top of page

Arama Sonucu

"" için 3745 öge bulundu

  • Seni Seviyorum

    YANKI Çıkacağım yüksek tepelere Haykıracağım Seni seviyorum Sesim geri dönecek Seni seviyorum Sevineceğim Son derece genç, güzel, hatta kışkırtıcı bir güzelliği olan tezgahtar kıza yaklaşıp "Ben Sana Aşık Oldum Bir Tanem" deyince yan tarafta bulunan müşteri mi, işyeri sahipleri mi bilemem ama bana bön bön bakıyorlar. Bütün dişiliği ve iç gıcıklayan sesi ile: -Kaseti bitti.CD si var.Kaset için sipariş verdik.Yakında gelecek. Sahi siz hiç aşık oldunuz mu? Ben çok oldum. Çiçeğe, şiire, yaşama, en önemlisi de karşı cinse. Hala da olurum. Bedenimiz gibi köhneyen eski şiir ve hatıra defterlerinin sararmış solmuş,yıpranmış sayfalarını çevirdiğimizde daha iyi duyumsarım. Ne de çok sevmişim meğer. Övünmek gibi olmasın ama sevilmişimde. Mil pardon! Defterlerde aşkın tarifi olan reçeteler görürüz. Aşk bir elmadır, yer çöpünü atarsın, sevip de sevilmemektir, 1+1=1dir gibi. Öyle veya böyle fizyolojik bir olaydır aslında.Yemek gibi, hava, su gibi bir ihtiyaçtır yani. Nasıl ki bunları bulamadığımızda sıkıntı ve açlık çekiyorsak, sevilenin de yokluğu insana ıstırap verir. Benim gibi aşka sevgiye antrenmanlı olanlar ise yokluktan değil de varlığından zevk alırlar.Doyuma ulaşırlar. Yaşamak güzel ama onu anlamlı kılan, insancıl yapan sevgidir. Aşktır. İnsan dışındaki bütün yaratıklar, canlılar yer içer ve ürerler. Organizmalarının bütün işlevi, yaşamlarını ve soylarını devam ettirmeye yöneliktir. Ama yalnızca, evet yalnızca insan, yaşam kaygısı ve beklentisi olmadan sever ve aşık olur. Bu beynin bir üst faaliyetidir. Salgıladığı çok özel hormonlarla kişiyi mutluluğa ya da acıya sürükler. Gerçekten de bir çift söz, bir mektup, bir şiir dizesi, bir şarkı, oyalı mendil gibi çok sıradan şeyler nasıl değerli olabilirdi. Gözlerde başlayıp gözlerde biten şeyin "uyku" ya da "aşk" olduğuna karar veren beyindir. Psiko neronların egoüstü eylemidir.Ve aşkın mantığı yoktur. Öyle olmasaydı elele tutuşarak Boğaz Köprüsü'nden ölüme birlikte nasıl atlanılabilinirdi.Denilebilir ki hayvanlarda da sevgi vardır.İçgüdüsel davranışlarla isteyerek yaşanan aşkı karıştırmayalım. Bir köpeğin sahibine duyduğu sevgi değil, sadakattir yalnızca. Bir anne kedinin ya da ineğin yavrusunu emzirmesi, yalaması, doğanın ona bahşettiği muhteşem bir duygudur. Ama asla bir boğa inek aşkından söz edilemez.Olsa olsa iyi bir damızlık olur. Halbuki gerçek aşkta hiç birleşme, kavuşma bile olmayabilir. Şarkıların şiirlerin büyük çoğunluğu ayrılık teması üzerine değil midir? Ve acaba kaçımız ilk aşkımıza kavuşabildik. Evet aşk, sevgi, tamamen insana özgüdür. İnsanı insan yapan, içgüdülerini değil, duygularını öne çıkaran olağanüstü bir elektriklenmedir. Frekans çakışmasıdır. O kadarki çoğu kez ikincil, beşincil bir ihtiyaçken başdürtü haline gelebilmesidir. Seni seviyorum.Bu iki kelimelik sihirli söz, yaşlı dünyamızda nice olaylara sebep olmuştur. Yuvalar yıkılmış, ocaklar sönmüş, acılar çekilmiş ama pek azı mutlu sona ulaşmıştır. Böyle mi demişti şair: Seni tanımasaydım Seni sevmeseydim Bu şiiri yazamayacaktım Bu sayfa da boş kalacaktı Tabii bu köşede.

  • Günahkar Olmak

    Uzun ayaklıda viskimi yudumluyorum Kİ-BAR'da. Zaman zaman takılırım bu kibar yere. Sessiz ve nezih olduğu kadar, işletmecilerde hoş sohbet. Ömür çok kısa. Bunun bir kısmını uykuda geçirmek niye,diyor arkadaş. Gerçekten de uyku ölüm halidir. Tıbben hala çözülememiş, zorunlu biyolojik bir faaliyet. Bir şey duymuyor, görmüyor, anlamıyorsun. Yiyemiyor, içemiyor, düşünemiyor, sevemiyorsun. Dolayısıyla yaşam dışı kalıyorsun.Yalnızca organizma asgari düzeyde ve rölantide, işlevini bilinç ve istem dışı sürdürüyor o kadar. Aslında çok gerekli bir fizyolojik dürtü. Ben de bunun bilincinde olduğum için çok az uyurum. Daha çok yaşamak, daha çok sevmek ve hayattan daha çok zevk alabilmek için. Hayat çok kısa ve zevk alınacak şeyler o kadar az ve benim gibilerin imkanları o kadar sınırlı ki. Bütün dinler, disiplinler, öğretiler, ekoller, tekkeler... hep zevk verici şeyleri yasaklıyorlar. Haram günah diye. Bütün bu yasaklara, sınırlamalara, yaptırımlara, cezalara rağmen benim gibilerin ilgisi önlenememiş. Bu dün de, böyle bu gün de... Yarında. Sebebi ölümün anlamsızlığında ya da bilinmez korkunçluğunda. Yasaklanan şeylerin ise çekiciliğinde keyif ve zevk vermesinde. İnsan yaşamın tadına doyasıya varamadıktan sonra, yaşamanın da pek anlamı kalmıyor. Ya da uyku halinde kalmak gibi bir şey oluyor. Ve bakınız bin yıl evvel yaşamış ünlü İran şairi Ömer Hayyam, Allah'a şöyle sesleniyor: Kim senin yasanı çiğnemedi ki söyle Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen sen Sen ile ben arasında ne fark kalır söyle Diyerek günahsız bir ömrün tatsız olacağını ve bundan korkulmaması gerektiğini savunuyor. Ve yine bir başka rübaisinde: Bize derler öte dünyada cennet var Huri var,sevgili var,ağza üzüm sarkar Şimdiden uygulasak bunları öyleyse Sonumuz tıpkısı buymuş bizim ahbaplar Diyerek aşksız sevgisiz, şarapsız bir dünyanın anlamsızlığını, yobaz sofilere öte dünyada olanların bu dünyada niçin geçerli olması gerektiğini cesaretle söylüyor. Bense karga olup alçaklardan uçup çok yaşamaktansa, kartal olup yalçın kayalıklarda, doruklarda süzülmeyi tercih ederim. Yasağı da ölümü de takmadan.

  • Solculuk

    Sol kelimesi tarihte şu sekillerde karşımıza çıkmaktadır: sol "ters, uğursuz, sol taraf" [ Uygurca (1000 yılından önce) ]solamuk "sol elini kullanan" [ Divan-i Lugat-it Türk (1070) ]solak "aynı anlamda" [ Tuhfetu'z Zekiyye fi'l-Lugati't-Türkiyye (1425) Fransa Kralı 16. Louis, Fransız Devrimi öncesi, kurucu meclisi sarayına çağırıyordu. Bir meclis var ama, meclis ne karar alırsa alsın, sarayda yaşayan 16. Louis’in veto etme hakkı vardı. İstemediği her şeyi kafasına göre veto ediyor. Zaten meclisin toplanma amacı; Louis’in veto hakkının kaldırılmak istemesiydi... 1760 lı yıllara gelindiğinde ...Fransa Kralı'nı destekleyen soylular ve Ruhban sınıfı, kurucu meclisde oturum başkanı Mounier’in ‘sağ’ tarafına oturuyorlardı. Kralın böyle bir ayrıcalığı olmaması gerektiğini, herkesin eşit olduğunu savunan, halk destekçisi olan temsilciler ise ‘sol’ tarafa oturuyordu. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturmuşlardı. O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen insanlar da 'sol' tarafa oturmuşlardı. “Kalp soldaysa cüzdan sağdadır” der İngiliz deyimi. Orhan Veli de “Sarhoş oldum da/Seni hatırladım yine/Sol elim/Acemi elim/Zavallı elim!”demişti. Bazı yerlerde: Kapıdan çıkarken önce sağ adım atmaları da söylenmektedir. Öfkelenen ve soğukkanlılığını kaybedenlerde, ‘sağduyu’ya davet edilmektedir. Karl Marx da “İnsanların yaşam biçimini belirleyen bilinçleri değildir; ama, onların bilincini belirleyen sosyal yaşam biçimleridir” demişti. Aslında solculuk, ezilenlerin yanında ve halkın yanında yer almadır. Sömürüye karşı durmadır. Emeği en yüce değer olarak kabul etmedir.Dayanışmayı ön plana çıkarmaktır.Paylaşmanın adıdır. Demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını savunmadır.Emperyalizme karşı olmadır.NATO’dan çıkmayı, İncirlik’in kapatılmasını savunmadır. Tam bağımsız Türkiye yi istemektir. Ülkesini sevmedir. Savaşlara karşı çıkıştır. Duyarlı olmayı getirmektedir. Vicdanı bünyede barındırmaktır. Önyargısız olmayı getirmektedir. Her ağaç, yanan her orman için ne yapip edip mutlaka fidanlar dikebilmedir, onları korumadır. Hes'lere rant için yapılan köprülere hayır diyebilmedir. İtaatkar olmaya karşı çıkıştır. Ormandaki tüm canlıları sevebilmektir. Kumsalda bırakılan çöpleri toplamadır.İsrafa karşı tavır almayı getirmektedir. Kendin gibi olmak demektir.Her yenilgiden sonra silkinip kendi küllerinden yeniden doğmaktır. Hümanizmi yaşama katmaktır. Hoşgörülü olmadır. Ötekileştirmemektir. İnsanın köleleştirilmesine karşı çıkmaktır. Kadın-erkek eşitliğini vurgulamaktadır. Cinselliğin ve aşkın özgürleşmesinden yanadır . İktidara mesafe koymaktadır. Erdemliliği getirir. Hırsızlığa vurguna soyguna yolsuzluğa rüşvete talana cephe almadır. Onurlu bir yaşam sürmektir. Dalkavukluk yapmamaktır. Sürekli araştırarak, kendini yenilemektir. Aklın yanında yer alarak karanlığa,cehalete,gericiliğe karşı durmadır.Toplumun aydınlanmasını desteklemektir. Eleştirelliğin, sorgulayıcılığın dayanak bulmasıdır. Din sömürüsüne karşı olmadır. Bilimin, aklın, yurttaşlığın iyiliğin de umudun da aranacağı yerdir.Birleştirici, birlikten dayanışmadan yana olmaktır. Piyasanın saldırılarını red etmedir. Bütün sosyal hakların alınmasındaki mücadelenin mimarıdır. Kapitalist düzenin belirleniminden örgütlü olarak sıyrılabilmedir. Halkın gelir seviyesini üst noktaya taşınmasından yanadır. Tarım ve hayvancılığı desteklemektir.Eşitlik,adalet için mücadele etmedir. Herkese güvenceli iş herkese için güvenceli geleceği savunmadır. Kültürel anlamda da insan ruhunun gerçek sanatın güzellikleriyle yoğrulmasından yanadır.Herkes için parasız sağlık parasız eğitimi istemektir. Umutlarımız uğrunda yolumuzda omuz omuza yürümedir. Her türlü zorluğa göğüs gerebilmedir.İlkesel olarak uzlaşmadan kacınmadır. Toplumun yaşam kalitesini yükseltmektir. Yaşama eşitlik penceresinden bakmaktır. Özgür KARAKAYA ozgur694@hotmail.com

  • Bir Yonetici Ne Zaman Birakmali

    Bir köy veya mahalle muhtarı bu görevi ne kadar süre ile yapmalı? Bunun için yasal bir kural olmadığından ömrünün sonuna kadar muhtarlık yapanlar var! Çoğu ise bir veya birkaç dönem işbaşında kalır. Seçimlerde karşısına rakipler çıkar ve bunlardan biri oyları toplayınca muhtar değişir. Çok uzun süre muhtarlıkta kalmanın sakıncalarının başında köyden yetişecek yeni bir yöneticinin önünü tıkamış olmasıdır. Dernekler, vakıflar, sendikalar da böyledir. Buralarda yönetimi ele geçirenlerin bir kısmı, üyelerinin rızalarıyla, bir kısmı ise çeşitli önlemlerle muhalefetin önünü tıkayarak iktidarda uzun süre kalıyorlar. Hatta bazı kuruluşlar, kendi adlarından çok demirbaş hale gelmiş başkanının adıyla anılıyor. Siyasi hayatımızda politikayı meslek haline getirmiş insanlar var. Her dönemde parti başkanı veya milletvekilidirler. Bu görevleri sona ererse sudan çıkmış balığa dönecekleri hissine kapılırlar. İkinci Meşrutiyet döneminin renkli simalarından Osmanlı Sosyalist Fırkasının, Mütareke döneminde Türkiye Sosyalist Fırkası’nın başkanı İştirakçi Hilmi partisinin ikinci kongresinde kendisini ömür boyu başkan ilan ettirmiş. Bu kararı hükümet tanıyınca partinin üyeleri yeni bir sosyalist parti kurmuşlar. İştirakçi Hüseyin Hilmi, başka hataları yüzünden de partisini kaybederek yapayalnız ortada kalmış. 1922 yılında da bir cinayete kurban gitmiş! Parti ve devlet başkanlıklarında bir kişinin makamına kazık çakması büsbütün hatadır. Türk siyasi hayatı, bunun sakıncalarını görerek cumhurbaşkanları için tek ve 7 yıllık bir dönemi öngörmüşken, daha sonra bu, beşer yıllık iki dönem olarak düzenlendi. Böylece devlette kurulacak bir diktatörlük önlenmeye çalışılmış ise de. AKP, bunu yeni bir anayasa değişikliği ile bütün yetileri cumhurbaşkanına vererek geçersiz hale getirdi! NE ZAMAN BIRAKMALI? Yasada ve tüzükte bir hüküm olmasa da bir yönetici, yönetimi ne zaman bırakmalıdır? Kanımca bu soruya şöyle yanıt verilebilir: En güçlü olduğu zaman. Yani başarılarının doruğundayken. Başarı eğrisi dibe vurduğunda veya parti içindeki muhalefetin ite kaka düşürdüğü bir başkan, eski saygınlığına kavuşamaz. Örneğin İsmet Paşa, CHP’de parti başkanlığını ne zaman bırakacağını tayin edemedi, Ecevit’in karşısında yenildi ve sonunda partisinden bile istifa ederek siyasi hayatını noktaladı. Memleketi en iyi kendilerinin yönetebileceğini, başka biri geldiği zaman memleketin yıkılacağını düşünenler, ülkede demokrasiyi boğmuşlarsa ve devleti sıkı sıkıya kendilerine bağlamışlarsa bir daha o makamı bırakmak istemezler. Bu durum darbeleri davet eder. Bir yönetici, derneğinin, sendikasının veya partisinin gücüne inanmalı ve onların her zaman kurumu yönetecek liderler çıkarabileceğine güvenmelidir. Kendisi bunu hem özendirmeli, hem da buna yardım etmelidir. Eğer hizmetleri unutulmayacak biri ise ona onursal bir makam biçilebilir veya danışman olarak görüşlerinden yararlanılabilirler. İktidar çok tatlıdır, aynı zamanda ateşten bir gömlektir. Tek adam sisteminin yaratacağı sakıncaları ancak özgür seçimler ve demokrasi giderebilir. Özgürlüğün olmadığı bir siyasi ortamda zaten tek belirleyici, tek adam olmanın övünülecek bir yanı yoktur. BEN NE ZAMAN BIRAKTIM? Ele aldığım konularda daha somut konuşabilmek için sık sık kendi yaşadıklarımdan da söz ediyorum. Bu konuda da kendimden örnek vermesem olmaz. Başında bulunduğum kuruluşlardan en uzun ömürlü, dolayısıyla en uzun süre temsil ettiğim iki kuruluş var. Bunlardan biri Öğretmen Dünyası dergisidir ki, 1980 yılında yayın hayatına atıldı. Ben bu derginin (1982’de yazıişleri müdürü olduğum iki sayısını ve 1986’daki yaklaşık bir yıllık gönüllü ve zorunlu ayrılığı saymazsak) 1988’e kadar yazı kurulunda bulundum. 1988’de Yazı işleri müdürü, ardından da sahiplik görevini üstlendim. Bu grevim devam ederken 2003’te kurduğumuz Ulusal Eğitim Derneğinin genel başkanlığına seçildim. Dergide her yıl yapılan seçimlerde ve dernekte iki yılda bir yaptığımız kongrelerde göreve devam kararı çıktı. Ancak dergi ve dernekte her zaman çok ön planda görünmek, derginin ve derneğin adının benimle anılması gibi bir sakınca da yaratmaya başladı. Birçoklarının bilmediği şey, bu kurumların birer kolektif çaba ile ayakta durduğu idi. Derneğin 2009 kongresinde, dernek başkanlığında bunun son dönem olacağını belirttim ve 2011 Kongresinde de bu sözümü tuttum. Karşımda bir aday yokken ve hiç kimse “Yeter artık, bırak” dememişken başkanlığı bıraktım. Arkadaşlarım da dergide ve dernekteki emeğim nedeniyle kongre kararıyla bana “Onursal Genel Başkan” sıfatını verdiler. Dernek de dergi de bu değişimden ötürü bir zaafa uğramadı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğunu da kabul etmeli. GEREKLİ OLAN KURUMLAŞMADIR Bir kurumun yaşaması için güvence olan, başkanı değil, kurumlaşmasıdır. Kurum daha baştan sağlam ilkelere bağlanır, daima tabana dayanır ve içinde demokrasi uygularsa selametle yol almaya devam eder. Kitlelerin sağduyusuna ve ortak akla güvenmek gerekir. Karar alma mekanizmasını tek bir kişiye bağlamak, daima o kişinin siyasi felaketi ile sonuçlanma riskini de taşır. Birçok yazımda vurguladığım gibi Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının nedeni Meclis’te ifadesini bulan ortak aklın eseridir. Şimdi o Meclis’in ülke yönetiminde devre dışı bırakılması bunca yılıklı deneyimlerden sonra ne kadar acıdır! CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun girdiği her seçimden başarısızlıkla çıktığını gerekçe göstererek istifa etmesini isteyen bir hayli insan var. Başarıyı onun yerine geçecek bir başkandan beklemenin hayal olduğunu “CHP’nin Yarası Derinde” yazımda anlatmıştım. Ancak CHP’de huzursuzlukları ve genel başkanın daha fazla yıpranmasını önlemek için partide ortak aklı harekete geçirmek, bütün adayları önseçimle belirlemek gerekir. CHP’nin ihtiyacı da kurumsallaşmaktır. Ancak yazık ki bizim insanlarımızın çoğu, bir kurtarıcı bekliyor. (19 Eylül 2018) Bloğumdaki diğer yazılar için: zekisarihan.com Kitap: Hamit Erdem, Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi, İstanbul, 2012, Sel Yayınları, 334 sayfa.

  • Bes Gul

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ- Sizin için tuttum beş gül getirdim Sevgili, durup dururken beş kırmızı gül getirdim, kan. Beş beyaz gül süt, beş sarı gül altın yaprak, tuttum beş pembe gül getirdim Sevgili, tan. Başka bir el koparmış onları, benim elim bunca korkak: Bir dikmeyi bilirim, bir de dokunmayı: Tepeden tırnağa teniniz yangın beldem, sizin için beş siyah gül parmaklarım. kömür. Toprak, temas, sahi bir de ak kâğıt, seçtiğim kelimelerin arasında nedense mağrur, ilerlerim karda bıraktığım izler birer ağıt, ayırdım dikenleri: Sizin için bu beş arı gül. / Enis BATUR 28 Haziran 1952'de Eskişehir'de doğdu. Orta öğrenimini İstanbul ve Ankara'da yaptı. Yükseköğrenimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Paris'te tamamladı. İlk yazısı 1970'te, ilk kitapları 1973'te yayımlandı. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Dairesi Başkanlığı, Milliyet Gazetesi'nin kültür servisi ve yan yayınlar yöneticiliğini, Milliyet Büyük Ansiklopedi'nin ve Dönemli Yayıncılık'ın genel yayın yönetmenliğini yaptı. 1988'den 2004'e kadar Yapı Kredi Yayınları'nda çalıştı. Yazı, Oluşum, MEB, Tan, Gergedan, Şehir, Sanat Dünyamız, Kitaplık, Cogito, Arredemento Dekorasyon, Fol gibi dergilerin hazırlanışında sorumluluklar üstlendi. Remzi Kitabevi'nin, TRT'deki "Okudukça" programının yayın danışmanlığını yaptı. Açık Radyo'nun kuruluşuna katkıda bulundu ve "Şifa, Şifre, Deşifre" programını hazırladı. UNESCO'nun "Göreme'den İstanbul'a Kültür Mirasımız" kampanyasını yönetti. Cumhuriyet, Milliyet, Dünya, Aydınlık gazetelerinde, Yeni Gündem, P-Eki, Express, 2000'e Doğru dergilerinde 1978-1998 arası düzenli haftalık yazılar yazdı. Yurtdışındaki çeşitli dergilerde ürünleri yayınlandı. Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo ödüllerini, denemeleriyle TDK ödülünü kazandı. Enis Batur'un Eserleri Şiir Tuğralar: Lirik Şiirler 1973-1984 (1985) Perişey (1992) (Cemal Süreya ödülü) Kanat Hareketleri: Lirik Şiirler 1993-1999 (Altıkırkbeş Yay, 2000) (Zirvedekiler ödülü) Darb ve Mesel - Arka Şiirler (Altıkırkbeş Yayın: 1995) Neyin Nesisin Sen (Kırmızı, 2007) (Behçet Necatigil ödülü) Doğu - Batı Divanı (YKY, 1997) Doğu - Batı Divanı 2 (Kırmızı, 2007) Doğu - Batı Divanı 3 (Kırmızı, 2010) Ağırlaştırıcı Sebepler Dîvanı (Altıkırkbeş Yay, 2003) Yanık Divan (Kırmızı Kedi: 2016) Nil (1975) İblise Göre İncil (1979) Kandil (1981) Sarnıç (1985) Koma Provaları (Altıkırkbeş Yay, 1990) Sütte Ne Çok Kan (Altıkırkbeş Yay, 1998) Abdal Düşü: Düzyazı Şiirler 1998-2002 (Altıkırkbeş Yay, 2003) Taşrada Ölüm Dirim Hazırlıkları (Oğlak Yay, 1995) Uç Şiirler (Kırmızı: 2011) Opera 1 - 4004 (Altıkırkbeş Yayın: 1996) (Altın Portakal ödülü) Papirüs, Mürekkep, Tüy-Seçme Şiirler (YKY, 2002) Eros ve Hgades (1973) Bir Ortaçağ Yalnızlığı (1973) Ara-Kitab (1976) Gri Divan (Remzi, 1990) Eleştiri Yazının Ucu Yazınsal Denemeler 1976-1993 (YKY:1993) E/Babil Yazıları (YKY: 1995) Seyrûsefer Defteri (YKY: 1997) Aciz Çağ, Faltaşları (YKY: 1998) Smokinli Berduş: Şiir Yazıları 1974-2000 (YKY: 2001) İmgeleri Kim Dinler? (YKY: 2004) Okuma Lambası (Alkım: 2004) Hurufi Gözüyle Büyü Kutusu, sinema yazıları (2007) Pervasız Pertavsız (Kırmızı: 2009) Ölesiye Sanat, yeni faltaşları (Alakarga: 2013) Son Modernler [Edebiyat üzerine denemeler] (Sel: Şubat 2014) Yazının Sınır Boyuna Yolculuklar [Edebiyat üzerine denemeler](Sel: Eylül 2014) Karanlıktan Işık Yontanlar [Sanat üzerine denemeler, 1976-2008] (Sel: 2015) Öteki Pusula [Sanat ve edebiyat üzerine denemeler] (Sel: 2016) Şiir Ve İdeoloji (Derinlik, 1979; İkinci basım: Mitos, 1993) Türk Dil Kurumu ödülü Rabia Hatun, Tuhaf Bir Kıyamet (YKY, 2000) İlhan Berk: Mağara Ressamı, Sapkın Nakkaş, Namahrem Kalem (YKY, 2000) Patates (Sel, 2003) Kulak (Sel, 2009) Tilki (Notos, 2011) Ansiklopedi Kediler Krallara Bakabilir (Remzi, 1990) Gönderen: Enis Batur (Remzi, 1991) Kırkpare (Remzi, 1993) Su, Tüyün Üzerinde Bekler (Sel, 1999) Kurşunkalem Portreler (Sel, 1999) Yazboz (Sel Yay, 2001) Gövde'm (Sel Yay, 2007) Haneberduş (Sel Yay, 2010) Söyleşi Günebakan I: Alternatif: Aydın (Hil Yayın: 1985) Günebakan II: Saatsız Maarif Takvimi (Ark Yayınları: 1995) Günebakan III: Türkiye'nin Üçlemi (Papirüs Yayınevi: 1998) Deneme Başkalaşımlar I-X (YKY: 1992) Başkalaşımlar XI-XX (YKY: 2000) Başkalaşımlar XXI-XXX (Kırmızı: 2009) Bir Varmış Bir Okmuş: Sözümona Düzmece bir Wilhelm Tell Hikâyesi (Sel Yayıncılık, 2002) Plati-Bir Ada Denemesi (Sel, Şubat 2006) Mekik (Norgunk, 2009) Mumya Köpek (Norgunk, 2011) Geronimo'nun Ölümü (Sel, 2012) Yolcu (1996) Issız Dönme Dolap (YKY, 1998) Kum Saatından Harfler: Sokulgan Okur İçin İçbükeyler (YKY, 2001) Bekçi (Oğlak Yayınları, 2003) Mazruf (Okuyanus, 2004) Suya Seng, içbükeyler 2002-2007 (Sel, 2008) Noksan (Sel, Haziran 2010) Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak, içbükeyler 2008-2010 (Kırmızı, Kasım 2012) Merak Cemiyeti Tutanakları, içbükeyler 2010-2011 (Alakarga, Ocak 2013) Otuz Kuş Birden Olmak (B/F/S, 1987) Söz'lük (Düzlem, Mart 1992) Seyrüsefer Defteri (YKY, 1997) Öteki Prova (Norgunk, 2007) Işık (Noktürn, 2013) Hepsi (Sel, Eylül 2013) Roman ve Anlatı Acı Bilgi: Fugue Sanatı Üzerine Bir Roman Denemesi (YKY, 2000) Elma: Örgü Teknikleri Üzerine Bir Roman Denemesi (Sel Yayıncılık, 2001) Kravat (Sel Yayıncılık: 2003) Sır, bir oynaşı (Sel: 2009) Kitap Evi (Sel: 2014) Başka Yollar (YKY, 2002) Mürekkep Zaman (YKY, 2004 Rakım Sıfır, imgelem alıştırmaları 2008-2012 (Kırmızı Kedi, 2012) Gezi İstanbul İçin Şehrengiz (YKY: 1994) Üç İzmir (YKY: 1994) Ankara Ankara (YKY: 1994) Kesif (Mitos, 1996) İki Deniz Arası Siyah Topraklar (YKY, 1997; Remzi, 2014) Amerika Büyük Bir Şaka Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz? (YKY, 1999) Şehr'enis (Literatür, Nisan 2002) İki Deniz Arası Siyah Topraklar ve Kesif ve ¿ (YKY, 2002) Paris, ecekent (YKY, 2003; Remzi, 2012) Bulutlardan Yontma Kayalar, bir bretagne gezisi (Alkım, 2005) Siyah Sert Berlin (Remzi, 2013) Ziyaretler Kitabı (Kırmızı Kedi, 2013) Pasaport Damgaları (Kırmızı, 2008 Ada Defterleri (Kırmızı, 2008) Antoloji Kara Mizah Antolojisi (Hil Yayın, 1987; Sel, 2005) Modern Dünya Edebiyatı Antolojisi (Dönemli Yay, 1988) Ahmet Hamdi Tanpınar / Seçmeler (YKY, 1992) Gütenberg Gökadasına Gezi (YKY, 1992) Unutulmuş Şiirler Antolojisi (YKY, 1994) Modernizmin Serüveni: Bir "Temel Metinler" Seçkisi 1840-1990 (YKY, 1997) Avrupa Güneşinin Doğduğu Yere Yolculuk (Turkcell, 2001) Beş Kıtada Türk Seyyahları (Turkcell, 2002) Sahici Trenler İçin Oyuncak Kitap (YKY: 2003) Rönesansın Serüveni (YKY, 2005; Sel, 2016) Diğer Bu Kalem Bukalemun (Hil: 1986) Ayrıca, Yazılar ve Tuğralar Şiirler 1973-1987 (B/F/S Yay, 1987). Bu Kalem Melûn (YKY: 1997) Bu Kalem Un (ufak) (Okuyanus: 2004) Cep Meşkleri (Can: 2005) 60 mm Dizüstü Meşkler ve İçcep Meşkleri (Sel: 2011) Bu Kalem Unkudî (Palto: 2014) Ondört+X+4 deneysel metin [Tipografik yorum: Savaş Çekiç] (C Yayınları: 1994) Fatma Tülin / Bir (İki) Sergi Öncesinden Tablolar (Sel Yayıncılık, 1999) Defter (Selçuk Demirel ile birlikte) (YKY, 2001) Son Kare (Kaan Çaydamlı ile birlikte) (Altıkırkbeş Yayın: 2002) İstanbul Des Djinns (2003; Türkçesi (Cinlerin İstanbulu): Remzi, 2016) Mazruf (Okuyan Us, Eylül 2003) Ottomanes (2006) Eyfel-Modern Zamanların Simgesi (Alkım, 2006) Ziyaret (Çekirdek Sanat, 2007) Hayalet (Norgunk, 2011) Dava (Norgunk, 2014)

  • Asil Suc

    Adnan Oktar ve arkadaşlarının suçları hakkında çeşitli haberler çıkıyor. Yıllarca hükümet tarafından el üstünde tutulan Fetullah Gülen Cemaatinin uğradığı akıbete şimdi de Adnan Oktar ve müritleri uğruyor. “Düşenin dostu olmaz” demişler. Bu atalar sözü her zaman değilse de işimdi tam da iktidar ve yandaşları açısından doğrudur. Gazete haberlerinden anladığımıza göre, Oktar hakkında geniş bir iddianame yazıldığı ve pek çok eylemle suçlanacağı anlaşılıyor. Doğrusu bu konularda bir şey yazacak değilim. Birçok erkeğin ağzının suyunu akıtan güzel kedicikleriyle geçirdiği hoş zamanların görüntülerini yadırgasam da bunun suç olup olmadığı konusunda bir bilgim yok. Öteki suçlamaların doğru olup olmadığını da adil bir yargılama ortaya çıkarabilir. Benim yazacağım konunun şu dönemde Adnan Oktar’a bir zararı yok. Benim tanıklığımı kabul etmeleri de ihtimal dışı. Çünkü yazacağım konuda hükümet çevreleri tarafından suçlandığını duymadık. Aksine onun görüşleri bu çevreler tarafından yıllardır ve hararetle savunuluyor. BEŞ KİLOLUK LÜKS KİTAP 21 Temmuz 2009 günü memlekete gitmişken bir vesile ile köyümüze yakın Kumru ilçesine de uğradım. 1953’te ilkokula burada başlamıştım. Bir yıl okuduğum ilkokulu ziyaret etmek istedim. Okul yıkılmış, yerine iki katlı bir bina yapılmıştı. Şimdi Belediye olarak kullanılıyordu. Üst katta Öğretmenevi için birkaç oda ayrılmıştı. Salonun bir köşesinde küçük bit kitaplık dikkatimi çekti. Camlı dolapta her öğretmenevinde bulunabilecek 20-30 kitaptan başka, dolabın ölçülerine sığmadığı için en üste konulmuş kocaman bir kitap duruyordu. Birinci hamur kaliteli kâğıda basılmış bu resimli kitabın ağırlığı 5 kilodan hafif değildi. Üzerinde “Yaratılış Atlası” yazıyordu. Yazarı ise Harun Yahya. Daha önce basına yansımış bu kitabı Kumru gibi ücra ve yoksul bir ilçenin öğretmenevinde görmek varmış! Bilindiği gibi kitap, Evrim gerçeğini sözde çürütmek için yazılmıştı. Canlılar evrime uğramamıştı! Onların her biri, milyarlarca tür, şimdi nasılsa o biçimde yaratılmıştı! Bazı balık ve omurgalı hayvanların fosilleriyle bugünküleri karşılaştırıyor ve bunların aynı olduğunu, yani bir evrime uğramadığını anlatıyordu! Bu kitabı Kumru gibi Karadeniz’in iç kısımlarında yoksul köylü kitlelerinin yoğun olduğu bir ilçede görmem beni fena halde üzdü. Bu üzüntümü orada öğretmenevi yetkililerine söylemek istedim fakat ortada bunları söyleyeceğim kimse yoktu! KARANLIĞA MAHKÛM ETMEK Ankara’ya dönünce internetten öğretmenevinin posta adresini buldum ve duygularımı bir mektup halinde öğretmenevi yöneticilerine yazdım. Evrim gibi gibi yalnız canlılar bilimini değil, evrenin oluşumunu da reddeden bir görüşle Türkiye nasıl aydınlanacak, nasıl kalkınacaktı? Kumru’da çalışan öğretmenler, çocuklara o kitaptaki görüşleri mi anlatacaklardı? Bu durum, köylü çocuklarının sonsuz bir karanlığa mahkûm etmek değil miydi? Bu kitabı kütüphaneye koymuş olabilirlerdi ama yanına evrim teorisini anlatan bir kitap da koysalar daha iyi değil miydi? Aradan 5 yıl geçti. 6 Haziran 2014 günü, bir grup arkadaşla Batı Karadeniz’den geçerken İnebolu Öğretmenevinde geceledik. Hayret! Aynı kitap buranın kütüphanesinin de demirbaşlarındandı. Tırlar dolusu kitap milletvekillerine de dağıtılmıştı, muhtemelen bütün öğretmenevlerine gönderilmişti. Kaygılarımı Öğretmenevinin bayan müdürüne söyledim. Kitap onun dikkatini çekmemiş. Derhal kaldıracağına söz verdi. SUÇ ORTAĞI Bence Harun Yahya takma adını kullanan Adnan Oktar’ın hesabını vermesi gereken asıl suçu budur. Karşısında yarı çıplak kedicikleri oynatması, bu suçunun yanında hiç kalır. Çünkü Adnan Oktar, 16. Yüzyılda Takiyüddin Efendi’nin gözlem evini topa tutarak yerle bir etmiş olanlar, matbaayı 300 yıl ülkeye sokmayanlar, Osmanlı dönemi gericileri ve bugünkü iktidar gibi bilimin evrim gibi en temel konularından biriyle savaşmış, bu hareketiyle Türkiye’ye en büyük kötülüklerden birini yapmıştır. Eğitim programlarında evrimi anlatılmayan bir millet sittin sene iflah olmaz. Bu eğitim sisteminin içinden bilim adamı yetişmez. Ancak şarlatanlar çıkar. Bu hükümet ve emrindeki yargı, bunun hesabını Adnan Oktar’a sormuyor! Nasıl sorsun ki bu konuda onun gibi ve onun ilham aldığı Evanjelistlerle aynı görüşleri savunuyor. Krizimiz yalnız ekonomide olsaydı bunu atlatabilirdik ama eğitimdeki bu gitgide derinleşen kriz Türkiye’nin geleceğini esir almıştır. Kötü etkileri kuşaklar boyu sürecektir. Yeni öğretim yılı “hayırlı ve uğurlu” olsun! (17 Eylül 2018) Bloğumdaki diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • Hepimiz Aynı Gemideyiz

    Uyguladıkları iç ve dış politikada sıkışan iktidar çevreleri bir süredir “Hepimiz aynı gemideyiz” diye bir terane tutturdu. Açık denizlerde pusulası sağlam, güvenle yol alan bir geminin kaptanı, yolculara dönüp “Hepimiz aynı gemideyiz” edebiyatı yapmaz. Belli ki gemi su almaya başlamış, denizde bir o yana bir bu yana yalpalıyor. O zaman yapacağın şey kaptanlığı ehil ellere bırakarak çekilmek değil mi? Herkes o gemide ise senden başka kaptanlık yapacak yok mu? Yoksa onları daha önce küpeşteden denize mi attın? Yoksa Ellerini kollarını zincirleyip kamaralara mı kilitledin? Veyahut denize açıldığın tarihten beri sabah akşam yaptığın anonslarla onları iyice itibarsız hale mi getirdin? Hâlâ hem ülkeyi en iyi kendinin yöneteceğini ileri sürüyorsun, hem de “Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek gemideki yolculardan seni desteklemelerini istiyorsun. Güverteye kaygı ile toplanmış yolcuları böylece susturabileceğini sanıyorsun. İktidarın sözcülüğünü üstlenmiş bazı televizyon bülbülleri, muhalefetin ağzını tıkamak için ikide bir Kurtuluş Savaşı’ndan ve Atatürk’ten de söz etmezler mi? Kurtuluş Savaşımız bu milletin ortak kutsallarından olduğu için bu örnek karşısında akan suların durulacağını sanıyorlar. Nitekim öyle de oluyor! Oysa işin rengi tamamen farklıdır. AYNI GEMİDE FARKLI POLİTİKALAR İşin gerçeği şudur: Hürriyeti elde etmek için yıllarca uğraşan Jön Türkler da Abdülhamit’le aynı gemide idiler. Abdülhamit hürriyetçilere “Yapmayın, aynı gemideyiz. Anayasa rejimine dönersek veya ben tahttan çekilirsem devlet gemisi batar, siz de benimle birlikte boğulursunuz” demiş olmalılar. Jön Türkler bu demagojiye aldırmadılar ve milletin diri unsurlarına önderlik ederek Hürriyeti ilan ettiler. Abdülhamit’in yıldızı söndü ama gemi yoluna yeni kaptanlarıyla devam etti. İttihat ve Terakki Partisi, altı yıl sonra 1914’te gemiyi tehlikeli sulara sürdü ve gemiyi batırdı ama bu Abdülhamit’in yokluğundan değil, hürriyet’in yokluğundandı. Milletin Meclisi’ne, hatta hükümete bile danışmadan ve üstelik muhalefeti tamamen susturarak fırtınalı denizlere açıldılar. Bu süreçte hiç kimse “Aman çenemi kapatayım, hepimiz aynı gemideyiz” demedi. Mustafa Kemal Paşa da İttihat ve Terakkiye muhalefet edenlerdendi. Asılan, sürgüne gönderilen, gazeteleri, dergileri, dernekleri, partileri kapatılan muhalifler de. Aynı gemide bile değillerdi ve onları bindirdikleri gemi Sinop zindanına yol alıyordu. Şimdinin cezaevlerinde iddianame bekleyen barışçı ve devrimcileri gibi… ÖTEKİ GEMİ: BENDIRMA VAPURU 1919’a gelindiğinde geminin kaptan köşküne Altıncı Mehmet Vahidettin oturdu. Yurtseverler, bu geminin fena su aldığını ve batmakta olduğunu gördüler. “Padişahımız en iyisini bilir, ayrı baş çekmeyelim” demediler. Kongreler topladılar, Kuvayı Milliye birlikleri kurdular. Geminin kaptanı, bu gemide başka kimsenin söz sahibi olmasını istemiyor, adeta “Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek farklı çözüm yolları önerenleri hain bile ilan ediyordu. Söz gemiden açılınca Bandırma Vapurunu örnek vermek yerinde olacaktır. O gemide Samsun Limanına yolculuk yapanlar başlangıçta Vahdettin’e adeta yalvardılar. Samsun’dan Erzurum Kongresine, hatta Sivas günlerine kadar geçen sürede ona isyan etmediklerine, memleketin kurtuluşu için çare aradıklarına yemin billah ettiler. Geminin tek kaptanı olduğunu düşünen Vahdettin, kendisi de Anadolu’ya geçecek yerde, Kuvayı Milliyecileri idama mahkûm etme yolunu seçti. Hep aynı gerekçe: “Hepimiz aynı gemideyiz. Geminin kaptanı benim. Farklı sözler işitmek istemiyorum.” “BU MİLLETE BİR ÇOBAN LAZIM” İngilizlerin İstanbul’u işgal ettiği 16 Mart 1920 günü kendisini ziyaret ederek millet temsilcilerinin onayı olmadan bir anlaşmaya imza atmamasını isteyen Rauf Bey’e Padişah Vahdettin, “Bu millet bir koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim” demiştir. Kuvayı Milliye’nin projesi ise Türk, Kürt, Çerkez, Sünni, Alevi, sağcı, solcu demeden milli birlik politikaları uygulayarak milleti tek cephede tutmaktır. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM bu anlayışın eseridir. Açık denizlerde seyreden gemilerin kaptan değiştirmesiyle ilgili pek çok hikâye vardır. Türk siyasi hayatında da zorlu iktidar değişimleri hep kaptanın bertaraf edilmesiyle mümkün olabilmiştir. Dünyadaki örnekleri de bundan farklı değildir. Çan Kay Şek’in kaptan olduğu Çin gemisinde Mao’nun dümene geçmesi, Rusya gemisinde Kerenski’nin elinden Lenin’in dümeni alması, Küba gemisindeki dümenin Batista’dan Kastro’ya geçmesi, sözü fazla uzatmamak için verilebilecek birkaç örnektir. Yanı başımızdaki Suriye gemisinde ise dümeni ele geçirmek için birbirine girmiş gruplar var ve iktidarımız “Yapmayın, hepiniz aynı gemidesiniz” demiyor. Bu gruplardan birini açıkça arkalıyor. Sonra Türkiye’ye dönüp millete “Hepimiz aynı gemideyiz” edebiyatı yapıyor… SEN TÜRKİYE DEĞİLSİN Bizim safdillerden başka kimse bu “Aynı gemideyiz” söylemini yutmaz. Sosyal kanunlar hükmünü yürütür. Evet, aynı gemideyiz ama sen bu gemiyi iyi yönetemiyorsun, gemi, kayalıklara doğru hızla yol alıyor. Memleketi selamete çıkarmak için benim iyi bir programım var: İsraf ekonomisi yerine üretim ekonomisini yürürlüğe koyacağım. Hem dışarıda, hem içerde savaş politikalarından barış politikalarına geçeceğim. Demokrasi ile milli birliği sağlayacağım. Sosyal adaleti yaygınlaştıracağım, partizanlık yapmayacağım, Eğitimde hurafe yerine bilimi kılavuz edineceğim. Gemidekilerin hayatını ve geleceğini sen tehlikeye atıyorsun. Benim görevim, bunu millete bütün araçları kullanarak anlatmak. Kusura bakma, senin yanlış politikalarının payandası olamam. Sen Türkiye değilsin. (14 Eylül 2018)

  • OKULDA ILK GUN

    Okullar açılıyor. Okula yeni başlayanlar için unutamayacakları bir gün olacak. Büyük bir bina, çocuklarla dolu sınıf denen odalar. Başlarında öğretmen denen bir kadın veya adam. Burada anne ve babasının, dede veya ninesinin el bebek gül bebek çocuğu değil. İstediğini parmak kaldırarak bildirecek. Sırasına razı olacak. Toplu yaşamaya alışacak. Sevgi ve şefkati de bölüşmeyi öğrenecek. Toplumsallaşmaya ilk esaslı adım. Bilmem itiraz eden olur mu, desem ki: Çocuğunuz işte komün hayatına başladı. Okul komünü toplu yaşamanın bir sonucu ve zorunluluğudur. Zengin ve yoksulun ayrılmadığı, kalem, kitap ve çantadan başka özel mülkiyetin bulunmadığı, hak eşitliğinin geçerli olduğu bir yaşam. Okul herkesin, öğretmen herkesin, bilgi herkesin… İlkokula başladığı günü hatırlamayanlar var mıdır? 65 YIL ÖNCEYDİ Bundan 65 yıl önceydi. 1953 yılının mısırların biçildiği, elmaların derildiği, kokulu Karadeniz üzümün salkımlarının ağaçlarda sallandığı bir güz gününde beni köyümüze 15 kilometre uzaklıktaki Kumru bucağına orada sergi açmaya giden bir yakınımla gönderdiler. Aşağı Fizme köyünde oturan, halamlın kocası Fahri Enişteye teslim ettiler. O bana bir kurşunkalemle sarı yapraklı bir defter aldı ve altından su bendi geçen tek katlı Kumru İlkokulunda müdür Burhan Mutlu’ya götürdü. Ben nüfustaki adımın Zeki olduğunu ilk orada 144 numara ile kaydolurken öğrendim. Köydeki adım Ali idi. Anam, bana Birinci Dünya Savaşı yıllarında hastalıktan ölen babasının adını vermiş, babam ise nüfusa Zeki diye yazdırmış. İlkokulu bitirdiğim yıla kadar soyadımız da nüfus memurunun yaptığı bir azizlik sonucu Zengin’di. Sonra Müdür beni birinci sınıfın kapısından içeri bıraktı… 25-30 çocuğun bulunduğu sınıfın ön sıralarından birine oturdum. Duvarda cumhuriyet bayramı ile ilgili birkaç cümlenin bulunduğu bir levha vardı. “Bunu defterine aynen yaz” dediler. Demek ki, okul açılalı epey olmuş, Cumhuriyet Bayramı gelmişti. Bir iki ay daha hayvan gütmem için beni okula geç yazdırmışlardı. Dokuz yaşındaydım ve zaten iki yıl geç olarak okula başlıyordum. O yılın baharında babam ölmüştü. Ama köylülerimiz de geleceğimiz için okumanın önemli olduğunu anlamışlardı. Köyler kapalı ekonomiden çıkıyor, pazarla bütünleşmeye başlıyordu. Tarım ve hayvancılık bu nüfusu besleyemezdi. Ne var ki köyümüzde okul yoktu! Komşu köylerde de. Köy Enstitüsü atılımı henüz bizim oralara ulaşmamıştı. Çocuklarını okutmak isteyen aileler için benimki gibi başka köy ve kasabalarda okulu bulunan yerlerdeki aileler imdada koşuyordu. Ağabeyim de o yılın baharında, eniştemin oğlu ile birlikte bu Kumru ilkokulunu bitirmişti. YAMALI BİR SİYAH OKUL ÖNLÜĞÜ Eniştemin oğlu İsmet ağabeyin siyah okul önlüğünü tamir ederek bana giydirdiler. Ön tarafında soluk bir yamayı çok iyi hatırlıyorum. Bugünkü aklım yoktu ki, onu koruyayım ve aile müzesinde sergileyeyim. Ben, duvardaki yazıyı kolaylıkla okudum ve sözcüklere bakmadan da defterime yazdım. Yanımdaki çocuklar buna şaştılar. Ben, köyümüzdeki bütün çocuklar gibi her halde altı yaşından başlayarak mahalle mektebine gitmiş, Kur’an okumayı, duaları öğrenmiş olduğum gibi bu okulda haftada bir gün verilen dersle Türkçe okuma yazmayı ve çarpım tablosunu da öğrenmiştim. ELMAS ÖĞRETMEN O akşam Karapınar’a eniştemle birlikte gittim. Ertesi günden başlayarak bu bir saatlik yolu halamın içine bir parça mısır ekmeği, yanına biraz peynir veya ceviz koyduğu siyah bir bez çanta ile gidip gelmeye başladım. Karapınar’dan aşağı bir kuş gibi koşar, dereye indikten sonra biraz yokuş çıkar, sonra biçilmiş mısır tarlaları arasından Elmas Mutlu öğretmenime koşardım. Onun Beşikdüzü Köy Enstitüsünden birkaç yıl önce mezun olduğunu yıllar sonra kızı İlknur Mutlu’dan öğrenecek ve bir fotoğrafını isteyecektim. Halamların evi de kalabalıktı. Eniştem Fahri Efendi, Aşağı Fizme köyünün Tek Parti döneminden kalma dirayetli bir temsilcisi olmakla birlikte zengin değildi. Sofrada birer parça mısır ekmeğini ellerimize verir, bununla idare etmemiz istenirdi. Gerçi halam kardeş kokusu aldığı bu yetim çocuğa gerekli ihtimamı gösteriyor “Sen doymamışsındır” diyerek diğer çocuklardan gizli olarak soğukluk (ekmek doğranmış ayran) yedirirdi. Buna rağmen köyüm gözümde tütüyordu. Fizme’nin yükseklerine çıktığımda kendi köyümün tepelerine hasretle bakardım. İlk karne tatilinde köyüme geldiğimde dünyalar benim olmuştu ve “Ben artık gitmeyeceğim” diye tutturmuştum. Anam tatil sonunda okula dönmem için az dil dökmedi. Benim çağdaşım olanların kim bilir böyle ne hikâyeleri vardır. Şimdi ne zaman ve kimden “Ah ah! Eskiden hayat ne kadar da güzeldi!” sözlerini duysam köy çocuklarının ve tabii köylülerin çektiği böyle sıkıntıları hatırlar, “Demeyin yahu, biraz gerçekçi olun” derim. Bir de ailelerinden bu yaşlarda koparılıp başka ailelerin yanında veya yatılı okullarda öğrenim gören çocukların çektiği aile hasretini hatırlarım. Yeni öğretim yılında çocuklarımıza, gençlerimize ve onların öğretmenlerine başarılar dilerim. (9 Eylül 2018) “Dün Bugün Yarın” adlı bloğumdaki son bir yılın yazıları için: zekisarihan.com

  • Erotizm

    Erotizm, eski Yunan mitolojisindeki aşk tanrısı Eros’un adından gelmektedir. Yetiştiren birleştiren yönü bulunmaktadır. Çağlar boyunca erotizm sonsuz semboller evreni ortaya çıkarmıştır. Sözlüğümüzde: ``Erotizmin karşılığı “kösnüllük, şehvaniyet”; kösnüllük, “cinsel uyarılara karşı aşırı duyarlık gösterme durumu" olarak yer almaktadır. Erotizm, cinsel aşk tutkusunu anlatan bir kavramdır. Salt bedensel bir tutkuyu değil, bunun aşkla, iki karşı cinsin bütünleşme isteğiyle bileşimini dile getirir. Çıplaklığın, önüne perde çekilmiş halidir erotizm. Amacı soyunup her şeyi ortaya dökmek değildir. Erotizm, her şeyden önce insana özgüdür. İnsanoğulunun imgelemi ve istemi sonucu toplumsallaştırılmış, değişime uğramış cinselliktir. Erotizmi cinsellikten ayıran en önemli özellik , kendini açığa vurduğu kalıpların sonsuz çeşitliliğe sahip olmasıdır. Erotizmi pornografiden farklı kılan, güzelleştiren nokta ise beden yerine hayal gücüne hitabıdır . Genel kullanımda erotizm sözcüğü, bedensel aşkı dile getirmektedir. Geniş manada ise hem farklı iki cinsten bireyin cinsel yakınlaşmalarındaki hem de tüm insanlar arası dostluk ve sevgi şeklindeki aşkın görünümlerini kapsamaktadır. Erotizm reklam malzemesi, günah keçisi ya da insanın ta kendisi olabilir yerine göre. Kimi zaman çıplak bedenin, kimi zaman bir sesin veya kokunun tanımına girer erotizm nitelemesi. Hayatın her alanında esintilerine rastlamak mümkündür. Bedenin kıvrımlarında, bir kadının gülüşünde. Bir adamın sigara dumanını üfleyişinde. Öfkeli bir andaki kaşların çatılışında, kadehlerin tokuşturuluşunda, bir kitabın sayfalarında, şiirde, tangoda, gitarın telindedir bazen erotizm. Erotizm, ölüme kadar yaşamın olumlanmasını sunmaktadır. Erotizm ilkbaharın gelişi gibidir. Bedenin şiirle yoğrulmasıdır. İlk dokunuş da önemlidir. Erotizm, cinselliğin kalıplarıyla yetinmemeyi ilke edinmektedir. Sonsuz bir hayal ile farklı biçimlerde, beden ve ruha yeni düşünceler sunmaktadır. Sınırların bittiği yerde erotizm başlamaktadır. Erotizm , akıl ile duygu, birey ile evren arasındaki engelleri delip geçmektedir. Tutkuların dışarı taşmasını sağlayan bir güce sahiptir. Erotizm kadın formuyla başlamaktadır. Uzanmış bekleyen güzel bir kadın vücudu bir ilk dokunuş ve yaklaşma isteği için yeterli olmaktadır. Tabii ki her zaman ille de kadın olacak diye de bir şey gerekli değildir, başlatan bazen de bir erkek bakışı olabilir. Erotizm bazen çocuksu suçluluktan kurtulmaya, bazen toplumun sabit fikirlerini sınırlamaya yaramıştır. Erotizm açığa çıkarır: Seksin basit bir sunumu olarak değil, bir konu olarak sanatta yer alışıdır. Tutkuların davranış olarak en iyi yansımasını ortaya koyabilen erotizm, artistik ifadeleri doğrulayabilir. Hayal gücünün ve becerilerin ortaya konduğu güzel bir anlatım alanıdır. İzlenim sonrası etkisi uzun süre devam eden zengin bir duygu yoğunluğuna sahip oluşudur. Erotizm, bir alt tür değildir , ana akım türlerinin hemen yanında yer almaktadır. Başlı başına bir türdür ve sanatla ilgili her alanda günümüze değin bu türde birçok klasik eser yer almaktadır. Resim, müzik, edebiyat, sinema… Erotizmin sinemaya yansımasında , kadın cinselliğine karşı duyulan korku ve çekincenin de aşılmasını getirmektedir aynı zamanda. Buradaki ince detay, eserlerde kişilerin cinsel birer obje olarak gösterilmesi değil, cinsellikle de devrimin olabileceği, cinsel anlamda yaşanan özgürlüklerin ve en önemlisi cinselliğin, toplumsal yaşamın bir gerçeği oluşudur. Erotizm, ruhsal yaşamı cinsel edimle ilişki haline getirmesi bakı­mından hayvansal cinsellikten ayrı­lmaktadır. Cinselliğin doğal yapısını şekillendirerek kendine dönüştürmektedir. Soyun devamıyla değil; haz ile ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışmaktadır. Erotizmin nedeni doğalın ve toplumun dayatmasına bir itiraz etmedir . Bunu yaparken de hayalin ve tutkunun sınırlarını sonuna kadar kullanmaktadır. Böylelikle baskılanan ya da sınırları çizilen söz ve beden tüm belirlenmeleri yıkarak belirlenmezlik üzerinden kendine ulaşmaktadır. Erotizm sonucu yaşanan seks, erkeklerin duygularıyla ve içlerindeki dişi yönle bağlantıya geçmesini ve kadınlarla daha iyi iletişim kurabilmelerini sağlamaktadır. Kadınların da aynı şekilde cinselliğe daha farklı ve özgür bakışlarını sağlamaktadır. Aşk, şehvet, cinsel tutkular, düşler, arzular, sahiplenme duygu tipleri erotizm bahçesinin çiçekleridir. Sonuç olarak olmazsa olmaz değildir ama aşkı bir masa olarak düşünürsek, erotizm onun örtüsüdür. Porno ile asla ve asla karıştırılmayacak kadar özel, farklı ve güzeldir. Özgür KARAKAYA ozgur694@hotmail.com

  • SARIKIZ EVDEN KAÇTI

    Birkaç yazıyla tanıttığım, nerdeyse Yeşilçam’da oynaması için teklif alacak hale gelen sevimli kedimiz Sarıkız, 1 yaşındaki oğlu Kıroğlan’la birlikte sırra kadem bastı. İki yıl önce iki aylıkken aldığımız, evin kız çocuğu yerine koyduğumuz Sarıkız, bir yaşına basmadan beş yosma yavru birden doğurmuştu, Bunlara el bebek gül bebek iki ay baktıktan sonra dördünü isteyenlere içimiz yana yana vermiş, yalnız kimseye “okutamadığımız” Kıroğlan’la ikisi bize kalmıştı. Temmuz’un son haftasında tatile giderken onları götürmeyi düşünmedik. Çünkü burada da günlerinin çoğu dışarıda geçiyordu. Ayrıca öğrendikleri gizli yollardan eve girip çıkabiliyorlardı. Komşulardan birine ve bahçıvana evin anahtarını ve bir ay yetecek kadar kuru ve sulu mama bıraktık. Yazlıktan arada bir çocuklarını merak eden ana baba duygusuyla bahçıvanımıza ve komşuya telefon ederek bizimkilerin ne âlemde olduklarını soruyorduk. Sarıkız ve oğlunu görmüyorlardı… Allah Allah! Bunların karnı acıkmıyor muydu? Komşular kendilerine yitecek veriyor olsa bile çocukluklarını yaşadıkları evlerini hiç mi özlemiyorlardı? Kedilerin insana değil eve düşkün oldukları bilinir. Biz yoğuz diye eve uğramamaları aklın alacağı şey değildi. Yoksa onları köpekler mi parçalamıştı veya Belediye görevlileri mi alıp götürmüştü? Ağustos sonunda eve dönünce gündüzleri kapıları açık ve geceleri elektriklerin yandığını görürler de artık bu ayrılığa son verirler diye beklediysek de sekiz gündür gene ortalıkta görünmüyorlar! Çıkıp mahallede sorup soruşturduk. Hatta bazı evlerin kapılarını çaldık. Sarıkız ve Kıroğlanı renklerinden, boylarından tarif ederek görüp görmediklerini sorduk. Net bir yanıt alamadık. Kedi kediye benzerdi, fazla da dikkat etmemişlerdi… Akşam serinliğinde oynamakta olan küçük çocuklara sorduk. Tarifimize uyan bir kediyi görmüş olan, hatta ona mama verdiğini anlatan bir kız çıktı. Bir daha görürse hemen bize haber vermesini tembih ettik. Evlerin bahçelerine, çitlerin arkasına “Sarıkız, Sarıkız!” diye seslendiysek da ne bir ses ne bir nefes! Sarıkız’la oğlu bizi ve evi terk etmişlerdi. DAĞDAKİ GELİP… Bunun nedeni olarak en akla yakın durum şuydu: Bir süredir, bizim kedilere komşulardan birinin azman, cüsseli bir erkek kedisi musallat olmuştu. Kapıda bacada onlara tıslayarak korku salıyor, hatta onların girdikleri yerden eve girerek onların mamalarını silip süpürüyordu. Hatta onu salondaki koltuğa yan gelip yatarken yakaladığımız, üst kattan bile kovaladığımız oldu. Seninki sanki bizim eve zorla içgüveysi olmak isteyen bir kabadayı gibiydi. Bizim iki kedimiz onunla başa çıkamıyor ve görünce eve sığınıyorlardı. Hatta zaman zaman eve girerken acaba içeride o var mı diye etrafı dikkatle kolaçan ettiklerini görüyorduk. Bazı geceler bizim yatağın üstüne kıvrılarak uyuyan, hatta yorganın altına girerek mırı mırıl seslerle kendilerini sevdiren bu yumurcaklar, sabah annenin kalkmasını bekliyor, o salona inerken ondan önce merdivenlere koşuyorlardı ama acaba o azman gelmiş midir diye çevreyi de kontrol etmekten geri kalmıyorlardı. Ona karşı nasıl davranmalıydık? Komşuların iri ve arsız haylazları tarafından çocukları korkutulan ana babalar nasıl davranırsa öyle davrandık. “Pist pist!” diyerek kovaladık. O da bir candı, biliyorduk ama onun da sahipleri vardı ve başka bir evin kedilerinin yiyeceğine göz dikmesi, tufeyli bir hayat yaşaması doğru değildi. İşte Sarıkız ve oğlu dağdan gelip bağdakini kovan bu azman kedi yüzünden kendi yuvalarını terk ettiler kanısındayız. İnsanlığın hâlâ sürmekte olan bu vahşeti, belli ki hayvanlar arasında da geçerli. Sana ait olmayan bir vatanı, orduna, silahlarına dayanarak git işgal et ve oranın halkını başka yerlere sür! Hayvanlar dünyası da insanlarınki gibi hak, hukuktan değil ancak kuvvetten anlıyor… Gene de bir gün gelirlerse bizim kedilere ağzıma geleni söyleyeceğim, hatta kalçalarına pıt pıt vurarak biraz pataklayacağım! Sonra da kucağıma alıp ipek gibi tüylerini okşayacağım. Biz uzun yıllar gurbetten gelecek evlatlarını bekleyenler gibi Sarıkız ve oğlunu beklemeye devam ediyoruz. Mahalledekilere diyoruz ki: “Onları görürseniz, sizi evden bekliyorlar, sizi çok seviyorlar, hiç bir şey sormayacaklar deyiniz.” Hangi ana baba evlatlarına küs kalabilir ki? (6 Eylül 2018) Öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • Makedonya’da Bir Hafta-5 (son)

    MAKEDONYA’DA TÜRK İZLERİ 1 Ağustos Çarşamba günü akşama doğru ulaştığımız Üsküp’te bu kez kalacağımız ev kent merkezinde, Taş Köprü’nün ve Kalenin tam karşısında bir apartmanın sekizinci katında temiz bir daireydi. Burada böyle günübirlik kiraya verilen birçok konut varmış ve bu normal kiradan daha kazançlı imiş. Telefonumuz üzerine güler yüzlü şirin bir Makedon kadın kucağında çocukla geldi, evi gezdirdi ve anahtarı teslim ederek gitti. “Çıkınca anahtarı posta kutusuna bırakırsınız” dedi. Biraz dinlendikten sonra aşağıya inip Vardar Nehri üzerindeki Osmanlı yapısı Taş Köprü’den geçerek kalenin duvarı boyunca yürüyüp giriş kapısına ulaştık. Bu kale duvarları da Ohri Kalesi gibi onarılmış ama kale içinde düzenleme yapılmamış. İncik boncuk satılmadığı ve restoranlar bulunmadığı için burada pek az meraklı geziniyor! Bütün eski kentler gibi kalenin dibinde bir sürü sokaklardan meydana gelen Eski Çarşı var. Buradaki yapılardan çoğu da Osmanlı döneminin izlerini taşıyor. Müze olarak kullanılan Kapan Han’da dingin bir akşam yemeği yiyoruz. Hanın üst katlarında eskiden yolcuların kaldığı odalar, yemek yediğimiz avlunun çevresinde ise belli ki o zamanlar hayvanların barındığı yerler var. Bunlardan birinin kapısında “Makedonya Atatürkçüler Birliği” levhası var. Onun bitişiğinde Türkçü müzik çalan bir bar çalışanına soruyoruz. Burası hep kapalı imiş! Belli ki Makedonya’da Osmanlı defteri kapanalı çok olmuş. Fakat Osmanlıların 1389 Kosova Savaşından sonra zapt ettikleri Makedonya’ya hiç de geçici olarak gelmedikleri, ayakta duran yapılardan anlaşılıyor. Üsküp şehir haritasında görülen bazı yer adları şöyle: Mustafa Paşa Camii (1492),Yaya Paşa Camii (1504), Sultan Muratova Camii (1436), Gazi İsa Begova Camii, Havzi Paşa İnn, Çifte Hamam 15. yy), Şimdi müze olarak kullanılanlar ise Davut Paşa Hamamı , Kapan Han, Sulu Han (15. yy,) Kurşunlu Han (16. yy), Gazi Baba Ormanı adında bir orman da var. Türkiye Cumhuriyetinin henüz 100 yaşına ulaşmadığını düşünürsek yaklaşık 550 yıl süren bu Makedonya’ya egemenliğin ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin etmek zor değil. Her yerde Türkçe bilene rastlamak mümkün. Makedonca sözlükte Türkçe ile aynı kökten beş bin sözcük varmış ve bunların iki bini günlük hayatta konuşuluyormuş. TARİHİ YENİDEN YARATMAK 1991’de Yugoslavya’dan ayrılıp 1993’de Birleşmiş Milletlere üye olan Makedonya halkının yüzde 65’i Makedon, 25’i Arnavut, 4’ü Türk (80.000 kişi), 2’si Sırp, 1’i ise Boşnak. Resmi dil Makedonca. Bu dil Güney Slavca dil ailesine mensup. Bulgarca ile akrabalığı varmış. Azınlık dilleri Arnavutça, Türkçe, Romanca, Sırpça, Boşnakça. Dinlere gelince nüfusun yüzde 64.7’si Ortodoks Hıristiyan, Yüzde 33.3’ü ise Müslüman. Ülkede 1.842 kilise, 580 cami varmış. Başkent’teki heykellerin çokluğuna bakılırsa Makedon hükümetlerinin Makedon tarih bilincini pekiştirmek için kesenin ağzını açtığı söylenebilir. 2006-2016 arasında hükümet olan başbakan Nikola Gruevski döneminde başkente İkinci Filip ve oğlu Büyük İskender’den başlayarak tarihi şahsiyetlerin heykelleri dikilmiş. Bunlar o kadar yüksek ki, fotoğraf karesine yerleştirmek için çok uzaktan çekilmeleri gerekiyor! Bu heykellere harcanan para ile ilgili şöyle bir söylenti de var: İhaleler yüklü bütçelerle yandaşlara verilip bu paranın bir kısmı yöneticilere geri dönüyormuş. (Türkiyeli okur bu yöntemi hemen tanımış olmalı!) Şöyle bir espri de geliştirilmiş: Makedonya nüfusunun yüzde 60’ı Makedon, yüzde 30’u Arnavut, yüzde 10’u ise heykellerden oluşuyormuş… Makedonlar, Büyük İskender’i Yunanistan’la paylaşamıyorlar. Makedonya denilen coğrafyanın bir kısmı zaten Yunanistan sınırları içinde. Bu nedenle Yunanlılar Makedonya devletinin adına itiraz etmişler. Ülkenin adı Birleşmiş Milletlerde Yugoslavya Makedonyası olarak tescil edilmiş. Makedonlarla Arnavutlar da birbirlerinden hoşlanmıyorlar. Arnavutlar, diğer Balkan halkları gibi Slav ırkından değil, İlliryalılardan geliyor. Osmanlı varlığına gönülden bağlı bir Arnavut şoför, Makedon bağımsızlık hareketini şu sözlerle küçümsüyor. “Bunlar bir takım hırsız uğursuzlarmış. Osmanlı askeri köylerde bunların peşine düşüyor ve öldürüyormuş. Makedonlar bunlara hürriyet kahramanı diyor ve onların heykellerini dikiyor!” 2 Ağustos Makedonya’nın ulusal günü. O gün hem 1903’te Osmanlı idaresine karşı bir ayaklanmayla geçici bir yönetim kurulmuş, hem de onun anısına 1944’te Alman faşist işgaline karşı aynı gün ve yerde ayaklanma başlatılmış. O gün başkentte bayrama özgü bir hareketlilik göremedik. Yalnız resmi daireler ve (müzeler de) kapalı idi. Akşam da kaleden havai fişek atışları yapıldı. 100 Üyelik kutu gibi bir parlamentosu olan Makedonya’da 20 kadar parti varmış. Şimdiki Hükümet Arnavutlarla koalisyon yapan sosyalist partinin elindeymiş. Hükümette Türk bakan da varmış. ANADİLDE EĞİTİM Çok uluslu bir devlet olan Makedonya’da anadilinde eğitimin uygulandığını Türk ve Arnavutlardan öğreniyoruz. Hem Arnavut, hem Türkler, dokuz yıl olan ilköğretimde kendi dillerinde eğitim görüyorlarmış. Yalnız ikinci sınıfta haftada bir (veya iki) saat da Makedonca dersi varmış. Yüksek okul ve üniversitede de bu dillerde eğitim yapan bölümler bulunuyormuş. Makedonca eğitim yapan okullarda yabancı dil olarak İngilizce, Fransızca gibi Batı dillerine yer veriliyormuş. Anadilinde eğitim, burada Türkiye gibi bir tabu değil. Bu herhalde Yogoslavya sosyalizminden kalan bir demokrasi uygulaması olmalı. Üsküp’e 20 km. uzaklıktaki Matka Kanyonunu görmemizi tavsiye ettiler. Burası yüksek kayalıklar arasından akan gür bir su kaynağı. Önüne set yapılmış ve bir gezi yeri olmuş. Kayaların gövdesinden açılan yolda ilerleyip en uca kadar gittiğimizde bir tarihi kilise ve yanında bir restoranla karşılaştık. Buradaki menüde bir çorbanın 340 Denar (34 TL) olduğunu söylersem diğerlerinin fiyatını da anlamış olursunuz. Şehirdekinin üç-dört misli fiyatlar. Biz Türkiye’de parayı ot başından mı topluyoruz? İnat ettim, yemedim. Akşam, şehirde masaları kaldırımlara taşmış bir restoranda yemek yerken bir orkestra grubu yanımızdakilere hareketli parçalar çaldı. Makedonca türküler söylediler. Bizim masamıza yaklaştıklarında “Enternasyonali çalın da neşemizi bulalım” dediysem, hatta hatırlatmak için ezgisini mırıldandıysam da onu bilmediklerini söyleyip başka bir masanın yanına geçtiler. Böyle bir durumla Belgrad’da da karşılaşmıştık. Sevgili kardeşim “Uyan artık uykudan uyan/Uyan esirler dünyası”diye başlayan enternasyonal hiç unutulur mu? Tarih boyunca farklı ırklarla düşüp kalkan Makedonlar, kökleri olan Slavlara benzemekle birlikte yüzleri donuk bir beyaza kesmiş. Bir tipik Makedon kadının fotoğrafını nasıl çekebilirdim? Bunu eşimden rica ettim. Restoranda arkadaşlarıyla yemek yiyip içen bir kadının “Eşim sizi Türkiye’de tanıtmak istiyor” diyerek fotoğrafını çekmesini istediysem de bir punduna getirilip çekilemedi. Bir erkek için yanında eşi varsa kadınlara takılmasının bir sakıncası olmaz… 3 Ağustos Cumartesi günü öğle üzeri, bir haftalık Makedonya gezimiz Pegasus uçağına binmemizle sona erdi. Bu dizi de burada bitti. (Ayvalık, 12 Ağustos 2018) Üsküp merkezinden bir görünüş Matka kanyonunda tarihi kilise

  • Makedonya’da Bir Hafta-4

    MANASTIR’IN ORTASINDA… 2.100.000 nüfuslu Makedonya’nın Ankara’nın onda bir (500.000) nüfusuna sahip başkenti Üsküp’ten sonra Manastır 80.000 nüfusuyla ikinci büyük kenti. Bu ülkede “Büyük kent” kavramının Türkiye’den farklı olduğunu hemen almışsınızdır. Öteki “Büyük kentleri” ise şöyle sıralanıyor. Kumanova (71.000), Pirlepe (68.000), Kalkandelen (60.000), Ohri (51.000), Köprülü (48.000), Gostivar (46.000), İstip (42.000). Büyük şehirlerde Makedon nüfusunun yüzde 68’i yaşıyor. Ailece Makedonya gezimizin dördüncü günü olan 31 Temmuz 2018 günü Ohri’den bir otobüsle bir ovada kurulmuş Manastır’a ulaşıp bir gece kalacağımız Travel Hotel’e yerleştikten sonra zaman kaybetmeden sokağa fırladık. Bizim Fatsa büyüklüğünde olan kentin merkezine çok yakın imişiz. Bu merkezden boydan boya geniş bir cadde uzanıyor. Eski adı Şirok Caddesi imiş. Yugoslav yönetimi zamanında adı Mareşal Tito Caddesi olmuş. Ortaklık bozulduktan sonra eski adına dönülmüş. Bulvar araç trafiğine kapalı. İki yandaki binalar yüksek değil. Bunlar hem çeşitli dükkânlarla, hem de yeme içme yerleriyle dolu. Cadde şimdiden kalabalık. Gezip görebileceğiniz her şey yakında. 1558’de yapılmış Yeni Cami kapalı. 1508 yapımı İshak Bey Camii ve 1562 yapımı Haydar Kadı Camii ise açık. İshak Bey Camiinin avlusunda abdest alma yerinde rastladığımız kara sarıklı, sakallı imam Türkçe bilmiyor. Çat pat Türkçe bilen temizlik görevlisi ise Müslüman Makedon Çingenelerinden. Ezan da okuyormuş. Makedonlar Manastır’a Pitola diyorlar. O da zaten Manastır demekmiş. Haritada ayrıca Manastır diye bir bölge görülüyor. Manastır denince benim aklıma iki şey geldi. İlki, öğretmen okulunda mandolinle çalmasını öğrendiğimiz bir okul şarkısı: Manastır’ın ortasında var bir havuz Canım havuz Dimetoka kızları hepsinden yavuz Biz çalar oynarız. Manastır’ın ortasında Var bir çeşme Canım çeşme Dimetoka kızları hepsinden seçme Biz çalar oynarız. Bu havuz ve çeşme gerçekten var mıydı, yoksa şarkıda “yavuz” ve “seçme” sözcüklerine uyak olsun diye mi türküye konulmuştu? Bir araştırmacı titizliği ile derhal soruşturmaya başladım! Evet, tam da kentin merkezi olduğu anlaşılan meydanda bir değil iki havuz vardı ama bunlar her yerde görebildiğimiz fıskiyeli havuzlardandı. O eski havuz da bunların yerinde olmalıydı. Çeşmeyi bulmamız da zor olmadı. Birbirleriyle kesişen birçok sokaktan oluşan “Eski Çarşı’nın orta yerinde şarkıda adı geçen çeşme yerli yerinde duruyor ve bu sıcak yaz gününde gelip geçenlerin içini soğutuyordu. Üzerinde yalnızca uzmanlarının okuyabileceği Osmanlıca bir kitabe de var. Altına 1305 diye eski takvim ve rakamlarla tarihini de koymuşlar. Bugünkü takvime göre 1889 oluyor. Çeşmenin yakınında oturan bir grup esnafa “İçinizde Türkçe bilen var mı?” diye seslendiğimizde bir Arnavut bizimle ilgileniyor. Yakınlarda eski ihtişamını kaybetmiş, içindeki bazı dükkânların bulunduğu bir bedesten de var. Bu büyük Osmanlı izlerine rağmen, Manastır’da Türk ve Arnavut nüfus Üsküp ve Ohri kadar çok değil. Akşam Mareşal Tito caddesinde kalabalık arasında bir gezinti yapıyoruz. Bir pizzacıda karnımızı doyuruyoruz. Gece yarısı otelimize geçiyoruz. Manastır’a varmışken Mustafa Kemal’in okuduğu İdadiyi görmeden olmazdı. Bunu 1 Ağustos günü sabahleyin kentten ayrılmadan yerine getirecektik. Bu bina da Tito Caddesi’nin ucunda, kent merkezinde. Makedonya Tarih Müzesi olarak düzenlenmiş. Mustafa Kemal için de bir salon düzenlenmiş. Atatürk’ün hayatı ile ilgili fotoğraflar ve açıklamalar konulmuş. Bunu şehirde Makedon bir Türkiye Fahri konsolosu yaptırmış. Ne var ki bu bölümde Mustafa Kemal Paşa ile ilgili özgün hiçbir şey yok. Makedonya tarihi ve kahramanlıkları ile ilgili birçok nesne ve açıklamadan başka bir sanat galerisi de var. Biz binadan girince “Ben burada staj görüyorum” diyen delikanlı bizimle bir kat çıkıp rehberlik yapmayı bile düşünmüyor. Biletlerimizi kesen müze görevlisi ise indiğimizde yerinde yoktu! Kimseden bilgi alamadık. 11.45’te, sıcak bir havada otobüsle 250 km. kuzeydeki başkent Üsküp’e hareket ediyoruz. Önce bir ovada yol alıyorken bazı yükseklikleri aşıp tekrar ovaya iniyoruz. Burası şeftali, elma bahçeleri, üzüm bağları, mısır ve tütün tarlalarıyla kaplı. Ayaş çıkışında olduğu gibi bir meyve pazarı da kurulmuş. Yol boylarında satış yapılan küçük tezgâhlar da görülüyor. 15 dakika mola verilen bir benzincinin yanındaki sergiciye cebimdeki üç onluk Denar’ı uzatıyorum. Bir salkım üzüm veriyor fakat restoranın garsonu onları burada yiyemeyeceğimi ihtar edince dışarı çıkıp orda yiyorum. 15.30’da Başkent Üsküp’teyiz. Burada iki gün ve gece daha kalacağız. (Ayvalık, 10 Ağustos 2018) Şirok (Mareşal Tito) Caddesi

  • Makedonya'da Bir Hafta-3

    KALELER ÇOK ŞEY SÖYLER Makedonya'nın turistik merkezi Ohri'de ikinci gün öğle üzeri motelden çıkarak sahile indik. Burada bin yıllık olduğu bildirilen bir çınar var. Gövdesindeki çürükleri ağaç kabuğunna benzer bir madde ile yamamışlar... Biraz ileride 1720 tarihini taşıyan Pir Mehmet Hayati türbesi ve Halveti dergâhı Türk ziyaretçileri Osmanlı dönemine götürüyor. Adana-2 Lokantasında Türk yemekleriyle karnımızı doyurduktan sonra bizi kaleye çıkaracak bir taksi arıyoruz. Duraktaki taksilerin hiç biri kabul etmiyor. Yakın mesafe diye ücreti azımsamış olacaklar. Sonra yoldan geçen bir taksiye bir buçuk misli ücret (15 TL kadar) vererek razı ediyoruz. Ohri kenti zaten gölün dik kıyılarından yükseliyor. Buraya ilk yerleşenler savunma kolaylığını da düşünmüş olmalı. En yüksek olan bölgede en eski yerleşimler 3. Yüzyıl'a kadar gidiyor. O tarihlerde İkinci Filip Krallığı'nın başkenti olan Ohri, 10. Yüzyılda Bulgar Krallığı'nın başkenti imiş. Kale 10. Yüzyıl eseri. 2003'te restore edilmiş. Dik merdivenlerden kalenin burçlarına çıkıyoruz. Ohri kenti dört yandan seyrediliyor. İki burca dürbün de koymuşlar ama ikisi de bozuk! Kalenin içeriye bakan kısmında tutunacak tırabzanlar olmasa burada gezmek cesaret ister. Kimbilir bu kaleyi savunmak için kaç asker can verdi? Kale diplerinde kaç asker telef oldu? Çok geniş olmayan sur içinde bazı yapıların kalıntıları var ama burada esaslı bir kazı ve düzenleme yapılmamış. Bunlar yüklü bütçelere bağlı. Makedon Hükümeti ileride rüşvet ve israfı önlediğinde bunları yapmaya para da artırabilir. Kaleden aşağılara doğru eğimli arazi, eski Ohri'nin tarihi ile yüklü. Bir çok yapının temel izleri var. Ortodoks kilisesi ise ayakta ve müze olarak kullanılıyor. Türkler Ohri'yi aldıklarında bu kiliseyi yıkmışlar fakat halk gene de burada ibadet etmeye devam edince Türkler onu camiye çevirmişler. Kilisenin önemi, Kiril alfabesinin burada Kiril'in iki öğrencisi tarafından biçimlendirilmesinden kaynaklanıyor. Bu alfabe daha sonra bazı değişiklikler geçirse de dini metinlerde kullanılmaya devam ediyormuş. Kilisenin üst tarafında Sinan Paşa adlı bir komutanın TİKA tarafından onarılıp üstüne koruyucu bir tavan yapılan kabri bulunuyor. Buradan sık ve uzun çam ağaçlarının oluşturduğu orman içinden kıvrıla kıvrıla uzanan taş döşeli bir yoldan kıyıya kadar indik. Sahilin bu yanında gölden kale gibi yükselen bir kayalık var. Bir kaya kitlesinin üzerinde 13. Yüzyıl'da yapılmış bir manastır bulunuyor. Burada biraz soluklanıp merdivenle plaj olarak kullanılan kıyıya iniyoruz. Hazır bekleyen birkaç motorlu kayık sizi uzak olmayan kent merkezine götürüyor. Bu arada isterseniz gölde bir kayık gezintisi de yapabiliyorsunuz. Açıkgöz kayıkçı bizi biraz gölde gezdireceğini de söyleyerek ama buna uymayarak 7 Yuro'yu koparıp Çarşı'ya bıraktı. Hafif bir yağmur başladı. Bir barın tenteleri altına sığındık. Bir kadın Türkçe olarak "Burada yemekten önce içki içiliyor mu?" diye bize sordu. Ardından da delikanlılığa yeni adım atmış oğlu yaklaştı. İstanbul'dan turla on kişilik bir grup gelmişler. Oğlana "Kaleyi gezdiniz mi?" diye sordum. Şu yanıtı verdi: "Hayır gezmedik. Rehber, istersek kaleyi gezdirebileceğini ama orada bir şey olmadığını söyledi. Bizimkiler de 'Madem bir şey yok, çıkmayalım' dediler." Kalede ne olmasını bekliyorlardı ki? Yeme içme yerleri ya da incik boncuk satılan yerler. Bunlar olmazsa gitmenin bir anlamı yoktu demek! Oysa kaleler herkese ne kadar çok şey söyler.. Kaleler, kentlerin ruhudur. Bize geçmişten çok anlamlı hikâyeler anlatırlar. Bu kentin neden burada kurulduğunu kalelerden öğrenirsiniz. Kentin bütününü ve çevresini kalelerden gözlersiniz. Oradaki her taş, her sığınak, her basamak ter ve kan kokar. Oralarda kılıç şakırtılarını, top gürlemelerini duyarsınız. Kaleler, geçmişte milletlerin arkalarını yasladıkları dayanaktır. Tehlikeli zamanların sığınağıdır. Milleti yurtlarında güvence içinde yaşatan kalelerdir. Kaleler teslim olunca millet ağlar, dağılır ve düzen bozulur. Erkekler tutsak düşer, kadınları cariye yapılır. Hazzine düşman eline geçer. Her kale zamanın ileri bir mühendislik eseridir. Bir gezginin ziyaret ettiği kentin barlarından, yeme içme yerlerinden çok ve onlardan önce kaleyi ziyaret etmesi gerekmez mi? Dalga Restoranda karnımızı doyurduktan sonra yürüyerek motelimize çıktık. MANASTIR YOLUNDA Gezimizin dördüncü günündeyiz. 31 Temmuz Salı günü bavulumuzu yokuş aşağı takır tukur çekerek sahile indik. Yazlık ayakkabımın şeritlerinden biri sökülmüştü. Dün tanıştığımız ayakkabı ve hatıra eşye satan Namık Kemal adlı Türk, onu tamir edebileceğini söylemişti. Ayakkabıyı verdim, az sonra kopan parçayı dikilmiş olarak getirdi. Harcanan iplik iki santimetre yoktu ve dikiş süresinin yarım dakikadan fazla alması mümkün değildi. "Borcum nedir?" diye sordum. "Ne borcu?" diyeceğini sanıyordum. "100 Denar!" (10 TL) dedi. Yanımda bulunan Türk parasından 10 TL'yı sırıtarak aldı! İstanbul'la alışveriş yapıyormuş. Dünkü sohbetimizde Karaman asıllı olduklarını söylemişti. Fatih, Osmanlı'ya teslim olmayı reddeden Karaman'ı fethedince burayı yerle bir etmiş, halkını da sürmüştü. Namık Kemal'in açıklaması ise şuydu: "Karamanlılar asla asimile olmaz. Fatih bunu bildiği için Karamanlıları buralara göndermiş!" Makedonyalılar, hep Namık Kemal gibi paracı mıdırlar? Bunun böyle olmadığını Üsküp Eski Çarşısı'nda bu kez kapağı tamamen sökülen omuz çantamı diktirmek için arayıp bulduğum bir Arnavut çantacı gösterdi. Israr ettiğim halde para almayı reddetti. Taksi ile otogara gidip gezimizin üçüncü durağı olan Manastır'a bir otobüsle yol almaya başladık. Çevreyi daha iyi görebilmek için boş olan ön koltuklardan birine oturmama şöför nedense izin vermedi. Sağ tarafta yüksek dağların yer aldığı bir vadide, yeşillikler arasında ilerliyoruz. Çevrede elma, üzüm bağları görülüyor. Resne kasabasından geçerken İkinci Meşrutiyet'in kahramanlarından Resneli Niyazi'yi hatırladım. Türklerin hürriyet mücadelesinde Selanik doğumlu Mustafa Kemal Paşa gibi Balkan doğumlu bir hayli önder var. Şair Yahya Kemal Beyatlı Üsküp doğumlu.(Ayvalık, 9 Ağustos 2018) [if gte vml 1]>

  • Yaş Yetmiş Beş

    Yetmiş beş yaşına basmışım! Düşümde görsem inanmazdım. Ama birkaç yıldır metroya, otobüse bindiğimde yalnız gençlerin değil, orta yaşlıların bile yerlerinden fırlayıp “Buyur amca” diye yer vermelerinden anlamalıydım. Nerdeyse haftada bir bu yaşın üstünde, hatta biraz altında olanladan birinin öldüğünü duyunca durumun farkına varmalıydım. Ama beynimi ve yüreğimi hiç terk etmemiş o hoppa çocuk bunu engelliyordu. Cahit Sıtkı Tarancı'nın daha yolun yarısında iken hissettiklerini, ateşin yaktığını, taşın sert olduğunu yetmiş beş yaşında hissetmek gene de hayatın verdiği bir şans olarak düşünmek gerekir. Yıllar ne kadar da çabuk geçmiş! İkinci Dünya Savaşı biteli şurada ne kadar oldu ki? O savaşın son yılında, 1944'ün sıcak bir yaz gününde, köylülerin yalınayak gezdiği, çok çok çarık giydiği bir köy ortamında ömrünün yarısı gurbette geçen taşçı ustası bir babanın ve bütün köylü kadınları gibi çilekeş bir ananın dokuz çocuğundan beşincisi olarak dünyaya gözümü açtığımdan beri yetmiş beş yıl geçmiş öyle mi? Amcam ve babam 49, beyaz sakalından ötürü bize çok yaşlı görünen dedem 63, ağabeyim 66 yaşında öldü. Ailede en uzun yaşayan erkek ben mi oluyorum? Babamın ulaştığı yaştan sonraki her yılı fazlalık ve nimet saydım. Ama şu fani dünyada daha yiyeceğimiz, içeceğimiz, duyacağımız ve göreceğimiz varmış! Duyup da sevineceğimiz, görüp de kahrolacağımız şeyler varmış! Köyümün büklerinde hayvanlarımızı güderken, fındık bahçelerinde elimde bir kıdıkla başak yaparken, elimde bir odun ve cüzle her sabah mahalle mektebinin yolunu tutarken, dokuz yaşımda bir defter ve bir kurşun kalemle ilkokula yazdırdıklarında, öğretmen okulunda bir yandan köy özlemi çekip diğer yandan atanacağım köyü kurtarma ülküsüyle yanıp tutuşurken bu kadar yaşayacağımı ve başıma türlü çeşitli işler geleceğini nerden bilirdim? Sayılarla, oranlarla konuşmak iyidir. Bu yetmişbeş yılımı nelere harcadım? Toplam kaç yıl uyumuş oldum? Kaç yılım okul sıralarında, kaçı her sabah heyecanla girdiğim sınıflarda ders verirken geçti? Öğrencilerimin yazılı kâğıtlarını ve ödevlerini okumak ve hatalarını tek tek işaretlemeye kaç yılım gitti? Kaç yıl bu zevkten yoksun bırakıldım? Kaç yılımı demir parmaklıklar arkasında, fakat emekçi halkın gelecek günlerine umut besleyerek geçirdim? Toplantılarda geçen zamanımı toplasam kaç yılı bulur? Yolculuklarımı uc uca eklersem ne kadar zaman tutar? Yazı makinası ve klavye başında geçirdiğim zamanı, birbirinden güzel kitapları okumak için harcadığım zamanı hesap edebilir miyim? Ne kadar güzel insanla karşılaştım ve onlardan iyilik, dostluk gördüm, sayısını çıkarabilir miyim? İşte dövüşe vuruşa, yaza okuya, zamanla yarış ederek fırtınalı bir ömrün sonbaharına gelmişim. Yetmiş beş yaş, hayatın Ekim sonu, Kasım başları mı desem, Aralık ayının yarısı mı desem, ben de bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Ne olur ne olmaz, dilimiz dolaşmaya başlamadan, elimiz kalem tutarken vasiyetimi yazmalıyım. Beni toprak ananın koynuna saklayacakları zaman yapacağım konuşmayı yazmalı ve banda almalıyım. Derler ya, dünyaya yeniden gelseydin, ne olmak isterdin? Aynı ana babanın çocuğu, aynı ailenin bireyi, aynı köyün ve aynı milletin mensubu olmak isterdim. Gene öğretmen olmak, ders verirken duyduğum mutlulukları yeniden yaşamak isterdim. Gönderecekleri sürgünlere gene gülerek giderdim. Savcılardan ve yargıçlardan gene af dilemez, düşündüklerimi, inandıklarımı eğip bükmeden gene söylerdim. Her yıl, dürüst bir bir muhasebeci gibi kendi kendine hesap veren bir kişi için yetmiş beş yaşına ulaştığında ömrünün muhasebesini yapma zamanıdır. Böyle yaşamış olmaktan pişman değilim. Çocuklarımız için, emeğiyle yaşayan halkımız için daha fazlasını yapacak imkânlarım yoktu. Onlardan gördüğüm sevgi ve şefkatten doymuş bulunuyorum. Kimseden bir alacağım yok. Aksine elimden gelseydi, yurduma, insanlarımıza karşı olan borcumu azaltmak isterdim. Bana Ağrı Dağı kadar yüksek bir kürsü verseler ve önüme sesi dünyanın her tarafından duyulan bir mikrofon kursalardı, şu mütevazı yazılarımda tekrarlayıp durmakta olduğum şeyleri haykırırdım: Savaşları durdurun! Açgözlülüğü bırakın! Ezen ve ezilenin olmadığı kardeşçe bir sistem kurun! Doğanın sofrası hepinizi doyuracak kadar cömerttir. Sınıfları ortadan kaldırın ve (50 yıl önce bir 23 Nisan konuşmasında hükümet konağı önünde bütün okulların çocuklarına ve öğretmenlere seslendiğim gibi) o sofraya birlikte oturmanın yollarını arayın. Cehaleti yok edin. Bilimin ışığı bütün beyinleri aydınlatsın. * Bugün Balkanlarda dolaşıp durmakta olan felsefe doktoru küçük oğlum Işık'ın daveti üzerine ailece Makedonya'ya sekiz gün sürecek bir geziye gidiyoruz. Görüp işittiklerimi sizden esirgemeyeceğimi bilirsiniz. (Ayvalık, 28 Temmuz 2018) Önceki yazılar için: zekisarihan.com

  • Geç Olsun da Güç Olmasın

    Milli Eğitimin yeni bakanı Ziya Selçuk, verdiği demeçlerle bugünkü eğitim sistemine karşı isyan etmekte olan çevrelerin içine biraz olsun su serpiyor. Ne var ki siyasi sistem bir bütündür. Bunun bir parçası olan Milli Eğitim Bakanlığının sisteme karşı ve ondan kopuk bir yapıya kavuşması mümkün değildir. Külliye izin vermez. Selçuk’un konuşmaları 1990’da Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol’un konuşmalarını andırıyor. O da demeçlerinde eğitim topluluğunun kulağına hoş gelecek şeyler söylerdi. 1980’de başlayan Kenan Evren rejimi geriliyor, özgürlük talepleri yükseliyor, bizler da geleceğe umutla bakıyorduk. Böyle uyana uyana, hakkın haklarını gasp edenlere karşı mücadele ede ede daha iyi bir yere ulaşacaktık. Avni Akyol’un yeni öğretim yılına başlama mesajındaki vurguları bazı meslektaşlarımız haklı olarak yetersiz görüyorlardı. Öğretmen Dünyası’nın Kasım 1990 tarihli sayısında şakaya vuran bir hayal kurduk. 20 yıl sonrası olan 2010-2011 yılı öğretim yılı başında Milli Eğitim Bakanını konuşturduk. NE UMDUK? NE BULDUK? “Bakan Akyol’un 1990-1991 öğretim yılını açış konuşmasını beğenmeyen eksik bulanlara soruyoruz. Aşağıda sunacağımız gibi bir konuşma mı özlüyorlar? 2010-2011 öğretim yılını açıyorum. Sevgili meslektaşlarımı, öğrencilerimizi ve emekçi halkımızı halk hükümetimiz adına selamlıyorum. Birkaç yıldır eğitimde yaptığımız devrimin sevincini yaşıyoruz. Halka hizmet etmek, halkın yarınını hazırlamada eğitim yoluyla katkıda bulunmak bütün öğretmenlerimize ve biz Bakanlık mensuplarına mutluluk vermektedir. 20 yıl geriye baktığımızda bugünkü sevinç ve coşkumuzun nedenini anlamak kolaydır. Arapça metinleri ezberlemeye dayanan kurslar ve öte dünya için eğitim, ulusal eğitimimizin nerdeyse temeli olmuştu. Sonunda halkımız aldatıldığını anladı ve bu okullara itibar etmez oldu. Bugün eğitimimiz bütünüyle laikleşmiştir. Ne bu kurslar kalmıştır, ne de okullarımızda metafizik eğitim. Eğitimimiz bütünüyle akla, bilime, deneye dayanmaktadır. Ülkemizi yönetenlerin ve orta sınıf aydınlarının kendi milletlerinden utanmazcasına yürüttükleri yabancı dilde eğitim kalkalı yıllar oldu. Yabancı dilleri şimdi isteyenlere yoğunlaştırılmış kurslarda öğretiyoruz. Ülkemizde yaşayan azınlıkların kendi anadillerinde eğitim hakkına kavuşmaları da devrimimizin getirdiği önemli kazançlardan biridir. Böylece ülkemiz halkının sevgi ve eşitlik temeli üzerinde birliği güçlenmiştir. Eğitimimizin sırtında 1980’lerde oluşmuş bulunan özel okullar ve dersaneler kamburu, başarılı bir ameliyatla kesilip atılmıştır. Devlet okullarında eğitim güçlendirdikçe veliler çocuklarını bu okullara göndermez olmuşlardır. Zaten üniversiteye girecek öğrenciler okullarda öğretmenler tarafından seçilmektedir. Öğrencilere özel ders veren tek bir öğretmen kalmamıştır. Öğretmenler tekli eğitime geçtiğimizden beri bütün gün okullardadırlar. Toplumdaki saygınlıkları da yeniden kurulmuştur. Sevgili öğretmenler! Bütün bu gelişmelerde sizin çok önemli katkınız oldu. Okulları artık siz yönetiyorsunuz. Halk Hükümetimiz, hiçbir okula yönetici atamamıştır. Bütün yöneticileri sizler seçtiniz ve okullarda duruma her bakımdan el koydunuz. Hükümetimiz sizlere tamamıyla güvenmektedir. Bakanlığımız sizlerin isteklerini yerine getirmek zorundadır. Öğretmenler sendikamız, Bakanlığımızın en büyük destekçisi ve yardımcısıdır. Ben Milli Eğitim Bakanı, beni bu göreve getiren sendikamıza eğitimdeki hizmetlerinden ötürü sonsuz şükranlarımı sunarım. Bütün öğretmenlerimizin eğitimde bir daha eski karanlık günlere dönülmemesi için uyanık bulunmasını, saptanan bozuklukları anında ve yerinde, öğrencilerinizle birlikte düzeltilmesini beklerim. Şimdi 300.000 tirajı olan Öğretmen Dünyası dergisine abone olmanızı tavsiye ederim. Ben de bu dergiyi ilgiyle okuyor ve çok yararlanıyorum. Dergi sayfaları arasında bana bu kadar yer ayrıldığı için mesajımı kısa kesiyorum. Hepinize başarılı bir eğitim öğretim yılı diliyorum.“ (“Böyle Bir Konuşma mı Olsaydı?” Öğretmen Dünyası, Yıl 11, Sayı 131 (Kasım 1990), sayfa 7) * TESLİM OLMADIK Aradan 20 değil, 28 yıl geçmiş. Ne ummuşuz, ne bulmuşuz! Demek ki toplumlar ve sistemler hep ileriye gitmiyor. Değil yerinde saymak, geriye bile gidebiliyor. Olsun. Bir 29 yıl daha mücadele ederiz. Geç olsun da güç olmasın. Yukarıdaki konuşmanın benzeri bir gün yapılacak. Bu toplum bunu başaracak. Bana inanmıyorsunuz 39. yılına ulaşan Öğretmen Dünyası’nın Temmuz 2018 tarihli 463. sayısında derginin genel yayın yönetmeni Nazım Mutlu’’nun “Kendime Ev Ödevi” başlıklı başyazısını okuyun. (22 Temmuz 2018)

  • Eksik Olsun

    Türkiye’nin rejimini değiştirmekle sonuçlanan son seçim kampanyası sırasında AKP ve MHP’nin başkan adayı Recep Tayyip Erdoğan, önemli sayılması gereken bir proje ortaya attı: "Millet Kıraathaneleri" açmak. Memleketin her tarafında gençlerin buluşup iyi ve faydalı vakit geçirecekleri kıraathaneler açmak iyi olmaz mıydı? Muhalefet adayları bunu alaya aldılar. Kıraathane kavramının günümüzdeki kahvehaneler karşılığı olarak kullanılmasından yararlanarak bunu Erdoğan’ın sanki tembellik yuvaları olan kahvehanelerle dolu ülkede yeni kahvehaneler açmasına yordular. Buralarda çay ve kek ikramı da telaffuz edilince konu daha da gülünç bir hale geldi. Oysa konu bedava çay, kek ikramı olan ve sohbet edilecek yerler açılmasından çok daha ciddi idi ve bir tehlikeyi de işaret ediyordu. Doğrusu Erdoğan da meramını dört başı mamur anlatamadı, belki de konuyu şöyle bir ortaya atarak nabız yokladı. Yurdun her yanında açılması düşünülen bu kurumlara “Kıraathane” denmesi de sebepsiz değildi. Okuma Evi, Okuma Odası, Kültür Evi ve benzerleri yerine kıraathane denmesinin nedeni, Cumhurbaşkanının eskilere, Osmanlı dönemindeki kurumlara bağlılığından kaynaklanıyor olsa gerek. Kıraathaneler, önceki yüzyılda var olan ve işlevleri tamamen kalksa da ad olarak geçen yüzyıla kadar adını koruyan kurumların adlarıdır. Bazı yerlerde hâlâ örneğin Cumhuriyet Kıraathanesi gibi adlarla bu hatıra sürüyor. Eskiden gazetelerin olmadığı veya yaygın bulunmadığı, kitaba erişmenin zor olduğu dönemlerde bu kıraathanelerde okuma bilen bazı kişiler kitap okur, topluluk da dinlermiş. Bu kitapların yabancı dillerden çevrilen veya Türkçede yeni yeni yazılmaya başlayan romanlar, tarih veya felsefe kitapları olmadığını tahmin etmek zor değildir. Bunlar halkın defalarca dinlemekten zevk aldığı bir takım halk hikâyeleridir. TOPLUMU GERİCİLEŞTİRME PROJESİ Erdoğan’ın açmayı düşündüğü kıraathaneler, onun bütün bir toplumu dönüştürme projesinin bir aşamasıdır. Eğitimde uygulanan örneklerini gördüğümüz gibi bu dönüştürme işi anaokullarından başlamakta, ilkokulda hızlandırılmakta, orta ve lisede ise pekiştirilmektedir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne göre eğitim, din kalkan edilerek biat kültürüyle biçimlenmiş kuşaklar yetiştirmenin adıdır. Kıraathaneler, bu eğitim sisteminin halk eğitimi aşamasıdır. Üniversiteli ve okul bitirmiş geçler kıraathanelere çay içmek ve kek yemek için gitmeyeceklerdir. Buralar diğer bütün kurumlar gibi başkana bağlı birer gericilik yuvasından başka bir şey olmayacaktır. Kıraathanelerin, Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki Halkevleri ve Halkodaları düşünülerek fakat onların tam tersi çalışmalar yapacak birer kurum olarak tasarlandığı kuşkusuzdur. Kıraathanelerde kitaplar bulunacaktır, fakat hangi kitaplar? Bunlar her halde çağdaş dünya ve Türkiye edebiyatının demokratik kültürünü yansıtan kitaplar olmayacaktır. Milli Eğitim Bakanlığının her iki taraftan eserleri seçip yayımladığı 100 Temel Eser dönemi de çok gerilerde kalmıştır. Kıraathanelerde halkevlerinde olduğu gibi tiyatro da oynanacak, filmler gösterilecektir ama bunlar her halde Türk tiyatrosunun ve sinemasının seçkin yapıtları olmayacaktır. Böyle olmayacağını Devlet Tiyatrolarına verilen yeni düzenden çıkarabiliriz. Buralarda yapılacak müziğin ilahi tarzı bir müzik olacağı da öngörülebilir. Bütün bunları yeni sistemin zaten epeydir yerleştirmeye çalıştığı eğitim ve kültür politikalarından anlıyoruz. 1980’den sonra açılan öğretmen evlerinde birer kitaplık bulundurulması zorunluluğu da getirildi ama bu kitaplar dolaplarında kilitli duruyor. Bir ara kahvehanelerde küçük de olsa birer kitaplık bulundurulması özendirildi. Kaç kişi buradan kitap alıp okudu? Daha çok öğrencilerin ödev yapmak amacıyla kullandığı, şimdi artık buna da ihtiyaç kalmadığı için birçok ilçede Halk Kütüphaneleri kapatıldı. Şimdi artık Osmanlı hayatını anlatan diziler halkın kültürlenmesi için yeterli sayılıyor. Bütün devlet kurumlarının zapt edilip tek bir kişiye bağlandığı yeni sistemde, çocuklarımızın da, gençlerimizin de, yetişkinlerimizin de demokratik bir kültürle beslenip özgür vatandaşlar yetişeceği konusunda hiçbir umut yok. Soğuk Savaş döneminin yasakları içinde kişiliğini bulan Talip Apaydın “Biz tuvaletlerde yetiştik” derdi. Ülkesine ve halkına karşı görevlerini kavramış, barışçı ve devrimci kuşaklar artık kendi çabalarıyla yetişeceklerdir. Kıraathaneler mi? Aman eksik olsun! Durmadan ezberleri kıraat eden yeterince insan var… (13 Temmuz 2018) zekisarihan.com

  • YENI DONEMIN GOREVLERI

    Perşembenin gelişi çarşambadan belli idi. Sonunda Türkiye tek adamın kararlarıyla yönetilecek bir rejime râm oldu. Adı hâlâ “Cumhuriyet” ise de Türkiye artık fiilen bir Padişahlıktır. Cumhuriyetçilerin çabaları bu gelişmeyi önlemede yetersiz kaldı. En demokratik ve akılcı yönetim, bütün halk tabakalarının kendi çıkarları yönünde bilinçlenip örgütlenmeleri ve bunun aşağıdan yukarıya doğru iktidar mekanizmalarını oluşturmasıdır. Böylece danışma ve ortak akıl devreye girer, yönetim denetlenir, onu hatalardan korurdu. Tam tersi oldu! Egosu tavan yapmış, Tanrı’nın kendisini bütün İslamları yönetsin ve hatta bütün âleme çeki düzen vermesi için yarattığına inanan bir kişi, adım adım hedefine yürüdü. Bütün kurumların kendinden emir alacağı bir sistemi hayata geçirdi. Seçmenlerin yarısı onun bu niyetlerine olur verdi. Bunca yıllık demokrasi mücadelelerinden ve deneyimlerinden sonra nasıl böyle bir rejimin kitlelerden onay gördüğü, üzerinde düşünülmesi gereken en önemli konudur. Bunu yazılarımda çeşitli vesilelerle defalarca belirtmeye çalıştım: Bu, oy deposu olarak görülen yoksullara bütçeden bazı imkânların sunulmasıdır. Ordunun Kumru ilçesinin bir köyünde seksen yaşında bir kadının seçim sonuçları üzerine üç gün şükran orucu tutması ve bunu geçmişteki yoksulluk ve yoksunluğu ile açıklamasını da anlamak gerekir. Doğal olarak kitleler öncelikle kendi refahlarıyla ilgilenirler. Kendilerine bunu sağlayanların başka bir zengin sınıfı olmasının önemi yoktur. Böylece Türkiye’nin yoksulları, uzun yıllardır kendilerini yöneten okumuş, şehirli ve bütçeden çeşitli yollarla aslan payını almakta olan bir sınıftan öç alıyorlar. Onlar için bilimsel düşünmenin, üniversite özerkliğinin, yargı bağımsızlığının, özgür basının şimdilik önemi yoktur. Şüphesiz ileride olacak ve onların siyasi tercihleri bu olguların hepsini birlikte vaat edenlerle buluşacaktır. BİRAZ DİNLENME İHTİYACI… Muhalefetin seçimlerden umduğu sonucu alamayışı, bazı aydınlarda umutsuzluk yarattı. Yazarların bir kısmı bu nedenle tatile çıktılar. Halk hareketi geri çekiliyor. Yenilenlerin ne de olsa biraz dinlenmeye hakları var! Tarihimizdeki hürriyet hareketleri de benzer durumlar yaşadı. Otuz üç yıl süren Abdülhamit diktatörlüğü altında hürriyet mücadelesinin başarıya ulaşacağından umudu kesip Anadolu’da bir çiftlik kurarak kavgadan uzak asude bir hayat sürmeye niyetlenenler gibi, saf değiştirip padişah’ın affına sığınanlar da görüldü. Ne var ki toplumsal hareketler de doğanın yasalarında görüldüğü gibi zamanını bekler. Çiçekler, açmak için baharı, yağmuru, ısıyı beklemek zorundadır. Aynı ezik, suskun, umutsuz kitlelerdir ki, gün gelir meydanları doldurur. Bir zamanlar alkışladığı zalimleri lanetler. Kitleler saf değiştirirler ve siyaset meydanında kendilerine yakışan yeri alırlar. Asık yüzler gülmeye başlar. ARMUT PİŞİP AĞZIMIZA DÜŞMEYECEK Bütün bunlar, armut ağacının dibinde oturup olgunlaşan armutların ağzımıza düşmesini beklemekle olmaz. Tohum ekmeli, onu sulamalı, ayrık otlarını temizlemeliyiz. Nerede ve hangi konumda olurlarsa olsunlar halkçı aydınlar, çevrelerinde birer ışık olacaklardır. Öğretmenler öğrencilerine bilimsel düşünmeyi öğretecekler, yazarlar durmadan doğuları yazacaklar, meslek örgütleri dayanışmanın ve halk almanın örneklerini vermeye devam edecekler, bilim adamları laboratuarlarda yeni buluşlar yapıp insanlığın hizmetine sunacaklardır. Dünya ve ülke tarihinde şimdiye kadar, haklı bir savaş veren nice ordular bozuldu. Ancak bunlar, haklı mücadelesinden vazgeçmeyenler tarafından yeniden kuruldu ve savaşı kazandı. Bizim bir çivi, bir nal, bir at ve bir yiğide değil, bilinciyle yiğitleşmiş bir büyük kitle olmaya ihtiyacımız var. Böyle bir kitle karşısında hiçbir güç dayanamaz. (10 Temmuz 2018) zekisarihan.com FOTOĞRAF: Onlar bir gün mutlaka ayağa kalkacak (Fatsa 1967’den)

  • ISIK VAR UCUNDA

    Bir kavganın ortasında gözümü açmışım çocukluğuma... Masallar, ninniler yerine; kederli anamın gözyaşlarıyla, acılı, ağrılı türküleri ve ağıtlarıyla yürümüşüm. Çabuk büyümem isteniyordu. Çabuk büyüdüm ben de. Belki bu yüzden hâlâ çocuksu, saf, hilesiz, paylaşımcı düşler peşindeyim... Şimdi yüzünü bile hatırlayamıyorum anamın. Geçmişimle bugünüm arasında bir bağ kuramıyorum. Çocukluğumun gizemli, çileli, dirençli koridorlarında kayboluyorum. Anımsadığım, hüzün ayrılık ve gözyaşı... Mutluluğun ve coşkunun kıyısında, sevgisiz büyüyüp, sessizce açan bir yaban gülüydüm. Yalnızdım, hep yalnız... Başıma kakılırdı doğanın nimetleri, evin bereketi. Bir banımlık reçel, bir parçacık peynir çok görülürdü... Tabağım ayrıldı; kaşığım, çatalım, yatağım... Yalnızlık ve öksüzlük, umar bulamayan sancılı ağrılarımdı. Günah yaftası gibi boynumda taşıdım hep, dünyaya gelmişliğimi. Evdeki öfkenin ve kavganın günah keçisiydim. Ne zaman çocukluğa yelken açan bir dize okusam utanıyorum. Ve ne zaman çocukluğunu özleyen birisiyle konuşsam onu kıskanıyorum. Her sokağına hüzünlü sesimi bıraktığım, bir kara trenle geldi, suskun çocukluğum bu kente. Bıraktı ve gitti... O günleri bir daha anmamak üzere unutmak istiyorum. Ama nasıl birdenbire geliveriyor aklıma, bilemiyorum. Her şey, en kötü şekilde yaşandı ve paylaşıldı oysa. Utandık, unuttuk, atladık istemesek de bir şeyleri. Ben, aynı hüznü, aynı yalnızlığı, aynı acıyı yaşıyorum. Birçok anı bıraktım. Birçok vefâlı dost edindim. Kiminin öksüzü, kiminin bahtı karalısı, kiminin can yoldaşı oldum. Ama her şeyi unutmak pahasına, hiç kucak açmadım anılarıma, arayıp soramadım vefâlı dostlarımı. Unuttum mu? Unutabildim mi? Olmuyor. Unutmaya çalıştıkça, bilincim rahat bırakmıyor beni. Direniyorum. O da karşı koyuyor. Dinlemiyor. Darılıyoruz bazen birbirimize. Günlerce konuşmuyoruz. Buraya geldiğime pişman oldum. O tren yine geçip gitti. Yine kavgaya tutuşacağız bilincimle. Elini sımsıkı tutmuşum halamın, trenden indiğimde. Anam artık duymayacaktı, sesimi sessizliğimi. Geçip gidiyorum yine. Kural tanımıyor anılarım. Önüne geçemiyorum duygularımın. Ne içtiğim çayın tadını aldım, ne sigaradan bir keyif. Ağzım, paslı bir teneke gibi. Dilime acı bir tat, yüreğime târifsiz bir sancı oturdu. Canım sıkıldı. Güzel, güneşli bir güne lânet okumanın gereği yoktu. Kalkıp gidemedim. Çocukluk anılarımın sonsuz girdaplarında batıp kaybolmak üzereyken, batık günleri su yüzüne çıkardım. Önümden geçip giden tren, bana o günleri anımsattı. Bu kent, bu kadar güzel miydi? Bu park, bu çay bahçesi, bu cıvıltı, önceden de var mıydı? Hiç farkına varamamışım. Her köşeyi döndüğümde, dostlarla kucaklaşıvereceğimi sanıyordum. Ama herkes bir yerlere savrulmuş. Bulabildiğim, yalnız sesimdi. Üstüme çoğalıp gelen, sokaklar arasında bıraktığım çocuk sesim. Yürüdükçe ardımdan geldi. Her pencere açılışında, bir kadın beni çağıracak gibi bir duyguya kapıldım. Ya da bir öğrenci, gece vardiyasından çıkmış, elleri buğulu, gözleri yorgun bir işçi, benden bir simit alacak sandım... Ah çocukluğum, çocukluğum; nerede yitirdim horozşekerimi, uçan balonlarımı? Nerede yitirdim oyunlarımı? Hangi erik ağacında çiçek açtı düşlerim? Ya sesim? Sıcak gevrek sesim. Hangi sokaklar arasında kaldı? Bu çay bahçesi? Bir köşesine oturup hüngür hüngür ağladığım bu çay bahçesi... Yine böyle bana karşı güler yüzlü müydü? Belediye zâbıtasının elinden beni alan, tömbeki içen o pala bıyıklı adam, sırtımdaki su hortumunun acısı, her şey, hepsi, dün gibi aklımda. Hâlâ yaşıyor mudur, o pala bıyıklı adam? Onu bulsam, yapışsam yakasına: “Hiçbir şey değişmedi, binlerce zâbıta duvar gibi örüldü yaşamımıza” desem bana inanır mı? Çocukluğum, dostlarım, bu kent, hangisi hüzünlendirdi beni? Ürperdim. Şu yaşadığım anı ve anılarımı kime nasıl anlatayım? Bu yürekle yaşama nasıl kafa tutmayayım? Hep başkalarının çocuklarıyla kıyaslandım. Onlar çocuk değil miydi? Benden, yetişkin insan gibi davranışlar beklendi. Zorlandım, diretildikçe âsileştim, hırçınlaştım. Okulun en çalışkan öğrencisi olduğunu söylerdi babam. Kızlar pervâne olurmuş çevresinde. Ona aşk şiirleri yazıp kitaplarının arasına bırakırlarmış. Okul yönetimi ona takım elbise ve saat hediye etmiş. Ben onun kadar çalışkan bir öğrenci olamadım. Takdirle hiç sınıf geçemedim. Onu hep utandırdım. Hiç kız arkadaşım olmadı ve benim için şiir yazmadı. Vasat bir öğrencilik dönemi yaşadım. Ona şaşıyorum. Onca olanaksızlık içinde okumak için köyden kaçtığında aç kaldığını, çileli bir öğrencilik dönemi yaşadığını, defâlarca anlatırdı. Kafamda çelişkiler de olsa; o, hep mükemmeldi. Ben büyürken bu söyleşileri hiç değişmezdi. Benim de kendisi gibi başarılı biri; başarılı biri olmaktan da öte, adam olmamı isterdi. Eve gelen konuklara şiirler okurdu, aşktan sevdadan yana. Sonra ilginç, masalsı hikâyeler anlatırdı. Çapkındı. Hiç bitmedi aşkları... Yatılıyı kazandım. Ayrılacaktım evden. Kazandığıma değil, ayrılacağıma sevindik; saklıyorduk. Yine de her şeyi unutacağımıza inanarak evden ayrıldım. Ben delikanlılığa geçiş çağındaydım, analığım câhil, babam bu iki yangın arasında gidip geldi. Yıllar geçti, maalesef hüzün hüküm sürdü. Bir an önce evlenmem gerekiyordu. Evlendim. Dolapta düğünümden kalan rakı vardı. Oturup içtim. Babamla biraz hem konuşmak, hem dertleşmek istedim. Dilim varmadı Fakir Öğrencileri Kalkındırma Derneği’nin verdiği takım elbiseyi ve saati söylemeye. Sûni kavgalarla dargın düştüğümüzden zâten yılda iki- üç gün görüşüyorduk. Sâdece anamı sordum, usulca. Artık çocuk değildim. Bunca yıl ertelenen sorulara yanıt almak istiyordum. Anlatmadı, yine sonraya bıraktı. Bir karatren daha geliyor, gitmem gerek. Yoruldum. O günlere dönmek istemiyordum oysa. Yine hüzünlendim. “Ne kazandık?” diye soruyorum kendime. Geriye dönüp baktığımızda, kayıplarımızın yanında lâfını bile etmek güç. Birleştiremedik yaşamlarımızı, neylersin. Ya şimdi? Paylaşamadığımız ne? Ne varsa, zâten en kötü şekilde paylaşılmadı mı? Tınazını savurup uçurduk yaşamın, rüzgâr hep sevinçleri götürdü. Hüzün, bereketimiz oldu. Tren yaklaştı, gitmem gerek. Geldiğim gibi gidişimle bu kentten ayrılacağım. Yine, kekremsi bir geri dönüş daha yaşayacağım; hepsi bu. Tren, tünele giriyor. Bir çocuk, korkudan ağlıyor. “Işık var ucunda” diye onu avutuyorlar. Işık var ucunda, ışık var, ucunda ışık, ışık, ışık... Fikret Kemal Tekin

  • Her Şey Yerli Yerinde

    Her şey yerli yerinde; havuz başında servi Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan, Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan, Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak, Serpilen aydınlıkta dalların arasından Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak. Biliyorum gölgede senin uyuduğunu Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu. Belki rüyalarındır bu taze açmış güller, Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde, Bitmeyen aşk türkusü kumruların sesinde, Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.

  • Memnuniyet

    Benden zarar gelmez Kovanındaki arıya Yuvasındaki kuşa; Ben kendi halimde yaşarım Şapkamın altında. Sebepsiz gülüşüm caddelerde Memnuniyetimden; Ve bu çılgınlık delicesine İçimden geliyor. Dilsiz değilim susamam Öyle ölüler gibi Bu güzel dünyanın ortasında (Yeni Zonguldak, sayı 34, 23.09.1942)

bottom of page