top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • maviFOTOLAR

    maviADAlıların dünyanın ve ülkenin dört bir yöresinde çektikleri *fotoğrafları, *galerileri görmek isterseniz buraya TIKLAYIN

  • Çoban Yıldızı

    En gerçek yalanlarımı biriktirip renkli jelatin kağıtlarına saracağım. Handan Gökçek, Sır Dökümü Tüm canlılığını ana caddelerinde toplayan kasabaların arka sokaklarında hayat düz bir çizgi gibi akar.İşte bunlardan birinde, ana caddenin bir arkasındaki sokaktaydı otel. Sokağın en farklı rengi olan bu binaya giren çıkanlar bir hareketlilik yaratırlar ama ardından bu dar sokak yine uykulu yaşamına dönerdi. Eski bir konaktan bozma, üç katlı, on odalı, kendi halinde bir yapıydı Venüs Oteli. Adını mitolojiden mi astronomiden mi aldığı kimseyi ilgilendirmezdi. O nedenle kimse dikkat etmezdi renkleri solmuş otel tabelasının sağ alt köşesine küçücük harflerle yazılmış olan “Çoban Yıldızı” sözcüklerine. Üstelik yazının yanına küçücük bir de yıldız çizilmişti* Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzündeki en parlak cismin adı verilmiş bana. Venüs! Gerçek adımsa Çobanyıldızı. Kimse bilmez, bilenler de önemsemez. Konağın en şaşaalı günlerini gören, bilen tek bir kişi bile kalmadı sokakta. Kaç kuşak yetiştirdim… Yıldız yıldız yanardı geceleri pencereler. Eski konağı satın alıp otel yapan ilk kişi biliyordu bunu ve bu ismi bana o vermişti. Kadın otele girerken başını kaldırıp tabelaya bakmadı bile. Dalgın, düşünceli ve yorgun görünüyordu. Girişteki, tahta kolları eskimiş vişne rengi koltuklar boştu. Oturma yerleri, üzerlerinden birileri yeni kalkmış gibi çökmüştü. Güzel bir kadın, yani hala güzel... Beni o da fark etmedi; hatta Venüs yazısını bile görmedi. Ana caddedeki iki otel dururken burayı seçmesi çok garip, yalnız bir kadın olarak. Bekleyelim bakalım… Resepsiyon görevlisi yaşlı bir adamdı ve bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da bulmaca çözüyordu kadın karşısına gelip durduğunda. Yaşlı görevli, kadın müşterilerin otele yalnız gelmesine alışkın olmadığından, kapıya doğru bir bakış attı sonra da kadına baktı. Pek seyrek görünür gerçeğim…O da, sabahları güneş doğmadan hemen önce, akşamları da güneş battıktan hemen sonra… Çoban Yıldızı... Görebilene. Çok az kalır gökyüzünde. Odaya girince valizini kapının dibine bıraktı kadın. Uykuda yürüyormuş gibi ilerleyip koyu yeşil perdeyi araladı, pencereden dışarı bakmaya başladı. Odanın bakımsız görüntüsünü umursamıyor gibiydi. Oysa pencerenin bulunduğu duvarın alt bölümünün rutubetten ıslanmış, renginin değişmiş, boyalarının yer yer dökülmüş olduğunu ilk bakışta fark etmiş, odadaki nem kokusunu girer girmez duymuştu. Bu koku çok bildikti, çok yakındı. Kadın, bu üçüncü hatta dördüncü sınıf otelde, morarmış yatak çarşafının köşesindeki kocaman deliği, bir insanın ancak elini kolunu fazla oynatmadan sığabileceği büyüklükteki – ya da küçüklükteki- banyoyu da yadırgamayacaktı büyük olasılıkla. Dün gece kendimi gördüydüm gökyüzünde, gerçeğimi… Nasıl da parlıyordum! Farklı bir yüz göreceğim belliydi bugün. Ne zaman gerçeğim bana görünse ertesi gün değişik bir şey yaşarım. Bak işte geldi, o kadın. Şimdi ne yapıyor acaba? “İstanbul’dan sonra ne kadar da ıssız bir yer. Halis yıllarını nasıl geçirdi bu kasabada, bu otelde? Onu en son görüşümde, bedeninden, giysilerinden yayılan bu kokuyu duymuştum. Nem kokusunu. Çürütmüştü onu bu ıslaklık, cezaevinin çürütemediği kadar. On yıllık cezaevi yaşamından sonra bir sekiz yıl daha. Dile kolay. Aramadığım yer kalmamıştı onu. Tam ölmüş olduğunu düşünürken… O gece…Kapıyı açtığımda dönmüş gidiyordu, seslendim, durdu önce sonra döndü. Önce dönüp sonra mı durdu yoksa? Of, ne önemi var şimdi bunların? Gözleri! Siyah bir halkanın ortasına yerleşmiş iki karaltı gibiydi gözleri! Bir zamanlar dizlerimin bağını çözen güçlü bedeninden bir yıkıntı kalmıştı geride. Uzun boyu ikiye katlanmış... Cezaevinden çıkmasını beklediğim adam, sonra da izini yitirdiğim adam, yaşamım boyunca sevdiğim tek adam! Halis!” Ah, işte çıktı. Hangi yana gideceğini bilemedi, sağa sola bakınıyor. Karşıya geçti şimdi de. Bana bakıyor sanki. Minik yıldızımı ve beni de gördü mü acaba? Pencerelere kaldırdı başını. Nasıl da hüzünlü gözleri! İkinci katın bir penceresine dikti bakışlarını şimdi de. Ah! Onun kaldığı odanın penceresi o. Halis’in… “ İçeriye zorla soktum seni. Halkaların ortasındaki gözlerin dışında her şeyinle bir yabancı olmuştun bana. Hiç konuşmadın, ben anlattım yalnızca seni bekleyişlerimi, seni arayışlarımı, bir bir yitirdiğim ümitleri… Bir kuyuya konuşur gibiydim.‘İyi olduğunu görmek istedim’ dedin, yalnızca bunu söyledin. Oturdun öylece. Sonra, sonra bir paket sigara almak için çıktın evimden ve dönmedin Halis. Birkaç saat sonra da bir trafik kazasında öldüğünü bildirdiler karakoldan; cebinden benim adresimi bulup da. Dövünüyordu sürücü. “Vallahi önüme atladı, benim suçum yok” diye. Tanıklar da doğruladılar. Seni bulamadan yitirmiştim. Nasıl yıkıldım bilsen, ikinci kez yıktın beni. Giysilerini, bu oda gibi kokan giysilerini verdiler sonra bana. Bu otelin adresinin yazılı olduğu kağıda günlerce baktım. İşte geldim Halis, neyi bulmamı istiyorsun benden? Hangi gücümle başaracağım bunu? Benim için on yıl hapis yatmış, sekiz yıl bir otele kendini kapatmış bir adamdan geriye ne kalmış olabilir ki burada?” Evet, evet, Halis’in yıllarca o pencerede beklediği kadın o olmalı. Geldi işte ama Halis çoktan terk etti buraları. Kadın şimdi de yukarıya doğru yürümeye başladı. Halis de çıktığında ilkin o yöne giderdi. Kadın iki saat sonra otele döndü. Girişte iki erkek oturmuş tavla oynuyorlardı. Karşı duvardaki rafın üzerine konmuş televizyon açıktı. İki erkek, gıcırtılı merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Kadın televizyona bakıp sigara içen yaşlı görevliye yaklaştı. Sesi televizyonun ve tavla tahtasına çarpıp geri dönen zarların gürültüsü arasında duyulmuyor. Görevli bir şeyler anlatıyordu kadına başını üzüntüyle sallayarak. Sonra tezgahın altına eğildi, biraz sonra yeniden doğrulduğunda elinde bir paket vardı. Onu kadına uzattı. Kadın paketi aldı ve teşekkür ederek odasına çıkan merdivenlere yöneldi. Görevli, kadının arkasından uzun uzun baktı ve iç geçirdi. Yine tabelaya, bana bakmadan içeri girdi. Geldiğinden daha yorgun görünüyor. Hayat ne kadar acımasız. Bir kovalamaca sanki. Halis varken o yoktu. Şimdiyse o geldi, Halis yok! Kadın odasına girdi, ceketini, ayakkabısını çıkarmadan yatağa çöktü. Elindeki paketi sımsıkı tutuyor, göğsüne bastırıyordu. Bir süre öyle kaldı, sonra paketi açtı ağır hareketlerle. Bir defter çıktı içinden. Bir de fotoğraf. Halis’in, otelin önünde çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. “Cezaevinden çıktığım ilk gün” yazıyordu altında. Kadın fotoğrafı yatağa koyarak defteri açtı. Bakalım kalacak mı? Öyle isterim ki kalmasını. O da görür belki beni, benimle konuşur. ‘ n’aber Çobanyıldızı’ bakışı atar arada, aynı Halis gibi…Birilerinin dikkatini çekebilmeyi öyle istiyorum ki. O kadın… o fark edebilir beni…Belki… Kadın titreyen elleriyle sayfaları çevirmeye başladı. Bir günlüktü bu. Halis’in cezaevinden çıktıktan sonra izini kaybettirdiği sekiz yılının belgesi. Ara ara kendi adını okuyordu sayfalarda ama öyle aşkla, özlemle değil… Bir tuhaflık vardı bunda. Sevgilisiydi Halis’in o. Halis, onun uğruna adam öldürmüştü, tek bir pişmanlık belirtisi göstermeden hapis yatmıştı. Belki, çürümüşlüğünü kendisine göstermemek için kaçmıştı… Defteri daha dikkatli okumaya devam etti. Bazı sayfalardaki yazılar güçlükle okunuyordu. Aşk tanrıçası da derler adıma mitolojide. Köpüklü dalgalardan doğmuşum. Bütün Olimpos tanrıları hatta ölümlüler bile aşıkmış bana. Belki o nedenle görülmeyi, sevilmeyi, fark edilmeyi düşlerim hep… Defteri, tek bir sözcük bile atlamadan okumaya çalışıyordu kadın. Halis’in bu küçük kasabada geçen tekdüze yaşamı ve cezaevi anıları birbirine karışıyordu bazı sayfalarda. Yazdığına göre, gündüzleri bir marangozun yanında çalışıyordu. Bu işi cezaevinde öğrenmişti. Yazdıklarından bazıları öyle önemsiz şeylerdi ki Halis’in tüm bu ayrıntıları niçin kaydettiğine şaşırmadan edemiyordu kadın. Otelin tabelasından, alt köşesindeki minik yıldızdan falan söz ediyordu bazı yerlerde. “… çoban yıldızı… o beni anlıyor…” gibi. Derken defterin sonlarına doğru günlük bitti. Tarihine baktı kadın, iki yıl öncesini gösteriyordu rakamlar. Sabırla sayfaları çevirmeye devam etti. Bir sayfada kendi adına yazılmış mektubu görünce irkildi, kalbi çarpmaya başladı. Mektup, Halis’in kendi evine gelmeden birkaç gün öncesinin tarihini taşıyordu. Ne kadar çok kaldı o odada. Uyuyor mu acaba? Öyleyse iyi. Yorgunluk atmak istiyor, birkaç gün kalacak demektir. Belki akşama çıkar. Tam üzerimde ışık yanar geceleri. Beni görme olasılığı daha yüksek o zaman. Mutlaka görür… Mektup kısaydı. Bir solukta okuyabilirdi tümünü ama nedense korkuyordu kadın, Halis’in kendi adına yazdığı satırları okumaktan. Defteri göğsüne bastırıp gözlerini kapadı. Uzun bir süre o durumda kaldı. Neden sonra yeniden açıp çekinerek okumaya başladı. “Sevim, Sevim…” diye başlıyordu mektup. “İyi Sevim… Temiz kalpli Sevim…Namuslu arkadaşım benim…” diye sürdürüyordu satırlarını Halis. “Arkadaşım” sözcüğünü okuyunca bir ok saplandı yüreğine kadının. “Sen iyi bir insandın Sevim. O cinayeti senin için işlediğime inanacak kadar iyiydin. Bunca yıl sana bir şey söyleyemediğim içinse ben de bir o kadar kötü bir adam. Beni bağışlayacağına söz ver Sevim, yalvarırım sana. Öyle oku yazdıklarımın gerisini. Bağışlayacaksın değil mi Sevim?Yalvarırım söz ver…” Kadının elleri titremeye başladı bu satırları okuduktan sonra. Halis, cinayeti kendisi için işlemediğini söylüyor, kendisini bağışlamasını istiyordu ondan! Neden! Yaşamı boyunca sevdiği tek adam, neden bağışlanmak istiyordu? “Evet Halis, her ne içinse yalvarışın, bağışlayacağım seni…” diye mırıldandı belli belirsiz ve buğulanan gözleriyle satırları seçmeye çalışarak mektubu okumayı sürdürdü. “Kız kardeşine deliler gibi aşık olduğumu bilmiyordun Sevim. Seninle yalnızca o nedenle nişanlandığımı da. Ona daha yakın olabilmek için. Evet dünyadaki tek yakının olan kardeşini ölesiye, öldüresiye seviyordum. Ayten bile bilmiyordu aşkımın derecesini. Servet denen o adam yani kocası aldatıyordu Ayten’i; hem de Ayten’in tırnağı bile olamayacak bir kadınla. Öğrenmiştim bunu. Uyardım kaç kez. Dinlemedi. Sonra bir gün takibettim onu. Hazırlıklıydım… Sonra… Gerisini biliyorsun…” Kanı çekilmiş, gözleri büyümüştü kadının. Elindeki deftere tuhaf bir nesneye bakarmış gibi bakıyordu. Evet, gerisini biliyordu. Nasıl unutabilirdi ki! Şimdi aydınlanıyordu beynindeki kör nokta. Servet o gün kendisine uğramıştı bir şey için. Arkasından da Halis çıkagelmişti. Servet’i görünce Halis’in gözü dönmüş, nişanlısını taciz ettiğini söyleyerek o güne dek Sevim’in hiç görmediği bir silahı belinden çıkartıp ikisinin de ağzını açmasına fırsat vermeden Servet’i tek kurşunla öldürmüştü. “Senin için yaptım, sana iyi gözle bakmıyordu.” demişti. “Pişman değilim.” demişti sonra ve hep… Ayten kocasının öldürülmesinden birkaç ay sonra kağıtlarını hazırlayıp Almanya’ya işçi olarak gitmişti. O günden beri ondan da haber alamamıştı. “Ayten’e aşıkmış… Onun için öldürmüş Servet’i… Ayten’e aşıkmış…Ayten biliyordu demek… Kimse bana bir şey söylemedi… Ayten de bana söylememek için gitti…Bense…Yıllardır…Yıllardır bir hayali sevmişim… Bir hayali beklemişim…Bir boşluğu, karanlığı düşlemişim..” “ Sonuçta Ayten’i de yitirdim. Bir kez geldi cezaevine o da yüzüme tükürmek, Almanya’ya gideceğini, kendisini bir daha hiç göremeyeceğimi söylemek için. Yalnızca onun için geldi. O saatten sonra da nerede olduğumun, nerede yaşadığımın bir anlamı yoktu benim için…” “………………” “Şimdi sana geliyorum; sen de bu otele geleceksin ardımdan. Korkak ve yalancı sevgilinin gerçek yüzünü daha fazla saklayamayacağım senden…bedelini de ödeyeceğim…Beni affet Sevim…” diye bitiyordu mektup. Çıkıyor. Hiç de dinlenmiş görünmüyor. Ah, elinde de valizi var. Demek ki kalmayacak. Oysa neler düşünmüştüm…Karşı kaldırıma geçti ağır ağır…O ne! Döndü, bana bakıyor. Hayır, Halis’in oda penceresine kaldırdı başını. Ağlamış… Gözleri kıpkırmızı… Şimdi bana bakıyor evet, eminim bundan. Ah, fark etti beni, beni fark etti Tanrım! Bir şeyler söylüyor. Vedalaşıyor benimle o da, Halis’in vedalaştığı gibi… Kadın karşı kaldırımda durmuş otelin tabelasına bakıyordu. Venüs yazısını okudu ilkin, sonra Çoban Yıldızı’nı gördü. Önce “Hoşça kal Venüs Oteli.” dedi, sonra da “Hoşça kal Çoban Yıldızı”*…

  • Atatürk Parlayan En Büyük Yıldızımızdı

    Şenol YAZICI * SANDIĞINIZ GİBİ DEĞİL Atatürk saygı ve şükran duyduğum bir komutan, modern Türkiye'yi küllerinden yaratan bir lider. Dünyaya ender gelen mucize gibi bir adam... Bütün büyük adamlara saygı duyduğum gibi ona da saygı duyuyor, takdir ediyorum. Ama sandığınız gibi değil; benim putum değil. Dahası kimse putum değil. O, ÇAĞDAŞLIĞIN VİZYONU... Atatürk çağdaşlığın vizyonu... Çağdaşlık da benim KALEM... Ne yazık ki O'nun hayallerinden daha öte bir çağdaşlık vizyonu olduramadık. O ne getirmişse, ne öngörmüşse... Nasıl ki birileri çağdaşlığa saldıracaksa ATATÜRK'ten başlıyor, benim de çağdaşlık derdim olunca savunmaya ATATÜRK'ten başlamaya mecburum. Eminim ki onu yıkabilirlerse çağdaşlığın esamisi artık okunmayacak bu ülkede. Benim de... ya sizin? Belki doğru anlaşılmışımdır şimdi. Modern Bir Türkiye Anlayışınız ne olursa olsun, temel derdiniz modern bir Türkiye ise sizin de bu paydada buluşacağınızı biliyorum. Eğer ki Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o zaman gerçekten aramızda yaşayacaksın, o zaman samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla... Stefan Zweig'in deyişiyle bazen ulusların da yıldızı parlar, Atatürk Türk ulusunun parlayan en büyük yıldızıydı. O elbette onun askeri dehasına, devlet adamlığına, yaptıklarına yani genel geçer ölçütlere bakarak bu değerlendirmeyi yapar, Ben daha öznel düşünüyorum... Neden mi? DÜŞÜNSENİZE, okuduğu kitapların sayısıyla övünen bir SPARTAKÜS olsaydı ya da sanat, dans ve müzik konusundaki bilgi ve becerisiyle de yükselen bir NAPOLYON ya da KURDUĞU ülkenin çocuklarının okuyacağı ders kitaplarını bile yazmaya çalışan bir CHE, kadınına seçme seçilme hakkını herkesten önce veren MAO, geri ve ilkel bırakılmış, buna mahkum edilmiş halkına nasıl eğlenileceğini göstermek, çağdaş eğlence anlayışını yerleştirmek için asker üniformasını çıkarıp FRAKını giyip çarşafından çıkardığı eşiyle VALS yapan GANDİ... olsaydı ya da bunların hepsini bünyesinde toplayan bir lider olsaydı tarihte, ne muhteşem olurdu... İyi de ATATÜRK hepsi, hatta daha ötesiydi... Hımm! YA İÇKİ? DİYORSUNUZ, ANLIYORUM... tüm anlatılanlardan, olan bitenden aklında kalan bir o. Savaşmakla geçen yorgun bir günün akşamında yaralı evlatlarını çevresine toplayıp da birkaç kadehin samimi ateşinde günü değerlendirmek ve yarına hazırlanmak nedir, yaşamazsan anlayamazsın, o nedenle demiyorum, ama, boğma erik rakısını ya da kenevir tohumunu ya da parklarda çocukları öldüren bonzaiyi, bir tadımla ON KİŞİYİ ÖLDÜREN sahte rakıyı ATATÜRK icat etmedi, buyurmadı da, için yararlıdır diye, kendini bozmadan nasıl içilebileceğini gösterdi belki. Eleştirmeli elbet yaptıklarını yapamadıklarını, ama İNSAF nedir bilmeli değil mi?.. Çoğumuz gibi hacı olup da tövbe etmeye ise ülke meseleleri ve erken gelen ölümün elvermediğini de samimiyetle görmeli... Geçiniz bunları geçiniz, Atatürk'ün ve elbet bizim de talihsizliğimiz, bizim gibi kendi değerleriyle övünmeyi zül gören bir ulusa nasip olmasından daha çok, egemen sınıftan, askeriyeden gelmesinde ve sonradan onu sahiplenenlerin de egemen sınıflar olması ve işlerine gelen kılıkta halka tanıtıp dayatmalarında yatar. Unutmayalım, Biz, beyaz Türklerden diye Orhan Pamuk'un Nobel almasını bile kabullenmedik, elimizden gelse kurulunu ikna eder, aldırırdık elinden Nobel’i de parasını da; ikinci Nobeli'mizi alan Mardinli fizik profesörü akıllı davranıp yoksul ve sıra halktan geldiğini ilan etmeseydi onu da sürgün ederdik dünyamızdan... O sahici ve samimiydi kuşku yok, ama demokrasilerin azizliği partilerin sırrıdır da bu, çoğunluk hangi boydaysa sen de bir şey yap, o boyda ol ,yoksa liyakatına da bakmazlar, niteliğine de... Sahi, düşündünüz mü hiç? Arkaik devirde bile tek bir peygamber aristokrat sınıftan, dönemin egemen ailelerinden çıkmamıştır, hiçbiri de kendi yöresinde peygamber olamamıştır... İnsan bu, ne garip değil mi? Biri masaya yatırıp derince muayene etmeli; biz biraz hasta mıyız? Salt bize özgü değil bu hal... Halk, ancak kendi arasından çıkan ve egemen sınıflara diz çöktüreni kahraman sayar, o da ancak ölüp gittikten sonra... O nedenle tarihin en büyük komutanlarından Napolyon deliliğin simgesidir daha çok...çünkü onu sonraki kuşaklara ve halka da anlatan bir başka egemen komutandır, ona sorarsan, tarih şahsından büyük asker görmemiştir, Napolyon kim ki? Kahramanların sosyolojisini yeniden okumalı... ama ondan önce yapabileceğimiz daha kolay bir iş var; o günün koşullarında bile dünyaya "yurtta sulh dünyada sulh" ilkesiyle örnek olmuş Atatürk’ü yeniden okuyup şu çağda nasıl olup da yurdu ve dünyayı savaş alanına çevirme, suda yangın çıkarma becerisini gösterebildiğimizi çözebilir, belki başka uluslara da bu eşsiz dehamızı ihraç edebiliriz de... Belki o zaman Atatürk’ü topluca yeniden keşfederiz... ATATÜRK'ün HALKIN KEŞFETMESİNE, HALKIN değerlisi olmasına izin vermedik ki; sahiplenerek, adına yasaklar koyarak, bütün değer ve felsefesini çapımız kadar, beynimiz kadar yorumlayıp herkese dayatarak onu bir sırça sarayda erişilmez kılıp ölüme terk ettik... * Eğer ki, Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o gün gerçekten aramızda yaşayacaksın, o gün samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla...

  • Senin Kadar Yürekli Olmak İsterdim

    Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına, ’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de... Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek ve bunu hoyratça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak... Senin kadar yürekli olmayı isterdim. Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz. İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu, ’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün. Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok... Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Kurduğun ülkende görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın? Kırıldın mı? İnsanı kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin onları? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gitmendeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile birlikte ordu salındı üstüne. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak... Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil. Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın? Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını… Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun; düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin? Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanımın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin. Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar, dört yanın engeldi. Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar. Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün, genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar yeni Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri "kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır," diye anlattın. Korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı... Sendeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı... Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, dehşete düşüyorum insanlığımdan... Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı... Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Su geri akmaz, tarih de… Ölüm mü? İnsanın naçiz vücudu aklı, onur ve belleği hiç mi yenilmez? Yenilir elbet, ama hatt-ı müdafada yenilse de, sath-ı müdafada ölümsüzdür. *

  • Zeki SARIHAN

    KONUK YAZAR Uzun yıllardır maviADA'da yazan Zeki SARIHAN'IN tüm yazılarını görmek için resme tıklayın

  • maviGÜNLÜK

    24.sayı GÜNLÜK " ... Önümüzdeki günlerde etkinliklerimiz var, herkesi bekleriz. Kalabalık çoğu zaman gürültüdür, işlevdir önemli, bilmiyor değiliz, gönlünüz yoksa gelmeyin, ama uzaktan kalabalık, iktidardır. Siz anlarsınız. ... Nöbete kalmış fenerler gibiyiz, hep buralardayız, YAZa da bekleriz. … Ve kuşkusuz yaşam, ne DÜN ne YARIN değil, sadece ANdır, değeri bilinmeli; yazıktır, bir dahakini görmeyenlerimiz bile olacağını düşünüp BAHARa hakkını vermeyi unutmayın. Elbette can sizin, BAHARda… Bizimki laf ı güzaf... HEPSİNİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

  • Aşk Doğarken

    -Emir Murathan’a- durmaz hiçbir annenin sancısı renkli bir yerçekimidir elimize düşen sen ne güzel bir emirsin oğul, tanrıdan gelen dudakları ceylan sürüsü, koşturan nehir terli rüzgârları ağırlıyor saçları kıvır kıvır orada şiirin doğduğu ova yeşildir benim umudum, oğlum bir kasımpatı nasıl da kokusunu sarılmış tanrının bir melek gamzesini düşürmüş aklına bu yüzden gülümseme sokağı diyorum, geçtiğim bütün isimsiz boşluklara oğlum ve karım, iki kanatlı pencere nefes alma zamanı eski bir anının panjur desenli evlerin yıllanmış yüzü elmasa can veriyor işte oğlum ve karım rüzgârımı gıdıklıyor elleri, bir esintidir sormayın meyvesisin uzak dağlarda sonsuz bir ağacın oğul yanı başımda biten ürkek bir papatyadır senin annen kırları sürmeyi öğrendim bu yüzden yüzüme alnımı papatyalara soyundurmayı ağzını okşamayı son Nisan sabahının oğul, ilk kez annem öpmüştü beni kalbimden şimdi de aşk doğarken annen sen ne güzel bir emirsin oğul, şiire düşen. * 30 Nisan 2012 (Oğlumun doğduğu gün) * maviADA basılı DERGİLERİ 2012 / 2013 SAYILARI

  • SEN…

    Sen gülerken, gamzelerin oluşur. Gözlerin gözlerime değer, kalbime akar gülüşün, yeşille mor, sarı ile kırmızı karışır birbirine, güller açar, sözcükler bal kıvamında damla damla süzülür dudaklarından, sahile ulaşan dalgalar gibi savrulur saçların, sen gülerken kumsalda belirir yüzün, ve bilirsin ki, “iyi insan gülüşünü sevdiğimiz kişidir” Sen severken, anlam kazanır duruşun, bakışın bir başka güzeli yansıtır. “Sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir.” Bunun için her şey sana doğru akar, suların alçağa aktığı gibi… Sen severken, umarsız olursun, ama “gerçek aşk iki yalnızlığı değiş tokuş etme çabasından başka bir şey değildir.” Onun için “sen severken kendimi kutsal deli gibi görürüm,” Ve bilirsin ki; “sevmek, bir yüzdeki çizgileri, bir yanağın rengini görüp heyecanlanmaktan daha ciddi ve daha önemli bir şeydir.” Sen düşünürken, kuşlar bile susar, ırmaklar nehirlere nehirler çağlayanlara fısıldar hüzünlü duruşunu, sen düşünürken güzelsin, bahar sonbahara anlatır sarı saçlı halini, kuzular dağ yamaçlarında öylece kalırlar, dere tepe düz giden ne varsa mıh gibi çakılır olduğu yerde, tahammül edilemez hiçbir sese, söze ve saza, Ve bilirsin ki, “düşünceler kelimelere döküldükleri zaman ölürler” Sen uyurken, gece sessizliği sarar sarmalar tüm bedenimi, gece mavisi gözlerine, gözlerin uyku harmanına dönüşür, rüyaların en uzunu, gecelerin en kısası ile buluşur, sen uyurken, “bir tren sisleri yara yara geceyi çizer raylara, ve bilirsin ki “İnsanlar uyanıkken yalnızca bir tek dünyayı paylaşırlar. Ama uyudukları zaman her birinin kendi özel dünyası olur” Sen okurken, aldığın haz gerçek okuma ihtiyacını anlatır. Zenginler fakirlerin yanında daha çok fark ederler kendi durumlarını. Sen okurken hakikat belirir ufukta. Okumak yaşamaktır, kültürdür, bağımsızlıktır, felsefedir, güçtür. Ve bilirsin ki “İnsanoğlu… kendi kendisini okuyan bir “kitap”tır. Sen Yazarken, farklısın. İnsan düşünür, okur, ama yazamaz. Bir öncekini bir sonrakine aktarmaktır yazmak. Her hece bir damla, her kelime bir ırmak, her cümle bir nehir, her kitap ise bir deryadır. Sen yazarken insan yürür, tarih yürür, kültür yürür. Sen yazarken aşk yürür, özlem yürür, sevgi yürür. Ve bilirsin ki “yürümek için baston ne ise, düşünce için kalem de odur.” Sen bakarken, saklanır her şey, çıkmaz sokaklara dolaşır insanlar, börtü böcek ne varsa kaçışır, ruhun aynasıdır bakışlar, sen bakarken tüm kimliğin bir gölge gibi serilir yol üzerine, derinlikler anlamsız kalır yanında, sen bakarken görmenin hiç önemi kalmaz, “bakma bana, bakıyorlar çünkü bakışıyor muyuz diye, tutmalıyız kendimizi bize baktıklarında. Gel, kendimizi tutalım, ne zaman bakmazlarsa o zaman bakışalım” ve bilirsin ki; “bir aşığı en mutlu eden şey ilk bakıştır.” Sen yaşarken, gülersin, seversin, düşünürsün, uyursun, okursun, yazarsın, bakarsın ve konuşursun… bilirisin ki ;”yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” ve “yaşam bir anlamda mutlak güncelliktir.” “suyun yüzeyinde kalabilmektir” “sonsuz olmak ister insan, çünkü yaşam onun tam tersidir.” Ve bilirsin ki; “düşünmek için yaşamayız, tersine; hayatta kalabilmek için düşünürüz” ve SEN bilirsin ki “yaşam kökten yalnızlıktır” * daha fazlasını görmek için maviADA MÜZEyi görün *

  • Unutmak Üzerine

    “Ey unutuş! kapat artık pencereni, Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; Çıkmaz artık sular altından o dünya. Bir duman yükselir gibidir kederden Macerası çoktan bitmiş o şeylerden. Amansız gecenle yayıl dört yanıma Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.” (Ahmet Muhip Dıranas- Olvido’dan) “Unutma Bahçesi”ndeydim günler boyunca. İnsan, bir şeyleri unutmak istediğinde başarısızlığa mahkum oluyor; anılar canlanıyor beyninin kıvrımlarında. Bilinçli bir unutma yaşantısının hiç olamayacağı, bunun olanaksızlığı gerçeği, yoluma serildi okudukça. Satırları işaretledim Latife Tekin’in ‘Unutma Bahçesi’nde birer işaret taşı gibi. Düşündüm, notlar aldım. Sayfalar arasındaki unutulmaz sözlerden biri şöyle: “ Bir şeyi hatırladığın anda diğer bütün şeyleri unutmuş olursun…Her şey aklındayken neyi anımsayacaksın?” Unutmak da anımsamak da insanın düşünce süreçleriyle ilgili gerçekler değil mi? Yıllar boyu, unutmayı istediğim birçok yaşantım oldu benim de. Ama istemekle hiçbir şey başaramadığının, hepsinin boş bir çaba olduğunun ayrımına varıyor insan. Bilgisayardaki unutma-silme sistemi beynimizde de olsaydı... Bir tuşa basar basmaz silinenler gibi, unutmak istediklerimiz de belleğimizden silinip gitseydi küçük bir dokunuşla. Fakat unutmak, istemli bir eylem değil ki… Karanlıkların içinden bilincin aydınlığına süzülenler, rahat bırakmıyor insanı. Gece uykusunda, gündüz düşüncelerinde oklarını batırıyor anılar. Belleği kanatan yaşantıların açtıkları oyuk kapanmıyor; her an duruyor orada. Sessiz, kıpırtısız bekliyor kazınanlar. Başka düşünceler, yaşantılar, yönelimler bu anıların üzerini kalın bir sis bulutuyla örtüyor. Yıllar geçtikçe göz gözü görmez oluyor. Işıklar giderek azalıyor. Bir ses, koku, görüntü ya da bir sözle şimşekler çakıyor birdenbire. Kalın sis perdesi, çağrışımların kapısından süzülen anımsama ışıklarına karşı koyamıyor. Aydınlığa kavuşunca, tüm gerçekliğini gösteriyor yaşanmışlıklar. Bir “unutma bahçesi”ne, adaya, mekana, düşünceye, uğraşıya, herhangi bir kavram veya eyleme sığınınca insan; anılardan, belleğin baskısından kurtulduğunu düşünür. Bir yanılsamadır bu. Kaçışın olanaksızlığıdır yaşadığı. Belleğin içinden anılar dökülür kucağına, “ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” la, hüzünle kalıverir öylece. Bence, unutmak ya da anımsamak için insan kendini zorlamamalı; yaşam ırmağının akışına, belleğin bilgeliğine bırakmalı yaşadıklarını. Stefan Zweig günlüklerini tutarken, “Eski günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.” diyor. Bunu duyumsamak ve ayrımsamak, insan için çok zorlu bir kabullenişi de beraberinde getirmiyor mu? Bellek, içinden zamanın sessizce geçtiği bir ayna gibi. Belleğe bilgeliği veren zaman, giderek sırlarını döker o aynanın. Puslanır, bulanır bir şeyler. Yıllar geçtikçe yaşlanan belleğin unutma eğilimi artar doğal olarak. En uzak anıların görünebildiği halde en yakın yaşantıların belleğin aynasına düşmediği de olur. Unutmak… Anımsamak isteyip de donuk bir aynaya bakıp kalmak… Kendi yüzünü bile görememek o aynada. Zorlu, umarsız bir insanlık durumu… Belki de bir tragedya… Unutmak eğilimi, bireysel acıların, keder yüklü anıların unutulması anlamında, bir rahatlık verebiliyor insana. Olvido’nun dizelerinde şair, unutuşun kendisini gamlardan kurtarmasını istiyor. Bazen düşünüyorum; kederle gölgeli anılar, bellekten silinip bilinçaltının karanlığına mı düşüyor? Derinlerde karanlığın soluğu mu yankılanıyor? Kara gölgeler, insanın iç çalkantılarında yüzeye çıkıp birer karabasan adası mı oluşturuyor o bilinmez denizlerin içinde? Karabasan adalarında kalmak, ürpertici ve ürkütücü; uykuda bile olsa. En düşündürücü konulardan biri de toplumsal belleğin zayıflığı.Yaşananları gözden geçirmeyen, hatalarını sürekli yineleyen bir toplum içinde yaşamak, insanın içindeki çalkantıları giderek çoğaltıyor. Belleksiz toplumda bir aydın olmanın bedeli de ağır oluyor. Umutsuzluk, aydın yüreklerin kıyısına dalga dalga vuruyor, sarsıntılar şiddetleniyor. Yıllar önce, kalabalıkların üzerine yağmur gibi yağan kurşunları, kanayan ve kanatılan gençlikleri, kaçışları, yürek yangınlarını… Bir kuşağın yok edilme planlarını… Toplumsal şiddeti… Aydınların birer birer ortadan kaldırılışını… Temmuz ateşinde kül edilmek istenen sanatçıları… Ve süregelen acıları… Bugün, acımasız savaşın dumanlarında boğulan küçücük yaşamları… Yoksulluğu… açlığı… kirlenen dünyayı… Emeğin değerini… Unutmamak gerek. Yaşam doğruluyor bunları unutmamak gerektiğini. Anımsayarak güçlenmenin kilit noktası burası işte. Giderek yoğunlaşıp güçlenen bu noktada, anımsamak, üst düzeydeki bilinçle yeniden anlamlandıracak yaşamın içindeki süreçleri. Unutmak / anımsamak sarmalında bambaşka bir bakışın, yepyeni bir bilincin aydınlığında bireysel ve toplumsal umuda yol almaya başlayacağız. Karabasan adaları kaybolup gidecek böylece. * daha fazlası için maviADA DERGİSİ MÜZE önerilir. *

  • AHMET MUHİP DIRANAS

    BİR SENTEZ ŞAİRİ: AHMET MUHİP DIRANAS ‘‘ Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir; İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı Hatırlar bir gün camı açtığını, Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu, Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı... Bütün bunlar aşkın güzelliyledir.’’ (Olvido’dan.) İKLİMLERDEN ŞARKILAR GETİREN ŞAİR Ahmet Muhip Dıranas, ünlü ‘Serenad’ adlı şiirinde şöyle der: Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak Ben aşkımla bahar getirdim sana; Tozlu yollarından geçtiğim uzak İklimden şarkılar getirdim sana. Gerçekten de Dıranas, şiir serüveni boyunca bize uzak iklimden şarkılar getirir. Bunun nedeni, ‘poetik evi’nin mimarisidir. Bu evin iki kapısı vardır. İlki batı’daki, batıya açık olan kapısıdır ki, en çok ilk şiirlerinde batıdan gelen şiir meltemlerinin etkisine rastlarız. İkinci kapı ise doğu’da olandır. Bununla birlikte bu kapıdan giren meltemler, batıdakiler kadar güçlü değildir. ‘‘Ne demek istiyorsun?’’ dediğinizi duyar gibiyim. Açıklayayım: Dıranas’ın yayımlanan ilk şiiri, ‘‘Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay’’ adıyla Milli Mecmua’da çıkan ‘‘Bir Kadına’’ adlı şiiridir (15 Eylül 1926). Dranas o zaman daha on yedi yaşındadır ve ilk ve son şiir kitabı olan ‘Şiirler’in çıkmasına yaklaşık yarım asır vardır! Ancak daha o zamandan şiirinin yüreğini oluşturacak bir alanı keşfetmiştir: Fransız şiirini... Fransız şiiriyle tanışan Dıranas, kendi şiir iklimini yaratacak şarkıları, işte bu uzaklardan getirir. Hece kadar dizenin önemini kavrayarak, dizenin işçiliğine soyunan ilk şairlerimizden biri olur böylece... Ancak ilk şiirlerinde bilhassa Baudelaire etkisindeki Dıranas, Baudelaire şiirindeki duygusallığı almış, bunu izlenimciliğe taşımış; ancak yoğunluğu ve derinliği bazen unutmuştur! Garip şiir akımının, akına dönmesine daha yirmi yıl vardır. Hece şiirinin son kuşağına dahil edebileceğimiz Dıranas, o zamandan farklı bir yol izlemeye başlamıştır. Hececiler arasında, çağdaş Batı şiirine en yakın duran, poetik evi’nin kapılarını batıya en fazla açan şair Dıranas’tır! Ancak Nâzım Hikmet’in toplumcu şiirinin karşısında yer alan Dıranas şiiri, yer yer aşırı bireyseldir. Nâzım’ın gerçekçi şiiri karşısında, onun şiir dünyası daha çok aldatıcı bir düş dünyasının pırıltılarını taşır. Kokular, renkler, tatlar her ne kadar farklı olsa da bazen yapay kalır. Bazense fazlaca karmaşık, hatalı benzetmeleri dikkat çeker. Örneğin Yağma’da ‘Akan suda kuş gibi gemilerde’, ‘Bir sevi vaktinin bile havasında/ Yok artık o mahrem örtüsü aşkın’ gibi dizeler ya da Ben ve O’da ‘Su içmek inekler içen çeşmelerden’, ‘Yıldızlarda tanrı gülse gerek’ gibi dizeler böyledir... Hecenin kalıplarını genişleterek yeni bir sesin ardına düşen, Fransız şiirinden de etkilenen, içe dönük, maneviyatçı, bireysel şiirlerin başarılı şairi Necip Fazıl Kısakürek’le Dıranas’ın bu yönlerden akrabalığı vardır diyebiliriz... Şiirinin ilk yıllarında etkisinde kaldığı Baudelaire ise bilin bakalım kimden etkilenmiştir? Tabiî ki ABD’li Edgar Allan Poe’dan! Her tür etki ve değişik rengi kendi şiir anlayışı içinde yoğuran Fransız şiiri, aslında bir ‘sentez’dir. İşte Dıranas belki de bilmeden ABD’ye, şiir kitabı olsa da sonradan korku öyküleriyle ünlenecek olan Poe’ya kadar uzanır! Böyle bir sentezi, kendi şiirsel kimliği ile birleştirdiğinden dolayı bir anda ayrılır diğer şairlerden... Dıranas’ın hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar, ilk yıllarla ilgili bakın neler söylüyor: ‘‘Ahmet Muhip Dıranas mısra zevkinin büyük bir yer tuttuğu sensuel ve taze bir lyrisme’le şiire başladı. Baudelaire’le Verlaine’in ışık tuttuğu bir yolda kendisine asıl şahsiyetini bulduracak iklimler aradı. Ağrı dağı için yazdığı büyük manzumede belki de asıl istediği şeye, geniş dile ve aydınlığa kavuştu. Türk şiirinde daima tesirini göreceğimiz modern resim bu şaire ilhamında yardım eder.’’ (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 116) Dıranas, Türk şiirinin evine girerken ‘‘geçiyorum mevsim gibi kapından’’ diyerek seslenir böylece!... UNUTUŞUN TUNÇ KAPISINI ZORLAYAN OLVİDO Akşam gazetesinin 21.5.1936 tarihli sayısını elimize alırsak bir yazı görürüz. Yazının bir bölümü şöyledir: ‘‘Türkçe şiirde ne hecelerin sayısını, ne de uzunluk kısalıklarını ele alarak bu dile uygun bir ahenk temin edilemez bence. Türkçede yukarıda söylediğim gibi, ahenk bakımından, kelimeler vardır. Ve şiirin mimarisi kelime denen bu çeşit çeşit taşlarla kurulmalıdır. Aruz yalnız hecenin uzunluğunu, kısalığını ele alır. Hece hesabı hecenin sayısını sayar. Yani birisi dildeki Acem ve Arap tesirlerine dayanır, öbürü ise dilin kaynağını, bilhassa bunu, göz önünde tutar. Bu bakımdan her iki vezin de tek taraflıdır. Hatta bundan dolayı bugün hece vezniyle yazan şairler, bu tek taraflılıktan kurtulmak için aruz vezninin kısa ve uzun heceye dayanan ahenk unsurundan da, hece vezni çerçevesi içinde, istifadeye mecbur kalıyorlar. Halbuki işi olduğu gibi görmek lazımdır. Şiiri basit bir melodiden, mürekkep bir armoniye yükseltmek için, gerek sayı, gerek uzunluk bakımından heceyi değil, birer vahdet halinde kelimeyi ele almak icap ediyor, bence. Bu bakımdan yapılacak denemelerin çok faydalı olacağını sanıyorum...’’ Bu açıklamaları yazan isime baktığımızda Orhan Selim’i, yani Nâzım Hikmet’i görürüz! Şimdi gazeteyi katlayıp, Dıranas’ın şiirlerine dönelim. Dıranas heceye verdiği önemi, kelime seçimiyle sentezler. Bu sentezlerin çok başarılı olduğunu Olvido, Fahriye Abla, Köpük, Selam gibi şiirlerde görürüz. Bu şiirlerin tümünde anıların, hatıraların tema olarak işlenmesi de ilgi çekicidir. Bu nedenle Dıranas bir bakıma ‘anı’ şairidir de... Afşar Timuçin’e göre: ‘‘Geçmişe göndermeler yaparken bile tarihi olmayan bir şiirdir Dıranas’ın şiiri: Bilinçli belirlemelerden çok anlık izlenimlerden örülmüştür. Tarihselliği olmadığı için ancak yarattığı hava yönünden ilgi çeker. Süslüdür, oyalayıcıdır, alıp götürmeyi bilir, bu arada içtenliksiz görünümler ortaya koysa da bizimle bağını koparmaz. Bireycidir, toplumsallığı yoktur, insanı dünyada kendi gözüyle görür ve kendi başına bırakır. İnsanı tartışmaz da savunmaz da. Uzun arayışlarla dışlaştırılmış olsa da ilginç izlenimler baskındır onda. Hemen yazılmış, kendiliğinden yazılmış, uzun şiir çabaları içinde estetikleşmiş bir bilincin ürünü gibi durmaz bu şiirler. Her şey yoğun bir ciddilikte olur geçer’’. (Yeni Şiirimizin Kısa Romanı, Bulut Yayınları, 2003) Bence ilginç izlenimleri, bireysel duyguları anlatmada başarılıdır Dıranas. Ancak bazı şiirleri de başarısızdır. Birçok şiirinde aynı sözcükler yer alır. Bir dizeyi tek sözcükle oluşturduğu ve vurguladığı şeyi yok ettiği şiirleri vardır. Ayrılık’da bir dizeyi ‘ ‘ayrılsam, ayrılsam, ayrılsam’’, Bitmez tükenmez can sıkıntısı’nda ‘‘aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...’’ şeklinde yazar. Düşünce zoruyla yazıldığını hissettiren, boş söz üreten şiirlerde vardır bu tür dizeler... Bunun nedeni bu şiirlerin parça parça yazılması, yeni hece kalıpları için zorlanması, heyecansız olmasıdır kanımca. Dıranas, hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayınlamıştır. Dize ustalığına giden bir yolun ilk ustaları diyebileceğimiz, kendinden önceki kuşaktan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’den de etkilenmiştir. Kar, Köpük, Her Şeyin Uzaklaştığı Saat, Ayaklar gibi şiirler buna örnektir. Ancak bir Olvido örneği vardır ki, bu şiirdeki ustalık Yahya Kemal’in şiirlerinden çok daha iyi olduğu gibi, Türk şiirinin de en iyi örneklerinden birini oluşturur!... Olvido, on ikilik hece düzeniyle yazılmıştır. Şiir, Dıranas’ın bazı şiirlerinde görülen soğukluktan ve kuruluktan uzaktır. Yazımın başına koyduğum bölümü oldukça felsefidir. Şiirdeki yedi bölüm, yedili dize yapısıyla oluşturulmuştur. Anıların ve yaşlılığın akşamının karşısına; hüznü çoğaltan, ilk gençliği hatırlatan sabahı koyar. Ancak anlatılanla anlatımdaki sağlamlık ve orijinallik, onu mükemmel kılar. Dıranas bu şiirindeki yalın lirizmi, çok başarılı sözcük seçimleri, dengeli biçim ustalığıyla şiirimize yeni bir ses ve tonlama zenginliği kazandırmıştır: Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar Unutuşun o tunç kapısını zorlar Ve ruh, atılan oklarla delik deşik; İşte, doğduğun eski evdesin birden, Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven Susmuş ninnililerle gıcırdıyor beşik Ve cümle yetikler, mağluplar, mahzunlar... SENTEZCİ, ZENGİN ŞİİR ZEMİNİ ‘‘Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. (...) Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, ekalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmaktır. Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunurlar. Onlar yeni bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur.’’ (Garip, 1941) Dıranas, Orhan Veli’nin söylediği gibi bir dönüm noktasında değildir. Ancak Dıranas, yeniliği yıkmak ya da aşırılıkta aramamıştır. Onun şiirlerinde daha çok mısra mükemmelliği, sözcüklerin İkinci Yeni’nin temelini oluşturacak şekilde sözlük dışı kullanımı söz konusudur. Dıranas, mısra güzelliği ile kompozisyon mükemmelliğini ön plana almıştır. Şiirlerindeki temaları yalın ama hassas, zaman zaman hüzünlü bir eda ile bir oya gibi işlemiştir. Daha çok ilk şiirlerinde Baudelaire’nin sembolizminden etkilenmiş ama sonraki dönemlerde senteze başarıyla ulaşmıştır. Ataol Behramoğlu’nun da belirttiği gibi, ‘‘Dıranas, şiirindeki klasik biçim ve söyleyiş özelliklerine karşın, bazıları kendi buluşu olan sözcükleri kullanmaktan çekinmeyecek kadar deneyci denilebilecek bir dil tutumuna sahiptir.’’ (Son Yüzyıl Büyük Türk Antolojisi, Sosyal Yayıncılık, 2001). Gerçekten de bazı şiirleri büyük bir ustalıkla oluşturulmuştur. Bu şiirler, yapılarındaki kurgusal ve anlatımsal sağlamlık, zengin ve lirik sözcük seçimindeki özen, geçmiş deneylerden yararlanarak yeni bir deney ve dil oluşturmaları bakımından benzersizdir diyebiliriz. Olvido, Fahriye Abla, Serenad, Köpük, Hatıra adlı şiirlerin unutulmazlık mührünü yemesinde, Dıranas’ın sentezci, zengin şiir zemini vardır. Bakın, bu zemin hakkında ne diyor Turgut Uyar: ‘‘Ahmed Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, divan ve bütün Fransız şiiri, malzemesi ile Ahmet Muhip’e bir zemin olmuştur. Ahmet Muhip büyük bir ustalık ve incelikle, geçmişlerin deneylerinden yararlanır. Bütün bildiklerini ustaca –sezgiyle- düzene koyar ve yanılmadan yapar şiirini.’’ (Bir Şiirden, Ada Yayınları, 1983). Turgut Uyar’ın ‘‘şiirimizde bir rastlantı. Mutlu bir rastlantı’’ dediği Dıranas, bütün bu şiir alanını ‘özümseyip’ kurduğu şiir dünyasıyla, Türk şiiri içindeki zirvelerden biridir. BÜYÜK RÜZGÂRLARI SEVEN ŞAİRİN KANATLARI Dıranas, Hecenin Beş Şairi olarak anılan şairlerin başlattığı Beş Hececiler şiir akımı ile Garip şiir akımı arasında yer almıştır. Baudelaire’in şiirlerini okuyup anlamak için Fransızca öğrendiğini söyleyen şair, bu şairden başarılı çeviriler de yapmıştır. Şiirindeki temalarda insana ait bireysel konuları ince bir duyarlılıkla işleyen Dıranas, en çok dil ve üsluba ağırlık vermiştir. Arasında yer aldığı iki şiir akımını ve Doğu-Batı şiirini özümsemiş, konuşma dilinin olanaklarından yararlanarak Türkçe’ye yeni bir ses kazandırmıştır diyebiliriz. Bu konuda şunları söyler Dıranas: ‘‘Ben daima batılı olmak istedim. Ama şu ya da bu, belli bir şairin etkisi altında saymam kendimi. Birkaç parçacık belki Baudelaire. Kabul ettim. Ama bütün halinde onun dışındayım. Ama Batılıyım.Ve özümleme sözcüğü yerinde. Bununla birlikte Doğulu şiirin tarafımdan itilmiş olmadığı da gözden kaçmamalı...’’ (Milliyet Sanat dergisi, 16 Ağustos 1974). Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday’ın Garip akımından sonra unutulmaya başlayan hece şiiri ve hece şairleri arasında geçerliliğini ve önemini yitirmeyen, sonradan yüceltilen tek şair olmuştur. Zaman zaman şiiri üzerinde çok uğraştığı için ‘eserinin plastikleşmesi’ de söz konusudur. Seyrek olarak da, şiirlerinde özenle yarattığı dizelere yakışmayacak sözcük seçimleri vardır. Hatalı söz öbekleri, benzetmeler görürüz. Örneğin Serenad’ta hem ‘iklim’ hem de ‘mevsim’ sözcüğü geçer. Yağma adlı şiirinde peş peşe gelen iki dizede ‘ürker’ ve ‘kork’ sözcükleri yer alır. Fahriye Abla’da ‘tek’ ve ‘bir’ sözcükleri aynı dizede kullanılmıştır! Ancak bu yanlışlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde daha fazla vardır. Üstelik Dıranas, Beyatlı kadar titiz olmasına rağmen, ondan daha cesur davranarak şiirlerini hayattayken bir kitap halinde toparlamıştır! Ankara Erkek Lisesi’ndeki hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafız Çamlıbel’dir. Bu hocalardan Tanpınar, Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta şöyle der: ‘‘Geçen gün Boğaz’daydım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime ‘yarabbim dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda tıpkı benim on-on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?’ Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda dönerim.’’ (Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, YKY, 1997)* Dıranas’ın da ‘işte ebediyet bu!’ dedirtecek şiirlerinden biri Fahriye Abla’dır. Güçlü esinini, sağlam bir dil yetkinliğini hissettiren; geçmiş zamanı anlatırken yarattığı sinematografik görüntünün ve anılardaki duyarlılığın işlenmesiyle parlayan bir şiirdir. Dıranas’ın bizi somut gerçekliğin dünyasına götürdüğü, yaşanmışı hissettirdiği ender şiirlerinden biridir Fahriye Abla: Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar Kapanırdı daha gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen! Hülyasındaki geniş aydınlığı gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla! Ömer Bedrettin Uşaklı, Kemalettin Kamu, ve hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi milletvekili seçilemese de, bu şiiriyle ‘şiirseverlerin vekili’ seçildiği açıktır! Büyük Olsun adlı şiirinde ‘‘Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun’’ diyen Dıranas, kendinden bir iki kuşak sonraki şairlerde bile, uzun süreli etkili olmuştur. Çünkü yarattığı şiirin kanatları uzun ve güçlüdür! Orhan Veli (Garip öncesi), Cahit Sıtkı Tarancı, Metin Altıok, Eray Canberk, Oktay Rifat, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu, Haydar Ergülen, Turgay Kantürk gibi şairlerin şiirlerinde az ya da çok Dıranas’ın etkisi, özümsenmiş olarak görülüyor diyebiliriz... Dıranas’ın yalnız Olvido adlı şiiri bile bir anıt gibi durarak, Türk şiiri içinde büyük bir rüzgâr estirmeye yetiyor bence!... Ya sizce? ÿ

  • Zülfü LİVANELİ

    maviADA Dergisinde 2008-2012 arası yer alan Zülfü LİVANELİ'nin yazılarını görmek için TIKLAYIN

  • Bir Kaza Destanı

    *** * maviADA BAHAR 2008 maviMÜZE'yi mutlaka görün, sizin de bir hikayeniz olabilir. *

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 11.SAYI 2007 BAHAR (DERGİYİ OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN) Zor bir kıştı, hep üşüdük. Zaten gündemimiz doluydu. Birbirinin gözünü oymakta dünya sıralamasında sanki birinci ülkeydik. Yetmedi, güneyimizdeki savaş, firavun ateşi gibi büyüyor. Saddam’ı da astık ama dünya barışı santim yol almadı. Küreselleşen dünyanın bizi ham edeceğinden tutun da, ısınan yerkürenin kıyameti kapıya getirdiğine dair söylemlere bir de yaklaşan seçim gerginliği… eklenince böyle oldu, demek isterdim, ama… Kötü insanlar çok mu diyorsunuz? En kara günlerde umudu yeşerten de insandı ama. Ya şimdi? Şimdi bahar. Edebiyat güzel bir yalandır demezler mi? Yalan da olsa umuda ve güzelliğe ihtiyacımız var. Güzel konuşursak, güzel olur her şey… Ama sorunlar orda… Ama hep onlar kazanıyor, demeyin gene. Belki söylenen doğrudur, bakarsın görmezsek kaybolur olumsuzluklar, bakarsın onlar utanır. Bakarsın kırmızı kar da yağar… *** Sanatta, hele lafın ebesi olan edebiyat dünyasında bir alanın piri yoktur, birkaç kişiyi saymazsak kimse kimseye elvermez, kimse kimsenin dostu da değildir. Yukarıdakilerin havuzu asla dolmaz, aşağıdan gelenlerden kimse hoşlanmaz, biri ortaya çıkar da sırça sarayını elinden alır, diye olsa gerek, yenilere vurmak adettendir. Olsun, kim korkar hain kurttan. Hiç aldırmayın. Orhan Pamuk’u düşünün… Döverken, sizi Nobel ödülü sahibi de yapabilirler. Biz öyle düşünmedik, arada düşünmediğimize pişman olmadık değil, ama inat ettik. Yanılmadığıma seviniyorum. Dost mu edindik, daha neler?.. Edebiyatın ilahi bir güç olmadığını savunuyorduk ya, az bir şey yeteneği olan, eğitimli, ama çok çalışan herkes yapardı, onu kanıtladık. Bize paylaştıkça büyüdüğümüz, güzelleştiğimiz öğretildi. Zaman zaman bu romantik kahramanlık bizi elverdiklerimize yem yapsa da, sevdik duruşumuzu. Bu da normal değil mi? Kanamadan kahraman mı olunurmuş? İlk dergi kimse-SİZ’i çıkardığımızda o güne değin edebiyatı tanrısal bir iş gören, deneyimsiz birçok arkadaşımı yazmaya yönlendirmiş, tartışmalara girerek yazılarına şiirlerine biçim vermiştim. Bir bölümü şimdi kitaplı yazar, bir kaçı ulusal çapta ödüllü… Onların da ilk işleri bizden birkaç santim büyük olduklarını savlamak olsa da, edebiyatın aristokrasisini bozduk(!). Gerek bu arkadaşlarımızın, gerekse başkalarının deneyim ve düşüncelerini bu sayımızdaki “Güneşe Dokunmak” dosyamızda bulabilirsiniz. Sanat, hele edebiyat yetenek, eğitim, en önemlisi çokça çalışma istiyor. Çok satan yazar olmaksa başka bir şey. Profesyonel pazarlama, reklam, dağıtım gerekli. Dergiler bir ölçüde bunu yapar, popüler olandan daha çok, nitelikli olanı öne çıkarmaya çalışır. İşlevimizin, var olan değerleri açığa çıkarmak, yenilere okul olmak olduğunu, medyanın, oku diye dayattığının reklamını yapmak olmadığını, düşünüyoruz. Diğer dergileri bilmeyiz, ama maviADA bunu yapacak, asla karşı olduğu edebiyat dukalığının bir parçası, çarkın dişlilerinden biri olmayacak. YARIŞMA AÇIYORUZ. Siz de mi demeyin şimdi, Eksik mi kalsaydık? İlki güz 2007’de sonuçlanacak, ayrıntıyı kapakta ve Web sayfamızda bulacağınız yarışmanın amacı, yeni değerleri açığa çıkarmak, onlara destek vermek, bir farkındalık yaratmak. Bakarsınız umut oluruz... Siz de ödül aramayın başka, yok öyle bir şey çünkü. Yorucu, ama bir o kadar zevkli altı dosyadan sonra yenisine geçiyoruz. Gelecek sayıda diğer yazıların yanında yeni bir dosyamız var. Dünyanın en gizemli, sihirli, vurucu, ama bir o kadar da yorgun bir anlatı türü konumuz; yani ŞİİR… Salt şiirlerinizi değil, Türk ve Dünya şiiri üzerine düşüncelerinizi, yorumlarınızı, şiirimizin durumunu, sorunlarını, seçkin şiirleri ve şairleri … inceleyen, irdeleyen yazılarınızı bekliyoruz. 1 Nisan 2007 Şenol Yazıcı (DERGİYİ OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN)

  • Taş Duvarın Önünde

    Taş duvarlar yonttum Sarı bir güneş serdim avlulara Bir tay çözdüm, Savrulan yeleleri zamanda buluttu Islak otların üstünden aktı İz bıraktı, Arılar çayırlarımda Odalar dolusu seslere ne oldu Boğuk boğuk büyüyen bu çığlık Yalnızlığı kendi örsümde soğuturken Çıkıp geldin; Aynı zamandan geçtiğimizi söyledin Sen çocuktun, Ben çocuktan sonraki çocuk; Ilgın çiçekleri kokardı Mavi gökyüzünü sen de gördün, Yarılıp kanayan tepelerin ardındaki Gecelerin ayını, Bir su samuru sesini yıkadı, Ilık esti gün batımı Kum dağıldı, Sözcüğün anlamını sordum Kırık bir dalı yükleyip sesine, Yaşamak dedim; Ondan başlamalıyız, Üşüyen tenin ilk iliğini örter gibi Sarı bir düğmeyi aralık bırakıp Beklerken, Uzaklarda bir noktadan çıkıp gelecekle, Yüklüydün, Yağmurun haberini aldın Kara bir suskunluk sana yetmiyordu Biriktirdiğin türküleri salıverdin Bir çocuk uzun kara saçlarını Savura savura yitip gitti Buluttan bir gölge kaldı Taş duvarın önünde. ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • CAN DÜNDAR

    2006-2010 arasında dergimizde yer alan Can DÜNDAR YAZILARINI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN

  • Küreselleşme

    Ulusal Kimlik ve Bellek Olan Edebiyat Bunalımda mı? Yoksa bu beklenen, olması gereken bir doğuş sancısı mı? * Elimizde mavi bilye gibi olan dünya, “bilginin, paranın ve arkasındaki silahlı gücün” tahakkümü altındadır. Küresel güç: para bilgi, silah, kendi doğrularına göre dünyaya yeni bir biçim vermek istiyor. Gerekçeleri de geri kalmış ülkeleri demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak, nükleer silah yapımlarını önlemek, o ülkeleri yaşanılır hale getirmek. Görünen o ki, küresel gücün yöneliminin, “su, petrol, maden ve tarım” havzalarına dönük olduğunu görüyoruz. “ilkçağ Fenike koloni devletçiklerini oluşturmaya çalışıyorlar. “Carrefoursa, Adese, Migros, Metro,” gibi büyük koloniler de kurulmuş durumda. Büyük balıklar küçük balıkları yutar misali, küçük esnaf kepenkleri teker teker indiriyor. Küresel güç, ikinci dünya denen, üretemeyen, anlamayan, yaşamaları dünyaya yük olan kalabalıkları da “atmosferi zehirleyen, suları tüketen, dünyayı kirletenler” olarak görüyor. Ülkemizde de bunları işleyen romanlar da yazıldı aslında. Küresel gücün “Dinler Arası Diyalog” adı altında “Musevi ve İsevi” işbirliğinin ipuçları da var. “Muhammed” dininin de dışarıda bırakımı da söz konusu sanki. Muhammediler, “küresel gücün ortaya attığı, “türbanla” oyalanıyorlar. Dünya analizlerinde kullandığı bilgi formları ortaçağdan kalma. Bu bilgi formlarıyla dünyayı anlamaları, algılamaları ve dönüştürmeleri zor. Ulusal devletlerin ve kimliklerin oluşmasında temel belirleyici güç: “Burjuvazi”. Burjuvazi, kendi kültürel kimliğini oluşturarak, ulus devlette karar kılmıştı. Şu anda ülkemizdeki ticaret ve sanayi burjuvazisi çıkarlarını, küresel güçle işbirliğinde görüyor. Ulusal varlığın temel ögelerinin zayıflamasından rahatsız olmuyor. Aksine ulusal devleti kendi geleceği doğrultusunda dönüştürmek istiyor. Bu bağlamda ulusal kimliğin sınıfsal temeli ortadan kalkınca, bu kimliğin yeni sahipleri, “küçük burjuvazi” olarak tanımlanan, memur, esnaf ve küçük işletmeler oluyor. “Ulusal kimlik” bağlamında kalan bu güçler, “kuramsal” ve “örgütsel” anlamda henüz caydırıcı bir güç değil. Ulusal varlığın temel ögeleri “dil, vatan, ülkü, tarih, ortak çıkar ve gelecek birliği”’dir. Küresel sermaye, bunları ayak bağı olarak görüyor. Bu gücü, çözmek, dağıtmak ve yok etmek istiyor. Özel üniversitelerin bir tanesi dışında hepsi yabancı dille eğitim yapıyor. Vatan denilen ülkenin toprakları, parsellenerek satılıyor. Tarım üretimine kota konarak, tohumun gen yapısına müdahale edilerek, “toplumları açlıkla terbiye etme gibi bir stratejinin de uygulamaya konduğunu görüyoruz. Ülkemizdeki tarımla ilgili kuruluşlar, üretemeyen, kendini geliştiremeyen “kit” konumuna düşmüş durumda. Turizm bölgeleri artık Türk halkının ekonomik ve kültür olarak girebileceği yerler değil. Gelecek birliği olan ülkü birliği, giderek zayıflıyor, insanlar gelecekleri için “yeni ülküler” olarak tanımlanan “tarikatlara” ve “etnik gruplara” sığınmak durumunda kalıyor. Bu olup bitenlere karşı “Dip dalga sürecinin” başlamış olduğunu da söyleyebiliriz. Bu dip dalganın gerçekten bir güç olabilmesi için, kendi düşünsel formatlarını oluşturarak, önce merkezde, çevresinde ve uluslararası alanda örgütlenerek bir direnç cephesini oluşturması kaçınılmaz görünüyor. Bu sürecin başlatılması, doğum sancısı değil, doğum öncesi çalışmaları olarak tanımlanabilir. Önce dünya hakkında geçerli ve güvenilir verilere sahip olmak gerekiyor. Elde edilen bu verileri analiz edilerek vardama ve yordama işlemlerine tabi tutularak bu çalışmalardan sonra “Kuram” oluşturulabilir. Tabi ki toplumun aynası olan edebiyat bu kaostan payını alıyor. Büyük hevese karşın "BATI"lılık bilinçle algılanabildi mi? Bugün AB eşiğinde o bilinç ne düzeyde? Bunun kültür sanata yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Evrensel kültür anlamında “batı” deneyi, gözlemi ve düşünceyi geliştirdi. Her gemi bir diğerine bakarak yol alır. Yunan’ın düşünürleri, Mısırın doktora öğrencileri idi(Sokrat, Eflatun, Heredot). İbni Sina’nin ifadesiyle “Bilim ve sanat huzur bulmadığı yerden göç eder.” Doğudan batıya göç eden bilim ve sanat, Batıdan da göç etmek üzere. Batının artık dünya çapında entelektüelleri, büyük vicdanları yok. Bu vicdan hepimiz için aydınlık ve ısıdır. Haksızlıklar üzerine oturarak, entelektüel kültür kurulamıyor. Entelektüel, korkusuz olmak zorunda. “İki yüzlü, yalancı, kaypak” ve “kurnaz” insandan entelektüel olmaz. Batılılaşma, dönüşmek, değişmek, başka birisi olmaksa, sosyolojik anlamda bu bir bunalımdır. Bu dönüşümde ne kendiniz olabiliyorsunuz, ne de öteki. Aklı karışık, iki dinli, sentezini oluşturamamış bir kafa. Batı ile ilişkileri belki de Fatih Sultan Mehmet’le başlatmak gerekiyor. Sorun, batılılaşma sorunu değil, “Göç eden bilim ve sanatın huzur bulacağı, ortamı yaratmaktır. Türkiye, genel anlamda “Doğu” bu sancıyı yaşıyor. Yoldan düşen gibi herkes ona yol gösteriyor. Oysaki olması gereken, çağdaş bir çizgi yakalamaktır. Bu da yüksek düzeyli bir akıl senteziyle mümkündür. Doğuyu, batıyı, güneyi, kuzeyi sentezleyerek “yeni bir çizgiyi” yakalamak gerekiyor. Bu yeni çizgi, var olan düşünceleri, inançları sorgulayarak, insanlık için bir çıkış yolu önermeli, dünyada daha mutlu nasıl yaşanacağını müjdelemeli. Bunu, önce gezegenlere sonra, diğer sistemlere göç olarak da ütopyasını oluşturmalı. AB, yeni kriterlerle, ABD, Ortadoğu’da İsrail’in yanında üçüncü bir güç olarak varım diyor. Küresel gücün Irak işgalinde, Avrupa’nın derin vicdanın sesini henüz duymadık. Avrupa enteliajansyası, haksızlıklara karşı sessiz. “Sükût ikrardan gelir” misali. Sessizlik: yani suçun kabulü. Bu suçlu kime ne öğretebilir? Yağmalanan ülkeler, yıkılan mabetler, kesilen, içi boşaltılan ağaçlar, pazarlarda satılan köleler, insan öldürmek için yapılan tanklar, toplar ve nükleer silahlar …. Batının bu yanını görmezden gelemeyiz. Türkiye’de AB tartışmaları kayıkçı kavgalarına dönük olarak yürütülüyor. İkna edici, akli sentezine güvenilir, kabul görmüş ışıkları, kutup yıldızı yok. Ortalıkta yanıp sönen “kedi gözleri” var. Konuşanlar, mabedin kapısında karanlığı bekleyenler. Mabedin, verdiği ziyafete göre kılıç çalan şövalyeler. AB’ye ve tabi küresel güce hayır diyebilme, yukarıda açıklandığı gibi yeni bir insanlık, yeni bir yaşam(ekodenge) projesiyle olabilir. Doğu denen “derin bilinç”, entelektüel gücünü kullanarak bunu kanatlandırabilir mi? Bence sorun burada yatıyor. “Ezberci” ve “kopyacı” düşünsel bir biçimleniş, dünyayı anlayamaz ve dönüştüremez. Edebiyatımızda taklitçilik ve ulusal kimlikte ürünler oluşturulmayışı ya da bundan kaçınılması konusunda neler söyleyebilirsiniz? Taklitçilik, yeni ve özgün düşünce oluşturamamaktır. Tanzimatçılar, batıdan aldıkları roman, şiir anlayışını bazen aynen, bazen adapte ederek topluma sundular. Sentez, iki şeyin bileşiminden, üçüncü bir düşünceyi, ürünü elde etme sürecidir. Bugün de bu yeni sentez yapılamadığı için, eski Tevratik metinler örtük bir şekilde roman nosyonunda piyasaya sunulmaktadır. Edebiyat ve sanatta yeni bir ses, yeni bir çığır açabilmek için, sağlam bilgilere gerek var. Üzerinde oturulan coğrafyanın bilgisi, o toplumun bilinçaltı, toplumun tarihini ve ürettiği kültürü solumak gerekiyor. Elbette bu yetmez, dünyanın soluk alıp verişinden, insanlığın bilinçaltından haberdar olmak gerekiyor. Edebiyat ulusal ve evrensel boyutlu yaratım alanıdır. Ulusun temel bir sorunu olarak “silahlanma, evlilik, eğitim, cinsellik, mülk edinme, işçi, üniversite” ele alınarak evrensel sonuçlara ulaşılabilir. Bunları yaparak kendi yaratımınızı gerçekleştirmeniz gerekiyor. Bu anlamda edebiyat yapılmıyor mu bu ülkede? Sanmıyorum… Ancak edebiyat yapılıyor. Her gün dolanıma yeni yeni yazarlar çıkıyor. Elbette bunların ne söyledikleri, neyi çiğnedikleri, bunların ışık gücünün değerlendirilmesi gerekiyor. Burada da edebiyat/sanat bilgeleri olarak, dünya kültürünü bilen, dil bilen, dilini bilen sanat eleştirmenlerine de gerek var. Bizde yeni bir yazara, o belli gazetelerin eklerinde ve köşelerinde “sen, ben bizim oğlan/kız” methiyeler dizilmektedir. Siz o kitabı okumalı mısınız, okumamalı mısınız? Hepsi iyidir dediğine göre, her halde okumamalısınız. Eleştiri de bir kültürel alt yapıyı, büyük bir birikimi ve yaratıcılığı gerektiriyor. Yoksa dersine çalışmayanlar olarak bizler, bir kabilenin malını pazarlayan, “papyonlu” edebiyat baronunun ağzına bakmak durumunda kalıyoruz. Anadilde yaşanan bozulma ve edebiyata yansıması. Edebiyat ve sanatta duraklama bana göre yok. Edebiyat sanat dergilerini izleyemiyoruz. Onlar edebiyat sanatın küçük atölyeleri. Bazısı üç, bazısı beş, bazısı bir yıl dayanıyor. Bir kanat çırpışları var. Bu dergilerin de “altın, inci arar gibi” incelenmesi gerekir. Burada incilerin gün ışığına çıkarılması, edebiyat dünyası ustalarının bir işi. Bu anlamda habire yeni şairler, habire yeni yazarlar türüyor. Yazma tutkusunun oluşması elbette olumlu bir eylem. Bu yeni yazarlar, okumaya fazla zaman bulamayanlar aceleci ve sabırsızlar. Meydan da oldukça boş. Pazarlamaya dönük bu “edebiyat” tezgahı, “bazılarını” uçuruyor. İşte burada da, Edebiyat ve sanatta değerleri “bilge kurulu”na ihtiyaç var. Gülelim mi ağlayalım mı bilmiyorum!... Bu yazma eylemine son günlerde okuma yazması olmayanlar da katıldı. Benim “üslubum” Nazım Hikmet’ten farklı yani!... diyor. Bu yazarlar kervanına, şarkıcılar, güzellik kraliçeleri ve mankenler de katıldı. Evet bu anlamda olaylara bakılırsa, edebiyat ve sanatta nitelik sorunu, dahası bir değer yitimini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Edebiyatta, sanatta düşüşün bir nedeni de “yazarın” okurunu kaybetmesidir. Okursuz bir yazar, yazsa ne yazar, yazmasa ne yazar? Yazarlığın, sanat ürününün tükenişinde, magazinleşme, değersizlerin yüceltilmesi gibi “paradoksal” ve “erozyonik” bir durum söz konusudur. Okur, okurluğunu yitirerek, beyin işlem gücünü “bilgi” düzeyinde sabitleyerek, tvde “ana sınıfı düzeyinde, eski bir binada geçen kuzey Mezopotamya dizileri ve meddahlarıyla esir edilmiş durumda. Hani bir ara çok tartışılan ne kadar futbol varsa o kadar, roman var sözü, geçerliliğini yitirmiş. Çünkü futbolda dünya üçüncülüğü, Avrupa kupası var. Ancak bir Nobel alanımız yok.(Nobel ölçü mü? Nobel’in ölçtüklerini ölçebildik mi?) Sanat, edebiyat elbette bir çile, uzun bir yolculuk, pişme ve arınma işidir. Bu çilenin içinde yüz yılların birikiminin bir imbikten geçirilmesi, ulaşılan zihinsel bileşimin yeni bir “şiir, roman, öykü, deneme” gibi ürünlerle ortaya konma sürecidir. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Nazım Hikmet... örneği devler yaratan edebiyatımızda bir "soylu ruh" kısırlığı oluştuğu savlanabilir mi? İnsan ve insanlık var olduğu sürece, “edep” de olacak. Edep olunca da elbette edebiyat da var olacak. Edebiyat, dile dayalı bir çalışma alanı. Dile yeni anlatım olanakları, yeni ufuklar açılınca, edebiyatımız da devlerini yetiştirmeye devam edecektir. Kemal Tahir, Osmanlıyı anlamaya çalışan, bir öğrenciydi. Öğrendikleri, romanlarındaki kurgu, ütopyası, analizlerinin geçerliliği, o neye karşıydı, neyi öne sürdüğü… bugün tartışılabilir. Kemal Tahir bize neyi müjdeliyordu? Yaptığı sentez neydi? Bunlar üzerinde Türk düşünce adamları yeterince çalışabildi mi? O Araştırmalarını kendi elde ettiği verilere uygun olarak kurgulayarak romanlaştırıyordu. Ona ciddi çalışmalar yapmadan “Ebu Cehil” demek çok cesur bir davranış. Nazım, Türk Edebiyatının haşarı bir çocuğu. Bu haşarı çocuk, çok ağır bir şekilde cezalandırıldı. Suçuyla verilen cezanın dengesizliği, “kültürel coğrafyanın” ciddi bir fotoğrafı. Bu fotoğraf günümüzde ne anlam ifade ediyor? On beş yıl hapislik, on yıl uğruna hapse düştüğü ülkesinden kaçış… sürgün ve sürgünde ölüm. Nazım hala sömürülen bir şair. Ne yazık ki Türk aydınının üniversitesi hapishaneler. Aydın, hapishanede ışıklanıyorsa, dışarısı karanlık, demektir. Orhan Kemal de Tahir ve Nazım gibi hapishanelerde yetişti. O da bildiği dünyayı yazdı. İşçileri, göçmen mahallelerini, sanayileşmeyle işçi, işveren ilişkilerini kaleme aldı. Yaşayan bir dünyayı laboratuar olarak kullandı. Edebiyatçı bir yandan tarihle, bir yandan bilimle, bir yandan felsefeyle, bir yandan psikolojiyle beslenmek durumunda. Anadolu’yu bilmeyen, “Erzurum dağlarında kar ile boran” türküsünü anlayamayan, “mührü sökülmemiş tarihimize yolculuk yapmayan”, sanayi, sanayi işçisini, köylüyü, secdeye kapanan Müslüman’ı, gecekonduyu, çingenesini, mafyasını, hırsızını ve orospusunu tanımayan kuşak, elbette “yeni” ve “büyük romanlar” yazamaz. Edebiyat çok ince bir işçilik ve büyük bir akıl sentezi ve büyük müzikaldir. Birçok bilim alanlarından beslenerek ortaya ürün koymak isteyen bir edebiyatçının elbette çok çalışması gerekiyor. “Soylu ruh”, mavi bir at olarak Tanrı dağlarında, Alplerde, büyük denizlerin balinalarında, Anadolu’nun dağlarında, denizin dalgalarında, yanık türkülerde, vızıldayan arının kanatlarında, bir imamın çağrı ritminde, yağmurun damlalarında, bir kadının umutla açılıp kapanan gözlerinde, bir çocuğun gülüşünde, güneşin parıldamasında, yıldızların yanıp sönen ışıklarında dolaşıyor. Bunu okuyacak, bununla bütünleşecek sevgilisini bekliyor.  * Küreselleşme DOSYASI 1 Ocak 2006 maviADA DERGİSİ 6.SAYI

  • Kimliksiz Kimlikler

    Dünya gezegeninde henüz dünyalı kavramına ulaşmış bir kimlik tanımıyoruz. Bu nedenle, herkesin doğup yetiştiği bir ailesi, ait olduğu bir toplum ve o toplumun kendine verdiği bir kimlik var. Kimliğimizin değerlerini artılarıyla eksileriyle benimseriz. Bu benimseme olumsuzluklarını akıl süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabul etme anlamında değil. Gücüne ve olanaklarına bakmadan emperyalizme kafa tutmuş bir ülkenin çocuğu olmak, dahası bu savaştan utkuyla çıkmak bu kimliği övünerek taşımayı getirmişti cumhuriyet insanına. “Kendi ulusuna yararı olmayanın kimseye yararı olmaz.” derler. Çünkü insan önce varlığının nedeni olan ailesine sonra da tüm insanlığa karşı sorumlu ve borçludur. Yaşam koşulları, yaşam biçimlerinin de belirleyicilerinden biridir. Ulusal kimliklerin bu boyutunun korunması renkliliğin de bir göstergesidir. Cumhuriyet dönemi yazarlarımızın yapıtları, batılılığı yanlış anlayanların yergisi, bilimsel dünya görüşünün savunusu ile doludur. Osmanlının yok ettiği Türklük bilincinin kurulmasına yöneliktir yapıtlar. Zorluk çekmez yazarlarımız, çünkü ulus olarak kendimizle övünüyorduk. Geçen yıllarda ne değişti de bu kimliği övgüyle kullanmak bir yana, bu kimlikten utanır olduk. Kuşkusuz çok şey değişmiştir, değişen pek çok olumsuzluk olmuştur, sıralayacağımız. Bazılarının içeriğini boşalttığı, pek çok anlamsızlık yüklediği bu kimliği bazılarının yanlış yapması nedeniyle taşımak niye artık gurur kaynağı olmaktan çıksın ki? Ulus kimliği emperyalizmin kullandığı ümmetçilik görüşü ile törpülenerek erimeye başladı. Özgüven duygusuyla araç gereçleri bile kendi yaparak okulun yakınındaki ırmaktan elektrik üreten Köy Enstitülü öğretmenler; yurt dışı eğitiminden sonra, kendisine Paris’te nitelikli bir hastanenin başhekimliği önerisini reddederek Anadolu’nun köylerinde eşek sırtında, bitle, uyuzla uğraşan doktorlarımız yok artık. Ne değişti: Çok şey. Önce tek şey. Sonra her şey. Önce tam bağımsızlık ilkemiz, “küçük Amerika” olma ile yer değiştirdi. Bu değişme ile yörüngemiz değişti. Şu an savaşım veren kitlenin ilerlemiş yaşlarına karşın, cumhuriyetin kurucu kadrolarından ve onların yetiştirdiği sınırlı sayıda insandan gelmesi tesadüf değil. Yurt ve ulus bilincinin yerini kişisel çıkarların aldığı işbirlikçiler yaratıldı. Sanatçı bir yere kadar toplumun içinde, yaşadığı toplumun değerleriyle biçimlenmiş bir kimliktir. Ancak bir yere kadar. Sıradan insandan ayrımı bu yüzdenin az olduğu, belirleyici ise hiç olmadığıdır. Toplumun önünde olan söylemleriyle ilerici dönüşümleri gerçekleştirenler bu kimliği edinebilir. Mütareke basının egemen olduğu yıllarda nasıl sanatçımız yoktuysa, şimdi de sömürgeleşmenin getirdiği eziklikle sanatçımız yok. Olanların seslerini duyurabildiği alanlar da her geçen gün daralmakta. Devşirme yazarlara, Tanrı yürü ya kulum demekte, ödül almakta, anlatım bozuklukları ile dolu yapıtlarının Nobel’e aday olacağı söylenmekte. Kimliklerinden utanan, kimliklerini satanlara uluslarının zaten gereksinmesi yok. Ancak yapılması gereken bu kimliği kullanamayacaklarsa, bunu uygun bir biçimde geri vermektir. Satacak bir kimliğin olmadığı zaman bakalım yine oturtuldukları o koltukta oturabilecekler mi? Çünkü bulundukları konumu, değerine değil, değersizliğine borçludurlar… Vatan haini olmak sadece savaş yıllarına mı özgüdür? Yurdunun çıkarlarını kişisel çıkarlarıyla değişen herkes vatan hainidir. Önemli başka bir sorunumuz da eskilerin “edip” dediği söylemi, yetkinliği karşılayan yazarlar yetiştiremiyoruz. Yazınımızın ulusal kimlikten yoksun olmasının bir başka nedenidir bu. Yetkin kimlikleri yerdiğinde büyüyeceğini sanan küçük insanlar, insanlara güvensizliği telkin edecek uzaktan kumandalı yazdırılmış komplocu, kurgusal yapıtlar ile kimliksizlik sürecini yoğun biçimde yaşatıyor yazınımıza. Ne olduğunu sorusunu bilmeyen, ne olacağını da bilemez. Geçmişini bilmeyen boşluktadır; oysa gelecek sağlam bir toprakta, zeminde biçimlenir. Bunu da ulusuna, ülkesine karşı kendisini borçlu hissedenler yapacaktır, ülkesine ihanet edenler değil. Hainler, ihanetlerine sanatı alet etmesinler. * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • ten kokulu dizeler

    s ten kokulu dizeler n -mani depresif söylenceler- I aşk ! uysallaştır tüylerimi kavaklar sevişirken...................*en çok kavaklar sevişirken sevişmeli II aşk.....mor fantezi : reçel düşürdüm raftan göbeğin titredi................*benimse bir yağmur sesi soğuttu terimi III eflatun bir sonyazda aşıkların pinokyo taklidi............*hangisi taklit edilemez aşklar kenti ? IV hiç bırakmayacakmış gibi tutup nef'e'simi tar'çın sürdüm önce sonra votka i ş n e ve...astım kendimi memelerine... s e s s i z c e ömrüm düştü yataktan................*çın çın çınladı zaman çıkıp giyindim soyunduğum masaldan... V topla trenlerini...sobeledim hayatı ve seni ararsan geçmişteki istasyondayım her yağmurda ve eskisi gibi....*nasıl özlemişim kendimi... VI gazoz kapaklarıyla oynayalım mı sevgili.... VII iç çamaşırlarına yazıp öyle imzaladım şiirlerimi şimdi aşk buğulu camlarda mandallı her biri*çamaşırlar en çok rüzgarla aldatır bizi... VIII terimle parfümledim kenti ve dansından eridi buz.... IX şiir aralarında ısırgan sürülür ağdalı bacaklara *çok fena! X do sesi verdi hayat raptiyeler fışkırdı düşlerimden *uyanmak için gerçeğe gözlerini kapat ve sonra tekrar aç şekil değiştirecek eşyalar ruhumuza yeni bir dünya ışınlanacak... XI düşlerim yağmura karşı bir yaz gecesinde ayartıldı... *mavi bir sonyazdı en olmazı düşlerin... XII hayat masaj yapıyor ruhuma benimse aklım deniz kokusunda *deniz basıyorum ruhumdaki tırnak izlerine önümde balıklama bir hayat damarlarımda karaya vurmuş yelkenliler oysa bilirsin denizden gitmez trenler... XIII oynat kalçalarını ve ortala hayatımı... XIV şairim hayat sarkıntılık yapıyor dizelerime *şiirlerim kötü alışkanlıktır yıldırım çeker okyanus gecelerinde XV seni uyutup şiirini yazdım öylece iş işten geçmişti kendine geldiğinde XVI sarhoşum düello yaptık hayatla...rakısına XVII ceza yedim...yüksek alkollü çıktı düşlerim *oysa ben sadece seni düşlemiştim... XVIII ba(k/s)ma...midye kabuğu bıraktım posta kutuna *ruhumda m e r d i v e n boşluğu şiirlerimde tuhaf bir karıncalanma... zamk sürülmez şiir kırıklarına... XIX üf ! le ve kurut kolay kurumuyor aşk şiirleri... *karardı oda tüm sokaklar d/inledi... XX hemen bir kurşunkalem a ç ı k s a ç ı k şiirlerime.... ve...XXI delirtici ! boş bir kadeh fotoğrafı gibi izlemek sensizliği bir de anımsamak poşetten bir gecelikle boğduğum kenti bir klarnet sesi gibi...delirtici... * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Aramızdan Bir Kimse

    / Şenol YAZICI ile HAYAT ve SANAT üzerine * Bu söyleşi 2003'te Aysın Yavuz eşgüdümünde o dönemde DERGİDE olanların da katılımıyla bir tür derginin "sesli düşünme atölyesi" tarzında oluşmuştur. O nedenle güne uyarlanmamış, aslına sadık kalınmıştır. 2003 KimseSİZ Dergisi / ÖZETLE Şenol YAZICI Trabzon'da doğdu. İlköğrenimini Trabzon, Ankara, Sivas'ta gördü. Trabzon Öğretmen Okulunu bitirdi.(1972) Üniversite sınavını ve ardından Beden Eğitim Öğretmenliği bölümü sınavını kazandı, kısa bir süre devam etti, babasının ölümü ve ekonomik nedenlerle bıraktı. Sivas'ta İlkokul müdürlüğü yaptı. Görevli olduğu 73 seçimlerinde silahlı saldırıya uğradı. Saldırı olayı örtbas edilince şikayetçi oldu. İki kez sürüldü, bir kez açığa alındı. Yeni Ortam'da Mustafa Ekmekçi'nin olayı yazması, bizzat Bülent Ecevit'in müdahalesiyle görevine iade edilmişse de, açılan yoğun soruşturmalardan kurtulabilmek için istifa etti.(1974) Yeniden üniversite sınavlarına girdi. Üniversiteyi Ankara'da Türk Dili ve Edebiyatı alanında okudu (1974-1979). Yaşanan kaostan nasibini aldı. Uşak, Adapazarı, Trabzon, Yalova, İzmir ve Bursa'da Edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Eğitim Yönetimi alanında lisansüstü eğitim gördü. (1979) İlk öyküsü yayınlandı.(1979) Milli Eğitim Bakanlığı ve Sivil Toplum Örgütleri adına gerek sanatsal, gerek bilimsel konferanslar verdi, söyleşilerde bulundu, televizyon, radyo programları yaptı. Yüzden fazla dergi ve gazeteye yazdı. Sivas'ta yaşadıklarını anlatan ilk kitabı "Gırlavuk"u 1988 de kendi yayımladı. Çok kötü bir baskısı olan kitap, hiçbir yere varamadı. 1997'nin sonunda 'Selam Söyleyin Ayışığına' nın birinci baskısı çıktı. Ulusal gazete ve dergilerde kitapla ilgili olumlu eleştiriler yayımlandı. Kitabın ikinci baskısını İstanbul'dan bir yayın evi, aynı yılın sonunda yaptı(1998). 1999'da "BENİM KİMSEM OLSANA" adlı öykü kitabının 1. baskısı çıktı. 17 Ağustos 1999 depreminde Yalova'da evi yıkıldı. İzmir'e taşındı. 'Benim Kimsem Olsana'nın 2. baskısı yapıldı(2000). Deneme ve gezi yazılarını topladığı 'SEVGİLİ YAZ ANNEM ' yayımlandı ( 2000). Bursa'ya taşındı. Bir lisede öğretmenliğini sürdürüyor. 2002' Mayıs'ında bir grup arkadaşıyla kimseSİZ / kültür sanat edebiyat dergisini kurdu. Türkiye genelinden bir araya getirdiği on iki kişinin destek ve katılımıyla oluşan derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Derginin dizgi ve tasarımını da yapan yazar, düz yazılarının yanısıra Menekşe BAHAR takma adıyla şiirler de yazıyor.  Aysın YAVUZ: Benim 12 Eylül öncesinden de tanıdığım bir Şenol YAZICI var. Hüzne yatkın, ama yaşama dönük duran. Savaşçı, deligöz, sözünü esirgemeyen, gücünü sanki kavgadan alan, yerinde iki saat oturamayan, sarı güle, dağlara ve bilinmeyenlere meraklı, tutkun. Oysa yazmak, sanatsal yazmak; yerinde oturmak, içinde geziye çıkmak değil mi? Edebiyat birikimini, anlatım gücünü bilmeme karşın bu eylemsiz yapısı nedeniyle yazmaya yöneleceğin hiç aklıma gelmezdi. Sanki sana uymuyor. O " tırmanacak ya da çarpacak duvarlar," arayan adam, nasıl oldu da yazar oldu? Beyza ERSOY, Ece YILDIRIM arkadaşlarımız da aynını merak ediyor. Şenol YAZICI. Yazarlık bana yakışmadı mı diyorsun? Aysın YAVUZ.: Alınganlık yok ama. Biraz... Tarzın ve görüntün daha eylemli bir yaşama uygun sanki. Yani sen aksiyon adamıydın. Yaşar ve unutur gibiydin. Şenol YAZICI: Öncelikle alınmadım. Şaşırdım. Ben kendimi kimseye anlatamadım, tam gösteremedim diye düşünüyordum. Oysa bayrakla dolaşıyormuşum. Nasıl ya da niçin yazar oldum, oradan başlayalım mı? Bunun kesin, şundan diyebileceğim bir yanıtını henüz bulamadım. Birkaç özel örneği bir yana koyarsak yazarlık, bir ayakkabı boyacılığı kadar bile düzenli geliri olan, karın doyuracak bir iş olmadığı gibi, en tanınmış olanların bile toplumsal itibarı bir pop sanatçısı kadar değildir. Üstüne üstlük inanılmayacak kadar zor bir iştir yazmak. İnsanı sosyal yaşamdan koparan, dediğiniz gibi içine yönelten, bedensel olarak yaşlandıran, hırpalayan, ruhsal olarak gereğinden çok duyarlı kılarak marazlı bir antene çeviren bir işi niçin sever insanlar? Aysın YAVUZ: Ben görüntüsel anlamda size uymayışından sormuştum, ama şimdi daha bir ilginçleşti. Şenol YAZICI: Yaratılış yatkınlığım bir tarafa, yirmi yıl hazırlanmasaydım, edebiyat eğitimi görmeseydim, yazamazdım diye düşünüyorum. Bütün bu hazırlanma ve birikime karşın iki yüz sayfalık kitabı bir haftada üretemezsiniz, en az bir yılınızı alacaktır, gene de. Oysa, sesiniz güzelse, fiziğiniz de uygunsa kısa sürede çok ünlü bir şarkıcı olursunuz. İşte Tatlıses örneği. Ama bir kitabı üretecek hale gelmek için, gereken birikimi sağlamak bir ömre mal olabilir. Karşılığı diye bir şey yoktur. En baba yazar, yayınlayacak yayınevi bulursa kitabına karşılık yüzde on telif alır. Türkiye de bir iki kişi dışında kitapların en çok bin, iki bin adet basıldığını hesaplarsanız, iki yüz kitaba, yani satabilirseniz, bir milyar liraya bir yıl emek. Kültür bakanlığının da, kitaba ödediği telif de bu çevrede. Ece YILDIRIM: Kitap yayımlatmak o kadar zor mu? Şenol YAZICI: Kitabın yayımı ve dağıtımı edebiyatla zerre ilişkili değil ki. Tamamen ticari bir girişim olan yayıncılık doğal olarak satabilecek olana yatırım yapar. Satabilecek olan da tanınmış olandır, edebi değil. Ben altmış kitabı olan çok yazar biliyorum yayınevi bulmakta sıkıntı çekiyor. A.YAVUZ: Öyleyse bunca insan yazar olmaya niçin özenir? Şenol YAZICI: İnsan, önemli bir şeyler yapmak ister. Kimi zekasına , kimi yeteneklerine, kime becerilerine, kimi de yumruğuna güvenerek ortalara çıkar. Yazan insan, olumlu bir yolla kabuğunu kırmaya, kendini kanıtlamaya uğraşıyor geliyor bana. Yazmak, hele düz yazı yazmak, içzenginliğinin, aklın, yaşamla ilgili yorumsal gücün, bilgeliğin bir kanıtıdır. Ödülü olmasa bile herkesin teslim etmek zorunda olduğu bir kanıt. Aysın YAVUZ: Yani temelde toplumu aydınlatmak değil, kişisel bir çıkış, kendini kanıtlama mı? Şenol YAZICI: Sanırım. Hiçbir yazar, başkaları için yazmaz. Aynı biçimde hiçbir bilim adamı da ömrünü başkaları için tüketmez, diye düşünüyorum. Doğanın özüne aykırı bu. O kabuğunu kırmak, önemli bir şeyler yapmak, kendini aşmak istemektedir. Toplum bu buluştan yarar görebilir, o ayrı. Görürse üreten de mutlu olur. Ama zarar da görebilir. Geçen yüzyılın en büyük buluşu , atom bombasını düşünün. Demem o ki, ne yazarın ne bilim adamının gayretinin altında yatan öncelik , toplumsal yarar değil, daha kişisel bir şeydir. Bir kanıtlama arzusu belki de. Aysın YAVUZ: Sizin yetmişli yılların sonunda yayınlanan öyküleriniz olduğunu biliyorum. Neden sürdürmediniz? Ş.YAZICI. Zaman zaman yaşamında hiç okumadan yazan insanlar görüyorum, kitapları da var. Bir ön hazırlık olmadan belki türkü söylersiniz, ama yazamazsınız. Yirmisinde şair belki, ama kimse iyi bir romancı olamaz, olanaksızdır bu. Benim de bir hazırlanma sürecim olmalıydı. Bir de, herkes dışarılarda gezinirken, duvarlara bakıp yazı yazmam, diye düşünürdüm. Yani yaşam daha önemliydi. Sonra o da sıktı. Kurmaca kendi ürettiğim dünyaya sığındım. Ve yazmaya başladım. Ne var ki hem dergi hem yeni kurmacalar bir arada gitmedi, belki ilerde... Aydın DURAK: Yazın dünyasına ilk girdiğiniz zaman neler hissettiniz? Ş.YAZICI: Düş kırıklığı. Biz peygamberler üretmeye ve tapmaya hazır bir kuşaktık. Tüm etik ve kültürel yapımızı, hatta siyasi kimliğimizi kitaplardan çıkaran bir kuşak. Yazarlardan tanrısal kimi erdemler beklerdik. Bulduğum o değildi. Tıpkı günlük yaşamımızdaki gibi. Farklı olamaz ki zaten, bir ulusun insanı neyse, sanatçısı da odur; iyiler ve kötüler her yerde vardır. Özetle şunu söyleyebilirim. Kitaplara hala çok inanıyorum, yazarlara daha az. Ece YILDIRIM: Dergiye nasıl başladınız ve niçin kimseSİZ adı? Ş.YAZICI: Öncelikle acıtıcı bir tek başınalık değildi derginin ismindeki bildiri. Daha çok içindeki güce güvenmeyi anlatıyordu. Kimse Biz'dik, Siz'diniz. Ama şimdi düşünüyorum da, belki de özünde oydu. Ben yaşamımda sıra insanın ötesinde ne başarmışsam kimseden yardım görmeden yaptım. Ya da kimseleri yaratarak. Dergi için de sizleri yarattım ya. Bursa'ya geldiğim de birkaç yazı çiziyle uğraşan insan, daha önceden dergi çıkarmaya uğraştıklarından, başaramadıklarından, denemekten, bir dergi çıkarmaktan söz etti. Gerek kitaplardan gerek okullardaki etkinliklerimden bir aşinalık var, ama yayıncı değildim. Bir yandan da depremden bu yana yerleşme problemlerini aşıp sağlıklı bir biçimde yazma sürecine dönememiştim. Geçiş sürecini öyle değerlendirebilirim diye düşündüm. Ayrıca yeniye el veren, var olan değerleri açığa çıkarmaya uğraşan, gündemde olanla ilk kez yazanı aynı değerde tutan bir dergi, halkına omuz veren devrimci bir eylem geldi bana, neden olmasındı? Bir grup olarak başladık, ama derginin yüzde doksanı üstüme kaldı. Dergi çıkaralım, diyenlerin büyük bölümü işin maddi boyutu söz konusu olunca, dergileri salt "muhabbet kafe" olarak algılayan bir grup da, çalışma, gece gündüz uğraşmak gerektiğini görünce çekildi, geriye bizler kaldık. Bedriye SÖNMEZ: Sürecek mi? Eylül sonrası bırakacağınız söyleniyor. Şenol YAZICI: Ben bıraksam da, sizler varsınız. Tüzüğümüzde yer alan kurucu misyonum, Haziranda sona eriyor. Bunca yükü tek başıma daha fazla taşımamı da kimse beklememeli. Ne kadar yorulduğumu ben bilirim. Derginin yoğunluğundan uzun süredir Menekşe BAHAR adıyla yazdığım şiirler dışında yeni bir yazı yazma olanağını bulamadım. Ayrıca benim damgamı tüm dergiye vurmam onu bir çıkmaza sürükler. Artık dergi bundan sonrasını götürebilecek güçte gözüküyor. Olmalı. Yeni ellerde, yeni renklerle daha da büyüyecek ve ben de desteğimi sürdüreceğim. Yeni insanlar gelecek dergiye biliyorum. Beni üç seçimde de ısrara ederek siz seçtiniz, şimdi yenisini seçeceksiniz, hepsi bu. Ayşe TEHMEN: Biz bu güne dergiyi birileriyle mi getirdik? Gelmezse ne olacak, bırakacak mıyız? Ş.YAZICI: O bağlamda değil sözüm. Aslında durmadan birileri geliyor. Dört yüzü geçen abone sayımız bir kanıtı, ama çoğalmalıyız daha. Çoğalamazsak yaşamayı hak etmiyor dergi, demektir. Ona can vermek, duyurmak, yaşamı için gerekli temel kaynakları yaratmak bizim misyonumuzdu, ama bundan sonrasını kendisi götürebilmeli, insanlar ona gereksinme duymalı, yaşatmalı. Dergide kitabının duyurulması, yazısının ilk sayfada yer alması için gönderen tanınmış yazar da, kendine şans tanınan yeni yazan da bir emek vermeli, vefa duymalı, en azından o dergiden satın almalı, çevresine duyurmalı. Ona okuyucusunu da benim yaratmamı beklerse fazla olur , dergi tıkanır. Bedriye SÖNMEZ: Satın alıyorlar mı? Ş. YAZICI: Hayır. Özellikle tek işi yazmak olan bir çok dost, elli sayfa yazı gönderiyor, kitabı kapakta yer alsın istiyor, bir yazısı dergide çıktı diye imza günlerinde, tüm grubun hatta abonelerin de önünde kuyruğa girmesini bekliyor. Çıkan yazısını haklı bir övgüyle göstermediği yer kalmıyor, fotokopisini çektirip dağıtıyor ama bu dergi nasıl yaşıyor diye sormuyor, satın almıyor, yayılmasına uğraşmıyor. Bir de yetmiyor içinde olduğu dergiye yıkıcı eleştiri getiriyor. Ne yaparsınız? Bu dergiye ihtiyaç varsa yaşar, yoksa uğurlarız. Papirüs'ün, Düşlem'in, Biçem'in, Kıyı'nın, Burhan GÜNEL'in Karşı'sının,.. Türkiye'deki bir çok derginin başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelecektir. As'lolan başarmaktır, onurunla ayakta durmak. Spartaküs'ü Spartaküs yapan eylemidir, utkusu değil. Bin yıl olmasa gerek iyi yaşamın ölçütü. Ece YILDIRIM: Yıllar önce bir gazetede bir dörtlüğünüzü okudum. Yalnızlığı iç kanatıcı bir biçimde tanımlıyordu. "Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları Artık bir lokma , bir hırka, bir de sen değil hayat, kimsesizlik giyneğimiz, Üşürüz, çok üşürüz." İnsanlar sizi bir öykücü, bir denemeci biliyorlar. Aynı zamanda bir şair olduğunuzu bilmiyorlar. KimseSİZ'de Menekşe BAHAR adıyla yazdığınız güzel şiirleri sürdürecek misiniz? Ş.YAZICI: Ben de herkes gibi yazmaya şiirle başladım, ama sonradan düzyazıyı yeğledim, olay kurgulu anlatımla sürdürdüm. Bildiğiniz gibi kimseSİZ'i çıkarırken yaşadığımız sıkıntılardan biri de iyi şiir bulmaktı. Var olan iyi şiirler de bizim ait olduğumuz bir teması olan toplumcu çizginin dışında bir yerlerdeydi. Öykü sayımız her sayıda yeterli olduğu için öykü alanım olduğu halde deneme ve gezi yazılarıyla yetindim. Derginin bu açıdan desteklenmesi için takma bir adla şiire başladım. Çalakalem yeterince demlenmeye bırakmadan dergiye verdiğim o şiirlerin olumlu tepkiler alması, birkaç dergiden yazması için Menekşe'ye öneriler gelmesi beni kuşkusuz çok mutlandırdı da... Ne var ki artık Menekşe'ye gerek olmayacak kadar dergide şiirimiz güçlü. Ali ERYÜKSEL: Metin GÜVEN, "kötü şiir sahibinin suçudur, bir dergide yer alıyorsa yayın yönetmeninin," diyor ne dersiniz? Ş.YAZICI: Metin GÜVEN yerden göğe haklıdır. Ama en iyiler bile arada bir kötü şiir, kötü yazı yazar. Önemli olan umut vermesi, belli ölçütleri aşmasıdır. Dahası ben bu yargıyı daha da geliştirebilirim. Yazılmasının üzerinden altı ay geçmemiş, demlenmeye bırakılmamış tüm şiirler, yazılar yeterince iyi değildir , diye düşünüyorum. İyi de dergilere, bana, edebi seçki yetki beratını kim veriyor? Genel yayın yönetmenlerinin mutlaka yazar, edebiyatçı olması gerekmiyor, aksine en az yazar, en çok eşgüdümcü, iyi bir yayıncı olması beklenmeli. Her dergi çıkaran tek seçici olursa... Dergi güzellik yarışması yapmaktan çok, beğeniye sunar. Fakat bu dergi, abone de dahil herkesin katılımıyla oluşan, yaşayan bir imece ürün değil de kişisel sermayemle oluşturduğum bir girişim olsaydı her yazılan iyi şiire telif ödeseydim, kendi anlayışımdaki şiir dışındakilere kuşkusuz yer vermezdim. Öyle bir iş, bana haz verir miydi, ayrı. Yine de üstadın sözünü aklımda tutup bir dahaki sayıda ilk sizin şiirinizi yayından çıkaracağım Ali Eryüksel, olur mu? Çünkü kopyala yapıştırla şiir yazıyorsun. Şu anda sorunuzda yaptığınız gibi... Yüksel AKYÜZ: Başlangıçta da sordum, hala soruyorum kimseSİZ'in çizgisi ne? Ş.YAZICI: Sayın Akyüz, birkaç sene daha yapsak siz bu soruyu sorarsınız. İki nedenle; net bir yanıt verilmeyince köşeye sıkıştırdığınızı sanıyorsunuz, o zaman da kendinizi iyi hissediyorsunuz, ikincisi siz kendinize bir çizgi tutturamadınız, derginin belirgin bir çizgisi olursa kendinizi tanımlayacak bir şey bulacak, rahat bir nefes alacaksınız. Oysa insanın ömrünce sabit kalan bir çizgisi yoktur, olursa diyalektiğe aykırı. Yukarıdaki yanıt, size de aynı zamanda. Sizin çizginiz neyse, Ali arkadaşın çizgisi neyse derginin çizgisi de o. Herkesin katkısıyla oluşan bir derginin kişiye bağlı bir çizgisi olamaz. Ancak nitelikli, evrensel, ancak etik, ancak insan yanlısı olur. Başkasını diyen yalan söyler. Bizler siyasi kimlikleri yaşam anlayışları, zevkleri, eğitim düzeyleri farklı insanlarız. Tek paydamız kültür sanat ilgisi. Bunun dışında bir payda çoğuna uymayacaktır. Nasıl bu insanlara, bundan sonra şu çizgide ve tavırda düşüneceksiniz, dersiniz? Biz ancak türünde nitelik bekleyebiliriz. İyi öykü, iyi şiir gibi... Hasan GÜLERYÜZ: Her derginin bir tavrı var, bizim de olması gerekmez mi? Şenol YAZICI: Her halde siyasi tavır yani parti kastediliyor. Size anlattığım gibi ilkokul öğretmenliğim sırasında bana haksızlık yapanları mahkum etmem kolay olmuştu. Karşı siyasi görüştendiler. Gariptir, 99'da deprem sonrası İzmir Bornova'ya atandığımda bana yardımcı olanların bir kısmı da o karşı görüştendi. Ne var ki, aynı yerde keyfi uygulamalarıyla beni canımdan bezdiren devletin kendine verdiği yetkileri keyfince, zalim bir kral gibi kullanan bayan şube müdürüyle, evraklarımı sümenaltı eden bayan şef de benim yakın olduğum siyasettendi güya. Sonradan onlarla dost olduğumda açıklamaları neydi biliyor musunuz; bana destek olanlara bakarak beni de karşıt çizgiden sanmışlar; ahmaklık da insana özgü. O bir tavra karşı olduğum gibi, insandan başka hiçbir şeye inanmıyorum. Ayrıca benim ne mecburiyetim olabilir ki bir partiyi tutmak ve savunmak konusunda? Bedriye SÖNMEZ: Yazmak nedir? Onu ne dürtüler? Ş. Yazıcı: Yazmak, birden tutturduğunuz bir türkü gibi, biraz da nedensiz ve içseldir. Sait Faik'in dediği gibi an gelir yazmazsanız, çıldırabilirsiniz. Ya da anlatmazsanız... Anlatacak ya da anlayacak kimse bulamayışıma bağlarım, kendi anlatma arzumu, içsel konuşmamı. Beş yaşımda gurbete çıktım, öğretmenlik yapan üvey ağabeyime eşlik edeyim diye gönderdiler. Bir çıktım, pir çıktım. Sivas, Ankara, Trabzon... farklı kültürlerden etkilenerek, çocuk dünyasında en son ve en zor tanımlananı; yalnızlığı keşfederek ilköğretimi tamamladım. O yaşta annemden ayrı düşmek, büyük bir haksızlığa uğradığım hissi ve anlatacak, yanıt alacak kimsemin olmayışı... Ya da anlayacak kimsenin olmayışı... Ondan sonrasının, gençliğimin de gık demeden katlanmak zorunda olduğum haksızlık ve kırılmalarla dolu olduğunu düşünürsek... yazmamda temel etkendir diye düşündüğüm olur. Ne var ki, benzer acılı koşullardan geçmeyen kimi öğrencilerimde de başarılı anlatıcılar çıktığını görünce bunun daha bir içsel özellik olduğunu düşündüğüm de olur. Bu bir özellik: Kimilerinin sesi güzel olur, kimiler iyi türkü söyler, kimileri de güzel anlatır... daha doğru sanki. Yazmak, alışılmış düzenlerde çarpışmayı reddetmek, bir başka dünya yaratıp oranın peygamberliğine soyunmak, yani bilinen boyutlardaki dünyaya bir isyan, bir kaçıştır. Aysın YAVUZ: Bu sanki size daha bir uygun. Nasıl bir isyan? Devlete mi? ŞenolYAZICI: İsyan hep bilinen biçimlerde ve hep devlete olmaz. Bilirsiniz herkesin gözünün kör olduğu yerde ,sizin bir gözünüzün açık olması avantaj değil, dezavantajdır çoğu kez. Kendinize, yüreğinize, çevrenize, sürgit yaşamaya zorunlu tutulduğunuza, herkes doğru diyor diye yanlışlara doğru demeye, birilerinin dayattıklarının yaşamaya , çürümeye, ibrikçi başına... isyandır. Fehmi ENGİNALP : Kitaplarınızda doğa ve insan sevgisi üzerinde duruluyor. Peki toplumsal olayları kaleme almayı düşünmüyor musunuz? Şenol YAZICI: Toplumsal olaylar da sanatın konusudur kuşkusuz. Dahası yazar, çağının tanıdığıdır ama toplumsal olayların haber muhabiri değildir. İnsanı anlatan bir sanat yaşamın dışında olamaz ki. Kahramanınız bir "Cumartesi Annesi" ise olayı anlatıyorsunuz demektir. Sivas'ta yakılan birinin kızıysa konunuz, siyasete,topluma,insana değinmeden geçemezsiniz. Ama sizin sorunun odağı, siyasi tavır oluşturmaya niyetli, Gorki'nin ANA'sı gibi salt ideolojik kitaplar yazmamsa, değişmezsem o kolaylığa düşmeyeceğim. Toplumcu olmak , ya da yurdunu sevmek ya da inançlı olmak 12 Eylül öncesi ideolojilerin süregelen yeni modellerinin tekelindeyse ben oralarda değilim. Ben insanın serüvenini anlatmaya uğraşıyorum, tabi önce anlamaya... Örneğin ilk kitabında da yerinden yurdundan olan insanların acısını, farklı inanışların kaynaşma sorunlarını, bir diğerinde yeni kurulan Cumhuriyete uyum sağlamaya çalışan kuralsız yaşayan insanın zorlanmasını, birinde eğitim sisteminde zaman zaman gözlenen dayak ve zalimliğin nasıl ideolojik ya da inançlarla ya da eğitsel kılıflarla haklılaşabildiğini '!) , bir kaçında on iki eylül öncesi olayları anlatıyorum. Yani soluduğumuz siyasetken sözünüzde ondan uzaklaşamazken, bir de kalpten kurgulayıp alkışlamaya ne gerek var? Ece YILDIRIM: Nasıl yazarsınız, neler hissedersiniz? Şenol YAZICI: Sanatsal üreticilik ya da yaratıcılık içsel bir yoğunlaşma istiyor. Çünkü , yaşamı anlatırsınız ama, yardımcı kaynağınız , araç ve gereciniz dıştan çok içinizdedir. Sanatçı , fotoğrafçı ya da haber muhabiri değildir. O yaşanmışı ya da yaşanabileceği kendi deneyimleriyle eritip harmanlayıp yeni bir şey üretir. Bu da yoğun bir içe dönüş, dahası inanılmaz acı veren bir doğum gibidir. Bu acının çokluğu ve tanımlamadaki yeteneğiniz üretilenin gücünü de artıracaktır. Şöyle anlatayım. Irak savaşını, bombalanan çocukları izlerken gözleriniz yaşarır. Alıp bir haberci tekniğiyle yazsanız kuşkusuz herkes etkilenir. Ne var ki, bir öykü bir roman olması için onu kendi yüreğinizde, aklınızda harmanlamanız yeniden kurgulamanız, her sözcük ve eylemi yeniden zincirlemeniz gerekiyor. Gariptir, ama yaşamın kendisindeki saçmalıklar, ebedi eserde yersiz ve inanılmaz olur. Bunları aştıktan sonra hiç bir yaşanmışa benzemeyen bütün yaşanmışlardan daha güzel ya da daha bir etkileyici bir yaşam dilimi ortaya çıkar. Öykü odur. Tıpkı balın bal olması için arıdan geçmesi gibi. İşte yazar benzettiğimiz gibi, yaşar, yaşadıklarını içinde harmanlar. Çok okur, bildiğini anlatabilmesi için araç olan dili öğrenir. Yaratılıştan gelme bir anlatma yatkınlığı vardır. Bir imge gücü vardır. Birleşir bir edebiyat eseri oluşturur. Bunlardan birinin eksikliği yazamayacağınız anlamına gelmez . İmge gücünüz yok dil ve aklınız iyiyse iyi bir araştırmacı, yüzlerce kitabı olan düşünce adamı olabilirsiniz, ama şair olamazsınız. Yeterince aklınız olmasa bile saz çalabilir , şarkı söyleyebilirsiniz de, iş bir unutulmayacak dize üretmeye geldiğinde zorlanırsınız. Sanat o dizedir. Rahmi AYDIN: Avrupa'da yazarlara devlet desteği, kredi, sponsor gibi kolaylıklar var. Siz bir yerden destek alıyor musunuz? Şenol YAZICI: Hiç batı görmeyen bile, iyi örnek olarak orayı anlatıyor, gerçekten öyle mi bilmiyorum. Olması bana garip geliyor. Sanatın bir tek tanrısı vardır; o da zaman. Kim belirliyor sizin gerçekten sanat yaptığınızı? Ya da nasıl ne tür yapacağınızı?.. Belki çok kitap okunduğunu, iyi satan bir kitabın da çok para kazandırdığını söylemek mümkündür ama, Avrupalı da istedi diye çağının Tolstoy'unu yaratamaz. Belki vergiden muaf tutuyordur kazancını, o tür kolaylıklar olur da... Zaten adamların belli bir sosyal yaşam güvencesi var. Yazarlar diğer sanatçılar gibi değildir, iyi eğitimli olmak zorundadır. Okumamış, yani ümmi yazar ancak bizde olur, batıdakilerin çoğu çok iyi eğitim görmüş insanlar. O zekayla, devletinin sosyal olanakları ve bireysel güvenceleri birleşince... Bizde birkaç yıl önce bir demokratik sol hükümet, yani umudumuz Ecevit, yazarlara defter tutma zorunluluğu getirecekti neredeyse. Herhalde kendisi şiirden çok para kazanıyordu, vergiler ziyan olmasın dedi. Yakın zamana değin yazarın itibarı hapse giriş süresiyle orantılıydı. Allah'tan o günler aşıldı. Hangi tür destekten söz ediyorsunuz ki? Bir destek söz konusu olursa bizde, ardından beklenti geleceğini bilmeli; o beklenti de herhalde parti şairi yazarı olunmasıdır. ATAÇ gibi değerli bir kalemi o zamanın tek partisine yakınlık bile zedelemiştir, düşünün. Ya da Necip Fazıl'ın dergiciliğini... Bu, sanatın özgür yapısının özelliği; sanat kimseden yardım göremez, belki de görmemeli. Bizde çok yaygın: Bir partinin, bir ideolojinin emrine girmek, çok satar olmak mümkün. Bakıyorsunuz yirmi yıl geçmiyor,. O kulu olduğunuz iktidar ya da düşünce silinip buhar olmuş, nasıl açıklarsınız savunmanızı? Sanatçının tek tarafı var, o da insan. Tek tanrısı da, zaman. Ece YILDIRIM: Kitaplarınızda sevgiler birbirine kavuşamıyor. Bu acımasızlık niye? Sanat görüşünüzle ilgisi var mı? Şenol YAZICI: Kitaplarım da birey ve etik öndedir. Ama çizgimi tam tutturduğum söylenemez. Gene ilkeli bireyleri de olan kitaplar yazacağım. Ama aklımı mı duygularımı mı öne alacağım bilemem. Kavuşamamak olgusuna gelince, hepsinde öyle değil. Körün taşının denk geldiği zamanlar olur. Benim Kimsem Olsana'nın öykülerinde sevgililer kavuşur. Savaşırlar bunun için, yaşayacaklarını terk edip o ulvi sevgiliye kendilerini hazırlarlar. Ama söylediğinizde doğruluk payı olabilir. Selam Söyleyin Ayışığına kitabım duyguların egemen olduğu yaşam gerçeğine daha bir yakın bireyi önceleyen bir kitaptı. İkincisiyse, aklın egemenliğini savunan, yaşam gerçeğini zorlayan bir kitap. Selam Söyleyin Ayışığına'nın bütün öykülerindeki kavuşamama olgusu duyguların bir üretimi ve yaşamın bir gerçeğiydi. Yaşam oydu; biz rastlantısal kazanırız. En başarılılarımız en şanslılarımızdır aslında. Yenilerek büyür ve öğreniriz. Ufacık şeyleri kafaya takar sevdiklerimizi terk eder, yaşamsal gurbetlere çıkar, sonra da akıl almaz alçaklıklara gık demez katlanırız. Ardından hayat deriz. İlk kitap oydu. İkincisi akıldı. Aşkı gerçek aşkı akılla ayırt edebilirsiniz. Öğrenir ve gereğini yaparak yaşayabilirsiniz. Kitaptaki Gülbeyaz, Yıldız'la Su, bunu yapıyor ve ... Ve'den sonrası bilmediğimizdir. Ve'den sonrası hayattır ve hayatın gerçeği bambaşkadır. Her kavuşma bir ayrılık hazırlığıdır aslında. Yıldız'la giden Su dağlarda ne kadar kalır? Kentsel yaşamı özlemez mi? Sevdiği uğruna bir insanın ölümüne neden olan Gülbeyaz, yoksulluklar kapıyı çalınca zengin taliplisi muhtarı aramaz mı dersiniz? Etik başka bir şey, yaşamsal gereksinmeler başka. Etik akla ve söze dayalıdır, öğrenme gerektirir, o yüzden uygulaması çok zor ve enderdir. Doğal yaşamsa en beyinsizi bile kollarına alır, sarar götürür. Kurallarını harfiyen dayatır. Dedik ya, doğanın ahlakı yoktur, ahlak öğrenilir. Sevda da. Her dokunmayı aşk saydığımız bir dönemimiz vardır. Peşinden ölümlere gittiğimiz dönem. Şöyle bir düşünün: Gerçek aşklarımız bir zamanlar denk geldiğimiz ama ıskaladıklarımızdır. Öğrenme yeteneğimizin kıtlığını kabullenmez, başka insanları, karşımızdakini suçlarız. Çoğu kez asıl istediğimize, seçtiğimize kavuşamayız. Seçmeyi bile bilmeyiz. Daha doğrusu asıl istediğimiz hep geride kalandır, elimizde olan değil. Siz hangi kavuşmadan söz ediyorsunuz? Kavuşma mı varmış yaşamın aslında? Kendinize çaresizlikten öğrettiğiniz vardır bir tek. Bu yönü acıdır ve acı olandır namus. Elde ettiğinle yetinmeyi bilmektir yani. Dilber SAKA: Öykülerinizin en azından bir bölümünde yöresel öğeler, Karadeniz kültürü baskın. Karadeniz öyküye kültürüyle,yaşama biçimi, pilekisiyle, harağıyla, fındığıyla yansımış... Karadeniz öykücüsü olmayı sürdürecek misiniz? Şenol YAZICI: Başladığımda böyle bir amacım yoktu. Böyle bir amaçtan korkarım da. Bir mekan gerekliydi kimi öykülerde. İyi bildiğiniz bir mekan. Yörem en iyi bildiğim olsa da , bütününden çıkarılacak bildiri benim için önemli. Ailemi kaçınılmaz olarak çok sevsem de bütün insanlar benim bir parçam. Varsayın ki, salt Karadenizlilerden, ya da salt bizim ailemizden oluşan bir dünya olsa, o ıssızlıkta sıkılmaz mısınız? Sonra yazmanın ne sınırı, ne mekanı, ne ulusu vardır. İnsan insandır. Tolstoy Rusya'yı anlatmış geçmişte, bugün bizim de birinci romancımız. Fransız Madam Bovary'de de bir çok Türk kadını, hatta erkeği de kendini bulabilir. Bir dili araç kullanan edebiyat, istese de istemese de yöresel, insanı konu aldığından dolayı da evrenseldir. Ayşe TEHMEN : Yeni kitaplar yazacak mısınız? Şenol YAZICI: Tabi. Ancak hazır olduğumda. Ben edebiyatın mutfağından geliyorum, en iyi örneklerini bilmem gerekli. Tolstoy, Stendhal'ı, Aymatov'u, Eco'yu, Dede Korkut'u ve diğerlerini... Edebiyat onlar. Şimdi, satsın diye piyasa da göklere çıkarılanlar değil. İyi bir yazar, Bursa'ya, İzmir'e değil, sadece iki binli yıllara değil daha uzaklara oynamalı. İyilere hazır olduğum anda yazacağım, tabi hayatta o fırsatı verirse... Kötü yazmaya artık şansım da yok, hakkım da. Dün bana, şans tanıyan , acemiliklerimi hoş gören , öven okuyucu bundan sonra hatamı affetmeyecektir, etmemeli de. Yalnız bu dergiyle ilgili değil. Dergi yayıncı işi, yazarlık değil. Varsa hatamız, profesyonel dizgiciyi, doğru matbaayı buluncaya değin bir süre daha hoş görecek. Ya da gelip ucundan tutacak... Ben dergiyi kişisel işim saymıyorum, o imece bir iş; ben sadece ona yediemin olma onurunu taşıyorum. Bana bu onuru veren size de teşekkür ederim. BURSA 2003 KİMSESİZ DERGİSİ , 4.SAYI

bottom of page