top of page

Arama Sonucu

"" için 3735 öge bulundu

  • Çay Kaşığı Sesiyle Uyanmak

    Lise yıllarım. Okul evimizin hemen yanında. Zil çaldığında evden çıksam derse yetişirim, o kadar. O zamanlar nedense herkes yattıktan sonra geçirdiğim saatler en güzeli benim için, tv yok, telefon yok, ipad, iphone yok... Okuldan gelir gelmez ödevlerin başına oturulurdu bizim evde. Annem olsun olmasın bu böyleydi. Ödevler akşam yemeğinden önce biterdi . Yemekten sonra annemin iş yerinden çocuklar okusun diye getirdiği gazete sayfaları paylaşılırdı. Sonra tekrar ders, sonra kitap. Sonra gece yarılarına kadar mektup yazılırdı. Sıra arkadaşıma sayfalarca mektup yazar içimi dökerdim. Emelciğimi daha on sekiz yaşına girmeden çok kötü bir trafik kazasına kurban verene kadar sürdü bu. Okulda pek fazla konuşamazdık, çünkü teneffüsler kısaydı, okul kalabalık, sınıf altmış kişiydi. Dersler zor; hocalar, bir sınıfa doluşmuş altmış kızı kontrol edebilmek için olmalı, çok katı ve acımasızdı. En güzel çare mektup yazmaktı. Geceleri içimden dolup gelen, kimseyle paylaşamadığım hislerimi, dertlerimi Emel'e yazardım, o da bana yazardı. Tek mektup arkadaşım o değildi üstelik, o zamanlar pen-pal denilen programla dünyanın bilmediğimiz yerlerindeki gençlerle de mektuplaşırdık. Koleje değil de devlet lisesine giden bizler için İngilizce mektup yazmak hayaldi tabii. Ama komşularda İngilizcesi iyi olan abla ve abiler olurdu onlar yardım ederlerdi bir şekilde. Uzaktaki kuzenlerime, teyzeme, dayıma halama, arkadaşlarıma da yazardım. Mektupları yazıp, okuduğum kitabı da kapattığımda saat gece yarılarını geçmiş olurdu. Eski Ankara evinin ikinci katındaki oturma odasındaki yattığım sedir, giderek yana yatan evin eğimine uymak için odanın en dibindeydi, ışıkları söndürüp yattığımda kardeşim zaten çoktan uyumuş olurdu. Karşımdaki küçük pencereden mahallenin tek ışık kaynağı sokak lambasının ışıkları süzülürdü. O ara sokaklardaki pencerelerden görünen ufacık gökyüzüne yıldızlar uğramazdı. Ankara seması havasındaki is kadar kara dururdu. Sokak lambasından gelen cılız ışınlara bakıp hayal kurardım. Çok önemli çok mühim biri olacaktım ya mucit ya kaşif, ya ses sanatçısı ya doktor, ya da tiyatrocu; hepsini olmak istiyordum. Hayallerim beni sonunda uyuturdu ama hemen sabah olurdu. Benden saatler önce yatıp uyumuş küçük kardeşim, annesinin ilk sevecen "kalk benim güzel oğlum" nidasıyla yataktan zıplamış, yüzünü yıkamış, giyinmiş, annesinin dibinde şakıyarak kahvaltı sofrasının hazırlığına yardım ediyor olurdu. Ama annenim her iki dakikada bir "kızım kaaaaaaaaaalkkkkkk" nidaları beni yerimden kıpırdatmaz, bilakis yeni bir rüyaya başlatırdı. Yatak mıknatıs ben demir tozuydum sanki, yatağa yapıştıkça yapışır, annemin nidalarıyla bir saniyeliğine uyanan bilincim okula gitmemek için neden bulmaya çalışırdı. Ama okula mutlaka gidilecekti, uykusuz beynimin hezeyanlarıydı onlar. Annemin kardeşime "git ablanı uyandır" dediğini duyar, yorganın altında kurbanını bekleyen leopar misali gerilir bana yaklaşmaya zaten cesaret edemeyecek kardeşimi yarı uyanık bilinçle beklerdim. O ablasını tanırdı, gelmezdi zaten. Annenim çığlıkları dinmeye yüz tuttuğunda bilinçaltım bilincimi uyandırmaya başlardı, sona iyice yaklaştığımı anlardım, ama hala bedenimin yapıştığı yerden kalkacak gücü olmazdı. Beni yataktan kaldıracak gücün damarlarımda akan kanın çay rengi olmasına borçlu olduğumu işte o zaman anlamıştım. Ne anne korkusu, ne çalacak okul zilinin korkusu, ne sıfırcı matematik hocamızın korkusu… çaydanlığın kokusuydu beni yerimden boşalmış yay gibi zıplatan. Hayatımda duyduğum en güzel, en mutlu ses: çayın hazır olduğunu müjdeleyen, bardağın içindeki şekeri eritmeye çalışan kaşığın sesiydi. Gözlerim yarı açık masayı süzerdim, hep de iki çay bardağı olurdu masada, ikisi de dolu olurdu. Üstümden kaçan geceliğim, sabaha kadar yorgan ve yastıkla edilen kavga sonucu iyice karışan saçlarımla orada durur hüzünle sofraya bakardım. "Gene unuttunuz beni, değil mi?"

  • Salem Büyücüleri

    TARİH DEĞİŞMEZ, SADECE GİYSİ DOLABI ÇOK ZENGİNDİR ... Büyü ve büyücülük insanlık tarihinin çok eski dönemlerine kadar gider. Doğa karşısında kendini âciz ve eksik hisseden insanoğlu, gizli güçlerle kendi arasında bağlantı kurabilecek birtakım aracılara ihtiyaç duymuştur. Bu aracılarda olağanüstü yetenekler bulunduğu varsayımından yola çıkarak, büyücülerden, insanüstü davranışlar beklemiştir. Tektanrılı dinlere geçildiği zaman bu inançlar ortadan kalkmamış, sözgelimi, Hıristiyanlığın bütün yasaklamalarına rağmen büyücülük ve boş inançlar toplumlar içinde gizli gizli yaşamlarını sürdürmüştür. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, erkek ve kadın büyücüler, büyü törenleri yapar, insanlara veya hayvanlara nazar değdirirler. Eskiçağ törenlerinin bir devamı olan ve şabbat adı verilen cumartesi gece yarısı toplantıları kırlarda yapılırdı; bu toplantılar sırasında, gece yarısından şafak sökünceye kadar şarkılar ve danslarla şeytan yardıma çağrılırdı. Kaygı uyandırıcı biçimde çoğalan ve kilisenin iktidarını tehlikeye düşüren bu gibi uygulamalar karşısında, hıristiyan büyükleri ve kilise şiddetle tepki gösterdi. Mahkemeler kuruldu. Engizisyon ortalığı kasıp kavurdu. Fransa'da, 100 000'i aşkın büyücü kadın, komşularının ihbarı üzerine, yakalanıp işkence edildikten sonra diri diri yakıldı. Avrupa'da ortalığı kırıp geçiren bu büyücüleri temizleme uygulaması, sonradan Kuzey Amerika sömürgelerine de sıçradı. Salem bunların en dehşet verici örneklerinden biridir. Bu moda, ancak XVII. yy.ın sonunda hafifledi ve önü alınabildi. İslam inancında da büyü yasaktır, ama insanların özel hayatlarını düzenlemede çaresiz kalınca bu yönteme başvurdukları görüldü. Günümüzde de dini inançlarla karıştırılarak yaşar. * 1692’de Amerika... Devletin ortaya çıkmasına daha çok var. Gelenlerin bir çoğu da zaten Avrupa'daki baskıcı devletlerden kaçıp gelmiş, öyle bir talepleri yok. Kırk ülkeden türlü köklerden, hepsi değişik beklentilerle dünyanın dört yanından gelenler koloniler halinde yaşıyor... Ortada bilinen kurumlarıyla ne devlet var, ne de hukuk. Hoş geldikleri yerlerde de yok. Avrupa din ve mezhep savaşlarıyla çalkalanıyor yolunu bulmaya çalışan su gibi kargaşadan kargaşaya sürükleniyor. Wstphalia Antlaşmasıyla Otuz Yıl savaşları biteli 40 yıl olsa da Avrupa yeni düzeni henüz olduramamıştır. Kutsal Roma Germen imparatorluğunun parçalanmış ve Alman prensleri bağımsız hale gelmişlerdir. Böylece Avrupa kıtasında güç dengesi tamamen değişmiş , İspanya Avrupa’daki üstünlüğünü kaybederken, Fransa en güçlü devlet haline gelmiş ve İsveç Baltık Denizi Bölgesinde hakimiyetini kurmuştur. Bununla beraber, daha önceki uluslararası toplantılar dinsel nitelikteyken, Westphalia devlet, savaş ve iktidar sorunlarının tartışıldığı laik bir konferans olmuş ve toplantılar sırasında Papalık temsilcisi dinlenilmediği gibi antlaşma metni Papaya imzalattırılmamıştır. Dolayısıyla, kilisenin politik gücü iyice sınırlandırılmış ve Avrupa kıtasında kendi kanunlarına göre davranan, kendi milli politik ve ekonomik menfaatlerini gözeten, ittifaklar kuran ve bozan modern bağımsız devletler oluşmuştur. Bugünkü anlamda devletlerin oluşturduğu uluslar arası sistem Wstphalia Antlaşmasının sonucudur. Avrupa'da grip görülse koloniler zatürre oluyordu. Amerika'da Massachusetts’in Salem Village kasabasında bir grub genç kız, Batı Hint Adaları’ndan gelmiş bir kölenin anlattığı masalları dinledikten sonra garip baygınlık nöbetleri geçirmeye başlar. Sorgulandıklarında, birkaç kadını büyücü olmakla ve kendilerine eziyet yapmakla suçlarlar. Kasaba halkı olayı dehşetle fakat şaşırmadan karşılar; çünkü, XVII. yüzyılda Amerika’da ve Avrupa’da büyücülüğe olan inanç çok yaygındır. Dedik ya " Otuz Yıl Savaşları" biteli kırk yıl olmuştur. Bunu izleyen gelişme, her ne kadar Amerikan tarihinde görülen münferit bir olay ise de, Püriten New England’ın toplumsal ve ruhsal dünyasına bir pencere açtı. Kasaba yetkilileri büyücülük suçlamalarını dinlemek için bir mahkeme kurdular ve Bridget Bishop adında bir meyhane sahibini hemen mahkum ve idam ettiler. Bir ay içerisinde beş kadın daha mahkum edildi ve asıldı. Yine de, tanıkların sanıkları ruh ya da hayalet biçiminde gördüklerini anlatmalarına mahkeme tarafından izin verildiği için, halkın duygusal bunalımı giderek arttı. Doğal olarak, bu gibi “hayaletlere ilişkin kanıtlar”ın gerçekliği saptanamadığı ve bu konuda tarafsız bir sorgulama yapılamadığı için çok tehlikeli bir durum ortaya çıkıyordu. 1692 sonbaharına kadar, aralarında erkeklerin de bulunduğu 20 kurban daha idam edildi ve kasabanın bazı en önemli hemşehrileri de dahil olmak üzere 100’den fazla kişi hapse atıldı. Aşırı duygusal tepkilerin Salem Village sınırlarını aşma tehdidi ortaya çıktığı için kolonideki tüm din adamları yargılamalara son verilmesi çağrısında bulundular. Koloni valisi bu çağrıya uyarak mahkemeyi dağıttı. Hapiste bulunanlar da ya aklandılar ya da cezaları ertelendi. Salem Village’deki büyücülük duruşmaları, Amerikalıları uzun süre büyüledi. Ruhsal açıdan bakıldığında, tarihçilerin çoğu, büyücülüğün varlığı konusundaki gerçek inanç nedeniyle 1692’de Salem kasabasında toplumun bir tür isteri nöbetine tutulduğunu kabul etmektedirler. Onlara göre, genç kızlardan bazıları rol yapmış bulunsalar bile, sorumluluk sahibi olması gereken yetişkinler de bu çılgınlığa kapılmışlardır. Suçlananların ve suçlayanların kişilikleri daha yakından incelenirse, daha aydınlatıcı sonular elde edilmektedir. O günlerde kolonici New England’da çoğunlukla olduğu gibi, Salem Village de tarıma bağlı ve Püriten egemenliği altındaki bir toplumdan, ticaret ağırlıklı ve daha laik bir topluma yönelik bir ekonomik ve siyasal dönüşüm içindeydi. Suçlayanların pek çoğunun, çiftliklere ve kiliseye bağlı geleneksel yaşam biçiminin temsilcileri olmalarına karşın, suçlanan büyücüler, giderek gelişen dükkan sahibi ve tüccar sınıfının üyeleriydiler. Salem’de, eski geleneksel grublarla daha yeni tüccar sınıfının, toplumsal ve siyasal gücü ele geçirmek için yürüttükleri gizli savaş, Amerikan tarihi boyunca toplumlar arasında tekrarlandı; fakat, toplumun üyeleri arasında, şeytanın evlerinde başıboş dolaştığı inancı yaygınlaştığı zaman, bu çatışma garip ve öldürücü boyutlara erişti. Salem’deki büyücülük duruşmaları, aynı zamanda, çarpıcı ama yalan suçlamalarda bulunmanın ölümcül sonuçlarını gösteren bir örnek oluşturmaktadır. Gerçekten de, siyasal tartışmalarda çok sayıda insana karşı yalan suçlamalarda bulunulmasına takılan ad “büyücü avı”dır.

  • Demokrasi ve Kişisel İktidar

    Bugün büyük sermaye, çokuluslu şirketler, Yeni Dünya Düzeni’nin aktörleri emekçilere hak vermek gibi bir dert taşımıyorsa hiç kuşkusuz bundaki paylardan biri savaşla, krizle beslenen liberal anlayış ve merkez soldaki arayıştır. 1929 bunalımında ortaya sürülen Keynesyen sosyal politikalar, emekçilere ufak tefek haklar vererek fordist kitle tüketiminin devamını sağlayan kapitalizmin krizden çıkış için bulduğu bir çözüm, kapitalist sistemin kriz dönemindeki bir aşamaydı. Sosyal refah devleti dediğimiz türden yaklaşımlar geçici bir liberal politika aracı olmaktan öte bir şey değildi. Günümüzde Post-Fordist üretime geçen kapitalist üretim ekonomisi çok uluslu şirketler kanalıyla geniş coğrafyaya yayılarak emeğin gücünü parçalamış, dağıtmıştır. Emek niteliksizleştirilmiş ve ucuzlaştırılmış, örgütlü emeğin gücünü ise yok etmeye çalışmaktadır. Merkez sol ve işbirliği ise burjuvaziye karşı zafer kazanılacağını sanmak safdilliği idi. Birkaç fırsatçının, çıkarcının ekmeğine yağ sürmekten öte yapılanların tekrarını denemekten başka bir işe yaramayan fasit dairedir. Emekçi hakimiyetinin bir biçimi olan halk demokrasisini yozlaştırmakta oportünist revizyonizminin katkısı ve işlevi açıktı: Burjuva toplumunun temellerini sağlamlaştırmak ve sürekli kılmak… Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi oportünizmin bilimsel sosyalizmi tahrif etmede başvurduğu yöntemleri ülkemizde etraflıca ilk ele alan 1968 önderlerinden Mahir Çayan’dı (Kesintisiz Devrim 1-2-3 tezleri). Çayan oportünistlerin başvurdukları başlıca iki yöntemi şöyle açıklıyordu: Ya marksist sözleri çarpıtmak ya da Marksist-Leninist tezleri zaman değişti diyerek yanlış yorumlayarak revize etmek. Türkiye Devrimci Hareketi’nin mirasını baz almayan ve proletaryanın konumuyla sınıfsal çelişkilerini görememek düzen solunun yanılgısıydı. Dünya savaşı öncesi kapitalizmin dünyayı getirdiği nokta ortadaydı. Hatırlayalım. Fransız şirketleri Fransa halkının varını yoğunu Almanya’nın tröstlerine peşkeş çekmişti. Bu tröstler Hitlerin hizmetine koşmakta hamarat davrandılar. Öte yandan Fransız burjuvaları işçi sınıfını sol burjuvazinin yedeğine aldılar ve kullandılar. Sol oylara gözünü diken Fransız burjuvazisi sosyalist Millerand’a hükümette yer vermiş ancak Millerrand’ın işçilerle ilgili hiçbir önerisini dikkate almamıştı. İşçilerin burjuvazi tarafından kullanılması ve Millerandcılık sosyalist enternasyonalde büyük tartışmalara yol açmıştır. Fransız şirketlerinin ve Alman parababalarının desteklediği Hitler’in ilk hedefi komünistlerdi. Sonra da sosyal demokratlar oldu. Jacques Duclos’un 1962’de yayımlanan “L’avenir De La Democratie (Demokrasinin Geleceği)”ndeki deyişiyle (Kerem Kurtgözü 1987’de Demokrasi ve Kişisel İktidar adıyla çevirmiş): “Tarih, ömürleri boyunca devrimden sözetmiş, ama onunla karşı karşıya kalınca da sırt çevirmiş olan sosyal demokratları hiç unutmayacaktır”. Alman demokratlar daha ileri görüşlü olmayınca faşizmden ve Hitler’in yaltakçılığını yapanlar kazandı. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un sonunu ise Alman sosyal demokratlarının tutuculuğu hazırlamıştır. Eğer sosyal demokratlar burjuvazi ile işbirliği yapmasaydı Almanya ve Dünya faşizm belasına bulaşmayacaktı. Kapitalizmin özgürlük savına karşılık kapitalist düşünür Sismondi 1815’te kapitalist düzenin çelişkilerini dile getirmiştir. Serbest rekabetin, denge ve koşullarda eşitlik yaratmamış, servetin belli ellerde toplanmasına, tekellerin ortaya çıkmasına, bunun sonucunda aşırı tüketime, bunalımlara yol açtığını itiraf etmiştir. 1789 Fransız İhtilali feodaliteye karşı emekçi halkla birlikte düzenlenmesine karşılık, ihtilal sonrası emekçi kitleler kenara itilip burjuva sınıfı yanında feodalitede ezilen köylülerin durumuna sokulmuştu. Oysa Fransız İhtilalinden yüz yıl önce İngiltere’de ortaya çıkan devrim monarşinin sınırlandırılmasına dönük burjuvaziyle küçük toprak sahiplerinin işbirliği ile gerçekleşmişti. İngiliz İşçi Partisi’nin sosyal demokrat lideri Blair’in sendikaları çağdaş olmamakla suçlayan ve monarşiye destek veren tutumunun ne kadar gerici olduğu görüldü. Sınıf mücadelesini inkar eden ama solculuktan sözeden dünün Fransız solcularının bugünün Avrupalı ırkçı “yeni sol”cularından farkı yoktu. Lenin, “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ederler?” adlı kitabında başta Çernişevski olmak üzere bütün devrimciler için halk köylülerdi demektedir. Toprağı işleyen, toprağın gerçek sahibi köylüler… Onlar Rus proleteryasının öncülüğünde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi’nin önemini kavrayamamışlar, kapitalist devletlerin eşitsiz gelişmesi ve emperyalistler arası rekabet koşullarında, emperyalist zincirin en zayıf halkasını koparmak olanağını daha sonra bundan doğacak tüm sonuçlarla birlikte farketmiş ve Marksizmi zenginleştirmiş olan Lenin’in gözüpekliğini anlayamamışlardır. 1917 Ekim Devrimi’ne kadar Rusya’da verilen mücadele, toprağa sahip olmayan köylüler dışındaki sınıftan toprağı almak ve toprağı gerçek sahibine yani toprağı işleyene, köylülere geri vermekti. Sosyalizme ve işçi sınıfına dünya mücadeleler tarihindeki yerini veren Marx’tan sonra, pratik duruşunu iade eden de Lenin’in düşünceleri olmuştur. Ülkemizdeki duruma gelince… Türkiye’nin merkez solcu demokratları da gerici oportünizmin tuzağına düşmüşlerdir. İrili ufaklı birçok sosyal demokrat olarak kendini tanımlayan oluşum kuyrukçusu oldukları burjuva düzen partilerinin arkasından nal toplamaktadır. Bunlar taklit ettiklerini itiraf etmekten kaçınmayan oluşumlardır. Halen çeşitli arayışlar içinde bulunan Deniz Baykal şöyle diyor; “CHP, 3.dünya solcusu konumunda değildir. Liberal ve serbest Pazar ekonomisinden yanayız. Biz çağdaş, ekonomik bir sosyal partiyiz. İngiltere’yi Hollanda’yı, Fransa’yı sosyal demokrat başbakanlar yönetmiyor mu?” Deniz Baykal 8 Eylül tarihli Milliyet gazetesinde sosyalist enternasyonale üye olduklarını hatırlatıyor ve Avrupa sosyal demokrat partilerinin yaşadığı demokratik açılımı yaşadıklarını söylüyor ve ekliyor; “Bir evrim geçiriyoruz. Türk toplumu da artık feodal, içine kapanık bir toplum olmaktan çıkıyor. Biz de değişiyoruz.” Şimdiye kadar devrimcilere ve sosyalistlere karşı verilmiş en ödünsüz muhalif girişimlerde öne çıkan Ecevit’in partisi DSP’de ise ihraç edilen milletvekili Erdal Kesebir, DSP’nin ağaların, beylerin, varlıklıların partisi olduğunu ve parti üzerinde aile hegemonyasının bulunduğunu itiraf etmişti. Cumhuriyet gazetesinin 19 Haziran 1997 tarihli yazısında Taner Berksoy sosyal demokratlarla ilgili gerçeğin altını çiziyor ve bir reçete sunuyordu: “Avrupa’da sosyal demokratların özellikle ekonomik çözümlerinde ve buna koşut olarak ürettikleri söylem ve eylemlerinde merkeze kayan bir anlayışı seslendirerek başarıya ulaştıkları biliniyor. Bu eğilimin dozu farklı ülkelerde farklılaşıyor kuşkusuz. Ama genel doğrultunun bu yönde olduğu konusunda önemli bir uzlaşmazlık yok. Avrupa’dan bir rüzgar geliyor, ama bunun solu, merkeze itici bir etki taşıdığının da ayrımında olmak gerekiyor.”… Türkiye’nin kısaca merkez solunun içinde bulunduğu kriz ile çıkmaz işte budur. https://tameruysal.wordpress.com/

  • Türk Tipi Parlamenter Sistemi

    “Baylar! Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür.” Böyle sesleniyordu Karl Marx, Felsefe’nin Sefaleti’nde… AKP'nin meclise sunduğu ve oylamada 1. turun tamamlandığı 'başkanlık sistemi' ile ilgili Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk değerlendirmelerde bulunmuş. Selçuk, "Hem başkanlık sistemini getirmek iddiasıyla yola çıkacaksınız, hem de erkler birliğini dayatacaksınız. Bu bir güldürüdür. Böyle bir sistemde demokratik bilince sahip bir başkan bile diktatör olmak, baskı, daha doğrusu tümelci (totaliter) bir rejimle toplumu yönetmek zorundadır" diyor ve ekliyor: “Montesquieu’nın teşhisiyle o ülkede tek bir insan özgürdür, öbürleri ise köledir. Kısaca taslak, zorunlu tümelciliği kurallaştırmaya ve kurumlaştırmaya yeltenen, bu yüzden savunanları da tutsaklaştırıp doğduklarına pişman edecek bir metindir. Tek bir insana bütün erkleri teslim etmektedir.” Uluslararası hukukta “De jure” ve “De facto” diye iki kavram vardır. Biri yazılı hukuk kurallarını içerir diğeri ise fiiili durumları. ikincisine kısaca "Ben yaptım oldu" culuk da diyebiliriz... Hukukta geçerli olan genel kabul gören başka bir kavram daha vardır "Kuvvetler ayrımı"... Kuvvetler ayrımından kasıt yasama yargı ve yürütmenin birbirinden ayrı olması birbirini frenlemesi mevzuudur... Başkanlık konusunda kalın kalın kitaplar yayınlanıyor kitapçı raflarında görüyoruz ülkenin dünyanın önemli kanaat önderi bu işte yetkin kişileri de aynı şeyleri ifade ediyor: bir ülkede demokrasi kültürü gelişmemişse eğitim düzeyi düşükse ki Güney Amerika’daki ülkeler gösterilir o ülkedeki başkanlık uygulamaları despotizm yani diktatörlüğe dönüşme riski taşıyor hatta taşımakla kalmıyor dönüşüyorlar... Gelelim bizdeki duruma... Türkiye’de temel sorun nedir? Kişi yönetimi ya da parlamenterizm olup olmaması mı, yoksa her zaman bir kısım elite hizmet eden sistem mi?.. Ziya Paşa'nın "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" diye bir beyiti var… Şimdiye kadar yapılanlar bundan sonrakilerin de aynasıdır desek yeridir... Başka bir kavram daha var o da tıpta (farmakoloji) "Plasebo Etkisi" (yararı fiziksel olmaktan çok ruhsal) diye geçen bir kavram ne kadar sulandırırsanız ilacın etkisi o kadar çabuk duyulur bugün bu aşılamayı yandaş denen medya üstleniyor onun ise iktidara çalıştığı hatta iktidarın tekelinde olduğu apaçık zira alternatif medya (candaş ve yoldaş olanlar) elimine edildi ve siyaset havuç-sopa (din ve zora) ya indirgendi... Engels zor tarihin ebesidir demişti... Tevekkül ü tedbirin yerine önermelerin somada işçiye atılan tekmelerin görüntüleri hafızalardan silinmedi.. O zaman başkanlık olsa kaç yazar.. siyasal iktidar dayatıyor defalarca yutturduğu hapı köşeye sıkıştırılça yine yutturmaya çalışıyor... Eğer düzen demokrasiyse o mecliste tek bir kişinin bile hayır demesi bu anayasanın değişmesine engeldir.. Hata ve emniyetsiz her kazaya "Bu işin fitratında var" deyip çıkan, hele cunta anayasası ile kendine iktidar yolu açanların sistemdeki bunca yanlışı görmezden gelip gene de "Türk tipi" diyerek dayatanların bu ülkeye vereceği hiçbir şey yoktur.. ahh kendi yandaşınaysa yararı o başka -ki öyle- havuz medyasında batılı çağdaş diye tabir edilen giyim tarzlarıyla arz ı endam eden bayanların da büyük bir iştahayla tüm yaşananlardan sonra bu durumları savunması ise (ona da Stockholm sendromu mu desek acaba baskı saygıyı doğurur çünkü) o daha bi başka, garabettir. “Sizden ne kadar nefret ederlerse, size o kadar saygı duyarlar.” diyor J. G. Ballard (Süper Kent, 1.Baskı, Ayrıntı Yayınları, 2004, Sayfa 28). CHP’ye gelince "CHP, tıpkı kemana benzer, sol elle tutulur, sağ elle çalınır" demişti Cevdet Kudret (Zincirli Hürriyet) şimdilik bu yeter... TAMER UYSAL https://tameruysal.wordpress.com/

  • maviVİDEOLAR

    maviADA Şair ve Yazarlarının yaptığı VİDEOLAR GİRİŞ

  • BU KIŞ ÇETİN GEÇECEKI

    Soğuklar şiddetlendi, ortalık buz tuttu! Gelişmeler, bu yılın çetin geçeceğini ve üstelik uzun süreceğini gösteriyor. Mart ayı geldiğinde kapıdan bakmamak ve kazmayı küreği yakmamak için herkes kış tedarikini esaslı biçimde yapsın! İçini sıcak tutacak umutlarını korusun! Nasıl olmuştur da, anayasal düzen gitmiş, onun yerini tek adamın her konuda yetkili olduğu dinci bir Ortadoğu diktatörlüğü almıştır?Biz daha başka düşler görüyorduk. Beklemediğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Ne oldu bu Türkiye’ye? Eski Türkiye’yi şimdiye kadar, ders kitaplarına da konulan, çarşaflı kadınlarla, falakalı mahalle mektepleriyle temsil ederdik. Şimdi iktidar yanlıları, eski Türkiye olarak kendi iktidarının başladığı tarihe kadarki süreyi alıyor? Yeni Türkiye’yi onlara göre gelişli gidişli yollar, köprüler, alışveriş merkezleri, imam hatip okulları, tarikat yurtları temsil ediyor. Halkların kardeşliği kavramı bile artık eski Türkiye’de kaldı! Siyasi hayatta söz sahibi olmak isteyen hiçbir kuvvet, bundan sonra Türkiye taşrasının ekonomik ve politik gücünü ve onların yaşam tarzlarını hesaba katmaksızın iktidar olamaz. BUNLAR BAŞIMIZA NEDEN GELDİ? AKP’den iktidarı geri almak öyle anlaşılıyor ki kolay olmayacaktır. Çünkü AKP, uyguladığı ekonomik programlarla yoksullardan önemli bir çoğunluğun kalbini kazandı. İktidar, taşradan yetişme yeni tipte bir burjuvazinin iktidarı olmakla birlikte sandıkta yoksul kitlelerden onay alıyor. İşin vahim yanı, muhalefet sözcüleri durumun bu ekonomik boyutunu görmek istemiyor. Türkiye halkının dindar olduğu için bu iktidarı desteklediğini (asıl nedenin bu olduğunu) düşünüyor. İşin daha vahim yanı ise bir takım muhalifler, AKP diktasına karşı alternatif olarak 1930’lu yılların siyasi ve ekonomik düzenine dönmeyi öneriyor. Kitleler kendi rızalarıyla 1930’lu yıllara dönmeyi kabul etmeyeceğine göre, bu öneriden kazanan gene AKP olacaktır. Öte yandan “Medeniyet” veya “çağdaş uygarlık” olarak ifade edilen Batı kurumları ve sosyal değerleri kitleleri de etkiliyor. Buna karşılık AKP’nin temsil ettiği kültür, gitgide daha çok Ortaçağ Türk-Arap dünyası kültürüne yaklaşıyor. Böyle bir yapı Anadolu ve Rumeli halkının toplumsal dokusuna aykırıdır. Söz yerindeyse dünya Mersin’e giderken, iktidar tersine gidiyor. Esasında ülkedeki modernleşme hareketini durdurmak da mümkün olamaz. Bu modernite bundan sonra tabandan, geniş yığınlardan güç alarak ve onlar arasında gitgide daha çok revaç bularak sürecek. Çünkü ülkede kapitalizm gelişiyor, Türkiye’nin taşrası da okuyor, yığınlar halinde iş hayatına atılıyor. Kadınlar da bunun içinde. Ülkede modern hayatın gelişmesi ile kapitalizmin ve refahın artması bundan sonra birbirlerine uyumlu bir biçimde gelişecek gibi görünüyor. Bu gidişi geri çevirmek mümkün görünmüyor. PROGRAMIMIZ NE OLMALIDIR? Sınıfların reddedildiği, sınıf mücadelesinin uzun yıllar yasaklandığı dönemlerin bir ürünü olan yaşam tarzı üzerinden bir bölünme, bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Yurtseverler ve halk öncüleri için bugün yeni bir ölçüt şarttır ve bu da bağımsızlıkçı, demokratik bir halk iktidarıdır. Toplumu eski okuma biçimleri atılarak yerine yeni değerler konulmadıkça içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak mümkün görünmüyor. Bu yeni değerlerin başında ise ulusal gelirin halk yararına adil bölüşümü geliyor. Halkçılar bu programı yapamaz ve bunda inandırıcı olamazlarsa iktidar daha uzun süre millî gelirden kitlelere de bir şeyler koklatan ve bunun devam edeceği umudunu veren halk avcısı gericilerde kalacak gibi görünüyor. Bu kışın uzun ve zorlu geçecek olmasının nedeni budur. Türkiye’de iktidar daima kaygan bir zeminin üstündedir. İktidarın en büyük kaygısı, kendisine verilen seçmen desteğinin azalma eğilimine girmesidir. Kendisine güvenen bir iktidar her gün olağanüstü önlemler alarak tahtını tahkim etmeye kalkar mı? Belli ki halktan alabildiği desteğin sınırına dayanan siyasi iktidar, diktatörlük anayasasından, torba yasalardan, Olağanüstü Hal Yasası ve kanun hükmünde kararnamelerden almaya çalışıyor. Fakat “Gün doğmadan neler doğar?” sözünü de unutmamalı. “Tiz-i reftar olanın payine damen dolaşır!” (7 Ocak 2017)

  • Bir Dilek Tut

    Bir yılı daha geride bırakmamıza sayılı günler kala, hepimizin yüreği ağzında. Bu sene başımıza kötü olabilecek daha başka ne gelebilir diye düşünüyoruz. Son günlerde, kötü bir haberle uyanmayalım ya da büyük bir darbe ile gecemizi kana bulamasınlar, diye daha hızlı geçmesini diliyoruz günlerin. Günler ne kadar hızlı geçebilir ki, bu kadar tedirginlik ve onca insan hayatı pamuk ipliğine bağlıyken… 2016… 12 Ocak günü, Sultanahmet Meydanı Dikilitaş civarında saat 10.20 civarında yaşanan patlamayla yılın nasıl geçeceği belli olmuştu aslında. Ama kimse bundan sonra olacakların daha da kötü olacağını aklına bile getirmedi. Ya da aklına getirmek istemedi. 10 Ölünün 15 yaralının ardından ağladık, üzüldük, içimizden küfrettik. Allah daha kötüsünü göstermesin, dedik. Dedik, ama ocak ayı devam ederken 2 gün sonra geldi yeni haber. Diyarbakır'ın Çınar İlçesi'nde PKK’lı teröristler Emniyet’e bombalı araçla saldırdı: 1 şehit, 3'ü bebek 5 sivil öldü, 43 kişi yaralandı. Siviller, askerler. Ölümler, ölümlüler, öldürmeyi iş edinenler… Bunlar nasıl insanlar derken, 22 Ocak’ta Diyarbakır’ın merkez Bağlar İlçesi’nde Çelebi Eser Ortaokulu bahçesine el yapımı patlayıcı attılar. Karne almak için bekleyen öğrencilerin bulunduğu alanda 5 öğrenci yaralandı. Ölüm yok… Allaha şükür mü? Ocak ayı bitmedi mi? Bitsin artık bu kan. Oysa daha yılın ilk ayı… 17 Şubat; Ankara'da bomba yüklü araç Devlet Mahallesi'ndeki askeri lojman bölgesinde, askeri servis araçlarının bulunduğu noktada patlatıldı. 29 kişi hayatını kaybetti, 61 kişi yaralandı. Çoğu tanıdığım insanlardı. İş dönüşü yakaladı Azrail onları. Sıra bana ne zaman gelecek, diye düşünmeye başladım işte o zaman. Neyse dedim; şubat kısa ay, bitti neyse… Neyselerle ölümler, pişmanlıklarla küfürler, lanet olası siyasetin kazanında kaynadı kaynadı; 13 Mart’da Ankara'nın merkezi Kızılay’da patladı. 37 kişi hayatını kaybetti, 75 kişi yaralandı. Balıkesir’de yaşıyor olduğuma sevinemedim. Annem, kardeşim, oğlum, sevdiklerim ve dostlarım Ankara’da yaşarken nasıl rahatça yastığa başımı koyabilirim? Vatanımın kalbi kan ağlarken ben sevdiklerimin zarar görmemiş olduğuna sevinmekten utanıyorum. Teröristler İstanbul İstiklal Caddesi'nde canlı bomba patlattığında ve 5 kişi öldüğünde tarihler 19 Mart’ı gösteriyordu. Bu ne lanet yıl böyle? 28 Haziran; İstanbul Atatürk Havalimanı'nda 3 canlı bomba patladı! Diye bağıran haber spikerinin 42 kişi hayatını kaybetti, 239 yaralı var, demesinden hemen önce düştü evlere ateş. Biz yanmadık diye sevinemedik yine. Bağrımız yandı her birimizin. Belki de bunların hepsi hazırlıktı 15 Temmuz’a. Türkiye o gece alarma geçti. Darbe mi terör mü? Uçaklar, Helikopterler… Ankara, İstanbul ateş altında. Savaş mı acaba? Darbe girişimi… Ülke uçurumun kenarından döndü… Başka bir uçurumun köşesine geldi. Olağanüstü Hal… 20 Ağustos; Gaziantep kent merkezinde bir düğünde patlama. Terör saldırısında 50 ölü, 94 yaralı. 24 Ağustos; Fırat Kalkanı adı verilen operasyon Suriye'nin Cerablus bölgesindeki DAİŞ ve PYD hedeflerine yönelik başlatıldı. Askerlerimiz ölmeye gitti, Suriyeliler deniz kenarında keyifte… 9 Ekim; Hakkâri’de karakola bomba yüklü araçla saldırı gerçekleştirildi. 10 asker şehit, 8 vatandaş hayatını kaybetti. 17 Ekim; Musul'un terör örgütü DEAŞ'ın elinden alınması için planlanan büyük harekât başladı. 30 bin askeri güç bölgede. Ölmeye yatmak bu olsa gerek… 24 Kasım; Suriye'de Fırat Kalkanı Harekâtı sırasında, Türk askerine hava saldırısı düzenlendi. 3 askerimiz şehit oldu. 10 Aralık; İstanbul Beşiktaş Maçka'da terör saldırısı. 44 Şehit, 164 yaralı. 17 Aralık; Kayseri Komando Tugay Komutanlığından izne çıkan er ve erbaşları taşıyan araca bombalı saldırı.15 asker şehit 3ü ağır, 50 asker yaralı. 19 Aralık; Rusya'nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Karlov, Ankara'da katıldığı bir sergide silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Suikastı düzenleyen saldırgan polisin düzenlediği operasyonda öldürüldü. 23 Aralık; Terör örgütü IŞID bir video yayınlayarak Türk askeri olduklarını öne sürdükleri iki askeri yakarken infaz ettiklerine ilişkin görüntüleri servis etti. El-Bab’da şehit olan askerlerin sayısından ya da 2016 yılında şehit edilen, haber aralarına sıkıştırılan, adları sayılarla söylenen askerlerimizin sayısından bahsetmiyorum bile. İşte bizim 2016 yılımız… Bizler bunları düşünürken bazıları, yeni yıl kutlanır mı kutlanmaz mı, günah mı sevap mı tartışması yapıyor. Hiç kimse yeni bir yıla girmenin kültürel bir etkinlik olduğundan bahsetmiyor. Bu kültürün, ilk olarak 4000 yıl önce Babil Kulesi’nde ilkbahar ayında kutlandığından da bahsetmiyor. Oysa onca sıkıntının, ölümün, celladın, patlamanın, kanın arasında biraz olsun molaya ihtiyacımız yok mu? Bir mola yaşasak tertemiz, bembeyaz. Dilekler tutsak yeni bir yıl için. Sevdiklerimizle birlikte olsak ve sarılsak onlara. Hiç ayrılmayacağız önümüzdeki sene, desek… Önümüzdeki seneye daha umutlu baksak. Adil, insanca, mutlu, kardeşçe yaşamayı dilesek… Ölümlerin hiç olmadığı, politikacıların daha kardeşçe hükümler verdiği, Allah’ı yaptıkları kötü işlere karıştırmayan insanlarla yaşadığımızı düşlesek ve düşlerimiz, pembe rüyalarımız gerçek olsa. Yüreğimizdeki yangınların yerini güller alsa… Kardeşçe yaşamayı dilesek ve unutanlar kardeş olduğumuzu hatırlasa… Fena olmaz değil mi? Hiç fena olmaz bence. Nice Mutlu Yıllar hepinize…. Esra Odman İyier 27.12.2016

  • "hands"; dua eden eller

    DUA EDEN ELLER (Hands) Tablosu Albrecht DÜRER On beşinci yüzyılın başlarında, Nurnberg yakınlarında yoksul bir ailenin, ON SEKİZ ÇOCUĞUNDAN biri olarak doğdu DÜRER. Aile çoluk çocuk geçinebilmek için çok çalışmak zorundaydı. On sekiz kardeşten ikisi, Albrecht ve Albert, bu umutsuz durumlarına rağmen, kalplerinde gizliden gizliye büyük bir umut büyütürlerdi. Her ikisi de usta bir ressam olmak istiyordu; ama babalarının kendilerini şehirdeki sanat akademisine gönderemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı. Günler, geceler süren tartışmalardan sonra iki kardeş ortak bir karar aldılar. Yazı tura atmaya karar verdiler. Yazı turada kaybeden maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kazanan kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktı. Sonra da kazanan kardeş, dört yıl sonra mezun olduğunda, ya resimlerini satarak ya da gerekirse madende çalışarak diğer kardeşi okutacaktı. Dualarla yazı tura attılar. Yazı turayı Albrecht kazandı ve Nurnberg'deki sanat akademisinin, Albert ise maden ocağının yolunu tuttu. Dört yıl boyunca kardeşine para gönderdi. Albrecht'in resimleri akademide hemen herkeste hayranlık uyandırmıştı. Öyle ki daha mezun olmadan hatırı sayılır paralar kazandı. Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde, kalabalık ailesi evlerinin verandasında yemekteydi. Uzun sohbetlerin ardından, Albrecht ayağa kalktı, kardeşi Albert'in elinden tutup kendisine yaptığı eşsiz iyiliği anlattı. Albrecht, Albert sayesinde hayallerini gerçekleştirmişti. Sonra sözlerini şöyle tamamladı: ''Ve şimdi, benim fedakâr kardeşim Albert, sıra senin. Nurnberg'e gidip hayallerini gerçekleştirebilirsin. Masraflarını ben karşılayacağım." Herkesin gözü Albert'e döndü. Albert, solgun yüzünü yıkayan gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, başını "hayır, hayır!" anlamında sağa sola sallıyordu. Sonunda kalktı ve gözyaşlarını sildi. Kardeşlerinin, anne babasının yüzlerinde gezdirdi gözlerini. İki elini de sağ yanağına yapıştırıp yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı: "Hayır, kardeşim. Nurnberg'e gidemem. Benim için artık çok geç. Dört yıllık maden işçiliği ellerime neler yapmadı ki! Her parmağım en az bir kere ezilip kırıldı. Son zamanlarda, sağ elimde dayanılmaz romatizma ağrıları da başladı. Bir bardağı bile zor tutuyorum. Nasıl olur da karakalem, yağlıboya çalışırım ki?.. Parmaklarım fırça tutacak inceliği çoktan kaybetti. Hayır, kardeşim, hayır... Benim için artık çok geç." Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Durer'in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Durer'in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Durer'le eşleştirildi; hatta Durer'den daha çok bilinir oldu. Albrecht Durer, kardeşi Albert'in kendisi için gösterdiği feragati resmetmeye niyetlendi. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün detaylarıyla çizdi. Resimde Albert'in ince parmakları göğe doğru yönelmişti. Avuçların içi sanki gökten bir yağmur bekliyormuşçasına açıktı. Durer, bu çalışmasına basitçe "Eller" adını verdi. Fakat insanlar, böylesine açık avuçlara ve göğe yönelmiş parmaklara her kalbin içini ısıtan bir sırrı doldurdular. Bozuk para yere düştüğünde, Albrecht'in sanatçı olma duası, Albert'in de bir sanatçının en ünlü eserine model olma duası kabul edilmişti. Durer'in "Eller"i, böylece, "Dua Eden Eller" olarak anıldı. * Albrecht Dürer (21 Mayıs 1471 - 6 Nisan 1528) tarihleri arasında yaşamış GEÇ GOTİK FLAMEN SANATI uygulayan Alman ressam, matematikçi ve matbaacı. Rembrant ve Goya ile birlikte eski basımların en önemli isimlerinden biridir. Nürnberg, Almanya'da doğmuş ve ölmüştür.

  • Yaratıcı Yazın Kursları

    Balıkesir Güzel Sanatlar Derneği'nden YARATICI YAZIN KURSLARI...

  • Nasıl Bir Bukalemun bu Fetö?

    EĞER göründüğü gibiyse... Eğer Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, ABD’li muhatabı Kerry’ye dediği gibi Ruslar da Türkler de suikastın FETÖ işi olduğunu biliyorsa... ... Bir örgüt ki... Yapamayacağı şeytanlık yok. Alçaklıkta üstüne yok. ‘Benim’ diyen değme istihbarat teşkilatlarına taş çıkaracak kabiliyet ve kapasiteye sahip. Fakat gelin görün ki bu profesyonel örgüt, dakika bir yakayı ele verecek acemilikler yapıyor. ... Yüzünden gözünden akıyor, ilk bakışta akla FETÖ’yü getiriyor, bir çırpıda profili çözülüyor, daha bakar bakmaz kimliği ve amacı anlaşılıyor. Yani Nusra tipi bir terör örgütü, FETÖ’nün üstüne yıkılacak bir kamikaze eylemi yapmak istese... ‘sahte bayrak’ dalgalandırayım da FETÖ işi gibi görünsün dese ancak böyle bir kostüm, böyle bir profil seçerdi. O kadar çaylakça bir kandırmacayla karşı karşıyayız. ... 22 Aralık 2016, Hürriyet gazetesi

  • Hayır

    “İnsan kendisini alıkoyan şeylere HAYIR dediğinde var olur.”Ali Şeriati Hayır, evetin karşıtı, iyilik anlamına da gelmektedir. Karşılık beklenmeden yapılan yardımdır. Yararlı faydalı olan kelimedir. Onaylamamak, inkar etmektir. Olumsuz cümlelerde anlamı pekiştirmektedir. İnsanın yapmak istemediklerine set çekendir. İçerİsinde mücadeleyi barındırandır. Onurlu isyanın kelimesidir. Düzene baş kaldırmaktır. Vazgeçmemeyi getirir. Onurlu insanın, bedel ödemeyi göze alan bilinçli insanın duruşudur. Ezberi bozmaktır. Doğru bildiğinden şaşmamaktır. Kolaya kaçmayıştır. Dik duruşu beraberinde getirir, çıkarı içerisinde barındırmamaktadır. Kişisel ve toplumsal çıkar için de hayıra ses verilir. İdeal olanı yansıtarak yaranmacılığa uzak duruştur HAYIR. Çaresizlik, sinmek, döneklik de değildir, insanın insanlığını ortaya çıkarır. Yalnız olmadığını hissettirmeye yetendir. İradenin, beyanın dile gelişidir. Kabullenmemeyi getirmektedir. Uygun olmayan koşullar altında o işin yapılamayacağını gerekçeleriyle bildirmektir. İstemediğini belirtmek için de kullanılmaktadır. Kişisel ve toplumsal dayatmaları reddetmedir. Karşı tarafı durduran bir kelimedir. Sınır koymak demektir. Geçmişte içine düşülen olumsuzlukları yeniden yaşamayı istememektedir. Karar veriştir HAYIR. İsteğini dile getirmektir. Umudun yeniden yeşertilmesidir. Baharın yeniden gelişidir. Hayırlara sahip çıkmak ateşlere su dökmek gibidir. Karanlığa karşı aydınlık bir kumaşı ilmik ilmik dokur gibi umudun büyümesidir. Tarih, bilim, sanat bugünkü ilerleyişini bu sözcüğe borçludur. Galileo hayır demeseydi, dünyanın değil güneşin yeryüzü etrafında döndüğünü sanacaktık. Spartacus hayır demeseydi özgürlükten haberimiz olmayacaktı. Sansürü, karartmayı, itibarsızlaştırma propagandasını reddediştir. Her türlü baskının karşısında yer alıştır HAYIR. Canların toprağa düşmesini istememektir ve gençlerimizin kanının akmasına dur demenin dile gelişidir.Kutuplaştırmadan, gerginlikten uzak olmaktır.Yozlaşmaya karşı durmadır. Korkmamak, susmamak, itaat etmemektir. Haksızlığı kabul etmeyiştir. Doymak bilmeyen sermayenin ucuz ve güvencesiz çalışma şartlarına karşı çıkıştır. Kıdem tazminatının kaldırılmasını, güvencesiz çalışmayı, işsizliği kabul etmemektir. Eşitsizliği, sömürüyü yaratan kapitalist sistemi benimsememektedir. Çocuk işçiliğini ve yoksullaştırılmayı kabul etmemektir. Çocuk istismarcılarının affını kabul etmeyiştir. “Çocuklar öldürülmesin” diyebilmektir. Yaşamımızı kuşatan şiddete, cehalete karşı ses vermedir. Ayrımcılıkta, kışkırtmada yer almamaktır. Kulluğa biat etmemektir ve düzeninin içersinde olmamaktır. Kadın erkek eşitsizliğine karşı duruştur. Tecavüzü reddediştir. Faşizme, zorbalığa, adaletsizliğe, zulme karşı umutlandırandır . Kamuda kadının varlığını, eğitim hakkını engelleyene ve şiddete mahkum olmamanın sözüdür. Siyasetin de eril biçimde oluşmasına tepkinin ortaya koyuluşudur. Müftü nikahına, eşin aile reisi olmasına, çalışmak için onun iznine tabi olmaya, otobüslerde ayrı yerlere ve hatta ayrı renk otobüslere HAYIR diyerek kabul etmeyiştir. Doğa talanına ve parkların yok edilmesine, yaşam alanlarını yağmalayan, dışa bağımlı hale getiren enerji politikalarına karşı HAYIR, iş cinayetlerine, GDO'ya HAYIR... Hayvan istismarına, kürk ve deri kullanımına, hayvan deneylerine, zorla üretilip yok edilmesine, sirklere, boğa güreşlerine, deve güreşlerine, köpek dövüşlerine, pet shoplara... HAYIR. Sağlıklı ve güvenli gıdalarla gelecek nesillere hazır bir ülke yaratmanın da sesidir HAYIR. Paran kadar sağlık politikasını reddetmedir. Suyun ticarileştirilmesine HAYIRI dile getirmek, suyun meta üretimine dahil edilmesine, karşı çıkıştır. Üniversitelerin bir tek kişinin keyfi yönetimine bağlanmasına dur diyebilmektir. Sendikacılığın da hapisle susturulmasına tepkidir. Diktaya HAYIR denmesi, yurttaşların kendilerinin demokrasiyi benimsediklerinin göstergesidir. Referandumlarda ise iktidarlar HAYIR seçeneğini beyazın karşıtı olan renklere vermektedirler.Karşı çıkmak olumsuzlaştırılmaktadır. Algıda şartlı yönlendirme ile istenen sonuç elde edilmektedir. Hayır halkın gücüyle yaşama yansımaktadır. Adalete, gerçeğe ve insanlık onuruna haykırıştır. Yalana, korkuya dahil olmayışının adımıdır. Dünyadan kopmamayı ve hukuk devletini kabul etmeyi getirmektedir. Denge, denetleme iradesinin ortaya çıkışıdır. Yaşama hakkının dile getirilişidir. Bir onurlu yaşam, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin sesidir. Hayır demek birleştirici gücün ortaya çıkışıdır. "Kimdir başkaldıran insan? Hayır, diyen biri" diyerek başlar. "Başkaldıran İnsan" adlı kitabına Albert Camus. Biz de bu sözüyle bitirelim. Evet sözünü kullanmadan önce biraz düşünmeli mi?

  • maviADA GİRİŞ

    ÖTEKİ linklerden hiçbir girişi beğenmeyenler için özel GİRİŞ LİNKLER basitleştirerek verilmiştir, böylece aradığınız sayfayı kolayca bulacağınızı ümit ediyoruz.

  • maviKİTAP

    ​​ KENDİNİ, ÖTEKİNİ ve DÜNYAYI anlamak istiyorsan KİTAP OKU * Gözüm görmüyor, bacağım tutmuyor, yenim dar...diyorsan SESLİ KİTAP OKU * Kitaplar pahalı param yok, alamıyorum diyorsan maviKİTAP'da bedava TIKLA DA GÖR

  • Yaşam: Kanatları Kırık Kuş

    “yaralı ve yayan yürümektedir yaşam” Behçet Aysan Bir dalın üzerindesin. O dalda bir yaşam seninki. Tüm mevsimlerin orada. Bir birinin aynı olan. Mavi bir gök kanatlarının altındaki, her gün rengini kaybeden. Mavi bir gök, git gide hüzne ve kedere dönen. Konduğun dalın tazeliği kaybolmuş. Gökyüzünde uçan bir kuş olmayı unuttun. Her gün yeniden anlıyorsun bunu, kendine acıyarak. Üstünde yıldızları kayıp bir gök. Altında rengini kaybetmiş toprak. Sarıp duruyorsun çürümeye başlamış yaralarını. Yaşam: Kanatları kırık kuş. Senin adın bu. Çıktığın ve indiğin dal; geride kalan acılı ömrün artık. Foto: Nurten Bengi Aksoy

  • mavi SİNEMA

    Şimdi SİNEMA zamanı... Sizin için seçtiğimiz yenilenmiş filmleriyle maviSİNEMA ÇOK YAKIN...

  • Kalandar Soğuğu

    Nurten B. AKSOY * "Kırlangıç yuva yapar karaağaç kovuğunda / Bekarlar neler çeker Kalandar soğuğunda” “Kalandar” sözcüğünü ilk kez geçen yıl maviADA Dergisinde Şenol Yazıcı’nın bir öyküsünde duymuştum. Karadeniz yöresinde, özellikle Trabzon ve civarında Rumların zamanından beri kutlanan “yılbaşı eğlencelerinin” adıymış Kalandar. ​ Araştırdığım kaynaklardan Kalandar'ın, Rumi Takvimin ilk ayı olduğunu, Kalandar'ın birinci gününün yani yılbaşının da Miladi Takvime göre Ocak ayının 14. gününe denk geldiğini öğrendim. Karadeniz Bölgesinde, özellikle Trabzon ve çevre köylerinde ayrı bir önemi olan bu gece hâlâ kutlanıyor ve adına şenlikler yapılarak yaşatılıyormuş. Geleneksel olarak bu gecede çocuklar dışarı çıkıp evleri dolaşırlar, ellerindeki poşetleri evlerin kapısına koyup zile bastıktan sonra, ev halkının poşetin içine koyacakları hediyeleri beklerken de bu güne özgü bazı maniler söylerlermiş. “Gece geldim kapınıza Selam verdim yapınıza Selamımı almazsanız Daha gelmem kapınıza… Geçtiğimiz günlerde “Kalandar Soğuğu” adlı filmin gösterime girdiğini duyduğumda bu gelenek ve okuduğum öykü geldi aklıma ilk olarak ve filmi merak ettim. Sosyal medyada yazılanlara göre, film son dönem Türk sinemasının yüz aklarından, bol ödüllü bir film. ​ Filmin yönetmeni Mustafa Kara; 2015’te 28. Tokyo Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü alırken, katıldığı 6 film festivalinde de 12 ödül almış bu filmle. Yöresel oyuncularla yapılan filmin başarısı güzel bir rastlantı gibi duruyor ama aslında değil... 52. Uluslararası Antalya Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülen kadın başrol oyuncusu Nuray Yeşilaraz, aynı zamanda 10 yıllık bir tiyatrocu. Güzel sanatlar alanında çalışmaları bulunan, resim öğretmeni olduğunu okuduğum erkek başrol oyuncusu Haydar Şişman da Antalya'da "Uluslararası En İyi Erkek Oyuncu" ödülünün sahibi olmuş. ​ Çocukluk ve gençlik günlerim, 70'li yıllarda sinemalarında oynayan “Parçala Behçet” türü seks furyası filmlere denk geldiğinden sinemaya gitmeyi pek de sevmem aslında. Ancak başyapıt özelliği taşıyan ya da övgüsünü çok duyduğum bazı filmlere giderim. İşte bugünlerde havanın soğuk olması ve filmle ilgili duyduğum övgüler sonucu, bir kahramanlık yaparak hem de tek başıma Suadiye'de bir sinemada oynayan Kalandar Soğuğu filmine gittim ve izlediğim bu muhteşem filmle ilgili duygu ve düşüncelerimi sizinle de paylaşmak istedim. ​ Filmin konusu kısaca şöyle: Sisler içerisindeki Karadeniz’in Trabzon yöresindeki bir dağ köyünde, biri Down sendromlu olan iki oğlu, yaşlı annesi ve eşiyle yaşayan Mehmet, bir yandan geçimini birkaç hayvanıyla sağlamaya çalışırken, diğer yandan da büyük bir tutkuyla dağlarda maden/altın rezervi arar. Çabalarının gitgide umutsuzluğa dönüştüğü anda aldığı bir haber Mehmet’i Artvin’de yapılacak olan boğa güreşlerine sürükler... ​ Film; Karadeniz’in tepesi dumanlı, yemyeşil dağlarındaki bir yayla köyünde geçiyor. Karadeniz’in hırçın, acımasız ama bir o kadar muhteşem doğasında dört mevsime yayılan çekimler muhteşem manzaralar sunuyor insana. O güzelliklerin içinde ürkerek kayboluyorsunuz adeta. ​ Filmin en önemli özelliği yoksulluk ve umutsuzluğun, o güzel ama sert doğada insanın yüreğini acıtacak kadar gerçekçi anlatılması. Değerli maden bulup, ailesini rahat yaşatmak umuduyla elindeki kazma-küreğiyle yalçın dağların zirvesine tırmanan Mehmet, umudun insana neler yaptırabileceğini çok güzel canlandırmış. ​ Bu filmdeki rolüyle 52. Antalya Film Şenliği ve 35. İstanbul Film Festivalinde En iyi erkek oyuncu ödülünü alan Haydar Şişman’ı yani Mehmet’i izlerken bir yandan öfkelendim bir yandan hüzünlendim. Umudun insanı nasıl zirvelere tırmandırdığını, umutsuzluğun ise yerle bir ettiğini yüreğimde hissettim sanki. ​ Filmin bütün yükünü taşıyan oyuncular aslında yörenin insanları. Belki de o yörede yaşayıp yetiştikleri için son derece doğal ve bir o kadar da başarılılar. Evin seksenli yaşlarındaki büyük annesi, hasta küçük çocuğu ve abisi kendi yaşamlarını oynadılar belki de. Karadeniz kadınının çilekeş yaşamını, doğayla iç içe yaşantısını, yoksulluğunu tüm çıplaklığı ile izlerken yaşadığım şehri, koşulları düşünüp iyice hüzünlendim. ​ O yeşil yaylaların sert doğasını ve bakir güzelliklerini Karadeniz’in küçük bir köyünde görev yaparken az çok tanıma fırsatım olmuştu. Günün herhangi bir saatinde inen sisiyle dumanlanan dağları, kışın her tarafı kaplayan o bembeyaz soğuğu, baharda rengarenk açan çiçekleriyle yaylaları bir kez daha gezdim Kalandar Soğoğu’nu izlerken. ​ Baharda birden bire ortaya çıkıp her yeri kaplayan salyangozları satıp para kazanma umuduyla toplayan o çocukları izlerken hem irkildim hem içim acıdı Karadeniz insanının yoksulluğuna. Tek varlıkları olan hayvanlarına gözü gibi bakan, onlarla yatıp kalkan yöre insanını düşündüm, düşündüm… Film bittiğinde bir müddet yerimden kımıldayamadım, gerçek yaşama dönemedim. Allahtan bir anlamda “mutlu sonla” bitti de film, dolan gözlerimdeki yaşları saklayabildim. ​ Bir sinema eleştirmeni şöyle anlatmış filmi: “Mustafa Kara, “Kalandar Soğuğu”nda bir ‘atmosfer sineması’na imza atarken, natüralist öğelerden besleniyor. Boğaların, ineklerin, salyangozların ve daha nice hayvanın öne atılmasından karşımıza çıkanları tutarlı bir sinema diliyle servis ediyor.” ​ Kısacası Karadeniz'de son zamanlarda çekilen komedi filmlerinin dışında farklı türden ve son derece başarılı filmler çekilebileceğini anlatan bu filmi mutlaka izleyin derim.

  • sessiz ölüm

    aşkın gelgitlerinden yorgun yüreğimin kıyıları aldanmıyorum süslü sözcüklere gizlenmiş ihanete geçmişin mahzeninde demleniyor acılarım ateşli düşler sahipleniyor yaralı ve vurgun ruhumu bir serçe ürkekliğiyle yaklaşıyorum ölüme gözlerimi anılarla örterek yavaş soluyan geceyle bir geliyor canımın alıcı kuşu sevgili Foto: Nurten Bengi Aksoy

  • maviFOTOLAR

    maviADAlıların dünyanın ve ülkenin dört bir yöresinde çektikleri *fotoğrafları, *galerileri görmek isterseniz buraya TIKLAYIN

  • Çoban Yıldızı

    En gerçek yalanlarımı biriktirip renkli jelatin kağıtlarına saracağım. Handan Gökçek, Sır Dökümü Tüm canlılığını ana caddelerinde toplayan kasabaların arka sokaklarında hayat düz bir çizgi gibi akar.İşte bunlardan birinde, ana caddenin bir arkasındaki sokaktaydı otel. Sokağın en farklı rengi olan bu binaya giren çıkanlar bir hareketlilik yaratırlar ama ardından bu dar sokak yine uykulu yaşamına dönerdi. Eski bir konaktan bozma, üç katlı, on odalı, kendi halinde bir yapıydı Venüs Oteli. Adını mitolojiden mi astronomiden mi aldığı kimseyi ilgilendirmezdi. O nedenle kimse dikkat etmezdi renkleri solmuş otel tabelasının sağ alt köşesine küçücük harflerle yazılmış olan “Çoban Yıldızı” sözcüklerine. Üstelik yazının yanına küçücük bir de yıldız çizilmişti* Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzündeki en parlak cismin adı verilmiş bana. Venüs! Gerçek adımsa Çobanyıldızı. Kimse bilmez, bilenler de önemsemez. Konağın en şaşaalı günlerini gören, bilen tek bir kişi bile kalmadı sokakta. Kaç kuşak yetiştirdim… Yıldız yıldız yanardı geceleri pencereler. Eski konağı satın alıp otel yapan ilk kişi biliyordu bunu ve bu ismi bana o vermişti. Kadın otele girerken başını kaldırıp tabelaya bakmadı bile. Dalgın, düşünceli ve yorgun görünüyordu. Girişteki, tahta kolları eskimiş vişne rengi koltuklar boştu. Oturma yerleri, üzerlerinden birileri yeni kalkmış gibi çökmüştü. Güzel bir kadın, yani hala güzel... Beni o da fark etmedi; hatta Venüs yazısını bile görmedi. Ana caddedeki iki otel dururken burayı seçmesi çok garip, yalnız bir kadın olarak. Bekleyelim bakalım… Resepsiyon görevlisi yaşlı bir adamdı ve bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da bulmaca çözüyordu kadın karşısına gelip durduğunda. Yaşlı görevli, kadın müşterilerin otele yalnız gelmesine alışkın olmadığından, kapıya doğru bir bakış attı sonra da kadına baktı. Pek seyrek görünür gerçeğim…O da, sabahları güneş doğmadan hemen önce, akşamları da güneş battıktan hemen sonra… Çoban Yıldızı... Görebilene. Çok az kalır gökyüzünde. Odaya girince valizini kapının dibine bıraktı kadın. Uykuda yürüyormuş gibi ilerleyip koyu yeşil perdeyi araladı, pencereden dışarı bakmaya başladı. Odanın bakımsız görüntüsünü umursamıyor gibiydi. Oysa pencerenin bulunduğu duvarın alt bölümünün rutubetten ıslanmış, renginin değişmiş, boyalarının yer yer dökülmüş olduğunu ilk bakışta fark etmiş, odadaki nem kokusunu girer girmez duymuştu. Bu koku çok bildikti, çok yakındı. Kadın, bu üçüncü hatta dördüncü sınıf otelde, morarmış yatak çarşafının köşesindeki kocaman deliği, bir insanın ancak elini kolunu fazla oynatmadan sığabileceği büyüklükteki – ya da küçüklükteki- banyoyu da yadırgamayacaktı büyük olasılıkla. Dün gece kendimi gördüydüm gökyüzünde, gerçeğimi… Nasıl da parlıyordum! Farklı bir yüz göreceğim belliydi bugün. Ne zaman gerçeğim bana görünse ertesi gün değişik bir şey yaşarım. Bak işte geldi, o kadın. Şimdi ne yapıyor acaba? “İstanbul’dan sonra ne kadar da ıssız bir yer. Halis yıllarını nasıl geçirdi bu kasabada, bu otelde? Onu en son görüşümde, bedeninden, giysilerinden yayılan bu kokuyu duymuştum. Nem kokusunu. Çürütmüştü onu bu ıslaklık, cezaevinin çürütemediği kadar. On yıllık cezaevi yaşamından sonra bir sekiz yıl daha. Dile kolay. Aramadığım yer kalmamıştı onu. Tam ölmüş olduğunu düşünürken… O gece…Kapıyı açtığımda dönmüş gidiyordu, seslendim, durdu önce sonra döndü. Önce dönüp sonra mı durdu yoksa? Of, ne önemi var şimdi bunların? Gözleri! Siyah bir halkanın ortasına yerleşmiş iki karaltı gibiydi gözleri! Bir zamanlar dizlerimin bağını çözen güçlü bedeninden bir yıkıntı kalmıştı geride. Uzun boyu ikiye katlanmış... Cezaevinden çıkmasını beklediğim adam, sonra da izini yitirdiğim adam, yaşamım boyunca sevdiğim tek adam! Halis!” Ah, işte çıktı. Hangi yana gideceğini bilemedi, sağa sola bakınıyor. Karşıya geçti şimdi de. Bana bakıyor sanki. Minik yıldızımı ve beni de gördü mü acaba? Pencerelere kaldırdı başını. Nasıl da hüzünlü gözleri! İkinci katın bir penceresine dikti bakışlarını şimdi de. Ah! Onun kaldığı odanın penceresi o. Halis’in… “ İçeriye zorla soktum seni. Halkaların ortasındaki gözlerin dışında her şeyinle bir yabancı olmuştun bana. Hiç konuşmadın, ben anlattım yalnızca seni bekleyişlerimi, seni arayışlarımı, bir bir yitirdiğim ümitleri… Bir kuyuya konuşur gibiydim.‘İyi olduğunu görmek istedim’ dedin, yalnızca bunu söyledin. Oturdun öylece. Sonra, sonra bir paket sigara almak için çıktın evimden ve dönmedin Halis. Birkaç saat sonra da bir trafik kazasında öldüğünü bildirdiler karakoldan; cebinden benim adresimi bulup da. Dövünüyordu sürücü. “Vallahi önüme atladı, benim suçum yok” diye. Tanıklar da doğruladılar. Seni bulamadan yitirmiştim. Nasıl yıkıldım bilsen, ikinci kez yıktın beni. Giysilerini, bu oda gibi kokan giysilerini verdiler sonra bana. Bu otelin adresinin yazılı olduğu kağıda günlerce baktım. İşte geldim Halis, neyi bulmamı istiyorsun benden? Hangi gücümle başaracağım bunu? Benim için on yıl hapis yatmış, sekiz yıl bir otele kendini kapatmış bir adamdan geriye ne kalmış olabilir ki burada?” Evet, evet, Halis’in yıllarca o pencerede beklediği kadın o olmalı. Geldi işte ama Halis çoktan terk etti buraları. Kadın şimdi de yukarıya doğru yürümeye başladı. Halis de çıktığında ilkin o yöne giderdi. Kadın iki saat sonra otele döndü. Girişte iki erkek oturmuş tavla oynuyorlardı. Karşı duvardaki rafın üzerine konmuş televizyon açıktı. İki erkek, gıcırtılı merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Kadın televizyona bakıp sigara içen yaşlı görevliye yaklaştı. Sesi televizyonun ve tavla tahtasına çarpıp geri dönen zarların gürültüsü arasında duyulmuyor. Görevli bir şeyler anlatıyordu kadına başını üzüntüyle sallayarak. Sonra tezgahın altına eğildi, biraz sonra yeniden doğrulduğunda elinde bir paket vardı. Onu kadına uzattı. Kadın paketi aldı ve teşekkür ederek odasına çıkan merdivenlere yöneldi. Görevli, kadının arkasından uzun uzun baktı ve iç geçirdi. Yine tabelaya, bana bakmadan içeri girdi. Geldiğinden daha yorgun görünüyor. Hayat ne kadar acımasız. Bir kovalamaca sanki. Halis varken o yoktu. Şimdiyse o geldi, Halis yok! Kadın odasına girdi, ceketini, ayakkabısını çıkarmadan yatağa çöktü. Elindeki paketi sımsıkı tutuyor, göğsüne bastırıyordu. Bir süre öyle kaldı, sonra paketi açtı ağır hareketlerle. Bir defter çıktı içinden. Bir de fotoğraf. Halis’in, otelin önünde çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. “Cezaevinden çıktığım ilk gün” yazıyordu altında. Kadın fotoğrafı yatağa koyarak defteri açtı. Bakalım kalacak mı? Öyle isterim ki kalmasını. O da görür belki beni, benimle konuşur. ‘ n’aber Çobanyıldızı’ bakışı atar arada, aynı Halis gibi…Birilerinin dikkatini çekebilmeyi öyle istiyorum ki. O kadın… o fark edebilir beni…Belki… Kadın titreyen elleriyle sayfaları çevirmeye başladı. Bir günlüktü bu. Halis’in cezaevinden çıktıktan sonra izini kaybettirdiği sekiz yılının belgesi. Ara ara kendi adını okuyordu sayfalarda ama öyle aşkla, özlemle değil… Bir tuhaflık vardı bunda. Sevgilisiydi Halis’in o. Halis, onun uğruna adam öldürmüştü, tek bir pişmanlık belirtisi göstermeden hapis yatmıştı. Belki, çürümüşlüğünü kendisine göstermemek için kaçmıştı… Defteri daha dikkatli okumaya devam etti. Bazı sayfalardaki yazılar güçlükle okunuyordu. Aşk tanrıçası da derler adıma mitolojide. Köpüklü dalgalardan doğmuşum. Bütün Olimpos tanrıları hatta ölümlüler bile aşıkmış bana. Belki o nedenle görülmeyi, sevilmeyi, fark edilmeyi düşlerim hep… Defteri, tek bir sözcük bile atlamadan okumaya çalışıyordu kadın. Halis’in bu küçük kasabada geçen tekdüze yaşamı ve cezaevi anıları birbirine karışıyordu bazı sayfalarda. Yazdığına göre, gündüzleri bir marangozun yanında çalışıyordu. Bu işi cezaevinde öğrenmişti. Yazdıklarından bazıları öyle önemsiz şeylerdi ki Halis’in tüm bu ayrıntıları niçin kaydettiğine şaşırmadan edemiyordu kadın. Otelin tabelasından, alt köşesindeki minik yıldızdan falan söz ediyordu bazı yerlerde. “… çoban yıldızı… o beni anlıyor…” gibi. Derken defterin sonlarına doğru günlük bitti. Tarihine baktı kadın, iki yıl öncesini gösteriyordu rakamlar. Sabırla sayfaları çevirmeye devam etti. Bir sayfada kendi adına yazılmış mektubu görünce irkildi, kalbi çarpmaya başladı. Mektup, Halis’in kendi evine gelmeden birkaç gün öncesinin tarihini taşıyordu. Ne kadar çok kaldı o odada. Uyuyor mu acaba? Öyleyse iyi. Yorgunluk atmak istiyor, birkaç gün kalacak demektir. Belki akşama çıkar. Tam üzerimde ışık yanar geceleri. Beni görme olasılığı daha yüksek o zaman. Mutlaka görür… Mektup kısaydı. Bir solukta okuyabilirdi tümünü ama nedense korkuyordu kadın, Halis’in kendi adına yazdığı satırları okumaktan. Defteri göğsüne bastırıp gözlerini kapadı. Uzun bir süre o durumda kaldı. Neden sonra yeniden açıp çekinerek okumaya başladı. “Sevim, Sevim…” diye başlıyordu mektup. “İyi Sevim… Temiz kalpli Sevim…Namuslu arkadaşım benim…” diye sürdürüyordu satırlarını Halis. “Arkadaşım” sözcüğünü okuyunca bir ok saplandı yüreğine kadının. “Sen iyi bir insandın Sevim. O cinayeti senin için işlediğime inanacak kadar iyiydin. Bunca yıl sana bir şey söyleyemediğim içinse ben de bir o kadar kötü bir adam. Beni bağışlayacağına söz ver Sevim, yalvarırım sana. Öyle oku yazdıklarımın gerisini. Bağışlayacaksın değil mi Sevim?Yalvarırım söz ver…” Kadının elleri titremeye başladı bu satırları okuduktan sonra. Halis, cinayeti kendisi için işlemediğini söylüyor, kendisini bağışlamasını istiyordu ondan! Neden! Yaşamı boyunca sevdiği tek adam, neden bağışlanmak istiyordu? “Evet Halis, her ne içinse yalvarışın, bağışlayacağım seni…” diye mırıldandı belli belirsiz ve buğulanan gözleriyle satırları seçmeye çalışarak mektubu okumayı sürdürdü. “Kız kardeşine deliler gibi aşık olduğumu bilmiyordun Sevim. Seninle yalnızca o nedenle nişanlandığımı da. Ona daha yakın olabilmek için. Evet dünyadaki tek yakının olan kardeşini ölesiye, öldüresiye seviyordum. Ayten bile bilmiyordu aşkımın derecesini. Servet denen o adam yani kocası aldatıyordu Ayten’i; hem de Ayten’in tırnağı bile olamayacak bir kadınla. Öğrenmiştim bunu. Uyardım kaç kez. Dinlemedi. Sonra bir gün takibettim onu. Hazırlıklıydım… Sonra… Gerisini biliyorsun…” Kanı çekilmiş, gözleri büyümüştü kadının. Elindeki deftere tuhaf bir nesneye bakarmış gibi bakıyordu. Evet, gerisini biliyordu. Nasıl unutabilirdi ki! Şimdi aydınlanıyordu beynindeki kör nokta. Servet o gün kendisine uğramıştı bir şey için. Arkasından da Halis çıkagelmişti. Servet’i görünce Halis’in gözü dönmüş, nişanlısını taciz ettiğini söyleyerek o güne dek Sevim’in hiç görmediği bir silahı belinden çıkartıp ikisinin de ağzını açmasına fırsat vermeden Servet’i tek kurşunla öldürmüştü. “Senin için yaptım, sana iyi gözle bakmıyordu.” demişti. “Pişman değilim.” demişti sonra ve hep… Ayten kocasının öldürülmesinden birkaç ay sonra kağıtlarını hazırlayıp Almanya’ya işçi olarak gitmişti. O günden beri ondan da haber alamamıştı. “Ayten’e aşıkmış… Onun için öldürmüş Servet’i… Ayten’e aşıkmış…Ayten biliyordu demek… Kimse bana bir şey söylemedi… Ayten de bana söylememek için gitti…Bense…Yıllardır…Yıllardır bir hayali sevmişim… Bir hayali beklemişim…Bir boşluğu, karanlığı düşlemişim..” “ Sonuçta Ayten’i de yitirdim. Bir kez geldi cezaevine o da yüzüme tükürmek, Almanya’ya gideceğini, kendisini bir daha hiç göremeyeceğimi söylemek için. Yalnızca onun için geldi. O saatten sonra da nerede olduğumun, nerede yaşadığımın bir anlamı yoktu benim için…” “………………” “Şimdi sana geliyorum; sen de bu otele geleceksin ardımdan. Korkak ve yalancı sevgilinin gerçek yüzünü daha fazla saklayamayacağım senden…bedelini de ödeyeceğim…Beni affet Sevim…” diye bitiyordu mektup. Çıkıyor. Hiç de dinlenmiş görünmüyor. Ah, elinde de valizi var. Demek ki kalmayacak. Oysa neler düşünmüştüm…Karşı kaldırıma geçti ağır ağır…O ne! Döndü, bana bakıyor. Hayır, Halis’in oda penceresine kaldırdı başını. Ağlamış… Gözleri kıpkırmızı… Şimdi bana bakıyor evet, eminim bundan. Ah, fark etti beni, beni fark etti Tanrım! Bir şeyler söylüyor. Vedalaşıyor benimle o da, Halis’in vedalaştığı gibi… Kadın karşı kaldırımda durmuş otelin tabelasına bakıyordu. Venüs yazısını okudu ilkin, sonra Çoban Yıldızı’nı gördü. Önce “Hoşça kal Venüs Oteli.” dedi, sonra da “Hoşça kal Çoban Yıldızı”*…

  • Atatürk Parlayan En Büyük Yıldızımızdı

    Şenol YAZICI * SANDIĞINIZ GİBİ DEĞİL Atatürk saygı ve şükran duyduğum bir komutan, modern Türkiye'yi küllerinden yaratan bir lider. Dünyaya ender gelen mucize gibi bir adam... Bütün büyük adamlara saygı duyduğum gibi ona da saygı duyuyor, takdir ediyorum. Ama sandığınız gibi değil; benim putum değil. Dahası kimse putum değil. O, ÇAĞDAŞLIĞIN VİZYONU... Atatürk çağdaşlığın vizyonu... Çağdaşlık da benim KALEM... Ne yazık ki O'nun hayallerinden daha öte bir çağdaşlık vizyonu olduramadık. O ne getirmişse, ne öngörmüşse... Nasıl ki birileri çağdaşlığa saldıracaksa ATATÜRK'ten başlıyor, benim de çağdaşlık derdim olunca savunmaya ATATÜRK'ten başlamaya mecburum. Eminim ki onu yıkabilirlerse çağdaşlığın esamisi artık okunmayacak bu ülkede. Benim de... ya sizin? Belki doğru anlaşılmışımdır şimdi. Modern Bir Türkiye Anlayışınız ne olursa olsun, temel derdiniz modern bir Türkiye ise sizin de bu paydada buluşacağınızı biliyorum. Eğer ki Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o zaman gerçekten aramızda yaşayacaksın, o zaman samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla... Stefan Zweig'in deyişiyle bazen ulusların da yıldızı parlar, Atatürk Türk ulusunun parlayan en büyük yıldızıydı. O elbette onun askeri dehasına, devlet adamlığına, yaptıklarına yani genel geçer ölçütlere bakarak bu değerlendirmeyi yapar, Ben daha öznel düşünüyorum... Neden mi? DÜŞÜNSENİZE, okuduğu kitapların sayısıyla övünen bir SPARTAKÜS olsaydı ya da sanat, dans ve müzik konusundaki bilgi ve becerisiyle de yükselen bir NAPOLYON ya da KURDUĞU ülkenin çocuklarının okuyacağı ders kitaplarını bile yazmaya çalışan bir CHE, kadınına seçme seçilme hakkını herkesten önce veren MAO, geri ve ilkel bırakılmış, buna mahkum edilmiş halkına nasıl eğlenileceğini göstermek, çağdaş eğlence anlayışını yerleştirmek için asker üniformasını çıkarıp FRAKını giyip çarşafından çıkardığı eşiyle VALS yapan GANDİ... olsaydı ya da bunların hepsini bünyesinde toplayan bir lider olsaydı tarihte, ne muhteşem olurdu... İyi de ATATÜRK hepsi, hatta daha ötesiydi... Hımm! YA İÇKİ? DİYORSUNUZ, ANLIYORUM... tüm anlatılanlardan, olan bitenden aklında kalan bir o. Savaşmakla geçen yorgun bir günün akşamında yaralı evlatlarını çevresine toplayıp da birkaç kadehin samimi ateşinde günü değerlendirmek ve yarına hazırlanmak nedir, yaşamazsan anlayamazsın, o nedenle demiyorum, ama, boğma erik rakısını ya da kenevir tohumunu ya da parklarda çocukları öldüren bonzaiyi, bir tadımla ON KİŞİYİ ÖLDÜREN sahte rakıyı ATATÜRK icat etmedi, buyurmadı da, için yararlıdır diye, kendini bozmadan nasıl içilebileceğini gösterdi belki. Eleştirmeli elbet yaptıklarını yapamadıklarını, ama İNSAF nedir bilmeli değil mi?.. Çoğumuz gibi hacı olup da tövbe etmeye ise ülke meseleleri ve erken gelen ölümün elvermediğini de samimiyetle görmeli... Geçiniz bunları geçiniz, Atatürk'ün ve elbet bizim de talihsizliğimiz, bizim gibi kendi değerleriyle övünmeyi zül gören bir ulusa nasip olmasından daha çok, egemen sınıftan, askeriyeden gelmesinde ve sonradan onu sahiplenenlerin de egemen sınıflar olması ve işlerine gelen kılıkta halka tanıtıp dayatmalarında yatar. Unutmayalım, Biz, beyaz Türklerden diye Orhan Pamuk'un Nobel almasını bile kabullenmedik, elimizden gelse kurulunu ikna eder, aldırırdık elinden Nobel’i de parasını da; ikinci Nobeli'mizi alan Mardinli fizik profesörü akıllı davranıp yoksul ve sıra halktan geldiğini ilan etmeseydi onu da sürgün ederdik dünyamızdan... O sahici ve samimiydi kuşku yok, ama demokrasilerin azizliği partilerin sırrıdır da bu, çoğunluk hangi boydaysa sen de bir şey yap, o boyda ol ,yoksa liyakatına da bakmazlar, niteliğine de... Sahi, düşündünüz mü hiç? Arkaik devirde bile tek bir peygamber aristokrat sınıftan, dönemin egemen ailelerinden çıkmamıştır, hiçbiri de kendi yöresinde peygamber olamamıştır... İnsan bu, ne garip değil mi? Biri masaya yatırıp derince muayene etmeli; biz biraz hasta mıyız? Salt bize özgü değil bu hal... Halk, ancak kendi arasından çıkan ve egemen sınıflara diz çöktüreni kahraman sayar, o da ancak ölüp gittikten sonra... O nedenle tarihin en büyük komutanlarından Napolyon deliliğin simgesidir daha çok...çünkü onu sonraki kuşaklara ve halka da anlatan bir başka egemen komutandır, ona sorarsan, tarih şahsından büyük asker görmemiştir, Napolyon kim ki? Kahramanların sosyolojisini yeniden okumalı... ama ondan önce yapabileceğimiz daha kolay bir iş var; o günün koşullarında bile dünyaya "yurtta sulh dünyada sulh" ilkesiyle örnek olmuş Atatürk’ü yeniden okuyup şu çağda nasıl olup da yurdu ve dünyayı savaş alanına çevirme, suda yangın çıkarma becerisini gösterebildiğimizi çözebilir, belki başka uluslara da bu eşsiz dehamızı ihraç edebiliriz de... Belki o zaman Atatürk’ü topluca yeniden keşfederiz... ATATÜRK'ün HALKIN KEŞFETMESİNE, HALKIN değerlisi olmasına izin vermedik ki; sahiplenerek, adına yasaklar koyarak, bütün değer ve felsefesini çapımız kadar, beynimiz kadar yorumlayıp herkese dayatarak onu bir sırça sarayda erişilmez kılıp ölüme terk ettik... * Eğer ki, Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o gün gerçekten aramızda yaşayacaksın, o gün samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla...

bottom of page