüşür, büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi düşünür. Yapacağımız tek şey var. Bir futbol takımı kuralım. Çünkü futbol denilince akan sular durur, reytingler tavana vurur! Sayın büyüklerimizin elbet bir bildiği vardır. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. İşi sağlama bağlamak için de futbol en iyi, en güzel yoldur” dedi. Doğru söze ne denir! O bakımdan hiç itiraz etmedik. Bu teklifi hemen kabul edip çabucak eyleme geçtik! Yani eski bir merayı futbol sahası haline getirdik. Kale direklerini de dikip yedekleriyle birlikte yirmi kişilik bir takım hazırladık. Sabah akşam antrenman yaptırarak gençlerimizi forma soktuk. Oyuncularımız maç yapmaya hazır olunca da çevre köylere haber saldık, maç teklif ettik. Açılışa kaymakam beyimizi davet ettik. Bu iş o kadar hoşuna gitti ki, maçta bir süre oynadı ve gol attı. Gazetelerde sporsever kaymakam diye resimleri çıktı. Bizi hararetle kutladı. Örnek köy ilan edip ödül ve plaket verdi. Yönetim kurulumuzun yanaklarından öptü, futbolcularla tokalaştı... Dereköylüler ne yapsa beğenirsiniz? Köylerine bir okuma odası açmışlar. Sağı solu velveleye vermişler, kitaplık için kitap bağışı istemişler. Bir tiyatro kurup sahneye oyun koymaya kalkmışlar. Okuma odalarına hep aşırı yolcuların kitapları gönderilmemiş mi! Bu kitapları da bizim deliler hiç incelemeden, bilen kişilere bunlar sakıncalı mı değil mi sormadan kitaplıklarına yerleştirmişler. Bu yetmemiş gibi, gelen kitapları kaymakam beye iftiharla göstermişler. Ama silahları geri tepmiş, kaymakam bu aferin delilerini bir güzel haşlamış. Hele bir de sahneye koydukları oyunu seyredince küplere binmiş. Meğerse oynadıkları oyunun yazarı aşırı yolcuymuş, eserde de bir kaymakam eleştiriliyormuş... Yerin dibine sokuldukları yetmiyormuş gibi, soruşturma ve kovuşturmalardan başlarını kurtaramadı bizim deliler. Aylarca karakollarda, mahkemelerde süründüler. İşlerinden güçlerinden oldular. Mahkemeye gidip gelmekten yetiştirdikleri ürünlerine gereği gibi bakamadılar, hepsi ya çürüdü ya da kurudu kaldı; yel üfürdü, su aldı... Akılları başlarına gelse de, “Biz ettik, sen etme kaymakam bey. Ettik bir cahillik. Kusura bakma. Özür dileriz. Affet bizi. Pişmanız. Ne yaptığımızın farkında değiliz. İyi niyetimizin kurbanı olduk. Büyüklüğüne sığınıyoruz. O kitapların tehlikeli olduğunu bilsek, duysak kitaplığımızdan içeri sokar mıydık, o oyunun ucunun size dokunduğunu anlasak oynamaya kalkar mıydık? Boyumuzdan büyük işlere kalkıştık” deseler iş bu kadar uzamazdı. Ama nerde... “Biz kötü bir şey yapmadık. Kültürün gelişmesi, kitap okumanın yaygınlaşması için çalıştık. Başkaları gibi işi ayağa düşürmedik” demişler, bize taş atmışlar, sportif faaliyetimizi küçümsemişler. Ama kaymakam derslerini vermiş, hadlerini bildirmiş. Elini masaya vurmuş; “Benim ödüllü köyüme dil uzatmayın bakayım. Kedi erişemediği ciğere pis dermiş. Ona buna çamur atmayı bırakın da bu dertten nasıl kurtulacağınızı düşünün” diye bağırmış. Deliler bu uyarıyı dikkate almadıkları gibi zeytinyağı gibi üste çıkmışlar: “Okuma sevgisi aşılamak, tiyatro sanatına hizmet etmek suç mu? Kültür hizmetimizden dolayı bizi kutlamanız gerekirdi aslında. Ama siz milletin efendisi olan bizi aşağılıyor, azarlıyorsunuz. Kitaplığımız belki yetersizdi, oyunu da tam canlandıramamış olabiliriz. Teşvik etmeniz, yol göstermeniz gerekirken uğradığımız bu kötü muamele moralimizi bozdu. Sizden böyle bir şey beklemiyorduk doğrusu” diye ukalalık etmişler. Şu işe bak! Ne demişler: kafa kalın, beyin boş; tut kulağından çifte koş. Çift sürmek traktörlerle yapılıyor artık. Bu yüzden çifte koşulmaya da yaramaz böyleleri. Yahu, hiç büyük başlarla aşık atmaya kalkılır mı? Deliyle devlet bildiğini işler. Bizim gibilere de karşıdan bakmak düşer. Dediği dedik, çaldığı düdüktür onların. Başının belaya girmemesi için ne derlerse peki diyeceksin. “Salla başını, al maaşını” diye boşuna mı demişler a hödükler! Kaymakam bey gerekeni yapmış tabii. Hemen zile basmış, bizim delileri jandarmaya teslim etmiş. Bu gidişle burunları daha çok sürtülür. Ama ben onlara değil, çoluk çocuklarına acıyorum. Ünlü sözdür; ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün ağlar. Görünen köy kılavuz istemez. Davaları babadan oğula sürecek bu gidişle. Gözyaşları dinmeyecek. Nereden mi biliyorum? Avukat tutmuşlar kendilerine bizimkiler. Güya kendilerini savunacaklar, haklarını arayacaklar. Sanki paraları pek çokmuş gibi, bir de avukata para yedirecekler, işi uzatacaklar. Git gel, yollar boş kalmasın. Bunlarınki o hesap işte... Neyse, bırakalım onları da ne halleri varsa görsünler. Kendi düşen ağlamaz. Zaten dedelerimiz derdi de inanmazdık. Şimdi iyice inandık artık. Başka yere yağmur yağar, Dereköy’e deli yağarmış. Bunların delilikleri akla fikre sığmazmış... Haftaya maçımız var. Buyurun gelin. Kaymakamımız da oynayacak ve gol atacak. Nereden mi biliyorum? Meslek sırrıdır, söylenmez!

  • Elveda Sevgili Dostum

    Elveda sevgili dostum elveda, Sen kökleri içimde uzanan.. Ayrılık yazılmış alnımıza İlerde gene karşılaşırız inan.. Elveda dostum, el sıkışmadan Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek: Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek. / Sergei Yesenin 1895 doğumlu YASENİN, devrim hayalleriyle büyüdü, ona hizmet etti, ne var ki uygulamalardan çok memnun kalmadı. Stalin döneminden önce sisteme yönelik eleştirilerini seslendirmeye başlamıştı. Geçirdiği bir ruhsal rahatsızlığın da bakış açısında etkili olduğu söylenir. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra "Sol Sosyalist Devrimciler"in saflarında yer alan YESENİN, 1925 yılında bu şiiri MAYAKOVSKİ'ye veda olarak bırakarak intihar etti. Bir gün önce bileklerini kesen YESENİN, bu şiiri kendi kanıyla yazmıştı. (Mayakovski, Sergei Yesenin'in intihar ettiği sırada yazdığı bu şiire gönderme yaparak Mayıs 1926'da "Sergei Yesenin" adlı uzun şiirinde şöyle yazıyordu: ... Alışılmış deyimiyle Siz Bir başka dünyaya göçüp gittiniz! Hayır Yesenin Bu Şaka değil, Boğazımda Düğümlenen acıdır Kahkaha değil... Bu dünyada Ölmek güç bir şey değil, Bir hayat kurmaktır Asıl güç olan... ... diyordu şair şiirinde ama ondan beş yıl sonra da kendisi canına kıyacaktı. (şiirin bütününü okumak için) * 15.03.2018, maviADADERGİSİ

  • HAFIZ AZİZ

    Sabahattin Ali ile birlikte çıkardığı Markopaşa adlı mizah dergisindeki yazısı yüzünden yargılanan Aziz Nesin, 10 ay hapis ve üç ay on gün Bursa'da “emniyet-i umumiye nezareti (göz hapsinde tutulma)” cezasına çarptırılır. 1948 yılı Şubat ayında 4 ay sürgün olarak kalacağı Bursa'ya gelir. Eşini ve iki küçük oğlunu ardında bırakmıştır, aklı onlardadır. Beş parasız olduğu için de iş aramaya karar verir. "Sürgün" kitabında anlatır: "...Bursa’da tanıştığım bir kitapçıya gittim. -“İngilizce ders verilir” diye bir kağıda yazsam sizin dükkanın camına yapıştırsam nasıl olur? -İş çıkmaz! dedi. -Neden? -Şimdi herkes İngilizce ders veriyor. Manav dükkanlarından, berber dükkanlarına kadar bak, hepsinin camında “İngilizce ders verilir” diye kağıtlar asılı… Ağaçlara, duvarlara bile kağıt asmışlar. İngilizce dersi bu hızla giderse, ders verenler dersi alanlardan fazla olacak. O zaman, Türkçe ders verenlere iş çıkacak. En iyisi, siz Türkçe dersi verin. Güldüm. -Şaka değil, dedi “Eski Türkçe dersi verilir” diye bir kağıt asalım, bak kaç kişi gelecek. Dediğini yaptık. Bir hafta sonra dört öğrencim oldu. Bunlar, dokuzla on üç yaş arasında çocuklardı. Eski kitapları okumak isteyen gençlerden gelir sanmıştım, oysa çocuklar geldi. Önce bir baba geldi. -Kuran dersi verir misin? dedi. Bu, hiç hesapta yoktu. -Veririm, dedim Adam, çocuğunu göndermeden önce, beni Kuran’dan bir sınava çekti. Vaktiyle hafız olmanın bir zaman gelip yararını göreceğimi hiç ummamıştım. Kuran öğrencileri birken iki, ikiyken üç oldu. Her sabah Ulucami’ye gidiyoruz. Öğrencilere Kuran dersini camide veriyorum. Öğrenciler sekize çıkınca, başıma bir iş gelecek diye korkmaya başladım. Çocuklarının iyi yetiştiğine memnun babalar birbirlerine haber veriyorlar. Çocuklardan birinin babası, bigün, "Maaşallah, çok çabuk öğretiyorsunuz" dedi. Bizim oğlana bir hoca ders veriyordu. Oğlan bir yılda “Amme”ye gelemedi. Durum iyi. Hani içimden, “Sürgünden sonra da Bursa’da kalsam, bu Kuran dersi hiç fena iş değilmiş” diye geçiriyorum. Bir sabah yine Ulucami’de bekledim. Öğrencilerimden hiçbiri gelmedi. Ertesi gün de gelmediler. Camide tanış olduğum, müezzin ya da kayyum gibi biri vardı, ona nedenini sordum. Kem küm ediyor, ağzından baklayı çıkarmıyor. -Hastalanmışlardır, diyor. -Salgın hastalığına tutulmadılar ya bunlar, hiçbiri gelmiyor. Bir daha öğrencilerim gelmedi. Sonradan öğrendim. Öğrencilerimden birinin babasına, "Oğlunuza kim Kuran okutuyor, biliyor musunuz?" diye sormuşlar. -Hafız Aziz, demiş. -Hafız mı? Tam hafızı bulmuşsunuz maaşallah! Ne olduğumuzu anlatmışlar. Bunu bir gün, kahvede ahbap olduğum, ama benim kim olduğumu bilmeyen biri anlattı. -Ah kardeşim ah, dedi, İstanbul’dan buraya sürgün ediyorlarmış, burada hafızız diye ortaya çıkıyorlarmış. Bu heriflerin girmediği kılıf yok.. Az kaldı ben de çocuğumu gönderecektim. Öyle de güzel, çabuk öğretiyormuş ki.. Az kaldı çocuğu zehirletecektik.. Böyle birinin Ulucami’de hafızlık edeceği kimin aklına gelir?" * "Bursa'da Sürgün Günleri" Kitabından ........... Aziz Nesin öldü, oğlu Ali Nesin profesör oldu. Bütün mal varlığını kendi kurduğu, yetim çocukların çoğunlukta olduğu matematik köyüne hibe etti. Ali Nesin'e bir röpörtajda "Babanız, mal varlığını sizin yerinize, matematik köyüne hibe etti, bu konuda düşünceniz nedir?" sorusuna, -"Ben profesörüm ve aldığım maaş yeterli, babam doğrusunu yaptı" dedi DERLEME: maviADA KAYNAK: İNTERNET

  • UTANIYORUM

    Fuat ÖZGEN * Görüyor gözlerim Doğanın katledildiğini Canlıların mahvedildiğini Gözlerimden utanıyorum İşitiyor kulaklarım Doğanın çığlıklarını İnsanların iniltilerini Kulaklarımdan utanıyorum Kokluyor burnum Pis kokuları Direği kırılıyor Burnumdan utanıyorum Dokunuyor ellerim Acılara Onulmaz dertlere Ellerimden utanıyorum Duygularım allak bullak Aklım almıyor olanları Çözüm bulamıyorum İnsanlığımdan utanıyorum

  • Bizim Efeliğimiz Folklorik Değil Sosyolojiktir.

    maviADA Grubumuz üyesi olan, gruptaki 700 kişiden farklı olarak sık sık paylaşımlarda bulunan, katılımlarıyla hepimizi gülümseten en son FOÇA Belediye Başkanlığına bir farkındalık yaratmak için aday olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Kurucu Başkanı Ahmet Tuncay Karaçorlu hayatını kaybetti. Bizim Efeliğimiz Folklorik değil Sosyolojiktir. * “Düşlerinin enginliğinde, dünyalar kurulur… Kekik kokar, doğanın sözü, gözün nuru. Kekik kokar, çiçekte nar, suda testi * Ben Efe, Ben Eşkıya. Ben Anadolu insanıyım tarla başında, Ben sabrı çatlayan, Ben taştan parlayan. Ben eşkiyayım Karadeniz, Akdeniz ve Bolu dağlarında, Ben efeyim Ege’de, Karıncalıdağ’da. Ben dayanamayanım, Yoluna dikilenim, Osmanlının, beyin, yalanın. Ben yürekli bir elim, Halkına uzanan. Saklar beni göğsünde, Dağ köyleri, kovuklar, obalar. Ben azım, ben ömrü kısayım, Ama çoğu dize getiren, Türkülerde yaşayanım. Ben ayrılanım, Eşkiyanın bozuğundan, efenin kopuğundan Ben Ali Molla’yım, din adamı iken dağlara vuran. Ben eşkiya Alo’yum, Göksun’un Keklikolu köyünden. Hekimoğlu derler benim adıma, Ordu dolaylarında yaşadım. Halkın topladığı mısırı, Bey ambarından çıkarıp, Dağıtan ben idim halka… Sepetçioğlu Osman idim, ozan idim, Anam ile eşim ile dağda idim. Çakırcalı Mehmet efeyim, Ahmet efenin oğlu. Zulmedenlerin konaklarını yakan, Halka köprüler yaptıran. Ben Mircan idim, ben İnce Mehmet, Ben Condo, ben Yörük Ali. Ben eşkiyayım, ben efeyim. Ben Bergamalı bir köylü, Zonguldaklı bir işçi… Ahmet Tuncay Karaçorlu/ 'topraklarımızda dört mevsim sürdün diye' taslak şiir kitabı denemesi / 2016 * Bir kağıt üzerinden hayal gemisine bindim. Mavi bir atlasta sonsuza yol alan rota mı çizdim. Korsandım artık bayrağım vardı ve bayrak da resmin. Evren'le birlikte bana da gülümseyen. Haydi gel yalnızca arkadaş olalım demiştin. Gönül kulaklarım duymamıştı ama sen gözünün ucuyla benim hep arkadaşım oldun. Keşke yoldaşım olsaydın. Korsan gemisinde bilge sandığını açsaydın. Biliyorum orada bir kez daha bana rastlayacaktın. Bu kez asla yolumdan yolunu ayırmayacaktın. (18 haziran 2023 pazar / Karşıyaka-Anayurt) * Ahmet Tuncay Karaçorlu; 1962 yılında Antep’te doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini İzmir’de tamamladı. Yüksek öğretimini ve yüksek öğretime ilişkin tüm bilimsel aşamalarını Mimarlık Fakültesi Şehircilik Bölümü Anabilim Dalında sürdürdü. “Dünyamızda Ve Ülkemizde Tarihi Koruma Politikaları Ve Uygulamaları; Bir Örnek Alan Alaçatı İlçesi Tarihi Koruma Çalışması”, “Tarihi Koruma Uygulamalarında Bir Örgütlenme Örneği; Tarihi Çevre Kooperatifçiliği. Bir Örnek Alan Eski Foça İlçesi Tarihi Çevre Kooperatifçiliği Çalışması” konularında tez çalışmalarında bulundu. Halen “Doğal Ve Tarihsel Korumanın Bilimsel Eşikleri” konulu tez çalışmasını sürdürmektedir. Bilimsel çalışma alanlarıyla eş zamanlı olarak birlikte sürdürdüğü toplumsal örgütlenme çalışmalarını, lise dönemi ülke ve eğitim koşullarının sağlıklaştırılmasına yönelik bir gençlik örgütlenmesinde  yer alarak başlamış, yüksek öğretim sürecinde aynı gençlik örgütlenmesini dönem örgütlenmelerinde görev sorumluluklar almıştır. Yüksek öğretim sonrasında TMMOB Şehir Plancıları Odası’na üye olmuş ve Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi’nin kuruluş çalışmalarında yer almış, şehir plancıları odası İzmir temsilciliğinin kurucu üyeleri arasında yer almış, dönem temsilciliğini üstlenmiştir. Temsilcilik sonrası şube olan, Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi’nin yedi dönem yönetim kurulu üyeliği ve altı dönem yönetim kurulu başkanlığı görevlerini sürdürmüştür. Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi’nin çeşitli dönemlerdeki yönetim kurulu üyelikleri ve başkanlığı görevleri sürecinde, onlarca meslek odasının, duyarlı örgütlenmelerin ve çevrelerin içinde yer aldığı girişim topluluklarında, meslek odasını temsil etmiş, birçok girişimin sözcülüklerini üstlenmiş, etkinliklerinde yer almıştır. Bu girişimler içerisinde; “Kordon Otoyolunu Önleme Girişimi”, “İzmir-Bergama El Ele Hareketi”, “Kent İçi Ulaşımda Bisiklet Girişimi” gibi kent ve bölge gündeminde etkisi olan girişimler yer almaktadır. Bu temsiliyetlerle eş zamanlı olarak çeşitli yerel örgütlenmelerin ve idarelerin dönemsel çalışma topluluklarında meslek odasını temsil etmiş, birçok yerel yönetmeliğin ve belgenin hazırlanmasında etkin bir şekilde yer almıştır. Bu topluluklar içerisinde; “İzmir Yerel Tarih Ve Koruma Ödülleri” yönetmeliği ve inceleme kurulu, “İzmir Yüksek Yapılar Yönetmeliği” hazırlık çalışması ve inceleme kurulu, “İzmir Kültür Ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulları” oda temsilciliği, gibi çalışmalar yer almaktadır. Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi’nin çeşitli dönem görevleri ve sorumlulukları sonrasında doğal ve kültürel yaşam girişimi sözcülüğünü üstlenmiş, etkinliklerinde bulunmuştur. Bu topluluklar içerisinde; “Küresel Isınma Çalışma Topluluğu”, “Su Meclisi”, “İzmir Kuruçeşme Yerinde Sosyal Ve Mekânsal Dönüşüm Halk Girişimi”, “Karşıyaka Halk Forumu”, “ Aliağa Kyme Arkeoloji Müzesini Koruma Ve Yaşatma Girişimi”, “Kültürparka Dokunma”, “Kültürpark Platformu” gibi topluluklar yer almaktadır. Bu örgütlenmelerin yanı sıra, “Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu” yedek yönetim kurulu üyeliği, “Ege Fotoğraf Ve Sinema Amatörleri Derneği” yönetim kurulu üyeliği ve başkan yardımcılığı görevlerinde bulunmuş, ulusal Yeni dünya Dergisi, Planlama Dergisi, Önsöz Dergisi, İzmir İzmir Dergisi ve yerel Bakırçay, İlkses, Aliağaekspres adlı birçok gazetede yazıları yayınlanmıştır. Görsel ve işitsel basında ise çeşitli yerel ve ulusal yayınlarda konuk olarak yer almıştır... * Yerel seçimlerde Foça belediye Başkan adaylığını açıklayan Karaçorlu bu adaylığı ile ilgili olarak yaptığı paylaşımda : Başka türlü bir adaylık olacak bizim Foça bağımsız farkındalık adaylığımız, ne ağaca benzeyecek ne kuşa, ilhamını taşlara istenmiş eserlerden, camlarda hayat bulan, gemilere yüklenen testilerden, üzümün, ve eşi bulunmaz diğer tarım ürünlerinin zeytinin kadim değerlerinden, sekiz kilometrelik sur duvarlarının arasında bir sanat bahçesi gibi hayat olacak, meydanlara döşenmiş mozaiklerden, tepelerde esen rüzgardan, buğday öğüten yel değirmenlerinden, yiğit arkeolog Ömer Özyiğit'in ve çileli ekibinin alın terleri ile gelecek kuşaklara armağanları olan, bir kez daha  batı'ya ekin  ve sanat ürünlerini fokların ve gemilerin yolculuğunda taşıyacak olan, 'Akdeniz'in başkenti Foça' kılma yolunda yola çıkan, kim seçilirse seçilsin de eş belediyeye gibi takipçisi olacak olan, 'Doğal ve kültürel yaşam girişimi gönüllüleri'n adaylığı olacak adaylığımız... Güler ve Can Yücel'in dediği gibi başka türlü bir adaylık olacak bizimkisi, ne ağaca benzeyecek, ne kuşa, hem onlara benzeyecek, hem size ve hepimizin eşsiz Foça için diledikleri, her şeye yerine getirecek... Ailesine, sevenlerine ve meslek camiasına baş sağlığı diliyoruz… Anısına saygıyla… Semihat Karadağlı Biyografi alıntı: Ege de SONSÖZ gazetesi ve Türkiye gerçeği sayfalarından alınmıştır.

  • AH ERCİŞ AH

    (KEMLİK YÜKLÜ BİRKAÇ ANI) Niyazi UYAR* İlk göz ağrım, ilk görev yerim Erciş! Ne güzel insanlar tanıdım sende, ne güzel insanların var senin. İsim isim saysam, unuttuklarıma haksızlık etmiş olurum ki bu da beni üzer. O açıdan isim zikretmemeye çalışacağım; yalnız bir iki isimden söz etmemek de anıların bir bacaklarının eksik olması sonucunu doğurur. Yeşil Erciş’in Karakoyunlu Türkleri tarafından kurulduğunu söylemişti Celal Gazioğlu! Celal Gazioğlu, halk kültürüne ehemmiyet veren, o alanda kendini yetiştirmiş bir eğitimciydi. 1982 yılı, mart ayında öğleden sonra sarı renge boyanmış ortaokul binasında başladım göreve. O zamanki müdür yardımcısı sonraki yıllarda müfettiş olup ayrılmıştı Erciş’ten. O çok sıcak karşılamıştı, fakat… Anlatacağım üç vaka var ki, aklıma geldi mi, bugün bile soğuk soğuk terlerim. Bu üç vaka Erciş’in güzelliklerine hiç yakışmayan şeylerdi. Erciş’te bir dönemi bitirmiştim, eş durumu tayinleri için lazım gelen evrakları hazırlamam gerekiyordu, nikahımız kıyılacaktı ve eş durumu tayinleri için son müraacat temmuzun yedisinde mi, onunda mı bitiyordu, geçmiş gün emin değilim. Okulu vekâleten yöneten sayın(!) ilgiliye durumu anlattım. Olmaz dedi, sınavlar bitsin, nereye gidersen git dedi. Ama eş durumu tayinleri temmuzun onuna kadar olduğu malumunuzdur dedim. Beni ilgilendirmez, dedi. Bu yıl tayin isteyemem biliyorsunuz dedim. O senin sorunun dedi. Çok üzülmüştüm, acemi, toy bir öğretmendim. Çaresizdim, kim nasıl ne yapar diye düşünürken, fen bilgisi öğretmeni arkadaşım Ahmet Çetinkaya’nın bulduğu, harika bir çözüm yolu ile hem nikah akdini yaptım, hem de eş durumu tayini için müracaatta bulundum... Nöbetçi öğretmen olduğum bir gün, son zil çalmış, öğrenciler evlerine gitmiş, ben de son kontrolleri yapıp nöbet defterini imzalamak için müdür yardımcısı odasına gittim, kapı kapalıydı, çaldım kapıyı, içeriden pek de kibar olmayan bir ses: “Gellllll!” Allah Allah dedim, inşallah bir terslik olmaz, Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna yaklaşık iki bin kilometrelik bir yere gelmişim. Kimi kimsesi olmayan yirmi iki yaşında stajyer bir öğretmendim. Öğretmen olanlar bilir. Stajyer öğretmenler, bir yıl tecrübeli öğretmenin rehberliği ile öğretmenliği öğrenir (!) Bir yabancı idim, yani Ercişli değildim, Anadolu’da bir tabir vardır ya, “yabancı şeyin kuyruğu şeyine olurmuş ya…” Selam, deyip girdim içeri, nöbeti bitirdim, defteri imzalayıp raporu yazacağım, dedim. İki müdür yardımcısı, birbirlerine bakıp kinayeli kinayeli sırıttılar, kendi aralarında bir şeyler konuştular. En medeni olanı(!) al imzala, yok bi şe demi, deyip defteri önüme fırlattı. Sonra da Selam he, ne selamı ule, selamünaleyküme ne oldum olûm, dedi. Yok yok dedim, hiçbir sıkıntı olmadı, her şey yolunda, dedim. Dedim, demesine de daha o an kan ter içinde kalmıştım. Defteri imzalayıp bir an evvel odadan çıkmak için acele ediyordum. Açıkçası korkuyordum, iki müdür yardımcısının iyi niyetli olmadığı ayan beyan ortada idi. İmzayı atıp iyi akşamlar diyerek kapıya yöneldim ki, diğeri dur bir dakika deyip küfür etmeye başladı. Ayıp oluyor ama, dedim. Bu sefer daha öfkeli küfür etmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Neden, niçin öyle davrandılar, hala cevabını bilmiyorum... O akşam hiçbir şey olmadan okuldan çıktım, Camikebir Mahallesi’ndeki evime doğru yürüdüm. Yol boyu, öfkeden yazık ki elden bir şey gelmez içim içimi yedi. Kısa günlerdi, akşam çabuk oluyordu. Eve vardım, kapıyı eşim açtı, hoş geldin, ne oldu sana elin yüzün çaput gibi, bir şey mi oldu okulda, dedi. Yok yok, dedim hiçbir şey olmadı, bugün nöbetçiydim, hem de derslerim yoğundu, dedim. Haftalık ders saatim, 34 müydü, 36 mıydı şimdi emin değilim. Yaklaşık beş altı saatim öğretmenlerin ifadesiyle “kızılay’a” gidiyordu, yani ücretini alamıyordum. Fakat hiçbir şekilde şikayetçi olmadım, çalışmayı seviyordum, çünkü. Bir başka anım, Erciş’te mecburi hizmet süremi, rotasyon süresini tamamlamıştım, daha doğru bir ifade ile tayin isteme hakkını elde etmiştim. Tayin dilekçesini doldurup okul müdürlüğüne teslim ettim. Tayinim çıksın diye de dua etmeye başladım. Bir gün ilçe milli eğitimde adı bende saklı bir çalışan, hangi bölgeyi tayin dilekçemizde işaretlediğimizi biliyordu. Her yerde beni arıyormuş. Hocam, dedi sizin tayin dilekçenizi değiştirmişler, Dördüncü bölgede bir başka yere tayin istiyorum, seçeneğini işaretlemişler, dedi. Gösterdi, gerçekten öyle, Allah Allah olacak şey değildi. Yani Erciş’ten sonra, Hakkari, Muş, Mardin, Siirt, Bitlis, Urfa, Diyarbakır… illerinden birini istiyormuşum. Oraları isteyeceğime Erciş’te devam ederdim. İnsan bu kadar kötü nasıl olabilir, insan bu kadar öfkeyi nerede barındırır, anlamak mümkün değil. Erciş’i çok seviyordum, ailecek görüştüğüm çok güzel aileler vardı. Bu nasıl bir şey, insan böyle bir şeye nasıl cüret edebilir, bu insanlardan eğitimci olur mu, anlamıyorum. Neyse tayin dilekçemde gerekli düzeltmeleri yapmış, dilekçemin sağ salim ilçeden gittiğini öğrenmiştim. Ondan sonrası Allah kerimdi artık. Tayinim nokta tayin olarak İstanbul, Beyoğlu Piirireis Ortaokulu’na yapıldı. Fakat İstanbul, aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Biliyoruz ki İstanbul zor şehir, pahalı şehir, devlet memurları için sürgün şehri! Erciş’ten tayinim çıksın da nereye çıkarsa çıksın derken İstanbul dememiştik ama. Karı koca bir düşüncedir aldı ki bizi, deme gitsin, uykularımız bile bizimle birlikte perişan oldu. Biz ne yapardık, o yılların modası yapı koperatiflerine üye olarak ev ssahibi olamak. Zaten kooperatifin taksitini ödemek belimizi büküyordu. Hemen hemen iki maaşımız da kooperatif taksitine gidiyordu. Sadece taksit ödemiyorduk ki, bir de arada alınan yüklü ara taksitler. Eşimle birlikte karar verdik, tayinimizi durduracaktık; ama nasıl? Bir akşam resim öğretmeni arkadaşım Memet Erdoğdu ailesine akşam oturmasına gittik. Mevzu hep bizim tayin. Şimdi düşünüyordum da kendi derdimizle onları boğmuşuz. Kusura bakma Memet’im, kusura bakma Nevin Hanım, bencilik etmişiz. Gerçekten çok üzülüyorduk, bu şartlarda biz İstanbul’da nasıl geçinirdik? Memet dedi ki, Yarın birlikte il milli eğitime gidelim, benim bir bildiğim var, yarın gidince görüp bana hak vereceksin, dedi. Sevinçle tamam, dedim. Memet’im yılan değil, teşbihte hata olmaz ki, hani derler ya “denize düşen yılana sarılır.” Van’a gittik, hiçbir yere uğramadan doğru il milli eğitim müdürlüğüne! İl müdürü bizi çok sıcak karşıladı, tayinimizi durdurmak için lazım gelen her şeyi yapacağını söyleyerek ayrılırken, kapıya kadar uğurladı. Hatta merak etmeyin bu işi olmuş bilin, bile dedi, gün gibi hatırlıyorum. Dönüş yolunda on, on beş dakikada bir Memet’e teşekkür ediyordum. Bu güzel haberi eşime vermek için bir artık eve ulaşmak istiyordum. O yıllar, cep telefonlarının hayali bile yoktu. Yol da bitmek bilmiyordu bir türlü, biz yaklaştıkça, Erciş bizden kaçıyormuş gibiydi, sanki bir gün sonra yaşayacağım “kara gün”e delalet ediyordu. Neden “kara gün” az sonra anlatacağım. Eşim kapıda karşıladı beni, daha içeri girmeden ne oldu, tamam mı dedi. Anlatacağım deyip bir bir anlattım. O gece huzur içinde, bir haftalık uykusuzluğa karşılık deliksiz bir uyku çektik. Sabah olmuş eşim kahvaltıyı hazırlamış, sesi keyifli beni kahvaltıya çağırıyordu. “Tamam, az kaldı tıraşımı olup geliyorum,” dedim. Hangi koşulda olursa olsun, kahvaltı yapmadan güne başladığımızı hatırlamam. Hangimiz uygunsa kahvaltıyı o hazırlardı. Bu ara okullar tatile girmiş, ilkokullarda seminer çalışmaları, orta dereceli okullarda yılsonu sınavları vardır. O nedenle Van’a gidişimizde bir sorun olmadı. İçimdeki sevinç kasırgası ile Van yolundan, merkezde bulunan okuluma doğru hızlı hızlı yürüdüm. Bu güzel haberi sevdiklerimle paylaşacaktım… Öğleye doğru Muğdat Efendi, “Hocam seni müdür çağırıyor!” “Neden çağırıyor müdür?” “Ben ne bilirem hocam?” Müdür odası çağla yeşili boyalı lise binasının ikinci katındaydı. Odaya camlı bir odadan sonra giriliyordu. Kapıyı tıklattım, içeriden, “Gelllll, gelll,” diyen ses, “yüksekleri ben yarattım, alçakların sahibi kim,” der gibiydi. “Gellll, gelll,” diye seslenişinde yöresel ağzın en güzel(!) örneğini veriyordu. Zaten oldum olası, kültür dilini kullanmazdı, bilerek mi böyle konuşur, ne bileyim başka bir sebep mi vardır, emin olun bilmiyorum. İçeri girdim, buyur otur demeden, doğrudan konuya girdi: “Memet Erdoğdu ile milli eğitime getmişin, tayini dudumak için müdürümle göşmüşünüz. Değerli müüüdürüm, söz vemiş; ama onu ihna ettim, sen bi sü gün işiğini *keseceen,” ben seniii bu okulda istememmm, ben okulûmda solcu öğretmen istememmm anaşıldı mı?* Hiçbi şe deme, çık git, ben seni istemiyom, ben solcu öğretmen istemiyom…” Ertesi gün, ilişiğimi kesip çok sevdiğim Erciş’te bir mart ayında başladığım görevime, 1987 haziran sonu ayrılmış oldum. İşte böyle, anlattıklarımın fazlasını yaşadım, şimdi sevgili okur böylelerine eğitimci diyebilir misiniz, böylelerinden eğitim ordumuzun içinde kadro işgal eden böyle binlercesi yok mu, bundan çok daha ağırını yaşayan bu ülkenin nice değerli eğitimcileri yok mudur? Ben Niyazi Uyar olarak bu eğitimcilere(!) iki cihanda da hakkımı helal etmiyorum, ne yapayım elimden gelen budur!

  • Şenol Yazıcı

    ÖLESİM GELİR Öyle bir anındasın ki yolun, Anlara sultan olmuşsun, Dönmeye aklın gider. Geldiğinde, gittiğinde uzaktır yıldız kadar, Bir yanın keskin bıçak, Kanayaklı öte yanın, Dokunsan, ağlayacak. Sevdiği el olmuş, Daha kaçında bir yetim çocuk, El ister tutunacak. Senin Hiroşima’ndır, angina pektoris, Yaş dönümüne saat var, patladı patlayacak. Bedenin uzun yağmurlara hasret, Bir toprak gibi kuruyacak. Ölesim gelir! Ay hışırdar, toprak kokar, Yıldız açar dallarda; Çok yükseklerde Polaris, Bir de Kervankıran, Zamansız yola çıkan sürüyü bekler. Aşk düşer aklına; Geçe kalmışsa intiharıdır yüreğin. Yağmura ve geçe kalmışsa, Bir gönül, bir sevda diyerek, Ya da bir başka kelebek… Sevmek yaşamı, İntiharıdır kelebeğin. Deler kozasını, Bir süngü gibi saplar karnına, Bir günlük hayatı ve aşkı. Ölesim gelir! Şenol Yazıcı; Trabzon’da doğdu. Özgür bir çocuktu. Özgürlük mutlulukmuş bilemedi. Hep öğrenmek istedi: Yeni insanları, yeni yaşamları, herkesin bildiğinden öte olanı, bilinmeyeni aradı: Kurtarılacak ülkeler, uğruna ölüme atılacak eldivenler… Orada yürümeyi öğrenen her çocuk, gün on iki saat fındık, çay emekçisidir. İş sayılmazdı. Okudu. İlkokul öğretmenliği yaptı, yeniden okumayı denedi. Doğru zamandı, 80 öncesi fırtınalara yakalandı. BANA BİR SÖZCÜK VER ÖDÜNÇ Sen gittikçe, Issızlaşır dört yanım. Zifir zindan bir gece kesilirim, Yıldızlarım korkar, kapar gözlerini, Üşür çocuklarım. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, Bir kıl ustura dolaşır boğazında, Ağlayamazsın. Bana bir sözcük ver ödünç, Seni anlatsın. Sen öyle dur yalnızlığım; Sen anam, mihenk taşım, On sekizimdeki suretime takılmış, Topal çerçiden kalma, Kenarı kırık ve de çilli, Boy aynamsın. Issızlaştıkça dört yanım, bir ağlama tutar, Çözülüp çözülmemekte sınanmamsın. Bir sözcük ver bana ödünç, Sensizliği anlatsın. Garson, tezgahtar, balıkçı, inşaat işçisi, basın emekçisi, tiyatrocu, sporcu oldu. Edebiyat öğretmeni olarak, kendini ülkesinde gurbetteymiş gibi hissetse de çalışmadığı okul tipi ve yer kalmadı. Bütün ülkeyi gezdi. insan değişti diye sevda değişir mi? Olsun denedi. Yaşamı ve ötekileri de… Televizyon, radyo programcılığı, gazete, dergi yazarlığı, fotoğrafçılık ve sayamadıkları denedikleri. Bir büyük adam olmayı beceremedi, bir daha da özgür… Yüreklerin örtüştüğü sevdalarsa zaten yaratılmamıştı. Falcı, son çare 98’de kitapları denemesini öğütlemişti. Ocak 1998’de ilk kitabı yayımlandı. Dağlarına, esamisi okunmayan sevdalara, 12 eylül öncesi dayatılan fırtınalara ve de her daim köşeleri tutan, asla yenilmeyen namussuzlara selamdı. AY DA VURUR Bir küstüm çiçeğidir, ergenliğe soyunmamış yalnızlıklar. Hem herkes, hem her şey olmaya hazır, hem hiç bir şey olmamaya kararlı, Öyle kırılgan dururlar. Büyür üstlerinde gece, Belki bir Kaş mavisi kadar korkunç ve güzel gökyüzü, Dünyanın çatısına gerili delik deşik bir örtü, Uzar, uzar,uzar… Belki şimdi, en ağır zamanında ömrün, Sıyrılır yatağından, ki gün görmemiş karanlığıdır, Çıplak bir mavi kadın, Hiç sevilmemiş, Portakal çiçeği toplar: Güz geçer ömründen, tenimde kokusu var, Anlamıyor musun, Savrulan sarışın yapraklar gibiyim? Dokun bana, Gözlerim bir insan sıcaklığı özler, Konuş, Ben, bütün beden dillerini bilirim. Biterse ses, Ay boşalır yuvasından dökülür suya, Tek bir keman çalmaz, Mum söner, söner aydınlık, Dağılır dört bir yana iç kanatıcı bir kırılganlık; Ay yanar, su yaralar... Ölür gece, Sevdam kanar. Ay vurur, ay parçalar... 2002’de kimse-SİZ, 2005’te hala yayınını sürdüren maviADA dergilerini çıkardı, yönetti. Ülkenin her yanında onlarca etkinlik, söyleşi, panelde konuşmacıydı. Sanatın yalnız insanın en eski silahı olduğuna inanıyor. Ne sur aldırış ediyor ne o vazgeçiyor. O kadim silahla o muhteşem surda hala bir gedik açacak… Ya özgürlük? Boş verin, Bazen erken bir sonbahardır, doğduğunuz hayat, Ya da delik bir ipek böceği kozası İsyana bile değmez. BEKLERİM Dönüşler, Bir dal kiraz çiçeğine, Ya da bir bayram sabahına saklanır, Bilirim. Öyle de, elimde değil, Bir yanım var ki benim, Üşütür ayrılıklar. Hiçbir şey sonsuza değin sürmez, Bilirim; Ne aşklar ne ayrılıklar. Bir dönüşler, En vurucu o zamandır, Saklanır bayram sabahlarına Ve kar yüklü bir kiraz dalına. Bilirsin, Gelecekler! Sarınır mavi yalnızlığıma beklerim. Beklerim! Gün uzar yüzyıl olur, Su döner yuvasına, Ağaç bile uykuda, Bir karanlık ki, Sorma! Aydınlığı özlerim. Beklerim! .. Geçer gider bayramlar, Kar yağar umutlara, Gelmez, Beklediklerim! Kitapları: Selam Söyleyin Ay Işığına 1998(öykü), Benim Kimsem Olsana 1999(öykü), Sevgili Yaz Annem 2000(deneme), bağbozumu 2006(roman), Aşkarayan 2006(öykü), Ay Zamanı 2007(Şiir),Efsane2008(roman), Yazar ve Ütopya 2009(anlatı)Buzdan Kaleler 2010(roman), Ada 2011 (anlatı)

  • Yetkili Yazar

    / NEDİR? / NASIL OLUNUR? / maviADA üç kaynaktan beslenir. 1. maviADA'nın yirmi yılında yer almış usta kalemlerin şimdi maviMÜZE'de yer alan yapıtlarından seçmelerden, 2. Artık topluma mal olmuş kültür, sanat ve edebiyatın kendini kanıtlamış yetkin insanlarının eserlerinden, 3. Dergiye zaman zaman katılan konuk üye, yazar ve sanatçıların çalışmalarından, 4. En önemli ve güvenilir kaynaksa YETKİLİ YAZARLAR'ın ürettiklerinden ... Yetkili Yazarlar deneylerle tanıdığımız, önce insanlığına, dergiye sempatisine, sonra yeteneklerine ve dünya görüşüne güvendiğimiz, her dönem için seçilen türlü roller alarak yönetimi de olduran, derginin yaşaması için katkıda bulunan insanlardır. Derginin vitrinini, görünen profilini onların imece ve koordineli çalışmaları oldurur. DERGİDE yayınlarda yazılı olmayan kimi kurallar gözetilir. Yayın yönetmeni ya da editörler haftalık , aylık yayın programları oldurur, buna göre yayınları planlar. Beklenmedik olgulara göre de önlemler alınır. Konulan yazılar ya da yapıtlar editörler tarafından önce yasal, sonra etik en sonunda da edebi ya da sanatsal olarak filtrelenir, estetik biçimi verilir, yayın yönetmeninin onayıyla yayınlanır. Dergide yayınları editörler gözden geçirir, küçük hataları düzeltir, dergiye uymayan yazıyı Yayın Yönetmeninin bilgisi dahilinde kaldırır ya da taslağa alır. Sorun olmayan yazılar sosyal sayfada paylaşılır. Bazen dosyalar ve özel konular belirlenir. Yetkili yazarların bu çalışmaya önce fikir ve projeleriyle sonra da çalışmalarıyla katkıda bulunması esastır. *Yetkili Yazarın, dergiyle koordineli hareket etmesi, yönetime kulak vermesi, dergide kişisel tavır ve anlayışını değil, derginin ortak anlayışını benimsemesi, proje geliştirmesi, etkinliklerde ve dergi organlarında yer alması beklenendir. Dergi de önceliği YETKİLİ YAZARA verir. YETKİLİ YAZAR yazılarında insiyatif sahibidir; dergiyle eşgüdümle hareket etmesi beklense de her zaman zorunlu değildir, yazısını dilediği zaman yazar, sayfaya ekler ve bütün sorumluluğunu alarak arzu ettiği yerde de paylaşabilir. Bu yazılar derginin genel çizgisine elbette aykırı olamaz. Dergi, yazarın yayınladıklarında o günkü dergi yayın politikasına uyan yazılar varsa alır, kendi paylaşım sayfalarında paylaşır. Yetkili Yazar Nasıl Olunur Yetkili Yazarlar önce dergiye ÜYE olmalıdır. Dergide beğenilen çalışmaları yer almalı, bir nedenle dergiye katkısı olmalı ya da olacağına inanılmalıdır. Dergi yönetiminin seçimi, kişinin de isteğiyle YETKİLİ YAZAR daveti yapılır. Davet edilen üye, direk dergi bloguna erişebileceği gibi, telefon ya da bilgisayarla kendine gelen yazı postalarından biriyle dergiye girdiğinde şöyle bir görünümle karşılaşır. "YAZI OLUŞTUR" düğmesine ister telefonda ister bilgisayarda tıkladığınızda önünüze bir yazı sayfası açılacaktır. Dilediğinizi yazabilir Dilediğiniz saat ve yerde YAYINLA diyerek yayınlayıp paylaşabilirsiniz. Bizim size önerimiz, her durumda yazılarınızı yazdıktan sonra mutlaka bir 3. gözün görmesi için bekletin. Bunu editörlerimiz yapacaktır. Yok aceleniz var, yazınızı mutlaka yayınlamak istiyorsunuz, YAZIYI TASLAKLARA KAYDEDİN, en az bir gün, o da olanaksızsa hiç olmazsa kendinize bir on dakika zaman tanıyın ve dönüp bakın: Hala düzgün gözüküyorsa yayınlayın. Merak etmeyin, hala farkına varmadığınız bir ciddi kusur varsa yazıda, editörler bakacak, düzeltecek ya da gerekirse yayından kaldıracaktır. Sonuçta siz de ailenin parçasısınız ve kusurlu gözükmenizi istemeyiz. İyi yazmalar BENZER SAYFALAR / * künye *katılım, yazı eklemek *üyelik *yönetim *yazarlar *hepsini gör

  • Yönetim

    maviADA'yı yaşatmak için emek verenler; yazarlar, çizerler ve diğerleri...

  • Konuk Yazarlar

    2002'den buyana maviADA'ya el verenler; okur, yazarlıktan öte iz bırakanlar... Hepsini görebileceğiniz bir sayfadır KONUK YAZARLAR. ( Resme tıklayın)

  • BASILI DERGİLERİMİZ

    maviADA tarihinde basılı olarak çıkan tüm dergiler, yıllıklar, yazılar, yazarlar, fotoğraflar... ayrıntılı olarak hazırlanıp sunulduğu ARŞİV bölümüdür.

bottom of page