top of page

Arama Sonucu

"" için 3790 öge bulundu

  • Orda Bir Okul Vardı

    -maviADA GÜNLÜKLERİ - ŞENOL YAZICI * Çok eski değil, bakmayın, masal gibi anlattığımıza. Biz arkaik devirlerden kalma filler değiliz sonuçta. Ama öyleydi: Her köyde bir okul vardı. Çok değil bundan otuz yıl önce, ülkenin geneli o denli yoksul ve fırsat eşitsizliği içindeydi ki, bugün yaşamın büyümeye eşlik eden olağan bir süreci olan okumak, o günlerde büyük bir kesim için tanrıların sofrasından ateşi çalmak gibi bir şeydi. Uğruna her türlü fedakârlıklar yapılır, hatta kurbanlar verilirdi ve bu olağandı. “Gün ışımadan yüksek tepelerdeki köylerinden bir yılan gibi kıvrılarak inen yollara dökülen, denize, kente ulaşmaya çalışan utandıkları bol gelen giysilerinin içindeki küçük adamları anımsıyorum… Pazartesi sabahlarının dinlenecek toprağı bizzat vaad eden Tanrı tarafından lanetlenmiş gibi duran hep yolcu Musa kavmini… Yanlarında bazı üstü başı dökülen, başları şapkalı, kalın bıyıklı, tabakalarından hırsızlama tütün sarıp içen babalar, peştamallı, yaşmağından bir tek gözü gözüken kara lastikli analar, çocuklarının on yıl sonra, o da belki, elde edecekleri diplomalar için kenti fethetmeye giderlerdi. Üç kök mısır ve fındığından başka bir şeyi olmayan babalar, yolu yolağı olmayan dağları aşarak, kollarının altında değirmen taşı kadar büyük mısır ekmekleri, “Urus patatesleri” kent yerinde çocuklarını okutmaya çalışırdı. Anneler, o namusun ve onurun hep sandıkta durması gereken yüzü, çocuklar okusun diye kent kapılarında hizmetçi dilenci oldu. Kimsenin kullanmadığı Rumlardan kalma bağlasan köpek durmaz yıkıntı evlere tonla kiralar ödeyerek küflenmiş mısır ekmeklerini her biri adam boyu farelerle bölüşerek okumaya çalıştılar,” bir söyleşide böyle anlattığımdı. O anda bana bile acıklı bir masal gibi gözükmüştü anlattığım. Undergraud bir Fellini filmi gibi... Oysa hepimizin yaşadığıydı. Okumak böyle zordu da …Olmaya çalıştığımız ne mi? Arzuları okulu bitirip ziraatçı, ormancı, polis, bilemedin hastabakıcı… olup devletin kasasına anahtar uydurmaktı. En büyük idealse öğretmen olmaktı. Şimdi o kadarcık mı, diyorsunuz belki? Ne yani, bilinen o kadardı. İnsan hayal ettiğini yaşar, bilmediğini de hayal edemezsin. Köy ve varoşların doktor, mühendis avukat olmayı hayal etmesi bugünün, milenyumun rüyasıdır. O dönemin zeki çocuklarının hele hele milletvekili, bakan, başbakan olmayı düşlemesi ya da gemileri olması akla ziyan bir düştü. Böyle bir düşe düşeni de ilk yatıra götürüp işetirlerdi ki, çarpılırsa düzelir, diye… O dönemdi. Ne zaman mı? Çok değil, bundan 30 -40 yıl önce… Her yerleşimde ilkokul yoktu, ilçelerin çoğunda da ortaokul, lise … Ancak birkaç büyük kentte üniversite vardı. Her köyü okul sahibi yapmak bir türlü mümkün olmadı, yine de çoğunlukta derme çatma okul yerine konulan yerler vardı. Denilebilir ki bütün ülke Atatürk dönemi dahil büyük emek verdi, okullaşmak için, ama şairin dediği gibi, gökteki yıldızlar kadar köylerimiz vardı, yolsuz, susuz, elektriksiz… yine de epey yol alındı, az bir şey kalmıştı ama başarılamadı. Hatta birden olağandışı parlak bir zeka devreye girdi. O okullar, bin bir özveriyle yapılabilen okullar yok edildi, tek bir darbede… Bu toplumun ürettiği üstün akıl, Atatürk sonrası her yirmi yılda bir sancılarla doğurduğu o gösterişli, sorarsan en sureti haktan düşüncelerden biriyle her zamanki gibi ne yapılmışsa yok etti, gül bahçelerini viran eyledi. Ama biz, Tanrı'nın sevdiği kullardandık; çocukluğumda evimizin yakınında ilkokul vardı. Yakın derken ben küçücük ayaklarımla en az bir saat yürürdüm. Bizim ordaydı ya; ona bak sen Çevre köylerden gelenlerin de devam ettiği çok eskiden açılan bir okulumuz bulunmaktaydı. Orada başladım okula. Şimdikilerin hiç anlayamayacağı büyük bir şanstı bu. O okul orada olmasaydı en çok en çok becerikli birer yorgancı ya da inşaat ustası olacak çok çocuk okudu, öğretmen, memur, doktor… oldu. Gel de kadere inanma… O sayede biz üç kardeş okuduk, bizi okutmak için çapını aşan babamı yollarda kurban vererek de olsa... O günün koşullarına göre gelişkin olan okulumuz, çünkü ötekilerin çoğu beş sınıfın bir arada okuduğu tek sınıflıkken, bizim üç ayrı sınıfımız, üç öğretmenimiz vardı, sadece köye gerçek bilimin, çağın girdiği tek kapı olmakla kalmadı, yıllarca o yörenin çocuklarını okullara, çok daha iyi geleceklere, en azından daha bilinçli kadınlar, erkekler; iyi yurttaşlar olmaya taşıdı… İyilik mi etti, bu bakışa göre değişir. Bazılarına göre huzursuz, doyumsuz, anarşist, terörist, uçta, ateist, komünist… yani ne varsa olumsuz onları yaratan yerler oldu okullar. Bazılarına göre de köy çocuklarını çağdaş dünyaya taşıyan, bilimle fenle donatan, yoksulluk ve karanlıktan kurtaran umut kapısıydı onlar. Birinci grup düşüncelerinde baskın geldi, sorarsan aydınlık özlemiyle, sorarsan iyi niyetle güneşi yuvasında boğazladılar. Okulları kapattılar. Evet, sehven öyle yazmadım: Bu ülkede köylerin çağa açılan tek kapısı KÖY OKULLARI 90'lı yıllarda kapandı. Hem de alkışlarla… Karar ne zaman alındı bilmiyorum, ama 1990'lı yıllarda uygulamaya konuldu. Binlerce köy okulu kaderine terk edildi. Batı neyse ama doğuda köyler, insanlar karanlığa mahkûm edildi. Olanaklar elvermişse merkezi yerlerde ilkokulla ortaokulu birleştiren ilköğretim okulları kuruldu, uzak köylerden parmak kadar bebeleri alıp bazen saatlerce uzaktaki okullara götürüp getiren taşımalı eğitime geçildi. Ki bunların hiçbiri ha deyince gerçekleşmedi, yılları buldu. Köylere bir iki öğretmen bulamayan devlet, merkezi okullarda çıtayı yüksek tuttu. Otuz öğrenciye bir öğretmen diyerek planlama yaptı, olmayan branş öğretmenleri aradı, öğretmen yetersizliğini aşmak için onlarca eğitim fakültesi açtı, yetmedi, panik ve telaş içinde kimi bulursa onu; dişçiyi, mühendisi, avukatı, ziraatçıyı, marongozu… her biri kendi alanında kalsa, elbette iş de bulsa mucizeler yaratacak insanları öğretmen yaptı. Bir kuşak eğitim adına boğazlandı. Bu hesapsız uygulama planıyla ve bolca yetiştirilen yüz binlerce öğretmen 2000’li yıllarda işsiz güçsüz kaldı. Tek günahları devletinin derin aklına güvenmek olan yüz binlerce genç, limoncular işsiz gezerken şimdi, peşlerinde gene aslı öğretmen olan zabıtalardan saklanarak limon satmaya uğraşıyor. Sonrası malumunuz, geçtiğimiz yıllarda o uygulamada rafa kaldırıldı. Ne var ki köy okulları artık dönüşümsüz bir noktada… Baykuşların bile tenezzül edip ötmeyeceği viranelere döndüler... Gördüğümde içim kanadı… Dünyanın bir yerinde, batıda böyle bir şey yapabilirler mi bilmiyorum. Yaparlarsa halk, hiç gıkını çıkarmadan, sorgulamadan emeğinin, vergisinin öylece heba olup gitmesine katlanır mı onu da bilmiyorum. Ben bu ülkede çok şeyi anlamadığımı, bilmediğimi, bilirsem daha da yalnız ve kimsesiz kalacağımı ancak bu yaşımda öğrendim, tabi becerebilirsem susmayı da… Adamlar, George Washington oturmuştur diyerek tuvalet taşlarını tarih diye saklıyorlar, 250 yıllık devlet o kültürün bilinciyle okyanus ötelerine, burnumuzun dibine gelip dünya jandarması oluyor, bizimkilerse dahi siyasi manevralarından birini daha yapıp, ilkokulları kapattılar, bir kısmı henüz emzikte bebekleri ergenliğe girmiş gençlerle ilköğretim adı altında mecburi güya öğrenci yaptılar ve tabi bir yandan çok sayıda okul yapıp yeni müteahhitler yaratırken, öte yandan yüzlerce örneği gibi benim okulumu da kaderine terk ettiler. Daha nitelikli eğitim, zorunlu 8 yıllık eğitim... gibi dışardan olumlu gözüken yanları olsa da özünde siyasi bir kurnazlık da taşıyordu. Lise mezunlarının üniversiteye girişlerinde ortaya çıkan alan seçimindeki ek puanlar ya da puan kaybı gösterecekti ki kararın özü tümden siyasiydi. Bir teknik lise mezunu, dahi olsa ağzıyla kuş tutsa bile sosyal bilim okuyamayacak ya da diyelim ki istedi, puanı da yetti ama avukat olamayacaktı. Bu parlak fikrin mucidi olan, güya bu yolla belli bir politik zihniyetin önünü keseceğini de sanan başta 12 Eylül politikası ve onun takipçileri olan anlayışı salt bu yüzden yargılamak gerekli. Ne kadar başarılı oldular? Eğitim durumu ortada. Yıkılan okuluna bile aldırmayan, yiyecek ekmeği olmayan, ama şimdi çocuğunu okutmak için kentlere taşınmak zorunda kalan köylü bu deneyin bedelini ödüyor. Derin amaçları olan o politikanın sonuçları ne oldu görmek zor değil, eğitim sisteminin son on yılda baştan sona ters yüz edildiğini, şimdi köy okullarını açmayı planladıklarını, ama sadece planlamada kaldıklarını, hatta olası yeni bir siyasi art niyetin yapı taşı olduğunu da düşünürsek köy okulları artık bizim göreceğimiz değil. Çocukların, gençlerin durumu?... Hiç sormayın, onlar bize Tanrı'dan armağan; bizim piyonlarımız, istediğimiz gibi üzerlerinde oynamak da hakkımız tabi(!), ama okullar?... İçler acısı… Çok azı girişimci insanlarca kültür sanat evlerine çevrildi, o da batıda… Çoğu hiçbir şey yapılmadan ölmeye bırakıldı. Oysa çok şey yapılabilirdi. Köy evi, kütüphane, kültür evi, hatta düğün salonu… güzel bir şey olabilirdi. Ama olmadı. Köyler gene karanlığa terk edildi. Çocuklar başından beri yoz olan Anadolu feodalitesine, İslam'da hiç yeri almayan ama şimdi egemenlerce varmış gibi dayatılan, akil adamlar diye göklere çıkarılan cahil cükala ruhbanlara teslim edildi. İç kırıcı... O uygulama, eğitimde dünya sıralamasındaki yerimize ve bugüne baksak kolayca görünür, ne kadar işe yaradı? Net görünense, onlarca yıl birer eğitim yuvası olan Anadolu aydınlanmasının ilk askerleri ilkokullar şimdi bu halde. Halkım, cami ve mezarlık dışında alın teriyle, olmayan parasıyla yaptığı tek tarihi imece olan okuluna ancak böyle sahip çıkıyor... Ulusal bazda yansımaları... Kelebek etkisi diye bir şey var be gafil, sen çocukları kime teslim etmiştin okullarını çalarak? Şimdi o çocuklar birer yetişkin ve oy kullanıyorlar. Eğitimin bir uzmanlık ve derin düşünce ürünü olduğunu görmeden kışladan çıkıp hayata don biçersen bu kadar olur. Sen yaparsan olacak ha... Allah at gözlüğünü büyütsün. Büyütsün de gör beni... Ağlayanı bile yok.. Bin yıl önce demiş adam: Rahat yönetmek istiyorsanız cehaleti besleyin... Boşuna mı? 2016 maviADA GÜNLÜKLERİ

  • Ünlülerden Kadın Şiirleri

    PASAKLI KONTES ... baktım gökte bir kırmızı bir uçak bol çelik bol yıldız bol insan bir gece sevgi duvarını aştık düştüğüm yer öyle açık seçik ki başucumda bir sen varsın bir de evren saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi yalnızlığım benim çoğul türkülerim ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi ... Can YÜCEL KADINLAR Kadındılar hep onlardan istendi Ağırdı kaldırdılar Taşlıydı, bırakılsa elleri Düşer kalırdılar. İtilmiş gündüzlerde Çoğu ancak gecelerde vardılar Çağrıldıkça geçici Fısıltılara kandılar. Onlar bütün yatışlardan Biraz korku biraz umut kalkardılar Dendi istemiyorum güçleriydi oysa Bütün yalnız kaldılar. İstenseydi ağrılı bir sütü Mutlu sevinçli sağardılar Dölsüz bir süre eğrelti yeşili Bakır sıcaklar geldi soldular Kıskançtılar, onurlu Baktılar başlar öne eğiliyor Hırçın atların terkisinde Yalçın dağlara kaçtılar. Behçet Necatigil KADINLAR Hepinizi öyle seviyorum ki. Siz türlü türlü milletlerin anneleri oluyorsunuz. Zevk uğruna çocuk doğuruyorsunuz. Asker olacaklarını, Karşı karşıya geçip birbirlerini vuracaklarını.. Meşhur olacaklarını.. Dâhi olacaklarını.. Şef olacaklarını düşünmeden Sevmek, gene sevmek için Çocuk doğuruyorsunuz. Her yaşta, hepinizi, Her yerinizi seviyorum sizin. Hep böyle bakmak, böyle duymak istiyorum. Bir elden cümlenizi sevmek, okşamak imkansız. Resim yapıyorlar, Şiir yazıyorlar.., Ses besteliyorlar sizin için. Saz çalıyorlar, İçki içiyor, sarhoş oluyorlar Sizin için, Sizin için.. Özdemir Asaf BÖLÜNEN KADINLAR kısık bir perdenin o gerçeği gösterdiğinden umutlu bir perdenin kısık yeri kadar incelen kadınlar dünya, nedir onlardaki yansın demir mi, ateş mi, belki cehennem pervaneler işte, renkli camlara çarpa çarpa hayal kanatlarını tükenen kadınlar Gülten Akın KADINLARIMIZIN YÜZLERİ Kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan karabasanlar gibi çizer kadınların yüzünü. Ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların göllerde ışıyan seher vakitleri gibi. Hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların, görelim görmeyelim karşımızda dururlar gerçeğimize en yakın ve en uzak. Nazım Hikmet DERLEYEN: Nurten B. Aksoy

  • Ümit Yaşar Oğuzcan

    Nurten B. AKSOY * 1926 yılında Tarsus'ta doğan şair, 1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesi 'ni bitirdi. Ardından Türkiye İş Bankası 'na bankacı olarak girerek Adana , Ankara ve İstanbul 'da çalıştı. Halkla ilişkiler müdür yardımcısı görevinde iken hizmette otuz yılını doldurunca kendi isteğiyle Haziran 1977'de emekliye ayrıldı. İstanbul'da kendi adını taşıyan bir sanat galerisi kurdu. Şiir hayatına 1940'ta Yedigün şairleri arasında başlayan ardından 1975 yılında 33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser, toplam 50 kitap çıkarmış bulunan, şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle tanınır. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlılığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973 yılında büyük oğlu Vedat Oğuzcan'ın vefatı üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yönünden yöneltti. * TAŞLAMALAR Ümit Yaşar Oğuzcan denince aklımıza, “biraz lirik, biraz romantik, bazen de depresif ve duygu yüklü” şiirler gelir. Oysa çoğumuzun gözünden kaçan bir yanı daha vardır Ümit Yaşar’ın. O duygusal bir şair olduğu kadar güçlü bir eleştirmen, bir hiciv (taşlama) şairidir aynı zamanda. Yaşadığı yıllarda devlet adamlarını, politikacıları ya da toplumun ve kişilerin bozuk, aksak yönlerini alaycı bir dille dizelerinde dile getirmiştir. Şairin 1966 yılında yayımlanan “Taşlamalar” adlı kitabından derlediğimiz bazı şiirlerini okuyunca, aradan elli yıl geçmesine rağmen bu dizelerin günümüze ne kadar uyduğunu ve geçen yıllara karşın hiçbir şeyin değişmediğini şaşırarak göreceksiniz... Aynalar ve İnsanlar Şu dünyada bütün gördükleri Hile Menfaat İkiyüzlülük Yalan İnsanlar namına Utanıyorum aynalara bakmaktan… *** İç İçe İnsanlar köşkler, saraylar içinde İnsanlar inler, mağaralar içinde Ve kıskançlık, kin, nefret İnsanın içinde… *** İnsanlar ve Eşitlik İnsanların yarısı ıstırabı yaratır Çeker ıstırabı kalan yarısı Bir gün İki yarım eşit olur bir yerde Istırabı yaratanlar da ölür Çekenler de… *** İnsanlar ve Para Ataların önce güneşe tapardı Sonra putlara tapar oldular Sen de Eskiden bir Tanrı’ya tapardın Sonra paraya tapar oldun... *** İnsanlar ve Hayvanlar Yalan söyler dilleri yok Çalan, döven elleri yok Görgüleri, tahsilleri yok İftira etmezler Dedikodu bilmezler Şu zavallı hayvanların İnsana benzer halleri yok… *** Küçükler ve Büyükler Küçükler un gibi olmuş Toz toz, kepek kepek… Bu memlekette büyükler Değirmen taşı demek… *** Kadınlar Nışantaşı’nda bir kadın Birini sevdi Duydular, Hoş gördüler, alkışladılar… Çemberlitaş’ta bir kadın Birini sevdi Duydular, ayıpladılar, Dedikoduya başladılar… Taşlıtarla’da bir kadın Birini sevdi Duydular, Gırtlağına kadar Gömdüler toprağa kadını, Taşladılar Taşladılar… *** Sabır Taşı Her taşın altında yalan Her taşın altında menfaat Her taşın altında rüşvet Sabır taşından insanlar Ve taş kesilmiş bir memleket… *** İnsanlar ve Şeytan Şeytan insanı arayıp buldu İnsan şeytanı arayıp buldu Ve şimdi İnsan Tanrı’yı arıyor Tanrı insanlarını... *** Köleler ve Efendileri Kimden çıkarın varsa Onun kölesi oldun Kimin senden çıkarı varsa Onun da efendisi Kölelik ayrı yakıştı sana Efendilik ayrı Üzülme Yakışmayan beyefendilik olsun... *** Küçük İnsan Küçük, küçücük bir insandı Büyüklerin yanında Artık büyük, çok büyük bir insan Daha küçüklerin yanında… *** Nefes Bilgin yetiştiriyor güya başka milletler Kaç yüz bilgine bedel ukalalar bizdedir Tıbba meydan okuyup şifa buldu illetler Nefesi ilaç gibi evliyalar bizdedir… *** Masal Çocuktuk, masal dinlerdik Büyüdük, masal dinliyoruz Yaşlanınca masal anlatacağız Torunlarımıza İnanacaklar Masal olduğunu unutacaklar Ve bir gün Biz de birer masal olacağız Anlatacaklar… *** İç İçe İnsanlar köşkler, saraylar içinde İnsanlar inler, mağaralar içinde Ve kıskançlık, kin, nefret İnsanın içinde… *** Dünkü Çocuk Çocukluğunun kıymetini bil Bir gün dünkü çocuk olacaksın Gençliğinin kıymetini bil Bir gün giden gençlik olacaksın Olgunluğunun kıymetini bil Bir gün delik deşik olacaksın Yaşlılığının kıymetini bil Bir gün rahmetlik olacaksın… *** Sıfır Sıfırdan başladı Daha sıfır, daha sıfır Şimdi çok sıfırlı bir servetin sahibi Hâlâ sıfır… *** Diş ve Tırnak Dişinden arttırdın Tırnağından arttırdın Zenginsin işte, Ne olacak… Bir gün Ne dişin Ne tırnağın kalacak… *** Şampiyon Ansızın parladı yıldızı Birbiri ardınca Bütün engelleri geçti Rekor üstüne rekor kırdı Şimdi Siyaset merdiveninin Son basamağında Pot kırıyor… *** Atlayışlar Ömrü atlamakla geçti Doğdu kucağa atladı Büyüdü uzağa atladı Yoruldu yatağa atladı Ve bir gün gerildi gerildi Bir avuç toprağa atladı Rahatladı… * Derleyen: Nurten Bengi Aksoy 04.11. 2022

  • İlham Veren Kadınlar

    Nurten B. AKSOY * Her ne kadar Orhan Veli… "Bütün güzel kadınlar zannettiler ki; Aşk üstüne yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim. Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin..." dese de kadınlar asırlardır hep edebiyatın baş konusu olup, bir şekilde şairlere, yazarlara ilham vermişlerdir. Bu nedenle de hem Dünya edebiyatında hem Türk edebiyatında en güzel şiirler, en güzel romanlar, öyküler onların adlarına yazılmıştır... Hayali Sevgili "Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedîm Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana" (Ey Nedim! Senin anlattığın gibi böyle güzel bir kadın bu şehirde yok. Bu güzelliklere sahip olan varlık, bir kadın veya bir insan olamaz. Olsa olsa sana bir perinin yüzü görünmüştür. Bu kadar güzellik bir gerçekte değil, ancak bir hayalde sana görünmüş ve sen de var sanmışsındır.) der Nedim. Divan edebiyatı kapalı bir edebiyat gibi görünse de pek çok şairin muhayyel (hayali) bir sevgilisi vardır; kaşı keman, kirpiği ok, ağzı gonca, boyu serv-i revan…. Yeşil Başlı Gövel Ördek "Yeşil başlı gövel ördek Uçar gider göle karşı Eğricesin tel tel etmiş Döker gider yare karşı Telli turnam sökün gelir İnci mercan yükün gelir Elvan elvan kokun gelir Yar oturmuş yele karşı" (Karacaoğlan) Halk şairleri daha cesurdur; sevgilinin adını açık açık anmasa da sembollerle söz eder sevdiğinden. Bazen başına örttüğü yeşil yazmadan dolayı yeşil başlı ördeğe benzetir sevdiğini, bazen de telli turnaya… Hepsi de Kadınlar İçin… "Kıl tefâhür kim senün hem var ben tek âşıkun Leyli’nün Mecnûn’ı Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var" (FuzulÎ) (Eğer Leyla’nın Mecnun’u, Şirin’in de Ferhat’ı varsa, senin de benim gibi bir aşığın var. Bununla iftihar et.) der Fuzuli. Mecnun, Leyla yüzünden çöllere düşmüştür, Ferhat dağları delmiştir Şirin için, Kerem Aslı’sı uğruna kül olup tutuşurken, Yusuf ise zindanlarda kalmıştır Züleyha’nın aşkına cevap vermediği için… Gönlümün Sultanı "Hayatım, hâsılım, ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim Baharım, behçetim, rûzum, nigârım verd-i handânım" (Muhibbî) (Hayatımın, yaşamımın sebebi, cennetim, kevser şarabım, baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm.) Ya koca sultanlar? Sultanlar sultanı Kanuni mesela; Muhibbî adıyla sevdiceği Hürrem’e neler neler yazmıştır, onca işi arasında… Aşk Yolunda Bir Ulu Şair "Eyvâh! Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı, gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o hâksar kaldı, Bir köşede târumâr kaldı, Bâki o enis-i dilden, eyvâh, Beyrut’ta bir mezar kaldı…" (A. Hamit) Tanzimat Dönemi’ne doğru yol alalım ve bir Şair-i âzam, bir başka deyişle çılgın bir âşıktan, Abdülhak Hâmit’ten bahsedelim. Çok genç yaşta kaybettiği eşi Fatma Hanım’ın acısıyla yazdığı Makber isimli şiiri bir başyapıt olmuştur edebiyatımızda. "Diğer yokluklar mühim değil, fakat sen yoksun asıl; bendeki en feci yokluk sensin. Seni göremedikten sonra gözlerime ne lüzum var? Ruhumun diğer yarısı sende… Çabuk gel iade et; ruhun yarısıyla yaşanmaz." dese de şairimiz bu büyük aşkını ve acısını çabuk unutmuş, daha sonra Lüsyen hanımla evlenmiş ve onun için de şiirler yazmıştır. Leylim Leylim ve Ahmet Arif "Leylim leylim Ayvalar, nar olanda Sen bana yar olanda Belalı başımıza Dünyalar dar olanda..." (Ahmed Arif) Tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” ile edebiyat dünyasının unutulmaz isimleri arasına giren Ahmed Arif, Leyla Erbil’e büyük bir aşkla bağlıydı. Ancak Erbil’de bu aşkın karşılığı yalnızca dostluktu. Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar 2013’te kitap haline geldi. Yahya Kemal ve Celile Hanım "Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden." (Yahya Kemal) Celile Hikmet hanım resimleriyle olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destandır. İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınıdır. Oğlu Nazım’a ders vermek için evlerine giden şairimiz bu eşsiz güzelliğe tutulur; ama bu aşk hicranla biter. Nazım’ın karşı çıkması ve Yahya Kemal’in evliliğe yanaşmaması üzerine Celile Hanım yurtdışına gider. Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si “Hep ölüme yazılmış bir şiir olarak” bilinse de “demir alıp bu limandan kalkan gemi” Yahya Kemal’in, hayatındaki en büyük aşkı olan Celile’sinin, Ada’dan gemiyle İstanbul’a doğru uzaklaşırken yaşadığı çaresizliği anlatır. Ölümdür elbette Sessiz Gemi’nin konusu ama aşkta aranan ölümdür ve Celile’nin ardından Ada limanında bakakalan Yahya Kemal’in acılarını anlatır aslında. Mona Rosa ve Sezai Karakoç "Açma pencereni perdeleri çek, Mona Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek. Anla Mona Rosa ben bir deliyim. Açma pencereni perdeleri çek." (Sezai Karakoç) Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına, güzeller güzeli Muazzez’e (Mona Rosa) sevdalanır. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz. Muazzez Hanımın Mülkiye’de okurken “pingpong şampiyonu” olduğunu öğrenen ezik ama onurlu Ergani çocuğu Sezai, uzak bir köşeden Muazzez’in pingpong oynamasını izlemektedir. Muazzez topa şımarık bir edayla vurdukça “Ha Sezai ha ping-pong masası” diye içlenmektedir. "Ha Sezai ha ping-pong masası Ha ping-pong masası ha boş tüfek Bir el işareti eyvallah ve tak tak Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi Ne kadar güzel ne kadar sıcak Tak tak tak tak tak..."  (Sezai Karakoç) Nazım Hikmet ve Piraye "Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır. Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda. Yürek kirpiklerin ucunda uzayıp giden toprak uğurlanır. Benim bağırasım gelir : — P î r â y e , P î r â y e !… - diye…" (Nazım Hikmet) Piraye, Nâzım Hikmet’in kızkardeşinin arkadaşı, kocasından ayrılmış, bir erkek ve bir kız çocuğu sahibi dul bir kadındır. Nazım'la 1935’te kimseye haber vermeden evlenip İstanbul’a yerleşirler, ama rahat olamazlar ki… Nâzım Hikmet’in mahpusluk günleri başlar … O mahpusluk günlerinde Nazım o kadar çok şiir yazmıştır ki Piraye’ye... Karadutum Çatal Karam Çingenem… "Karadutum çatal karam çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın…" (Bedri Rahmi Eyüboğlu) Çoğumuz biliriz bu şiiri. Ve sanırız ki şair, bu şiiri eşi için yazmıştır. Oysa şairin eşi için tam bir dramdır bu şiir! Şair bu şiiri, bir başka kadın, Mari Gerekmezyan, için yazmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir. O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapmış; Bedri Rahmi bu büstü, Mari’nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştır. Yorgun yürek “Karadut” 1946’da menenjit-tüberküloz kapmış ve şairin tüm çabalarına rağmen aynı yıl vefat etmiştir, şairi tekrar iyileştiren ise yüce gönüllü sıfatına layık eşidir. Cemal Süreya ve Üvercinka "Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil…" (Cemal Süreya) Seniha, Cemal Süreya‘nın ilk aşkıdır. Orta ikide sınıfın en güzel kızı Seniha’ya aşık olur şair, derslerde onun kızıl saçlarından gözlerini alamaz. Ve bir gün tahtaya Kızıl Mısralar diye bir şiir yazar Süreya: "Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu, Masmavi defterime kızıl satırlar doldu…" Cemal Süreya eşi Seniha hamile iken kendisine “Üvercinka” adını taktığı genç bir kızla tanışır ve aralarında tutkulu bir aşk başlar. Fakat Süreya’nın 58 yıllık hayatında bu genç kızın ne adını bilen ne de yüzünü gören kimse olmuştur. Süreya’nın hayatında bir sır olarak kalan bu kız, Türk şiirinin en güzel ve gizemli şiirlerinden birini ortaya çıkaracak Süreya’ya şöhreti getirecektir… Özdemir Asaf ve Sabahat Hanım "Kaldı elimde üç-beş mektup Üç beş yaşam Bir onları da açsam okusam Önceki yaşamları unutup Ya beklesem ya da gidip arasam..." (Özdemir Asaf) İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken başlar Özdemir Asaf’la Sabahat Hanım’ın aşkı… Ama bir ara Sabahat Hanım okul değiştirir. Kendisi için her gün sınıfta yer tutan ve yolunu gözleyen Özdemir Asaf, bu ayrılığa dayanamaz ve hastalandığı bir gün ateşler içinde Sabahat Hanım’ın adını sayıklar. Annesi ve teyzesi arayıp Sabahat Hanımı bulur ama aileler okul bitmeden evlenmelerine izin vermez… Böylece mektuplu ve hasretli günler başlar… Özdemir Asaf, mektup yazmasına gerek kalmayacak günleri özler ama tüm yaşamı Sabahat Hanım’a mektup yazarak geçer. Lavinia’yı saymazsak tabii… "Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin. Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia..."  (Özdemir Asaf) Bir kadın ve Ona aşık üç şair "Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. Akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. Sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. Araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez, ilaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına…" Onun adına yazılan şiirlerin yerine, kendisinin satırlarıyla anlattık Tomris Uyar‘ı. Kimisi onu “Uzun bir yolda yürürken görmedi hiç”, kimisinin “yalnızlığı” oldu; kimisinin ise göğe bakmak istediği kişiydi; Cemal Süreya’nın sevdiceğiydi, Turgut Uyar’ın karısıydı ve Edip Cansever’in yarasıydı, ama hepsinden önemlisi Tomris Uyar’dı. Edebiyatın ilham kaynağı olmakla beraber edebiyatın ta kendisiydi: Tomris Uyar; adına şiirler yazılan kadın. Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın ve adını bilmediğimiz birçok kişinin daha kalbini çalan kadın; bir şiirin en vurucu cümlesi gibi güzel bir kadın.

  • KÖY OKULLARI

    Mehmet ŞAMİLOF * - merhum öğretmen Gülen Akyazıcı ve eşi öğretmen Ziya Akyazı anısına saygıyla- Bir zamanlar köyümüzde ilkokul vardı Velimiz öğretmene "eti senin , kemiği benim" kıvamında güven ve saygı duyardı Zamanı gelince okullar açılır andımız okunur ders zili çalardı Öğrenciler ve öğretmen sınıfalara koşardı Öğretmen anlatır sonra sorardı Çalışkan Mustafa hemen fırlar Anlatılanı bir de o tekrarlardı Öğretmenin şefkatli sesi tekrar çınlardı "anlaşıldı mı çocuklar?" diye sorardı. Ardından müstahdem Rahmi amcamız teneffüs zilini çalardı. Sınıflardan öğrenciler bahçeye koşar, oynardı Beş yılı başarı ile dolduran diploması elinde evine koşardı Gel zaman git zaman .... Sivriakıllılar iktidara çullandı Öğrenciler dolmuş ile ilçedeki okullara yollandı Köy okulları kapandı Önce çatısı aktı duvarı yıkıldı yıkılmayan duvarlara sarmaşıklar dadandı. ne köylü sahip çıktı korudu ne muhtar ne ihtiyar heyeti yok oldu ilim , irfan yuvası yok oldu okulumun binası Mehmet Şamilof /2021. *...

  • Kimseye Etmem Şikayet

    Nurten B. AKSOY * Kimseye etmem şikayet ağlarım ben hâlime Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime Bazen bir şarkı çalınır kulağınıza bir yerlerden, belki bir taş plaktan, belki bir gramofondan, belki cızırtılı bir radyodan… Farkında olmadan eşlik edersiniz o şarkıya içinizi yakan anılarla. O şarkının öyküsünü bilmeseniz de sözleri, ezgisi alır götürür sizi… İşte böyle bir şarkının ve yazarı İhsan Raif Hanımın öyküsü… Çerkes kökenli Servet Hanım ile 2. Abdülhamit dönemimin Nafıa ve Ziraat Nazırı Köse Mehmed Raif Paşa'nın kızı olan İhsan Raif Hanım 1877'de Beyrut'ta dünyaya gelir. Mithat Paşa’nın yetiştirdiği, Sultan II. Abdülhamit’in kendisinden pek hoşlanmadığı ve çekindiği için sık sık taşrada görevlendirdiği baba Raif Paşa çocuklarının eğitimine çok önem verir, onlara özel hocalardan müzik, edebiyat ve Fransızca dersleri aldırır. Küçük yaştan itibaren edebiyata ilgi duyan İhsan Raif, dönemin şairlerinden Rıza Tevfik'in etkisiyle hece ölçüsüyle halk şiiri tarzında şiirler yazmaya başlar. Şiirde hece ölçüsünü kullanan ilk kadın şairlerimizden olan İhsan Raif Hanımın sade bir dili, yalın bir anlatımı vardır. İlk çocukluk yıllarını Adana’da geçiren, iyi derecede Fransızca bilen ve Fransız Edebiyatına da ilgi duyan İhsan Raif’in şiirleri kadınsı, aşk dolu ve yoğun duygu içeriklidir. Şiirlerinden bazılarını kendisi, çoğunu da diğer sanatçılar bestelemiştir. İşte bu bestelenen şiirlerinden biri olan ve günümüzde de çok sevilen “Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime” diye başlayan şiiri, aslında İhsan Raif hanımın buruk yaşam öyküsünün bir parçasıdır. Bugün Şişli Kaymakamlığı olarak kullanılan, o günlerde Taş Konak diye de bilinen konakta Nafia ve Ziraat Nazırı Köse Mehmed Raif Paşa ailesi ve konak çalışanları yaşar. İhsan Raif’in; "O günler başka bir semâ altında, tomurcuk güllerin açtığı, uçarı gönüllerin coştuğu hayal ülkesiydi" diye hüzünle andığı konak, yine onun sözleriyle "şiirin, musikinin, sanatın beslendiği bir edebiyat mekânıdır.” İşte bu taş konakta bir gün henüz 13 yaşında olan İhsan Raif ile ablası Belkıs beşinci kattaki odalarında oynarken, odanın kapısı birdenbire açılır ve kızların o güne kadar hiç görmedikleri ve tanımadıkları bir adam girer içeriye. Belli ki adamın niyeti kötüdür ve İhsan Raif’i kaçırmak için gelmiştir. Adam İhsan Raif’i kaçırmaya teşebbüs eder, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla geldiği gibi koşar adım merdivenlerden kaçarak gözden kaybolur. Adam kaçar ama kafalarda “Bu adam kimdir, nereden çıkmıştır, konağın içine nasıl girebilmiştir ve çocuklardan ne istiyordur?” gibi sorular kalır. Bir zaman sonra bu soruların cevabı bulunur. Eve giren davetsiz misafirin reji memuru Mehmet Ali adında bir adam olduğu ve evdeki hizmetkarların yardımıyla küçük kızı kaçırmaya kalkıştığı öğrenilir. Aslında konu çok da önemli değildir ama baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyütür. Adamı görmek dışında onunla hiçbir yakınlığı olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, baba bu kötü olayın faturasını kızı İhsan'a keser. Mehmet Raif Paşa, kızı İhsan Raif’in ve diğer aile fertlerinin itirazlarına, ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmaz. Çünkü bu olay ona göre artık bir namus meselesidir ve temizlenmelidir. Böylece 13 yaşındaki kızını hiç acımadan Mehmet Ali’yle evlendirir ve onları bir sürgün havasında İzmir’e yollar. İhsan Raif Hanım yaşadıklarını şöyle anlatır: “Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikahlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, diye dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et…” Kızının bu sözleri Raif Paşa’yı hiç etkilemez. İhsan Raif 13 yaşında gelin, 14 yaşında da anne olur. 1890 senesinde ailesinden, sevdiklerinden, çocukluk masumiyetinden ayrılmanın hüznünü ve hayal kırıklığını yaşarken bir de hiç tanımadığı ve sevmediği kocaman bir adamın karısıdır artık. İşte bu ruh hali içindeyken yazar o şiirini. “Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime /Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime. / Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş korkarım ikbalime /Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...” Beklenmeyen ve hayal edilmeyen bu evlilik sonrası, gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Hanım, her şeye rağmen, zorla evlendirildiği adamı hiç sevmemesine rağmen bir dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Ama tüm çabalarına rağmen hiçbir şey umduğu gibi olmaz. Mehmet Ali hayırsız ve sevgisiz bir adamdır. İçkiye ve gece hayatına düşkündü, günlerce eve uğramadığı olur. İhsan Raif Hanım o günleri şöyle anlatır: “İzdivacın asude cennetini harlı cehennem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi…” İhsan Raif Hanım ancak on dört yıl sonra çapkınlıklarıyla kendisini hayattan bezdiren hayırsız kocadan boşanmasına izin çıkınca, 27 yaşında ve üç çocuk annesi bir genç kadın olarak döner İzmir’den İstanbul’a. Bir süre sonra sadece bir gün sürecek ikinci evliliğini yapar. Zorla elini öptürmek isteyen ikinci eşini hemen boşar. İlk ve tek büyük aşkı, entelektüel, yazar-çizer Şahabettin Süleyman ile 1914 yılında üçüncü evliliğini yapar. Artık dönemin tanınmış kadın şairlerinden olan İhsan Raif ile Şahabettin Süleyman çiftinin evi, Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e devrin edebiyatçılarının toplantı yerlerinden birisi olur. Ne yazık ki Şahabettin Süleyman tatil için gittikleri bir Avrupa seyahatinde İspanyol gribine yakalanarak 1921 yılında hayatını kaybeder. Eşinin beklenmedik şekilde ölmesi İhsan Raif’in tekrar karanlığa gömülmesine yol açsa da yas döneminde hep yanında olan Strasburglu şair Bell ile dördüncü evliliğini yapar. Bell, İhsan Raif Hanım’a aşkından dinini değiştirerek Hüsrev adını alsa da bu son evliliği pek hoş karşılanmaz. Bu aşk ilişkisi İhsan Raif Hanımın, döneminde oldukça başarılı bulunan ve bestelenen şiirleriyle değil, hakkında çıkan dedikodularla anılmasına neden olur. Son eşiyle İsviçre’de yaşayan şair, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer. Son yolculuğu ise tedavi için gittiği Paris olur. Orada geçirdiği bir apandisit ameliyatı sırasında kırk dokuz yaşında hayata veda eder. Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapan, Milli Mücadele’nin de ateşli destekçilerinden olan İhsan Raif Hanım, yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, zaman zaman da piyanosunun başına geçip bestelediği şarkıları seslendirirdi. Güfte ve bestesi kendisine ait on dokuz yapıtı saptanmıştır; ayrıca başkalarının bestelediği şiirleri de vardır. “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime” şiirini ise Kemancı Serkisyan nihavent makamında bestelemiştir.

  • Cemre İle Başlayan Bahar Yolculuğu…

    Nurten B. AKSOY * Çok uzun süren karanlık ve soğuk kış günlerini geride bırakmaya başladık. Onca yağmur, kar ve fırtınanın ardından özlediğimiz güneş yavaştan sıcacık yüzünü göstermeye başladı. Elimizi, sırtımızı çok ısıtamasa da en azından yüreğimizi ısıtıyor. Çünkü baharın müjdecisi ilk cemre düştü… Her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” demişse de atalarımız biliyoruz ki cemreler düştükçe havaya, suya, toprağa her yer ısınacak ve bahar gelecek. Peki çok sevdiğimiz için çocuklarımıza ad olarak verdiğimiz, özlemle beklediğimiz, baharın müjdecisi “cemre” neymiş bakalım… … Bekle! Gök ılınır, toprak ılınır, su ılınır... Hep sürmez bu zemheri, Düşer cemre… (Şenol Yazıcı) Cemre; Türk kültüründe yer etmiş, doğanın canlanmasını ve baharın gelişini müjdeleyen, havaların ısınacağını haber veren, halk arasında çok yaygın olan bir kavramdır. Damlardaki kar, saçaklardaki buz, Kanı kaynayan suya dar geliyor. Haberin var mı, oluklardan Akan su sesinde bahar geliyor… (Cahit Sıtkı) Kış mevsiminin son günlerinde başlayıp, ilkbahar başlangıcına kadar devam eden bir süreçte, yedişer gün arayla önce havada, sonra su ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık artışına halk arasında Cemre adı verilir. ​Ilık bir yol hikayesi başlar güneşe doğru Önce cemre, sonra nevruz, sonra bahar… (Nurten Bengi Aksoy) Kış mevsiminin en soğuk günlerinin geride kaldığının müjdecisi olan cemre, dilimize sonradan girmiş, Arapça kökenli bir sözcük olup, “kor halinde ateş” anlamına gelmektedir. Bir dışarı çıkmayagör bayram yeri bahçeler Asmalar suyundan veriyor balkon demirlerine Fesleğen göz kırpıyor çapkınca nazlanarak Sarmaşıklar konuk gitmiş hanımellerine… (Ahmet Günbaş) Halk takvimine ve inanışına göre cemrelerin ilki 20 Şubat'ta havaya düşer ve havadaki bütün kışı, soğuğu yere indirir. Böylece havalar yavaş yavaş ısınmaya başlar. Yüzümü bulutlara kaldırıp Dua eder gibi mırıldanıyorum Kuşlarla, otlarla yıkanıyorum Rüzgârla, ilkbaharla… (Ataol Behramoğlu) 27 Şubat’ta suya düşen ikinci cemre suları ısıtmaya başlar, böylece ısınmaya başlayan sular da buzların çözülmesini sağlar. Bu sabah mutluluğa aç pencereni Bir güzel arın dünkü kederinden Bahar geldi, bahar geldi güneşin doğduğu yerden… (Ataol Behramoğlu) Martın altısında ise üçüncü cemre toprağa düşerek toprağı ısıtır ve ısınan toprağın altında kıpırdanmaya başlayan ilk kır çiçekleri gün yüzüne çıkıp rengarenk açar. İki sevgilinin gülüşüne benzer Bir nisan havası değil mi esen? Zincirlere, kelepçelere inat, Kanatlarımı açmak zamanıdır… (Cahit Sıtkı) Birçok coğrafyadaki mitlerin beslendiği en eski kaynaklardan olan Türk kültürü ve mitolojisindeki “İmre” isimli cinle ilgisi olan cemre tabiri, yüzyıllar öncesinden beri Anadolu topraklarında kullanılmaktadır. Anne, bahar geliyor uyansana Çık altın eşikte bekle beni, En güzel tılsımları buldum sana Koklayabilmek için nefesini… (Ceyhun Atıf Kansu) İlkbaharın gelmesiyle birlikte dünyada göründüğü farz edilen bu mitolojik karakterin,iklim değişikliklerine ve doğanın ısınmasına neden olduğu ve parıltılı bir ışık olarak görüldüğüne inanılırmış. Tüyden hafif olurum böyle sabahlar Karşı damda bir güneş parçası İçimde kuş cıvıltıları şarkılar; Bağıra çağıra düşerim yollara… (Orhan Veli) Türk mitolojisinin en eski söylencelerinden biri olan İmre’nin dünya üzerinde bir anda bir ışık ya da “ateş topu” olarak görülmesinden dolayı Arapça kor ateş manasına gelen cemre sözcüğü kullanılmış. O günü görmek için sade bekleyeceğiz Göreceğiz bir sabah yeşil tomurcukları. Hazırlanıyor gibi gökyüzü ufuk deniz Bir sabah dökülecek baharların baharı… (Z. Osman Saba) İlkbaharın gelmesiyle yaşanan hava değişimini anlatmak için cemre tabiri genellikle “düşmek” fiiliyle birlikte kullanılır, ama gerçekte toprağa, havaya ya da suya düşen herhangi bir şey yoktur. Bu sadece bir inanıştan doğan mecazi bir kavramdır ve dünyanın kuruluşundan beri süregelen mevsimsel bir doğa olayının halk kültüründeki anlatımıdır. Ben her bahar aşık olmam ama Her bahar gitmek isterim. Gittiğim olmadı hiç, Ama olsun… İstemek de güzel… (Can Yücel) Halk arasında cemrenin düşme sırasına göre önce havanın, sonra su ve toprağın ısındığına inanılır, ancak bu durum coğrafi bilgilerle çelişir. Çünkü güneş ışınları ilk önce toprağı daha sonra havayı ısıtır. Sular ise en geç ısınan ve soğuyandır. Yapma bunu bana bahar, Böyle üstüme gelme… Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı… Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime… Kalbimin buzları erimiş… (Can Dündar) Kısacası cemre düşmesinin meteoroloji ile pek bir ilgisi bulunmamaktadır. Zaten küresel ısınmadan kaynaklı atmosfer olayları mevsimlerin değişmesine neden olmuştur. Ve böyle bir değişimin olması geleneksel cemre olayını etkilese de cemre düşmesi yüzyıllardır halk tarafından benimsenmiş ve tecrübelere dayandırılmış bir olaydır.

  • Girit’ten Anadolu'ya

    Gerçek Bir Hayat Hikayesi * Nurten B. AKSOY * Tam 96 yıl önce, 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması kapsamında hayata geçirilen ve takip eden süreçte yüz binlerce insanın hayatını değiştiren, belki de o hayatlarda onulmaz yaralar açan mübadelenin ve bir mübadil çocuğun, 1925 yılında Girit’te yaşayan ve Türkçe bilmeyen bir Türk ailenin Marmara Adasında dünyaya gelen kızlarının öyküsünü anlatmaya çalışıyorum Akdeniz'de Bir Ada adlı çalışmamda… Gözyaşlarımdan fırsat bulup bitirebilirsem... "... Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlar ve abimler de var. ... – Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz… ... Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece… ... Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. ... Bir başka adaya, Marmara Adası’na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. **** Akdenizde Bir Ada 'da anlattığım annesinin karnından dünyayı gözleyen kişi annem Latife Bengi’dir. 1926 yılında Girit’te başlayıp Erdek’te devam eden yaşamı önce Heybeliada’ya, oradan Mardin’e göç ederek devam etmiş ve yıllar sonra döndüğü İstanbul’da bir sürgün olmanın zorluklarını hissederek hep Girit’i özlemiştir. MÜBADELE NEDİR Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi; 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da yapılan ve resmi adı “Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” olan sözleşme uyarınca, Türkiye ve Yunanistan’ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına, bir başka deyişle azınlıklarından “değiş tokuş yöntemi” ile kurtulmalarına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise “mübadil” denmiştir. Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele kapsamına giren kişiler ile girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değildi. Esas alınan kıstas “din” olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hıristiyanlar, Yunanistan’dan gelen Müslümanların arasında da Türkçe bilmeyen, Rumca ya da kendi ana dillerini konuşan insanlar vardı. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında, Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardı. Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya’dan Türkiye’ye gelen nüfus, Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdi. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda durumda bu uygulamaya 1930 yılına kadar devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk, gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu.

  • Selahattin Pınar ve Afife Jale

    Nurten B. AKSOY * 20. Yüzyılda yetişen önemli bestecilerimizden olan Selahattin Pınar Türk Sanat müziğindeki klasik şarkı formuna bağlı kalmakla birlikte, yarattığı kendine özgü üslubuyla, besteleriyle ve sahneye çıkan ilk Türk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale’yle yaşadığı büyük aşkıyla Müzik dünyasının unutulmazları arasına girmiştir. Kendisini ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz... Denizli'nin, Çal ilçesinde 22 Ocak 1902’de dünyaya gelir Selahattin Pınar. Ailesi, Denizli Milletvekili olan babaları Sadık Bey'in görevi nedeniyle o, henüz üç yaşındayken İstanbul'a taşınırlar. Babasının karşı çıkmasına rağmen 12 yaşında ud çalarak müziğe başlayan Selahattin Pınar, daha sonra dönemin önemli bestekârlarından ders alarak tambur çalmaya başlar. Hukukçu olmasını isteyen babasının sürekli “Benim oğlum çalgıcı olacak” şeklindeki aşağılamalarına dayanamayan Selahattin Pınar bir gün, bir toplantıda yine aynı şeyleri tekrarlayan babasına karşı çıkıp “Hayır ben sanatkâr olacağım ve siz de benim adımla anılacaksınız” diyerek evini terk eder. Artık ikinci evi olarak gördüğü, daha sonra Üsküdar Musikî Cemiyeti adını alan, musikî derneğinin kurucuları arasına katılarak burada pek çok değerli müzisyen ile tanışır ve bu hocaların bilgilerinden yararlanır. Bestekârlığa on sekiz yaşlarında başlayan Selahattin Pınar zamanla tambur çalmaya yönelerek on yedi yaşındayken "tamburî" sıfatını alır ve tamburuna kendine özgü bir üslûp ve boğuk sesi ile eşlik eder. Yüz elliyi aşkın bestesi olan Selâhattin Pınar’ın tüm şarkılarında İstanbul şehir kültürünün o güne yansıyan ifadesi vardır. Hüzünlüdür, hatta zaman zaman karamsardır ama her zaman ince, zarif ve şehirlidir. AFİFE JALE İlk Türk kadın tiyatro sanatçısı olan Afife Jale ise 1902’de orta halli bir ailenin kızı olarak İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya gelir. Afife’nin çocukluk düşlerinde hep tiyatro vardır. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde okurken de aklı tiyatrodadır. Tiyatro sevgisiyle 1918’de Türk ve Müslüman kadınlarının sahneye çıkmasının yasak olduğu bir dönemde Dârülbedâyi’de (Şehir Tiyatroları) açılan sınava girer ve kazanır. Afife bir yıl boyunca provalara katılır ve nihayet beklediği fırsatı yakalar. Jale takma adıyla ilk rolünü alır. Bir polis baskınında yakalanan Afife'yi "Dinini, milliyetini unutan kadın sen misin?" diyerek hırpalarlar. Zaten babası da tiyatroyla ilgilenmesine karşıdır ve kızını “kötü kadın” oldun diyerek evlatlıktan reddeder. Böylece Darülbedayi yöneticileri onu tiyatronun kadrosundan çıkarmak zorunda kalırlar. Bütün bunlar yaşanırken Afife bir yandan da şiddetli baş ağrıları çekmektedir. Tiyatrosuz kalması Afife Jale’yi çok sarsar. Hem yaşadıklarını biraz olsun unutmak hem de baş ağrılarını dindirmek için çareyi haplarda ve uyuşturucuda aramaya başlar. Nihayet 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk kadınının sahneye çıkma yasağını ortadan kaldırmasıyla Afife Jale de özgür bir şekilde oyunculuğunu yapmaya başlar. Birçok tiyatro sahnesinde rol alır, turnelere çıkar. Ne yazık ki sanatçı, yaşadığı sıkıntılı günler ve çektiği ağrılar nedeniyle doktor tavsiyesiyle, ağrılarını durdurmak için kullandığı morfine bağımlı hale gelir. Bu alışkanlığından kurtulmak ister ama bu sefer de uyuşturucu onu bırakmaz. Sağlığı giderek bozulur ve sonunda sahnelere veda etmek zorunda kalır. BİR BAHAR AKŞAMI RASTLADIM SİZE İşte o zor günlerinde Afife Jale ile Selahattin Pınar “Bir bahar akşamı” Kadıköy’deki Kuşdili Çayırında düzenlenen Hafız Burhan konserinde karşılaşırlar. Uzun zamandır saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarından biri olan Selahattin Pınar, Hafız Burhan’ın arkasında tambur çalmaktadır. Afife Jale ise konseri izlemeye gelmiştir. Afife Jale, Türk müziğinin usta sanatçısı Selahattin Pınar’ın naifliğinden, kibarlığından, şık giyiminden, güzel konuşmasından çok etkilenir. Duyguları karşılıksız değildir. İkisi de yirmi beş yaşlarındadır ve görür görmez birbirlerine aşık olup Selahattin Pınar’ın o ünlü şarkısında dediği gibi “Daha önceleri neredeydiniz?” diyerek evlenmeye karar verirler. Her ikisi de gençliklerini acı ve sıkıntılar içinde geçirmiştir. Evlenince hayat boyu özledikleri her şeyi birlikte yapmaya, mutlu olmaya çalışırlar. Selahattin Pınar, o güzel bestelerini çalar, Afife dinler, dinler… Ancak bu güzel ve mutlu günler uzun sürmez. Tüm mutluluklarına karşın Afife tiyatroyu unutamaz ve tiyatronun boşluğunu daha önce tedavi amaçlı kullanmaya başladığı uyuşturucularla doldurmaya başlar. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştır. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, onun damarına morfin şırınga ettiğini görür ve yıkılır. Selahattin Pınar, eşine öfkeden çok merhamet duyar. Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başlar, çünkü karısını çok sevmektedir. Tutkulu her aşık gibi kendini aldatır, Afife Jale’yi kurtarmak isterken kendi de uyuşturucu tuzağına düşer. Bu gidişi geri çevirebilmek için çok uğraşırlar ama bir türlü olmaz. Bunun üzerine Afife, “Terk et beni, yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim!” diye yalvarır eşine. Artık ikisi için de en kötü günler başlamıştır. Selahattin Pınar hiç yanaşmaz ayrılığa, Afife Jale ise hep zorlar onu. Bunun üzerine Selahattin Pınar altı ay sonra içi kan ağlayarak Afife Jale’yi terk eder. Ve 1935’te boşanırlar. Afife, kimsesiz ve beş parasız, parklarda yatıp kalkar, aş evlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaklardan dinleyip ağlar. Afife Jale kimsesiz, terk edilmiş ve yoksul bir şekilde Balıklı Rum Hastanesinde hayata veda eder. Ölümü, gazetelere haber bile olmaz, cenazesi birkaç kişi tarafından kaldırılıp kimsesizler mezarlığında defnedilir. Selahattin Pınar, Afife’nin ölümünün ardından büyük acı çeker. Pek çok ölümsüz, hicran dolu besteye imza atar. Selahattin Pınar sevdiği kadını hiç unutamaz. Afife Jale`den sonra Seyyare Atıfet ile evlenerek yaşamını ölene dek onunla sürdürür. Alkol bağımlısı olduğu sanılan, asabi ve içe dönük bir karaktere sahip Selahattin Pınar 6 Şubat 1960'ta Todori'nin lokantasında, bir arkadaşı ile yemek yerken, geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda eder. Afife Jale’yle ayrıldıktan sonra tanışıp evlendiği eşi Seyyare Hanım, Selahattin Pınar'la büyük bir aşk yaşadıklarını söyler, ama kocasının güzel kadınlara, özellikle de ilk aşkı Afife Jale'ye olan düşkünlüğünü gizlemez: "Şu gerçeği her zaman kabullendim. Kocam en önemli şarkılarını Afife Jale için yaptı. İlk ve unutulmaz aşkıydı o.” diye anlatır anılarında. (Seyyare Hanımın ölümünden birkaç gün önce verdiği röportajdan) Afife Jale ile beraberliğinin Selahattin Pınar`ın sanat hayatına etkisi büyük olur. Bu dönemde ve boşandıktan sonra bestelediği parçalar genellikle karşılıksız ve ümitsiz aşkları, ayrılık acılarını içerir. "Nereden sevdim o zalim kadını, Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek, Huysuz ve tatlı kadın"... gibi unutulmaz bestelerini bu dönemde yapar.

  • Babasından Deniz Gezmiş'e Mektup

    Nurten B. AKSOY * Mektuplar; kimi zaman iki sevdalının birbirine yazdığı, kimi zaman bir anne ya da babanın evladına, kimi zaman da bir evladın anne-babasına yazdığı mektuplar… Belki tarihin tozlu sayfalarında kaybolan, belki bir kutuda sararıp solan ama tarihe ışık saçan mektuplar… İşte o mektupların belki de en hüzünlüsü… Yüreğindeki sevgiyi acıyla harmanlayan eğitimci bir babanın, çok genç yaşta vatanı ve idealleri uğruna darağacında can veren bir fidanın babasının, yani Cemil Gezmiş’in tam 48 yıl önce oğlu Deniz Gezmiş’e yazdığı mektup… İbretle ve dikkatle okunması gereken bir mektup… 1970 yılının Eylül’ünde Bursa Cezaevinden tahliye olan Deniz Gezmiş üniversiteyle ilişiği kesildiğinden askere çağrılır. Ama o, kafasındaki gerilla planlarını gerçekleştirmek için askere gitmez ve asker kaçağı diye aranmaya başlar. Bir müddet ODTÜ kampüsünde saklanan Deniz mücadeleye devam etmek için arkadaşları Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte bir bankayı soymaya, daha doğrusu kendi deyişleriyle “bankanın parasına el koymaya” karar verir. Bunun için de “yabancı sermaye ile işbirliği yapan” bir bankayı seçerler. Deniz ve arkadaşları 11 Ocak 1971'de Ankara-Emek’te bir banka şubesini basıp kasadaki 124 bin liraya “el koyarlar”. Onlar bu parayı halk için kullanacaklardır, ancak olay gazetelere adi soygun olayı gibi yansır. Kısa bir süre sonra da soygunu yapanların kimliği ortaya çıkar. Zaten onlar da baskın sırasında yüzlerini saklamamışlardır. Bunun üzerine polise, “Vur emri” verilir. Denizlerin gerçek niyeti bilinmediğinden ve banka soygunu “sıradan bir soygun” sayıldığından, herkes şaşkına döner. En çok da Gezmiş ailesi… Nasıl olur da Deniz gibi bir politik eylemci, banka soyar? Banka soygunu bahanesiyle oğlunun vurulacağından korkan Baba Cemil Gezmiş, zamanın başbakanı Süleyman Demirel’e bir telgraf çekerek vur emrinin önüne geçilmesini, yargısız infaz yapılmamasını, Deniz’in “kim vurduya gitmemesini” ister. Ama bütün bu çabaları karşılıksız kalınca o acıyla oğlu Deniz’e bu mektubu yazar… “Oğlum Deniz, 12 Ocak’tan beri Türkiye radyolarında ve basında banka soygunu ile ilgili haberleri büyük bir üzüntü içinde takip ediyorum. Kendi kendime bu suçun faili olup olamayacağını düşünüyorum ve bunun için çok önceleri yeniden yaşamış gibi canlandırıyorum hayalimde. Karlı bir şubat sabahı Ayaş’ta dünyaya gözlerini açtığın zaman ilk işin ağlamak olmuştu. Şimdi anlıyorum, karşında canlı yaratık olarak ilk defa bizi görmüştün; insanları… Ve içinden, ‘Ben bütün ömrümü bu nankör yaratıklar arasında mı geçireceğim’ diye düşündün, onun için ağladın… İnsanlar; yani bütün istikbalini onların daha mutlu olmaları uğrunda feda ettiğin insanlar… Canavarların en korkuncu olan bizler… Tanrı’nın bahşettiği zekâ ve yetenekleri zehirli birer hançer gibi hemcinslerinin azap çekmesinde kullanan uygar canavarlar... Neden böyle yaptın oğlum? Günlük kazancı ile geçinen bir aile topluluğu içinde, tuzuna haram karışmamış bir çorba bulurdun. Giyecek bir elbisen, yatacak bir yatağın vardı. Hem zaten sen hiç kendini düşünmeyen bir çocuktun. Kardeşlerine alınan bir giysi için kıskanmaz sevinirdin. Diğergâm bir yaradılışın vardı; paraya hiç kıymet vermezdin. Hatta bir gün yapmayı tasarladığım bir iş konusunu sofrada konuşurken beni kınamış ve şöyle demiştin: ‘Baba, hayatta paraya değer vermeyen insan olarak seni bilirdim.’ Benimle anlaşamıyordun. Benim görüşlerimi beğenmiyor, yarınki Türkiye’nin size ait olacağını söylüyordun. Beni tutuculukla itham ediyordun. İçten içe sana hak vermekle beraber, artık iki ayrı dünyanın insanları olduğumuzu kabul ediyor ve susuyordum. Bundan sonraki olaylar belli… Sen kaderin çizdiği yolda hızlı adımlarla ilerliyordun. Benim hayat tecrübem, senin bu hızını kesmeye yetmedi. 18 yaşını bitirmiş, kanun nazarında reşit olmuştun, ama benim gözümde henüz ilk gençlik çağının en hassas ve tehlikeli bir döneminde idin. Benim şefkatim, çevrenin hoyrat davranışı ile meydana gelen tahribatı onarmaya yetmiyordu. Halbuki sen eğitime muhtaçtın. Artık olaylar seni kötü niyetlilerin pençesine atmıştı. Çıkmana imkan yoktu. Çıkarlarına sekte vurduğun çevreler senin bütün çıkış yollarını tıkamışlardı. Sana Ermeni demişler. Sen de ‘it ürür kervan yürür’ demiş geçmiştin. Bana sorsaydın. Anne tarafından deden Balkan Savaşı’na askeri lise öğrencisi olarak katılmış, Kurtuluş Savaşında yaralanmış ve İstiklal madalyası almış şerefli bir subaydır. Baba tarafından deden şimdi seni Ermenilikle itham eden zibidilerin var olması için Sarıkamış Muharebesinde Moskof ordularına karşı savaşırken esir düşmüş ve üç yıl Sibirya ormanlarında işkence çekmiştir. Sen bilir misin, Gezmiş oğulları Birinci Dünya Savaşında on altı şehit vermiş bir ailedir. Babanın üç dayısı Erzurum’un geri alınmasında Ermeniler tarafından şehit edilmişti. İşte sen bu biçim Ermeni’sin. Senin için bütün bu olayları kolay diploma almak için yapıyor diyorlar. Evde bulunan öğrenci karnene baktım şimdiye kadar girdiğin bütün derslerden iyi, pekiyi almışsın. Zaten saçı uzun gençlerin devam ettiği yerlere uğramaz, gece yarılarına kadar odana kapanır, çalışırdın. Sana dışardan çok miktarda para alıyor dediler, bazı gazete sahipleri zarflar içinde binlikleri sana gönderdi dediler. Bu ne tezat oğlum, bu kadar bol parası olan banka soyar mı? Bütün bunları yazarken içimin kan ağladığını tahmin edersin. Bu duyguyu sen değil, yalnız baba olanlar bilir. Sağlıklı, yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı idin. Sen gelecekten, biz de senden neler beklerdik. Nasıl oldu da seni bu hale getirdik? Suça itmek için elimizden gelen her şeyi yaptık. Başta üniversitenin büyük hocaları, ana, baba, bizler, toplumun her kesimi, politikacılar ve tüm yönetim sorumluları… Anlamadık seni; anlamak işimize gelmedi, çıkarlarımıza aykırı düştü! Her çıkış yapışında kendi hesabımıza bir yararlanma yolu aradık senden… Hâlâ öyle değil miyiz? Bak bizim felaketimizin üstünde kâşâneler kuranların ağızları kulaklarında… Her öğrenci kurşunlanmasında, ‘Darısı diğerlerinin başına’ diye demeç veren, çok muhterem usule uygun banka soyguncusu bile şimdi ne parlak demeçler hazırlar bilinmez. Senin için ‘Cezaevine girdi çıktı’ dediler. Bildiğim kadarıyla polis koydu, yargıç çıkardı, ama sen de durmadın. Polis seni döverken elini kaldırır, başını korursan elbette emniyet mensubuna mukavemet eder ve girersin içeri. Hatta bir defasında emniyet mensuplarından birinin başına kiremit parçası atmış, yaralamıştın. ‘Yarasında hayati tehlike vardır’ kaydıyla bir ay rapor almış, iki gün sonra da emniyet müdürlüğüne tayin edilmiş, göreve başlamıştı. Sen gençlik teşkilatında otururken, Yıldız’da asansör boşluğunda bulunan av tüfeği sana mal edilmiş ve bunun için 9 ay içeride kalmıştın. Belki de öyledir, sen onlardan iyi mi bileceksin? Hem ne diye sen ifade verirken arkadaşların dışarıdan, ‘Surlardaki toplar da Deniz’indir’ demişlerdi? Ben ondan şüpheliyim! İşte böyle oğlum… Üç yıldan beri yaşantımızı zehreden, toplumu tedirgin eden bu olaylar zinciri başladığı yerde çözülür ve bugünkü elem verici sonuca varmazdı. Bunun için biraz anlayış, sağduyu ve ihtiraslardan arınmış, gençlik psikolojisinin genel kurallarına uygun bir politika yeterli idi. Böyle olmadı. Şimdi sen ve senin kader çizginde giden on binlerce genç bu metotla birer toplum ve düzen kırgını olup çıktınız. Ben bir evlat kaybettim, fakat toplum kendi geleceği üzerinde bir kumar partisini kaybetmektedir. Korkunç bir ihmaldir bu… Bir gün ‘Suçlu ayağa kalk’ derlerse, senden başka hepimiz ayaktayız! Suç ve ceza teorilerinde kürsü sahipleri, suç ve ceza konusunda uygulama yapanlar, tüm eğitimciler, yöneticiler, politikacılar… Suça itmek, suçlu yakalamak, suç tasni etmek ve ceza vermek kolaydır. Güç olan suçu işletmemek, suça yönelten nedenleri ortadan kaldırmak ve suça yönelmişleri anlamaktır. Gayretlerinizi, güçlerinizi ilim ve irfanınızı bu noktada birleştirin. Cezanın, hele maddi cezanın islâh niteliğini çağdaş eğitimci kabul etmemiştir. Mektubumun sonundaki teklifimi iyi dinle: İçişleri Bakanlığı, Türkiye radyoları ile seni suçlu ilan etti. Ben evdeki yığın hukuk kitaplarına baktım, orada ‘kendisine suç isnat edilen kişi yargıç kararı ile suçu sabit oluncaya kadar sanık sıfatını haizdir’ diyor, ama ben hukukçu olmadığım için belki de bildiri doğrudur, bilemem. Eğer sen bu suçun faili isen bulunduğun yerde adaletin hükmünü beklemeden kendini cezalandır. Eğer suçsuz isen çık, adalete teslim ol. Korkma, memlekette yargıçlar da var.” Baban Cemil Gezmiş 18 Ocak 1971 Baskınların arttığı, gözaltıların çoğaldığı ve çemberin daraldığı o günlerde Deniz Gezmiş, kamuoyuna eylemlerinin nedenini anlatmak için babasının açık mektubuna cevaben, onun yaptığı gibi açık bir mektup yazar ve arkadaşları Hüseyin İnan’la yayınlanması isteğiyle Cumhuriyet gazetesine yollar. Cumhuriyet Gazetesi de bu mektubu 29 Ocak 1971 tarihinde yayınlar… “Baba, Sana her zaman müteşekkirim, çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni. Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Baba biz Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşında olduğu gibi, ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları. Düşün baba, bugünkü hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar ve tarih önünde hüküm giymiş durumdalar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız. Ya vatan ya ölüm!” Deniz Gezmiş Kaynak: “Abim Deniz” kitabı

  • NAMIK KEMAL ve HÜRRİYET KASİDESİ

    Nurten B. AKSOY * Yurtseverlik, hürriyet, vatan, millet, şeref gibi kavramları Türk düşünce hayatına ve edebiyatına sokan ve yaşamı boyunca bu kavramlara bağlı kalan bir Tanzimat Devri aydını olan Namık Kemal’in, Aralık ayı hem doğduğu hem de hayata veda ettiği ay. Biz de bu vesileyle “Hürriyet Şairimizi” dilimiz döndüğünce anlatalım istedik. Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten * Kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz, iyiliksever olanlar zavallılara yardım etmekten kaçınmaz Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten * Eğer millet hor görülmüşse, onun şanına bir eksiklik geleceğini sanma; cevher yere düşmekle değerinden bir şey kaybetmez Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten * Vücudun mayası, vatan toprağıdır; bu vücut, acı ve sıkıntı içinde vatan yolunda toprak olursa, en küçük bir üzüntü duyulmaz Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten * Dünyada zalimin yardımcısı, aşağılık kimselerdir; insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir Muini zalimin dünyada erbâb-ı denâettir Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insafa hizmetten * Cihanda kendini her fertten alçak gören kişi ayıplanmaktan utanır; fakat kendi nefsinden utanmaz Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melâmetten * Başarının, üstünlüğün değeri, milletin gönül birliğinde durur; hayırlı eserleri ise ümmetin fikirlerinin çarpışması ile çıkar Durur ahkâm-ı nusret ittihâd-ı kalb-i millette Çıkar âsar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten * Kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar; milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma Kazâ her feyzini her lütfunu bir vakt için saklar Fütur etme sakın milletteki zâf u betâetten * Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü suç değildir; bu dünyadaki nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı Felekte baht utansın bi-nasib erbab-ı himmetten * Biz o yüce yaratılışlı milletiz ki hamiyet meydanında ölüm, bize ayaklar altında toprak olmaktan daha iyi gelir Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten * Hürriyet mücadelesi korku ateşiyle dolu olsa ne dert; yiğit olan bir insan, bir can için gayret meydanından kaçar mı? Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten * Cellâdın can alan kemendi acımasız bir canavar bile olsa; yine bin defa esaret zincirinden daha iyidir Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten * Felek her türlü eziyet yollarını toplasın gelsin, millet yolunda hizmetten dönersem kahpeyim Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten * Bu yolda çektiğim acılar, sıkıntılar anılsın; bunun en basit zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha iyidir, yücedir Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler Ki ednâ zevki âlâdır vezâretten sadâretten * Zulüm ile, işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün; eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldırmaya çalış Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten * Gönülde çalışma cevheri, elmas cevherine benzer; ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret Ezilmez şiddet-i tazyikten te’sir-i sıkletten * Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin; gerçi esaretten kurtulduk derken, şimdi de senin aşkının esiri olduk Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten * Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme; güzelliğin, milletin nazarlarından sonsuza kadar uzak kalmasın Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten * Ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun; dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmîd-i istikbâl Cihanı sensin azâd eyleyen bin ye’s ü mihnetten * Hükmetme çağı senindir, artık hükmünü dünyaya geçir; Allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten * Ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar şimdi zulmün köpeklerine kaldı: Artık bu gaflet uykusundan uyan! Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar Uyan ey yâreli şîr-i jiyân bu hâb-ı gafletten NAMIK KEMAL Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu yazar, gazeteci, devlet adamı ve şairdir. 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya gelir Namık Kemal. Babası Yenişehirli Mustafa Asım Bey, annesi bir Arnavut olan Fatma Zehra Hanım’dır. Çocukluğu, annesini küçük yaşta kaybettiğinden dedesi Abdüllatif Paşa’nın yanında geçer. Abdüllatif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle düzenli bir eğitime devam edemez. Özel dersler alır ve kendi kendini yetiştirmeye çalışır. Arapça ve Farsça öğrenir. Çocukluğunun ilk yılları Afyon, İstanbul ve Kars’ta geçer. Bu sürede divan edebiyatını öğrenmeye başlar. Dedesinin Sofya kaymakamı oluşu ile Sofya’ya giderler. Kars’ta öğrendiği aruz ve hece ölçülerini Sofya’da kaldığı dört sene boyunca pekiştirir. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra Mehmet Kemal’e “yazıcı, kâtip” anlamlarındaki “Namık” adını verir. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başlanır. Dedesinin Sofya kaymakamı oluşu ile Sofya’ya giderler. Kars’ta öğrendiği aruz ve hece ölçülerini Sofya’da kaldığı dört sene boyunca pekiştirir. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra Mehmet Kemal’e “yazıcı, kâtip” anlamlarındaki “Namık” adını verir. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başlanır. 1857 yılında İstanbul’a döner ve Bâb-ı Âli Tercüme Odası’nda memurluğa başlar. İlk şiirlerini Sofya’da yazmaya başlayan Namık Kemal, İstanbul’a geldiğinde kısa sürede şairler arasında tanınır. Batı edebiyatı ile henüz tanışmayan şair, İstanbul’da divan edebiyatı geleneğini devam ettiren şair Leskofçalı Galip Bey ile yakın dostluk kurar. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şüerâ adlı şairler topluluğuna katılır. 1857 yılında İstanbul’a döner ve Bâb-ı Âli Tercüme Odası’nda memurluğa başlar. İlk şiirlerini Sofya’da yazmaya başlayan Namık Kemal, İstanbul’a geldiğinde kısa sürede şairler arasında tanınır. Batı edebiyatı ile henüz tanışmayan şair, İstanbul’da divan edebiyatı geleneğini devam ettiren şair Leskofçalı Galip Bey ile yakın dostluk kurar. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şüerâ adlı şairler topluluğuna katılır. 1865’te Şinasi, Tasvir-i Efkâr Gazetesi’ni kendisine bırakarak Fransa’ya gidince Namık Kemal, tek başına gazeteyi çıkarır. Bu arada amacı, bir anayasa hazırlanması ve parlamenter bir yönetim sistemi kurulması olan Yeni Osmanlılar adlı gizli topluluğa üye olur. Namık Kemal gazetesinde, Yeni Osmanlıların görüşleri doğrultusunda ve hükümet aleyhinde şiddetli makaleler yayınlar “Şark Meselesi” üzerine yazdığı bir makale, gazetenin 1867’de kapatılmasına ve kendisinin de Erzurum vali muavini olarak atanmasına yol açar. Namık Kemal, hükümet tarafından gönderildiği Erzurum’a gitmek yerine Ziya Paşa ile birlikte Paris’e kaçar ve orada gazeteci Ali Suavi ile “İbret” gazetesini çıkarır. Bir müddet sonra da Londra’ya giderek Ziya Paşa ile “Hürriyet” gazetesini çıkarırlar. Siyasetten uzak durmak, yazı yazmamak koşuluyla affedilen Namık Kemal, İstanbul’a döndükten sonra “Diyojen” adlı mizah dergisinde imzasız fıkralar yazar; İbret Gazetesi’ni çıkararak yeniden muhalefete başlar. Gazete sık sık kapatılır ve sonunda sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı eleştiren yazıları yüzünden Namık Kemal, İstanbul’dan uzaklaşması için mutasarrıf olarak Gelibolu’ya atanır. Birkaç ay kaldığı Gelibolu’da “Vatan yahut Silistre” adlı oyunu ile “Evrâk-ı Perişan” adlı eserini tamamlar. Gelibolu’nun bazı sorunları ile ilgilenir ve su davasını halleder. Rumeli fatihi Gazi Süleyman Paşa’nın Bolayırdaki kabrini ziyaret ederek burada gömülmeyi vasiyet eder. Gelibolu mutasarrıflığı görevinden bir şikayet üzerine alınan Namık Kemal 1872’nin son günlerinde İstanbul’a döner ve yeniden İbret’te sert yazılar yazmaya başlar. Bu arada Vatan yahut Silistre oyunu, 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedikpaşadaki tiyatrosunda sahnelenir. Oyunun sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden olunca, gazete bir daha çıkmamak üzere kapatılır; Namık Kemal Magosa’ya olmak üzere, dört arkadaşı ile yargılanmadan sürgüne gönderilirler. Namık Kemal’in Magosa (Kıbrıs) sürgünlüğü 38 ay sürer. Magosa’da son derece olumsuz koşullar altında yaşamak zorunda kalır, pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalanır. Edebiyatçı Namık Kemal, birkaçı dışında eserlerinin tamamını bu dönemde Kıbrıs’ta yazar. Magosa sürgünü dönüşünde İstanbul’da bir kahraman gibi karşılanır. Tahta çıkışından 93 gün sonra akıl bozukluğu gerekçesiyle tahttan indirilen V. Murat’ın yerine Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamit, ilk Osmanlı Anayasasını oluşturmak için bir komisyon kurar. Namık Kemal de bu komisyonun bir üyesi olur; ancak şair, padişahın aleyhine bir tehdit beyti yazıp bunu mecliste okuyunca mahkemede yargılanarak hapse mahkum olur. Namık Kemal, asayişi bozduğu gerekçesiyle suçlu bulunup 6 ay hapis cezasına çarptırılırsa da sonradan beraat eder ve bu sefer de Midilli Adası’na mutasarrıf (vali) olarak atanır. Beş yıl süren Midillideki görevi sırasında kaçakçılıkları önler; hazine gelirini arttırır, pek çok Türk okulu açar. Türklerin hayat seviyesini yükseltir. Adalarda yaşayan Türk halkının sorunlarını dile getiren bir rapor hazırlayıp Bâb-ı Âli’ye sunar. 1882’de Nışan-i Osmanî madalyası ile ödüllendirilir. Namık Kemal kaçakçılıkla mücadelesinde, çıkarları zarar görenlerin şikâyeti nedeniyle 1884’te Midilli’den ayrılarak Rodos mutasarrıfı olur. Rodos adasındaki çalışmaları da padişahın İmtiyaz madalyası ile ödüllendirilir. Rodos’tayken Osmanlı tarihi hakkında eser yazmaya başlar. Bu sefer de İngiliz ve Yunanlıların şikayeti üzerine 1887’de Rodos'taki görevi sona erer ve Sakız Adası mutasarrıfı olur. Sakız Adasının kuru havası nedeniyle rahatsızlanan Namık Kemal, 2 Aralık 1888 günü 48 yaşında hayatını kaybeder. Adada bir caminin haziresine defnedilir. Arkadaşı Ebuziyya Tevfik, şairin Bolayır’da gömülme vasiyetini Padişah II. Abdülhamit’e iletince naaşı Gelibolu’ya nakledilir. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömülür. Tanzimat döneminin en önemli düşünce, sanat ve siyaset adamlarından olan Namık Kemal, “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir. Sanatı, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanmış, eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmayı amaçlamıştır. Namık Kemal, Fransız edebiyatını örnek almış, romantizm akımının etkisinde kalmıştır. Şiirleri biçim bakımından eski olsa da konu bakımından yenidir. Vatan, millet, hürriyet gibi o zamana kadar işlenmemiş konuları işlemiştir. Ayrıca şiirlerinde yaşamında da olduğu gibi mücadeleci bir insan tipi yaratmıştır. Tiyatroyu “eğlencelerin en faydalısı” olarak nitelemiş, halkın eğitilmesinde okul gibi görmüş, sahne dili ve tekniği yönünden başarılı yapıtlar vermiştir. Eserlerinden bazıları: İntibah (Batılı anlamda yazılmış ilk roman), Cezmi, Celalettin Harzem Şah, Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Gülnihal, Karabela, Akif Bey, Tahrib-i Harabat… Not: Ara başlıklar, altlarındaki dizelerin günümüz Türkçesine çevrilmiş halleridir. Dizeler ise Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi eserinden alınmıştır

  • TANYA

    - Nazım Hikmet ‘in adına şiir yazdığı, Naziler tarafından idam edilen, Sovyetler Birliği Kahramanı 18 yaşındaki Rus kızı Zoya’nın hikayesi. ..- ... zoe’ydi adı ismim tanya dedi onlara tanya; bursa cezaevinde karşımda resmin bursa cezaevinde, belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini bursa’m yesil ve yumuşak bir memlekettir. bursa cezaevinde karşımda resmin sene 1941 değil artık, sene 1945 moskova kapılarında değil artık berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler bizimkiler bütün namuslu dünyanınkiler ... 1942 yılının Ocak ayıydı. Moskova buz kesmişti... Öyle soğuk bir yel esiyordu ki ölüm bile üşüyordu. Moskova yakınlarında bir cenaze töreni; gömülen 18 yaşında bir genç kız. Sessiz sedasız, gencecik bedeninin üstü buzlu toprakla örtülüyordu. Mezarın başındaki tahtada şunlar yazıyordu: Zoya Kosmodemyanskaya. Peki kimdi bu Zoya Kosmodemyanskaya, niye ölmüştü? Zoya, “yaşam” demekti. 1923 doğumluydu. Rusya'da eğitimli bir ailenin kızıydı. Babası kütüphaneci, annesi öğretmendi, kitaplarla büyümüştü. Daha 15'inde Puşkin'i, Tolstoy'u, Cervantes'i, Goethe'yi, Sekspir'i okumuş, Beethoven ve Çaykovski dinlemişti. 16'sında Sovyetler Birliği Komünist Parti gençlik örgütü “Komsomol”a katılmıştı. 1941 yılının Haziran ayıydı. Nazi Almanyası Rusya'ya saldırmıştı. Her gün yeni bir yer işgal ediliyordu. Zoya 18'ine yeni basmıştı, gönüllü olarak askere yazılmıştı. Annesi karşı çıkmıştı; ama o, dinlememişti. “Düşman bu kadar yakınken başka ne yapabiliriz?” demişti. Kısa süreli bir silah eğitiminden sonra Partizan'a katıldı. Kod adı Tanya oldu, saçlarını kestirdi. Gören erkek sanıyordu, görevi Moskova çevresinde işgal altındaki köylerde Nazilere baskın yapmaktı. Tarih 25 Kasım 1941 idi. Tanya Alman süvari alayının karargah kurduğu Petrischevo'yu basacaktı. Köye gizlice sızdı, at ahırları ve Rusların kaldığı evleri ateşe verdi. Tam uzaklaşacaktı ki bir Rus işbirlikçisinin ihbarıyla yakalandı. Elbiseleri çıkarılınca kadın olduğu anlaşıldı. Naziler Tanya'ya gece boyunca işkence ve tecavüz ettiler. Sordular; bilmiyorum dedi. Sordular; söylemem dedi. Sordular; konuşmam dedi... Sır vermedi, sadece kod adını söyledi: Tanya. Naziler çılgına döndü; işkence ve tecavüz sabaha kadar sürdü. Ertesi gün kar üstünde yürüttüler Tanya'yı, işkenceden tüm bedeni mosmordu. Köy meydanında dar ağacını kurdular. İki makarna kasası, yağlı urgan ve cellad. Tanya tabureye çıkarken gülüyordu, urgan boynuna takılmadan kendisini izleyen yurttaşlarına bağırdı: “Yoldaşlar! Neden bu kadar kasvetlisiniz? Ölmek için korkmuyorum! Halkım adına öleceğim için mutluyum!” Sonra Nazi askerlerine döndü.. "Siz beni şimdi asıyorsunuz ama yalnız değilim. Biz iki yüz milyon insanız, hepimizi asamazsınız." Cellad tabureyi çekti, Tanya 18'inde ipin ucunda can verdi. Naziler ibreti alem için Tanya'nın cansız bedenini haftalarca idam sehpasında asılı tuttular. İki aya yakın her önünden geçen Nazi askeri cansız bedeni dipçikledi, tekmeledi. Soğuk havada beden çürümedi ama morardı ve şişti. Sovyet Ordusu 1942 yılının 20 Ocak'ında bölgeyi ele geçirince, Tanya'nın beden, idam sehpasından indirildi ve gömüldü. Tanya'nın idamı tarihte bir dönemeçti. Nazilerin yenileceğinin müjdesiydi. Gömülmeden çekilen fotoğrafları tüm Sovyet askerlerine dağıtıldı. Ve emredildi; "Düşmana saldırırken, Tanya'yı düşünün." *** Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” çevirisini yeni tamamlamış; La Fontaine‘den Masallar çevirisi üzerinde çalışıyordu. Elle yazmak çok zamanını alıyordu; cezaevindeki dokumadan kazandığı parayla ikinci el bir daktilo aldı. Sağlık sorunları vardı, ama çok mutluydu; kasvet günleri bitmişti; Naziler savaşı kaybetmişti. İşte o günlerde yazdı “Tanya” şiirini… *** zoe’ydi adı ismim tanya dedi onlara tanya; bursa cezaevinde karşımda resmin bursa cezaevinde, belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir. bursa cezaevinde karşımda resmin sene 1941 değil artık, sene 1945 moskova kapılarında değil artık berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler bizimkiler bütün namuslu dünyanınkiler.. tanya; senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi seni astılar memleketini sevdiğin için ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim ama ben yaşıyorum ama sen öldün sen çoktan dünyada yoksun zaten ne kadar az kaldın orada on sekiz senecik… doyamadın güneşin sıcaklığına bile… tanya; sen asılan partizan, ben hapiste şair sen kızım, sen yoldaşım resmin üstüne eğiliyor başım kaşların incecik, gözlerin badem gibi renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil fakat yazıldığına göre koyu kestaneymişler. bu renk gözler çok çıkar benim memleketimde de… tanya; saçların ne kadar kısa kesilmiş oğlum memet’inkinden farkı yok alnın ne kadar geniş, ay ışığı gibi rahatlık ve rüya veriyor insanın içine. yüzün ince uzun, kulakladır büyücek biraz, henüz çocuk boynu boynun henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan. ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan süsünü sevsinler mini mini kadın. arkadaşları çağırdım bakıyorlar resmine; _tanya senin yaşında bir kızım var. _tanya kız kardeşim senin yaşında _tanya senin yaşında sevdiğim kız bizim memleket sıcaktır bizde kızlar tez kadınlaşır.. _tanya senin yaşında kızlarla okulda, fabrikada, tarlada arkadaşız tanya; sen öldün ne kadar namuslu insan öldü ve öldürülmekte ama ben, söylemesi ayıpmış gibi geliyor bana ama ben yedi yıldır kavgada hayatımı tehlikeye koymadan hapiste de olsa da yaşıyorum) sabah oldu tanya’yı giydirdiler ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu iç etmişlerdi onları torbasını giydirdiler torbada benzin şişeleri, kibrit, kurşun, tuz, şeker…. şişeleri boynuna astılar torbasını verdiler sırtına göğsüne bir de yazı yazdılar “partizan” köyün meydanına kuruldu darağacı atlılar çekmiş kılıcı halka olmuş piyade askeri zorla seyre getirdiler köylüleri iki sandık üst üste iki makarna sandığı sandıkların üstüne yağlı urgan sallanır urganın ucunda ilmik partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına partizan kolları bağlı arkadan durdu urganın altında dimdik.. nazlı boynuna ilmiği geçirdiler bir subay fotoğrafa meraklı bir subay elinde makine; kodak bir subay resim alacak tanya seslendi kolhozlulara ilmiğin içinden “ _ kardeşler üzülmeyin gün yiğitlik günüdür. soluk aldırmayın faşistlere yakın, yıkın, öldürün….” bir alman vurdu ağzına partizanın genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan fakat askerlere dönüp devam etti partizan: “_ biz iki yüz milyonuz iki yüz milyon asılır mı? gidebilirim ben ama bizimkiler gelecekler teslim olun vakit varken…” kolhozlular kan ağlıyorlardı, cellat çekti ipi boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan ve hayata seslendi insan “_ kardeşler hoşça kalın kardeşler kavga sonuna kadar duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler…” cellat bir tekme attı makarna sandıklarına sandıklar yuvarlandılar ve tanya sallandı ipin ucunda… Nazım Hikmet Ran Düzenleyen: Nurten B. AKSOY

  • Dikenli Dizeler

    Nurten B. AKSOY * Hiciv, Taşlama, Yergi, Satir… * Hiciv; Divan Edebiyatında kişilerin ve toplumun bozuk, aksak yönlerini alaysı bir dille anlatan bir anlamda eleştiren bir edebiyat türüdür. Edebiyatımızda, yaygın olarak kullanılan bu tür eserlere halk edebiyatında "taşlama", günümüz edebiyatında "yergi", batı edebiyatında ise "satir" adı verilmiştir. Biz de bu türün önemli temsilcilerinden birer küçük örnekle bu edebi sanatı anlatalım istedik. Pir Sultan Abdal "Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin padişahın O da bir gün devrilir ......" Pir Sultan Abdal, 16. yüzyılda yaşamış, Türk-Alevi halk şairi ve ozanıdır… Anadolu halkını Osmanlılara karşı kışkırttığı, ayaklanmaya çağırdığı, belki de bir ayaklanmaya öncülük ettiği için, Sivas Valisi Hızır Paşa’nın emriyle tutuklanmış, yolundan dönmeyeceği anlaşılınca da asılmıştır. **** Nefî "Bize kâfir demiş müfti efendi Dutalım ben ana diyem Müselman Varıldıkta yarın divan-ı Hakk’a İkimiz de çıkarız anda yalan." (Müftü efendi bize kafir demiş, farz edelim ben de ona Müslüman dedim; yarın Allah'ın huzuruna çıktığımızda ikimizde orada yalancı çıkarız.) 17. yüzyılda yaşayan Nefî Divan edebiyatının en acımasız hicivlerini yazmış ve bu yolda kellesini de vermiş büyük bir söz ustasıydı. N ef'i Siham-ı Kaza adlı eserinde babası dahil sadrazamları, vezirleri, bütün devlet büyüklerini, şairleri, sanatkarları; kısaca devrin ismi duyulmuş bütün ünlü kişilerini hicvetmiştir. Kendisi gibi ünlü bir şair olan Şeyhülislam Yahya Efendi’ye cevaben yazdığı hicivi pek ünlüdür. Nâbi " Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz" (Talih meyhanesinde -geldiğin yüksek mevkilerde- çok da gururlanma çünkü biz gururdan sarhoş olanların binlercesini daha sonra sersemlemiş, perişan hallerini görmüşüz.) Nâbî, 17. yüzyılda, Osmanlı’nın duraklama devrinde yaşamış bir şairdir, idare ve toplumdaki bozukluklara şahit olduğu için didaktik şiirler yazmış, eserlerinde devleti, toplumu ve sosyal hayatı eleştirmiştir. **** Dertli Telli sazdır bunun adı Ne ayet dinler ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde Abdest alsan aldın demez Namaz kılsan kıldın demez Kadı gibi haram yemez Şeytan bunun neresinde Dertli'nin çağının (1772 – 1845) ünü yaygın, kişiliği etkin birkaç ozanından biri olduğu kuşku götürmez. Saz çalmanın günah olduğunu söyleyenleri eleştirir taşlamasında. **** Namık Kemal "Edepsizlikte tekleriz Kimi görsek etekleriz Hak’tan ümit bekleriz Ne utanmaz köpekleriz Geldik vatan kavgasına, Düştük rütbe yağmasına, Daldık dünya sefasına, Ne utanmaz köpekleriz..." Tanzimat döneminin en büyük şair ve yazarlarından olan Namık Kemal (1840-1888) Osmanlı’nın arka arkaya büyük toprak parçaları kaybetmesi üzerine sözünü esirgemeden söyler bu sözleri. **** Şair Eşref " Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için Gelmesin reddeylerim, billahi öz kardeşimi Gözlerim ebnâ-yi âdemden o kadar yıldı ki İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı" Bütün bu yazdıklarına rağmen şairin mezar taşı ne yazık ki çalınmıştır. Şair Eşref, 1847 yılında Manisa Kırkağaç’ta doğmuş, çeşitli yerlerde vali yardımcılığı ve kaymakamlık görevlerinde bulunmuş, Türk Edebiyatının en büyük, en sivri dilli hiciv şairlerinden biridir. **** Tevfik Fikret Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Y arın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! B ugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, A tıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, D oyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Edebiyat-ı Cedide topluluğunun lideri olan Tevfik Fikret, devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkilemiştir. Türk edebiyatının batılılaşmasında büyük pay sahibidir. **** Rıza Tevfik "Fikrimi sarsmadı şimdiye değin Arsızca sözleri bilmem ne beyin Bana çifte atan şaşkın eşeğin Kendi çiftesiyle beli kırılır" 1868–1949 yılları arasında yaşayan Rıza Tevfik de kalemine hakim olmak istemeyen, sert eleştirileriyle tanınan bir şairimizdir. Şiirlerinden biriyle alay eden Süleyman Nazif’e yukarıdaki satırlarla cevap vermiştir. **** Mehmet Akif Ersoy Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!.. – Boğamazsın ki! – Hiç olmazsa yanımdan koğarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam. İstiklal Marşımızın yazarı büyük şair Mehmet Akif Ersoy da yaşadığı dönemde hep haksızlıklara karşı çıkmıştır şiirlerinde. **** Neyzen Tevfik Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler; Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus! dediler… Künyeni almak için, partiye ettim telefon: Bizdeki kayda göre, şimdi o meb’us dediler!.. Dörtlüğünde devrinin politikacılarını amansızca eleştirmiştir. Neyzenliğinin yanı sıra şakacı ama bir o kadar da iğneleyici diliyle ünlüdür. **** Âşık Veysel Olmayasın karaktersiz Çok konuşan yerli yersiz Adın doğru kendin hırsız Karanlıkta dolaşırsın… Derken belki de cahilliği eleştiriyordu… Âşık geleneğinin son büyük temsilcilerinden olan Âşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak Köy Enstitüleri’nde de saz hocalığı yaptı. **** Nazım Hikmet insan olan vatanını satar mı? suyun içip ekmeğini yediniz. dünyada vatandan aziz şey var mı? beyler bu vatana nasıl kıydınız? eli kolu zincirlere vurulmuş, vatan çırılçıplak yere serilmiş. oturmuş göğsüne teksaslı çavuş. beyler bu vatana nasıl kıydınız? “Romantik Komünist” ve “Romantik devrimci” olarak tanınan, siyasi inançları yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş büyük şair Nazım Hikmet ne güzel anlatmış. **** Orhan Veli Kanık Ne atom bombası, N e Londra konferansı; B ir elinde cımbız, B ir elinde ayna; U murunda mı dünya! Diyerek dünyayı umursamayanları eleştiriyor sanki Orhan Veli . Kendisiyle ilgili diyeceklerimizi demiştik evvelden . **** Aziz Nesin dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum derlerse ki bu işler bi şeye yaramaz de ki bütün işe yarayanlar işe yaramaz sanılanlardan çıkar Türk Edebiyatı’nda çağdaş mizah yazarlığının öncüsü Aziz Nesin bunca yıldır hep haklı çıkıyor. **** Şemsi Yastıman Müteahhit oldum tez iflas ettim Avukat oldum hep boş dava güttüm Gazeteci oldum çok fazla öttüm Dıhtılar mapusa birkaç söz ile Şemsi Yastıman, 20. yüzyılda yaşamış, Türk Halk Müziği’ne kaynak kişi ve derleyici kimliği ile emeği geçmiş büyük halk sanatkârıdır. Şairler her zaman bir kişiyi ya da toplumu ele alıp hicvetmezler. Bazen de eleştirilerini kendilerine yöneltirler. Gerçi bu eleştirilerde de yine toplumsal bir yön bulunmaktadır. **** Can Yücel balkonun altına kapamışlar hint horozunu önüne de bir kara tel çekmişler dünya yüzü görmesin diye… yine de herkesten önce ötüyor sabahları… erken öten horozu… sözü bir yerlerden kulağına çalınmış olmalı… belki de Can Yücel , şiirin asi çocuğu. Hiçbir zaman baş eğmeyen hep söyleyecek bir sözü olan “Can Baba”. Sözünü sakınmayan tüm şairlerimizi saygı ile anıyoruz...

  • “Bekle Beni” Şiirinin ve Yazar Mihailoviç Simonov’un Hüzünlü Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Savaşlar belki de insanoğlunun başına gelen en büyük felaketler. Hem savaşa gidenleri hem de geride bıraktıklarını en acımazsız şekilde etkileyen savaşlardan arda kalan bazen bir şarkı, bazen bir fotoğraf, bazen bir şiir… yaşananların en acı ve unutulmaz belgesi oluyor. İşte onlardan biri de ünlü Rus yazar Simonov’un savaşa giderken geride kalan sevgilisi için yazdığı ve hem savaşan askerlerin, hem de onları bekleyen sevgililerin, anne-babaların hayata tutunuşlarının ve umutlarının simgesi olan “Bekle Beni” şiiri… Bekle beni, döneceğim Bütün direncinle bekle beni. Bekle hüzün yağmurları Gökyüzünü kaplayınca Kara kış üşütürken bekle, Sarı sıcaklar yakarken bekle. Ünlü Rus yazarı Konstantin Mihailoviç Simonov, 28 Kasım 1915’te Saint Petersburg şehrinde dünyaya gelir. Babası Kızıl Ordu’da subay olduğu için çeşitli taşra okullarında okuyan Simonov, Moskova’da yükseköğrenim görürken bir yandan da tornacılık yapar ve makine mühendisi olur. Moskova’da bir fabrikada mühendis olarak çalışırken ilk şiirlerini yazmaya başlayan Simonov, bu arada Gorki Edebiyat Enstitüsünü de bitirir. Bir müddet mühendislik yaptıktan sonra gazetelerde yazmaya başlar. II. Dünya Savaşında ordu gazetesi “Kızıl Yıldız’ın” savaş muhabiri olarak askerlik görevini yaparken, gerek cephede gerekse cephe gerisindeki Sovyet insanının mücadelesini, 1940-1945 yılları arasında gazetesine gönderdiği yazılarında dile getirir. Kimseler beklemezken bekle beni Unut anılarla yüklü bir geçmişi Ne bir mektup ne bir haber Gelmesin ne çıkar, bekle beni Bekle beni döneceğim Bekle, yalnızca sen bekle beni Bu yazılarıyla Stalin Ödülü’nü kazanır. Savaştan esinlenerek milliyetçi ve devrimci görüşlere yer veren lirik ve epik şiirler yazar. Özellikle savaşı anlatan romanlarıyla ünlenen Simonov ülkesinin en büyük ödülü olan Lenin Edebiyat Ödülü’nü alır. (1974) İki büyük ödül sahibi olan yazarın adını, daha bu ödülleri almadan önce yazdığı “Bekle Beni-Zhdi Meny” şiiri ile tüm Rusya duyar ve şiir savaşan tüm askerlerin yüreklerinin üzerinde, ceplerinde taşıdığı kutsal bir yazıya dönüşür adeta. Genç yazarın bir sinema sanatçısı olan genç ve güzel sevgilisi Valentina Serova için yazdığı söylenen şiir, aslında bütün beklenen ve bekleyenlerin ortak duygusunu dile getirir savaş günlerinde. Bekle beni döneceğim, Bırak beklemekten usanmış dostlarım Oğlum, anam, yoldaşlarım Öldüğümü sansınlar benim Umudu kesip bir ateşin başında Beni yâd edip içsinler ama sen İçme sakın yürek acısı o şaraptan Simonov, yaşadığı süre boyunca sevmekten bir an bile vazgeçmediği Valentina Serova’yı ilk kez Moskova yakınlarında bir tren istasyonunda görür. O zamanlar 21 yaşında ve Sovyet sinemasının oldukça ünlenmiş bir sanatçısı olan Serova, sarı saçlı, ince ve uzun boylu, güzel bir kadındır. O yaz günü Moskova yakınlarındaki bir istasyonunda tesadüfen Valentina’yı gören Simonov, genç kadına hemen o anda vurulduğunu anlatır hep. İkinci Dünya Savaşının en sert günlerinin yaşandığı yıllarda Rusya, Alman kuşatması altındadır. Tarihin gördüğü bu en büyük savaşta (Stalingrad Savaşı: II. Dünya Savaşı’nın kesin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir ve Almanların geri çekilmesiyle 1943 yılında sona erer.) Rus ordusunda görev yapan şair ve gazeteci Konstantin Simonov da cephededir. Savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü anlarda. Simonov da herkes gibi tetiktedir, ama bir türlü savaşa kendini veremez. Çünkü geride biricik sevgilisi, dünyalar güzeli Valentina Serova’yı bırakmıştır. Aklı hep sevdiği kadındadır, onu deli gibi özlemektedir, ama asla umutsuz da değildir. Bu cehennemi andıran korkunç savaştan sağ kurtulup onunla yaşayacağı günleri düşler. İşte bu karmakarışık duygular içindeyken, sonradan efsaneleşecek o şiirini yazmaya koyulur. İnançla, sabırla bekle beni. Bekle beni, döneceğim… Tüm ölümlere inat bekle. Çünkü o büyük bekleyişin Çünkü o büyük bekleyişin Düşman ateşinden kurtaracak beni. Şiirini bitirdikten sonra, izne ayrılan bir askere teslim ederek, çalıştığı gazeteye ulaştırmasını rica eder. Gazeteye ulaştırılan şiir gazete tarafından yayımlanır. Ve olanlar olur… Şiir savaşan askerler ve savaştaki sevdiklerini bekleyenler arasında bir fırtına gibi eser. O yıllarda savaşta ölen hemen hemen bütün askerlerin ve subayların cebinden aynı şiir çıkar: Bekle beni… Şiir halk arasında öylesine büyük etki yaratır ki Rusya’da kutsal metinler dışında en çok okunan metin olma özelliğini kazanır. Daha sonra ağızdan ağıza yayılarak değişik melodilere bürünen şiir, hepsi hüzünlü pek çok şarkıya güfte olur. Şarkılar öyle popüler olur ki Simonov mektubunun gazeteye ulaşıp ulaşmadığını bile bilmezken, bir gün cephede kendi şiirinin bestelenmiş halini bir askerin ağzından duyar. Bekle kızgın sıcaklar içinde, Karlar savrulurken bekle beni “Yalnızca seninle ben, ikimiz Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz” O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği. Kimseler beklemezken Beni beklediğini. Nihayet savaş biter, Simonov büyük bir heyecanla Valentina’nın yanına gider ve 1943 yılında evlenirler. Simonov’un savaşta olduğu bu özlem yıllarında Valentina artık Sovyet sinemasının en ünlü oyuncularından biridir. Savaşın tüm hızıyla sürdüğü o günlerde yaşam, insanlar, ilişkiler de değişmiştir, ama Simonov sanki hâlâ Stalingrad cephesinde yaşıyor gibidir. Uğruna ölümlere gidip geldiği, sadece ona kavuşmak umuduyla hayatta kalabildiği kadını artık pek tanıyamaz O hâlâ ılık bir yaz gününde geride bıraktığı sevdiği o kadını görmek ister ama göremez. Valentina’nın uçarı ve aykırı bir hayat sürmesi, ortalıkta bazı dedikoduların dolaşması Valentina’ya olan aşkını zerre kadar azaltmaz. Ancak günün birinde yaşananlardan etkilenip, canı kadar sevdiği bu kadını incitebileceğinden korktuğu için, 1957 yılında hiçbir açıklama yapmadan onu terk eder ve bir daha hiç geri dönmez. O günden sonra Simonov kendini yazmaya verir. Albayın Aşkı, Savaşsız Yirmi Gün, Günler ve Geceler, Savaş Günleri, İnsan Asker Doğmaz ve Silah Arkadaşları gibi kitaplarını yazar. Sovyet Yazarlar Birliği başkanı seçilir, Türkiye de dahil birçok ülkeye gider. 1975 yılında Valentina öldüğünde cenazesine bile gitmez. Ama cenazenin ertesi günü Valentina’nın mezarında, üzerinde “Bekle Beni” şiirinin yazılı olduğu, çiçeğin birine iliştirilmiş bir kağıt parçası bulunur. Simonov, sevdiği kadını daha fazla bekletmeden, sadece dört yıl sonra 1979 yılında hayata veda eder.

  • Yusuf Hayaloğlu

    Nurten B. AKSOY * “Dert etme, iyiyim ben. Ara sıra mahşer, aɾa sıra yaşama hırsı.” diyen; yaşamı zorluklarla, mücadeleyle, acılarla geçmiş ve genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda etmiş; yüreği insan sevgisiyle dolu bir sanatçıyı; bir şair ve ressamı, Ahmet KAYA'nın kayınçosu, can dostunu yani Yusuf Hayaloğlu‘nu analım istedik. Kendi anlattığı yaşam öyküsü ve şiirleriyle… 1953 yılında Ovacık’ta doğar Yusuf Hayaloğlu. “Babam, annem Tunceli-Ovacık kökenli ve çok ünlü Demanan aşiretinin mensuplarıymış. Babamın askerliği sonrası ailem, hayati nedenlerle, kucaklarında altı aylık bir bebekle üç gün boyunca yürüyerek Erzincan’ın Kemaliye (Eğin) ilçesine kaçmak zorunda kalmışlar” Babanı Unutma Yavrum Bu Şarkı senin al dinle Usulca dokun sesime O minicik ellerinle Babanı unutma yavrum Yağmurlar rüzgarla barışır Yağmurlar çimenle öpüşür Belki de uçurum kavuşur Babanı unutma yavrum Bir gün tutuşup kavgaya Kalbin hırpalandığında Söküp verebilirim sana Babanı unutma yavrum Hasta iken yataklar içinde O hayın sokaklar içinde Sorgular yasaklar içinde Babanı unutma yavrum Sen benim için üzülme Bakınca suskun resmime O körpecik yüreğinle Babanı unutma yavrum Bir gün duyarsan dağlarda Ölüm haberleri radyoda Bende olabilirim orda Babanı unutma yavrum “Başlangıçta çok zorluklarla karşılaşmışlar. Annem, kullanılmayan eski bir ahırdan bozma, tek gözlü bir evde beni tek başına doğurmuş ve göbeğimi de kendi kesmiş. Geçinebilmek için babam bağlarda, bahçelerde bahçıvanlık yaparken annem, evlere temizliğe giderek çocuklarını, yani bizleri okutmaya çalışmışlar.” Kemaliye’ye yerleşen aile, dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile burada kabul görünce kendilerine bakımını yaparak oturacakları çok odalı bir konakla; dut, ceviz, erik, elma gibi bahçelerde yetişen ürünlerin bakımını yaptıktan sonra yarısı kendilerine kalacak şekilde bir iş bulurlar. İşte Kemaliye’deki bu günleri; “Bu yüzden benim çocukluğum, üç katlı eski bir konağın boş odalarında gizemli öyküler düşleyerek; ağaç dallarına kurduğum tüneklerde kitaplar okuyarak; bin bir çeşit otu, çiçeği, börtü-böceği inceleyerek geçmiştir. Doğayı tapınırcasına sevişimin, ressam ve şair oluşumun kaynağı da o yıllardan beslenmiştir belki…” diye anlatır şairimiz. “Kemaliyeliler tümüyle Türk ve Sünni olmalarına rağmen, bizim Zaza ve Alevi kökenli oluşumuzu hiç yadırgamayıp sevgiyle, hoşgörüyle bağırlarına basmış; birlikte barış içinde yaşamanın güzelliklerini öğretmişlerdir bize. Yaşamım boyunca bütün şoven anlayışlara uzak durup ayrım gözetmeksizin herkesi kucaklayan engin bir hümanizmaya ve tasavvufi bir düşünceye sahip oluşumun kaynağı da buradadır.” diye tanımlar yüreğindeki insan sevgisini Yusuf Hayaloğlu. "Buna rağmen mahalledeki ve okuldaki akranlarımın bana, başka dünyadan gelmiş biri gibi davranıp “Kürdoğlu” diye alay etmeleri karşısında sinmeden, boyun eğmeden onlarla kavga edişimin izleri de yara-bere olarak kafamda, burukluk olarak kalbimde hep kalmıştır. Haksızlığa karşı mücadele eden, kendi doğrularını savunarak savaşan yanım da o yıllarda şekillenmiş olmalı.” diye dile getirir yüreğindeki burukluğu. Hayat Nedir Anne Benim hiç sapanım olmadı anne, Ne kuşları vurdum ne de kimsenin camını kırdım… Çok uslu bir çocuk değildim ama, Seni hiç kırmadım, hep boynumu kırdım. Ben hayatım boyunca bir tek kendimi vurdum! Suskun görünsem de fırtınalı ve mağrurdum anne. Bir mızrak gibi, aynada hep dik durdum anne! Ben sana hiçbir gün laf getirmedim, leke sürmedim… Ama göğsümü çok hırpaladım, kalbimi çok yordum… Ben hayatım boyunca, en çok kendimi sordum! Benim hiç sevgilim olmadı anne, Ne bir yuva kurdum ne bir gün şansım güldü… Öpemeden bir bebeğin gidişini, tükendi gitti çağım… Kimi yürekten sevdiysem, yüreğini başkasına böldü… Bir muhabbet kuşum vardı, o da yalnızlıktan öldü. Sen beni göğsünde hep acılarla mı soğurdun anne? Yoksa evlat diye, koca bir taş mı doğurdun anne? Eziyet değilim, zahmet değilim, musibet hiç değilim Bir senin mi balına sinek kondu, söylesene! Doğurdun da beni, ne ile yoğurdun anne? Benim hiç hayalim olmadı anne… Ne seni rahat ettirdim ne kendim ettim rahat… Bir mutluluk fotoğrafı bile çektirmedi bu hayat. Kaybolmuş bir anahtar kadar sahipsizim anne… Ne omuzumda bir dost eli ne saçımda bir şefkat. Say ki yollardan akan, şu faydasız çamurdum anne… Say ki ıslanmaktım, üşümektim, say ki yağmurdum anne! Bunca yıldır gözyaşlarını, hangi denizlere sakladın? Oy ben öleyim, sen beni ne diye doğurdun anne? Yusuf Hayaloğlu, altı yaşındayken dört katlı bir binadan düşüp bacağı kırılınca aylarca yatağa mahkum olur ama ağabeyinin kitaplarından okuyup yazmayı öğrenir ve doğrudan ikinci sınıftan başlar okula. Okul birinciliğinin yanı sıra, kasabada parasız yatılı sınavını -üstelik Türkiye ikincisi- olarak kazanan ilk kişi olur. Henüz on bir yaşında; gazetenin, sinemanın, radyonun, televizyonun yer almadığı çocuk beyniyle Haydarpaşa Garı kapısında ilk defa karşılaştığı kocaman bir denizin, vapurların, martıların, muhteşem Sultanahmet ve Ayasofya silüetlerinin karşısında adeta şok geçirir. Yalnızlıkla, yatılı-parasız okumak için geldiği iki bin beş yüz kişilik Haydarpaşa Lisesi’nde tanışır ilk ve zaman içinde onu en yakın arkadaşı olarak benimser. Binlerce kitaplık okul kütüphanesini bir sığınak bilip kitaplara gömülerek hayal ufkunu alabildiğine genişletmesi de işte bu dönemde başlar. Sana Geldim Yağmurlar içinden ıslandım geldim Bir kuru deyneğe yaslandım geldim Sıcacık çorbana muhtacım inan Ölümlerden geçtim uslandım geldim Üşüdü ellerim üşüdü kalbim Yaban ellerinde taşlandım geldim Sanki cehennemdi sensizlik bana Irmaklar içinden sislendim geldim Tren yollarında islendim geldim Kalmadı hevesim kalmadı inan Yıkandım arındım süslendim geldim Sana geldim sana, kucaklar mısın? Bilmem ki yeniden bağışlar mısın? “Savaşarak direnmenin tek başına bir anlam taşımayacağını anlamam ve yaşamda var olmak için başkalarından daha başarılı olmak gerektiği bilincine ulaşmam da aynı koşulların ürünüdür şüphesiz. Bu yüzden derslerde, oyunlarda, sporda, sosyal ve sanatsal faaliyetlerde hep liderlik savaşı vermiş, geride olmayı asla kabul etmemişimdir.” diye anlatır mücadelesini. “Okul orkestrasında, tiyatrosunda, duvar gazetesinde; resim, şiir ve münazara yarışmalarında hep en önde olmakla beraber derslere olan ilgimin azalmasıyla sınıfta kalışım ve parasız yatılı hakkımı kaybedişim yaşamımdaki ilk yenilgim olarak hala içimi acıtır.” der. Bu olay üzerine ailesinin yanına dönen Hayaloğlu, Elazığ Lisesi’nde de çevre ve dönemin sosyal koşulları yüzünden başarılı olamaz; okulu terk eder. Tekrar İstanbul’a dönerek dışarıdan liseyi bitirip Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimine başlar. Bir yandan da Cağaloğlu matbaalarına grafik işleri ve bijuteri atölyelerine takı-aksesuar modelleri yapar. Ne kadar karşı olsa da, o dönemde gençlik arasında hızla yaygınlaşan sağ-sol çatışmasından uzak durması mümkün olmaz. Polisle ve copla ilk defa tanışmanın ruhunda yarattığı fırtınalar sonucu; bütün yaşamı boyunca ezenlerden nefret edip, hep ezilenlerden yana saf tutmaya yemin edişi de aynı günlere rastlar. İşte o günlerde, kendisi gibi hem okuyup hem çalışan, on yedi yaşında bir kızla evlenir henüz on dokuz yaşındayken. Bir müddet sonra ikisi de okullarını bırakıp iki odalı küçük bir evde, taksitle aldıkları eşyaların borcuyla yaşam mücadelesine başlarlar. İlk çocukları doğduktan sonra askere gider Hayaloğlu. Bornova, Burdur ve Konya 2. Ordu Karargâhı’nda ressam olarak orduya hizmetlerde bulunur. Çok önemli tatbikat planları, haritalar ve stratejik yer maketleri ellerinde şekillenir. Sonrasında yaşayacağı soruşturmalarda faydasını göreceği birçok ödül kazanır ve bunlardan dolayı hep onur duyar. Dönemin baskıcı siyasi ve sosyal yapısından bir kaçış olarak elindeki tek silaha, “sanata” sarılır. Yeniden İstanbul’a döner; yeni bir yaşam mücadelesine başlar. Hani Benim Gençliğim Hani benim gençliğim nerde Bilyelerim topacım Kiraz ağacı altında yırtılan gömleğim Çaldılar çocukluğumu habersiz. Penceresiz kaldım anne Uçurtmam tellere takıldı Hani benim gençliğim nerde. Ne varsa bu gençliği yakan Ekmek gibi aşk gibi Ne varsa güzellikten yana Bölüştüm büyümüştüm. Bu ne yaman çelişki anne Kurtlar sofrasına düştüm Hani benim gençliğim nerde. Hani benim sevincim nerde Akvaryumum kanaryam... Memleketin sokaklarında oluk oluk kanın aktığı, kardeşin kardeşi vurduğu, birilerinin kına yaktığı ve ateşin düştüğü yeri yaktığı o günlerde Toptaşı Cezaevi’nde Yılmaz Güney‘le tanışır ve ondan; “Arkadaş” olmayı, “Umut” etmeyi, “Düşman”la baş etmeyi, “Sürü” olmamayı, doğru bildiği “Yol”da tek başına yürüyüp “Bir gün Mutlaka” başarmayı öğrenir. Üç yıl boyunca Güney Filmcilik’te çalışır. Güney dergisine, senaryolarına, öykü ve romanlarına, afiş, poster ve bütün kartpostallarına; matbaalarda sabahlayarak ilk o dokunur. Ve 12 Eylül… Herkesin bir bedel ödemek zorunda olduğu günler. O da öder bedelini. Yaralansa bile eksilen yanlarını onararak, yılmayıp yıkılmayarak… Bir gün kız kardeşinin arkadaşı Ahmet Kaya ile tanışır. Bu onun yaşamında yeni bir dönüm noktası olur. Şairin kız kardeşi ile evlenen Ahmet Kaya, onun şiirlerini keşfeder. Onun yoğun ısrarları sonucunda, Kaya’nın şarkılarını yazmaya başlar Yusuf Hayaloğlu. Kasetleri birbirini takip eder, şarkıları ortalığı kasıp kavurur. On üç yıl boyunca Yorgun Demokrat’tan Adı Bahtiyar’a, Ayrılık Hediyesi’nden Kafama Sıkar Giderim’e kadar onlarca şarkıya imza atarlar birlikte. Bu arada babasını kaybeder Yusuf Hayaloğlu, eşinden, çocuklarından ayrılır ve bir başına yaşamaya başlar. Ahmet Kaya ile müzikal yolculuğu da küsüp barışmalarla devam eder. Ahmet Kaya‘nın zorunlu sürgünü ve ardından ölümü, sonrasında annesinin ölümü şairin hayatla olan tüm bağlarını koparır. Yaşadığı rahatsızlıklar ve acılar büyük tahribat yaratır ruhunda ve bedeninde. Ancak dostlarının desteğiyle yeniden ayağa kalkar. Şiir kitaplarını ve kasetlerini yayınlar. “Gözleri İntihar Mavi” kitabı kırk sekizinci baskıya ulaşarak bütün zamanların rekorunu kırar. “Kitabımla, şiirlerimi halka ulaştırmanın ve yaşamımı onlarla paylaşmanın heyecanı; bütün yaralarımı onarmasa da yeni bir üretme gücü kazandırdı bana.” diye anlatır bu dönemi şair. “Baharı görmek istiyorum. Vedalaşmak için henüz çok erken.” diyen şair ne yazık ki bütün bu başarılardan sonra, akciğer kanserine yakalanır ve 3 Mart 2009’da tedavi gördüğü hastanede çoklu organ yetmezliğinden hayata gözlerini yumar. Cenazesi Yeniköy Mezarlığında toprağa verilir. O, şiir ve şarkılarıyla hâlâ gönüllerde yaşamaya devam ediyor. * 03.03.2019, maviADA

  • BURALARDAN BİR ANNE GEÇTİ

    Nurten B. AKSOY * Anneliği Yaşayan ve Yaşatan Tüm Annelere Günümüzde “üvey anne, üvey baba, üvey evlat” kavramına toplumun bakışı hayli değişse de çocukluğumuzda okuduğumuz, dinlediğimiz ya da izlediğimiz kötü üvey anne veya üvey baba öyküleri iz bırakmıştır çoğumuzun yüreğinde. İster istemez duyduklarımızın etkisiyle onlara hep öfkeyle, önyargıyla belki de nefretle baktık yıllarca. İşte bu kötü algıyı değiştirecek sıcacık bir üvey anne-kız öyküsünü bir Anneler Gününde sizlerle paylaşmak istedim… Yüreği anne sevgisiyle dolu tüm annelerin günü kutlu olsun… **** Bizler 60’lı-70’li yılların çocukları, Kemalettin Tuğcu'nun yazdığı acıklı öykülerdeki üvey annelerin yaptıklarını okurken gözyaşları içinde hep lanetlerdik onları. Çevremizdeki üvey anneleri izler, gözlerdik merakla; çocuklarına nasıl davranıyorlar, ayırım yapıyorlar mı diye. Hep eleştirilecek bir şeyler arardık, hep kusur bulurduk o annelerde. Ben de büyürken ister istemez aynı duyguları taşıdım ve hep "zavallı çocuk" diye acıdım o çocuklara. Bir gün kendimin de bir "üvey anne" olacağını nereden bilebilirdim ki? İnsanlar genellikle evlendikten sonra anne olurken, ben daha evlendiğim gün anne olmuştum, hem de on yaşında bir çocuğun annesi. Henüz genç bir kızken öğretmen arkadaşlarımdan çocuklu-dul erkeklerle evlenenler olmuştu. Bense o zaman onları yadırgamış, belki de farkında olmadan kınamıştım. Oysa birkaç yıl sonra eşim bana evlenme teklif ettiğinde, eşinden ayrılmış dul bir adamdı. Bir kız çocuğu olduğunu söylediğinde nedendir bilmem, ağzım dilim bağlanmış, çocuğunu hiç problem etmemiştim. Evliliğimizin ilk aylarında babaannesi ile kalan ve bana “abla” diyen eşimin kızı, yani üvey kızım, bir müddet sonra bizim yanımıza yerleşti. Bu arada üç yıl arayla oğullarımız dünyaya geldi. Kızımız ilk kardeşi doğduğunda onu hayli kıskansa da zamanla kardeşlerini çok sevdi, âdeta onlara ikinci bir anne oldu, tabii onlar da ablalarını çok sevdiler. Oğullarım bana anne dedikçe kızım da farkında olmadan bana “anne” demeye başladı. Bizim ilişkimize gelince; birbirimizi tanımaya çalışırken zaman zaman hırçınlaşıp çatışsak da birbirimizi anlamaya ve sevmeye çalışıyorduk. Zaman içinde üvey kızımın benim için oğullarımdan hiçbir farkı olmadığının ayrımına vardım; ama çevremiz hatta en yakınlarımız bile hep bizi, daha doğrusu beni izliyorlardı merakla. Biz kızımla birbirimize bağlandıkça onlar aramızı açmaya çalışıyorlardı niyeyse. Liseye başladığında kızımın üstelik bir de öğretmeni olmuştum ve aynı şeyleri zaman zaman okulda da yaşamaya başlamıştık. Kızıma iyi davransam "Bak çocuğuna farklı davranıyor" diyorlardı; sert davrandığımda da "Eee, tabi üvey anne, ne olacak" deniyordu. Yani üvey anne olduğum için ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabiliyordum. Derken yıllar geçti; çocuklar büyüdü, kızım üniversiteye gitmeye başladı ve o uğursuz yıl geldi... Babamızı aniden yitirdik ve hepimiz yetim kaldık. Ama bu acı kayıp kızımla beni ve kardeşlerini daha çok bağladı birbirimize, sevgimiz daha bir çoğaldı, pekişti. Yıllar sonra kızım evlendi, anne oldu, hem de mükemmel bir anne. İki tane dünya güzeli yavrusu var şimdilerde, yani benim torunlarım. Kırk yıla yakın, geçen bu zaman diliminde aramızı açmaya çalışanlar hiç ama hiç başarılı olamadılar çok şükür. Biz artık hem anne-kız hem de çok iyi iki arkadaş ve dert ortağıyız. Şimdi ayrı şehirlerdeyiz, aramızda mesafeler var; ama ne çıkar, sevgimiz öylesine büyük ve sağlam ki... Kızımın sıkıntılı bir döneminde onu görmek için iki üç günlüğüne yanına gitmiştim. Döndükten birkaç gün sonra mailimde bulduğum, aşağıdaki mektup belki de ondan aldığım en güzel hediyeydi… Buralardan Bir Anne Geçti Hayat bazen insanı öyle dibe vuruyor ki hiçbir gücün onu bir daha yukarı çıkaramayacağına inanıyor insan. Eğer hâlâ nefes alıyorsan, öyle zamanlarda bile yaşama dair bir umudun var demektir. Benim halim işte bu umutsuzluk ve dibe vurmuşluk hali. Uzun zaman içime dönüp baktığımda hiçbir ışık, heyecan ve umut bulamadım. Bitkin, bezgin, bıkkın ve bu durumu anlatabilecek ne kadar kelime varsa hepsinin etkisi yüreğimi çevrelemiş, sıkıyordu. Hep bir kaçış ve kurtuluş yolu arıyordum; ama insan kendisinden nasıl kaçıp kurtulabilir ki? İhtiyacım olanlar; bir samimi kucaklama, sırtımın sıvazlanması, beni kendime getirecek birkaç söz, gözüme içtenlikle bakılması, yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımın silinmesi gibi şeylerdi aslında. Tüm bunlar için eşimin verdiği desteği asla göz ardı edemem. Hatta hayatımın hala sürüyor olmasının sebebi onun desteği, çocuklarımın sevgisi ve bana olan ihtiyaçlarıydı. İşte böylesi sıkıntılı günlerimde bana gelen bir büyük destek de bir annedendi. O beni doğurmadı. Sadece anne nasıl olunur, evlada neler yapılabilir iyi biliyordu ve bu bilgiyi beceriye dönüştürdü. Bana zaman ayırdı, benim için çaba harcadı. Sevgi emek ister ya hani, işte bana onu verdi. İnsanlar, “Doğuran anne ve bakan anneyi" tartışadursun, ben gerçek annenin “Anneliği hissettirebilen” olduğunu öğrendim. Beni görmeye geldiğinde birlikte geçirdiğimiz sayılı günlere rağmen, o günleri dolu dolu yaşattı bana bu anne. Birlikte geçirdiğimiz son akşamda, ona omuzlarına alsın diye bir şal verdim. O gece kullandı ve ertesi gün kaldığı odada bıraktı gitti şalı. Odayı toparlarken şalı elime alınca kokusu burnuma geldi, içime çeke çeke kokladım ben de. “İşte!” dedim, “Mis gibi anne kokuyor.” Bu kokunun bana hissettirdiği şey gerçek anneliğin ne olduğuydu. Onu bana gönderdiği için Rabbime şükürler, bana geldiği içinse o anneye teşekkürler olsun… Dilerim ki; Allah tüm annesizlerin yüreğini avutsun. Artık başladığım cümleyi tamamlayabilirim… Buralardan bir anne geçti, bana kokusu kaldı…” Kızın Elif Kaynak: “İmza: Ben” Kitabı

  • Hasretinden Prangalar Eskiten Bir Şair: Ahmed Arif

    Nurten B. AKSOY * ADİLOŞ BEBE Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü... Doğup büyüdüğü toprakları, Anadolu insanının acılı yaşamını dile getirdiği en güzel dizeleriyle tanıdık ilk Ahmed Arif'i gençlik yıllarımızda, ders kitaplarında yer almayan şiirlerini dilden dile, kulaktan kulağa mektuplardan öğrendik. Anadolu’nun şairidir Ahmed Arif; hasretin, sevdanın, dağların, umudun ve halkın şairdir. “Emekliliğimden sonra Ankara’daki mütevazı evime çekildim. Gösteriş ve gürültüden uzak durmuşumdur hep, çünkü ben Doğuluyum. Az gelişmiş değil sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuyum. 1983’te anam Arife Önal’ı kaybettim. Okumamıştı ama… Pardon, okumamış yanlış oldu, okutulmamıştı; ama şirin bir kadındı. Bir keresinde komşularıyla toplanmışlar muhabbet ediyorlar. Komşu kadınlar sürekli oğullarıyla övünüyorlarmış ‘Benim oğlum İzmir’e gitti doktor oldu, benim oğlum İstanbul’a gitti mühendis oldu, büyük oğlum Bursa’ya gitti mimar oldu.’ diye. Anam altta kalır mı, o da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti komünist oldu.’ demiş. Garip anam ne bilsin, komünistliği de doktorluk, mühendislik gibi bir meslek zannediyor.” Nasıl severim bir bilsen. Köroğlu’yu, Karayılan'ı, Meçhul Askeri… Sonra Pir Sultan’ı ve Bedrettin’i. Sonra kalem yazmaz, Bir nice sevda… Bir bilsen, Onlar beni nasıl severdi. “Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. gününde doğmuşum, Diyarbakır’da, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde. Asıl adım Ahmed Önal, öz anamın adı Sayre, Kürt’tür. İki yaşındayken kaybettim onu, kardeşimin doğumu sırasında. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife anamdır. Babam; Kerküklü Arif Hikmet, Kürt değildir. Rivayete göre, babamın büyük babası Rumeli’den göçmüş buralara. Bu üçünü de çok severim, hayatta laf söyletmem onlara.” İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu’nda, ortaokulu da Urfa’da okur. Liseyi ise yatılı olarak Afyon Lisesinde. "Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar o lisedeydi işte o yıllar. Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi ‘Seçme Şiirler Demeti’ adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için.” diye anlatır o günleri şair. Gözlerim maviliğin ruhudur. Fecirlerin tebessümü içer. Berraklığında ilah çocukları uyur Ve emer sükutu beyaz gölgeler... Ahmed Arif 1951’de tutuklanır. Çok acılar çektikten sonra serbest kalır. Fakat 1952’de yeniden tutuklanır, yargılanır. İki yıl hapis ve sekiz ay da Urfa’da kamu gözetimi altında bulundurulma cezasına çarptırılır. 1955’te tahliye olur, cezaları bittikten sonra Ankara’ya döner ama sürekli polis gözetiminde olduğundan eğitimine devam edemez, çeşitli dergilerde yazılar yazar, değişik işlerde çalışır. Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğrunda ölümlere gidip geldiğim Zulamdaki mahzun resim. Görüşmecim yeşil soğan göndermiş Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin. 1967’de Aynur Hanım ile evlenir ve 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Evladına Filinta adını koyması pek çok şeyi anlatır. Bir söyleşide şöyle anlatır sevincini “Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.” Terk etmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça… Ve ellerim kelepçede, Tütünsüz, uykusuz kaldım, Terk etmedi sevdan beni… Yıllar içinde altmış kez basılan "Hasretinden Prangalar Eskittim” Ahmed Arif’in tek kitabıdır, şöyle anlatır şair kitabının öyküsünü: “Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel, çok duygusal bir şey, artık anı olmuş. Kitabımın adını ben ‘Dört Yanım Puşt Zulası’ koymuştum, ama kardeşim buna engel oldu. Bana ‘Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok, seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.’ Düşündüm, kardeşime hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim. “Sabah gözlerimi sana açarım, akşam uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime; hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getiririm. Sana dert, sana ağırlık sana sıkıntı olurum, nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş… Hepsi. En çok da en ilk de Leylâ’sın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni… Ben cehennem çarklarından kurtuldum. Üşüyorum kapama gözlerini…” diye seslendiği Leyla Erbil'le Diyarbakır’a sürgüne gitmeden önce Ankara’da arkadaş toplantılarında tanışırlar. Leyla Erbil yirmi üç, Ahmet Arif ise yirmi yedi yaşındadır. Deli divane aşık olur Leyla'ya Ahmed Arif. Yazdığı yüzlerce mektupta anlatır bu aşkını; ama hiçbir zaman bu aşkına karşılık bulamaz. Leyla Erbil dostluk sınırını hiçbir zaman aşmaz, bu aşka karşılık vermez. Leylim – leylim dünyamızın yarısı Al yeşil bahar, Yarısı kar olanda Gene kavim kardaş, can cana düşman, Gene yedi boğum akrep, Sarı engerek, Alnımızın aklığında puşt işi zulüm Ve canım yarı geceler Çift kanat kapılarına karşı darağaçları, Mapusanede çeşme Yandan akar olanda, Gelmiş yoklamış ecel Kaburgam arasından. Yoklasın hele… Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün Seni doğuran ana… Şiirlerinde hep ezilen insandan yana olan ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yapan şair Ankara'da yalnız yaşadığı evinde 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir. Geriye “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı, çok sevdiği oğlu Filinta ve Leylasına yazdığı, sonradan kitaplaştırılan mektupları kalır. S eni anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze, Kahpe yalana. Art arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu Dışarda gürül gürül akan bir dünya… Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana… Seni bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara. Akan yıldıza. Bir kibrit çöpüne varana. Okyanusun en ıssız dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamdan, Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene, Seni anlatabilsem seni… Yokluğun, cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini…

  • Al Yalnızlığını Gel-Aziz Nesin

    Nurten Bengi AKSOY * "Hayatım süresince boyum kadar kitap yazdım ama beni sevmeyenler buna da mazeret bulup ‘onun zaten boyu kısaydı’ dediler…" Diye sitem eden Mehmet Nusret Nesin ya da bilinen adıyla Aziz Nesin… Mizah, kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok yapıtı bulunan yazarımızı ölüm yıldönümünde analım istedik. Aziz Nesin, 20 Aralık 1915’te İstanbul Heybeliada’da dünyaya gelir. Babası Abdülaziz Bey Giresun’un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Ocaktaşı köyünden göçerek İstanbul’a yerleşir ve bahçıvanlık yaparak geçimlerini sağlar. Aziz Nesin, ilk ve orta okulu İstanbul’un çeşitli okullarında okuduktan sonra 1935’te Kuleli Askeri Lisesini, 1937’de Ankara’da Harp Okulunu bitirip asteğmen olur. Son olarak 1939’da Askeri Fen Okulunu bitirir. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Bölümü’ne devam eder Bir röportajında bu eğitimin, hayatına ‘Fikri takip’ dedikleri şeyi getirdiğini ifade eder Acının Duvarı Aşılınca Kendisi çatlamadan Toprağı çatlatamaz tohum Aşmışım sınırını mutsuzluğun Ayrımsayamıyorum bile öyle mutsuzum Acısını artık duyamıyorum Ki kendim öyle bir acı olmuşum Nasıl görmezse göz kendini Kendimi arıyor bulamıyorum. Nesin, Ankara Harp Okulunu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katılır. Yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptıktan sonra üsteğmen rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye kullandığı” suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırılır. Askerlikten uzaklaştırılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasebecilik gibi işler yapar. 1945 yılında Sedat Simavi’nin çıkardığı “Yedigün” dergisine girer; daha sonra Karagöz gazetesinde de yapacağı gibi redaktörlük ve yazarlık yapar. Aynı yıllarda profesyonel olarak oyun yazarlığına ve Tan Gazetesi’nde de köşe yazarlığına başlar. 1946’da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkarırlar. Çıktığında büyük ses getiren dergi dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirir, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın hedeflediği satış rakamlarına ulaşır. Kendime Öğüt Uslanma hiç hep deli kal Büyüme sakın çocuk kal Es deli deli böyle kal Son harmanında sevdanın Tüken toz toz savrula kal Suçüstü bulmalı ölüm Ölürken de sevdalı kal… İkinci kitabı Azizname’yi 1948’de çıkarır. Taşlamalardan oluşan bu kitap yüzünden hakkında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açılır. Dört ay tutuklu olarak süren dava sonunda mahkumiyet almaz; ancak 1949 yılında İngiltere Prensesi II. Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı I. Faruk birlikte Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkûm edilir. 1952’de İstanbul’da Levent’te bir dükkân kiralar ve Oluş Kitabevini açar; 1953’te Beyoğlu’nda bir ortağıyla Paradi Fotoğraf Stüdyosunu kurar. 1954’te Akbaba dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başlar. 1955’te 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize geçen, İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkanlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanır. Dönemin iktidarı olayların bir “Komünist komplosu” olduğunu öne sürerek, aralarında Aziz Nesin’in de olduğu, sol görüşe yakın pek çok kişiyi tutuklatır. Aziz Nesin hiçbir gerekçe olmaksızın 9 ay cezaevinde yatar. Boşuna Sen yoksun Boşuna yağıyor yağmur Birlikte ıslanmayacağız ki... Boşuna bu nehir Çırpınıp pırpırlanması Kıyısında oturup göremeyeceğiz ki… Uzar uzar gider Boşuna yorulur yollar Birlikte yürüyemeyeceğiz ki… Özlemler de ayrılıklar da boşuna Öyle uzaklardayız Birlikte ağlayamayacağız ki... Seviyorum seni boşuna… Boşuna yaşıyorum Yaşamı bölüşemeyeceğiz ki… “Dolmuş” (1955); “Yeni Gazete” (1957), Akşam (1958), “Tanin” (1960), “Günaydın” (1969), Aydınlık (1993) gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan gülmece öyküleri, röportajlar ve fıkralarla Çağdaş Türk Edebiyatı’nın tanınmış ve en verimli kalemlerinden biri durumuna gelir. 1956 yılında İtalya’da yapılan ve 22 ülkenin katıldığı Uluslararası Gülmece Yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiyeyi ‘Kazan Töreni’ adlı öyküsüyle kazanır. Ertesi yıl aynı ödülü ‘Fil Hamdi’ adlı öyküsüyle ikinci kez alır. İlk ödülünü 1960 yılında devlet hazinesine bağışlar. İlk kez 1965 yılında -ancak 50 yaşındayken bu hakkı elde edebilmişti- bir pasaport alabilir. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısına davetli olarak katılır. Altı ay süren bu ilk yurt dışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan’a gider. Konser Şimdiden duyuyorum Her şey birdenbire olacak Şuramda bir kılcal damar Ya da beynimde bir sinir ucu O anda bir yerlere atılmış eski bir kemanın Yalnızlıktan gerilmiş bir teli kopacak Ya da terk edilmiş bozuk bir piyanodan Tek notalık si minörden bir ses çıkacak Karanlıkta ve yalnızken dinlemeli Bu konser modası geçmiş adamın Yaşamı boyunca sunmak isteyip de Veremediği ilk ve son konser olacak Aziz Nesin’i İstanbul’dan bir yere süreceklerdir, karakola çağırıp “Böyle böyle süreceğiz seni, nereyi istersin… İzmir’i mi Bursa’yı mı?” diye sorarlar. Nesin de “İzmir’i hiç görmedim, madem sürüyorsunuz oraya sürün” der. Sonra tebligat gelir… Bir bakar ki Bursa’ya sürülmüş. Meğer yanlışlıkla istediği yere sürmeyelim diye çağırmışlar karakola. 1972’de Nesin Vakfı’nı kuran yazarımız, vakfa her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocuğun bakım ve eğitimlerini üstlenir. Kitaplarının tüm gelirini de vakfa bırakır. 1983’te Amerika Birleşik Devletlerinde Indiana Üniversitesi’nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu 12 Eylül idaresince geri alındığı için bu toplantıya katılamaz. 1989’da Demokrasi Kurultayının toplanmasında etkin görev alır ve oluşturulan Demokrasi İzleme Komitesinin iki başkanından biri olur. Aynı yıl Sovyet Çocuk Fonunun ilk kez verilen “Tolstoy Altın Madalyası”na değer görülür. 67. Yaş Benim doğduğum gün Günler uzamaya başlar Öyle bir öleceğim ki Geceler uzamaya başlayacak Ve öyle bir öleceğim ki Günlerle gecelerden başka Hiç kimse öldüğümü anlamayacak 19 Mart 1990’da Ankara Sanat Kurumunda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas’a gider. 35 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Oteli Katliamından sağ kurtulur. Aziz Nesin, söyleşi ve imza günü için gittiği Çeşme Alaçatı’da, geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybeder. Cenazesi 7 Temmuz 1995’te vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalcadaki Nesin Vakfının bahçesine gömülür. Ardında 80 yıllık mücadele, sayısız başarı ve Nesin Vakfını bırakır. Arkadaşım Badem Ağacı Sen ağaçların aptalı Ben insanların Seni kandırır havalar Beni sevdalar Bir ılıman hava esmeye görsün Düşünmeden gelecek kara kış Açarsın çiçeklerini Bense hayra yorarım gördüğüm düşü Bir güler yüz bir tatlı söz Açarım yüreğimi hemen Yemişe durmadan çarpar seni karayel Beni kara sevda Hem de bilerek kandırıldığımızı Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza Ko desinler bize şaşkın Sonu gelmese de hiç bir aşkın Açalım yine de çiçeklerimizi Senden yanayım arkadaşım Havanı bulunca aç çiçeklerini Nasıl açıyorsam yüreğimi Belki bu kez kış olmaz Bakarsın sevdan düş olmaz Nasıl vermişsem kendimi son sevdama Vur kendini sen de bu güzel havaya... Aziz Nesin’in yakın dostu Ataol Behramoğlu anlatıyor: “Kadınları sevdiği muhakkak… Aziz Nesin, çevresindeki bütün kalabalıklara rağmen yalnız, çok yalnız bir insandı bence. Ömrünce tek aşkı, ölümsüz bir aşkı, ‘o hepimizin sevgilisidir’ dediği Yetmiş Yaşım Merhabadaki Tülsü’yü aradığına ve ömrünce içinde bir aile yuvası özlemi taşıdığına inanıyorum” der. Cimriliğin de, “çapkınlık” gibi sadece bir yakıştırma olduğuna inanan Behramoğlu, Nesin’e “cimri” diyenlere, biriktirdiği şeyleri kendisi için değil, başkaları -özellikle vakıftaki çocukları- için harcayan Nesin’in tutumluluğunu örnek almalarını önerir.

  • Unutulmaz Şarkıların Unutulmaz Öyküleri

    Nurten B. AKSOY * Şarkılar vardır neşeli, kıpır kıpır; şarkılar vardır hüzünlü, göz yaşı dolu. Bazen aşkla, bazen acıyla söylenmiş sözler ya da bestelenmiş ezgiler, bir de öyküsünü biliyorsak daha bir derinden etkiler insanı… İşte Türk Sanat Müziğinin unutulmaz şarkılarından bazılarının öyküleri... Ada sahillerinde bekliyorum Ada sahillerinde bekliyorum Her zaman yollarını gözlüyorum Yârim seni seviyor istiyorum Beni şâd et Şadiyem başın için *** Nerede o mis gibi leylaklar Sararıp solmak üzre yapraklar Bana mesken olunca topraklar Beni şâd et Şadiyem başın için Hep neşeli ortamlarda el çırparak söylenen bu türküde aslında Suat Bey ve Şadiye Hanımın hüzünlü aşkı anlatılır… Şadiye zengin bir ailenin kızıdır. Suat ise fakir bir gençtir. Kader ikisini bir yaz Ada’da buluşturur ve birbirlerine âşık olurlar. Fakat babası, kızını Suat Beye vermek istemez. Kış geldiğinde Şadiye ve ailesi Ada’dan ayrılır. Suat ise Ada’da kalır ve sahilde hep Şadiye’nin ona geleceği günü bekler. Bu arada mektuplarla haberleşmeye devam ederler. Fırtınalı bir akşam Suat bu özleme dayanamaz ve kendini denizin azgın sularına bırakır. Ertesi sabah, fırtına nedeni ile gelemeyen tekneden Suat’a bir mektup gelir, bu Şadiye’nin mektubudur. Mektupta Şadiye “Suat, babamı nihayet evlenmemize ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz.” yazıyordur. Bir Bahar Akşamı Rastladım Size Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz? *** İçimde uyanan eski bir arzu Dedi ki yıllardır aradığın bu Şimdi soruyorum büküp boynumu Daha önceleri neredeydiniz? Fuat Edip, gençliğinde rüyasında çok güzel bir kız görür ve o kıza gönlünü kaptırır. Yıllarca o kızı bulma hayaliyle yanıp tutuşur. Ailesinin baskısıyla Fuat bey istemediği bir evlilik yapar. Bir bahar akşamı Fuat Edip’in yolu, Çamlıca Kız Lisesinin önünden geçer. Okulun dağıldığı sırada şairimizin gözüne bir kız ilişir. Bu kız, yıllar önce rüyasında gördüğü kızdır. Şair, adeta donakalır, kendinden geçer. Onun bu halini fark eden öğrenci de utanarak boynunu eğer. Fuat Edip, artık yaşlanmış haliyle kıza bakar kalır, artık her şey için çok geçtir. Âdeta beyninden vurulmuş bir halde yoluna devam ederken şu mısralar dökülür dudaklarından: “Bir bahar akşamı rastladım size.” (Beste: Selâhattin Pınar) Gençliğe Veda Elveda, elveda gençliğim / elveda, ey hatıralar Elveda mesut günlerim, ümit dolu sayfalar. Yine mevsimler dönecek, yine yapraklar düşecek Giden gençliğimiz geri gelmeyecek. **** Ellerim semaya doğru yalvardım yıllarca Dursun zaman dönmesin mevsimler Tanrım, tanrım, bana ümit ver, heyhat… Elveda, elveda, elveda ah, elveda. Yıldırım Gürses bir akşam geç vakit evine dönerken sokakta yaşayan yaşlı bir adama rastlar. Üstünde kendisini ısıtacak bir giysisi bile bulunmayan bu yaşlı adam, çöplerden yaktığı ateşle ısınmaya çalışmaktadır. Yaşlı adamın yüzündeki çizgileri, o an savrulan bir çınar yaprağındaki çizgilere benzeten sanatçı, gençliğin insanın elinden nasıl da hızla kayıp gittiğini ve zamanın asla geri gelmeyecek bir kıymet olduğunu fark eder. İşte bu duygularla bu dizeleri yazar ve daha sonra da besteler. Ağlar Gezerim Sahili Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin Ayda yüzün, geceyi öpen sularda sesin Bilmek istemem, şimdi nerede, nasıl, kiminlesin Dünya gözümde değil, çünkü sen gönlümdesin Selim Aru her sabah Samatya sahilinde yürüyüşe çıkar ve bu yürüyüşler sırasında her gün karşılaştığı çok güzel bir genç kız dikkatini çeker. Önceleri tazeliğine hayran olduğu bu kız daha sonraları hayallerini süslemeye başlar şairin. Günler akıp giderken bir delikanlı belirir kızın yanında Selim Aru, bu delikanlıyı için için kıskanır, yanlarından geçerken Rumca konuştuklarını ve kızın adının Eleni olduğunu öğrenir, Selim Aru buna rağmen her gün kızı görebilmek için sahildeki yürüyüşlerine devam eder ama bir süre sonra Eleni görünmez. Bir gün, bir hafta, bir ay… Aynı şekilde kızı görebilmek için sahile gider ama nafile, artık o güzel kız yoktur. (Beste: Alâeddin Yavaşça) Ben Gamlı Hazan Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit geç Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç Şarkının bestecisi Melahat Pars, söz yazarı Sıtkı Angınbaş’tan musîki dersleri almaktadır. Birlikte geçirdikleri vakitler arttıkça Melahat Hanım’ın gönlü Sıtkı Bey’e doğru engellenemez biçimde kayar. Bir müddet sonra hocası bu ilginin farkına varır; ancak aralarında büyük yaş farkı vardır ve bu aşkın imkansızlığını daha sonra Melahat Pars’ın bestelediği dizelerle dile getirir Sıtkı Bey… Unutturamaz Seni Hiçbir Şey Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem Bir sisli hazan kesilir ruhum eğer görmezsem Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem Müzehher Özerinç ile Ekrem Güyer Ankara Radyosu’nda çalışırken tanışırlar. Arkadaşlıkları önce aşka, sonra da evliliğe dönüşür. Ekrem Güyer bir gün udunun tellerine vururken sadece sevdiği kadını düşünür ve onun için bu besteyi hazırlar. Unutmadım Seni Ben Unutmadım seni ben unutmadım, Her zaman kalbimdesin Aylar, yıllar geçti, söyle sen nerdesin Anlaşıldı, sen geri dönülmeyen yerdesin Unutmadım, unutamadım seni ben, Her zaman bendesin Müzehher Güyer ve Ekrem Güyer’in birlikteliği ne yazık ki çok uzun sürmez, geçirdiği mide kanaması sonunda Ekrem Güyer hayata gözlerini yumar. Müzehher oğlu Metin ile yalnız kalmıştır. Ayaklarının üstünde durmaya çalışır ama sevdiği eşini unutamaz. Günlerden bir gün Müzehher Hanım radyo evinin koridorunda elinde bir kâğıtla beklerken bestekâr Şekip Ayhan Özışık ile karşılaşır. Konuşurlar, elindeki kâğıtta o unutulmayan ve unutulmayacak aşkının güftesi vardır… Bir Kendi Gibi Zâlimi Sevmiş Bir kendi gibi zâlimi sevmiş yanıyormuş Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş Kalbim gibi feryâd ediyor sızlanıyormuş Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş Üç evlilik yaşayan ve bu evliliklerinde hiç mutlu olmayan Lemi Atlı, üçüncü eşinin kendisini terk edip gitmesinden sonra çok acı çeker ve eşinin evlendiği kişi ile mutlu olmadığını duyunca da bu şarkıyı besteler… Nereden Sevdim O Zâlim Kadını Nereden sevdim o zâlim kadını Bana zehretti hayatın tadını Sormayın söylemem asla adını Bana zehretti hayatın tadını Bir bahar akşamı İstanbul Kuşdili çayırında Hafız Burhan konserinde rastlaştılar Selahattin Pınar ile tiyatro sanatçısı Afife Jale. İkisi de 25 yaşındadır, çok severler birbirlerini ve evlenirler. Ancak Afife, önceleri tedavi olmak için başladığı morfine alışmıştır, bu kötü alışkanlığından kurtulması için çok mücadele ederler ama olmaz… Afife’nin ısrarı ile ayrılırlar sonunda ve ikisi için de kötü günler başlar. Afife Jale 39 yaşında yoksul ve kimsesiz hayata veda ederken Selahattin Pınar da acılar içinde yaşayacaktır. Aylar geçiyor Aylar geçiyor sen bana hâlâ geleceksin Yetmez mi bu hasret daha yıllarca mı sürsün Hülyalarımın membaı bir taze çiçeksin Bekletme yazıktır, sen de solar sen de çürürsün Atıfet Hanım, Taksim’de bulunan Panorama Gazinosu’nda kadınlar matinesine gider. O gün Selâhattin Pınar da tambur ile Münir Nurettin Selçuk‘a eşlik etmektedir. Selâhattin Pınar, Atıfet Hanım ile göz göze gelir ve hayran olur… Üstat, yıldırım aşka tutulmuş olacak ki Atıfet hanıma hemen o gün evlenme teklif eder. Arkadaşlıklarının ilerlemesine rağmen, Selâhattin Pınar’ın 37, Atıfet Hanımın ise 19 yaşında olması nedeniyle, kızın ailesi evlenmelerine razı olmaz. Bunun üzerine Selâhattin Pınar, kendi yöntemine başvurur ve Burhan Bey’in şiirini Rast makamında besteleyerek Atıfet Hanım’a gönderir. Bu şarkıyı dinleyen Atıfet Hanım, bohçasını topladığı gibi Selâhattin Pınar’a kaçar. Evlenirler ve Selâhattin Pınar ölene kadar beraber yaşarlar. Kimseyi Böyle Perişan Etme Kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter. Uyku tutmaz, bir ümit yok, gelmiyor hiçbir haber Ağlamaktan gözlerim etrafı artık görmüyor Hazreti Yakup’a döndürdü beni hükmü kader 1970’li yıllar, devrin en popüler ruh doktoru Rahmi Duman’ın 15 yaşındaki oğlu, 12 Mart olayına neden olan karışık günlerde yasa dışı bir örgüt tarafından fidye için kaçırılır. O dönemin oldukça hatırı sayılır miktarı olan 250 bin lira ister kaçıranlar. Rahmi Duman parayı zorlukla denkleştirir ve fidyeyi öder, oğlunu kurtarır. Oğlunun rehin tutulduğu günlerde bir baba olarak yaşadığı kaygı ve acıyı ifade ettiği güfteyi bestekâr Alâeddin Yavaşça’ya bestelemesi için verir ve ortaya bu eser çıkar. Bir babanın evlat sevgisini, hasretini ve acısını çok dokunaklı anlatan bir şarkı çıkar ortaya… Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın, Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı; Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın Aşk ve ayrılık denince akla ilk gelen şairlerdendir Ümit Yaşar Oğuzcan. Melankoli dolu ruhu ve bunları satırlara döktüğü şiirleriyle tanınan Oğuzcan’ın şiirlerinde, aslında yaşadıklarının etkisi çok büyüktür. Çünkü Oğuzcan, 24 kez intihar etmeye teşebbüs edecek kadar karamsar bir ruh haline sahiptir. Baba Oğuzcan’ın bu hayatı büyük oğlu Vedat Oğuzcan’ı olumsuz yönde etkiler. Babasının hayata bakış açısı, Vedat Oğuzcan’ın da aklında “intihar” fikrini dolaştırır. Babasının başarısız intihar girişimlerinin aksine, Vedat Oğuzcan ilk girişiminde Galata Kulesi’nden atlar ve 17 yaşında hayatını kaybeder. Hayatını şiirlerine yansıtan yazar da bu acısını yine dizelere dökerek yenmeye çalışır. (Beste: Münir Nurettin Selçuk) Körfezdeki Dalgın Suya Bir Bak Göreceksin Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde Mehtâb iri güller ve senin en güzel aksin Velhasıl o rûya duruyor yerli yerinde Yahya Kemal, Nazım Hikmet‘in annesi ressam Celile Hanımla büyük aşk yaşamış; ancak hem Nazım’ın karşı çıkması hem de şairin evlenmek istememesi nedeniyle Celile Hanım, Yahya Kemal’i ve İstanbul’u terk ederek Avrupa’ya gitmiştir. Şairin bu dizeleri Celile Hanımın hasretiyle yazdığı söylenir… (Beste: Osman Nihat Akın) Olmaz İlaç Sine-i Sad Pâreme Olmaz ilaç sine-i sad pâreme Çare bulunmaz bilirim yâreme Baksa tabibân-ı cihan çâreme Çâre bulunmaz bilirim yâreme Kastediyor tîr-i müjen canıma Gözleri en son girecek kanıma Şerh edemem halimi canânıma Çare bulunmaz bilirim yâreme Çok iyi bir müzik adamı olan Hacı Arif Bey, padişah Abdülmecit zamanında saraydaki cariyelere müzik dersi vermektedir. Cariyelerden Zülf-i Nigâr isimli Çerkez güzeline gönlünü kaptırır ve dedikoduların ayyuka çıkması üzerine padişahın fermanıyla evlenirler. İlk çocuklarının doğumundan sonra ağır bir hastalığa yakalanan karısının acısıyla da bu şarkıyı besteler Hacı Arif Bey, daha niceleri gibi… Makber Her yer karanlık pür nûr o mevki mağrip mi yoksa makber mi ya Râb Ya habgâh-ı dilber mi ya Râb Rüya değil bu, ayniyle vâki Kabri çiçekten bir türbe olmuş Dönmüş o türbe bir hacle-gâhe Bir hacle-gâhe dönmüşse türben Aç koynunu aç mâşukanım ben Makber Abdülhâk Hamit’in ilk eşinin ölümünün ardından yazdığı mersiye tarzındaki şiirinin adıdır. Bu şarkının sözleri ise yine Abdülhâk Hamit’in yazdığı bir oyundan alıntıdır. Abdülhâk Hamit, verem olan ilk eşi Fatma Hanımın Bombay’da görevliyken hastalığının artması üzerine İstanbul’a dönmek üzere yola çıkar; ama eşi kurtulamaz ve Beyrut’ta ölür, eşini orada toprağa veren şair yasa boğulur. Altı ay boyunca karanlık bir bodrum katında yaşar, altı ay sonra o bodrum katından çıktığında Gülhane Parkı’na gidip ahaliye “Makber” şiirini okur… Şiiri dinleyenler susar kalır ve gözyaşlarına boğulur. Fotoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • Şiirimizin Uç Beyi

    *İLHAN BERK Nurten B. AKSOY * Şiirleri ve yaşantısı ile şiirin en ucunda duran, anlamı tamamen şiirden atan ve Behçet Necatigil’in deyişiyle “Şiirimizin Uç Beyi” bir şairi, İlhan Berk’i anlatacağız yaşam öyküsü ve şiirleriyle… “Duru göllere” benzettiği annesi İlhan Berk için çok önemlidir, ona göre “anne demek hayat demektir” ve annesiz hayatı düşünemez. Babasını ise “çok döllü, kaba” olarak tanımlar, babasını çok hatırlamadığını söyler. Ama aynı zamanda çocukluk demek “baba” demektir onun için. Yani İlhan Berk’in hatırlayabildiği bir çocukluğu da hiç olmamıştır; “babam olmadı, ben baba nedir bilmiyorum demek yerine çocukluğum olmadı benim” der. Orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamlayan şairimizin şiire ilk ilgisi ortaokul yıllarında başlar. Aşık olduğu bir kıza şiirler yazar sürekli. O sıralarda bir yandan da dergileri takip eder ve Muhit Dergisi’nde yayınlanan Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirine hayran olur ve şiirden çok etkilenir. Öğrencilik yıllarında bol bol kitaplığa gider ve okur, okur, okur… Bir Kıyı Kahvesinde Adaçaylarımızı söylemiş miydik? Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu. Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara Yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu Öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik. Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu. Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları, Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup Denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük Bir boşluk bırakıp sonra da arkasında Kalktı. Biz işte o zaman gördük onu Ve çekilen denizi. O zaman çıktık kendimizden. Dışarıda bir dilim ekmek gibiydi g ök İhan Berk, ilk şiirlerini 1935 yılında Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış'ta yayımlamaya başlar. 19 yaşındayken “Güneşi Yakanların Selâmı” adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde “hece vezni” kullanır ve o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşır hep. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulunu ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli şehirlerde öğretmenlik yapmaya başlar. Ama kafasında iyi bir öğretmen olup olmadığına dair soru işaretleri vardır sürekli. Genelde de iyi bir öğretmen olmadığını düşünür ve istifa eder. 1940’lara doğru Yeni Edebiyat anlayışı içinde yer alır. Uyanı, Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazar yıllar boyu. Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biri olan İlhan Berk, sürekli yatak değiştirerek, ama kendi kurallarına hep bağlı kalarak şiirini günümüze kadar eskitmeden getirmeyi başarmış bir şairdir. 1956 yılından itibaren on üç yıl boyunca Ankara’da Ziraat Bankasının Yayın Bürosu’nda çevirmenlik yapar ve modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound’un şiirlerini çevirerek kitaplaştırır. Bundan sonra kendini tamamen yazıya verir. “Kül” adlı kitabıyla 1979 yılında Türk Dil Kurumu ve “İstanbul” kitabı ile de 1980 yılında Behçet Necatigil Şiir Ödüllerini kazanır. Güneşi Yakanların Selâmı Bir zevk duyulmaz oldu, buranın rüzgarlarından Hayat soldu bir günün enginlerinde yine. Selam! Sonsuzların yorgun gönüllerine Selam: Güneşi içen çocukların diyarından! … Bir ateş yakalım ki geçmesin hatta bir an Ve sussun kurtlar, kuşlar bir gök gürültüsüyle; Bir ateş yakalım ki tutuşsun gökler bile Ve güneş içilsin o gün, kızıl çanaklardan! … Varsın eskisin sesim, kaybetsin ahengini Geceler kıskanmasın aydınlığa süsünü. Donatsın sonsuzluklar gibi gurubun rengini Söylesin ve uzaklar baharın türküsünü… Neler neler beklenmez nihayetsiz bir yerden Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden. Selam! Sonsuzluklara, hasretli gönüllerden, Selam, güneşi, göğü yakanlar bahçesinden! … Ressamca şiir yazar, şairce resim yapar İlhan Berk… Resimleri sorulduğunda; “Benim tavrım bir ressam tavrı değil, bir şair tavrı. Şiirle bir ilgi kurmaya kalkarsak, şiir gibi bir ‘anlık’tan söz etmeliyim: Bir yaprak düşer gibi düşer bir dize bende; resim de öyle” der… Hayatında şiirle resim hep iç içedir, buna bağlı olarak da şiirlerinde sadece anlam değil, sözcükler ve harflerle oluşturduğu görselliğin de peşinde koşmuştur sanatçı. Yaşamını şiire adayan İlhan Berk, on dokuz yaşında başladığı şiir hayatını ve yazarak doldurduğu yaşamını büyük bir usta olarak doksan yaşında tamamlamış 2008 yılı Ağustos ayında Bodrum’da yaşama veda etmiştir. Ayhan Bozkurt’un anılarından dinleyelim şairimizi: “İlhan Berk Seyyah”. Ben böyle demeyi tercih ederim Türkçe şiirin bu büyük ustasının ismini. Sokağa adımını atar atmaz şiir başlardı onun için. Nesnelerin dünyasından şiir çıkarırdı. Sadece nesnelerin demeyelim, canlıların, bitkilerin dünyasını da ekleyelim. Bir seyyahtı o… Bir şiir değil, birçok şiir çıkarırdı gördüğü nesnelerden. Bakın bir şiirinde şöyle diyor: “Bak­tım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu suyu biraz öne çektim” Yağmurlu bir sabah Bodrumdaki evinde buluştuk… “Hoş geldin” dedi gökyüzüne bakarak; “yağmur getirdin gelirken…” Sohbetimize başlamadan önce beni çalışma odasına oturttu: “Sana yarım saat zaman, ben çıkıyorum, ne yaparsan yap” dedi ve çıktı odadan. Oturdum masaya, yeni bir şiire başlıyor olacak, yazılı kağıtlar duruyordu. Bir de “Dün dağlarda dolaştım evde yoktum” isimli kitabı. İlhan Berk, resim yapardı. Abartmıyorum masanın üzerinde belki de yüzlerce kara kalem çizgi çalışmaları duruyordu. Bir sanatçının çalışma odası ne kadar enteresan olur, bilemem ama İlhan Berk’in odası şiir gibiydi… Yarım saat sonra çıktım odadan. Salonda beni bekliyordu. “Hazır mısın?” dedi. Ben oturacağımızı düşünürken o, dışarı çıkacağımızı söyledi. Çıktık. Yürümeye başladık. Bodrum’un yüksek yerlerinde yürüyoruz. Dinlenme yok, ben sorumu soruyorum, o yanıtlıyor. Şiir ve şairi konuşuyoruz… Cehennemden bahsediyor, acılardan söz ediyor. İçimde Bodrum’un, denizin, doğanın kokusu var. O, acıları ve kahrı anlatıyor. Yorulmuşum yürümekten… Söze giriyorum, espri olsun, bir parça gülümseyelim istiyorum. “Biz de…” diyorum, yürüdüğümüzü kastederek “Şey gibi oldu, dün dağlarda dolaştım evde yoktum hesabı olduk.” Üstüne gülüyorum bir de… O an sessizliği fark ediyorum. Ortam buz gibi oluyor. “Ben espri olsun diye…” Sözüm yarım kalıyor. “Seni saygıya davet ediyorum!” diyor sert bir ses tonuyla, “Saygısızlık etme.” Susuyorum, gözlerim doluyor… Bir süre sessizce yürüyoruz. Yağmur çok az yağıyor artık. “Yağmur dinmek üzere” diyor; “şuradaki kafeye oturalım.” Peki, diyorum, oturalım… Zaten sırılsıklam olmuşum ağlamaktan… 29.08.2020 maviADA Sayfasında ziyaretçi; 162, beğeni 7 , yorum 0, İnternette : 296 ziyaretçi

bottom of page