top of page

Arama Sonucu

"" için 3749 öge bulundu

  • Senin Kadar Yürekli Olmak İsterdim

    Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına, ’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de... Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek ve bunu hoyratça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak... Senin kadar yürekli olmayı isterdim. Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz. İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu, ’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün. Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok... Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Kurduğun ülkende görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın? Kırıldın mı? İnsanı kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin onları? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gitmendeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile birlikte ordu salındı üstüne. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak... Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil. Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın? Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını… Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun; düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin? Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanımın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin. Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar, dört yanın engeldi. Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar. Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün, genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar yeni Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri "kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır," diye anlattın. Korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı... Sendeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı... Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, dehşete düşüyorum insanlığımdan... Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı... Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Su geri akmaz, tarih de… Ölüm mü? İnsanın naçiz vücudu aklı, onur ve belleği hiç mi yenilmez? Yenilir elbet, ama hatt-ı müdafada yenilse de, sath-ı müdafada ölümsüzdür. *

  • Zeki SARIHAN

    KONUK YAZAR Uzun yıllardır maviADA'da yazan Zeki SARIHAN'IN tüm yazılarını görmek için resme tıklayın

  • maviGÜNLÜK

    24.sayı GÜNLÜK " ... Önümüzdeki günlerde etkinliklerimiz var, herkesi bekleriz. Kalabalık çoğu zaman gürültüdür, işlevdir önemli, bilmiyor değiliz, gönlünüz yoksa gelmeyin, ama uzaktan kalabalık, iktidardır. Siz anlarsınız. ... Nöbete kalmış fenerler gibiyiz, hep buralardayız, YAZa da bekleriz. … Ve kuşkusuz yaşam, ne DÜN ne YARIN değil, sadece ANdır, değeri bilinmeli; yazıktır, bir dahakini görmeyenlerimiz bile olacağını düşünüp BAHARa hakkını vermeyi unutmayın. Elbette can sizin, BAHARda… Bizimki laf ı güzaf... HEPSİNİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

  • Aşk Doğarken

    -Emir Murathan’a- durmaz hiçbir annenin sancısı renkli bir yerçekimidir elimize düşen sen ne güzel bir emirsin oğul, tanrıdan gelen dudakları ceylan sürüsü, koşturan nehir terli rüzgârları ağırlıyor saçları kıvır kıvır orada şiirin doğduğu ova yeşildir benim umudum, oğlum bir kasımpatı nasıl da kokusunu sarılmış tanrının bir melek gamzesini düşürmüş aklına bu yüzden gülümseme sokağı diyorum, geçtiğim bütün isimsiz boşluklara oğlum ve karım, iki kanatlı pencere nefes alma zamanı eski bir anının panjur desenli evlerin yıllanmış yüzü elmasa can veriyor işte oğlum ve karım rüzgârımı gıdıklıyor elleri, bir esintidir sormayın meyvesisin uzak dağlarda sonsuz bir ağacın oğul yanı başımda biten ürkek bir papatyadır senin annen kırları sürmeyi öğrendim bu yüzden yüzüme alnımı papatyalara soyundurmayı ağzını okşamayı son Nisan sabahının oğul, ilk kez annem öpmüştü beni kalbimden şimdi de aşk doğarken annen sen ne güzel bir emirsin oğul, şiire düşen. * 30 Nisan 2012 (Oğlumun doğduğu gün) * maviADA basılı DERGİLERİ 2012 / 2013 SAYILARI

  • SEN…

    Sen gülerken, gamzelerin oluşur. Gözlerin gözlerime değer, kalbime akar gülüşün, yeşille mor, sarı ile kırmızı karışır birbirine, güller açar, sözcükler bal kıvamında damla damla süzülür dudaklarından, sahile ulaşan dalgalar gibi savrulur saçların, sen gülerken kumsalda belirir yüzün, ve bilirsin ki, “iyi insan gülüşünü sevdiğimiz kişidir” Sen severken, anlam kazanır duruşun, bakışın bir başka güzeli yansıtır. “Sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir.” Bunun için her şey sana doğru akar, suların alçağa aktığı gibi… Sen severken, umarsız olursun, ama “gerçek aşk iki yalnızlığı değiş tokuş etme çabasından başka bir şey değildir.” Onun için “sen severken kendimi kutsal deli gibi görürüm,” Ve bilirsin ki; “sevmek, bir yüzdeki çizgileri, bir yanağın rengini görüp heyecanlanmaktan daha ciddi ve daha önemli bir şeydir.” Sen düşünürken, kuşlar bile susar, ırmaklar nehirlere nehirler çağlayanlara fısıldar hüzünlü duruşunu, sen düşünürken güzelsin, bahar sonbahara anlatır sarı saçlı halini, kuzular dağ yamaçlarında öylece kalırlar, dere tepe düz giden ne varsa mıh gibi çakılır olduğu yerde, tahammül edilemez hiçbir sese, söze ve saza, Ve bilirsin ki, “düşünceler kelimelere döküldükleri zaman ölürler” Sen uyurken, gece sessizliği sarar sarmalar tüm bedenimi, gece mavisi gözlerine, gözlerin uyku harmanına dönüşür, rüyaların en uzunu, gecelerin en kısası ile buluşur, sen uyurken, “bir tren sisleri yara yara geceyi çizer raylara, ve bilirsin ki “İnsanlar uyanıkken yalnızca bir tek dünyayı paylaşırlar. Ama uyudukları zaman her birinin kendi özel dünyası olur” Sen okurken, aldığın haz gerçek okuma ihtiyacını anlatır. Zenginler fakirlerin yanında daha çok fark ederler kendi durumlarını. Sen okurken hakikat belirir ufukta. Okumak yaşamaktır, kültürdür, bağımsızlıktır, felsefedir, güçtür. Ve bilirsin ki “İnsanoğlu… kendi kendisini okuyan bir “kitap”tır. Sen Yazarken, farklısın. İnsan düşünür, okur, ama yazamaz. Bir öncekini bir sonrakine aktarmaktır yazmak. Her hece bir damla, her kelime bir ırmak, her cümle bir nehir, her kitap ise bir deryadır. Sen yazarken insan yürür, tarih yürür, kültür yürür. Sen yazarken aşk yürür, özlem yürür, sevgi yürür. Ve bilirsin ki “yürümek için baston ne ise, düşünce için kalem de odur.” Sen bakarken, saklanır her şey, çıkmaz sokaklara dolaşır insanlar, börtü böcek ne varsa kaçışır, ruhun aynasıdır bakışlar, sen bakarken tüm kimliğin bir gölge gibi serilir yol üzerine, derinlikler anlamsız kalır yanında, sen bakarken görmenin hiç önemi kalmaz, “bakma bana, bakıyorlar çünkü bakışıyor muyuz diye, tutmalıyız kendimizi bize baktıklarında. Gel, kendimizi tutalım, ne zaman bakmazlarsa o zaman bakışalım” ve bilirsin ki; “bir aşığı en mutlu eden şey ilk bakıştır.” Sen yaşarken, gülersin, seversin, düşünürsün, uyursun, okursun, yazarsın, bakarsın ve konuşursun… bilirisin ki ;”yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” ve “yaşam bir anlamda mutlak güncelliktir.” “suyun yüzeyinde kalabilmektir” “sonsuz olmak ister insan, çünkü yaşam onun tam tersidir.” Ve bilirsin ki; “düşünmek için yaşamayız, tersine; hayatta kalabilmek için düşünürüz” ve SEN bilirsin ki “yaşam kökten yalnızlıktır” * daha fazlasını görmek için maviADA MÜZEyi görün *

  • Unutmak Üzerine

    “Ey unutuş! kapat artık pencereni, Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; Çıkmaz artık sular altından o dünya. Bir duman yükselir gibidir kederden Macerası çoktan bitmiş o şeylerden. Amansız gecenle yayıl dört yanıma Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.” (Ahmet Muhip Dıranas- Olvido’dan) “Unutma Bahçesi”ndeydim günler boyunca. İnsan, bir şeyleri unutmak istediğinde başarısızlığa mahkum oluyor; anılar canlanıyor beyninin kıvrımlarında. Bilinçli bir unutma yaşantısının hiç olamayacağı, bunun olanaksızlığı gerçeği, yoluma serildi okudukça. Satırları işaretledim Latife Tekin’in ‘Unutma Bahçesi’nde birer işaret taşı gibi. Düşündüm, notlar aldım. Sayfalar arasındaki unutulmaz sözlerden biri şöyle: “ Bir şeyi hatırladığın anda diğer bütün şeyleri unutmuş olursun…Her şey aklındayken neyi anımsayacaksın?” Unutmak da anımsamak da insanın düşünce süreçleriyle ilgili gerçekler değil mi? Yıllar boyu, unutmayı istediğim birçok yaşantım oldu benim de. Ama istemekle hiçbir şey başaramadığının, hepsinin boş bir çaba olduğunun ayrımına varıyor insan. Bilgisayardaki unutma-silme sistemi beynimizde de olsaydı... Bir tuşa basar basmaz silinenler gibi, unutmak istediklerimiz de belleğimizden silinip gitseydi küçük bir dokunuşla. Fakat unutmak, istemli bir eylem değil ki… Karanlıkların içinden bilincin aydınlığına süzülenler, rahat bırakmıyor insanı. Gece uykusunda, gündüz düşüncelerinde oklarını batırıyor anılar. Belleği kanatan yaşantıların açtıkları oyuk kapanmıyor; her an duruyor orada. Sessiz, kıpırtısız bekliyor kazınanlar. Başka düşünceler, yaşantılar, yönelimler bu anıların üzerini kalın bir sis bulutuyla örtüyor. Yıllar geçtikçe göz gözü görmez oluyor. Işıklar giderek azalıyor. Bir ses, koku, görüntü ya da bir sözle şimşekler çakıyor birdenbire. Kalın sis perdesi, çağrışımların kapısından süzülen anımsama ışıklarına karşı koyamıyor. Aydınlığa kavuşunca, tüm gerçekliğini gösteriyor yaşanmışlıklar. Bir “unutma bahçesi”ne, adaya, mekana, düşünceye, uğraşıya, herhangi bir kavram veya eyleme sığınınca insan; anılardan, belleğin baskısından kurtulduğunu düşünür. Bir yanılsamadır bu. Kaçışın olanaksızlığıdır yaşadığı. Belleğin içinden anılar dökülür kucağına, “ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” la, hüzünle kalıverir öylece. Bence, unutmak ya da anımsamak için insan kendini zorlamamalı; yaşam ırmağının akışına, belleğin bilgeliğine bırakmalı yaşadıklarını. Stefan Zweig günlüklerini tutarken, “Eski günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.” diyor. Bunu duyumsamak ve ayrımsamak, insan için çok zorlu bir kabullenişi de beraberinde getirmiyor mu? Bellek, içinden zamanın sessizce geçtiği bir ayna gibi. Belleğe bilgeliği veren zaman, giderek sırlarını döker o aynanın. Puslanır, bulanır bir şeyler. Yıllar geçtikçe yaşlanan belleğin unutma eğilimi artar doğal olarak. En uzak anıların görünebildiği halde en yakın yaşantıların belleğin aynasına düşmediği de olur. Unutmak… Anımsamak isteyip de donuk bir aynaya bakıp kalmak… Kendi yüzünü bile görememek o aynada. Zorlu, umarsız bir insanlık durumu… Belki de bir tragedya… Unutmak eğilimi, bireysel acıların, keder yüklü anıların unutulması anlamında, bir rahatlık verebiliyor insana. Olvido’nun dizelerinde şair, unutuşun kendisini gamlardan kurtarmasını istiyor. Bazen düşünüyorum; kederle gölgeli anılar, bellekten silinip bilinçaltının karanlığına mı düşüyor? Derinlerde karanlığın soluğu mu yankılanıyor? Kara gölgeler, insanın iç çalkantılarında yüzeye çıkıp birer karabasan adası mı oluşturuyor o bilinmez denizlerin içinde? Karabasan adalarında kalmak, ürpertici ve ürkütücü; uykuda bile olsa. En düşündürücü konulardan biri de toplumsal belleğin zayıflığı.Yaşananları gözden geçirmeyen, hatalarını sürekli yineleyen bir toplum içinde yaşamak, insanın içindeki çalkantıları giderek çoğaltıyor. Belleksiz toplumda bir aydın olmanın bedeli de ağır oluyor. Umutsuzluk, aydın yüreklerin kıyısına dalga dalga vuruyor, sarsıntılar şiddetleniyor. Yıllar önce, kalabalıkların üzerine yağmur gibi yağan kurşunları, kanayan ve kanatılan gençlikleri, kaçışları, yürek yangınlarını… Bir kuşağın yok edilme planlarını… Toplumsal şiddeti… Aydınların birer birer ortadan kaldırılışını… Temmuz ateşinde kül edilmek istenen sanatçıları… Ve süregelen acıları… Bugün, acımasız savaşın dumanlarında boğulan küçücük yaşamları… Yoksulluğu… açlığı… kirlenen dünyayı… Emeğin değerini… Unutmamak gerek. Yaşam doğruluyor bunları unutmamak gerektiğini. Anımsayarak güçlenmenin kilit noktası burası işte. Giderek yoğunlaşıp güçlenen bu noktada, anımsamak, üst düzeydeki bilinçle yeniden anlamlandıracak yaşamın içindeki süreçleri. Unutmak / anımsamak sarmalında bambaşka bir bakışın, yepyeni bir bilincin aydınlığında bireysel ve toplumsal umuda yol almaya başlayacağız. Karabasan adaları kaybolup gidecek böylece. * daha fazlası için maviADA DERGİSİ MÜZE önerilir. *

  • AHMET MUHİP DIRANAS

    BİR SENTEZ ŞAİRİ: AHMET MUHİP DIRANAS ‘‘ Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir; İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı Hatırlar bir gün camı açtığını, Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu, Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı... Bütün bunlar aşkın güzelliyledir.’’ (Olvido’dan.) İKLİMLERDEN ŞARKILAR GETİREN ŞAİR Ahmet Muhip Dıranas, ünlü ‘Serenad’ adlı şiirinde şöyle der: Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak Ben aşkımla bahar getirdim sana; Tozlu yollarından geçtiğim uzak İklimden şarkılar getirdim sana. Gerçekten de Dıranas, şiir serüveni boyunca bize uzak iklimden şarkılar getirir. Bunun nedeni, ‘poetik evi’nin mimarisidir. Bu evin iki kapısı vardır. İlki batı’daki, batıya açık olan kapısıdır ki, en çok ilk şiirlerinde batıdan gelen şiir meltemlerinin etkisine rastlarız. İkinci kapı ise doğu’da olandır. Bununla birlikte bu kapıdan giren meltemler, batıdakiler kadar güçlü değildir. ‘‘Ne demek istiyorsun?’’ dediğinizi duyar gibiyim. Açıklayayım: Dıranas’ın yayımlanan ilk şiiri, ‘‘Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay’’ adıyla Milli Mecmua’da çıkan ‘‘Bir Kadına’’ adlı şiiridir (15 Eylül 1926). Dranas o zaman daha on yedi yaşındadır ve ilk ve son şiir kitabı olan ‘Şiirler’in çıkmasına yaklaşık yarım asır vardır! Ancak daha o zamandan şiirinin yüreğini oluşturacak bir alanı keşfetmiştir: Fransız şiirini... Fransız şiiriyle tanışan Dıranas, kendi şiir iklimini yaratacak şarkıları, işte bu uzaklardan getirir. Hece kadar dizenin önemini kavrayarak, dizenin işçiliğine soyunan ilk şairlerimizden biri olur böylece... Ancak ilk şiirlerinde bilhassa Baudelaire etkisindeki Dıranas, Baudelaire şiirindeki duygusallığı almış, bunu izlenimciliğe taşımış; ancak yoğunluğu ve derinliği bazen unutmuştur! Garip şiir akımının, akına dönmesine daha yirmi yıl vardır. Hece şiirinin son kuşağına dahil edebileceğimiz Dıranas, o zamandan farklı bir yol izlemeye başlamıştır. Hececiler arasında, çağdaş Batı şiirine en yakın duran, poetik evi’nin kapılarını batıya en fazla açan şair Dıranas’tır! Ancak Nâzım Hikmet’in toplumcu şiirinin karşısında yer alan Dıranas şiiri, yer yer aşırı bireyseldir. Nâzım’ın gerçekçi şiiri karşısında, onun şiir dünyası daha çok aldatıcı bir düş dünyasının pırıltılarını taşır. Kokular, renkler, tatlar her ne kadar farklı olsa da bazen yapay kalır. Bazense fazlaca karmaşık, hatalı benzetmeleri dikkat çeker. Örneğin Yağma’da ‘Akan suda kuş gibi gemilerde’, ‘Bir sevi vaktinin bile havasında/ Yok artık o mahrem örtüsü aşkın’ gibi dizeler ya da Ben ve O’da ‘Su içmek inekler içen çeşmelerden’, ‘Yıldızlarda tanrı gülse gerek’ gibi dizeler böyledir... Hecenin kalıplarını genişleterek yeni bir sesin ardına düşen, Fransız şiirinden de etkilenen, içe dönük, maneviyatçı, bireysel şiirlerin başarılı şairi Necip Fazıl Kısakürek’le Dıranas’ın bu yönlerden akrabalığı vardır diyebiliriz... Şiirinin ilk yıllarında etkisinde kaldığı Baudelaire ise bilin bakalım kimden etkilenmiştir? Tabiî ki ABD’li Edgar Allan Poe’dan! Her tür etki ve değişik rengi kendi şiir anlayışı içinde yoğuran Fransız şiiri, aslında bir ‘sentez’dir. İşte Dıranas belki de bilmeden ABD’ye, şiir kitabı olsa da sonradan korku öyküleriyle ünlenecek olan Poe’ya kadar uzanır! Böyle bir sentezi, kendi şiirsel kimliği ile birleştirdiğinden dolayı bir anda ayrılır diğer şairlerden... Dıranas’ın hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar, ilk yıllarla ilgili bakın neler söylüyor: ‘‘Ahmet Muhip Dıranas mısra zevkinin büyük bir yer tuttuğu sensuel ve taze bir lyrisme’le şiire başladı. Baudelaire’le Verlaine’in ışık tuttuğu bir yolda kendisine asıl şahsiyetini bulduracak iklimler aradı. Ağrı dağı için yazdığı büyük manzumede belki de asıl istediği şeye, geniş dile ve aydınlığa kavuştu. Türk şiirinde daima tesirini göreceğimiz modern resim bu şaire ilhamında yardım eder.’’ (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 116) Dıranas, Türk şiirinin evine girerken ‘‘geçiyorum mevsim gibi kapından’’ diyerek seslenir böylece!... UNUTUŞUN TUNÇ KAPISINI ZORLAYAN OLVİDO Akşam gazetesinin 21.5.1936 tarihli sayısını elimize alırsak bir yazı görürüz. Yazının bir bölümü şöyledir: ‘‘Türkçe şiirde ne hecelerin sayısını, ne de uzunluk kısalıklarını ele alarak bu dile uygun bir ahenk temin edilemez bence. Türkçede yukarıda söylediğim gibi, ahenk bakımından, kelimeler vardır. Ve şiirin mimarisi kelime denen bu çeşit çeşit taşlarla kurulmalıdır. Aruz yalnız hecenin uzunluğunu, kısalığını ele alır. Hece hesabı hecenin sayısını sayar. Yani birisi dildeki Acem ve Arap tesirlerine dayanır, öbürü ise dilin kaynağını, bilhassa bunu, göz önünde tutar. Bu bakımdan her iki vezin de tek taraflıdır. Hatta bundan dolayı bugün hece vezniyle yazan şairler, bu tek taraflılıktan kurtulmak için aruz vezninin kısa ve uzun heceye dayanan ahenk unsurundan da, hece vezni çerçevesi içinde, istifadeye mecbur kalıyorlar. Halbuki işi olduğu gibi görmek lazımdır. Şiiri basit bir melodiden, mürekkep bir armoniye yükseltmek için, gerek sayı, gerek uzunluk bakımından heceyi değil, birer vahdet halinde kelimeyi ele almak icap ediyor, bence. Bu bakımdan yapılacak denemelerin çok faydalı olacağını sanıyorum...’’ Bu açıklamaları yazan isime baktığımızda Orhan Selim’i, yani Nâzım Hikmet’i görürüz! Şimdi gazeteyi katlayıp, Dıranas’ın şiirlerine dönelim. Dıranas heceye verdiği önemi, kelime seçimiyle sentezler. Bu sentezlerin çok başarılı olduğunu Olvido, Fahriye Abla, Köpük, Selam gibi şiirlerde görürüz. Bu şiirlerin tümünde anıların, hatıraların tema olarak işlenmesi de ilgi çekicidir. Bu nedenle Dıranas bir bakıma ‘anı’ şairidir de... Afşar Timuçin’e göre: ‘‘Geçmişe göndermeler yaparken bile tarihi olmayan bir şiirdir Dıranas’ın şiiri: Bilinçli belirlemelerden çok anlık izlenimlerden örülmüştür. Tarihselliği olmadığı için ancak yarattığı hava yönünden ilgi çeker. Süslüdür, oyalayıcıdır, alıp götürmeyi bilir, bu arada içtenliksiz görünümler ortaya koysa da bizimle bağını koparmaz. Bireycidir, toplumsallığı yoktur, insanı dünyada kendi gözüyle görür ve kendi başına bırakır. İnsanı tartışmaz da savunmaz da. Uzun arayışlarla dışlaştırılmış olsa da ilginç izlenimler baskındır onda. Hemen yazılmış, kendiliğinden yazılmış, uzun şiir çabaları içinde estetikleşmiş bir bilincin ürünü gibi durmaz bu şiirler. Her şey yoğun bir ciddilikte olur geçer’’. (Yeni Şiirimizin Kısa Romanı, Bulut Yayınları, 2003) Bence ilginç izlenimleri, bireysel duyguları anlatmada başarılıdır Dıranas. Ancak bazı şiirleri de başarısızdır. Birçok şiirinde aynı sözcükler yer alır. Bir dizeyi tek sözcükle oluşturduğu ve vurguladığı şeyi yok ettiği şiirleri vardır. Ayrılık’da bir dizeyi ‘ ‘ayrılsam, ayrılsam, ayrılsam’’, Bitmez tükenmez can sıkıntısı’nda ‘‘aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...’’ şeklinde yazar. Düşünce zoruyla yazıldığını hissettiren, boş söz üreten şiirlerde vardır bu tür dizeler... Bunun nedeni bu şiirlerin parça parça yazılması, yeni hece kalıpları için zorlanması, heyecansız olmasıdır kanımca. Dıranas, hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayınlamıştır. Dize ustalığına giden bir yolun ilk ustaları diyebileceğimiz, kendinden önceki kuşaktan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’den de etkilenmiştir. Kar, Köpük, Her Şeyin Uzaklaştığı Saat, Ayaklar gibi şiirler buna örnektir. Ancak bir Olvido örneği vardır ki, bu şiirdeki ustalık Yahya Kemal’in şiirlerinden çok daha iyi olduğu gibi, Türk şiirinin de en iyi örneklerinden birini oluşturur!... Olvido, on ikilik hece düzeniyle yazılmıştır. Şiir, Dıranas’ın bazı şiirlerinde görülen soğukluktan ve kuruluktan uzaktır. Yazımın başına koyduğum bölümü oldukça felsefidir. Şiirdeki yedi bölüm, yedili dize yapısıyla oluşturulmuştur. Anıların ve yaşlılığın akşamının karşısına; hüznü çoğaltan, ilk gençliği hatırlatan sabahı koyar. Ancak anlatılanla anlatımdaki sağlamlık ve orijinallik, onu mükemmel kılar. Dıranas bu şiirindeki yalın lirizmi, çok başarılı sözcük seçimleri, dengeli biçim ustalığıyla şiirimize yeni bir ses ve tonlama zenginliği kazandırmıştır: Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar Unutuşun o tunç kapısını zorlar Ve ruh, atılan oklarla delik deşik; İşte, doğduğun eski evdesin birden, Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven Susmuş ninnililerle gıcırdıyor beşik Ve cümle yetikler, mağluplar, mahzunlar... SENTEZCİ, ZENGİN ŞİİR ZEMİNİ ‘‘Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. (...) Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, ekalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmaktır. Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunurlar. Onlar yeni bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur.’’ (Garip, 1941) Dıranas, Orhan Veli’nin söylediği gibi bir dönüm noktasında değildir. Ancak Dıranas, yeniliği yıkmak ya da aşırılıkta aramamıştır. Onun şiirlerinde daha çok mısra mükemmelliği, sözcüklerin İkinci Yeni’nin temelini oluşturacak şekilde sözlük dışı kullanımı söz konusudur. Dıranas, mısra güzelliği ile kompozisyon mükemmelliğini ön plana almıştır. Şiirlerindeki temaları yalın ama hassas, zaman zaman hüzünlü bir eda ile bir oya gibi işlemiştir. Daha çok ilk şiirlerinde Baudelaire’nin sembolizminden etkilenmiş ama sonraki dönemlerde senteze başarıyla ulaşmıştır. Ataol Behramoğlu’nun da belirttiği gibi, ‘‘Dıranas, şiirindeki klasik biçim ve söyleyiş özelliklerine karşın, bazıları kendi buluşu olan sözcükleri kullanmaktan çekinmeyecek kadar deneyci denilebilecek bir dil tutumuna sahiptir.’’ (Son Yüzyıl Büyük Türk Antolojisi, Sosyal Yayıncılık, 2001). Gerçekten de bazı şiirleri büyük bir ustalıkla oluşturulmuştur. Bu şiirler, yapılarındaki kurgusal ve anlatımsal sağlamlık, zengin ve lirik sözcük seçimindeki özen, geçmiş deneylerden yararlanarak yeni bir deney ve dil oluşturmaları bakımından benzersizdir diyebiliriz. Olvido, Fahriye Abla, Serenad, Köpük, Hatıra adlı şiirlerin unutulmazlık mührünü yemesinde, Dıranas’ın sentezci, zengin şiir zemini vardır. Bakın, bu zemin hakkında ne diyor Turgut Uyar: ‘‘Ahmed Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, divan ve bütün Fransız şiiri, malzemesi ile Ahmet Muhip’e bir zemin olmuştur. Ahmet Muhip büyük bir ustalık ve incelikle, geçmişlerin deneylerinden yararlanır. Bütün bildiklerini ustaca –sezgiyle- düzene koyar ve yanılmadan yapar şiirini.’’ (Bir Şiirden, Ada Yayınları, 1983). Turgut Uyar’ın ‘‘şiirimizde bir rastlantı. Mutlu bir rastlantı’’ dediği Dıranas, bütün bu şiir alanını ‘özümseyip’ kurduğu şiir dünyasıyla, Türk şiiri içindeki zirvelerden biridir. BÜYÜK RÜZGÂRLARI SEVEN ŞAİRİN KANATLARI Dıranas, Hecenin Beş Şairi olarak anılan şairlerin başlattığı Beş Hececiler şiir akımı ile Garip şiir akımı arasında yer almıştır. Baudelaire’in şiirlerini okuyup anlamak için Fransızca öğrendiğini söyleyen şair, bu şairden başarılı çeviriler de yapmıştır. Şiirindeki temalarda insana ait bireysel konuları ince bir duyarlılıkla işleyen Dıranas, en çok dil ve üsluba ağırlık vermiştir. Arasında yer aldığı iki şiir akımını ve Doğu-Batı şiirini özümsemiş, konuşma dilinin olanaklarından yararlanarak Türkçe’ye yeni bir ses kazandırmıştır diyebiliriz. Bu konuda şunları söyler Dıranas: ‘‘Ben daima batılı olmak istedim. Ama şu ya da bu, belli bir şairin etkisi altında saymam kendimi. Birkaç parçacık belki Baudelaire. Kabul ettim. Ama bütün halinde onun dışındayım. Ama Batılıyım.Ve özümleme sözcüğü yerinde. Bununla birlikte Doğulu şiirin tarafımdan itilmiş olmadığı da gözden kaçmamalı...’’ (Milliyet Sanat dergisi, 16 Ağustos 1974). Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday’ın Garip akımından sonra unutulmaya başlayan hece şiiri ve hece şairleri arasında geçerliliğini ve önemini yitirmeyen, sonradan yüceltilen tek şair olmuştur. Zaman zaman şiiri üzerinde çok uğraştığı için ‘eserinin plastikleşmesi’ de söz konusudur. Seyrek olarak da, şiirlerinde özenle yarattığı dizelere yakışmayacak sözcük seçimleri vardır. Hatalı söz öbekleri, benzetmeler görürüz. Örneğin Serenad’ta hem ‘iklim’ hem de ‘mevsim’ sözcüğü geçer. Yağma adlı şiirinde peş peşe gelen iki dizede ‘ürker’ ve ‘kork’ sözcükleri yer alır. Fahriye Abla’da ‘tek’ ve ‘bir’ sözcükleri aynı dizede kullanılmıştır! Ancak bu yanlışlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde daha fazla vardır. Üstelik Dıranas, Beyatlı kadar titiz olmasına rağmen, ondan daha cesur davranarak şiirlerini hayattayken bir kitap halinde toparlamıştır! Ankara Erkek Lisesi’ndeki hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafız Çamlıbel’dir. Bu hocalardan Tanpınar, Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta şöyle der: ‘‘Geçen gün Boğaz’daydım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime ‘yarabbim dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda tıpkı benim on-on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?’ Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda dönerim.’’ (Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, YKY, 1997)* Dıranas’ın da ‘işte ebediyet bu!’ dedirtecek şiirlerinden biri Fahriye Abla’dır. Güçlü esinini, sağlam bir dil yetkinliğini hissettiren; geçmiş zamanı anlatırken yarattığı sinematografik görüntünün ve anılardaki duyarlılığın işlenmesiyle parlayan bir şiirdir. Dıranas’ın bizi somut gerçekliğin dünyasına götürdüğü, yaşanmışı hissettirdiği ender şiirlerinden biridir Fahriye Abla: Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar Kapanırdı daha gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen! Hülyasındaki geniş aydınlığı gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla! Ömer Bedrettin Uşaklı, Kemalettin Kamu, ve hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi milletvekili seçilemese de, bu şiiriyle ‘şiirseverlerin vekili’ seçildiği açıktır! Büyük Olsun adlı şiirinde ‘‘Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun’’ diyen Dıranas, kendinden bir iki kuşak sonraki şairlerde bile, uzun süreli etkili olmuştur. Çünkü yarattığı şiirin kanatları uzun ve güçlüdür! Orhan Veli (Garip öncesi), Cahit Sıtkı Tarancı, Metin Altıok, Eray Canberk, Oktay Rifat, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu, Haydar Ergülen, Turgay Kantürk gibi şairlerin şiirlerinde az ya da çok Dıranas’ın etkisi, özümsenmiş olarak görülüyor diyebiliriz... Dıranas’ın yalnız Olvido adlı şiiri bile bir anıt gibi durarak, Türk şiiri içinde büyük bir rüzgâr estirmeye yetiyor bence!... Ya sizce? ÿ

  • Zülfü LİVANELİ

    maviADA Dergisinde 2008-2012 arası yer alan Zülfü LİVANELİ'nin yazılarını görmek için TIKLAYIN

  • Bir Kaza Destanı

    *** * maviADA BAHAR 2008 maviMÜZE'yi mutlaka görün, sizin de bir hikayeniz olabilir. *

bottom of page