top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • 2017 Eğitim Sorunları-2

    Eğitim Yazıları - 2 Rejimin, idarelerinin toplumun aydın ve ilerici kesimine bakışı ile ırkçı ve çağdışı tutumları nedeniyle salt sermaye sahiplerine eleman yetiştirir düzeye indirgemişti üniversiteleri. Yüksek öğretim paralı hale getirilmiş, üniversiteler birer ticarethaneye dönüştürülmüş ve bilim yuvası olmaktan çıkarılmıştı... Zincirler kilitler sürgüler tank tüfek ve ölüm ve bomba ve korku ve zulüm ve yeryüzünde ve gökyüzünde bütün öldürüm silahları onlarındı bizim kenetlenmiş kollarımız ve kavgasını verdiğimiz kitaplarımız vardı (Nevzat ÇELİK) Geçtiğimiz yıllarda toplumsal şiddet olaylarıyla ilgili olarak bir devlet görevlisinin açıklaması olmuştu. Günümüzde ilköğretim okullarına kadar inen şiddet olgusuyla ilgili olarak bu kişi “cinnet tohumları” diyor ve sebebini liberalleşmenin alt yapısının oluşturulmamış olmasında görüyordu. Bu saptırmada dikkati çekmiş olana yani aslında şiddetin ta kendisi olan kapitalizm ile şiddet ilişkisinin demokratik eğitim ve disiplin konusuyla bağlantısına bakmak gerekiyor. Zira Türkiye’de sorunlu alanlardan birisi olan eğitim, şiddete hem kaynaklık etmekte hem de mağduru oynamaktadır… Cumhuriyetten önce eğitim din ağırlıklıydı. Toplumsal davranışlar üzerinde batıl inanışların da etkisi olurdu. Zira geçmişten bahsedildiğinde eğitimde disiplin sağlarken falaka ve değnek sıradan bir yöntem olarak akla gelmekteydi. Eti senin kemiği benim felsefesiyle sıbyan mekteplerine verilen çocukların dayak korkusuyla manasını anlayamadığı bazı sözler ezberlemeye çalışması kişiliklerinin bu dar kalıplar içinde geliştirilmesi demekti. Bütün bunlar bugünkü eğitim sisteminin içinde bulunduğu olumsuz koşuların da uzantılarıydı. İlkel disiplin anlayışının hem ilköğretimde hem de özellikle liselerde farklı bir biçimde de olsa sürdüğü görülüyor. Öte yandan darbe anayasasının doğurduğu yüksek öğretim sisteminin disiplin anlayışı ile bu kurumu üstünde durmak gerekiyor. 6 Kasım 1981 yılında kısaca YÖK adıyla kurulan Yüksek Öğretim Kurulu tamamen 12 Eylül’ün ürünüdür ve baskıcı, yasakçı bir yapıydı. Cuntacıların çıkardığı bir yasayla önceki üniversite yönetim kurulları tasfiye edilip yeniden atanan yöneticilerden oluşturulmuş mekanizma ile askeri rejim istediği tipte bir düzen kurmayı amaçlamıştır. Özerklik kaldırılmış, birçok ilerici ve demokrat bilim adamı üniversitelerden uzaklaştırılmıştı. Dernekleri kapatılıyor, filmler ve kitaplar yakılıyor, gazete ile dergilerin yayınlanması yasaklanıyordu. Rejimin, idarelerinin toplumun aydın ve ilerici kesimine bakışı ile ırkçı ve çağdışı tutumları nedeniyle salt sermaye sahiplerine eleman yetiştirir düzeye indirgemişti üniversiteleri. Yüksek öğretim paralı hale getirilmiş, üniversiteler birer ticarethaneye dönüştürülmüş ve bilim yuvası olmaktan çıkarılmıştı. Oysa fırsat eşitliği eğitimin 3 temel işlevinden birisidir. Örneğin 1973 tarihli 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu da 4 ila 17. maddelerinde sayılan 14 temel eğitim ilkesi genellik ve eşitlik, kişi ve toplumun ihtiyaçları, demokratik, laik ve bilimsel eğitim gibi bir dizi ilkeye yer vermişti. Ancak eğitim pahalı bir hizmet haline getirilmiştir. Çocukların korunması ve eğitim hakkı uluslar arası sözleşmelerde yer almasına, Türkiye’nin de bu anlaşmalara imza koyarak çeşitli yasalarla desteklemesine rağmen eğitim alanındaki özelleştirmelerle sokak çocukları ve çalışan çocuk sorunu bir çelişki yumağı teşkil etmekte. Dar gelirli ve göçmen aileler için çocuklar geçim kapısıdır, işverenler için ise sadece ucuz işgücü… Türkiye, hem okullaşma oranı düşük, hem kişi başına eğitim harcamaları oldukça geri ülkedir. Dünya Ticaret Örgütü’yle 1995 yılında yapılan GATS anlaşmasına göre bütün kamusal alanların özelleştirmeye açılması planlanmıştır. Hatırlanacağı gibi iktidarın 2005’te eğitim alanındaki özelleştirmelerin önünü tamamen açmak için düzenlediği “özel okullar yasa tasarısı” Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir. Siyasal iktidar her zaman üniversiteleri kontrol altına almak istemiştir. YÖK üyelerinin seçimleri konusunda RP ve DYP koalisyonu döneminde, TBMM Bütçe ve Plan Komisyonu’nda alınan kararla YÖK’te siyasal iktidar temsilcilerine üstünlük sağlayan değişiklik girişimi başta üniversite çalışanları olmak üzere özgür, bağımsız ve bilimsel eğitimden yana herkesin tepkisine yol açmıştı. 1980 sonrası YÖK, üyelerinin yarıdan çoğu siyasal iktidarca belirlenen bir kurul haline gelmiş ve bu kurul yüksek öğretim sistemiyle üniversiteler üzerinde hegemonya kurmasına olanak sağlamıştır. Bir kamusal ve sosyal hizmet alanı olan yüksek öğretimde gerekli nitelik ile düzeyde yatırım yapılmamasının sonucunda kaynak aktarmaması özel üniversitelere yol açmış ve üniversiteler metalaşmıştır. Yüksek öğretim gelir kaynakları dağılımındaki payına rağmen toplumun önemli kesimi yüksek öğrenim olanağından yoksun bırakılmaktadır. Halkın vergisiyle görevlerini sürdüren üniversiteler halka kapanmıştır… Günümüzdeki tartışmaların ve olumsuzlukların temelinde geçmişteki birçok uygulamada karşılaşılan gerici disiplin anlayışı yatmaktadır. Sürecin bu açıdan değerlendirilmesinde yarar var. Şiddet olayları ya da yöneticinin ifadesiyle toplumdaki cinnet olayları açıklanırken bu süreçte yaşanan gelişmelerin hiç payı yok mu diye de sormak gerekiyor. Tarihinde 3 kez tekrarlanan bir ülkede “darbe”lerin, toplumsal olay ve davranışlar üzerindeki etkisini göz ardı edebilir; baskılar, sürgünler, göz altıları, cezaevleri ve yaşanan gerçeklikte günümüzde artan şiddet olaylarının ana nedeni sayamaz mıyız? Yöneticinin fikrini dile getirmiş olduğu günlerde devlet tam 17 tane daha cezaevi açmıştı. Bir okulun bir cezaevi kapattığına inanılan memleketimizde belki de devlet 17 okul açmayı becerememişti o sıra kim bilir? Yani 1997’lerde devletin eğitime bütçeden ayırdığı pay ulusal savunma ve kolluk güçlerine ayrılan payın sadece yüzde 6,2’sidir. Bir diğer ifadeyle devletin savunma hizmetine ayırdığı para eğitime ayırmış olduğunun tamı tamına 15 katıdır. Çocukların alkol, fuhuş ve uyuşturucu batağına saplandığı, kitaplardan mahrum kalarak sokak yaşamına terk edildikleri, öğrencilerin dayakla yıldırıldığı, öğretmenlerin ise gaz bombaları ve copla cezalandırılmasına karşın başbakan tarafından öğretmen olmamakla itham edildiği zamanda eğitimin emekçilere yok sayıldığı bir ülkede üstüne üstlük medya körüklemesiyle şiddet 7’den 77’ye tüm kesimlerine yayılmıştı toplumun. Toplumdaki şiddetin kendi deyimiyle cinnet tohumlarının nedenini alt yapısı oluşmamış liberalizmle arayanlar bütçeden ayırdıkları payla bu manzaraları karşılaştırmalıdır. Çünkü eğitimle ilgili ortam ve sorunlar vurgulanmadan eğitimde demokrasi ve disiplin arasındaki ilişki açıklanamaz. Eğitim ve iletişim bilgiyi bireye ulaştırmanın iki yolu. YÖK gibi kurumlarla aydınlar üstünde baskı oluşturmayı amaçlayan egemenler, basın-yayın gibi kurumlar vasıtasıyla da topluma istedikleri değerleri aşılıyor. Uluslar arası ilke, bildirge ve sözleşmeler hiçbir biçimde uygulanmıyor. Sınıfsal ayrımcılık ve paralı bir kişiliksizleştirme düzene hükmediyor… Medyatik kirlenme ve şiddete özendiren yayınlardan etkilenme daha küçük yaşlarda başlıyor. Kişiliklerinin geliştiği psikolojik ve sosyal açıdan değişimlerin başladığı bu yaşlarda etkilenme daha çok oluyor. Bu dönem kazanılan alışkanlıklar kimlik çatışmalarının yaşanmaya başladığı ileriki yıllarda daha kalıcı davranışlara dönüşüyor. Tanık olacağı olaylarda takınacağı tavrı eğitimiyle bu yaşlarda kazanmış olduğu alışkanlıklar belirliyor. Eğitimde kolaycılığın bir yöntemi olarak başvurulan dayaksa öğrencinin kişiliğini bozuyor. Çocuğun kişiliğini zedeleyen şiddet gelecekte onların saldırgan bireyler olarak yetişmesine yol açıyor. Çağdaş, Özgürlükçü ve demokratik eğitim sisteminde ise dayağa asla yer yoktur… Dil gelişim sürecinin bir dizi ki ağlama ile başlayıp uzun cümleler kurmaya kadar varan tanımlanabilir evrelerden geçtiğini düşünürsek, bebeğin öğrenmesinde çevreyi taklitle başlayan düşüncelerinin oluşumunda dilin oynadığı rolü görebiliriz. Dilin geliştirilmesi ise bireyin davranış kazanma ve sosyalleşme evriminin başında gelmektedir. Dilin öneminden bahsedildiğinde hemen Konfüçyüs’ün ünlü yaklaşımı akla gelir. Arthur Rimbault ve Victor Hugo’nun şairlerin değerini dildeki yaratıcılıklarına bağlayan görüşleri de dilin önemini vurgulayan örneklerdir. Eğitim bilimci Erik Erikson ile Menyuk’un bu konudaki görüşleri dikkat çekiyor. Menyuk’a göre gramer adı verilen söz dizimi ile semantik denen cümlelerin anlamının ilk yıllarda çocuklar tarafından iyi anlaşılamaması gelişimlerini etkilemektedir. Erikson, iki dilli azınlık grubundan çocuklar ve düşük sosyo-ekonomik sınıftan çocukların toplumsal uyum konusunda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kaldığını belirtmektedir… Şiddet medya sorumsuzluğuyla beraber ekonomik ve sosyal koşullar tarafından tetiklenen bir olgu olarak görünmektedir. Bir yanda yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizlikleri, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumlar, farklı tüketim anlayışları, bir yanda bireylerin ihtiyaç ve beklentilerini yeterince karşılayamamak, kamusal hizmetlerin pahalılaşması, emek ve sermayenin var olan sistemdeki konumları gibi nedenler… Son 10 yılda sayısı ikiye katlanan özel dersaneler, özel-devlet okulları bölüntüsü, zorunlu eğitim kurumlarında bile alınan kayıt paraları ve katkı payları gibi uygulamalar ayyuka çıkan sosyal çelişkilerin birer göstergesidir. Sokakta yaşayan veya çalışan çocuklar üzerinde sınıfsal ayrımcılık ve yoksulluğun sonucu olarak çocukları sömürü ve istismara açık hale getirmektedir. Hepsini huzursuzluk kaynağı sayıp üzerinde durmak gerekir. Disiplin kavramı günlük yaşamda düzen, intizam anlamında kullanılır. Bireylerin bir arada yaşamalarını sürdürmeyi sağlamak için konmuş hükümler, kurallar ve bunu gerçekleştirmek için alınmış önlemler anlamına geliyor disiplin. Eğitimde disiplin ise öğrenciye istenilen davranışları öğretmek, okulda davranışların aynı düzende yürütülmesini sağlamak olarak ifade ediliyor. Cezalandıran ya da ödüllendiren yaklaşımlar çerçevesinde; intikamcı, cezalandırıcı, korku yoluyla engelleyici ve önleyici disiplin yöntemleri kullanılıyor. Günümüzde iyileştirici disiplin kavramının geliştirilmiş şekli önleyici disiplin olarak kabul edilmekte. Okulla ve çevre ile ilgili uyumsuzlukların ortadan kaldırılması yapıcı disiplin anlayışıyla savunulur. İlkel toplumlar cezaya başvurur… Bir ülkede demokratik ve özgürlükçü toplumdan söz edebilmek sosyal hedeflerin varlığına bağlıdır. K.Marks, Kapital’de kolektif üretimin merkezine eğitim konusunu yerleştirmiş ve toplumsal kalkınma yolunun “politeknik” eğitimden geçtiğini ifade etmiştir. Kapitalist üretim süreci ve işbölümüyle hayata, kendine ve emeğine yabancılaşan bireyi, bu çok yönlü eğitim kavramı teknik, fizyolojik ve zihinsel her açıdan geliştirilmesi gereken bir bütün olarak ele almaktadır. İlköğretim sistemimizde önleyici/yapıcı disiplin anlayışından söz edilmesine rağmen sapmalar oldukça düşündürücüdür. Disiplin ve demokrasi kavramlarının bir arada ele alınıp yorumlanmayışı sorunun başka bir yönüdür. Bilgi ve teknoloji tamamen sermaye sınıfının denetimi altına sokulmuştur. İlk kez Louis Althusser’in sözünü ettiği ideolojik aygıtlarla (din, aile, kültür, hukuk, siyaset, medya); siyasal iktidar ve siyasal iktidara bağlı bürokrasiyle kurumsal olarak eğitim ve kültürde, küresel sermaye, küresel sermaye medyasının ilişkileriyle hayatın her alanında sadece stereotip insan yetiştirmek amaçlanmakta… Bu durum genel olarak halkın iktidarını tanımlayan demokrasi sözcüğüyle çelişir. Çünkü batı demokrasisi sözde demokrasidir ve öz itibariyle çoğulcudur. Özgürlüğü burjuva sınıftan olanlara tanır. Emperyalistler sömürdüğü halkların burjuva sınıflarıyla işbirliği yaparak bağnaz ve ırkçı politikalarını destekler ve sadece kendi çıkarları için onlardan yararlanmak ister. Bu yüzden sosyo-ekonomik açıdan alt sınıfların haklarını kullanması zorlaşır, fırsat eşitliği ortadan kalkar, baskıcı ve zorba yönetimler toplumsal ilişkileri belirlemeye başlar ve dünyada emperyalist ülkelerin istediği bir düzen kurulmuş olur… Demokratik eğitimin sonucu demokratik bir toplumdur… İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik doğa karşısında ona üstünlük kazandıran aklıdır. Bilginin üretilmesini ise onun temel güdülerinden birisi; merak ve araştırma isteği sağlamıştır. Bütün insanlar düşüncenin bir ürünü olan bilgiyi üretme yeteneğine sahiptir. Bilgi insan aklının kapsayabileceği öğrenme, araştırma ya da gözlem yoluyla elde edilen olgu, gerçek ve ilkelerin tümüdür. İnsanın kendi yaşamını algılayıp anlamlandırmak ve yeniden üretmek için kullandığı önemli araçtır. İnsanlığın ortak üretiminin sonucu olarak insanın insan ve nesneyle ilişkisi ile ortaya çıkmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinden Auguste Comte bilginin önemini “Savoir pour prevoir, prevoir pour pouvoir” (öngörmek için bilmek, iktidar için öngörmek) şeklinde ifade etmekteydi. Francis Bacon’un "bilmek egemen olmaktır" sözü insanın bilme gereksiniminin doğayı denetlemek isteğinden kaynaklandığını vurgulamaktadır… Köleci, feodal ya da kapitalist bütün sınıflı toplumlarda üretim ilişkileri “egemenlik” kavramı üzerine kurulmuştu. Günümüzün egemen sınıfları sahip olduğu zenginlikler arasına bilgiyi de ilave etmiştir. Emperyalizm ise çok uluslu tekeller ile büyük sermaye sahiplerinin egemenliklerini ilan ettiği düzendir. Yaşadığımız bilgi çağı onu üreten ve elinde bulunduranlar tarafından yönetilmektedir. -DEVAM EDECEK-

  • 2017 Eğitim Sorunları

    1- Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu... Sizin değil çocuklarınız Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar Sizden geldiler, henüz sizinledirler; Ama sizden ya da sizin değildirler Sevginizi verebilirsiniz onlara, Düşüncelerinizi değil Bedenlerini barındırabilirsiniz ruhlarını değil. Çünkü ruhları yarının evlerinde barınacak O evler ki Düşünüzde bile göremeyeceksiniz. Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz Onları kendiniz gibi yapmaya değil. Böyle diyordu, Kahlil Gibran. Nedir eğitim, neyi amaçlar? Eğitimle ilgili söylenecek çok şey var. Eğitim deyince gençliğin yalnız bir bölümünün sorunları geliyor akla. Oysa gençlik içinde çeşitli gruplar var. Örneğin çalışan gençlik… Çocuklar; Çoğu okul-okuma çağına gelmiş çocuklar, yoksul ve çalışan çocuklar, emekçi çocuklar… Okuyan çocuklar; İlköğretim, ortaöğretimde okuyan çocuklar, liseliler ve üniversiteliler… Gençliğin sorunları, eğitim sorunları ülkenin sorunlarından ayrı düşünülemez. Çünkü onlar geleceğidir toplumun. Ne diyor şiirde; “Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar.” Çünkü onlar yarınlarıdır toplumun ve bu yüzden önemlidir, gençlik… Osmanlılar ve Selçuklular döneminde eğitim dine dayalıydı, yani medrese sistemiydi. Öğretmenler de dolayısıyla sadece din adamı ya da biraz matematik ya da mantık bilgisi olan din adamıydı. 16.Yy’dan itibaren batılı anlamda eğitim kurulları gelişince din eğitimi ve batılı eğitim kurulları şeklinde ikiye ayrılmıştı. Sıbyan mektebi denilen ilkokul düzeyindeki eğitim kurumları yanında medreseler yani üniversite düzeyinde verilen eğitime batılı usullerin girmesiyle askeri teknik ve ihtisas okullarıyla genel eğitim kuruluşları da katıldı. Osmanlılar 17.Yy sonlarına kadar feodalitenin hâkim olduğu bir Avrupa ile karşı karşıya idi. Bu yüzden Avrupa’nın içlerine kadar genişlemesi ve askeri başarılar elde etmesi hiç zor olmamıştı. Ancak bu yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da yaşanan birtakım ekonomik ve politik olaylar Avrupa’nın gelişmesine neden olmuş buna karşılık başarısızlıkları sadece askeri temele dayayan Osmanlı gerileme içine girmiştir. 18.Yy’da Avrupa’da buhar makinesinin bulunuşu, sanayinin gelişmesini sağlamış, bununla rekabet edemeyen Osmanlı ekonomik düzeni dokuma sanayindeki üstünlüğünü de Avrupa’ya kaptırmıştır. Rönesans ve reform gibi hareketler, yeni coğrafi keşifler ve sonuçta ikinci Viyana kuşatması bu başarısızlığı Osmanlıya çevirdi. Tanzimat-ı Hayriye (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) gibi Osmanlı’nın batıya uyumu konusunda gösterdiği çabalar yeterli olmayacak, eğitime doğrudan katkısı olmayan bu gelişmelerle aksine zararlı da çıkılacaktır. Osmanlının içinde barınan farklı kültürlere eşitlik getireceği ifade edilen sözleşmelerle dünya görüşleri zıt hatta birbirlerine düşman kuşakların yetişmesi sonucunu doğacaktı. İkinci Abdülhamit’in devlet yönetiminde olduğu 1876 yılındaki Kanuni Esasi’yle başlayan ve 1908’e kadar süren (birinci ve ikinci meşrutiyet arası) dönemde eğitim nicelikçe gelişme göstermiş ancak nitelikte tersi olmuştur. Teknik bakımdan batıya eğilen Abdülhamit siyasal ve sosyal gelişmelere sırtını dönmüştü. Bu dönemde eğitimden sorumlu siyasetçiler batıda bu alandaki gelişmelerden habersiz, burada yetişmemiş kimselerdi. Batıda okuyan tek kişi olan ve kısaca adı Münif Paşa olarak da bilinen Mehmet Tahir Münif Efendi ise bu dönemin hem çekingen hem tutucu biri olarak eğitim hareketlerinde büyük rol oynamıştı. Bu dönemde eğitimin modernleşmesini engelleyen en büyük nedenlerden birisi de kitap, gazete ve dergi gibi yayınlara gösterilen baskıydı. Sansür kurumunun gelişmesi bu dönemde olmuştur. Modern eğitim veren teknik okulların açılması için İngiltere, Fransa, Almanya hatta ABD gibi sömürgeci devletlere tavizler verilmiş, Osmanlının ileri gelenlerinin çocuklarının bu yabancı okullarda yetiştirildiği görülmüştür. Abdülhamit’in tek adam ve devletin en etkili kişisi oluşu gelişmelerin çok yönlü olmayışı sonucunu doğurmuştu. İkinci Meşrutiyet’in 25 Temmuz 1908’deki ilanıyla birlikte eğitimde tartışma ve bocalama yıllarına girilir. Önceleri ikinci Abdülhamit’in baskılarından henüz kurtulmaya çalışan sosyal-siyasal hayat sonraları olumlu gelişmeler gösterince Osmanlı devletinde o zamana kadar görülmeyen esaslı bir fikir akımı meydana getirmişti. Böylece herkes imparatorluğun geçmiş ve geleceği hakkında düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya başladı. İkinci Abdülhamit devrinde batıya gidenler geri döndüklerinde Fransa’da gördüklerinin Osmanlı’da tatbik edilmesini talep ediyorlardı. Eğitimden sorumlu bakanların sık sık değişmesi eğitimdeki gelişimi engellemiş yapılan savaşlarla ortaya çıkan sıkıntıyla güçlükler de buna eklenmişti. Mehmet Emin gibi kişiler Batılılığı savunurken Ziya Gökalp gibi zamanın bazı mütefekkirleri ise çekingen davranınca farklı görüşler etkili olmaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilanına kadar süren bu dönemde üzerinde durulan eğitimle ilgili konuların başında, mahalli dil ile öğretim, harflerin değiştirilmesi, eğitim ve öğretimde uluslaşma, azınlık ve yabancı okullarının Türkleştirilmesi, kızların yüksel tahsile alınması, din derslerini çoğaltma arzuları ve Türk dilinin ıslahı teşebbüsleri vardı. Tanzimatla birlikte gerçekleşen değişimle, eğitim kuruluşlarının bir kısmı vakıf sistemi bir kısmı da Maarif Nezareti’ne bağlı olarak sürdürülmüştür. Devletin olanaklarının yetersiz oluşu eğitim kurumlarında gerileye yol açarken fakir halk çocukları için medreseler en uygun yerler olarak görülmeye devam etmiştir. Ulusal savunma, sağlık, tarım, güvenlik gibi temel hizmetlere dönük alanlarda eğitim kurumları birleştirilip devlete bağlanmamış, medreseler de şeriat makamlarının etkisiyle bütün yeniliklere karşı koymuştur. Bir yanda halktan kopuk mektepliler diğer yanda halka ait medreseler olmak üzere birbiriyle çatışan iki farklı kesim ortaya çıkar. Eğitim işe dönük değildir ve toplumla ilgisi yoktur. Yüksek öğrenim, devletin gereksinme duyduğu insan gücüyle bilim adamlarını yetiştiremiyordu. Yetenekli öğrencilerin yoksulluğu ve ortamları onların gelişimini engelliyordu. Modernleşme hareketinin temelleri atılmakla birlikte bazı çabalar bocalamaların ötesinde çözüm bekleyen sorunlar olarak Osmanlı’dan TC’ye devredilmiştir… Günümüze doğru gelirsek… Özellikle 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK toplantısının hemen ardından gündeme taşınan bir konuydu, 8 yıllık zorunlu eğitim tartışması. Yeşil sermayenin güçlenip de siyasal islamın yükselişiyle birlikte özellikle, imam-hatiplerin orta kısmının kapatılmasına duyulan tepkiye bağlı olarak liselerinin de kapatılacağının sanılması 8 yıla karşı bu kesimlerde büyük bir tepki doğurmuştur. Zorunlu eğitimdeki artış aslında bir sonun başlangıcıdır. Neyin? Oy ve iktidar uğruna yıllarca verilenlerin… Neyin? İnançları sömürerek halkı kandırma yanlışına düşmelerin… Neden? Hani irticanın sinyalleri geliyordu, hani laik cumhuriyet kavramına eğik çizgiler çekmek kimsenin kanacağı bir yalan değildi artık ya! Demokrasi inançların değil, fikirlerin çarpışmasıydı çünkü… Sonra sanki yeni bir tartışma konusuymuş gibi sürülmüştü önüne halkın 8 yıl. Eğitim üzerine birçok tantana kopartılmıştı. Ardından belki 30 yılın türban sorunu bugünün meselesi gibi sunulmaya çalışılmıştı. 8 yıl üzerine birçok aritmetik hesaplar yapılmıştı. Toplandı, çıkarıldı, çarpıldı, bölündü. Sonra dönüp dolaşıp yine aynı yere geldiler. 2 yıl artı 5 yıl artı 3 yıl artı 3 yıl artı 5 yıl artı 2 yıl gibi. Eklenen sadece beşin önüne iki yıl ana eğitim ardına da fazladan üç yıl orta ilköğretimden eklemekten ibaretti. Bunun için yani 5 yıla bir 5 yıl daha eklenmesi için koparılmıştı bütün yaygara. 8 yıl ve türban gibi konular tartışılırken eğitimin temel sorunlarına gençliğin saydığımız tüm kesimlerinin sorunlarına yine çözüm getirmekten uzak kalınmıştı. Eğitim içeriğiyle şekillendirmeci iken konuşulan konular açısından da aynı doğrultuda açmaza sürüklenmeye başladı. Soruna ideolojik değil gerçekçi çözümler getirilmesini isteyenler eğitimin bir sorunlar yumağı olduğunu ve çözümlenmesi gerekli birçok yönünün bulunduğunu söylediler. 5 yıllık eğitim uygulayan devletin artık kalmadığı, zorunlu eğitim süresinin dünyanın her tarafında anaokullarından başladığı, üstelik 8 yıllık eğitimle ilgili yasa TC tarafından çeyrek Yy önce kabul edilmişken bu tartışmayı aşmamız gerektiği ve önemli olan sürenin değil eğitimin kaliteli ve parasız olmasının ve nitelik tartışmasının yapılması gerektiği de vurgulanmıştı. Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitim bilimciler eğitimi bireyin kendi yaşantısı yoluyla davranışları üzerinde istendik (hedeflediği) değişiklikleri yaratma süreci olarak tanımlar. Eğitimin tarafları başta öğreten ve öğrenendir. Yani öğretici (öğretmen), öğrenci… Öte yandan Türkiye’de eğitim çağındaki nüfusun yapısal özellikleri göz önüne alındığında tablo hiç de iç açıcı değildir. Sayılar genel nüfusa göre ülkede her 5 kişiden birisinin okuma-yazma bilmediğini göstermekteydi. Okur yazar nüfusun önemli bir kısmı sadece 5 yıllık eğitimi bitirmiş kimselerden yani ilkokul mezunlarından oluşmaktaydı. Kadınlar arasında okur yazarlık oranı ise çok düşüktü. Eğitimde gözlenen iki temel sorun ezbercilik ve içe dönüklük, pratik alandan, sosyal yaşamdan kopukluk, toplumla bütünleşmemiş olmaktı. İşte zaten imam-hatipler de kanundaki boşluktan değil de eğitimdeki zayıflıktan ortaya çıkmış kurumlar değil miydi? Ve bozuk eğitim sistemine alternatif arayışlar içinden orta çıkartılmamışlar mıydı?.. Yoksul bir ülkede yaşıyoruz. Yoksulluk ebeveynlerden çocuklara geçen bir miras gibidir. Çocuk işçiliğin nedeni de yoksulluktur. Ailesinin gelirine muhtaç olması nedeniyle çalıştırdığı çocuk 3-5 yıl sonra vasıfsız bir işçi olarak yeni bir yoksul ailenin ebeveynlerinden biri olmaya adaydı. 8 yıl sayesinde erken iş hayatına atılmak yok, hiç olmazsa 7-15 yaş grubu çocuklar iş yaşamından çekilecek deniyordu. Ama eğitimin parasız olduğu belirtilen ülkemizde artan kayıt ve karne paraları, harçlar, zorunlu tutulan bağışlar vs. unutulup ya da göz ardı edilerek… Bunlar temel eğitim de bile paralı eğitimin somut göstergeleri olarak görünüyor ve çözüm sunulmuyordu. Eğitimde paralı bir kişiliksizleştirme düzeni hüküm sürüyor… Ekonomik ve kültürel işlevi yanında fırsat eşitliği sağlaması gereken eğitim kurumları toplumun alt gelir gruplarını ise dışlıyordu. Oysa eğitim kurumlarının amacı sermayeye ucuz ve yedek işgücü ordusu yetiştirmek değil özellikle kol ve kafa emeği arasındaki derin uçurumu nitelikli işgücüyle dolduracak insanları yaratmak olmalıydı. Düzen yanlısı partilerin adeta devrim yaptık edasıyla lanse ettikleri değişiklik akademik ve bilimsel eğitime yönelik ciddi adımlar atılmadığı takdirde hiçbir işe yaramayacaktır. Ancak 8 yıl, eskiye artı bir 3 yıl daha ilave etmekten başka hiçbir işe de yaramadı. Sonuçta okuyan 3 yıl daha fazla okuyabilecekti. Sonra!.. Ekonomisi sürekli krizde olan bir ülkenin doğal olarak eğitimi de krizde olacaktır. Okumayı sürdürebilenler bile parası olanlarla yarışa sürüldükleri bir ortamda ya ucuz işgücü ya da kalifiye işsiz olacaklardır. Sıradan üniversitelerin durumu ortadadır. Türkiye araştırma yoksulu bir ülke. Eğitim harcamaları geri bir ülkede ne, nerede ve kimden öğrenilecektir ki. Dekanlar bile birbirleriyle anlaşamayıp YÖK denilen cenderenin altında sürekli ezilirken öğrenciler derdini kime ve nasıl anlatacaktır. Üstelik 15 yaşında çocukların DGM’lerde yargılandığı bir ülkede… Oysa demokrasi çözüm üretebilen, esnek düşünebilen insanlara ihtiyaç göstermiyor muydu? Yani aslında bu ülkede eğitimci de demokrasi istiyordu. Sıkıştıkça başvurulan Batının çözümleriyse belliydi. Yoğun ders saatleri, boş zaman değerlendirme merkezleri, kültürel ve sportif etkinliklere katılım olanakları sağlayan sınırlı kurumlar, kurallar, yasalar vs… Oysa ülkemizde millet mekteplerinden sonra “köy enstitüleri” ve “halk evleri” gibi topluma çok uyan ve eğitimi burjuvazinin tekelinden kurtaran bir açılım, önemli bir deneyim örneği de yaşanmışken… Önce çevreyle bütünleşmiş, gereksinimleri karşılayan, ileri aşamada bölgelere göre hazırlanan programlar, nihayet yüksek öğretime çağdaş, bilimsel ve teknik gelişmelerin hızına ayak uydurabilecek demokratik, parasız bir eğitim sistemi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, üzerinden geçen onca yılla ve kendiyle birlikte birçok demokratik unsuru da üniversite içinden uzaklaştırmıştı. Yüzlerce, binlerce öğretim üyesi, üniversite öğrencisi fişlendi, mahkemelerde yargılandı. Sırf ilerici ve demokrat oldukları öyle bir üniversite savundukları ve özlemleri için… Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu. Üniversite sorunları hala çözülememiş, sorunlar çığ gibi büyümüştü. Ayıklama yani, her yıl değişen üniversiteye seçme biçimi açıkta kalan binlerce gence yenilerinin eklenmesini de önleyemiyordu. Ve bugünkü eğitimdeki, kültürdeki yozlaşma, 12 Eylül’ün ürünü olan YÖK’ün en büyük eseri idi. Üniversitelerle ilgili sorunlar 6 Kasım 1981’de, YÖK’ün kurulmasıyla yeni bir boyut kazanmıştı. YÖK, yani “Yüksek Öğretim Kurulu” kuruluşuyla birlikte çıkartılan bir sürü kanun ve yönetmelikle alabildiğine otoriter, müdahaleci, denetleyici bir yapıya dönüşmüştü. YÖK’ün kurulmasının altında yatan neden de buydu zaten. Siyasal iktidarların ısrarla Üniversitelerarası Kurul’un yani en yüksek üniversite organının üstünde bir yüksek öğretim kurulu kurmalarının altında yatan neden buydu. Üniversiteleri denetleme ve baskı altında tutma isteği. Ancak geçen süreçle birlikte üniversite öğrencileri ve üniversite çalışanları tarafından bu baskıcı, dayatmacı kuruma karşı tepkiler oluşuyordu. Seçimle yani demokratik bir şekilde göreve gelen üniversite çalışanları birtakım atamalarla görevlerinden uzaklaştırılmaya başlandı. YÖK’e bağlı üniversite elemanları bütün bilimsel kurumlarda olması gerektiği gibi görevini, bilimin evrensel yasaları ve gücü çerçevesinde yerine getirmesi gereken ve bu anlayış doğrultusunda üniversiteleri geliştirmek olan YÖK’ün bile kendi koyduğu ilkelerine karşı aykırı çalışmalar yaptığını öne sürmeye başlamışlardı. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Eski Başkanı Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu’nun deyişiyle üniversitelerdeki tarikatçı ve şeraitçi kadrolaşma, imam-hatip liselerinden bile daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Hatta gerici ve ırkçı kadroları Anadolu’ya yaygınlaştırmak için dönemin siyasal güçleri tarafından bir gecede kurulan üniversitelerin YÖK’ün kendi yaptığı araştırmasında da başarısız olduğu ortaya çıkmıştı… YÖK’e karşı üniversiteli gençliğin en büyük silahıysa en başta öğrencilerin bu kurula karşı haklarını savunmak ve demokratik tepkilerini ortaya koymak için kurdukları örgütlü güç olan öğrenci dernekleriydi. Daha dernekler yasası tasarısı tartışılırken üniversite gençliği Anayasa’nın 33.maddesi çerçevesi içinde derneklerini kurmuşlardı bile. Ancak tasarı YÖK tarafından getirilen 59.maddeyle büyük bir darbe almıştır. Öğrencilerin derneklere üye olmaları rektörlerin iznine bağlanırken bir anayasal hak gaspa uğratılmıştır. Tasarı arkasından bir bir kurulan öğrenci dernekleri adına kuruldukları üniversitelerin tüm öğrencilerini en doğal üyesi olarak kucaklıyor, “alınan kararlara büyük bir çoğunluk katılmalıdır” gibi saçma, haksız mantıkla ise darbe alıyordu. Oysa öğrenci dernekleri oluşturulacak dernekler yasasıyla kazanacağı yasal kimlikle gençliğin katılımının temel araçlarından ve dayanağı ise anayasanın örgütlenme ile ilgili maddesinde var olan demokratik yığınsal örgütlerinden biri olacaktı. Öğrenci dernekleri mesleki eğitimde yetersizlik, gördükleri eğitimden hoşnutsuzluk, gelecekle ilgili kaygı, ilgisizlik, sevgisizlik vs. yığınla soruna karşı üniversite gençliğinin özlem duyduğu üniversitelere kavuşmak, sınav ve yönetmeliklere, paralı eğitim sistemine, atılmalara, disiplin yönetmeliklerine hayır diyebilmek için kurdukları demokratik öz örgütlenmeleri olacaktı. Öğrenci derneklerinin kapatılmasının ardından onların yerine oluşturulmaya çalışılan öğrenci temsilci kurulları kısaca ÖTK’ler ise, öğrenciler tarafından hem samimiyetten uzak hem de sorunların çözümlenmesine yakın bulunmadı. Güya ÖTK’lerin niteliğini öğrenci kitlelerinin gösterecekleri inisiyatif belirleyecekti. Ama nasıl? YÖK’le ilgili siyasal iktidarın yeni düzenlemeleriyle birlikte ÖTK’lerde de seçimler apar topar yapılmaya başlanmış, öğrenci derneklerinin yerleri doldurulmaya çalışılmıştı. ÖTK’lerin yapısından doğan ve daha başta ÖTK’lerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle öğrenci kesimin bu kurulların çatısı altında örgütlenmeleri gerçekleşmedi. Geçmişte öğrenci dernekleri baskıcı ve yasakçı yönetimlerce ideolojik ve siyasi amaçla kurulmuş öğrenci örgütleri oldukları ileri sürülerek kapatılmışlardı. Gençliği potansiyel suç unsuru olarak da gören bu zihniyet ÖTK’lerde de benzer bir sürecin yaşanacağını varsayarak öğrenci derneklerinin üzerinde bazı kısıtlayıcı koşullar dayatmıştı. Örneğin, temsili sınırlayan üyelikle alakasız disiplin ve başarı gibi seçilebilme önkoşulu koymuştu. En önemlisi de derneklerin siyasal amaç taşımamasıyla ilgili bir zorunluğun öne sürülmesiydi. Aslında amaçlanan katılımın engellenmesi, üniversitelerde bir kişiliksizleştirme ve depolitizasyonun sürecinin devreye sokulmasıydı. Bahane zaten hazırdı. 58.maddeyle geçmişte öğrenci derneklerini kamu yararına bir dernek statüsünde çalışmaya zorlayan koşulun katmerlisi tekrar uygulamadaydı. Oysa geçmiş örgütlenmelerinde öğrenci derneklerinin büyük bir rolü ve etkinliği vardı. Ve o zaman öğrenciler kendi hür iradeleriyle kendi yönetenlerini seçebiliyorlardı. ÖTK’lere ise daha başta dayatılan başarı ve disiplin başlığı altındaki önkoşulların örgütlülükle doğrudan bir alakası yoktu. Örneğin, öğrenci derneği genel kurulunca dernek yönetimine seçilmiş bir üye politik eylemleri ve demokratik tepkileri nedeniyle bir yerde kovuşturmaya uğrarsa ÖTK’lerde ise bu sebepten dolayı yapılacak seçime değil aday, üye bile olamıyordu. Bunun örnekleri de geçmişte sıkça da yaşanmıştı. Aynı seçim ÖTK koşullarıyla yapılmış olsaydı genel kurulda seçme hakkı bile kullanılamayacaktı. Yani artık üniversitelere siyaset yapmak yasaktı. Önceki öğrenci dernekleri her bakımdan hem çok daha özgür hem çok daha demokratik ve katılımcı ortam sağlıyordu. Sadece YÖK ve ırkçı, gerici nitelikli dayatmalarla yeni kurulacak olan dernekler eğitim ve öğrenci sorunlarına tam anlamıyla eğilmelerini sağlayacak koşullara kapılarını kapatıyor hem üreticilik ve bilimsel yaratım ortamı ortadan kalkmış oluyordu. Önce fakülte ve y.okul bazında çözüm bulmak, sonra dernekleri tek bir çatı altında toplayarak sorunlara bütüncül çareler aramak ve federasyon ve üst organları oluşturarak çözümleri demokratik biçimde yetkili organlara sunmak da hayal oluyordu. Daha sonraki ÖTK’lerin devreye girdiği öğrenci derneklerinin işleyişinde YÖK genelgesi uyarınca her fakülte ve y.okulda öğrenciler temsilcilerini tekrar seçebileceklerdi. Seçilen fakülte ve yüksekokul temsilcilerinden ÖTK oluşturulacak bu kurulun yine seçimle belirleyeceği üniversite öğrenci temsilcisi ise elçilik yaparak, öğrencilerle ilgili konularda üniversite senatosuyla, üniversite yönetim kurulunun toplantılarına katılıp sorunlarını iletebilecekti. Genelgeden sonra seçim takvimi işlemeye başladı. Her fakülte ve y.okul biriminde ayrı ayrı öğretim elemanlarından oluşan sandık kurulu gözetiminde sonuçlar “kapalı oy-açık tasnif” usulüyle belirlenerek sözde demokratik seçimin kuralları işlemeye başlamıştı… Eğitim bileşenlerinin sorunları katlanarak büyüyor… Günümüzde öğrencilerin ekonomik koşulları, yeterli ve dengeli beslenememe, barınma gibi yaşadığı temel sorunları yanında yönetimden kaynaklanan yığınla sorun var. Devlet kurumlarının patronlara peşkeş çekilmesi, hızla taşeronlaştırılma, toptan özelleştirme gibi uygulamalardan eğitim kurumları da nasibini almış bulunuyor. Katkı payları, haraçlar, pahalılaşan ders kitapları vs. bir sürü zorluk ve engel özellikle emekçi çocuklarının üniversite okuma olanağını elinden almakta, sistemin tüm olanaklarından yararlanan ve ülke coğrafyasının önemli bir bölümünü görmezden gelen belli bir zümrenin eğitimine talip bir eğitim anlayışı fırsat eşitliğini yok saymaktadır. Bugün ise artık öğrencilerin temsil ile örgütlülüklerinin yeniden sorgulanması, geleneksel ilerici ve demokratik yapıların sağlanması gerekmekte. Bu görev ve sorumluluk başta gerçekten çağdaş ve demokratik bir yaşamın var olduğunu iddia edenlere düşüyor. Zira gençliğin yeniden ve bütün var gücüyle, enerjisiyle bu kurumları sahipleneceği ve örgütlülüklerini bu yönde göstereceği kesindir… Üniversitelerde bir elin parmaklarını geçmeyen demokratik ve kurumsal birlikteliklerin dışındaki tele-vole beraberliklerinin hiçbir etkisi, yetkisi ve söz sahipliği olamaz. Öğrencilerin seçme ve seçilme hakkını her şeyden önce mücadele belirlemelidir. -DEVAM EDECEK-

  • Ahlakı Ahlak Bekçileri Yiyip Bitiriyor

    Eskiden din adamı ya da dindar denilince akla, ağırbaşlı, ciddi, özü sözü bir güvenilir insanlar gelirdi. Ancak günümüzde bu geçer akçe ölçüler gitti. Herkes durumdan vazife çıkarmaya başladı. Ağzı olan din üzerine ahkam kesip çağdaş değerlere saldırmayı bir marifet olarak görmeye başladı. Birisi çıkıp diyor ki erkek aç ve mecbur kalırsa ölen karısının etini yiyebilir. Neredeyse yamyamlığa methiye düzecek. Diğeri dokuz yaşındaki kız ile evlenmek sünnettir, sevaptır diyor. Öbürü geri kalır mı, çocuk ile evlenilebilinir, beş yaşında da olsa beşikte de. Eh, profesör unvanlı, devleti soymak Kur'anın emridir diyerek hırsızlığa Kur'anı delil gösteriyor. Bir diğeri peygamber ile görüşüyor. Diğeri Allah ile konuşuyor. Oysa Allah kavramı soyut mücerret bir kavramadır. Gözle görülmez, konuşulmaz, dokunulmaz... Cennette bir erkeğe 72 huri verileceğini, şarabın, zevkin gırla olacağını, ballandıra ballandıra anlatıyor da, cennete giden mümin kadınlara ne verileceğini aklı sıra dalgaya alarak Nuri diyor. Atatürk'e, Cumhuriyete, laikliğe saldırmalara hiç girmeyelim. Atatürk büstlerini put olarak niteleyip putperestlikle savaştığını sanıyor zavallı. Oysa bilmiyor ki hiçbir kimse kalkıp da Atatürk’ün büstünden medet ummuyor. Ona yalvarmıyor, ondan bir şey dilemiyor. Büstü ya da heykeli yüceltmiyor. Devletimizin kurucusu olan o büyük insanın manevi huzurunda minnet ve şükranlarını sunuyor. O kadar. Atatürk’ü cehennemde gördüm diyen zavallı, kendisinin de cehennemlik olup oraya gittiğini itiraf ediyor aslında. Otobüsü kenara çekip namaza duran şoför yalnızca gösterişin peşinde olduğunu bağırarak gözlerimize sokmuyor mu? Plaja en acayip kıyafetlerle giden kimi kadınlara ne diyeceğimi bilemiyorum. Mayo giyip saçı örtmek ya da bikini ile namaz kılmak konuyu sulandırmaktan öte, ciddiyetsizlik değil de nedir. Pantolon giyen kadın kafirdir. Yüksek sesle kadın konuşamaz, sakız çiğneyemez, dondurma yiyemez. Ama kendisini bir kadının doğurduğunu, ona analık ettiğini unutur. Bütün bunlar ilkel Arap geleneklerinin sapkınlık derecesinde yansımalarıdır. Toplum adeta hezeyan geçirmektedir. Oysa Anadolu kadını otobüste, düğünde, parkta ağlayan bebesini emzirir rahatlıkla. Kimse de ona hafif ahlaklı diye bakmaz. Zira o annedir ve çocuğunun ihtiyacını karşılamaktadır. Ama bunlar öz torunundan, kayınvalidesinden tahrik olabiliyorlar. Açıkçası ilkel dürtülerinin esirleridirler. Nasıl oruç tutarlar bunlar, nasıl nefislerini terbiye ederler. Ediyorlar mı anlayabilmiş değilim. Ama mürteci efendi çaputtan, muskadan, şeyhten, seyitten medet umuyor ve dolayısıyla da başkalarını da öyle sanıyor. Benim en anlamadığım konu bu sözüm ona akil geçinen okumuşların, profesörlerin birisi çıkıp da fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve hele hele sanat, edebiyat, şiir, estetik üzerine tek kelime edemeyişleri, ama varsa yoksa kadının saçı bacağı, eteği... Ve ne hazindir ki bunları da din adına lanse ederler. Dini, bunların temsil etmediği, edemeyeceği bir somut gerçek olmakla birlikte, diğer akil ve aydın din adamları kalkıp da bunların cevabını vermiyor. Dolayısıyla da sanal ortamda bulanık, karışık, tutarsız, yorumlar cevaplar birbirini izliyor ve kafalar daha da karışıyor. Otobüste şortlu kıza tokat atan boyu devrilesi genç, kısa giyinmişti tahrik oldum, diyor. Fakat bir gencin, töremizde, geleneğimizde bir kıza vurmasının delikanlılık ile bağdaşmadığını es geçiyor. Çağdaşlara,laiklere her fırsatta dinsiz imansız diye saldıran bu güruhlar bir şeyi neden görmezden gelirler. Hangi çağdaş, laik eğitimli birisi bunların yaptığını yaptı ki. Burada mütedeyyin,dindar,faziletli,ahlaklı insanları tenzih ederim. Ama bir avuç sapık manyak imajı zedeliyor, bozuyor. Dinin, imanın şartları ile evrensel AHLAK-ETİK kurallarının özünde çelişmediğini ama bu yobazların ilkel yorum ve salaklıkları yüzünden dinin özünden sapıldığı gibi ahlak töre de arada kaynıyor. ÖZETLE AHLAKI AHLAK BEKÇİLERİ YİYİP BİTİRİYOR.

  • Osman Bolulu İçin

    Sırası gelen gidiyor. Sıranın kimde olduğu da belli değil. Biz geride kalanlara da arkalarından birkaç satır yazıp görevimizi yaptığımızı sanmak kalıyor. 2 Ağustos günü, bir aylığına Ankara’nın boğucu havasından uzaklaşmak için uçağa binmek üzereyken arkadaşların bir iletisinden Osman Bolulu’nun sonsuzluğa göçtüğünü öğrendim. Geriye dönmem mümkün olmadı. Cenaze evinde ve mezarı başında onun için herkese nasip olmayan güzel şeyler anlatıldığını sanırım. Öner Yağcı, onun edebiyatçı kişiliğini anlatan bir yazı yayımladı. Birkaç arkadaş daha ondan söz etti. Benim bu kısa yazım da onun mezarına bırakılan kırmızı bir devrim gülü yerine geçsin, zira o bir devrimci eğitimci, şair ve yazardı. 1960’lı, 70’li yıllarda kendisini yazılarından tanırdık. 1977’de Ankara’yı mekân edindikten sonra çeşitli vesilelerle yüz yüze tanıştık. Benim için bunların en anlamlısı, 1883’te 1402 sayılı yasa ile meslekten temelli çıkarıldığımızda sabaha kadar uyumayarak yazdığı bir öğretmenlik şiirini kardeşim Ayhan’la ikimize ithaf edip sabahleyin dergi bürosuna getirip bırakmasıydı. Koşullar o kadar korkutucu idi ki, görevden atıldığımızı tek bir cümle ile yorumsuz olarak derginin ertesi ayki sayısına yazabilmiş, Bolulu’nun şiirini yayımlamayı bile düşünememiştik. Akpınar Köy Enstitüsünün 1947 mezunu olan Bolulu, Amasyalıydı. Yapıtları içinde bence en ilgi çekici olan “İnsanlığın Solmaz Gülleri” adını verdiği öğrencileriyle ilgili anılarıdır. Eli açık, sohbeti ve anlatmayı seven, açık sözlü biriydi. Türk devrimine ve onun liderine candan bağlıydı. Atatürk'le ilgili düşünceleri Ceyhun Atuf Kansu’nunkine benzerdi. U devrimin yarım kaldığına ve onun halkçı bir devrimle tamamlanması gerektiğine inanırdı. Öğretmen Dünyası’na bir yazı işleri müdürü aradığımız dönemde, bunu birçok eğitimciye kabul ettiremezken Bolulu kabul etti. Fakat derginin başına geçmekte acele etmedi. Birkaç hafta yazı kurulu toplantılarını izlemekle yetindi. Sonra habersizce ortadan kayboldu! Adı iki ay derginin kimliğinde yer aldı. Güney illerinden birinde bir dersanede görev aldığını duyduk. Geçim sıkıntısı o tarihlerde öğretmenlerden bir kısmını ansiklopedi pazarlamacısı, bir kısmını dersaneci yapmıştı. Bolulu emekli maaşıyla geçinebilirdi. Dersanecilik yapmış olmasını o sıralarda sıkıntı içinde olan kızı ve damadının çocukları sefil kalmasın diye yaptığını anlatmıştır. Bu ayrılışın aramızda hiç konuşulmamış olmasına rağmen kendi içine de dert olduğunu yıllar sonra yaptığı bir jestten anladım. Bir gün Ayhan’la beni, Oran’daki evlerine muhabbetli bir yemeğe davet etti. Konuşması sırasında bu olaya değindi ve bunun içine dert olduğunu hissettirdi. Son yaşlılık hastalığına kadar fikren hep diri kaldı. Övülmesi gerektiğine inandıklarını övdü, sövülmesi gerektiğine inandıklarına sövdü. Vefasız biri olmadığımı hissettirmek için kendisini ara sıra telefonla arıyordum. Artık zihni gibi dilinin de dolaşmakta olduğunu anladıkça üzülüyordum. Son aradığımda birkaç cümle konuştuktan sonra konuşmaya son verdi! Fakat, birkaç dakika sonra telefonum çaldı. Bu kez kendisi arıyordu. Deminki konuşmada adımı algılayamamış, telefonu kapattıktan sonra bakıcısına arayanın kim olduğunu sormuş. Benim adımı duyunca bu kez kendisi aramış. Bu da bana gurur verdi. Karşılıklı sevgi ve saygının saygısı bizden, sevgisi ondandı. Bolulunun Türkiye’nin geldiği bu beklenmedik durumu karşısında kahır içinde öldüğü bir gerçektir. Sami Nabi Özerdim’in, Kenan Evren rejiminin yürürlükte olduğu bir dönemde “Artık yaşamanın bir anlamı yok!” dediğini hatırlıyorum. Nitekim Yalnızlık ve kahır içinde öldü. Bugünkü rejimin de birçok aydının ömrünü kısalttığını sanırım. Günün yarısı gece ise yarısı gündüzdür. Her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Karanlığın en koyu olduğu zaman güneşin doğuşu da yakın demektir. Onun hayalini kurduğu, sözünü ve kalemini adadığı emekçilerin aydınlık güneşi elbette doğacak. Bundan hiç kuşkum yok. Bu ülke ne karanlıklar gördü… (Ayvalık, 4 Ağustos 2017)

  • Yozlaşma

    “Sınırsız güç yozlaşmaya mahkumdur.” Willliam Pitt’ Yozlaşma olumsuz bir kavramdır. Özündeki iyi niteliklerin bir takım dış etkenlerle zamanla yitirilmesidir. İyi durumdayken kötü duruma geçiştir. Doğallığın yitirilmesi söz konusudur. Özünden uzaklaşarak bozulma ve dejenere olmaktır. Dürüstlük, fedakarlık, insancıllığın gerilemesinin bulunduğu her noktada yozlaşma vardır. Gerçeğinden sorunlarından uzaklaşmaktır. İnsanı insan yapan değerlerin aşınmasıdır. Kültürün çöplüğe dönüşümüdür. Zenginliğe giden her yolun doğru kabul edilmesidir. Hastalıklı bir yapıya yol açmaktadır ve çürüyüşün habercisidir. Çözümsüzlük yozlaşmayı beslemektedir ve toplumun reflekslerin körelmesini amaçlamaktadır.İnsanın kendisini inkar etmesini getirmektedir. Kendimiz olamamak , sorgulamamaktır. Yapının bozularak, insanın temelinde yer alan özgün insan modeline uymamaktadır. Toplumda kısır döngü yaratmaktadır. Adam sendecilik anlayışının yaygınlaşarak, “gemisini kurtaran” mantığının öne çıkarak “böyle gelmiş böyle gider”, “canım, iş yapsın da ne yaparsa yapsın”, “benim memurum işini bilir” , “bal tutan parmağını yalar” “Komşun aç iken tok yatmamak” “Dünyayı kurtarmak sana mı kaldı?, Hayatını yaşa” biçimindeki ölçüler yaşama yansımaktadır ve bencilliğin çıkarcılığın ve faydacılığın önünü açmaktadır. Adalet, vicdan, merhamet gibi kavramların küçümsenerek; bu kavramların yerine “çal, çırp, rahat yaşa, altta kalanın canı çıksın”, benzeri kavram ve deyimlerin yaşamda yer bulmasıdır. Memurların rüşvet alması uygun olmayan bir davranıştır. Ama bunun kabullenilmiş olması ve garipsenmemesi ise yozlaşmadır. Dürüst olmamak yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir. Dürüst olunmayan yerde gerçek muğlaktır ve özünden uzaklaşmayı getirmektedir. Ortak kültürel değerlerin toplumda gerilemesinin göstergesidir yozlaşma. Emperyalizmin sömürüsü aracılığıyla yerel kültürler yok edilmektedir. Bu sistemin bir uzantısıdır. İnsanları yozlaştırıp sistemin karşısında dik durmasını engellemek, egemen sınıfların toplumla ilişkilerindeki en temel tercihlerinden biridir. Politik karar alma mekanizmasında rol alan seçmenler, politikacıların, bürokratların, çıkar ve baskı grupları sağlama gayesiyle toplumdaki mevcut hukuki, ahlaki, kültürel normları ihlal edici davranış ve eylemde bulunmayı getirmektedir. Siyasal kayırmacılık da, rüşvet de yozlaşmayı getirmektedir. Kurumlarda, adaletin eşit dağılmaması ve hakkın yer almaması parasal gücün hak ve adaletin önüne geçmesi de yozlaşmanın en güzel işleyişidir. Hizmet kayırmacılığı ve oy satın alınmasıdır. Secim sonrasında para ve diğer unsurlarda menfaat sağlayarak başka bir siyasal partiye transfer olunmasıdır. Nitelikli insanların siyasetten uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Politik karar alma sürecine ayak takımının etkileri görülmektedir. Yaşamın her alanında yozlaşmak eylemini görebilmekteyiz. Bir ülkenin yabancı sözcüklerin boyunduruğuna sokulması yozlaşmadır. İnsan ilişkilerinde karşılıklı sevgi ve saygının yerini salt çıkar ilişkilerine bırakmasıdır. Anamalcı düzen yoz kültürü ile izleyicinin beynini yıkamakta, tüm insani değerleri yozlaştırarak kirletmektedir. Asıl yozlaşma beyinlerin teslim alınmasıyla başlamaktadır. En küçük alışverişlerde bile “serbest piyasa ekonomisi adına bireyler adına “kaça okutursan” mantığı yerleştirilmektedir. Toplumda ahengin bozulması ve topluma uyumsuzluğun ve kaosun hakim olmasını gerçekleştiren de yozlaşmadır elbette. İnsanlar bankaların insafsızlığıyla boğuşmaktadır. Bunlar anamalcı sistemi kalıcılaştırmak adına yapılmaktadır. Hayatı metalaştırmak, doğayı, insanı metalaştırmak da yozlaşmış bir kültürün ürünleridir. Eskiden karşılıklı güven ilişkisi çerçevesinde borçlanma yapılırken söz vermek yeterli bulunurken günümüzde ise senetsiz ipoteksiz ya da resmi taahhüt istenmektedir. Dostluk ve dayanışma zeminini olumsuz etkilemektedir. Yozlaşmada esas olan kişisel çıkar temin etme çabaları ve bu faaliyetlerin toplumda yer tutması toplumda sosyal uyumsuzluğa sebep olmaktadır. Sosyal uyumsuzluk bir süre sonra sosyal çözülmeye uzanmaktadır. Toplum içerisinde de değer karmaşası oluşması ve zamanla faydacılığın her şeyin önüne geçmesi etik kurallarının uygulanmasını da etkilemektedir. Yozlaşma; Toplumu kemirir, kaynak israfına yol açar. Gelir dağılımını da olumsuz etkiler. Özellikle medya yolu ile verilen taklitçi yaklaşımlar insanları kendi yasam tarzlarından uzaklaştırarak kendi kültürüne yabancılaşmaya kadar götürür.Bilinç yetersizliğinin bir sonucudur. Yozlaşmaya karşı halkın birliği ve dayanışması gerekmektedir. Siyasal olduğu kadar toplumsaldır.Toplumun bilinçlenmesidir. Başkasına göre yaşamamaktır. Yozlaşmanın önlenmesindeki etkili yollardan biri sosyal adaletin tesis edilmesinden geçmektedir. Daima doğruyu seçerek yalana sapmamaktır. Uğur Mumcu'nun dediği gibi `Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz`. Eğitimli insanların oluşturduğu toplumlar etik olarak yozlaşmaya açık değildir, spesifik örnekler dışında. Bunun en güzel örneğini Japonya ve İsviçre’de görüyoruz. Hapishanelerin boşluğu, işlenen suçların düzeyi ve azlığı, benzeri olgular bizi yozlaşma üzerinde durmaya çağırmaktadır. Kişisel yozlaşma insanı öyle bir noktaya getirebilir ki, intihar denen anlık olguya bile sebep verebilir.

  • Ah Sevgili Günlük !

    Annem babam ayrılmışlar, mahkemeleri devam ediyor. Ankara’nın en eski evlerinden birinde oturuyoruz, sıvaları sürekli dökülen. Ablam ve tıp fakültesini çift dikiş okuyan hayırsız kocası da bizimle oturuyor, anneme kira ödüyorlar. Tıp balosuna gidiyor ablamlar, eğlensin diye annemi de götürüyorlar. Ben perdeyle bölünmüş penceresiz salonda yatıyorum, ama uyumuyorum annemin gelişini bekliyorum. 8-9 yaşındayım. Fakirlik, babasızlık, annemin baloya gitmesi zorluyor beni. İçimden söyleniyorum hayırsız enişteye, sanki bir balomuz eksikti diyorum. hadi siz gittiniz, annemi niye götürüyorsunuz? Beklenen an geliyor, balo kaçkınları eve dönüyorlar. Ablamın kocası annemle şakalaşıyor. "Hadi hadi gene iyi dans ettin o yakışıklı doktorla" diyor gülerek. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Annem bir erkekle dans etmiş, dünyam kararıyor. Sanki o genç doktor yarın gelip annemle evlenecekmiş gibi geliyor, kalbim çarpıyor, ölecek gibi oluyorum, sabaha kadar uyumuyorum. Babamın çalıştığı bankadan alıp bize verdiği ufak bir ajanda var elimde, arada içine günlük gibi yazdığım, oraya içimi döküyorum. Annem gece dışarı çıktı, bir adamla dans etti, annemden nefret ediyorum diyorum. Birkaç gün sonra da o ajandayı kaybediyorum. Ama akıllı uslu çocuğum ya, içine babamın iş adresini yazmışım, bulan da büyük bir işgüzarlıkla onu alıp babama götürüyor, olacak ya... Birkaç gün sonra annem işten geliyor yorgun argın. Avukatının aradığını, babamın elindeki defterden bahsettiğini söylüyor. ne yazdın kızım sen o deftere? Çok suçlanıyorum ama mecburum anlatmaya. İyi yaptın, diyor annem; şimdi gidip babanla yaşarsın, çünkü o defteri aleyhime kullanacakmış, sizin velayetinizi alacakmış mahkemede, diyor. Ağlıyorum, hayır babamla yaşamak istemiyorum, ama annemin evlenmesini de istemiyorum, sanki o annemle dans eden doktor da beş çocuklu boşanmış annemle hemen evlenecekmiş gibi. O zaman bir defter daha yazacağız diyor annem, babamın kardeşime verdiği ajandayı getiriyor. Onunki bomboş, yepyeni, hiçbir şey yazılmamış, başla diyor annem. Yazıyorum, annem yirmi yıllık evliliğinin acılarını benim ağzımdan o yeşil renkli ajandaya döküyor. O söylüyor, ben ağlayarak yazıyorum. Mahkeme günü geliyor. Öğretmenimden izin alıyorum, Anafartalar Caddesi üzerindeki adalet sarayına gidiyoruz. Mahkeme salonu dolu, arkalarda bir sıraya oturuyoruz annemle. Babam gelince kalkıyorum, babama sarılıyorum ama annemin yanına geri geliyorum. Sıraları gelince annem, babam kalkıp masalarına oturuyorlar. Oturduğum yerden bir şey göremiyorum, ayağa kalkıyorum; annem ve babam avukatlarıyla iki ayrı masada oturuyorlar. Önlerinde dosyaları, dosyaların üstünde birer ajanda var; birisi mavi, birisi yeşil. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor, isteyerek içimi döküp yazdığım ve zorla yazdırılan kelimeler, cümleler kafamda uçuşuyor. başım dönüyor, yerime oturuyorum yeniden. Bir daha duygularımı hiç kimseye açmayacağım, yazmayacağım hiç, diyorum!

  • Ağlayan Deve Tabanı

    Postacı, yorgun gölgesiyle geçiyor sokaktan. Senden beklediğim mektup çantasında yok. Ya postacı yalancı, ya postaneler hırsız (!) Çalıyorlar gönderdiğin mektupları… Rüyalarıma inat olsun diye gelip beni üzdüğün geceleri yaşanmamış sayamam. Sensizliğe alışmaya çalışırken, kaç gece hayal girdabına sürükledin beni. Bu gece de göz kapaklarıma sensizliğin karabasanları çöktü. Şimdi tüm aynalardan yansıyan yüzler senin. Sen varsın her yerde… Karşıdaki pirinç çerçeveli aynanın sırlarına karışıyorsun, beni de peşinden sürükleyerek. Bugünde değiliz sanki! Umutlarım, dünlerin içinde sıkışıp kaldı. Ben dünleri arıyorum senin peşinde. Korkuyorum. Her şeyden; aynalardan, yüzlerden, seslerden, hatta kendimden... Dünler... Yılbaşı gecesi, elinize tutuşturulan küçük bir armağanım; paketi olmayan, çırılçıplak, dupduru. Matlaşmış aynanın içinde yüzleşmek. Annem, çok kan kaybediyor. Zor bir doğum. Ne de olsa evde oldu. Yarı baygın, kanlı çarşafların arasında yatıyor. Bense yatağın köşesindeyim. (Belki de hep köşelerde geçti bu yüzden hayatım. Hep bu köşeler acıttı canımı.) Göbek bağım kesileli çok olmuş. Sen şiirler yazıp secdeye varıyorsun, usulca: O gece duacıydım Tanrıya, Sen geldin yavrum kucağıma. Bir hediyesin sen annenle bana. Duacıyım Tanrıya, Seni de anneni de bağışladı bana... Görüyorum ! Çarşafın arasında, dudağını bükmüş ağlayan bebeğe bakıyorsun. Bakışındaki o ışığı bir daha hiç görmedim. Acıyla sarsılıyor içim. Aynanın sırrı dökülmüş köşesindeki parça yıllardır etime batıyor. Durmadan derinleşen, hiç kanamayan bir yara var içimde... Tam on beş yıl geçti, yeni takım elbiseni, siyah ayakkabını giyip gideli. Anımsıyor musun? Yoksa anıların da elbiselerinle ayakkabıların gibi eskiciye mi verildi? Eski resimlerin, slaytların arasında rastlıyorum sana. Sinirli bakışın, saman alevi parlayışın, nedensiz susuşların dia makinasının duvara yansıttığı renklerle üstüme geliyor. İçerisi karanlık. Odanın karşı duvarına vuran çocukluğum, birazdan yanıma gelip hesap soracak. Işık, oyun oynuyor gözlerime. Seninle oyun oynamak mümkün değil. Sen kendini öptürmeyen, baba Tanrıça. Misafir odasının iki kişilik kanepesine yatıp; elin yüzünde, parmaklarından biri dişlerinin arasında öylece duruyorsun. Ne düşünürdün o zamanlar acaba? Sen hayal kurdukça, benim hayallerim de, dia makinesinin şakırtısıyla ileri doğru gidiyor. İlerisi- gelecek. O bana yaklaştıkça, içim kaçmaya çabalıyor. Yırtıcı bir hayvan yüreğime yuva yapmış her ışıkta, her geçişte rahatsız edildiği için vahşileşiyor. Gözleri büyüdükçe büyüyor. Dia makinesi, bir aydınlık bir karanlık geçişine hiçbir şeyden habersiz devam ediyor. Bir aydınlık, bir karanlık. Bir yüzün, bir karanlık. Bir aydınlık, bir ışık oyunu… Hatıralarım senin siyah beyaz çizgili elbisenin bir karanlık, bir yalnızlık çıkmazına takılı. Bu çıkmazlar arasında annemin yalnızlığı vuruyor çizgilerin arasına. O sensizliğiyle yaşamayı öğrendi çoktan. Seni özlemiyor(!) Yalnızlığı siyah bir yemeni başında. Boşanma şartıyla aldığın evin duvarlarından temizledi terk edilmişliğin yağlı, kara izini. Bir tek adını silemedi dudaklarından. Sen gittin işte, bir daha dönüp bakmadın geriye. Ayda bir gönderdiğin erzak var mutfağın köşesinde. Senden geldikleri o kadar belli ki, hepsi naylonlarının içinde her an gidecekmişler gibi. Elini süremiyor annem. Çoğu zaman bana toplatıyor hepsini. Ellerinden ellerine gelebilecek eski bir izin varlığı rahatsız ediyor onu. İzler unutulmuyor. Hele ki yılların izi. Gözlerimi yumuyorum, Dönmek için gerilere. Çizgiler gitgide belirginleşiyor. Beni içine alıp, karanlığına hapsediyor. Aynalar benim yüzümü, senin yüzüne eşleştirmeye çalışarak sülfüründe boğuyor ikimizi. Geçmiyor işte, hiç öyle kolayca geçip gitmiyor, bitmiyor. Geçerken zamanın hançerini dokunduruyor, saniyenin an be an akrebe dokunuşu gibi. O da zehirli ve zehirliyor zamanın sensiz geçen öte yarısını. Her yerde sana rastlamak, senden bir iz bulmak yok mu? İşte deli ediyor bu beni. Senden kaçmak istiyorum. Ama ömrüm kaçmakla yakalanmak arasında geçiyor. Sana değil, izlere yakalanıp, tutsak düşüyorum. Kolay mı sanıyorsun? Sen kaçtın, çünkü korkaksın... İşte babacığım, hiç kimse ve hiçbir şey armağan olamadı birbirine. Sevgiler, ümitler dağıldı, büküldü, kırıldı. Şimdi beceriksiz bir cam işcisinin üflediği gözyaşı şişesi gibi paramparça olduk.... O kocaman devatabanını hatırlar mısın? Annemin gözü gibi baktığı, salonun en güzel köşesindeki toprak saksısının içindeki. Kavgaların kararttığı evimizde o da solmaya yüz tutmuştu. Hatta ağlamıştı. İnanamamıştık önceleri. Önemsememiştik de. Evet ağlamıştı, damla damla, parça parça… Sonra, onun tam karşısında duran yavrusu da ağlamaya başlamıştı. Yapraklarından inci taneleri gibi akmıştı gözyaşları. Anlayamamıştık neye ağladıklarını. Ama sonra, göz yaşlarımız birbirine karıştı ve ayrımsadık onların niye ağladığını. Sen neredeydin onlar ağlarken babacığım? Siyah takım elbisenin çizgilerinde mi kaybetmiştin gözyaşlarını? Sen hiç ağlamadın. Oysa annem ilk kez, yataklarınızı ayırdığınız gece ağladı. Sensiz yatak sevginin sıcaklığını yutmuştu. O gece, annemle beraber yatmıştım. Sen ise kardeşimle. Göz yaşlarının ıslattığı bir yatakta derin bir yalnızlığın içinde uyuyamamıştık. Sen giderken ılıman iklimini de götürmüştün yatağın, o yatak annemi boğmuştu, yalnızlığıyla. Geri dönmeyeceğini bile bile içindeki güneşi doğurmaya devam ediyor annem, biliyor musun? Çünkü o güneş, yıllardır her doğuşunda bir devetabanının damarlarına aşkı ve sevgiyi pompalıyor. On beş yıldır içindeki devetabanının yaprakları durmadan ağlıyor… Seninle olan resimlerinin hepsini kesip attığı doğru. Ama bunu, içindeki seni söküp atamadığı için yaptı. Sen ne yaptın? Onca yıldan sonra kenarda köşede kalmış birkaç kesilmemiş fotoğrafa bakarken gözlerini görmeliydin annemin. Aynı, resimlerdeki gibi tereddütlü bir ümitle parlıyordu içleri. Alevlenmeye çalışan bir kor, yüreğinden gözlerine taşmıştı sanki. Hani nerede senin bakışların babacığım? Zindanlara atılmış, yeşili kararıp küflenmiş, körleşip hissizleşmiş. Seni büyük yangınlarla yok olan eski, ruhsuz evler gibi yapmış. Küllerin bile yok artık. Belki de son bir şansa, son bir sevgiye ihtiyacın var… Radyoda senin için tuttuğum şarkı çalıyor : ‘Açık yeşildi gözü, güneş gibiydi yüzü…’ Son sözlerinde kendimden geçip ağlıyorum. Beni hiç sevmiyor bu adam, diye haykırıyorum. Sevdiğine inanmak için bir şeyler arıyorum. Ama yok! Hiçbir şey kalmadı senden geriye. Halbuki güneşler ellerinden ellerime akabilirdi. Bir sarılmanla, elimi tutmanla, öpmen, koklamanla... Gözlerimle içtim geçmişi. Başım dönüyor. Anlamsız bir boşlukta seni, kendimi ve bizi algılamaya çalışıyorum. Beynimde susmayan bir kavga. Son defa savaşacağım onunla, bu sefer tamamen atmak için. Ya seni de atacağım içindeki tortuyla ya da sadece sensizliği atacağım tüm isli anılarımla. (***) Bugün diğerlerinden farklı. Postacının ağır aksak gölgesini apartmanın girişinde yakalıyorum. Gizli bir telaş sarıyor içimi. Aşağıya inip posta kutusuna bakmakla bakmamak arasında kararsız yüreğim… Daha fazla dayanamıyorum, terliklerimle atıyorum kendimi dışarı. Ağır ağır inmeye çalıştıkça hızlanıyor adımlarım…Son basamakta başım dönüyor. Posta kutularına tek tek bakıyorum; bir, iki, üç… sekiz numara... Yerini bile unuttuğum posta kutusunun içinde beyaz bir güvercin kanat çırpıyor. Uzun zamandır bankalardan gelen zarflar haricinde hiç bir mektuba ev sahipliği yapmamış posta kutum büyük bir gururla duruyor. Heyecanla alıyorum, kutudan. Ellerimin arasında ıslanıyor. Damla damla yaşlar dökülüyor. İndiğimden daha hızlı çıkıyorum, yukarıya. Kapıyı geçmişe kapatıp zarfı açıyorum; “Sen hâlâ doğumuna şiirler yazdığım biricik kızımsın“ HÂLÂ!.. BİRİCİK KIZIM!.. DOĞUMUNA !.. (ve) ŞİİRLER!.. Gittiğin günden beri, köşede boynu bükük duruyor devetabanı. En son, on beş yıl önce ağlamıştı. Şimdi yeşil yapraklarında bir damla sevinç gözyaşı.

  • Yüz On Bir Kere Menekşe

    22.5.2017 | Mutluluk haricinde başka bir işim var benim. Laleleri, menekşeleri yolcu ediyorum akşam kızıllığına. Beklemenin ötesine atıyorum yalnızlıkları. Yakıyorum bir gecede dünleri, bugünleri. Görseydi şayet camsız çerçevesiz bir kalp dize gelirdi, Ne umutları heybesinden attığına bir şahit; gece bakan yüzünde. Heybetinden kör oldu menekşeler. Açamıyor gözünü ay karanlığına Ki gece belirirdi menekşeler sabaha yolcu umutlar gibi. Kaçarak izlerini kaybettirirdi, Ne ok ne kurşuna benzerdi. Kurşuna dizilen bir yürek diyorum. Bir yürek. Asmış kendini rıhtıma Bayraklar yarıya çekilmiş Menekşelerin ölümü var Koşun. Dalgaların arasında boğulmuş umutlar. Nefsine yenik Kanıyor ay karanlığına. Ne yazık. Mahkûm etti kendini. Bir bilse, Bir bilse ah çekilecek o uçurumdan, Yok, yok bir de buradan bak Menekşelere, hala mutlu mu? * Ferhat NİTİN (15 Kasım 1994- ) Adıyaman’da yaşıyor, öğretmenlik yapıyor. Şiirleri Gamlı Baykuş, Son Gemi, vb. gibi dergilerde yayımlandı. Yapıtları: Şiir Kitapları: & Sessizce (2016, Favori Yayınları, 60 s.) & Cana Gelen Sevgili (2017, Favori Yayınları, 60 s.)

  • Yazdan Kalma Bir Yazı (3)

    Küçükkumla köyü 3 km içeride demiştik. Bütün yaz boyu adını duyduğuz köylerle balkonumuzdan seyrettiğimiz zirvelere doğru kısa bir tur düzenlemek istiyoruz. İlk durağımız Küçükkumla köyü. Köylüler bizi iyi karşılıyor. Köy kahvesine oturuyoruz. Çaylarımızı yudumlarken ilk dikkatimizi çeken görmeye asmalar gibi alışık olmadığımız kivi ağacı. Meyveleri de gel beni ye dercesine tepemizden başımıza sarkıyor. Köyde geleneksel Türk tipi eski evler ve oldukça gösterişli kubbeli eski bir hamam var. Bu yapı bana başka bir Rum köyü olan Özlüce’deki kaderine terk edilmiş kilise’yi anımsatıyor. Bence bu tip yapılar Vakıflar ya da devlet kurumları tarafından sadece onarılmalı tescil edilmeli ve sonra da köylülere teslim edilmelidir. Bir kültür merkezi olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyledim. Dernek, kooperatif, kahvehane, düğün salonu, okul, derslik, her ne için bir şekilde böylesi tarihi yapılar kullanılmalı ve yaşatılmalıydı. Ben eski evlerin fotoğraflarını çekerken Küçükkumla köyünde tanışıp konuştuğumuz bir köylü dertliydi: “Sahili çok daralttılar” diyordu... Tatil yörelerinde pek görmeye alışkın olunmayan ancak Kumla’da sezon boyunca sürdürülen bu inşaat çalışmaları bir şeye değdi mi peki? Sahildeki arazileri dönüm dönüm satmaktan öte. Kumsala yayılan şezlong ve çadırları kiraya vermekten başka… Belediye başka ne yapar? Plajı satmak veya kiralamak denizi halktan soyutlamaktır. Kumsala yıllar önce oturtulmuş apartmanların alt katlarını adeta dalgalar yalıyor. Birinin bodrum penceresinden içeri göz attığınızda şaşıp kalırsınız. Güneşlenmek için kullanılması gereken kumsal bu binaların bodrum katlarına hapsedilmiş. Hem bu apartmanlarda yaşamak da büyük cesaret… “Belli mi olur ne zaman değişeceği denizin.” (Semonides) Köyden ayrılıyoruz. Zirveyi görebilmek için mümkün oldukça nasıl ki dağdan uzaklaşmak gerekirse “Dağlara çıkmayan uzakları göremez” diyor ya bir Çin atasözü tepelere doğru uzanıyoruz. Tepelere uzanan dolambaçlı yol ise bitmek bilmiyor. Küçükkumla’dan yamaçlara doğru çıkıldıkça soğuğa pek dayanıklı olmayan zeytin ağaçlarının da seyrekleştiğini yerini makilere bıraktıklarını görüyorsunuz. Isı rakım yükseldikçe nispeten düşüyor ve hava birden birkaç derece soğuyor tabi. Zirveye ulaşıyoruz. İnsanlar buralara da el atmış birkaç tesis ve düzlük bir alanda meşelik içinde de bir piknik yeri var. Zirve seyir terası gibi. Aşağılara bakınca yazlıkçıların da zeytin ağaçlarının yetişmesine uygun ılıman bölgeleri ne kadar işgal ettiğini görüyorsunuz… Eski filmlerdeki siyah beyaz fotoğraflardaki Gemlik’in ya da ortaçağdaki adıyla Kios ya da eski adıyla Gemilik’in güzelliğinden eser bırakılmamış. Gemlik’i güzelleştirmek adına betonlaştırmak “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma” diyen Orhan Veli’ye nazire yaparcasına beton görüntüsü çıkarı vermektir karşınıza… Homeros “sıvı altın” dermiş ya zeytinyağına lime lime kesilmekte o altın damarlarımız… 1971 de çekilen “Ah Bir Zengin Olsam” cıvıl cıvıl renkleriyle eski evleriyle hayal perdesi gibi. 1962’de Gemlik’te de çekilmiş “Gurbet Yolcuları”nın manzarası eşliğindeki o dokunaklı “Göçmen Kızı” türküsünün sözleri geliveriyor aklıma: Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda Elinde bir besli kuzu hem kucağında Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır Ne annem var ne babam kalmışım öksüz Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni Alayım da gizli yerde sarayım seni Telgrafın tellerinden haber var mıdır Ne haber var ne mektup kalmışım öksüz Memduh Ün, “Sinemaların üzerindeki büyük afişlere ‘fener’ denirdi eskiden” diyordu Pınar Tınaz Gürmen’e (Türk Sinema ustalarından Sinema Dersleri, İnkılab Kitabevi, 2006). İşte ben bu fenerlerden geçerken gördüm. Küçükkumla’da “Cinema Venüs” adında 1 tane sinema var. Başka birine daha rastlamadım. Olmamasından iyi, küçük ama şirin… Günümüzde giderek tatil ve dinlenme gibi aktiviteler için geliştirilen sunum (konsept) oteller, kruvaziyer gemiler, butik oteller, tatil köyleri ve benzerleri tatil anlayışlarını farklı konumlara taşıdı. Tatil artık deniz, güneş ve kumsaldan ibaret değil kimine göre. 3e dedikleri eğitim, eğlence ve heyecan gibi işlevler de aranıyor. Hem konfor hem de hizmet bekleniyor. Rant değeri yüksek (alışveriş ve ticaret merkezlerine, eğitim kültür ve ulaşım olanakları gelişmiş bölgelere yakın) diye kullanım ömrü dolmadan yıkılan binalar ülke ekonomisine de sosyal ve ekonomik maliyetler yükler. “Demek elli yılda bir evler, kuşaklar ve anılar değişiyor. Yaşamak böylece al baştan mı ediyor? Hayır değişerek sürdürüyor kendisini.” diyordu Melih Cevdet Anday (Aylaklar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım, s. 202). Ne diyordu Yunan yazar Kozmas Politis, “Zaman, eline geçen her şeyi mahveden gözü dönmüş insanoğlunun yanında çaylak kalır.” (Yitik Kentin Kırk Yılı, Belge Uluslar arası Yayıncılık, 1994, 2.Baskı, s.41) Ne yazık ki Türkiye ile gelişmiş dünya ülkeleri arasında kentleşme konusunda çok farklı bakış açısı bulunduğunu yazan iki köşe yazısı okumuştum. İlkini Oktay Akbal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde yazmıştır. Akbal’a göre Avrupa’da tarihsel doku korunuyor, kentler ise dışarıya doğru gelişiyordu. Ancak bizde tersineydi. Oray Eğin ise Akbal’dan yıllar sonra benzer konuyu ele alıyor İsrail’le Türkiye arasında bir karşılaştırma yapıyordu. Eğin’e göre İsrail’deki resmi binaların korunmuş eski yapılar olmasına karşılık çalışanların temiz giyimli insanlar oldukları vurgulanıyordu. Ancak bu da bizde tersineydi. Aslında her iki yazı tarihe ve insana verilen değer üstüne dikkat çekmek için kaleme alınmıştır. Bu iki yazıyı anımsayınca, son yıllarda yaşanan doğa katliamları ile ilgili haberleri okudukça insanın “inşaat fakültelerini kapatın, yerine tarım, deniz, orman okulları açın” diyesi geliyordu… Geçtiğimiz günlerden birinde yıkılıp yeniden yapılmakta olan Çevre ve Şehircilik Bursa İl Müdürlüğü’nün inşaatının yanından geçiyordum. Bir tarafta mesaisi biten işçiler toplanmış, mesaisini tamamlamış Yapı İşleri Müdürlüğü bürokratları da yollara dökülmüşlerdi. İster istemez gereksiz bulduğum yıkım ve mahalleyi duvar gibi kapatan yeni inşaat üzerine serzenişte bulunuyorum. Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü çalışanlardan biri konuşmamızı duymuş olacak ki bana bakıp gülümseyerek “Yenilemek iyidir” diyor. Yazık, kalan kısmını belki bahçeli lojmanları da yıkacaklarını da öğrenmiş oldum ondan. Birilerinin kazanç elde etmesi için iş çıkarıldığını söyleyince de “Maliyetler bir türlü düşmedi.” diyordu… 2016 yazında Kumla’dan Gemlik’e halk otobüsüyle dönüşüm sırasında bir vatandaşın çevrecilerle ilgili bir veryansınına da tanık olmuştum. Çevrecileri devletin işine karışmakla itham ederek yazlık konutlarda oturan vatandaşları kastederek şikayet etmeye hakları olmadığını ima ediyordu. Haklı mıydı tabi ki hayır çünkü o sıra yörede henüz maden faciasının acıları sürerken Soma Yırca’da temel geçim kaynağı zeytinliklere kurulması planlanan bir tesis için 6 bin tane asırlık zeytin ağacı bir gecede yerinden sökülüyordu… Sadece Soma’da mı? Bodrum’da, Manisa’da, İskenderun’da, daha birçok yerde benzer şekilde zeytin ağacı katliamı sürüyordu… Gemlik Körfezi boylu boyunca zeytinliklerle kaplı ve yemyeşildi bir zamanlar. Tabi ki (Gemlik Sunğipek Fabrikası Asım Kocabıyık) üniversite yerleşkesine dönüşen kısım hariç bırakılırsa Gemlik’ten Kumsaz’a kadar olan bölge yıllar önceden fabrikalarla dolup taşmış sonra Serbest Ticaret Bölgesi olmuştu. Rıhtımına yanaşmak için açıklarda bekleşen konteynırlar ve diğer yük gemileri ise artık körfezin değişmeyen manzarasından bir parça. Ne var ki denizin kuşları martılar, karabataklarla, tepelerde tek tük kalmış zeytinliklerle de olsa bütün çirkin ve düzensiz yanlarına rağmen körfez yine de doğaseverlere yazı iple çektiği güzellikleri sunmaya devam ediyor. Siz bu satırları okuduğunuzda belki ben de balkonumdan zeytinlikleri sonra sahile yürüyüp denizi seyre dalmış olacağım. Belki bu yıl, belki son defa… İnsan ayrılırken fırlatmalı şapkasını denize, içinde yaz boyu topladığı deniz kabukları ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgârda, kurduğu sofrayı sevgilisine, devirmeli denize, bardağında kalan şarabı dökmeli denize, ekmeğini balıklara vermeli ve denize bir damla kan katmalı, bıçağını dalgalara saplamalı ve salmalı sulara ayakkabılarını, yürek, çapa ve haç ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgârda! Döner gelir sonra. Ne zaman? Sorma. (Ingeborg Bachmann)

  • Yazdan Kalma Bir Yazı (2)

    “Jan Hendrik van den Berg şöyle yazar: Şairler ve ressamlar doğuştan fenomenologtur. Hayalgücü, sergilediği capcanlı eylemlerle bizi geçmişten de gerçeklikten de koparıp alır. Kapılarını geleceğe açar. Hayal etmeden nasıl öngörebiliriz ki?”diyor aynı kitapta Gaston Bachelard (s. 20-27) Hiçbir zaman Fransa'yı terk etmemiş veya bir vahşi orman görmemiş olmasına rağmen, en ünlü resimleri vahşi orman resimleridir Henri Rousseau’nun. Şöyle dermiş: “Seralara girip egzotik diyarların yabancı bitkilerini gördüğümde, sanki bir rüyaya girmiş gibi oluyorum." Lise yıllarında ders kitaplarımı tablo imitasyonlarından kaplamaktan hoşlanırdım. Defter kapaklarımdan bir tanesi de Henri Rousseau’nun 1910 yılında yaptığı “Negro Attacked” (Jaguar saldırısı) tablosu idi. Ya zakkumlar. Mis kokularıyla rengarenkler. Pembe hayaller gibi. Geçen yıl yaya yolunu yapınca kaybolup gitmiş zakkumlar da. Şu Küçükkumla’ya da keşke bir ressam eli deyse diyorum. Ancak bugün (Mehmet Aksoy heykeli örneği) ülkede egemen olan sanat anlayışıyla geleceğe bakışın ipuçları veriliyor aslında. Küçükkumla’ya da yansıyor bir şekilde. Yazları yaşamaya başladığım bu beldenin hemen girişinde Tankut Öktem’in de bir heykel atölyesi bulunur. Ölümünden sonra kızı Oylum Ökten İşözen atölyeyi yürütüyor. Küçükkumla’ya girişinizde sizi ilk karşılayan bu heykeller olur. Heykellerden birisi de Zeki Müren’in heykelidir (aynı heykelden şimdi Bodrum’daki evinin bahçesinde de vardır bir tane)... Atatürk’ün, İnönü’nün heykelleri ve daha birçok heykel bulunur. Oylum Ökten İşözen atölyenin başına gelenleri heykellere saldıranları üzülerek anlatır... “Bir kasabada günlerce kalırsınız. Belediye parkında oturmaktan, derenin kenarındaki gazinoda gazoz içmekten, belediye meydanındaki çok katlı iki üç binayı görmekten içinize sıkıntı çöker. Tozlu yollarda geçen şehirlerarası otobüsler bile bir yenilik getirmeye başlar size.” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 61. Baskı, s. 574) Küçükkumla’daki akşam yürüyüşleri de meşhur. Sıkılan kendini sahile atıyor. Akşam saatlerini iple çekenler de vardır. Kim bilir? Sahil yolu yer yer çay bahçeleri, çay ocakları, lokanta ve balıkçı dükkanlarıyla vs. kaplı ama en çok da butiklerle dolu. Buna ek birçok süpermarket ve küçük bir de “Halk Pazarı” var. Alışveriş 20:00 gibi canlanıyor… Yıllar önceki 25 Ocak 2005 tarihli gazeteden bir haber başlığı: “Marmaris’te kitapçıdan eser yok. Butikler her yeri işgal etti.” Marmaris Belediyesi’nin yaptığı bir işyeri taramasında hiç kitapçı olmadığı saptanmış. Bar ve cafeler, konaklama tesislerinin ve restoranların yoğunlukta olduğu ve toplam 3 bin işyeri bulunan Marmaris’te bir tek kitapçının olmaması hayli ilginç değil mi? Aynı yılın sonundaki başka bir haber ise (8 Aralık 2005) vak’aya ışık tutar nitelikte: “Bu ormanı yok edip golf sahası yapacaklar.” Antalya Manavgat Sorgun çamlığına golf tesisi yapılmak istenmesine karşın sivil toplum üyeleri ormanın yok edilmemesi için karşı olduklarını ifade eden dosyayı başbakanlığa göndermişler… O günden bugüne yıllar geçti, durum ne kadar değişti bilmiyorum. Geçen yaz Küçükkumla’da da daha ilk günlerde benzer hayal kırıklığını yaşamıştım; Kumla’daki yazlığı bana satan emlakçı gence “Burada rahat kitap okuyabileceğim bir mekan var mı?” diye sormuştum. Sadece B.Kumla’daki küçücük bir parkı tarif edebilmişti. Oysa 1-2 kitabevi olmasına ve kitapçıya ilgi de gösterilmesine rağmen parkta başta 1-2 bayan dışında hiç kitap okuyana rastlamamıştım. Gerçeğin nedenini ancak sezon sonunda anlayabildim. Onu da anlatayım. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu insanların birbirleri üzerinde egemenlik kurmak için elde etmeye çalıştıkları sermayeyi ekonomik (maddi), toplumsal (sosyal) ve kültürel (eğitim yoluyla kazanılmış) sermaye olmak üzere üç türe ayırmıştı. Kültürel sermaye Bourdieu’ya göre kişinin entelektüel birikimidir. Bourdieu bunların pratikte yansıyan toplamına ise “Simgesel Sermaye” demişti. Tanımladığı başka bir ünlü kavramsa “Simgesel Şiddet”ti. Simgesel şiddet ise varolan düzenin (iktidarın) yeniden üretimi ve devamını sağlamak için uygulanan fakat fiziksel şiddet içermeyen baskı biçimi... Birçok kitap okudum geçen yaz o parkta ve aynı banklar üzerinde. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını, Melih Cevdet Anday’ın “Aylaklar”ını, Demirtaş Ceyhun’un “Entelektüel’den Entel’e”sini, Jean Paul Sartre’ın, “Aydınlar Üzerine”sini, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ını… “Herkes bir köşeye oturmuş. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Böyle kaç yer sayabilirsin bu şehirde?” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 61.Baskı, s. 539) “Mikro Faşizm” ya da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde kendinden farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Biz Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramını tartışmıştık konuşmuştuk hep. 1981’de kullanılmış ilk kez mahalle baskısı kavramı “Türkiye’de Din ve Laiklik” adlı bir makalede… Oysa sıradan ya da mikro faşizm gerçeği de vardı… Sıradan faşizmin tarifini de Tanıl Bora Birikim dergisinde yapmış ilk defa. Bora ise sıradan faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti. Bachmann Sorunsalı'na (çekip gitme isteği) da adını veren şair yazar İngeborg Bacchman' ın üzerinde bilhassa durduğu kavramlardan birisidir mikro faşizm: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır...” Daha önce de bir şeyler okumuştum hakkında Malina’nın… Sonra geçen yaz bu parkta romanın tamamını okudum... Yazlıktaki banklar üzerinde ve yanımda o parkın müdavimi olan sevimli bir kedinin eşliğinde. Sıradan faşizmi de bu sözlerle anlatıyordu Bachmann... Bunlardan bilhassa niye bahsettim. Yukarıda anlatayım demiştim ya. Kumla’da gün içindeki programımın akışı pek değişmezdi. Sabah kahvaltısından sonra o gün okuyacağım kitabı çantama koyar evden çıkardım. Son durağım B.Kumla Köyü. Genellikle önce köy kahvesinde anıt çınarın yanındaki masalardan birisine oturur çay ve soda içerdim. Oradan da Ali Sevinç Parkı’na geçerdim. Her gün öğleüstü sıcakları bastırana kadar bu böyle sürer giderdi. Ta ki motosikletli birkaç gencin yanıma sokulup motor gürültüsüyle beni taciz etmesine kadar. Bu tacizler neyse ki sezon sonuna denk gelmiş oluyordu. İşte aynı parkta okuduğum Malina da böyle… Buna denk gelmişti. Küçükkumla için adeta seferberlik ilan eden belediyeler demek ki sıra Büyükkumla’ya gelince es geçmişti… “Biraz deniz kenarı biriktirdim, biraz sessizlik, rüzgara sözüm var.” (İlhan Berk) Çadırıyla gelen üniversiteli iki genci de o zaman tanıdım. Şık bir minik çadırın parçalarıyla ufak bir tatil kaçamağı yapmaya karar vermişler gibiydiler. İki arkadaş ya da iki kafadar. İkisi de çekingendi. Baktım ki bu gençler zor durumda ben de hemen çemirledim ve çadırı kurmalarına yardım ettim. Sonunda çıka çıka bir çenge ortaya çıktı. Yani derme çatma bir çadır. Burak ile Şafak (ya da bana kendilerini öyle tanıttılar) inanın belki de hayatlarındaki en güzel 2 günlük tatili yaptılar orada. Ertesi gün parka geldiğimde denizde hem sohbet ediyor hem de birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Gençlik öyle bir yazdır ki Ne yurt ne ev ne oda Yalnızca gökyüzü Yeter insana (Haydar Ergülen) Kumla’nın en güzel köşelerinden biri Ali Sevinç Parkı’nda oturmuş etrafı seyrederken pikniğe gelmiş çocuklardan biri eline konmuş bir böceği annesine gösteriyor; küçük çocuk avazı çıktığı kadar “böcek anne bak böcek” diye çığlık atarken benim de o anda sevinçle “böcek böcek” diye bağırasım geliyor…doğayı ne kadar seviyorum börtü böceğiyle… “Hiç böcekten korkulur mu?” diye bağırıyor yaşlı bir adam… Çocuklar ve yaşlılar… Hele hele ki çocuklar… Küçükkumla onlara çok daha güzel… Biri bana bir balkondan tükürüp içeri kaçan afacan… Diğeri Annemle Küçükkumla’da dolaşırken belki de ikimizden birinin kafatasını yarıp geçecek 1 kg lık bir dirhemi pencereden sokağa fırlatan cinai bir vak’anın müsebbibi olacaktı yaramaz… Hepsi şaka gibi ama gerçek. Geçen yaz Kumla’da yaşadıklarımız inanın aslında biraz facia, biraz korku filmi gibiydi. Bulut mu olsam, gemi mi yoksa? Balık mı olsam, yosun mu yoksa?.. Ne o, ne o, ne o. Deniz olunmalı, oğlum, bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla. (Nazım Hikmet) Gemlik-Narlı arası halk otobüsleri gider gelirler. Gemlik-Küçükkumla arası 8 km. dir Küçükkumla’dan ötesi Narlı arası da 8 km. Küçükkumla sahili topu topu 1-2 km. Geçen yaz ben de kafama estikçe değişiklik olur diye hepi topu 3-4 kez en fazla 15 km sahilde gidip geldim. 2’si Küçükkumla’dan Narlı’ya yaya olarak. Yöredeki ünlü dondurmacının Küçükkumla’dan sonraki bir şubesi de Narlı’da. Burada görevli genç bunu öğrenince şaşırıyor. Çünkü yol yürüyüş için müsait değil. Bana kalsa Gemlik-Armutlu arasını da yürürüm. Tam 35 km. Ne var ki işte yol müsait değil. Küçükkumla ve Narlı sahilini boydan boya kaldırımla kaplatan belediye Küçükkumla-Narlı arasındaki güzergaha bir yaya yolu yapmayı akıl edememiş! Gemlik ve Trilye’nin zeytinleri, Karacaali’deki fıstık çamları ve Narlı’ya adını veren Nar yemişi… Narlı balıkçı barınağı ve deniz feneriyle de dikkat çeken bir balıkçı köyü idi. Şimdi yenilenen o görkemli camii minaresiyle de dikkati celbediyor, reklamı yapılan tesisle de. Peki bu şatafatlar niye? 9 Eylül 2011 tarihli Gemlik Körfez gazetesinde yayınlanan bir haberde yöredeki gazetecilerden Kadri Güler açıklıyor: “Bu tesisin bulunduğu koyda özel yazlık konutlar var. İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş‘ın da burada bir konutu var. Kadir Topbaş’ın orada olması, Oba Sitesi’nin bulunduğu bölgeye hizmetin de gelmesine kolaylık sağlamış. Topbaş’ın Narlı Köyü’ne de büyük yararları dokunmuş. Narlı Köyü’nün iskelesinin yapılması, yeni çeşme, sahil yolunun asfaltlanması Topbaş’ın yüzü suyu hürmetine yapıldığını sanıyorum.” Tesis denilen Karacaali’deki izci kampının hemen yanındaki bir koyun sosyal tesis adı altında otel yapılıp halka kapatılmasıydı. Yani Bursa Büyükşehir Belediyesinin Narlı’daki tesislerinden bahsediyorum. Günlüğü 80-100 liraya önceden rezerve edilen bir yerden sosyal tesis diye söz etmek mümkün olabilir miydi? Son yılların en itici sloganlarından biri şu “Cazibe merkezi olacak” sloganı. Özellikle belediyeler çok sık kullanıyor bunu. Bırakın o yer cazibe merkezi olmasın ve doğal kalsın. Sizin cazip dediğiniz şey belki başka biri için öyle değildir; ya asfalt, ya cam, ya beton ya da demirdir. Gemlik’e bağlı Karacaali’deki İzcilik Kampı da cafe, restoran ve toplantı salonundan oluşan tatil köyüne dönüştürülüyormuş… Öte yandan büyükşehir belediyesi Bursalıların doğal güzelliklerden, denizden yararlanacağını iddia ederek 55 odalı 150 kişinin konaklayacağı “ayrıcalıklı” bir tatil köyü inşa ediyormuş! Gemlik ilçesi ile arasında sadece 8 km. lik kısa bir mesafe olmasına rağmen Gemlik ile Kumla’nın ambiyansı çok farklıdır. Gemlik kendi sanayii için bir banliyösü iken Kumla Marmara Bölgesi’nin bir sayfiyesi hatta Ankaralısı, Eskişehirlisi için de bir tatil yeri sayılır. Kıyılar apartmanlarla çepeçevre çevrilince Kumla’daki bu yağmadan da kazançlı çıkanlar hanımağa dedikleri olmuş. Çünkü vakti zamanında erkek kardeşlerine zeytinlikler verilirken kıyılar taşlık, kumlu ve verimsiz diye çeyiz olarak kızlara taksim edilmiş. Büyükkumla köyü ise deniz kıyısında olmasına rağmen denizle neredeyse iç içe. Ancak köyde günlük yaşam pek değişikliğe uğramamış. Birkaç (esnafa göre yaz 2) aylık yazlıkçı uğrağında alışveriş canlanıyor, esnaf kazanıyor. Köylüler de bu kalabalıktan incir, zeytin ve zeytinyağı gibi yöresel ürünler satarak istifade ediyor. Balık satışını ufak kayıklarıyla sahilin uygun yerlerine yanaşarak bizzat kendileri yapıyor.

  • Bağımsızlık

    “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir”. Mustafa Kemal Atatürk Bağımsızlık, onurlu varoluştur.Varlık nedenidir. İçersinde gücü barındırır. Kölelik kavramına ters düşmektedir. İnsanlık tarihi bağımsızlık için çekilen sıkıntıları, katlanılan güçlükleri, girişilen savaşları anlatmaktadır. Platon’ un, “özgürlük kişinin kendi olmasıdır” sözünü de anımsatır. Kimseye bağımlı olmamayı getirmektedir İrade serbestliğini sunmaktadır. Hiç bir ülkenin sömürgesi olmama durumudur. Hiç bir ülkeye, hiç bir ayrıcalık tanınmaması demektir. Kendi içinde bütün olmayı getirmektedir. Ülkelerin uğruna savaş verdikleri en büyük değerdir. Bir devletin iç ve dış işlerinde bağımsız olarak istediği gibi hareket edebilmesidir. Halkın kendi vatandaşları tarafından özgürce yönetilebilmesidir. Başka bir gücün egemenliğine bağlı olmayı red etmektir. Ne içine kapanmak , ne de herhangi bir ülkeye karşı tavır almaktır. Eğilmemek ancak bağımsızlıkla mümkündür. Ülkenin dış ekonomik tehditlere boyun eğmemesidir. Üretim ve finans gücüne sahip olmasıdır. Enerji gereksinimi yurt içinden alternatif kaynaklardan sağlayabilmektir. Adalet, askerlik, ekonomi, kültür, maliye, siyasal gibi her alanda bağımsızlık özgürce davranmayı getirmektedir. Köy enstitüleri halkın, fikri, irfani ve vicdani hür bir şekilde eğitilerek her alanda bağımsız olma düşüncesini yaşatma ve pekiştirme amacıyla kurulmuştu. Halkevleri ve halkodaları bağımsız yaşamın yapısını ve kültürünü halkımıza yaymak icin kurulmuştu. Aksak tarafları düzenlenmek yerine kapatılmıştır. Halkın kararlarını baskı altında kalmayarak serbestçe kendisinin alması demektir. Müdahale varsa bağımsızlık zedelenmis demektir. Sürekli borçlanan bir ülke de mali bağımsızlığını yitirerek iflas eder. Bağımsızlık, onurlu ve saygın olmayı getirmektedir. İtilip kakılmadan yaşama varlığını sürdürmeyi sunmaktadır. Kaynakların halk icin kullanılmasının önünü açmaktadır. Bağımsızlık özgürce yaşam demektir. Eğer bir güç etkisine girilirse bağımsızlık kavramı yerini esarete bırakmaktadır. Sömürgeciliği red etmektir. Kolaylıkla kaybedilebilen ancak, kazanılması kaybedilmesinin aksine çok zor olan bir kavramdır. Düşünebilmeyi getirir. Zincirlerini kırarak kısıtlanmamaktır. Hayatın esasıdır. Su ve hava gibi gereklidir. Toplumların öz varlıkların korunmasını sağlayan eyleme dayanan olgu olmasıyla birlikte halkın hafızasında önemli bir motivasyon değeri taşır. İnsanlığın, çağdaş toplumların en onurlu varlığı bağımsızlık bayrağı fikri ve inadından vazgeçmemektir. Onur bilerek ödünsüz sahip çıkmaktır. Özgürlüklerin çiğnenmesine, kayda bağlanmasına karşı çıkar. Her ne pahasına olursa olsun! Bütün anlamıyla özgürlükleri dokunulmaz olarak görmektedir. Bağımsızlığı erdem olarak bilenlerin bu ilkeden herhangi bir nedenle ödün vermesi beklenemez... Mazlum halklar için bağımsızlık güneşin doğduğu güne benzer. Engel tanımayan, Emperyalizme direncin adıdır.Emperyalizm var oldukça yeryüzünden savaşları eksik etmeyecektir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan ve daha bir çok genç Emperyalizme karşı direnerek tarihteki yerlerini aldılar. . Halkların bağımsızlık tutkusunu hiç bir araç söndürememektedir. Uğur Mumcu’ nun sesleniş yazısında dediği gibi “ Bağımsızlık Mustafa Kemal’ den armağandı bize” Onu koruyup , kötü etkilerden sakınmak da en büyük görevimiz olmalıdır. Zira o olmazsa varlığımızın bir anlamı kalmayacaktır. Kafese konup özgürlüğü kısıtlanan bir hayvan bile özgürlüğünü her fırsatta yeniden kazanmaya çabalamaktadır ki; biz insanız... “Ya istiklâl, ya ölüm!” sözü bunun en somut halidir.

  • PORTFOLYO SERİSİ 5: ERDOĞAN ZÜMRÜTOĞLU

    Açılış: 16 Mayıs 2017 – 19.00 Sergi Süresi: 16 Mayıs – 25 Haziran 2017 PORTFOLYO SERİSİ 5: ERDOĞAN ZÜMRÜTOĞLU Plato Sanat, 2013'ten bu yana Portfolyo Serisi sergilerinde, çağdaş sanat ortamının çeşitli disiplinlerinde önemli bir yere sahip olan ve kariyerlerinin ortasında olan sanatçıların eserleri hakkında bize fikir veren solo sergiler düzenliyor. Sanatçıların hem geçmişinden hem de günümüzdeki üretimlerinden parçalar taşıyan bu sergiler bir anlamda retrospektif bir karakter taşıyor. Şakir Gökçebağ, Seçkin Pirim, Orhan Cem Çetin ve İrfan Önürmen'den sonra Plato Sanat bu kez, günümüzün önde gelen çağdaş ressamlarından olan Erdoğan Zümrütoğlu ile Portfolyo Serisi’ne devam ediyor. Bu sergide Plato Sanat, Erdoğan Zümrütoğlu'nun etkileyici sanat üretiminden son on yıllık bir kesiti sunuyor. Zümrütoğlu eserleri sosyo-politik eleştirileri formüle ederken, daima spontan his ile hesaplanmış rasyonalite arasında değişirler. Eserlerindeki karakterlerin kendilerini izleyiciye açıklamaları için zamanları oldukça azdır ve fırça işinden çıktıktan sonra genellikle koyu renk tonlarında bir denizin içine adeta batarak yok oldukları söylenebilir. İnşaat ve imha arasındaki bu çatallanma, Zümrütoğlu’nun çalışmalarındaki ana karakteristik unsurdur. Gerçekliğin parçacıkları ve parçalı figürler kırık manzaralarda kendilerini kaybederler. Bu unsurlar, bir an için, renk tarlalarının ve damlatmaların olduğu resimsel jestlerin arkasında belirirken, bir sonraki an sadece renklerin ve dokuların olduğu vahşi bir kaosun içinde yok olurlar. Güçlü ve etkileyici olmalarının yanı sıra Zümrütoğlu’nun eserleri, gri ve siyah kalın fırça darbeleri ve parlak renk tonları ile, güzelliği hatta kırılganlığı bile ifade etmektedir. Bu eserleri üretmek hiç kolay değildir çünkü sanatçının üretimi, bilinç ve bilinçaltı, spontanlık ve gözlem, mantık ve gözlem arasında sürekli titreşmektedir. Dönemsel olarak Zümrütoğlu’nun, Eugene Schönebeck ve erken Georg Baselitz geleneğine ait olduğu, hatta Neo-Ekspresyonizm okuluna iyi oturduğu söylenebilir. Sanatçı eserlerinde varoluşsal meseleleri tartışmaktadır. İşlerinde fiziksel bir direklik ve aynı zamanda aşırılık olduğu da gözlemlenebilir. Boyama işlemi sırasında, sanatçının bedensel hareketi tuval üzerine doğrudan aktarılır; bu yüzden de eserler yaratıcısının hem entelektüel hem de bedensel bir manifestosu gibidir. Bu açıdan Artaud ile de bir benzerlik kurulabilir ki, sanatçı kendisi de, daha önceki iki sergisini Artaud’ya adamıştır. Erdoğan Zümrütoğlu insan vücudunun varoluşsal dili sebebiyle bu sanatçıyla bir bağ kurmaktadır, ayrıca Thomas Bernhard’ı da sever; onunla da ortak yönleri insanoğlunun zayıflıkları üzerine düşünmeleridir. Stockhausen ve Phillip Glass gibi besteciler de onun için çok değerlidir; ortak yaşamı düzenleyici bir kaos olarak görmek bu bestecilerle paylaştığı ortak noktalardır. Zümrütoğlu’nun en kuvvetli yanlarından biri, kendi entelektüelitesini ve sosyo-politik görüşünü, asla resimlerine rahatsızlık verici boyutta bir didaktiklik ve polemik ile yansıtmamasıdır. Kompozisyonlarının parçalı kurgusu her zaman pasif bir okumaya değil proaktif bir izleyiciye ihtiyaç duymaktadır. Sonuçta, Erdoğan Zümrütoğlu geç modernitenin başarılarını estetik açıdan çekici ve tazeleyici bir biçimde birleştiren, sosyo-politik bir taahhüde sahip olan ve çağdaş resim sanatının gelişimine katkıda bulunan eserleriyle özgün bir kimlik yaratmayı başarmıştır. Küratör Marcus Graf Asistan Küratör Melike Bayık

  • POLİTİK SİSTEM VE (3)

    Hukuku, toplumsal düzen güvenlik eşitlik ve özgürlük sağlayıcı kuralların tümü diye tanımlamıştık. Tabii (doğal) hukuku da çağın gereklerine uygun dünyanın her yerinde olması gereken hukuk diye… Tanımlanan doğal hukuk ise, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kapsar, insanın devredilemez bırakılamaz dokunulmaz olan 3 temel hakkı ise yaşama, hürriyet ve mülkiyet hakkıdır. Jean- Jacques Rousseau, Thomas Hobbes, ve John Locke doğal hukuku savunuyordu. “Homo Homini Lupus” (İnsan İnsanın Kurdudur)” sözünü öne çıkartan Thomas Hobbes, doğuştan bencil olan insanın şiddete eğilimli ve kendi çıkarını düşünen varlık olduğunu ileri sürmekteydi. “Antonio Gramsci”ye göre halk kendiliğinden ortak çıkarlar etrafında toplanmış bir bütün değildir. Siyasetin görevi farklı çıkarları uyumlu hale getirmekti (ya da uyumlu olduğu yolunda algı yaratır) (Siyaset ve Medya, s. 44). “Maduniyet”, post kolonyal yazında ezilen sessizlerin fikirlerini öne çıkaran eleştiri okulu olarak tanımlanıyor. “Subaltern” ise İngilizcede azınlık (ekalliyet) ve iktidar hegemonyasından dışlanmış kesimi ifade eder. “Edwart Said”ten etkilenen “Antonio Gramsci”ye göre madun, seçkinlerce dile getirilmeyen, kamusal alanda söz hakkı olmayan kesim olarak tanımlanıyor. “Madun” yani dışlanan ya da egemen sisteme göre öteki sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan ele alıp sosyal bilimlere kazandırmıştır. “Pasif Devrim” Gramsci’nin kullandığı İtalyan ulus-devlet inşaasının ilerici bir parti yerine ılımlı bir partinin zaferiyle gerçekleştirilmesini ifade etmekte. Halkın demokratik talep ve beklentilerini kısmen gerçekleştirerek, liberal ve yeni muhafazakâr hegemonyayı sağlamlaştırmaktadır. “Popülist Demokrasi” siyasal popülizm ya da gerici popülizm, reform ve referandumla siyasal katılımcılığın savunulmasıdır. İdeolojik olmayan çoğunluğu ve kitleyi hedefleyici söylemler içermektedir. “Popülizm” devlet ve organlarının halkın yararı ve toplumsal gelişme için kullanılmasını ifade eder. Popülist diktatörlük için örnek Arjantin ve “Peronizm” verilebilir. 1946’da başkan olan “Juan Domingo Peron” düşük gelirli işçiler için çalışırken eşi de kadın hakları için çalışıyordu. Oy hakkının getirilmesi, işçi sendikalarının örgütlenmesi, fakir halka para, gıda ve ilaç yardımları ve çocuklar için kampanyalar yürütülmüş, “Eva Peron” da adeta putlaştırılmıştı… “Anayasa” egemenlik hakkı ve yetkisinin devlete verildiğini belgeleyen toplumsal bir sözleşmedir, Devletin yönetim şeklini ifade eder. Etkin bir denetim sisteminin (yönetsel yargı) hukuk devletinin temel şartı olduğunu ifade eden Alman hukukçu “Rudolf von Geneist” olmuştu. Anayasa değişikliği aklıma askeri darbelerle ünlü Latin Amerika hakkında yazılan kitapta geçen bir terimi getiriyor. İ talyan romancı “Giuseppe Tomaci Di Lamodeusa”nın “Il Gattopardo” romanına atıfta kullanılan bir sözcük, “Gatopardist” Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirme. Kitabın çevirmeni Aylin Topal aktarıyordu (Latin Amerika’yı Anlamak, Yordam Kitap, 2007, s. 100). “Jorge Sanmartino”nun “Arjantin Kriz Sonrası İktisadi Dönüşümler ve Siyasi Dinamikler” başlıklı yazısında geçiyordu ve yazar 2001 krizinden sonraki ekonomik ve sosyal gelişmelerin sosyalist hareketler ve sendikalar üzerindeki etkilerini açıklıyordu. Peronistler darbeyle devrilmelerine rağmen 1973’te milliyetçi politikalarıyla yeniden iktidara gelmişlerdi. Peronizm 1946-55 ile 1973-74 yılları arasında devlet başkanlığı yapan Juan Peron’un uyguladığı popülist milliyetçi politikalardı. Peronist parti programı köklü değişiklikler yerine sınıfsal hareketler ve kitle eylemlerine karşı sadece tazminat düzenlemeleri, asgari ücret zamları, karma ekonomi, yoksullara yardım, özel emeklilik sistemi gibi bir takım ılımlı değişiklikleri içeriyordu. Merkez sol hükümetle 2003’te yeniden iktidara gelen “Néstor Kirchner” Juan Peron gibi toplumsal ve militan hareketlerin öfkesini bastırmak ve işsizliği hafifletmek için ılımlı önlemler hayata geçirir. Amaç, toplumsal tepkiyi kontrol altına almak ve kurumsal sistemi yeniden inşa etmektir. Ancak üst sınıflar lehine işleyen seçim mekanizması siyasi partiler sisteminin zaman içinde parçalanmasına yol açıyordu. Sosyalist sol ise bu yeni kalkınmacı temelde merkeze itilmiş, sendikalar kontrol altına alınmıştır. John Locke, aydınlanma ve akıl çağının kurucusu sayılmaktadır. Locke mutlak özgürlüğe karşıydı yani bir insanın özgürlüğü başkasının özgürlüğüne zarar vermesi halinde hükümsüzdü. Gelenek ve otoriteye karşı çıkılmasını savunan liberallerin öncüsü Locke’e göre, toplum için sınırları çizilmiş bir özgürlük savunulabilirdi. Thomas Hobbes’e göre insan doğal haklarını, Locke’e göre yargı ve ceza haklarını bir otoriteye bırakıyordu. Eski Yunan’da özgür vatandaşlar politikaya zaman ayırabilirlerdi. Mitlerden sıyrılıp doğal olayları açıklayan akla dayalı düşünce böyle serpildi. “Büyük İskender” Atina sitesini tanımlarken şöyle demişti: “Atina ne bir devlet, ne bir şehirdir. Atina her ikisinin de üstünde bir fikirdir.” Schiller “Aydın insan tabiatı kendisine dost kılar ve ancak zorbalığını düzenlemekle hürriyetine saygı gösterir. Karakter bütünlüğünü, zorgulu (baskıcı) bir devleti, hür bir devletle değiştirebilecek güçlü ve yararlı olması gereken bir halkta aramalıdır.” diyordu (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s. 22). Schiller’den etkilenen “Herber Marcuse” ise, “Biricik ilgili soru acaba insan gereksinimlerinin artık baskının ortadan kaldırabileceği bir yolda ve düzeyde yerine getirileceği bir uygarlık durumu usa uygun bir biçimde tasarlanabilir mi sorusudur.” diye sormadan edemiyordu. (Eros ve Uygarlık Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme, İdea yayınevi, 1998, 3. Baskı, s.117) “Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.” Aristo Aristo, devletin amacını birliği sağlamak olarak görür. Eğitim ve ortak örf ile adetler birliğin temelidir. Platon akla ağırlık verirken, Aristo yasa ile geleneklere verir. Site her şeyden önce gelir. Aristo’ya göre bir tiran uyruklarının güveni, gücü ve kafası olmamasını isteyen kişiydi ve “Tiranlık, devlet dediğimiz siyasal birlik üstünde despotça yürütülen monarşi biçimidir.” diyordu (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s.99). Aristo “Politeia” (Politika) adlı eserde 3 yönetim biçimi sayıyordu: Monarşi (ama tiranlık olmamalı), Aristokrasi (ama grubun elinde olmamalı) ve Demokrasi (ama cahil kişilerin egemenliğinde olmamalı). Platon’a ve tilmizi Aristo’ya göre de tiran, aldığı kararlarda hukuk dışı davranan ve şiddete başvuran kişi olarak tanımlanmaktadır. Oysa halkın başbakanı “Prostates” (Halkın Koruyucusu) idi Aristo’ya göre... Aristo’nun amacı iyiye ve mutluluğa “Endomania”ya ulaşmaktı Erdemli yasaları savunuyordu. Mutluluk erdem olmadan varolamazdı. En iyi olan mutluluk da iyi niteliklerin uygulanması ve en geniş ölçüde gerçekleştirilmesi demekti. Mutluluğun ise 3 koşulun birlikteliğine bağlı olduğunu savunuyordu: Haz ve keyifli hayat, özgür ve sorumluluk sahibi yurttaş ile araştırıcı ve filozofça yaşam. Aristo’ya göre “Herkesin mutlu olarak yaşayabileceği biçimde düzenlenmiş anayasa en iyi anayasadır.” (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s. 212) Çağdaşı “Kıbrıslı Zenon” mutluluğu amaçlayan bir okul kurmuştu. Epiktotes, Kleanthes, Chrysipsos, Seneca, M.Aerelius, Poseidonius bu ekolün temsilcisi oldular. Orta sınıfçı olan Aristo, Politika adlı eserinde her şeyin aşırısına karşı olup “Polisi” dediği ılımlı yönetim biçiminin yozlaşmasıyla ya çoğunluğun (demokrasi) ya da azınlığın diktasının (oligarşi) ortaya çıkacağını ifade etmişti. Polisi ya da Polis, orta sınıfların oligarşi ile demokrasi karmasının yönetimi idi ve aşırı zengin ya da fakirlik gibi aşırılıkların site uyumunu bozacağını düşünüyordu. Sosyolog “Emre Kongar” tarihsel gelişim sürecine göre totaliter yapıyı İrtica (Gericilik) kategorisine koymaktadır. “Totalitarizm” günümüzde demokrasiye göre karşı devrimci sürec olarak tanımlanır (Neonaziler, Taliban, Ku Klux Klan vb.). Totalitarizm, tüm yetkilerin merkezde toplandığı devlete mutlak itaat bekleyen diktatörlük biçimi. “Totus” Latince bütün demektir. “Totalitario” (Tekçilik) Benito Mussolini’nin icadıdır.. Totalitario sözcüğünü kullanan Mussolini’dir: “Devlet içinde herkes, devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse.” “Cesur Yeni Dünya”nın önsözünde, “Totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir.” der “Devlet” devamlı ve üstün bir otoriteye sahip bütün olarak tanımlanmaktadır. Üç unsurdan oluşan bir bütündür: Halk, ülke ve yönetim ile düzen yani egemenlik. Mutlak monarşi hükümdarlıktır, cumhuriyet halk yönetimidir, meşrutiyet hükümdarla meclis… “Kötü yasalar zulmün en berbat şeklidir.” (Edmund Burke) “Faşizm”, kısaca “Sermayenin Diktatoryası” olarak tanımlanmaktadır. Mussolini, "Faşist devlet korporatiftir." demişti. Avusturyalı iktisatçı “Joseph Alois Schumpeter” sanayii gelişimini sağlayan gücün sermaye olduğunu ifade ederken kapitalizmin korporatist sosyalizme dönüşeceğini ileri sürüyordu. “Fascism Anyone” (Herhangi Faşizm) adlı makalesinde “Lawrence Britt” başta “Adolf Hitler” ve Mussolini’nin uygulamalarını inceleyerek vardığı tespitlerle faşizme ilişkin 14 karakteristik özellik belirlemişti. Bunlar şu şekilde ifade edilebilir: Dinle devleti iç içe geçirmek, kitle haberleşmeyi sıkı kontrol altına almak, adam kayırmacılık, rüşvetçilik, emeğe baskı, cinsiyetçilik, militaristlik ve sürekli milliyetçilik vurgusu, aydın ve sanatçıların dışlanması, polarizasyon (kutuplama) ve antagonizma (düşmanlar yaratma) siyaseti, insan haklarını çiğnemek ve hileli seçimler. “Korporatizm”, bizcilik, birlikçilik, birliktecilik demektir. Belli bir topluluğu içine alıp diğerlerini dışlamaktadır. Faşist Mussolini devleti bireyin üzerinde görüyor, ulusu da devlette cisimleştiriyordu. Birey yerine ulus-devlet varsayıyordu. 1945’te "Faşizm, şirketçilik (corporatism) diye adlandırılmalıdır. Çünkü şirket ve devlet gücünü birleştirir." demiştir. Naziler ise “Gamalı Haç”ı (Svastika) sembol yapmışlardır. Svastika, Yunan gama harfine atfen verilmiş tarih öncesi dönemden bir simgedir. Sankritçe su (iyi) ve asti (olmak) sözcüklerinden mutlu ve sağlıklı olmak anlamına gelir. Hinduizm, Budizm ve Jainizm’e göre kutsaldır. “Henri Michel” “Faşizmler” adlı kitapta, Nazilere aristokrasiden, üniversitelerden vs. seçkinlerin de büyük oranda katıldığını belirtiyor ve şunları yazıyor: “Nasyonal sosyalist parti üyelerinin büyük bir bölümü orta sınıflardan gelmekteydi ancak toplam üye sayısının üçte birini işçiler oluşturmaktadır. Parti kırsal bölgelerden çok kentlerde güçlü bir biçimde tutunmakta ve özellikle Katolik bölgelerde köylüler, en az düzeyde temsil edilmektedir. Her türden kadrolu memur sayısı yüksek tümü de fanatik Nazilerdi. Yani parti Alman toplumunun tümünü temsil etmekteydi.” (İletişim Yayınları, 2011, 1. Baskı, s. 51) Hitler faşizmi demokratik yollarla örülmüştü. Askeri yol deneyen monarşistlerin “Kapp Darbesi” başarısız olmuştur. Ancak yine de militarist hareketlerin yolu açmıştır. Hitler’in hukuk danışmanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı olan “Carl Schmitt” “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” adlı bir kitap yazmış ve anayasal çoğunluğun diktatörlüğünü savunmuştur. Sonra Schmitt’e faşist bir anayasa yazdırılmıştır. Propaganda bakanı “Joseph Gobels” ise Almanya’daki tüm haber kaynaklarını kontrol altına aldırır, kitapları da yaktırır. Yahudi ve komünistlerin öldürülmesi talimatını veren “Reinhard Heydrich” Gestapo’nun bağlı olduğu “Reich Güvenlik Başdairesi”nin (RHSA) başına geçer. “Herman Göring” “Gestapo”yu (Alman Gizli Servisi) kurmuş, Gestapo da sivilleri kışkırtmakla görevlendirilmiştir. Yahudi katliamlarından sorumlu “Adolf Eichmann” ise “Nihai Çözüm” (Gaz odalarındaki toplu kıyım) denilen toplama kampları ve “Seyyar Ölüm Birlikleri”ni (Einsatzgruppen) planlayan kişidir. Hitler ordusunun temelini oluşturan 1. Dünya Savaşında yenik düşen Alman ordusu mensuplarıyla Almanya’daki işsiz, lumpen ve devşirmelerden oluşan “Hür Kıtalar”dır (Freikorps). “Heinrich Himmler”in görevi Nazi SS lideri olarak toplama kampları açmak ve Nazi karşıtlarını yok etmekti. “Holokost”la (Yahudi soykırımı) 10 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuştu. Hitler’in savunma bakanı ise gerçek bir kasaptır, “Gustav Noske”... Hitler’in faşizm uygulaması Antika Roma gibi Avrupa proto faşizmin bir örneğidir. Yeni bir reichin hayalini kuran Hitler bu düşünceye “Üçüncü Reich” (Büyük Alman İmparatorluğu) demiş ve Almanlara şöyle seslenmişti: “Bin yıllık bir refah istiyorum.” Almanların reich dedikleri tarihteki 3 dönem zenginlik, refah ve krallık dönemlerini ifade etmektedir. İlki I.Otto’nun başındaki “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu”, ikincisi ise Bismark’ın başındaki “Alman İmparatorluğu”. 1933’teki seçimlerde de “Bana bir 10 yıl verin Almanya’yı tanınmaz hale getireyim” diyen Hitler 2.Dünya Savaşı'nda 65 milyon insanın ölümünden sorumludur ve bunların yüzde 67’si sivildir. 1940’ta İspanya, İtalya ve Almanya çelik paktı oluşturdular. Amaç Hitler’in Avrupa’daki hakimiyetini kolaylaştırmaktı. Hitler ve Mussolini’nin de desteklediği “Francisco Franco”, 1975’e kadar 36 yıl İspanya’yı diktatörlükle yönetmişti. Ordusunu “Falanks” (Falanjist) denen askeri birliklerden oluşturmuştur. Onu diğer faşist liderlerden ayıransa 2.Dünya Savaşı’ndan ve anti-semitizmden uzak duruşuydu. Franco da ideolojik olarak laiklik uygulamalarına karşı çıkan tutucu, gelenekçi ve köktenci bir diktatördü. Hemen yanı başındaki Portekiz’de de “António de Oliveira Salazar” “Yeni Devlet” (Estado Novo) adıyla sağcı otoriter bir rejim kurmuştur… Ortaçağın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlayan ve 18.Yy’da değerli maden ve servet birikimine dayalı bir ekonomik model baş tacı ediliyordu: “Merkantilizm ya da İktisadi Milliyetçilik”. Devletin kaynağını zenginlik ve tüccar çıkarı görüyor, ekonominin (kapitalizmin) sermaye birikimine dayalı toplum ve kültür içine yerleşmişliğiyle (embeddedness) daha sonra neo liberal sistemin dayanaklarını da oluşturur. “Zaman Mekan Sıkışması” (Time-Space Compression) terimini kazandıran İngiliz sosyal kuramcı “David Harvey”dir. Harvey, iletişim ve küreselleşmenin ekonomik açıdan zaman ve mekan farkını ortadan kaldırdığını vurgularken kapitalizmin coğrafyasının genişlemesiyle hız ve dolaşım boyutunun artmasının sermaye birikimini de kolaylaştırdığını ifade etmektedir. Harvey, neoliberalizmin servetin üst sınıflarda toplanmasına yardım ettiğini savunmaktadır. “Yapıcı Yıkım” (Creative Destruction) adını verdiği kavramla sosyal adaletsizlik, bölünme ve farklılaşmaya yol açıldığını, “Fordist” dönemin “Esnek Birikim” olduğunu belirtmektedir. Harvey, neoliberalizmin liberal ve serbestlik (permissivenes) anlayışıyla gelişip yayıldığını, 1970’lerden sonraysa neoliberalizmin yeni muhafazakârlığa (neo conservatizm) dönüştüğünü savunmaktadır. Lenin, 1916’da kapitalizmin yeni piyasa (kaynak) bulmak amacıyla emperyalizme dönüştüğünü ifade eder (Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması). “Yeni Emperyalizm” (Kolektif Emperyalizm) ise para (finans) ve mali araçlar kullanılarak yapılan sömürüdür. “Demirtaş Ceyhun” da, “Haçlı Emperyalizm” kitabında “Emperyalist Kapitalizm”i (Yarı Sömürgeleştirme), ABD ve Batı’nın Türkiye’de çıkarına uygun bir yönetim kurmak amaçlı, toplumun gelişimine aykırı formlar verip mezhep ayrılıklarını ve kavgasını körüklemek, kültürel ve sosyal yapıyı yozlaştırmak ve yabancılaştırmak şeklinde tarif ediyordu (Broy Yayınevi, 2009, s. 58). “Yeni Amerikan Projesi” (PNAC), Washington merkezli Amerikan çıkarlarına göre uluslar arası pazar oluşturmayı amaçlayan, ABD’nin liderlik ve müdahalecilik politikasını yürüten (1997-2006) bir düşünce kuruluşudur. “Yeni Dünya Düzeni” ise küreselleşmeye tapıncın ikonlarından biri (Yalçın Yusufoğlu, Küreselleşme ve Emperyalizm, Belge Yayınları) ABD, Yeni Yüzyıl Projesi (PNAC) ve BOP planıyla Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek iddiasında. “Devlet İnşası” (2008) adlı kitapta “Francis Fukuyama” ABD’ye düşen rolü küçük devletlerin yapılandırılması ve güçlendirilmesi olarak görüyordu. Devletin bileşenleri, sosyal ve kültürel değerlerin küresel çıkarlara uygun dönüşümü, bürokrasi, kurumsal planlama, siyasal ve sosyal normlar olarak sayılmaktadır. Bu programın mimarları Samuel Huntington, Graham Fuller ve Zbigniew Brezinski gibi isimler dini uygulamalarının belirleyici bir özelliği olarak görürler ve muhafazakârlığı ABD politikalarının bir parçası olarak kullanmışlardır. Bu aşamada “Judeochretienisme” (Yahudi Hristiyanlığı) kavramı da din esaslı politikalarının temelini oluşturdu. Müslümanlığı dışlayan bu kavramla ABD’nin son yıllarda Ortadoğu’da yürüttüğü yeni muhafazakârlığa dayalı siyasi-askeri programı da çakışmaktadır. “Tanrı Krallığı” Papa XVI. Benedictus’un BM’de yaptığı konuşmada ABD’nin kontrol altına almaya çalıştığı ve musevilerle hristiyanların egemenliğinin aynı olduğunu savunarak olumladığı Ortadoğu’yu yansıtır. 16 Nisan 2008’de ABD’ye yaptığı ziyarette “George W. Bush”u siyasetçi değil inanç adamı olarak gördüğünü ifade etmiştir. 20 Eylül 2002’de “ABD Milli Güvenlik Stratejisi” başlıklı resmi belgede geçen “Önleyici Vuruş” (Pre-emptive Strike) doktrininin ana hatlarını “West Point” (ABD Kara Harp Okulu) mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada ortaya koyan Bush, “Güvenliğimizi tehdit eden bir rejimi devirmek evrensel hakkımızdır, düşmanımızdan önce savaşı düşmanı düşmana götürmeliyiz, planlar dağıtılmalı, tehdit yok edilmelidir.” demişti… “Neo Conservatizm”in (Neo-conculuk) düşünsel temelleri Hitler’in başhukukçusu (kronjurist) Carl Schmitt’in tilmizi ortodoks yahudi görüşleri modernize eden “Leo Strauss” tarafından atılmıştı. Siyaset felsefesinde “Yeni Muhafazakârlık” ya da “Yeni Sağ” (New Right) da denilen bu yaklaşım, “Milton Friedman” ve “Friedrich August von Hayek”in serbest piyasaya uyguladığı (liberal muhafazakâr) felsefik görüştür. “Friedmancılık”, süper kapitalizm ve sıkı para politikası yanlısı uygulamaları ifade eder ve 80 sonrası Reagan ile Teacher liderliğinde dünyaya empoze edilmiştir. Türkiye’de ise Turgut Özal’la dayatılmıştır. 1928’de kurulduğu ileri sürülen “Opus Dei” adlı gizli yapılanma papayı hristiyanlığın kutsal önderi olarak gören Vatikan’a destek veren varlıklı ve elit kadrolar oluşturmayı amaçlayan aşırı sağcı bir tarikat olarak değerlendirilmekteydi. “Olasılıksız” kitabıyla ünlü yazar “Adam Fawer” “Bilim ve Teknoloji Laboratuvarı”ndan (BTAL) sözediyor. 6 ana istihbarat ajansına (CİA, FBI, POD, FDA, NASA, NIH) çalıntı bilgi sağlayan bu kuruluşun temelinin de Truman’ın “Ulusal Güvenlik Ajansı”nı (UGA) kurmasıyla 1952’de atıldığını açıklıyordu. Bu kuruluş güvenlikle ilgili konuşmaları dinliyor, istihbarat birimlerine aktarıyordu. 130 ülkedeki bilim insanlarını dinleyerek günde 250 milyon görüşmeyi inceleyebiliyordu (Olasılıksız, April Yayıncılık, 52. baskı, s.37). “Ulusal Güvenlik Teşkilatı” (NSA) yabancı ülkelerin telefon, e mail vs. takip ederek bilgi toplayan hatta Sovyetlerin dağılmasında etkin rol oynayan bir kuruluş olarak değerlendirilmekteydi. ABD gibi emperyal ülkeler aynı zamanda “Gönüllü Casusluk” (Walk-in Spy) gibi farklı yöntemlerle de etkili olmaktaydı tabi… Popüler kültür ve kapitalist meta kültürünün insan psikolojisini bozup aşındırarak yabancılaştırdığını savunur Alman düşünür ve toplumbilimci “Max Horkheimer”. “Kültürleme” toplumsal uyumu için bireye geleneksel değerlerin empoze edilmesidir. Emperyalizmin de amacıdır. Günümüz ekonomik pratiği protofaşizmin saldırgan ve açık işgalcilik stratejisi gibi olmasa da değişik yöntemlerle sömürüye devam ediyor. Hitler’in saldırgan devlet politikası olarak ileri sürdüğü “Lebensraum” (Yaşam Alanı) politikasının yerini benzer biçimde çok uluslu işletmelerce yürütülen “Land Grabbing” (Arazi Kapatma) politikası da almış bulunuyor… Ve Şirketokrasi… Şirketokrasi ne demektir? Kısaca şirketler tarafından kontrol edilen ekonomik ve politik sistem. Günümüzde ABD’de hasıl olan model “Şirketokrasi” olarak adlandırılır. “Jeffrey Sachs”a göre ABD’de hakim olan sistemin adıdır şirketokrasi. Oluşumunda 4 neden var: Ulusal partiler zayıf kişisel temsil güçlüdür, ABD ordusunun etkisi büyüktür, Şirketlerin seçim kampanyalarına etkisi fazladır Ve küreselleşmeyle işçilerden soyutlaşan dengesizlik. “C.Wright Mills”e göre bu sistemde denge güçlü elitlerden yana. Ülkenin geleceğini bankalar ve şirket sahipleri belirlemektedir. Doğanın ve insanın sömürüsünün nedeni bu dengesizlik… “Bir kandırma ve yanılgının etkisi altında olmasalar insanlar asla özgürlüklerinden vazgeçmezler.” (Edmund Burke) “Lord Brougham” “Eğitim bir insanın diktatör olmasına değil, önder olmasına yarar.” diyordu. Saraysız Başkan olarak da anılan Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Mujica, eski bir gerilla lideriydi ve maaşının çoğunu dünyanın en fakir başkanı olarak yardım kuruluşlarına bağışlıyordu. Mujika örneği, Latin Amerika’da da sosyal sınıfların mücadelesiyle isabetli liderler çıkarılabileceğinin iyi bir kanıtı. ABD Başkanlık Sistemi de dahil bugün çoğunluk sistemine dayalı siyasal sistemler ve seçimler, kazanan partilerin hükümet adına çalışması için eş, dost ve seçmenine görev taksimine (spoil system) açık… Partikülerleşme, nepotizm ve kliyentalizm… Bunlar bu sistemlerin yarattığı sorunlar… “Partikülerizm” (Tikelcilik ya da Yörecilik), salt aile ve yakın çevreye güvenç, bir toplumsal çözülme ve bölünme belirtisidir. “Nepotizm” (Akrabadan Gelen Torpil) patronaj ilişkilerinin aracı olarak devlet olanaklarından yararlanmada adaletsizliğin önemli etkenlerinden birisidir. Ve “Kliyentalizm” de (Kollamacılık) genelde cumhuriyet ve demokrasi dışı yönetim biçimlerinde otoriteyi ya da yönetimi ele geçirmeyi planlayıcı himaye sistemidir. Seçmene seçilebilmek için ayrıcalıklı destek ve hizmet sunmak fakir ülkelerde sıkça görülen bir durumdur. Mikro faşizm… “Mikro Faşizm” ya da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde kendinden farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Küçük ölçekli ırkçılık, yerel milliyetçilik, ayrımcılık gibi sonuçlar doğururlar. (Mahalle baskısı 1981’de Şerif Mardin’in bir makalesinde kullanılmış ilk kez. Tanıl Bora ise Birikim Dergisi’nde sıradan faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti.) “Coşkun Can Aktan” demokrasi'nin başarısızlığının ya da imkânsızlığının sebeplerini "Eksik Enformasyon" ve "Siyasal İlgisizlik" olarak görüyordu. (Demokrasi Poliarşi ve Demarşi, Çizgi Yayınları, 2000) Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden İtalyan hukukçu ve filozof “Cesare Beccaria, "Her zaman sıradan ve bayağı bir adam olan yüzsüz, yalancı, bilgisiz biri; halk içinde tapınılacak konuma gelebilir. Ancak, aynı kimse aydınlatılmış bilgili bir halk tarafından sadece bir aşağılanma konusudur." der. Halkın seçtiği temsilcilerin güç ve yetkilerini sınırsızca kullanmalarını sağlayan üzerinde önemle durduğu siyasal bilgisizlik, miyopluk, unutkanlık (amnesia) gibi gerekçeler yanında liderlik ve elitizme yol açan çoğunlukçu siyasal sistem ve toplumsal yasalardaki eksiklerdir. 1961 anayasasına da giren sosyal barış, sosyal adalet gibi ekonomik ve sosyal yaşama ilişkin sosyal devlete özgü birtakım kavramlar ancak sosyal sınıfların mücadelesiyle gelişebilmiştir. “Konformizm” bir kimsenin sorgulamasına engel olan etkene uyması marx’a göre sebebi siyasal haklardan yoksunluktur. Zıttı ise, Kollektivizm’dir. “Kollektivizm” ise toplumsal kararlara etkin katılım, toplumsal çıkarlara uygunluk ifade eder. Lenin, “İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlâksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır. Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri bulmak ve bu güçleri savaşım için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.” demektedir. Osmanlı döneminde de halk isteklerinin en büyük bölümü baskıcı devlet işlem ve eylemlerinden yakınma olarak ortaya çıkarken Cumhuriyet ve çok partili siyasal düzen siyasal hak ve ödevlerin kullanılması gereğini ortaya çıkarmıştı. Halkın temsilcisi karşısında çıkarını ve kendisini koruyacak bir duruma gelmesini sağlamak ancak yönetilenleri gerekli bilgilerle donatarak yönetilenle arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracak seçileni seçene karşı savunma olanağı veren ve kimi üstünlükler sağlayan içreklik kabuğunun ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. BİTTİ

  • POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (2)

    Eski Roma’nın siyaset felsefesine Eski Yunan kadar spesifik bir katkısı olmadı. Eski Yunan’ın evrensel düşüncesini alarak aynen uygulamış yasama ve yönetim kurumlarını günümüze aktarmıştır. “Ingenuus” Roma hukukunda doğuştan özgür olma durumunu ifade eder. I.Justinianos’un emri ile başlayan ve bir kanunlaştırma hareketi olan çalışmalar sonucu o zamana kadar uygulanan Roma Hukuku “Corpus Juris Civilis” denilen külliyatı toplamıştı. Günümüzde Avrupa ülkelerinin hukuku temeli bu külliyata dayanmaktadır. Şehir ya da site, “Synoecism” (topluluk ya da birliği) ve “Prytaneium”tan (meclis binası) oluşmaktaydı. Bunlar da bugünkü “Müessesat-ı Medeniyye”ye de (uygar kurumlara da) tebarüz etmiştir… Eski Roma’nın merkezi “Palatino Tepesi”nde idi. “Palace” (Saray) sözcüğünün etimolojik kökeni buradan gelmektedir. Eski Yunan’da kentin yönetildiği meclis (senato) binalarına “Bouleterion” denirdi. “Prytanis” (başyargıç) ise Atina sitesi kent konseyine (senato) 15 hafta süreyle başkanlık ederdi… Eski Roma’da ise “Odeon”lar bouleterion olarak da kullanılmıştı. “Concilium” (Konsül) ya da “Curia” erkekler topluluğu demek olan Latince “Covia” sözünden gelir. Kabile ve topluluk üyelerinin bir araya gelerek tartıştıkları yer anlamındadır. Senato sözcüğüyse Latince “Senex” sözünden gelip yaşlı erkek anlamındadır. “Municipium” Latince kasaba ya da kent demektir, onun çoğuluna “Municipia” denir. Günümüzde İngilizcede belediye anlamında kullanılan “Municipality” sözcüğü de işte buradan gelmektedir. “Municeps” yurttaş demektir... Roma’nın yöneticileri halk tarafından seçilirken diğer kentlerin yöneticileri merkezden, Roma’dan atanmaktaydı. Soyluluklarına göre seçiliyorlardı. Curia bir anlamda yerel yönetimin gerçekleştiği yer anlamına gelir. Roma Forumu yapısı günümüzde kısmen de olsa tüm ihtişamıyla ayakta. Municipium denen kent ya da kasaba niteliğine sahip her yerde senato ve yerel yöneticiler bulunurdu. Antik Roma yerel yönetim meclisi “Ordo decurrionum” 2 yargıçtan oluşan bir yürütme meclisiydi. Belediye, vergi, güvenlik gibi işler uhdesindeydi. Sırayla kent yönetimi, 4.Yy dan başlayıp 7.Yy’dan sonra ortaçağda tamamen özerkliğini yitirerek başpiskoposluk merkezine dönüştü. Doğu’da merkezi devletler batıda ise 11.Yy’dan itibaren 15.Yy’a kadar komünler orta çıkmaya başladı. Ticaret geliştikçe “Burg” denen kaleler belirmeye başladı. Burglar krallar tarafından da desteklendi. Çünkü krallığın geliri onlar sayesinde arttı ve orta sınıflar da gelişti. Kentin kuruluş simgesi kral ve feodal beyden alınan “Charte” idi. Charte, anayasal bildirge ya da nizamname, devletin veya yüksek otoritenin düzenlediği ayrıcalıkların belirtildiği özerklik izin ve yetki belgesiydi. 12.Yy’dan sonra kentler monarşik devletlere dönüşmeye başladı. Kentsel barış yani kentlere özgü ceza hukuku uygulaması da başladı… Eski Yunan ve Roma’da (antikite) kentlerde meşru birlik, “Auspicia” (Yönetime Katılım) klan ve aşiretlere (curia) veya politik kabilesel birliklere (soy) gibi geleneksel ya da ritüelistik biçimlere (Tribü) dayanabilirdi. Çünkü kent bir sınıfın çıkarlarına göre şekilleniyor dönem dönem bu sınıfa hizmet eden mekanlar olarak şekilleniyordu. Hukuken güçlü olmasına rağmen fiilin güçlü olanın dediğini yapan organlar (süper noter) hale de dönüşürler. “Kentin meclis üyeleri ve öteki memurları, lordun görevlileri olarak atanmayıp şehir halkı tarafından seçildikleri durumlarda bile şehir halkının temsilcisi değillerdi. Bu memurlar için kentsel hukuk, lordun hukukuydu.” diyordu Max Weber. (Şehir Modern Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 2015, 11. Baskı, s. 124) Sanayileşme ve küreselleşme kentin yapısını da değiştirirken para, mal ve bilgi akışına yön veren büyük kentler olmuştur. New York, Tokyo ve Londra gibi. John Friedmann ve Goetz Wolff bu kentlere dünya kenti adını verdiler… Eski Roma toplum yapısı, patriciler (soylular), praetorianlar (erken dönem orta sınıf) ve plepler (Roma halkı) diye genel iki sınıfa ayrılmıştır. Yani yöneten ve yönetilenler. Eski Roma devletinin en tepesinde halk meclisi tarafından 1 yıllık görev için seçilen ve devleti birlikte yöneten iki yönetici (konsül) bulunuyordu. Bu unvan Fransız Devrimi sırasında 1792-95 arasında Fransa’yı yöneten “Ulusal Konvansiyon” (Ulusal Meclis) ardından kurulan “Direktuvar” (Direktörler) yönetiminin darbeyle dağıtılmasından sonra Napoleon’un başına geçtiği hükümet için de kullanılmıştır. 5 kişi ile başlayan direktuvar idaresinde toplam 13 kişi görev yaptı. Meclis ise Yaşlılar ve 500’ler olmak üzere iki kısımdı. “500’ler” yasama meclisiydi. “Napoleon Bonaparte” 1799’da bir darbe yaparak direktuvar yönetimini dağıttı ve kendisini de kurulan Konsül idaresinin başına 1.Konsül atadı. Konsül, ülkeyi beraber yöneten 3 devlet başkanından biriydi. İktidar ve mülkiyet temelli temsilden yana bir burjuva siyasetçi ve bir din adamı da olan eski direktuvar üyesi “Emmanuel-Joseph Sieyes”in hazırladığı darbe anayasası ile Napoleon Bonaparte, Emmanuel-Joseph Sieyes ve “Pierre-Roger Ducos” konsül oldular. Anayasayı değiştiren Napoleon kendini en üst konsül ilan etti. Napoleon daha sonra 2 konsülü değiştirdi. Cumhuriyet görüntüsüyle bir diktatörlük rejimi oluşturdu. Şubat 1800’de halka Napoleon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayan bir referandum düzenlendi. Napoleon ömür boyu konsül oldu. 1802’de cumhuriyet ilan edildi. Napoleon bu defa devlet başkanı seçildi. 1804’te yine halk oylamasıyla imparator seçtirdi. Ancak akrabalarını tahta geçirmesi, milliyetçi akımlar, içteki karışıklıklarla savaşlar yenilgileri, işsizlik, vergiler vs. sonunu hazırladı. Sürgünde öldü. Alexis de Tocqueville’nin “Demokrasi bir toplumun özelliği olduğunda, hangi koşullarda yönetimin de niteliği olur ve diktatörlüğe götürmez.” sorusuna yanıt aradığı ABD gezisine ilişkin gözlem ve düşüncelerini ifade ettiği bir kitaptı “Amerika’da Demokrasi”. Bu kitapta şöyle der, “Tüm zamanlarda tehlikeli olan despotizm bilhassa demokratik yüzyıllarda korkulacak bir şeydir.” (s. 540) “Hükümetler alışıldığı üzere iktidarsızlıktan veya tiranlıktan dolayı yok olurlar. Birinci durumda, hükümetler iktidarı kaybederler; diğerinde ise iktidar hükümetten zorla alınır.” ( Alexis de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, 1. Baskı, 2016, İletişim Yayınları, s. 269) Aristokrasi ve monarşiyi reddeden Tocqueville kendini yeni tür liberal olarak tanımlıyor ve demokrasinin içinde doğduğu ve sürdüğü özgül koşulları yerinde incelemek istiyordu. Bu sistemde ortaya çıkabilecek eski tiranlıklardan farklı ılımlı despotizm tehlikesine de işaret eder. Bu düşünür üzerine son elli yıldır çeşitli incelemeler yapılmış. Liberaller ve bazı sol çevreleri de etkilemiş Tocqueville… Bu ilgi demokratik devrim sonrası ortaya sürdüğü demokrasi düşüncesi ve özgürlük çağrısında bulunmasından dolayı: “Aslında ben özgürlüğü tüm çağlarda sevebilirdim, ama içinde bulunduğumuz çağlarda ona hayran olmaya meylediyordum.” diyor. (Amerika’da Demokrasi, İletişim Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 754) Alexis de Tocqueville, “De la démocratie en Amérique” (Amerika’da Demokrasi) kitabını 1848 devrimlerinin öncesinde Temmuz Monarşisinden sonra yazdı. Yani kitap burjuva kral ve liberal büyük burjuvazi destekli (mali sermaye) ılımlı bir liberal olan Louis Philippe döneminde (1835-1840) kaleme alınmış. Fransa İmparatorlarından Louis Philippe monarşisi (1830-1848) parlamento yönetimini de yani meclis hükümetini de desteklemişti. Ancak aşırı demokrasiye karşıydı ve işçi ve orta sınıfların ayaklanması sonucu büyük burjuva destekli yıkılmıştır… Demokratik cumhuriyetin sürdürülmesine katkıda bulunmuş üç ögeyi federal yapı, kentsel kurumlar ve yargı kuvveti olarak gösteriyordu… Bu kitabın gayesi de Birleşik Devletlerde uygulanan yasaları anlatmaktı: “Birleşik Devletler’de yürütme kuvveti kendisi adına eylemde bulunduğu egemenlik gibi sınırlandırılmıştır ve müstesnadır; Fransa’da ise her yere yayılmıştır. Amerikalıların federal bir hükümeti vardır; bizim ise ulusal bir hükümetimiz. Birleşik Devletler’de egemenlik birlik ve eyaletler arasında bölünmüştür, oysa bizde tektir ve sıkıca bağlanmıştır; buradan Birleşik Devletler’in başkanı ile Fransa’daki kral arasında gördüğüm ilk ve en büyük fark ortaya çıkar.” (s.139) “Amerikalıların komşuları yoktur, sonuç olarak burada ne büyük savaşlar, ne finansal krizler, ne yıkımlar, ne de korkulacak işgaller sözkonusudur. Yüksek vergilere, kalabalık bir orduya ve önemli generallere ihtiyaçları yoktur. Amerikalıların, tüm cumhuriyetler için en korkunç musibet olan askeri görkemden korkacak bir şeyleri yoktur.” (s. 286) Adil Zozani, ABD’de günümüzün toplumsal modellerinden biri diye nitelediği başkanlığın aydınlanma çağı fikirlerinin izlerini taşıdığını aktarıyor: Bunları yönetime etkin katılım ve yetkileri sınırlı devletçilik şeklinde sıralıyor. Zozani “Model Ülke: Sistem tartışmasında Başkanlık” adını verdiği kitapta, ABD’deki sistemle ilgili “Amerikalılar Avrupa’daki gibi toprağa bağlı aristokrasiyi istememişler. Doğal olarak oradaki gibi kral-devletler de yok hanedanlıklar olmayacaktır.” diyor… “Carl Friedrich”in “Sınırlı Devlet” kitabından alıntıladığı çoğunlukçu demokrasi uygulaması eleştirisini ABD’de despotluk oluşumuna karşı önlemin, katı bir güçler ayrımı yoluyla çözümlendiğini aktarır: “Çoklukla İngiliz, Avrupalı kolonilerin Amerika’ya ayak bastıkları 15.Yy’ın son döneminde karşılaştıkları sonsuz genişlikte işlenmemiş bir kara parçasıydı. Alman coğrafyacı Waldseemuller yazdığı bir makalede adanın adına ‘Amerika’ dedi. Liberal düşünce akımının ilk şekillendiği bu topraklarda eşit yurttaşlık kavramının yanına fırsat eşitliği kavramı da ilave ettiler.” (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s.142) “Amerika’da bulunduğum süre boyunca fırsat eşitliği kadar dikkatimi çeken olgu olmadı.” demişti Tocqueville. Günümüzde ABD şirketlerinin çıkarlar için kullandığı güç ve baskı “Dolar diplomasisi” olarak niteleniyor. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan “Soyguncu Baronlar” ve “Zenginler Kulübü” uluslar arası para akımı ve ticarette etkili ülkeler uluslar arası ekonomik sosyal çarpıklığın da asıl nedeni olarak görünmekte. Jack London, Amerikan halkına ithafen şöyle seslenmişti: “Kapitalist hükümetler nasıl hızla yıkılıyorlar da yerlerinde yine o kadar hızla halk cumhuriyetleri kuruluyordu. ‘Birleşik Devletler nerede kaldı?’ ‘Uyanın ey Amerikan ihtilalcileri!’,’Amerikaya ne oldu?’ Öteki memleketlerdeki muzaffer arkadaşlarımızdan bize uçan haberler işte bu biçimdeydi. Ama biz bir türlü başımızı doğrultamıyorduk, oligarşi önümüze dikilerek yolumuzu kapatıyordu. Kocaman bir canavar gibi başımızda bekliyordu.” (Demir Ökçe, Everest Basım Yayın, 2.Basım, 2003, s 158). Ian Buruma ve Avishai Margalit “Occidentalism” (Garbiyatçılık) adlı kitapta belli başlı batılılaşma karşıtı hareketlerin tarih ve nedenlerine ışık tutarken, 19.Yy ekonomik liberalizminin yarattığı “Amerikanizm” ve “Makine Uygarlığı”nın birçok açıdan bu eleştirilerin odak noktasında olduğunu işaret ettiğini belirtmektedir… Gelelim Rusya’ya… Geniş coğrafyası, etnik ve kültürel çeşitliliğine bağlı oluşan idari bölünmeyle Rusya Federasyonu farklı toplumsal ve tarihsel yapılar ortaya çıkarmıştır. “Sovnarkom” 15 kişilik konsey hükümeti 1946’ya kadar SSCB’yi yönetmişti. Federal Meclis, üst yasama organı olarak eyalet, özerk bölge ve cumhuriyetlerden seçilen 180 üyeden oluşuyordu. Duma Çarlık Rusya’sında 1905-1917 arası, bu tarihten sonra da bugünkü gibi bir alt yasama meclisi olarak 450 üyesiyle 1993’e, Rusya Federasyonu Duması olana kadar varlığını sürdürdü. Çarın atadığı valiler (gubernatör) illeri (nüfusu 300-400 bin) “Guberniya”ları yönetirdi. Esasen Rusya topraklarının 1/3’ü Çar ve 2/3’ü derebeyleri (boyar) arasında paylaşılmıştır. Feodal beylerin emrindeki bölgeler “Zemçina” olarak adlandırılıyordu. 1864-1917 taşra meclisleri ise “Zemstvo” olarak anılmaktaydı. Yerel özyönetim 18.Yy’da soylularca dayatılmıştır. 1850’lerde daha sonra Nietzsche’de de görülen “Nihilizm” Turgenyev öncülüğünde Rusya’da etkili olmaya başlamıştı. Din, töre ve her türlü kuralın insanı köleleştiren düşünce sayan Martin Heidegger’e göre nihilizm batı düşüncesinin temel öğelerinden biridir. Romanlarıyla köleliği, zulüm ve baskıyı eleştiren “İvan Turgenyev” “Babalar ve Oğullar”da “Nihilist, hiçbir kuvvet önünde eğilmeyen, hiçbir inanca bağlanmayan kimsedir.” diyordu... Rusya’da otokratik yönetime karşı devrim düşüncesinin bir öncüsü de “Aleksandr Radişçev” sayılmaktadır. Rus edebiyatında kitabı yasaklanıp sürgüne gönderilen ilk yazar olan Radişçev ayaklanmayı halkın yazgısını değiştirmek için şart görüyor, yukarıdakilere ve liberal reformlara umut bağlamanın köylülerin yaşamını değiştirmeyeceğini savunuyordu. Mutlakiyetçiliği de eleştiriyordu. Sürgün yerine giderken yazdığı bir şiirde şöyle diyordu Radişçev: “Sor, neyim ve nereye gidiyorum? Eskiden neysem oyum ve sonsuza dek öyle kalacağım: Ne bir hayvan, ne bir kütük, ne de bir köleyim; ben bir insanım!” Lenin 1917’deki Köylü Kongresi’nde “Rusya’daki toprak mülkiyeti rejimi korkunç bir sömürü düzeni yaratmıştır.” demişti. Köylüler ortakçı olarak imparatorluk topraklarında (obsçina) kira ile vergi ödemek karşılığında karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Narodnikler devrim düşüncesinin yayılmasında etkili olmuşlardı. Narodniklerin esin kahramanı Kazak ayaklanma önderi “Yemelyan Pugaçov”dur. Otokrasinin yıkılmasını ve toprağın köylüye verilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu devrimci hareket, köylülerin sosyalizmin temelini oluşturacağını da savunuyordu. Temsilcileri ise Aleksandr Ivanoviç Herzen, Piyotr Lavroviç Lavrov ile Nikolay Gavriloviç Çernişevski idi. Bunlardan biri ve kurucusu sayılan “Aleksandr Çernişevski” hakkında Karl Marx, “Rus eleştirisinin büyük bilgini. Çağımızın tüm ekonomicileri içinde tek özgün kafaya sahip olanı Çernişevski’dir; ötekileri sıradan derleyicilerden başka bir şey değildir.” derken Lenin ise hakkında, “Onun etkisiyle, yüzlerce genç, devrimci oldu… Örneğin kardeşimi büyüledi; büyüsüne ben de kapıldım. İçimde çok derin bir iz bıraktı.” demişti. Karl Marx’a göre burjuva iktisadının iflasını ortaya koyan büyük bir eleştirmen, Lenin’e göreyse sınıf mücadelesinin ruhunu yansıtan militan bir demokrattı Çernişevski. SSCB’nin kurulmasıyla birlikte eski imtiyazlıların ve devrim muhaliflerinin hiçbir ayrıcalıkları kalmamıştı. 1929’da kulak (zengin köylülük) tasfiye edilerek kolhozlara katıldı ve küçük üretimcilik teşvik edildi... “Rusya Federasyonu Federal Meclisi” çift meclisli bir ulusal yasama organıdır. SSCB’deki “Yüksek Sovyet ve Halk Temsilcileri Meclisi”nin yerini almıştır. Devlet protokolü, Devlet Başkanı, Başbakan ve Federasyon Konseyi Başkanı’ndan oluşmaktadır. Milletvekillerinden oluşan “Devlet Duması” alt meclisi, delegelerden oluşan “Federasyon Konseyi” üst meclisi oluşturur. Yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Rusya Federasyonu’nda Duma 450 sandalye ile temsil edilir. Dumanın bazı görevleri, başbakanın atanmasını onamak, Sayıştay başkanını ve üyelerinin yarısını atamak, 2/3 çoğunlukla Başkana ihanet suçlamasında bulunmak ve hükümete güven oylamasına karar vermek şeklinde sayılabilir. Ayrıca Dumanın ana birimleri çeşitli konularda işlevleri olan 30’a yakın komiteden oluşmaktadır. Rusya’da toplam oyun yüzde 5’inden fazlasını alan partiler meclise milletvekili sokabilmektedir. 2016’daki sandalye (milletvekili) dağılımında, “Vladimir Vladimiroviç Putin”in “Birleşik Rusya Partisi” (merkeziyetçi) 343 milletvekilliği kazanmıştı. İkinci büyük parti ise “Gennady Andreyevich Zyuganov”un liderliğini yaptığı “Komünist Parti” 42 milletveli ile temsil edilir. Yahudi asıllı “Vladimir Jirinovski”nin aşırı sağcı milliyetçi muhafazakâr “Liberal Demokrat Partisi”nin saldalye sayısı 39’dur. Diğer sol parti merkez solu temsilen “Sergey Mironov”un Doğru Rusya Partisi’nin milletvekili sayısı ise 23’tür. Komünistler, “Doğru Rusya Partisi” ile “Rodina Partisi”nin sosyalist oyları bölmek amacıyla kurulduğunu savunmaktadır. Bu 83 federe yapı 2’şer delegeyle olmak üzere Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Meclisi’nde (Federasyon Konseyi) toplam 170 konsey üye ile temsil edilir. Rusya Federasyonu’nda 21 cumhuriyet, 46 oblast, 9 kray (yöre) 1 özerk bölge, 4 özerk birim ve 2 federal şehir yeralır. Cumhuriyetler otonom bölge (özerk) kabul edilirler. Anayasası, başkanı ve meclisi bulunur. Her biri etnik bir kökenin anavatanı kabul edilir. Bununla beraber federal hükümetçe temsil edilip diğer federasyonlarda da olduğu gibi federal kanunlara tabidir. Örneğin, Çeçenya, Tataristan Dağıstan gibi. Oblast yani özerk bölge, SSCB’de de özerk cumhuriyetten sonra gelirdi. Rusya 83 federe birime (subyekt) bölünmüş ve 46 tanesi “Oblast”tır. Örneğin Moskova bir oblasttır. Oblast valilerini Rusya Federasyon Hükümeti atar ancak yerel meclis üyelerini yöre halkı seçerler. Oblasttaki en büyük şehir merkez sayılır. Kraylar da (yöre) oblast gibidir. "Krai" adı tarihidir, zamanında öncü bölge sayıldıklarından bu isimle adlandırılmışlardır. Rusya’da 1 tane özerk yahudi bölgesi vardır. “Jewish” 1928’de Stalin’in SSCB’de her etnik gruba bir özerk oblast verme projesiyle kuruldu. Amaç etnik kimliğe millet statüsü kazandırmaktı. Ancak 2. Dünya Savaşı ve 1929 Ekonomik Buhranıyla gelen Yahudi (yidiş dilinden) sığınmacılar SSCB’nin dağılmasıyla yeniden Almanya ve İsrail’e göç ettiler. Yahudi nüfusu yüzde 2’ye düştü. Rusya’da 2 birim ise “Federal şehir” statüsündedir: Moskova 36 belediyesel rayon ve 36 şehirsel okrug, Sankt-Peterburg (St. Petersburg) ise 18 rayondan (ilçe) oluşmaktadır. Okrug, idari bölgelerdir. Moskova’da üst kademe, Sankt-Peterburg’da alt kademe idari yapılanmayı ifade eder. 7 ve 5 milyonluk nüfuslarıyla büyük şehirlerdir. Fransa’da yönetim bölgeleri “Arrondissement” (ilçe) olarak adlandırılır. İlk kez 1795 yılında uygulamaya konan bu sistem ihtiyaçlar ve sosyal kültürel yapıya göre şekillendirilmiş. Paris 12 arrondissement’e bölünmüştü. III. Napoleon'un “Büyük Paris” projesi kapsamında “Georges-Eugène Haussmann”ın Paris'i yeniden planlaması kapsamında 1859'da arrondissement'ların sayısı 20'ye çıkarılmıştı. Japonya’daki toplam 47 adet 1.düzen idari bölümlerden her birisi “Profektör” olarak adlandırılır. 1868’de kurulmuşlardır. Doğrudan tek dereceli seçimle halk tarafından seçilen bir vali tarafından yönetilirler. Tek meclisli (gkai) tarafından çıkarılan yönetmelik ve bütçelerle yönetilir. Her profektör kenti ilçe, kasaba ve köylere ayrılır. Bazı profektörler de uzak bölgeler alt profektörlere ayrılır (yönetimi kolaylaştırmak için). Örneğin Japonya’nın en kalabalık profektörlüğü olan Tokyo’ya (12 milyon) bağlı ilçe sayısı 1, belediye sayısı 39 adettir. 9 milyon nüfuslu Osaka’da ise 5 ilçe 43 belediye bulunur. Bölgeler ise idari ayrımlara tabi tutulmuştur. Japonya’da yasal idari statüye sahip şehirler “Belirlenmiş Şehir” olarak adlandırılır. 1 Nisan 2012’deki hükümet kararnamesi ile belirlenmiş, Yerel Özerklik Kanunu’na göre nüfusu en az 500 bin olan bu şehirlerin toplam sayısı 20’dir. Kamusal eğitim, sosyal refah, sağlık, iş izinleri ve kentsel planlama gibi profektörlük görevlerini gerçekleştirir. Semt (Ku) denen alt birimlere ayrılan kentlerde kamu görevleri yerine getirilir. Tokyo’da 23, Japonya’da 171 tanedir. ''Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?'' (Aurelius Augustinius) Kleptokrasi, bir çalma rejimi olarak adlandırılır. Kleptokrat, hırsız yönetim demektir. Devlet işlerine rüşvet, çıkar ve kişisel ilişkiler egemen olur. Zeynep Oral, Kleptokrasi için “Halkın kendi hırsızını kendi oylarıyla seçmesidir.” demişti (Cumhuriyet, 6 Mart 2014) Elde edememe sonundaki huzursuzluk ihtiras, haris aşırı derecede para hırsı (mammonizm) obsesif takıntılı durumlara sebep olmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, hürriyetsizliğin fakirlikten beter olduğunu belirtirek asıl korkunç ve tahammülsüz olanın hürriyetsizlik olduğunu ifade eder ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında şöyle der: “Politikadaki hürmet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır.” (s.23) Tanpınar’a göre, “Bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir.” (Dergah Yayınları, 13.baskı, 2008, s. 23) “Sulta ya da Otorite” (Yetke) başkalarını inandırıp kendisine bağlama, bir şeyi yasaklama ya da yaptırma gücünü ifade eder. “Mutlakiyet” ise iktidarın yasal ve geleneksel sınırlamalar olmadan geniş alana hükmettiği bir siyasal düzendir. “Monarşi” (Monarchie) dilimize Fransızcadan geçmiş Eski Yunanca bir sözcüktür. “Monos” (tek) ile “Archein” (yönetmek) fiilinden türemiştir, tek şef, tek kişinin yönetimi anlamına gelir. Mutlak monarşi ise, yasama yürütme ve yargının (kuvvetler birliği) hükümdarda toplandığı yönetim sistemidir. İktidarın aynı aileden soydan geçme (patrimonyal) yoluyla kalması, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurması, cezalandırma ve bağışlama yetkilerinin sadece padişahın elinde bulunması monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özelliklerdir. “Meşruti Monarşi ya da Anayasal Monarşi” (Meşrutiyet), seçilmiş hükümet ve temsili bir kralın yönetimi. “Parlamenter Monarşi” diye de tanımlanan meşruti monarşi, cumhuriyet ile mutlak monarşi arasında bir sistemdir. İlk meşruti devlet Hitit İmparatorluğu’dur... Doğu’da İslam toplumu ortaçağa denk gelen 8-13.Yy arasında bilimsel ve teknolojik gelişme çağı yaşadı. Tıpta “İbn-i Sina” astronomi ile matematikte de Kindi, Battani, Farabi, Harizmi ve Ömer Hayyam Batı’da da bilinirlerdi. “El-Kanun fi't-Tıb” veya Latince ismiyle “Canon Medicinae” (Tıbbın Kanunu), Avrupa’da Avicenna olarak da bilinen İbn-i Sina'nın 14 ciltlik tıp ansiklopedisi Ortaçağ’da üniversitelerde ders kitabı olarak okutulurdu. İslam rönesansı haçlı seferleriyle Avrupa’ya da taşınmıştır. Kuruluşu bütün konargöçer topluluklarda olduğu gibi beyliklerden devletleşme aşamasına giren Osmanlı da kurun-i vista yani orta çağların devlet yapısına ve yerleşik düzenine geçmişti. Feodal toplumdaki serf (köle)-senyör (oligark) ilişkisi (servaj) başta görülmediyse de toprağın giderek bölüşülüp meta haline gelmesiyle devlet ve uyruğu arasındaki maddi ilişkilere dönüşmüştür. 1876’ya kadar mutlak monarşi ile yönetilen yani padişahın her şeye mutlak egemen olduğu, padişahtan başka bir tek yetkili organın ve yetkilerini sınırlayan herhangi yazılı kanunun bulunmadığı Osmanlı Devleti ancak 1876’dan sonra meşruti monarşiye geçmiştir. Bu dönemde anayasa olmakla beraber mutlak güç yine de padişaha aittir. “Heyet-i Vükela” yani vezirler (sadrazam) ve nazırlar (bakanlar) olmakla beraber padişahın mutlak veto yetkisi vardı. “Meclis-i Mebusan” (Milletvekili Meclisi) padişaha karşı sorumlu olduğundan sadrazam (başbakan) dahil hepsi padişah tarafından atanıp azledilebilirlerdi. Padişahın sikke basımı, mehter çaldırma, sancak verme, hutbe okutmak gibi bir takım kendine özgü onay simgeleri vardı. Osmanlı Devleti’nde topraklar sahiplerine göre kısımlara ayrılmıştı. Toprakların büyük kısmı derebeylerine aitti ve “Mütegallibe”nin (Zorba Takımı) elindeydi. Bu despotik zümrenin gücünün halk üstünde büyük etkisi vardı; halkın fikirleri davranış ve özgürlüğü bu zadegan takımının baskısı altında tutulurdu... Miri toprakları “Reaya” denen sınıf işlerdi. Kişi ve kurumlara bağlı topraklar “Vakıf” devlet hazinesine bağlı topraklar “Mukataa” Müslümanlara ait topraklar ise “Ösri” şeklinde ayrıma tabiydi… “İlm-i Kelam” mütekallim (söyleyen, konuşan) sınıfa, İslamı akıl yoluyla savunmaya dayanan ilim İslam düşünürlerini filozoflardan ayırmak için takılan isimdi. Bilgi yerine inancı öne alan (fideizm) ve din temelli Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında etkisi olan dinsel kurumlardaki yozlaşma ve bilimsel yeniliklere ve değişime muhalefet halkın aydınlanmasına karşı çıkışlar yine obskurantist (karanlıkçı) çevrelerden geliyordu. Örneğin,1580’de Takiyüddin bin Maruf’un İstanbul’da yaptırdığı rasathane şeyhülislam jurnaliyle yıktırılmıştı. Bugün bile sırrı tam olarak çözülememiş içeriğinde 132 harita da bulunan ünlü “Kitab-ı Bahriye”yi yazmış “Piri Reis” bile idam edilmişti. Çeşitli gemicilerin haritalarının birleşiminden oluşturulduğu varsayılan Piri Reis’in haritasındaki bazı detaylar tam olarak ancak ilk kez ayrıntılı uzaydan 1968’de çekilmiş Dünya fotoğraflarıyla açıklık kazanabilmişti. Tutucu çevreler, gerici güçler ve yeniçerilerin direnmelerine rağmen yenileşme dönemi; 1789’da tahta geçen III.Selim’in (1789-1807) uygulamalarıyla Osmanlı’nın yeniliklere açılması başlamıştır. 1808’de 2. Mahmut döneminde ilk gazete “Takvim-i Vekayi” çıkarılmıştı (1831). 1839’da padişah ilan edilen Abdülmecit döneminde de meşrutiyeti destekleyen ilk özel gazete “Tercüman-i Ahval” yayınlanmıştır. “Batıcılık”la, Türk toplumuna batıda gelişen düşünce, yönetim şekli ve yaşam tarzını uygulayıp ülkenin gelişimine katkı sağlamak amaçlanmıştı. Aydınlanma düşünce ve kurumlarıyla ilgilenen batıdaki gelişmelerle tanışan sınırlı aydınların girişimi ile Osmanlı Devleti’nde de bu düşünce biçimi etkili olmaya başlamış, 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan fermanla Tanzimat (reform) ilan edilmiştir. Tanzimat döneminde siyasal ve hukuki yenilikler sürdürülmüştür. Ferman halkla payitaht (saltanat) ilişkilerine şekil vermeye başlamıştır: Vergi, emniyet, yargılama, askerlik, maaş gibi. “Darül Fünun” (Üniversite) kurulmuş, bir Bilim Kurulu “Encümen-i Daniş” oluşturulmuştur. 23 Aralık 1876’da ilk kez meşrutiyet ilan edilerek, 26 Temmuz 1908’de de Kanuni Esası (Anayasa) yürürlüğe sokulmuştur 2.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Kanuni Esasi ile kurulan Genel Meclis “Meclis-i Umumi” yerel egemenlerin oluşturduğu “Meclis-i Ayan” ve seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclis-i Mebusan’dan oluşuyordu. Koyu bir istibdat idaresi (baskı rejimi) uygulanan 2.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye de başlamıştı. Kurulan parlamento da 2 yıl sonra Abdülhamit tarafından dağıtılmıştır. Ziya Paşa ve Namık Kemal’le birlikte anayasayı hazırlayanlardan birisi olan Sadrazam “Mithat Paşa” düzmece bir kararla önce Taif’e sürgün edilir orada da boğdurulur. “Tevhid-i Kuvva” (Kuvvetler Birliği) ilkesiyle yönetilen devletin yasama erki, yürütme ve yargı erkini de kullanması 1921 Anayasasında olduğu gibi padişah (halife) yetkisindeydi. “İrade-i Seniyye” yani padişah emri de, “irade-i Şahane” yani ferman da fetva da padişahtaydı. “Hilafet” İslami siyasi ve hukuki bir yönetimdi. Halifeliğin siyasi önemini bilen Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı’ya geçen halifelik (hilafet), saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra 3 Mart 1924’te kaldırılmıştır. 1924’te İngiliz hakimiyetinde hilafet yanlısı bir parti olan din ve liberal temelli “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” siyasal sahneye çıksa da 1 yıl sonra kapatıldı. Halife, farklı sosyal yapıya dayalı kabilelerden oluşan İslam toplumunda (ümmet) iç çatışmalarla dağılmayı önlemek için getirilmiş bir üst makam olarak görüldü. İlk büyük halifelik dönemi peygambere ilk vahiy indiği 610 senesiyle Ali’nin öldüğü 661 senesi arasıdır (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). “Hulefai-i Raşidin” ise 4 büyük halifeden sonra gelen halifeler dönemidir. Zamanla İslam toplumunda da bölünmeler başlamış farklı itikad ve tarihsel kollar (mezhepler) ortaya çıkmıştır. Örneğin Rafıziler, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini geçerli saymazdı… “İbn-i Haldun”a göre toplumları mümkün kılan 3 sebep güvenlik, otorite ve ekonomik ihtiyaçlardır. İbn-i Haldun devlet görüşünde bireyleri ilkellikten uygarlığa götüren nedeni toplumsal bağ (asabiyye) olarak görür. Haldun’a göre, bir grubu dayanışmaya iten öge başta kan temelliyken (soy asabiyeti) devlet aşamasına geçtikten sonra dinsel otoriteye bağlılık olmaktaydı. İlki “Nesep” (Şecere) diğeri “Müktesep” (Sebep) asabiyettir… “Kut” eski Türkçe kutsal iktidar, üstün güç demekti. “Emir ül Müminin” (Ulül-ü Emir) ise bütün Müslümanların emiri demektir. Kur’an’a göre (Nisa suresi) devletin esası devlet reisine (ulül emre) itaate dayalıydı. Ancak Ulül Emir (Emir Sahipleri) konusunda bir görüş birliği (açıklık) getirilmemiştir. ABD’liler din ile siyasetin uyumunu bozmamış Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de tüm mezhepler, büyük bir hristiyan birliği oluştururlar ve hristiyanlığın ahlakı her yerde aynıdır. Amerika’nın büyük kısmı, Papa’nın otoritesinden kaçtıktan sonra, hiçbir dinsel üstünlüğe itaat etmemiş insanlardan oluşuyordu. Bunlar o halde yeni dünyaya en iyi biçimde demokratik ve cumhuriyetçi olarak adlandırabileceğim bir hristiyanlığı getirdiler. Bu da kamusal meselelerde cumhuriyetin ve demokrasinin kurulmasını kolaylaştırdı.” (s. 296-299) Bizdeki sistemin adı İmamokrasi mi? Özdemir İnce, 1950’den 2000’e kadar tam 50 yıl içinde “Tevhid-i Tedrisat” (öğretim Birliği) kanununun parçalandığını, devlet bürokrasisinin, toplumun yapı ve kurumlarının planlı olarak kadrolaştırıldığını ifade ediyordu. ( İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi, Tekin Yayınevi, 2016, 1. Baskı, s. 26-27) H. Aliyar Demirci “Başkanlık Sistemi” kitabındaki makalesinde Recep Tayyip Erdoğan’dan “Üniversite eğitiminden çok müktesebatındaki imam hatip lisesi eğitimi, özellikle 80 sonrasında içinde yeraldığı Milli Görüş Hareketi’nin bu okulları öne çıkarmış olması dolayısıyla dikkat çeker.” şeklinde bahsederken, “1990’larda imam hatipli olmak bazı çevrelerde yarı politik bir kimlik olarak benimsenmiştir.” diyor. Demirci’ye göre, “Esasen siyasi partiler kanunumuz ve parti içi tüzükleri merkeziyetçiliği ve genel başkan otoritesini güvenceye alır. Liderler Türk toplumundaki mutlakçı kültürel geleneğe bağlı olarak eleştirilmesi ve buna hoşgörü ile yaklaşmayı sanki bir güçsüzlük belirtisi olarak algılarlar.” (Liberte Yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 43) IEA adlı kuruluşun yaptığı değerlendirmede Türk öğrenciler fen dalında sondan altıncı matematik dalında sondan sekizinci diye aktarıyor Özdemir İnce (a.g.e, s. 29) Ne Almanya’da ne Fransa’da bizdeki İmam Hatip liselerine benzer bir okul yoktur. İmam hatipleştirmenin kısa tarihine de değinen Özdemir İnce, 1950’den itibaren özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yüzlerce okulu açarak eğitimi dinselleştirdiğini söylüyor. 1958’de 26 adet olan sayı 1969’da 71’e, 1997’de 600’e ulaşmış. “Üst kimlik İslam” diyen İslamcı gazete yayınını eleştiren İnce, RTE’nin Yeni Zelanda’dan, “Bizdeki etnik unsurları birbirine din bağlar.” dediğini de aktarır. (s. 91) AKP’nin İmam Hatip politikası buydu. İmamokrasi “Türk toplumunun İslamileşmesinden kaygılanmak sanıldığı gibi bir paranoya değil zira tamamen ya da kısmen İslamileşmiş bir toplumda artık ne demokrasi ne de özgürlükler vardır.” (s. 160) diyen Özdemir İnce, “AKP’nin Mısır ve Suriye siyaseti irticaya dayandığı için iflas etmiştir. RTE hükümeti Arapların iç işlerine karıştığı için, bu dünyayı kendine düşman etmiştir.” demekteydi… “Balkanizasyon” politikası Osmanlı topraklarında ulusal toplulukların gerici ve milliyetçi yargılarla bir araya gelmesi olanaksız devletler haline getirmeyi amaçlayan emperyalist devletlerin parçalama politikasıydı. Örneğin 1850’lerde “Yakındoğu Konfederasyonu” adıyla İstanbul merkezli bir konfederasyon oluşturulmak istemişti. Başına da kukla bir halife getirip bu amaç gizlenmek istenmişti. Projenin mimarı İngiltere’dir. “Stratford Caning” adlı bir İngiliz elçisi, 1850’li yıllarda babıali diplomasisini ve padişahı idare edecek derecede Abdülmecit’le yakın dostluk kurmuştu. Hem mutaassıp hem de bir Türk düşmanıydı. Sir “Hamilton Seymour” isimli İngiliz elçisi ise Rus Çarı I.Nikola’ya şu teklifi yapmıştır: “Kollarımız arasındaki hasta adamın ölmesini beklemektense neden iyileştirmeyi düşünmüyoruz?” “Westminster” modeli İngiltere’ye (Britanya İmparatorluğu) özgüdür. Anayasa yoktur. Merkeziyetçi yönetime rağmen kamuoyunun önceliklerini dikkate alan politik kültür egemendir. İngiltere Haklar Yasası, İngiliz Parlamentosunun 1689’da yayınlayarak, egemenliğin parlamentonun eline geçtiğini bildirdiği yasaydı. İlkeleri: Parlamento tam bir özgürlüğe sahip olacak, sık sık toplanacak, seçimler serbest olacak, parlamentonun kabul ettiği yasa kral dahil herkesi bağlayacak ve parlamento izni olmadan asker ve vergi toplanamayacaktır. Bu yasa ile hukukun üstünlüğü ve demokrasinin kilit ilkeleri İngiltere’ye yerleşerek uygulanmaya başlamıştır. İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta ile meşruti monarşiye geçilmişti. Baronlar yani yerel beylerle (toprak sahipleri) yapılan anlaşmayla kralın yetkisinin sınırlandırılmasının ilk adımı atılmıştı. “Magna Carta Libertetum” (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), günümüzdeki anayasal düzene kadar yaşanılan sürecin ilk basamağıdır: Delil olmadan dava açılamaz (madde 38), yasaya uymayan karar olmadan tutuklama, hapis, sürgün, kötü muamele olmaz (madde 39), adalet gecikmez (madde 40), yasaları bilmeyen kişi yetkili olarak atanamaz (madde 45). 11.Yy’da ticaretin gelişmesiyle burg adı verilen kalelerde yaşamaya başlayan “Burjuvazi” (burgensis) denen kent soylu sınıf ortaya çıktı. Kralların danışmanları (kurul) Magna Carta ile temsil meclisine dönüşmüş ve ticaret burjuvazisini de temsil etmeye başlamıştı. Burjuvalar (avam) ve toprak soylularını (lordlar) temsil ediyordu. İlk partilerin nüvelerini işte bu kabineler oluşturdu. Parlamento, Fransızca “Parler” (Konuşmak) sözünden gelmektedir. “Kabine” ise İngilizcede küçük oda demektir. Birleşik Krallık parlamentosu Londra’daki Westminster Sarayı’nda toplanır. Bugünkü lordluk statüsünün ise soylulukla bir ilgisi olmayıp sadece saygınlık ifade eder, Lordlar kamarası üyeleri de partiler tarafından atanma yoluyla seçilirler. 9 Mayıs 2012’deki toplantıda kraliçe gelecekte lordlar kamarası üyelerinin de avam kamarası üyeleri gibi seçimle belirleneceğini ifade etmişti. Zira halk tarafından seçilmişler lordlar kamarasının üyelerinin muhalefetine rağmen reform talep etmektedir. İngiltere’de People’s “Charter” (Halkın Talepleri Bildirgesi) proletaryaya da oy hakkı sağlamıştı. Sağlayan da 19.Yy’daki ilk bağımsız işçi hareketi Chartist harekettir. 1857’de Londra’da çalışanlar (alt ve orta sınıflar) bir bildiri yayınlayarak taleplerini iletirler. “Feargus Edward O’Connor” tarafından kaleme alınan bildirge 1836’daki durgunluk sonrası işçilerin “İşçiler ve Çalışanlar Derneği” çatısı altında toplanıp da yayınladığı 6 maddelik bir bildirgeydi. Genel oy, gizli oy ve açık sayım ilkesi milletvekili seçilmek için bir miktar varlık sahibi olma koşulu dışında 10 saatlik iş günü yasasını da parlamentoya kabul ettirebilmiş, seçme seçilme hakkının tanınmasında da büyük rol oynamıştır. İngiltere’de kadınlara oy hakkı ise “Suffrage” hareketi ile 1830’larda başlayıp ancak 1918’de seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle sonuçlanabilmişti. Süfrajetlerin başlattığı girişimler 30 yaşını dolduran kadınlara seçme hakkı getirdi. “Teokratik Monarşi” tek kişinin egemenliğindeki dine dayanan yönetim. Sistemin temeli dogmalara dayanır: S.Arabistan, İran ve Vatikan böyledir. Engizitor şeraitle yönetim, “Entegrizm” de gericilik, aşırı muhafazakârlık olarak tanımlanabilir. “Roger Garaudy” genel özelliklerini “Entegrizm” kitabında açıklamaktadır. Entegrist hali dinde değişikliği onaylamama halidir: Hareketsizlik (uyumu red), muhafazakârlık (geçmişe dönüş) ve dogmacılık (taassup, sürtüşme, kavgacılık, uzlaşmama) gibi. Platon’a göre devlet, bilgi, akıl, erdem, doğruluk gibi değerler üzerine kurulmalıdır. Anayasa monarşi ve demokrasi (özgürlük ve bilgelik) karması olmalıdır. Platon’un siyasi diyalogları üç başlık altında toplanmıştır: Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar. Mülkiyetteki aşırılığın ve eğitimdeki yozlaşmanın yaratacağı yönetime (Timokrasi) ve aileye ilişkin görüşlerini daha sonra Yasalar’da yumuşatmış, sitedeki uyumu bozmayacak kadar herkese bir parça toprak ve belli sayıda (5040) insanın yaşayacağı site görüşünü savunmuştur. “Sofokrasi ya da İdeokrasi” (filozof krallık), “Devlet” adlı eserde Platon’un önerdiği bilgeliğin egemen olduğu yönetim tarzıdır. Platon, Devlet’te, şehrin iyi bir koruyucusu olacak kişi için “yaratılışı itibariyle filozof, coşkun ruhlu, atik ve kuvvetli olmalıdır.” demektedir (Kum Saati Yayınları, s. 77) “Timokrasi” ise askerlerin diktatoryasıdır (güç, otorite, altın, para ve mülkiyet hırsı). “Demokratizm”, demokrasiye inanan ve ondan hoşlanan insanların yaşam felsefesi, zaman ve mekana göre değişen demokrasi tanımlamasıdır. Demokrasi, çok olanların, haklarını da koruması ve azınlıkların da kendini geliştirecek ortamları sunmasıdır. Yunanca bir sözcük olan demokrasi, yurttaş topluluğu anlamına gelen "Demos" ile yönetme anlamına gelen “Kratos” sözcüklerinin birleştirmesinden türetilmiştir. Kratos, Yunanistan’daki 18 yaşın üzerinde binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. “İsegoria” ise mecliste herkesin sahip olduğu söz alma hakkına denirdi. Yunanlılarca demokrasi ile benzer anlamda kullanılmıştır. Meclis toplantıları kurayla seçilmiş 500 kişilik bir kurula “Bule” bölünmüştü. Bu kurulun görev süresi 1 yıldı kurulun üyeleri ise arka arkaya olmamak üzere en fazla iki kez seçilebiliyordu. “Demokrasi çoğunlukların diktatörlüğüdür.” (Pierre-Joseph Proudhon) “Otonomi” kendi yasalarıyla yönetilme, özerklik, “Nomos” yasa demektir. Otonom kendi kendini yönetendir yani özyönetimdir. Halkın kendi kendini yönetimidir. Özerklik karşıtı olan “Heteronomi” (Yaderklik) ise insanların kendi dışında kurallara göre davranışta bulunduğu bir düzeni, heteronom da yönetileni ifade etmektedir. Otoriteye dayalı devlet biçimleriyle ilgili eleştiri getiren “Anarşizm” (Yöneticisiz Toplum) ve “Anarko Komünizm” (Komünalizm) de eşitlik ve özgürlük temelinde otoriter topluma karşı farklı bakış açılarıyla ön plana çıkmakta. Anarşizm düşüncesinin başlıca teorisyenleri, Pierre-Joseph Proudhon, Wlliam Godwin, Mihail Bakunin, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin ve Errico Malatesta sayılabilir. Bunlardan biri olan Rus devrimci ve kolektivist anarşizm kuramcısı Bakunin, “Eğer şimdiye kadar çıkarlar asla ve hiçbir yerde karşılıklı uyuşmaya erişememişse, bu suç, çoğunluğun çıkarlarını ayrıcalıklı bir azınlığın yararına kurban eden devlete aittir.” demekteydi (Tanrı ve Devlet, Belge Yayınları, 2. Baskı, 2013, 285). Anarşist felsefenin ilk temsilcisi, Platon’un “Devlet”ine karşılık, özgür bir topluluk fikrini öne süren Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’du. Anarşizmi ilk sistematik hale getiren İngiliz filozof “William Godwin”dir. Kendini "anarşist" olarak adlandıran ilk kişi ise “Pierre-Joseph Proudhon”dur. Anarşizmi kendi kendini idare eden fertlerin yönetim şekli olarak tanımlar. Proudhon’a göre, iktidarların birbirine karşıt iki ilkesi vardır: Otorite ve özgürlük. “Federasyon” kendi kendini yöneten, karşılıklı güvene dayanan anlaşmalar ve kuvvetler ayrılığı prensibine göre düzenlenmiş evrensel oy hakkı ve eşitlik temelinde birliklerdir. İlk anarşist düşünür olmasına rağmen 4 iktidar çeşidi sayar, hükümet sistemleri ve siyasal yapıları otoriter ve özgürlükçü rejimler olmak üzere ikiye ayırır: Otoriter rejimler Krallık-Aristokrasi ve Komünizm “Panarşi”. Özgürlükçü rejimler Demokrasi ve Anarşi “Self-Goverment”. “Federasyon İlkesi”nde, “Özgürlük fikrinin güçlü cazibesine rağmen, ne anarşi ne demokrasi, hiçbir yerde fikirlerindeki çeşitliliği ve bütünlüğü koruyarak örgütlenememişlerdir.” demektedir. (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2014, s.31) Demokratik iktidarı özgür katılım ve muvafakat ile gerçekleşir görüyor. Sözleşmeden doğan toplumu, otoriter, ataerkil, monarşik ve komünist devletin karşısında saflaştırır Proudhon. Anarşi idealinin akıbetini ise ilke, yasallık ve ahlaki ölçülerine rağmen bunları koruyamayan sonsuz bir arzu “Desiderato” durumuna düşmüşlük, mahkumiyet olarak görür. “Özgürlükçü Sosyalizm” yanlısı olan “Murray Bookchin” anarşizmle toplumsal ekolojiyi sentezleyerek “Özgürlükçü Yerel Yönetim” kavramını ortaya atmıştı. Bookchin, doğanın kültürel evrimini “Organik Toplum” ve “Hıyerarşik Toplum” olarak ikiye ayırmaktadır. İlki eşitlikçi, sembiyotik insan topluluklarını da içeren yapı, ikinci tür emir ve itaat sistemini kurumsallaştıran ekonomik sınıflar ve bürokrasinin yeraldığı yapıdır. “Noam Chomsky” “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz.” görüşünü savunmakta, “Ellen Meiksins Wood” ise “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz.” demektedirler. Günümüzde sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber “Yeşil Siyaset” ya da “Politik Ekoloji” de şiddet karşıtı, katılımcı ve toplumsal adaleti savunan, çevreci amaçlara değer veren bir görüş olarak ortaya çıktı. Seksizm ve savaş karşıtlarını da içine alan bu hareket 1979’da Almanya’da kurulan Yeşiller Partisi ile Avrupa’da varlığından sözettiriyor… “Mülkiyet hırsızlıktır!” der Proudhon, ve “İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir.” der Bakunin de. Anarşistler ve komünistler için mülkiyet ya da devlet bir özgürlük sorunudur da. Bakunin, “Sosyalizm olmaksızın özgürlük ayrıcalık ve haksızlıktır. Özgürlük olmaksızın sosyalizm kölelik ve şiddettir.” derken, Bakunin destekçisi İtalyan Anarşist “Carlo Cafiero” ise “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.” demişti. “Demarşi ya da Sınırlı Demokrasi”, otorite ve iktidarların halka karşı yetkilerini sınırsız kullanamadığı bir demokrasi şeklini ifade etmektedir. Eski Yunan’da “Demarchia” şehir yönetimi anlamına gelmekteydi. Bazı ayrıcalıklı yönetim biçimleri: Poliarşi, plütokrasi, meritokrasi, mediokrasi, kritarşi, talassokrasi, stratokrasi, androkrasi, gerontokrasi ve idiokrasi olarak sayılabilir. “Poliarşi”, elitlerin egemen olduğu sanayi toplumlarını ifade eder. “Plütokrasi”, zenginlerin yönetici kesimi oluşturdukları zengin egemen siyasal yapıdır. “Meritokrasi”, kısaca liyakat düzeni, yönetim gücünün, kişilerin bireysel üstünlüğüne ve yeteneğine yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Kişiler görevlere eğitim ve kapasiteleri temel alınarak atanırlar. “Kritarşi” yargıçların “Talassokrasi” deniz kuvvetinin “Stratokrasi” askerlerin liderlik konumunda olduğu bir yönetim şeklidir. “Mediokrasi” vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetimdir. Katı hıyerarşik kıdemci düzendir. “Androkrasi ya da Fallokrasi” erkeklerin egemen oldukları (patriyarkal) toplumsal düzeni ifade eder. “Gerontokrasi” yaş hıyerarşisine dayalı yönetim biçimi, “İdiokrasi” ise, geri zekalıların egemen olduğu toplumsal düzendir. Alman filozof “Christian Wolff”a göre “Siyaset Felsefesi” insanı toplu halde ve yerleşik düzene geçmiş bir konum içinde yaşayan varlık olarak ele alan felsefe disiplinidir. Çoğunlukçu ve eşitlikçi adalet fikrini savunan ABD'li filozof “John Rawls”ın temel eseri “A Theory of Justice” (Bir Adalet Kuramı) 20.yüzyılın siyaset felsefesi alanında hazırlanmış en önemli kitap olarak görülmektedir. Rawls, ABD ve Kanada mahkemelerinde sıklıkla alıntı yapılan ve ABD ile Birleşik Krallık politikacılarının siyaset felsefesi alanında en çok atıfta bulunduğu filozoftu. Toplumsal adalet ilkesini savunan Rawls, “Toplumun refahı, en kötü durumdaki bireyinin durumundan daha iyi değildir" der ve toplumsal eşitsizliklerin toplumda dezavantajlı durumdakilerin yararı gözetilerek çözümlenmesini önerir… Romalıların otorite kabul ettiği yüksek nitelik ve sahibi olan kişi, “Primus İnter Pares” (Eşitlerin Birincisi) olarak ifade ediliyordu. Ortaçağ Fransasında bütün soylular yani derebeyleri (senyör) eşitti. Kral da bir senyördü ama eşitlerin arasında birinci idi. Vasal ile senyör arasında birinin toprak kullanma diğerinin asker sağlama hakkı kazandığı “Fief” sözleşmesi yapılıyordu. Böylece feodal düzende vasallar da soyluluk ünvanı kazanıyordu… Fransa İhtilali’nden önce toprakların 2/3’ü kilise (ruhban sınıfı) ve soylulara (asiller) aitti. Basını kral denetlerdi.16.Louis ‘in yönetiminde Hollanda ve Polonya kaybedilmiş, imparatorluk zayıflamıştı. Buna karşılık kral ve ailesi lüks ve israf içinde yaşamaktadır. Fransa kral ve aristokrasi yanlısı “Jironden” ve aşırı cumhuriyetçiler “Jacoben” arasında keskin mücadelelere sahne oldu. Ancak etkili ama kısa süren devrim her iki tarafın sonunu da giyotinle noktalamıştı. Birisi de “Georges Jacques Danton”du… “Halkın tehlikeli tek düşmanı var o da hükümettir.” (Georges Jacques Danton) İlkçağlardan bu yana ideal devlet aristokrasi yanlısıydı (Platon, Aristo, Cicero). Aristokrasinin özü ise bilgelikti. Ortaçağın din temelli (teolojik) felsefesi de Aristo’nun Poetika’sını esas alır ve bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır düşüncesinden yola çıkarak akıl yoluyla gelen eleştirileri çürütmeye çalışır (düz mantık). Dinsel kaidelerin tartışılmazlığı desteklenir. “Deux Glavies” (Çifte kılıç kuramı ya da iki kılıç kuramı), düşüncesine göre iktidar dünyevi ve ruhani iktidar olarak ikiye ayrılmaktadır. I.Gelasius, 492-496 yılları arasında papalık döneminde çifte kılıç kuramını ortaya atarak tinsel (ruhsal) kılıcın devletten (hükümdardan) daha üstün olmasını savunmuştur. Bu görüşe göre iktidarın kaynağı da sorgulanamaz şekilde kilise sayılıyordu. Tinsel kılıcın üstün olmasını savunan İngiliz din adamı “Johannes Parvus” papalığa boyun eğmeyen kralların tiranlaştığını söylemiştir. Papa III.İnnocentus ise şöyle diyordu: “Krallar beden üzerinde iktidar sahibidir, papazlar ise ruh üzerinde. Ruh bedenden ne kadar değerli ise papalık da krallardan o kadar değerlidir. Hiçbir kral İsa’nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece doğru bir hükümranlık süremez.” “Thomas Hobbes” 1651’de yazmış olduğu kitapta Tanrı’ya dayanan iktidar ya da en yüksek iktidarı Tevrat ve İncil’de de geçen su canavarı Leviathan’a benzetmişti. “Leviathan” bir kralı temsil ediyordu. Devin bir elinde kılıç, bir elinde de başpiskoposluk sembolü bulunmaktaydı. Kılıç, toplumsal sözleşmeyle ortaya çıkan güvenlik ihtiyaç ve yararını meşale ise aydınlanma’yı (aydın despot) temsil ediyordu. Seküler ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın sembollerini tutan gövdenin yapısı da bir vatandaşlar topluluğu olan “Commonwealt” (Devlet) figürünü sembolize ediyordu. Rönesansla beraber seküler (laik) gelişmeler, ulusal monarklar ve reform hareketi kilise otoritesini derinden sarstı. Bunun yanında 1524’te “Alman Köylüler Savaşı” ve “Thomas Müntzer”in başını çektiği ayaklanmalar da politik ve dinsel baskıya karşı eşitlikçi toplum arayışının mücadele sembollerinden oldu. Hazırladığı 12 maddelik bildirgede Müntzer, “Efendilerin el koyduğu topraklar komüne iade edilmedir.” diyordu. Friedrich Engels’e göre köylülerin diliyle konuşan bir devrimcidir Müntzer. Ayaklanmalar tarihinin ilk büyük önderi “Spartaküs”tür. Onun önemi Roma Cumhuriyetine karşı ilk büyük köle ayaklanması olmasında yatıyor. Trakyalı Spartaküs Güneş Şehri ütopyasında Thurium’u başkent yaparak bir liman şehrine çevirir. Amacı “Likurgos” (Lycurgue) gibi Sparta’daki kanunları uygulayabileceği örnek bir devlet kurmaktı. Spartaküs kenti 9 kişilik temsilciler meclisi ile yönetiyordu. Güneş Şehri anayasasının ilk maddesi kölelik ve köle ticaretini yasaklamıştı. Kadın ve erkekler eşitti. Yasaları kil ve gümüş tabaklar üstüne 3 ayrı dilde (Germen, Trakya ve Yunan) yazdırıp Latince olarak kent meydanına astırıyordu. Thurium’da altın ve gümüş kullanımını yasaklamıştı. Para yerine mal değiş tokuşu yapılıyordu. Her grup kendi toprağını kendi işlerken, hayvan ve ürünler merkezdeki yönetime aktarılıyordu. Tarihin bilinen ilk büyük eşitsizlik ayaklanmasına Spartaküs önderlik etmişti ancak Aristonikos’un ayaklanması Spartaküs’ten önceki en büyük ayaklanmadır. Bergama kralı III.Attalos ölünce Romalılar Bargama’nın varisi olduklarını öne sürmüşlerdi. “Aristonikos” ve kardeşi buna karşı çıkmışlar, köle ile serflere özgürlük ve eşitlik vaat etmişlerdi. “Heliopolis” (Güneş Şehri) kurulacak burada kardeşlik içinde yaşanacaktı. Düşüncelerinin temeli “Kymeli Blassius”a dayanıyordu. Blassius stoacı bir düşünürdü ve toprak reformu yapmak isterken öldürülen Tiberius Gracchus’u desteklemişti. 1.Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Marksistler de kurdukları siyasi birliğe “Spartakusbund” (Spartaküs hizip) adını vermişlerdi. Bu birlik daha sonra Alman Komünist Partisi’ne dönüşmüştü. “Anaksimander ya da Anaksimandros” (MÖ. 610-546) öğretilerini kaleme almış ilk filozoftur. Öğretmeni Thales’in suyu doğanın ana maddesi görmesini karşılık “Aperion” (Sonsuzluk) ilkesini ortaya atmıştır. Evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Ona göre dünya boşlukta sallanan bir silindirdi. 15 ve 16.Yy’da insanlık, keşifler, bilimsel yenilikler ve düşünce dünyasında gelişmelere tanık olurken “Giordano Bruno” ve “Galileo Galilei” gibi bilim insanları Hristiyanlık'a aykırı gelen düşüncelerinden dolayı dinci dogmatizmin tepkisiyle karşılaştı. Sapkın ilan edilen Bruno yakıldı, Galileo ise ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Galileo, “Kuşku bilimin babasıdır” diyordu. Yakılan Bruno’dan ortaçağ karanlığına yayılan ışık ise şu sözlerle parlıyor: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Ta ki “Hümanizm” (İnsancıllık) temelli aydınlanma düşüncesi gelişene kadar. Hümanizme, dinin ve ahiretin değil dünyanın ve insanın yetilerine öncelik tanınana kadar. Bu düşünce özgürlükçülük, akılcılık ve evrenselcilik gibi temel ilkelere dayalıdır. Aydınlıkçı düşünce, mistisizm ve gizemcilik yerine de bilim ve şüpheciliği (asıl yaratıcılığın kaynağı) temel almaktaydı. Thales, Xenophes, Anaksagaros, Perikles, Protagaros, Demokritos, Desiderius Erasmus’un daha sonra da Thomas More, Rabelais, Montaigne, Shakespeare gibi isimlerin hümanist düşünceye büyük katkıları oldu. 17.Yy’da din temelli tartışmaların yerini Avrupa’da ideolojik tartışmalar siyaset ve din ayrışmaları “Büyük Kopuş ya da Great Schism” almıştır. Savaş ve devrim, sosyal adalet, sınıfsal ayrılıklar ve milli kimlikler… Kilise sezgi ve tefekkür yoluyla kazandığını iddia ettiği bilgiyi de (gnostisizm) tekeline almıştır. Sekter dinsel yapı farklı düşünce ve her türlü şüpheciliği sapkınlıkla suçlar. Buna karşılık iktidar ortaklığı kilise ve kale sahibi (hükümdarlar) arasında paylaşılmaktaydı. Bu ikisi arasında yüzyıllarca süren yetki savaşı ve rekabette halkın payına düşen ise sadece kölelik ve yoksulluktu. Bilgi halk için Ezoterik (içrek) yani dışa kapalıydı. “Johann Christoph Friedrich von Schiller” Alman hükümdarları arasında en açık fikirli ve sanatsever olarak bilinen düka “Prens Holstein-Augustenburg” a yolladığı mektuplardan birisinde (10.mektup) şunları yazmaktadır: “Gerçeğin dışına çıkmaya cesaret edemeyen asla hakikati elde tutamaz.” (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s.44) Kilise o zamana kadar yer merkezli (geosentrik) görüşün doğru olduğunu ileri sürüyordu dünyanın sabit, gezegenlerin (gökcisimlerinin) ise onun etrafında döndüğünü iddia ediyorlardı. Bu inanış 17.Yy’a kadar sürdü. “Yine de dönüyor!” (Galileo Galilei) 17.Yy'da Galileo Galilei, günmerkezlilik görüşüne güçlü destek vererek Roma Katolik Kilisesi'ne karşı çıkmıştır. “Nikolas Kopernik”in savunduğu “Helyosentrik” (Güneş Merkezli) dünya görüşü ise yerküre ve diğer gezegenlerin güneş çevresinde, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü savunuyordu Rönesans sonrası Avrupa’da Kopernik’le başlayıp Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bilimsel devrim 17.Yy’da doruğa ulaştı. Bunların tartışılmaya başlanması bile Aydınlanma ışığının parlayışına etken olur. Dinde “Reformasyon” (Yenilik) dönemine girilir. Çağa damgasını vuran ise heretik düşünceler ve laiklik kavramıydı. Papalık ya da ruhban karşılığı (antiklerikal) fikirler filizleniyordu. Eski Yunanca “Laizos” yani laik, kilise dışı rahiplerden başkası anlamına gelir. Aydınlanmacı devlet görüşünün temeli “John Locke” ile “Jean Jacques Rousseau”nun liberal ve toplumsal sözleşmedeki görüşlerinden oluşur. Buna göre, akıl özgür olmalıdır, toplumsal yaşama öncelik verilmelidir, devlet organik kutsal varlık olarak kabul edilemez, devlet esası birey haklarını korumalıdır… Rousseau, “Bir halk boyunduruktan erken kurtulduğu sürece iyiyi yapmış olur. Toplumsal düzen uzlaşma üstüne kurulmuştur. Özgürlükten vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insan haklarından, dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Bir çoğunluğu boyunduruk altına almakla, bir toplumu gözetmek arasında her zaman büyük fark vardır. Sayıları ne olursa olsun, dağınık halde yaşayan insanlar, art arda bir kişinin sultası altına girdiler mi, bence artık ortada bir halk ve onun lideri değil, bir efendi ve köleleri var demektir; belki bir kütleden sözedilebilir ancak, bir toplumdan değil; ortada ne kamu yararı, ne de siyasal bir yapı vardır çünkü.” demektedir. (Toplum Sözleşmesi, Oda yayınları, 2008, 1. Basım, s. 8-13-16)

  • L'état, C'est Moi  (Devlet Benim) ! (Louis XIV)

    Avrupa ülkeleriyle özellikle Hollanda ile yaşanan diplomatik sorun yıllar önce Cem Özer’den alıntıladığım yazıyı aklıma getirdi. Kriz, Cem Özer'in bizim muhafazakârlarımız Batı'nın nimetlerinden yararlanırken halka bunları yasaklayıp kötüler şeklindeki sözlerini (Acemi Yazılar, Parantez Yayınları, 1997) hatırlatıyordu. Almanya'da mitingi engellenen Bekir Bozdağ'ın "Bir toplumun toplantı yapmasına izin vermeyen bir demokrasi olabilir mi?" lafına “Demek ki 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayabileceğiz. Bu beyan arşive girmiştir çünkü” demişti Cem Özer. Bir lokma bir hırka, İslami burjuvazinin (muhafazakar demokrat) yoksul yığınlara dünyanın değersiz olduğu biçiminde dayattığı, azla yetinmeyi öğütleyen sufi (mistifikasyon) inançtır. Her ne kadar kapitalizmin felsefesiyle çelişse de İslam burjuvazisinin yaşam biçimiyle de çelişiyor halbuki... Eski Yunan ve Roma’da sıkça kullanılan demagoji, hitabet yoluyla din ve millet gibi kavramlar üzerinden propaganda yöntemi idi. İki yüzlülük ve asıl niyeti gizlemek ise takiyyedir. Aksi halde savunma yapar, methiyeler düzer. Buna da apoloji diyoruz. Bir kriz de Almanya’dan sonra Hollanda’yla yaşandı. Hollanda’yla sınırlı kalmadı tabi. İki ülke arasında sorun olmaktan çıkıp adeta restleşmelere varan bir Avrupa Türkiye (AKP) sorunu haline geldi. Yurt dışında yaşanan hadiseler Türkiye’de anayasal bir hak olması ve yasalarla tanınmasına rağmen toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi etkinliklerde sıkça karşılaşılan “Efradını cami, ağyarını mâni” muameleleri de akla getirmiş oldu. Türkiye’de sorun sistemdir. Ne başkanlık ne başka bir şey. Çoğulcu olmayan sistemdi çünkü. Çoğulcu (nispi) demokrasi, çoğunluğun hakimiyetini reddeden, azınlıkların ve muhalefetin de korunmasını savunan demokrasi biçimidir. Çoğulculuk, yönetimin paylaşılmasıdır, çoğunlukçuluk ise çokluğu bütünden üstün tutar. Çoğulcu, çoğunluğun mutlak egemenliğini kabul etmez. Çoğunlukçu (mutlak) demokrasi, çoğunluk kurallarının mutlak (kati) olduğu, azınlık hakları ile kuvvetler ayrılığını sınırlayan çoğulcu demokrasiye göre çoğunluğun aldığı kararları sınırsız ve kesin sayan bir demokrasi biçimidir. Türkiye’de ne yazık ki siyasette çoğulcu kültür geliştirilemedi, gelişmedi. Ve şu torba yasalar… Oldu bittiye getirilen bu düzenleme ve uygulamalar kısaca hesap vermekten kaçınmayı ifade ediyor ve yönetim ile yargıda çoğunlukçuluğa dayanan sistemden kaynaklanıyor. 12 Eylül’de de benzer şekilde siyasal iktidar cunta anayasasının sağladığı yetki ve meclisteki çoğunluğa dayanarak adeta temsilde adalet ilkesini yok sayarak devleti kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yönetti. Türkiye’de temsili demokrasi de hep sorunlu olmuştur. Özellikle 80 sonrası uygulanmaya başlanan yüzde 10’luk seçim barajı rejimin meşruiyetini ve adalet ilkesini büsbütün bozmuştur. Torba yasalar halkın iradesine aykırı, birbirinden farklı yasaların aynı kanun içinde onaylanması işlemidir birkere. Toplumun kabul etmeyeceği yasalar bu yolla TBMM’den geçmektedir. Gelelim Başkanlığa... Başkanlık Sistemi de zaman zaman sağ muhafazakar ve liberal iktidarların son dönemlerinde ya da kapitalizmin olağan kriz dönemlerinde istikrar kavramını ve sistemdeki tıkanıklığı bahane ederek ileri sürdükleri bir talep olagelmiştir. Bir takım zahirperestin yeniden ortaya attığı bu fikrin tartışılması abesle iştigal değil de ne? Getirilmek istenen solipsist (tek adamcı, tek benci) ve adeta lejitimist (hükümdarcı, meşrutiyetçi) benzeri bir rejimle başkanlık sistemi de onun otoritesi de salt idari işlerle sınırlı kalmayacak çeşitli sosyal konularda çıkacak yönetmeliklerle (çevre, kadın hakları vs) tüm bireylere ve toplumsal yaşamın her alanına nüfuz edebilecektir. Seçimin olmadığı yerde özgürlük de yoktur. (Jean-Marie Cotteret ve Claude Emeri) “Cami ne kadar büyük olsa imam gene bildiğini okur” şeklinde bir atasözü yok mu? Çoğunlukçu yönetim anlayışıyla milliyetçi muhafazakar devlet tekelinin meşruiyet kazanması şimdiye kadar koparılan yaygaradan ve tepedekilerin tercihlerinden anlaşılıyor. Diğer bir deyişle dervişin fikri neyse zikri de o oluyor. Lenin’in “Din adamı siyasetçi ve eğitimci olmamalıdır.” sözünün gerçekliği apaçık ortaya çıkıyor, sergileniyor da…Tıpkı iktidar amaçlı kurumlar gibi “halkın temsilcisi” olarak görülen ve zamanla içi boşaltılan STK’lar yerine halktan ve emekten yana demokratik kitle örgütlerinin (DKÖ) işlevsiz kalmaları gibi… Bu yapıların yeniden ve güçlü temsil vasfı kazanmaları dururken o da ne? Başkanlık… Dernekler kanunu ve örgütlenme hakkı gibi konularda yasal düzenlemelerin yapılması gerekirken.Türkiye’deki önemli sorunlardan biri de artık malumunuz olduğu üzere. Yaratılan engeller kadar muhalefet boşluğu da var. Saydığımız nedenleri de dahil ederek farklı görüş açılarının dile getirilememesi önemli sorun. Yönetim sorunları ve perspektife karşılık alternatif olarak görülen muhalefetin laik eğitim, sağlık ve eğitime daha çok bütçe, fırsat eşitliği gibi sınırlı kalan söylemleri yanında, eşitlikçilik, özgürlükçülük ve ilericilik gibi temelli ve köklü, birleştirici ve bütünleştirici ilkelerle çözümleri geliştirilemiyor. Dinci - pragmatist (yararcı) tezlere karşı bu argümanlar demokrasi, katılım ve adalet gibi talepler kadar inandırıcı ve umut olamıyor. Türk tipi diye ifşa edilen başkanlık sistemi ise çoğulculuk açısından çözüm olmayacağı gibi aksine çoğunlukçu sistemin dayattığı bir keyfiyet olarak daha büyük sorunlara gebe. Ve siyasal haklar ve temsil olanaklarını çok daha fazla kısıtlayacak tek adam rejiminin somutlaşmış bir örneği olarak adeta bundan sonra “devlet benim” der gibi karşımızda duruyor. Zaten farklı mıydı ki…

  • BEN HUR

    Bir yere ikinci kez gitmekten, bitirdiğim bir dostluğu ya da aşkı tazelemekten hep korkarım... İstemem değil korkarım; bıraktığım tatta bulamam diye... ​ Yeniçevrimlerden de aynı biçimde... hele ilkini görüp beğenmişsem... Örneğin "Maymunlar Cehennemi"nin yeniçevrimini izlediğimde sanki bıraktığımda bir civan güzeli olan sevgilimi yaş dönümüne girmiş gibi görmüş, beğenmemek ayrı, dehşetli hüzünlenmiştim. Her zaman değil tabi... parmağı kadar bir kıza gönlünü kaptıran o dev gorilin hikayesinde yani KİNG KONG'ta hiç de öyle görmemiştim ama, aksine çok başarılı bulmuştum yeni yapımı... ​ Hele SPARTAKÜS... Önce beğenmemiş, Kirk Douglaslı o muhteşem filmi aramış, sonra sonra bu onun kuzeni gibi bir şey galiba ama, çok daha farklı ve çok daha hoş bir şey demiştim... ​ Ayrıca başka bir yönünü de biliyorum konunun. İlk çevrim filmi seyrettiğimde belki de onlu yaşlarımdaydım. Bilgim, kültürel birikimim sınırlı, düş gücüm öyle... Ergenliğe bile girmemişim, dünyayı başka türlü görüp algıladığım bir zaman; o bakışla bu bakış bir olur mu? İnsan bildiğiyle hayal eder, kıyaslar. Sivas'ın bir dağında asker öğretmenken çocuklara portakalı üç gün anlatmış da ortaya çıkarabildiğim en çok benzeyen biçim küçümen bir kavun olmuştu, unutur muyum? ​ Milyon dolarlarla dönen dev sinema tekelleri herhalde bir senaryo yazdırmaktan kaçmıyordur, belki parlak bir senaryo bulamıyordur. İşe gişe hasılatı yönünden bakınca da bu kaygı normal. O zaman tutmuş filmleri çevirip çevirip yapıyorlar yeniden... Ama kabul etmeli, böylece o filmle hiçbir zaman tanışma şansı olmayacak kuşağı da gözetmiş oluyorlar. Bize de, ben bunu biliyorum, deme şansını veriyorlar az mı? Sonunda imrendiğim, ama tescil edilmmemiş de olsa kanaat önderlerinden biri olduk da farkında değiliz, gibi … BEN HUR’un ilk filmini herhalde izledim… Yani 1959 yapımı 11 dalda ödüllü filmi… Herhalde diyorum, çünkü sonraki zaman diliminde hakkında o kadar çok yazı okumuştum ki, izlemiş gibi sanmam doğal olabilir… ama başka bir şeyi net olarak anımsıyorum. Filminden önce kitabını okumuştum. O kitabın yeni basımı var mıdır bilmiyorum. Ama varsa mutlaka okumalı. Kitabı bence iki filmden daha güzel…Tabi ki bunda etken, o kitabı yazan biraz da okur. Yani benim düş gücüm. Benim yaratıcılığımın Einstein örneği olması gerekmiyor; sonuçta okuduğum ve içini doldurduğum o kitaptan keyif alacak olan da benim, yani bana göre zevki ben üretirim okuduğum kitapta, başkası mı yapacaktı?… Edebiyat eserlerinin özelliği bu değil mi? Yine de itiraf edeyim, sanki bizim mahallenin takımı yerel ligi kazanıp da şampiyon olmuş da sokaklara adı yazılıyor... ya da geçmişimden şanlı, övündüğüm bir sayfa, örneğin ta bilmem ne zaman sınıfta uzuneşek oynamakta birinci olmuşumun resmi gibi ya da bir taşra kentinde kendi halinde bir adamken göründüğüm bir filmde Altın Portakalı kazarmışım gibi… Benim bilgim dışında basına sızdırılmış da birden karşılaşmışım gibi bir hisse kapılıyorum, bilmem ne zaman izleyip çok beğendiğim bir filmin yeni çevrimi vizyona girdiğinde... Yani hem yakalanmış gibi mahcup, ama bilmekten gururlu… hevesleniyorum... ​ BEN HUR’un yeniçevrimin fragmanını sinemada izleyince öyle oldum.1959 da çevrilen ve 11 ödüllü BENHUR’un dünyanın en iyi on filminden biri olduğu herkes tarafından kabul edilir... ve ben onu izleme onuruna eren şanslı insanlardan biriyim, ne gurur, düşünsenize… Yeni çevrimi de heyecanla bekliyorum. BEN HUR benim aklımda Hristiyanlıkla ilgili, darbe modası deyimle diyeyim, subliminal mesaj veren bir film gibi kalmadı. Ama Taha Akyol öyle bir yorum yaptı, hatta ilk filmde yakaladığı bu ruhu, yani Hristiyanlığa yorum getiren hali yeni filmde göremediğini ifade etti. Ahmet Hakan’da hani her alanda uzman gibi yazan köşe yazarı da AKYOL’un adını zikrederek, katılıyorum, film yaya kaldı… deyince moralim bozuldu. Nerdeyse gitmeyeceğim. Oysa şu sıkıcı günlerde gül dikmek gibi kanat çıkarmasa da bekleten başka bir renkti… İlk BENHUR’dan bende kalan gösterişli, kostümlü, savaşlı, savaşarabalı yarışlı, dönemin dinlerinin bir arada yaşadığı antik bir devri tüm görkemiyle sergileyen bir atmosferdi. Roma işgali altında bir Yahudi kenti, Kudüs … Herhalde İsa’nın doğum günleri… Çünkü filmde zamanı tarihlemek için mi ne, İsa sıkça gösterilen bir figürdü, çarmıha gerilişi de vardı. Bir Yahudi prens anımsıyordum ve aynı zamanda rakibi olan bir Romalı çocukluk arkadaşı, sonradan Roma ordusunda yetkili, yani Massala… Roma mitolojik tanrılar dönemini yaşarken, Yahudiler tek tanrı inancındalar… Ve tahmin edileceği üzre bu iki dini, milliyeti farklı arkadaş arasındaki uzun soluklu, şiddetli rekabet ve çatışma… Tevrat’ı yeniden yorumlayan ve zamanla yeni bir din kimliğine bürünen Hıristiyanlık diye bir şey yok, İsa filmde doğuyor, mucizelerini sergiliyor sonunda da çarmıha geriliyor… ya da gerilecek filmde, ama Hıristiyanlığa, Müslümanlığa daha var… Sonra Roma ordusunda kimlik arayan ve yükselen, rütbe sahibi olan eski arkadaş, bir nedeni olmayan ama çıkarları etkisiyle yeni düşman: Massala… Sonra evinin terasından kente giren Romalı vali ve askerlerini izleyen Ben Hur … sonra valinin kafasına kazaen düşen kiremit… Bu nedenle Ben Hur dâhil hepsi vahşice cezalandırılan aile bireyleri… Bazı sahneler aklımdan çıkmıyor… Örneğin arabalı yarış sahneleri… Bir de öldüğü sanılan ama sonradan Ben Hur’ca cüzamlılar arasında hasta olarak bulunan anne ve kız kardeş… Bütünü o devir aklımın ermediği ama büyülendiğim bir atmosfer içinde geçen köklerini ve ayrıntılarını anımsayamadığım gösterişli sahneler… Taha AKYOL ‘la Ahmet Hakan ne derse desin, ben bu filme gideceğim. En azından ne kadar doğru diyorlar öğrenirim. Hem onlarla senin zevklerin aynı mı ki, söylediklerine bakıp karar veriyorsun. Git, kendin karar ver. Ama etkilenmişim, hiç etkilenmem derken. Gazetelerin, köşe yazarlarının gücüne bak. Geciktire geciktire sonunda gitmeyi başardım. En etkileyici sahnesiyle açılıyor film. Savaşarabalarının yarış sahnesi… Massala ve BENHUR son hesaplaşma için arabalarına biniyorlar. Biri ölecek… Şaşırtıcı, ilk izlediğim zamanki kadar etkilenmiyorum, oysa film bir de 3D formatında, sahneden fırlayan atların ayakları altında kalacağız nerdeyse, ama niyeyse olağan geliyor bana… Sonra arenadakinden bozkırdaki bir at yarışına, 8 yıl önceye gidiyor, kamera… Ben Hur’la Massala’nın kardeş olduğu günlere… Önceki filmde çocukluk arkadaşı değil miydi bunlar? Ya kitap da… Anımsamıyorum ki… Dedim ya parça parça kalmış aklımda. Yine de filme itimadım azıcık sarsılıyor. İlk hissettiğim ötekindeki masal havası yok… her eylemin ve davranışın daha bireyci, daha akılcı bir açıklaması var. Örneğin Massala Ben Hur’un ailesince evlatlık edinilmiş bir Romalıdır. Zengin ve asil ailenin yanında eziklik hissetmektedir ve bu eziklik onu Roma’ya dönmeye ve orduda yükselmek için mücadele etmeye yönlendirecektir. Nitekim bunu başaracaktır da…Ve Massala gücünü, varlığını kanıtlayacağı yere döner orduda bir rütbeli asker olarak. Önceki filmde Massala çocukluk arkadaşıydı. İyi de İtalyalı zavallı bir Romalının Kudüs’te ne işi vardı? Bu yönlü yeni film daha nedenci? Kandırılmışım hissi bende olsa da bu hoşuma gidiyor. Bu arada işgalcilere karşı yer yer ayaklanmalar vardır. Hatta Ben Hur bunlardan birini tedavi etmiştir, hatta yaralı genç asi iyileşmeyi onun evinde saklanarak beklemektedir. İsimler benzese de önceki filmle bir bağlantı kuramıyorum. Genel valinin şehre gelişi her iki filmde de de kırılma noktasıdır. Birden önceki filmde belki abartılı bulduğumdan iyi anımsadığım sahnenin geleceğini hissediyorum. Çünkü Ben Hur ve ailesi sokaklardan geçen Roma ordusunu ve valiyi seyretmek için evin üst katlarına tarasa çıkmaktadır. Balkonumsu terasta kiremit arıyorum. Kiremidi kimin düşüreceğini de belirlemek için bakınıyorum. Belki de hiç konuşmasa da birkaç sahnede gözüken bizim Halük Bilginer’in canlandırdığı karakter yapacaktır bunu. Ama kiremit yok… Ben Hur’un daha önce tedavi edip evinde sakladığı isyancı birden başka bir balkonda ortaya çıkar ve valiye nişan aldığı okla başka bir Romalıyı öldürür… ve kaçar. Onun peşinden gelen Massala komutasındaki Romalılar da herkesi tutuklar. Kim ne derse desin bu sahne hoşuma gidiyor, önceki filmden aklımda bir anlamsızlık olarak kalan bu kırılma sahnesi ikinci filmde düzeltilmiştir. Daha bir ilgiyle izliyorum şimdi filmi… İsa birkaç sahnede gözüküyor, önce bilge ve elinden mucizeler gelen bir hikmetli sözler eden bir adam olarak, ardından çarmıha gerilme sahnesiyle… Bana hiç de subliumit bir mesaj gibi, dinsel bir bildiri gibi değil öykünün zamanlamasını belirten bir amaçla kullanılmış gibi geliyor. Sahi bu arada bir ayrıntıyı belirtmeden geçmeyelim. Tarihsel bilgilerimde İsa’yı Museviliğe eleştirel yaklaşımı nedeniyle haklı bir tehlike gören Yahudi din adamlarının valiyi zorlaması sonucu öldürüldüğü yazılı… Hatta Romalı valinin bu işe çok da sıcak bakmadığı… Oysa ikinci filmde vali karşılaştığı İsa’yı en tehlikeli diye yargılar bile sözleriyle. Herhalde dinler arasında başka tür bir barış gayreti olsa gerek… ya da subliminal mesaj bu mu? Yağmur yağdı, demişsen aslında bana ördek dedin, demek gibi bir şey… BEN HUR izlenmeyecek gibi değil, büyük emekle ustaca yapılmış. Handikap ilki izlemiş olan ikincide de aynı tadı, yani o masalsı havayı ararsa bu film fazla gerçekçi, aynı zamanda önceki bir kitle filmiyken, bu ise BEN HUR’un filmi olmuş… İki filmde de ortak olan ve en etkileyici bölümleri savaş sahneleri bu filmde çağın olanaklarıyla daha da ustaca çekilmiş. Ama en güzel sahneler hangisi derseniz, Ben Hur’un küreğe mahkûm edilişi ve katıldığı savaşta batan gemiden kurtuluşu olağanüstü bir sinema dil ve görsellikle anlatılıyor. Büyülenirsiniz. Başka şeyleri ne kadar bilirim tartışılır, ama sinemayı iyi bilirim, bir film mi çevirdin derseniz hayır, sadece sadık bir izleyiciyim, yumurta da yumurtlamadım ama tazesini iyi tanıyorum, çünkü ömrümce yedim. Salt o sahneler için bile… bu film de unutulmazlar arasında yer alacaktır. Oyunculuğa gelince, böylesine görkemli bir hikâyede beni de dikseler arenanın bir yerine estetik dururdum, o nedenle hepsinin durumu kurtarır olduğunu düşünüyorum. Ama biri var ki, her zamanki gibi müthiş bir oyuncu, gerçek bir sinema devi: Morgan Freeman … Filmin sonunda önceki filme göre bir farklılık daha var. Massala ölmüyor, bu filmde… Yaralı ve perişan haldeyken Ben Hur’a tehditler savuruyor ve Ben Hur yine de onu affedip kardeşçe sarılıyor. Bu bana sahici gelmedi, sevmedim de… O öldürücü yarış Massala’nın seçimi, ortaya konulan bir ödül de var… Ben Hur’sa özgürlüğünü satın alacak karşılığında… Onca mücadele eden, kardeşini, annesini, bütün varlığını kaybeden bir insan en büyük düşmanına o istenmeyen, beklenmeyen hoşgörüyü niye sergiler? Eski Ahit’te yani Tevrat’ta böyle bir emir yok, o Yeni Ahit’in yani Hıristiyanlığın öğretisi, öteki yanağı uzatmak… Yine de kabul etmeli, şaşırtıcı dende insancıl ve sevimli geliyor. BEN HUR'dan çıkarken zamanımın da paramın da boşa gitmediğini düşünüyorum. Ama ilk filmden aldığım yıllarca sakladığım şimdi ayırt bile edemediğim o eski sandıklardaki naftalin kokulu o tat, o masalsı hava yok şimdi, fark ediyorum. Yene de bunun filmin başarısızlığından olmadığını çok iyi biliyorum. Ben masal çağını geçtim. İlk filmi çocukluğumda izlemeseydim, yıllar içinde de onu değiştirip, hatta yeniden çekerek başka bir boyuta taşımayacak, ilk kez karşılaştığım bu filmi avuçlarım kızarana kadar alkışlayacaktım… O zamanlar çok sevdiğim Tommiks Teksas kitaplarını anımsıyorum. Bütün harçlığımı yeni sayılarını almak için yatırmam bir yana, kaçırdığım eski sayıları sinemanın önünde yağmurun altında öyle ayakta kiralayıp okuduğum dönemleri... En büyük hayalim, bir gün büyüdüğümde çok para kazanmak değildi, küçük bir ev alıp bu kitaplarla dolduracak ve hiç dışarı çıkmayacaktım, güya… Şimdi o kitaplar gene var ve küçük bir ev alacak imkânım da… ne var ki bir hevesle elime aldığım hiçbir Tommiks ya da Teksas o zamanki tadı vermiyor. Çizgileri acemice, diyaloglar yersiz, bağlantısız, anlamsız, kurgu saçma sapan geliyor… Burnum büyümüş, inadına kusur arıyor değilim, aksine… Tutunacak bir dal, avunacak bir hoşluk, uğruna mücadele edecek bir hayal yaratmaya çırpınırken mi? Sadece yaşım büyüdü, deneylerim arttı, bildiklerim dünya kadar… Dünya bir anda avuçiçi bir adaya dönüştü… Ağzımın tadını kaçıracak dende… Ahmet Hakan’ı bilemeyeceğim, bu yönlü kültürel birikiminden niyeyse kuşku duyuyorum. Ayrıca eski filmi izlediğini de sanmam, ama Taha Akyol’dan eminim… O da benim yaşadığım medcezirleri yaşamıştır, ama yargısı olumsuz olmuştur. Benim Teksas Tommikslerle ilgili yargım gibi… Değişen bir şey var, ama galiba bizde… yoksa iki Ben Hur ‘da olağanüstü yapımlar… Üçüncüsü olur mu, olursa ben görür müyüm bilmiyorum ama olsa severek giderim… İnsanüstü, hatta insan bile olmayan, tenekeden yaratıkları kahraman yaptıklarında hiç sorgulamadan izlerken, çok sahici gibi duran, ailesi, ekmeği, özgürlüğü ve ilkeleri için kendini aşarak güçlenen ve bunu inandırıcı bir biçimde başaran bir adamın mücadelesini izlemek iyi geldi. Belki de bu hikaye hep iyi satıyor; insanın haklı ve onurlu intikamı … Herkesin uğradığı bir haksızlık ve alınacak bir intikamı var da ondan mı? video FİLMİn fregmanıdır. İZLEMEK İÇİN film sitelerini TIKLAYIN

  • Nevruz Köylü Bayramıdır

    Nevruz geldi ya. Şimdi toplantılar konferanslar düzenlenecek. Mektep medrese görmüş, yaşını başını almış insanlar çıkacak ve diyecek ki "Nev-Ruz yani yeni gün Türk bayramıdır." Ne mene Türk bayramı ki adı Farsça. Diğeri çıkacak Adem’in dünyaya indiği,öbür dünyadan kovulduğu gündür diyecek.(büyüklere masal) Öbürü de diyeceki Nuh’un Gemisinin karaya oturduğu gündür.(büyüklere masalın devamı) Bir başkası da Hz.Ali’nin hilafete çıktığı gündür.Yahu bunun tarihi bellidir ve Nevruz’da değildir. Türkler Ergenekon’dan çıkıldığı gündür diyecek.(masal devam ediyor) Kirvelerim ise Kava’nın bayrak açtığı gündür diyecek. (masala masalla karşılık) Kim ne derse desin kuzey yarımküreye özgü bir lokal doğa olayının Ortadoğu halklarınca bayram olarak kabul edilmesi ve bunun diğer komşu ülkelere çeşitli biçimlerde yansımasından ibarettir. Basit ama özel bir doğa olayının bu bölgelerde çeşitli anlam yüklenmesinin ve kültür harmanlamasının tipik bir örneği Buna da bir diyeceğim yoktur. VE NEVRUZ BİR KÖYLÜ BAYRAMIDIR. Baharın gelişi köylüler için bir anlam ifade eder. Ve onlar gerek ekin dikin olarak ve gerekse ev bark olarak hazırlık yaparlar. Bayramı da yemişler çerezler ile kutlamak gerek. Ama köylü yoksul. Ve kıştan çıkılan Nevruz döneminde meyve nasıl bulunacak. İşte orada fetva devre giriyor ve aman efendim 7 çeşit meyve bulamayan patates, soğan filan ile de bunu tamamlayabilir. Bir sohbet esnasında ben Kurban Bayramı aşiret- bedevi bayramıdır dediğimde bana bir arkadaş; "Ne yani evine kurban alıp kessen, çocukların et yese fena mı olur?" gibisinden allahlık bir öneri de bulunmuştu kendince. İyi de kardeşim bizim eve bayramdan bayrama et girmiyor ki. "Bayramdan bayrama" Bektaşi demeli, namaz giriyor. Her gün et olan, kebap yenilen bir evde kurban kesmenin mantığı nedir. Aynı biçimde evinde mevsimlik meyvelerden en az birkaçı, çerezlerin ise en az 10 çeşidi olan bir eve 7 nevin, Nevruz çerezi almanın anlamı var mıdır? Haa buradan Nevruz’a karşı filan olduğum anlamı çıkarılmasın. Çocukluğumuzun tatlı hoş bir bayramıydı. Ve bayramı o çerçevede kutlayanlara ne diyeceğimiz olabilir ki. Nevruz bizim çocukluğumuzda değişik etkinlikler ile kutlanırdı. Buradan yola çıkarak cemreler ile birlikte; -Suya iğne atanlar -Dilek tutup gizlice komşu kapısını penceresini dinlemeler -Köse(şaman-büyücü )kılığına girip kapı kapı dolaşan çocuklara harçlık verenler -Yumurta boyayıp tokuşturanlar -Geniş çaplı ev ve bahçe temizliği yapanlar -Nevruz gününden bir önceki salı günü evine en az yedi çeşit meyve ve çerez alanlar -Nevruz günü taziye yerlerini ziyaret edenler -Eş dost akraba ziyaretine gidip bayramını kutlayanlar -Yakında veya uzakta olan kız çocuklarına bohça- honça gönderenler -Yay girinceye kadar (Haziran 20) bayramlaşma ziyaretini sürdürenler...bu bayramı hakkıyla kutlayanlardır. Ama ben şehir (burjuva) kültürü alıp ve tam anlamıyla da bir sosyalist entelektüel olduğumdan bunların hiçbirini yapmam. Yapanları kutlarım. Zira halkın bayramıdır. Başka anlamlara yönlere çekenlere de gülerim. Zaten Nevruz’un şehirlerde eskisi gibi kutlanmasının imkanı yoktur. Zamanla onda da hem anlam hem anılma kayması görülmeye başlanmıştır. Mevcut şartlar hükmünü dayatıyor. O kadarki bir taraf Nevruz’u bir başkaldırı günü kabul ederken devlet de Amerika’yı yeniden keşfedercesine Nevruz’a soğuk ve resmi bir hava veriyor. Büyük kentlerde eski Nevruz geleneklerini yapmanın sürdürmenin imkanı yoktur. Onun yerini anneler, babalar, sevgililer günü gibi kapital ve kentsel günler alıyor.Dünya küçülüyor. Bırakın su kendi yatağında engelsiz ve köpüksüz aksın. Nevruzunuz kutlu olsun...

  • O İki Harfin Yaptığı

    O İki Harfin Yaptığı 19.3.2017 | Gazanfer ERYÜKSEL En güzel şeydi O iki harfin yaptığı Seviştiler, ikliminde ışığın Aşklara mesel Nazire şiire… Öptükçe güneş yağmuru Işık sarhoşuydu Onca renk Hamağında Gökkuşağının… Harf sektirdiğimizi ah Bir yıldızdan bir yıldıza Bilmeden hiç Düş bırakıyorduk Denize… Yarıp geçen yakamozları O beyaz yelkenli Çığlığıymış suskunun Bilemedik işte Aşk sarhoşuyduk… Bilemedik işte Harf olduğumuzun Albenisini Giderek uzaklaşan şeylerin Saklı sarnıçlarında… O ıslak rüzgârdı Solgun yüzündeki güzün Öpen hüzünleri Bilmeden yaş alıyordu ağaç Döktükçe kuruyan yapraklarını… 15 Mart 2017

  • HAYIR Beni Hep Gerer

    Son yıllarda moda oldu; film başlamazdan önce bir yazı gelir ekrana: "Bu filmdeki olaylar tamamen kurgusal olup gerçek kişi ve kurumlar ile bir ilgisi bulunmamaktadır." Tıpkı onun gibi diyorum ben de: Bu yazının günümüz EVET-HAYIR referandumu ile hiç bir alakası bulunmamaktadır. Ben Arabi ve ritüel kokan kelimelerden oldum olası hoşlanmam. Hele Cuma günleri birçok yerden “Cumanız hayırlı olsun “ diye gelen mesajlara ifrit olurum. Ya meyhane çalıştırıyorsam?.. Kimi işyerleri açılışlarında konuşmacılar, kurdeleyi kesenler "Hayırlı kazançlar" dilerler. Buradaki “hayrı” bir türlü anlayamam. Kazancın hayırlısı hayırsızı nasıl olur? Sonuçta alışveriş bu, bol kazanç üstüne kurulu, benim hayırlı kazanç demem için galiba birileri "hayırlı" zarar etmeli ki... Doktora giderim. Sorarım doktora... -Şunu yapabilir miyim? -Hayır, -Şunu yiyebilir miyim, Doktor,soğuk ve tekdüze bir tonla -Hayır, der. Nedenini sorduğumda, -Ölürsün demez mi? Yahu doktor, iki gözüm, imanım, ben senin o “hayır” dediğin işleri yapmazsam zaten ölürüm. Öğretmen iken de öğrencilerin “hayır” demesine kızardım. -Dersine çalıştın mı? -Hayır hocam. -Ödevini yaptın mı? -Hayır!! Aynen ve dahi şahsen gençliğimizde kısmi olarak kabadayılığımız da vardır. Şöyle ki bir mekanda, açık hava kahvesinde okkalı bir nara patlatıp: -Hiaayytt var mı bana yan bakan, dediğimde hep bir ağızdan: -Hayırr demişlerdir ki benim ne menem bir külhan olduğumu göstermeme fırsat vermemişlerdir. Ne olurdu yani birisi EVET deyip ortaya çıksaydı, ben de bu sefer daha vahşi bir nara patlatıp, - Hiaayyttt, var mı ikimize yan bakan diyebilseydim... Okulda öğrenci iken gönlümün kaydığı bir kıza birkaç ay muhabbetten sonra Yaradan’a sığınıp, ruhumu ayan, fikrimi beyan ederekten aşkımı ilan ettim. Muradım bir manita yapmaktı. Yoksam elbette ki kötü bir niyetim yoktu. Akşama mazotsuz kalayım doğru derim. O da beni bir güzel marizleyip, şuh edasıyla: -Hayır dedi. Yani şu HAYIR kelimesinin bende derin ve iflah olmaz, onulmaz yaraları vardır. - Para kazanmasını biliyor muyum? -Hayır -Üçkağıtçılık alavere dalavere yapabilir miyim? -Hayır, -Yalan dolanım var mıdır? -Hayır Yani birçok hayırsız, hayır huylarım vardır. Velakin ömrümde bir kere EVET denildi acısını hala çekerim. Yahu ne olurdu o gün EVET yerine HAYIR denilseydi. Neden mi bahsediyorum. Nikah gününden. Hani memur sorar ya geline: -Filanca oğlu filancayı, kocalığa kabul ediyor musun? Hayatımı yıkan o cevap geldi -EVET. Boş bulunup ben de “evet” deyivermişim. Bir kere Evet aldım hayattan, o da geleceğime, huzur ve mutluluğuma kapak oldu. Adamın birisi uçağa binecek, kulağının dibinden bir ses fısıldar. -Uçağa binme düşecek. Adam korkar. Uçağa binmez ve gerçekten uçak düşer. Bir süre sonra adam otobüsle yolculuk yapacak. Aynı ses kulağında çınlar: -Otobüse binme yuvarlanacak. Gerçekten de otobüs uçuruma yuvarlanır. Kurtulan olmaz. Adam en güvenilir araç olarak treni düşünür. Yine o ses Fısıldar: -Tren kaza yapacak. Adam patlar: -Sen kimsin yahu, böyle uyarıyorsun? Ses gülerek: -Ben senin iyilik meleğinim. Adam sert bir sesle : -Ey iyilik meleği! Evlenme dairesinde EVET derken hangi cehennemdeydin? *

  • Azerbaycan Başkanı Eşini Başkan Yardımcısı Yaptı

    22 Şub 2017 tarihinde yayınlandı Aliyev, eşini, başkan yardımcısı, yapıp,sonrada, kabineyi, toplayıp, ayakta, alkışlattı. Cumhurbaşkanlığından yapılan açıklamada, Cumhurbaşkanı Aliyev'in (55), Mihriban Aliyeva'yı (52) anayasanın ilgili maddeleri gereği "cumhurbaşkanı birinci yardımcısı" görevine atadığı bildirildi. Aliyev daha önce de kızını başkan yardımcılığına atamıştı. Azerbaycan'da 26 Eylül 2016'da yapılan referandumla anayasada bazı değişiklikler yapılmıştı. Seçmenlerin yüzde 86,6'sının "evet" oyu kullandığı referandumla, "cumhurbaşkanı birinci yardımcılığı" ve "cumhurbaşkanı yardımcıları" makamlarının oluşturulmasını karar verilmişti. Yeni anayasaya göre bu makamlara atamalar ve görevden almalar cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştiriliyor. Cumhurbaşkanının olmadığı durumlarda tüm yetkileri, dokunulmazlık hakkına sahip cumhurbaşkanı birinci yardımcısına geçecek. * Trend haber ajansı sitesi, Mehriban Aliyeva Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı olarak atandığını duyururken “Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı, Cumhurbaşkanı’nın ülkede olmadığı durumlarda Cumhurbaşkanı’nın tüm yetkilerine sahip olacak” dedi. Habere şöyle devam edildi: “26 Eylül 2016’da Azerbaycan anayasanın 29 maddesinde değişiklik yapılmasını öngören referandum sonrasında Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı ve yardımcıları görevleri oluşturulmuştu. Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in eşi olan Mihriban Aliyeva, Haydar Aliyev Vakfı Başkanlığı, UNESCO ve ISESCO’NUN Fahri Temsilciliği ve 4’üncü İslam Dayanışma Oyunları’nın Organizasyon Komitesi Başkanlığı görevlerini yürütüyor." İlham Aliyev babası Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev tarafından 2003 yılında Azerbaycan Başbakanı olarak görevlendirilmiş, ardından tek adam olarak cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ülkenin ana muhalefet partileri 2003, 2005 parlamento seçimleri, 2008 seçimlerinde yolsuzluk yapıldığını iddia etmektedir. 2003 cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını tanımayan muhalefet, seçim sabahı kitlesel gösteriler düzenlemiş, çok sayıda protestocu tutuklanmıştır WikiLeaks tarafından kamuoyuna açıklanan Amerika Birleşik Devletleri diplomatik belge sızıntısında İlham Aliyev'in eşi doktor Aliyeva'nın özel hayatından ayrıntılı bir şekilde bahsediliyor. Belgelerde kendisinin ve Paşayev ailesinin muazzam mal varlığına da dikkat çekiliyor. Ayrıca İlham Aliyev'in Türkiye'nin bölgedeki enerji merkezi olmasını istemediği ve bunu engellemek için Rusya ile gaz anlaşması yaptığı da Wikileaks belgelerinde ileri sürülen iddialar arasındadır Dünya medyasında yadırganan, şaşkınlık ve alayla karşılanan haber, biz de 16 Nisan Başkanlık referandumunda "evet" çıkarsa sonuç bu mu olacak, kaygısıyla yorumlandı. * AZERBAYCAN ve KİM KİMDİR: Azerbaycanlılar, Kafkasya ve İran platosu arasındaki geniş arazide yaşayan Türk halkıdır. En büyük Azeri nüfusu İran Azerileri oluşturur ve İran sınırları içerisindeki Güney Azerbaycan'da bulunmaktadır. 1813'te Gülistan Antlaşması ve 1828'de Türkmençay Antlaşması ile Aras Nehri'nin kuzeyi Rusya İmparatorluğu'nun egemenliği altına girmiş ve Azeriler ikiye bölünmüştür. Bir uluslararası sınırın her iki tarafında yaşamalarına rağmen Azeriler tek bir etnik gruptur. Azerice, Türk dil ailesinin Oğuz grubuna ait bir dildir ve aynı aileden olan Türkmence, Kaşkayca ve Türkiye Türkçesi ile karşılıklı anlaşılabilirliğe sahiptir. Azerbaycan'daki Azeriler genellikle daha ılıman, İran'dakiler ise daha dindar Müslümandırlar. Safevi Devleti'ni kuran I. İsmail'in Azerbaycan ve İran'daki Türkler'in tarihinde önemli yeri vardır. Safevi döneminde Şah İsmail'in Şiiliği siyasi bir araç olarak kullanması yalnız Azerilerin değil bütün Türk-İslam aleminin kaderini değiştiren önemli olaylardan biri olmuştur. Safeviler, Afşarlar ve Kaçarlar gibi Türkmen boyları tarafından kurulan İran devletlerinin egemenliği altında yaşadıkları için din ve dil olarak Farslardan etkilenmiştir. Nadir Şah'ın 1747'de öldürülmesi üzerine kurulmuş de-fakto bağımsız hanlıklar Azeri Türklerinin tarihinde önemli bir yere sahip olmuşlardır. Bu sosyal yapının doğurduğu "Hanlıklar Dönemi", 1828 yılına kadar sürdü. 18. ve 19. yüzyıllarında yer alan Rus-İran Savaşları'nın ardından Günümüzdeki Azerbaycan Cumhuriyeti'nin toprakları Rusya tarafından ele geçirildi. 1918'de Emin Resulzade Müsavat Partisi'ni kurmuş ve Rus ve diğer devletlere karşı milli bilinç ve milli kuvvet oluşturulmuştur. 1918-1920'de Kafkasya Kurultayı'nı toplamış ve 28 Mayıs 1918'de de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'ni kurmuşlardır. Bu devlet Orta Doğu'da ilk cumhuriyet olmuştur. Ancak 1920'de Kafkasya ötesi Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği'ne katılmıştır. 30 Ağustos 1991'de SSCB çöküşüyle bağımsızlığını yeniden ilan etmiştir. Ebulfez Elçibey, 1992-1993 arasında Azerbaycan cumhurbaşkanı. Azerbaycan Devlet Üniversitesi'nin Arap dili ve edebiyatı bölümünü bitirdi. Doktorasını tamamladıktan sonra 1969'da doçent oldu. Daha öğrencilik yıllarında milliyetçi hareket içinde yer alan Elçibey, 1975'te siyasî faaliyetlerinden dolayı tutuklandı ve hapis yattı. Serbest bırakıldıktan sonra Azerbaycan Bilimler Akademisi'ne öğretim üyesi oldu. Sovyetler Birliği'nde reform sürecinin başlamasından sonra Azerbaycan Halk Cephesi'nin kurucuları arasında yer aldı ve örgütün başkanlığına getirildi. Haziran 1992'de Azerbaycan cumhurbaşkanlığına seçildi. İdealist bir lider olan" Mustafa Kemal'in askeriyim" diyen Elçibey, kendi ülkesinde iktidarı sağlayamadan, Türkiye ile birleşmekten söz eder. Bu arada Albay Suret Hüseyinov'un Gence'de başlattığı askerî ayaklanma üzerine Haydar Aliyev'den yardım ister, bu da en büyük hatası olur. Hüseyinov'la gizlice anlaşan Haydar Aliyev , önce Elçibey'i sahadan uzaklaştırır, sonra da Hüseyinov'u safdışı ederek (Eylül 1993), cumhurbaşkanlığını üstlenir. Bir daha da iktidarı bırakmaz, bugünkü düzen o zamandan belirlenmiş olur. Haydar Aliyev (d. 10 Mayıs 1923 - ö. 12 Aralık 2003) , Sovyet Politbüroya kadar yükselebilmiş yegane Azeri'dir. Nahçıvan Sovyeti'nin başındayken Elçibey'in yardım isteğini geri çevirmez, ama başkanlık isteğini de saklamaz. Nitekim sonunda Azerbaycan Cumhuriyeti'nin üçüncü cumhurbaşkanı olur ve Elçibey'i siyaseten safdışı bırakır. AZERBAYCAN batı Asya ile Doğu Avrupa'nın kesişim noktası olan Kafkasya'da yer alan bir ülkedir. Güney Kafkasya'nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Azerbaycan'ın doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Rusya, kuzeybatısında Gürcistan, batısında Ermenistan ve güneyinde İran ile komşudur. Kendisine bağlı olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin ise kuzey ve doğusu Ermenistan ile, güneyi ve batısı İran ile çevrilmiştir, Türkiye ile de 17 km'lik sınırı bulunmaktadır. Azerbaycan, zengin kültürel mirasa sahiptir. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında opera, tiyatro gibi sahne sanatlarını barındıran ilk ülke olma özelliğini taşır. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kurulmuştur, ancak iki yıl sonra 1920, 26 Nisan'da Kızıl Ordu sınırı geçerek Azerbaycan'a girmiş, 28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve ardından Sovyetler Birliği topraklarına katılmıştır. Ülkenin tekrar bağımsızlığını kazanması 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile gerçekleşmiştir. Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan, Dağlık Karabağ bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki yedi rayonu işgal etti. Dağlık Karabağ'da ortaya çıkan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti, fiilen savaşın sona ermesinden bu yana bağımsız olmasına rağmen, diplomatik anlamda hiçbir devlet tarafından tanınmamaktadır ve Azerbaycan'a bağlı bir bölge olarak kabul edilmektedir.

bottom of page