top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • İLK TIP BAYRAMI: “TEK YOL BİLİM VE FEN”

    14 Mart Tıp Bayramı’dır. Bu bayram Türkiye’de ilk kez ne zaman, nerede ve nasıl kutlandı? Kaynaklar, Türkiye’de ilk tıp bayramının 14 Mart 1919’da kutlandığını belirtiyor. “Eğer bu doğruysa mutlaka ertesi günkü İstanbul gazetelerinde haber olmuştur” deyip, o günlerde İstanbul’da yayımlanmakta olan günlük gazetelerden Yenigün, Vakit, Hadisat, Tasviriefkâr ve Memleket gazetelerine baktım. Haberlerde, bu bayramın daha önce kutlandığına ilişkin bir bilgi yoktur. Yalnız bir yayında “Bayram” sözcüğü geçiyor, diğerlerinde törenin Tıbbiyenin 92. Kuruluş yıldönümü kutlamak için düzenlendiği belirtiliyor. PARÇALANMA TEHLİKESİNE KARŞI Bu kutlama gerçekten de Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra Türkiye’yi bekleyen parçalanma ve milletin esarete düşme ihtimaline karşı memleket aydınlarını bir araya getirme çabasının ürünü gibi görünüyor. O tarihlerde İstanbul’un Türklerden alınacağı gibi haberler dolaşmaktadır. Kutlama programında İstanbul’un bir Türk kenti olduğuna vurgu yapılması bu yüzdendir. Öte yandan, kutlamaya İtilaf devletlerinin İstanbul’daki tıp elemanlarının davet edilmesi, 92 yıllık bir geçmişe sahip olan Tıp Fakültesi üzerinden Türklerin medeni bir millet olduğunu kanıtlama çabası gibidir. Ayrıca toplantıya katılanların önemli bir bölümünün kadınlardan oluşması ve bunlardan birinin kadın hakları konusunda konuşması, bunun ve Besim Ömer Paşa’nın bu vesile ile yaptığı konuşmanın şiddetle alkışlanması, İstanbul örneğinde Türk toplumunda kadınların almaya başladıkları yer açısından öğreticidir. Gazeteler, heyecanlı ve hararetli törenin Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti tarafından düzenlendiğini, salonun hınca hınç dolduğunu, törende şehrin en tanınmış doktorlarıyla İtilaf devletleri heyetlerine mensup birçok sıhhiye subay ve hemşirenin, Amerika İaşe Heyeti, Robert Kolej Müdürü ve bazı öğretmenlerinin hazır bulunduğunu belirtmektedir. Mektebi Sultani Marşı’nın ayakta dinlenmesiyle başlayan törende Talebe Cemiyeti Başkanı Kemal Bey konuşmuş ve alkışlanmıştır. Sonra Necdet Bey tarafından yapılan konuşmada Tıbbiyenin hizmetleri istatistiklere dayanılarak anlatılmıştır. Yapılan konuşmalarda İstanbul’un bir ilmî geçmişle de Türklerle bağı açığa kavuşturulmuştur. Projeksiyon ile okulun eski durumu gösterilmiş, şimdiye kadar mezun ve cephede şehit olan doktorların istatistikleri okunmuştur. Akil Muhtar Bey’in konuşmasından sonra Darülmuallimat (Kız Öretmen Okulu) mezunu Mediha Hanım tarafından kadınlık hukukunun savunucusu olan Tıbbiyelilere teşekkür içeren bir konuşma yapılmış, ona cevaben Besim Ömer Paşa, toplumun gelişmesi için tek çarenin kadınlarla erkeklerin aynı sıralar üzerinde çalışmaları olduğunu anlatmıştır. Edebiyat Fakültesi mezunu Meliha Hanım, arkadaşları adına bir tebrik ve teşekkür konuşması yapmıştır. O, bir alkış tufanı içinde kürsüden inerken Doktor Besim Ömer Paşa kürsüye gelerek ”Bir içtimai inkılâp (toplumsal devrim) yapabilmek için kadın ve erkek el ele çalışmalıdır. Biri bu tarafta, diğeri, öbür tarafta oturursa memleket yaşayamaz” demiş. Onun bu sözleri hazır bulunanlar, özellikle hanımlar tarafından olağanüstü alkış almıştır. İzmir’in işgali üzerine gene bu salonda yapılacak büyük toplantıda üniversiteli kadın ve erkeklerin karışık oturmalarına daha iki aydan fazla, üniversitede karma eğitime geçilmesine iki yıl vardır. Aşağıda Yenigün’ün haberini bugünkü dile aktararak veriyorum: “İSTANBUL BİZİMDİR Dün Darülfünun Konferans salonunda Tıbbiye mektebinin kuruluşunun 92. yıldönümü parlak bir biçimde kutlanmıştır. Tıbbiye Mektebi bizim irfan ve idrak hayatımızda daima verimli bir etki yapmış ve milletin en samimi hissiyatının yankılanma yeri olduğundan dünkü tezahüratı pek büyük bir memnuniyet ve şükran ile karşıladık. Müsamere hakikaten pek parlak olmuştur. Hazır bulunanlar arasında birçok Fransız ve İngiliz tabipleriyle Hilali Ahmer hasta bakıcı hemşireler mevcut idi. Darülfünunun büyük salonu kadın erkek büyük bir aydın kitle tarafından baştanbaşa işgal edilmişti. Mektebi Tıbbiye’nin en eski mezunlarından müderris Sadık, Feyzi, Besim Ömer, Ziya Nuri, Asaf Paşalarla diğer müderrisler bu büyük cemaat içinde saygılı bakışları üzerlerinde topluyorlardı. Mektebi Tıbbiye’den çıkanlar ve bugün irfandan yuvasından feyz alanlar bir tarafta, Kız Üniversitesi ile Sultani öğrencileri ve hanımlar diğer tarafta bulunmakta idiler. Ayakta dinlenen Sultani Marşı ile müsamereye başlandı. Sonra talebeden biri tarafından kürsüde mektebin teşkilat tarihçesi ve hizmetinden, 92 seneden beri Türk umumi irfan ve idrakine olan etkilerinden bahseden bir nutuk söylenmiş ve sözü memleketin maruz kaldığı mesaiye getirerek Wilson Prensipleri esasına istinaden İstanbul’un Türklere aidiyeti sebepleri, bu büyük şehirdeki büyük Türk eserlerini kanıtlayarak izah eylemiştir. Bu nutuk fevkalade ve tekrar tekrar alkışlanmıştır. Âkil Muhtar Bey Ardından bir konser verilmiş, Talebeden Necati Bey konferans esnasında projeksiyon aracılığıyla mektep kurucularının resimlerini göstermiştir. Bunu takip eden Tıp Fakültesi muhterem reisi Doktor Âkil Muhtar Bey’in nutku fevkalade samimi duyguları davet etmiştir. TEK YOL BİLİM Âkil Muhtar Bey, orada bulunan ecnebi doktorlar ve diğer davetlilere Tıp Fakültesinin teşekkür duygularını bildirmek amacıyla Fransızca bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada Tıp Fakültesinin memleketimizde yaygın olan bedeni ve psikolojik hastalıklara karşı koyacak doktor ve irfan erbabı yetiştirdiğinden dolayı kutlamayı hak ettiğini söyledikten sonra bizi en çok tahrip eden malarya (sıtma), verem ve frengi gibi hastalıklardan bahsetmiş ve manevi hastalıklarımızın da zihniyet bozukluğundan ileri geldiğini, yapılan fen öğreniminin ve ciddi bir surette fenle meşgul olarak zihniyetlerinin gelişeceğini söylemiştir. Bunun için talebenin laboratuarlarında, dershanelerinde, kütüphanelerinde yorulmaz bir şevk ve gayretle daima çalışmaları gerektiğini ve bu biricik yoldan başka hiçbir surette mükemmel bir zihniyete sahip olmak ihtimali olmadığını beyan etmiştir. Türkiye’nin büyük bir ilim adamı tarafından yapılan bu konuşma, hazır bulunan erkek ve kadın İtilaf tabipleri üzerinde iyi bir etki yapmış ve müsamerenin ardından bunlarla Türk âlimleri arasında uzun müddet samimi sohbetlere konu olmuştur. Müsamereye akşam geç vakit hitam verilmiştir. Memleketteki millî hareketi, hak uğrundaki uğraşların belirgin bir örneği olan bu gibi tezahüratın tekrarı ne kadar ümit vericidir!” Kaynaklar: Yenigün, Hadisat, Vakit, Memleket, Tasviri Efkâr 15 Mart 1919.

  • İSLAM’IN GÜNCELLENMESİ

    Evrenin tek değişmez kuralı değişimdir. Evrenin tarihi yanında biz insanların ömrü çok kısa olduğu için bunun farkına varamayabiliriz. 13.5 milyon önceki Büyük Patlama, evrenin kendisini güncellemesidir. Galaksilerin, güneş sistemlerinin oluşumu, 5,5 milyar yıl önce uzaydaki toz ve gaz bulutlarının bir araya gelerek dünyanın var olması, denizler, karalar, ilk canlılar ve onlardan evrimle ortaya çıkan insan soyu… Yeni çiçekler, yeni bitkiler… hepsi sayısız güncelleme işleminin sonucudur. Evrim teorisine karşı çıkan cahiller kendi gözleri önünde kısa vadede oluşan değişimleri bile hesaba katmayarak her şeyin şimdi olduğu gibi yaratıldığını ileri sürerler. Bütün ideolojiler, bu arada dinler de zaman içinde güncelleşir. Zamana ve koşullara uygun olmayan hükümler ya unutulur ya da artık onlara uyan kalmaz. Mezheplerin ortaya çıkması birer güncellemedir. Tarikat ehli olanlar onu bir kez daha, kendi anlayışlarına göre güncellerler. Ortaasya bozkırlarından Anadolu’ya gelen Türkmenlerin şehirlere yerleşenleri ile göçebe bir hayat sürmeye devam edenleri inançlarında kendilerine göre güncelleme yaptılar. Köylüler kentlere yerleşince yeni hayata göre bir güncelleme daha yaparlar. Modern bilimleri okuyanlar da bir kez daha güncellemede bulunurlar. Zavallı anacığım, ineğimiz sütten kesilince ona nazar değdiğine inanır, elimize bir mısır kellesi vererek Fadik Abu’ya gönderirdi. Okunmuş kelle ineğin yalına katılıca hayvanın iyileşeceğini ve o bir tas sütü vermeye devam edeceğine inanırdı. Köye gelen bir veteriner olsaydı ona gösterirdi. Şimdiki köylüler öyle yapıyorlar… Herkes inancını güncelliyor… Güncelleme bütün ideolojiler için de geçerlidir. Marks’ın Kapital’i raflarda durur ama Lenin onu Yirminci Yüzyıl’ın emperyalizm ve Rusya şartlarında güncelledi. Artık, “Her şey Kapital’de vardır, başka bir şeye ihtiyaç yoktur” diyenler sosyolojide ve devrimci mücadelede yaya kalırlar. Lenin de devrim yapmış diğer ülkelerin teorisyenleri tarafından ister istemez güncellenmiştir. Tevrat, İncil gibi Kur’an da yerli yerinde durmaktadır. İsteyen herkes bunları okuma olanağına sahiptir. Ama kim ki, bu kitapların yazıya geçtiği dönemdeki gibi yaşamaya ve toplumu da yaşatmaya kalkarsa birer hortlak muamelesi görür. Uzunca bir süredir, profesör unvanının da kazanmış olsa bir takım meczuplar, kitaplarında ve televizyon ekranlarında cinsellik, evlenme yaşı ve benzeri konularda ahkâm kesiyorlardı. Daha önceleri medresenin küflü ve kuytu köşelerinde bu görüşleri yaymaya çalışanlar, artık iktidarın güya İslam’a dönüş anlayışından güç alıyorlardı. Fakat zorunlu olan modernizmin gelişmesi sonucu toplum, bu adamların yazıp söylediklerinden dehşete kapılıyordu. Kendisini toplumun imamı sayan Cumhurbaşkanı “Bu adamlar karşısında neden sesiniz çıkmıyor?” taleplerine cevap vererek açıkça “İslam’ın güncellenmesi” gerektiğini söylemek zorunda kaldı. Kuytu bir köşedeki camide imam ne söylerde söylesin ses çıkarmayan bir cemaat yerine 81 milyon’a hitap ettiğinin farkında olan Erdoğan, gericiliğin bu kadarına isyan eden toplumun yüreğine su serpmek istedi. Hayır, İslam bu değildi! İslam Erdoğan’ın vaz ettiği gibiydi… Bu çok doğal olmakla birlikte “İslam’ın güncellenmesi gerektiği” cesur bir sözdür. O da bunu bildiği için bazı hocaların kendisini tefe koyacaklarından korktuğunu “Korkmuyorum” diyerek itiraf etti. Kendisini savunmak için uyacakları kuralların Kur’an’da yazılı olduğunu, onun esas alınması gerektiğini söyledi. Oysa bu hocaların fetvaları da Kur’an ve hadisi esas alıyor. O zaman çık işin içinden! Hasanoğlan Köy Enstitüsü ve Yüksek Köy Enstitüsü müdürlüğü yapmış, geçen Yüzyılın en büyük eğitimcilerinden biri olan, beş vakit namazını da bırakmayan M. Rauf İnan, Kur’anın inanç ve ibadet hükümlerinin devam ettiğini ama muamelata ait hükümlerinin uygulanamayacağını söylüyordu. Bu muamelat yerinde kalsaydı, bu kadar anayasa, yasa ve yönetmeliğe ne gerek vardı? Şimdi artık kimse savaşta elde edilen ganimetin paylaşılması için Ku’an’daki hükümleri uygulayamaz. Hiçbir mahkeme hırsızlık yapanın elini kesemez ve hiç bir erkek karısını dövme hakkına sahip olduğunu ileri süremez. Daha bunun gibi yüzlerce hüküm Kur’an!da yazılmış bile olsa uygulanamaz. Herkes bilmelidir ki, dinlerin temel kitapları, yazıya geçirildikleri dönemin özelliklerini taşırlar. Kendileri de zaten bir güncellemenin sonucudurlar. Kadınlarla ilgili hükümler konusunda Tevrat’la Kur’anı karşılaştırınız. Kur’an’ın kadınlar için Tevrat’a göre kendini nasıl güncellediğini göreceksiniz. Kur’anın bile, bir önceki ayetini hükümsüz sayarak yeni bir hüküm getirdiği olmuştur. Bizdeki kaba maddecilerle bundan 20-30 yıl önce epey tartışmıştık: Ben din anlayışının da sürekli değiştiğini ve toplumun onu kendine uydurduğunu söylüyordum. Onlar “Hayır, dinde değişim olmaz” diye diretiyorlardı. Sahi, bu konuyu çözdük sayılır mı? Eksiklik Tevrat’ta, İncil’de veya Kur’an’da değildir. Onlar, kendi zamanlarının anlayışını yansıtmaktadırlar. Eksiklik, insanların anlayışındadır. Din adına veya kaba bir materyalizmle değişmezliğe inananların zihnindedir. (10 Mart 2018) zekisarihan.com

  • SUS...

    Seni en çok ellerinden tanırdım dedi adam. Kadının dudak ucuna belli belirsiz telaşlı uçuk bir gülümseme oturdu. Bakışları soluktu. Buzlu bir camın ardındaki nesneleri tanımlamaya çalışan bakışlar astı ortaya. Canını acıtan anlar buzlu camda çözüldükçe bakışları derinleşiyordu. Kadın ellerini ve bakışlarını nereye koyacağını bilemedi. Tepsiye dizilen fincanlar mutfağa götürülürken, ikisi de ellerini birbirlerinin yüzünde kendilerinden izler ararken buldu. Tepsi geri geldiğinde eller ve bakışlar yine yerlerine kondu. Bir pişmanlık ve geç kalmış bir telaş derin sus boşluğunda kendine eşkâl arıyordu. Kadın Adamın tepeden tırnağa kendini özlediğini fark ettiğinde, özlendiğini bilmenin yadsımasıyla yanağındaki gamzeler birbirine değdi. Başını cama çevirdi. Adamın elleri gitti aldı gamzeleri yerinden. Kadın adamın eline baktı, adamın elleri titriyordu. Adam söküklerine dikiyordu kadının üşüyen ellerini titreyen parmaklarıyla… Kadın başını öne eğdi, kucağındaki yüzük parmağını sağ avucuna alırken sol gözü seyirdi. Balkona taşınan salon balkonda dumanlandı, fincanlar pencere pervazına ve orta sehpaya dizildi. Adam ellerini yerine koydu, balkona ucuz bir bakış astı. Belli Belirsiz sözcükler boşlukta hacimlerini doldurmaya zorlanıyordu. Ben… Biz… Kanepeyi ortaladı, serçe parmağı ile gömlek yakasını genişletti. Kadın kaçamak bakış bıraktı adamın sıkıntılı yüzüne. Adam sol ayağındaki terliği çıkardı yeniden ayağına taktı. Kadının bakışları adamın gözlerine oturdu. Elleriyle ve mimikleriyle sessizliği parçalayan “ne” sorusunu sordu. Kaşlarını kaldırdı, başını sağa yatırdı. “Ne…”dedi mimikleriyle yeniden kadın… Şimdi, soluk benizli çiçekleriz senle biz vazoda seyirlik. El sürülmemiş zamanları eskitiyoruz… Kadın kaşlarını kaldırdı adamın ağzına. Sustu adam. Kadın aynı mimikle tekrarladı. “Ne…” Adam yekindi, kendini geri attı, kanepeden güç alırcasına döküldü kadına: Hep baharın konuşulduğu. Zorunlu bir buluşmada susuyoruz tükenen sözcüklerle farkında mısın? Kadın yüzündeki mimiklerini topladı, Sus… Dedi usulca… Tam sözcükler adamın ağzından dökülecekti ki; yaramı sevme, dedi kadın… Adam içine patladı ilkin, sonra; Aklımdan geçenleri yutkunuyorsun, ayaklarımızın götürdüğü yere kadar gidiyoruz… Sus dedi kadın… Acını sevme… Birden bire olmadı her şey. Azar azar çekildim… Balkonda duman altı kahkahaları gösterirken kadına; Ne güzel Kahkahalaşıyor acılarımız… Sus dedi kadın Sus… Hafiften başlayan yağmurun ıslattığı kaldırımları adımlarken sonuç alınamayan bir buluşmadan ayrılmanın tarifsiz duygularıyla yürüdü adam. Kara kuru çirkin olduğu söylenen şirin için dağlar delen Ferhat’ı, Diego için aşkının bedelini ağır ödeyen Frida’yı düşünüyordu adam. Sonra kendi ilişkilerini gözden geçirdi. Kendisinin hangisi olduğunu bilemedi. Aşk değilmiş bir varmış bir yokmuş ağızdan ağıza dolaşan çiklet misali, ıskalananın, iki kişi arasındaki uyum olduğunu düşünüyordu… Eskileri kurcaladıkça belki yeni farkına varıyordu. Bir mektubu daha çıkardı cebinden, dalgın ağır adımlarla yürüdü, iskelenin başında martılara ekmek atan çocukları ve yanından geçen kıvanç içinde el ele yürüyen ikinci baharlarını yaşayan çiftleri izledi bir süre. Bu kent ikinci baharını yaşayan çiftlerin, martılara ekmek atan çocukları izleyenlerin ve kırık dökük sözcüklerle yaşamı tamir edemeyen asık yüzlülerin kentiydi artık. Sus demişti… Yaramı sevme… Yaramı sevme… Sus… Sevmekle acımak arasında yaşanan anlarda gidip geliyordu adam. Martılar simide doymuş olmalıydılar ılık suların üzerine karınlarını koyup ısınıyorlardı. Adam sözcükleri sözcüklere dizerek iskeleden sahile yöneldi. Kolay olmadığını düşünüyordu birlikte yaşanmış bir birlikteliğin birbirinden ayrılmasını İçinden neyi çıkarsa tarih oluyordu, hâtıra, anı oluyordu… Adam fulya ağızlı sokaklara dokunsalar ağlayacak hüzünler istiflerken ne kadar kaçsa da anlaşılmasın içeriden konuştukları diye yüzünü kaçırıyordu. Sığınırken derin ve zorlu bir limana… Gülün rengine kırmızısını vermiş kadın, dalgın ve derin bir sus boşluğunda çalkalanan gözleri teyellerinden havalanan bülbülün kanadına düşüyor. Radyoda nihavent bir makam… Kadının parmağından kanaviçesine damlıyor kan. Kuşlar ürkek uçuşa durmuş. Kadın harmanlamış anları belleğine bir bir söküyor… Hekim oluyor kendine asmış omzuna ceketini “Ben kendimi gülün dibinde buldum” Türküsüyle delikanlılığına yürüyor adam Kovalayıp İçindeki zorbayı adımladığı sokak aralarında kendine durmadan reçeteler yazıyor… Denir ki suyun sesi sağaltıcıdır, en kanayan yaralarıyla adımlarken kıyıları Koşup yetişiyor ardından bilemediği kaçıncı kez yenilgisi geçmiş karşısına nanik ediyor. Deniz uykuda, durgun, kımıltısız, kendi türküsünü söylüyor, martılar tembellik uçuşuna geçmişler. içindeki fırtınalara durmadan dalgakıranlar çekiyor adam… Kadın teyellemiş adamın hüzünlerini kanaviçesine. Bir türküyle anemonlar açtırıyor Dönmüş yüzünü denizden yana durmadan umut dikiyor… Gurbette akşamların zor olduğunu düşünüyor adam. Ne fulya ağızlı sokaklar, ne yağmur yüklü bulutlar ne de akasya gülüşlü avlular… Değil değildi, Ah hep o türkü oldu müsebbibi, şimdi unutmak için dinliyordu adam… “Senin de saçına karlar yağacak Senin de gözlerine yaşlar dolacak Pişman olacaksın günün birinde” Şarap içen üç adama tiz sesiyle tef çalarak bu şarkıyı söylüyordu çingene bir kız denizin başladığı yerde. Herkes bir yerinden kanıyor işte diye düşünürken bir sigara tüttürüyor, dudaklarına bastırıyor kırmızı güllü kanaviçeyi adam… 2017 Akçay

  • Kadın Yazısı Festivali

    9-18 Mart 2018 Düzenleyenler: İsveç Başkonsolosluğu, Kadın Eserleri Kütüphanesi, MSGSÜ Kadın Araştırmaları Merkezi bilgi@kadinyazisi.com www.kadinyazisi.com İstanbul, Türkiye

  • İMAM NE DERSE DESİN

    CAMAAT BİLDİĞİNİ OKUR Laik eğitim gemisi iyice su almaya başlayınca aydın çevrelerinde eğitim için panellerin, çalıştayların sayısı arttı. Gerçi bu çaba yeni değil. Eğitimi kemiren kurtlar hiçbir dönemde eksik olmadı her dönemde buna karşı gençler, öğretmenler ve veliler çeşitli biçimlerde direndiler. 2 Mart 2018 günü Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği, Hacettepe Üniversitesi Çocuk Hakları Merkezi, Türkiye Barolar Birliğinin desteğini de alarak Baronun Balgat’taki merkezinde “Değişen Eğitim Sistemi ve Çocuklarımız” konulu bir günlük bir çalıştay düzenledi. Düzenleyici kurumlar adına yapılan kısa konuşmalardan sonra Prof. Sedat Sever’in çocuklarda okuma alışkanlığı yaratılmasıyla ilgili önemli bir konferansını izledik. Ardından Avukat Sema Aksoy’un yönettiği panele geçildi. Konuşmacılardan Fikret Bila, Devletin Afrika seferine katılmak zorunda kaldığından gelememişti. Çankaya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof Dr. Buket Akkoyunlu, AÜ Eğitim Fakültesi emekli öğretim üyesi Dilek Gözütok ve Eğitim Reformu Girişimi Eğitim Gözlemevi Koordinatörü Burcu Meltem Arık Akyüz’den sonra konuşma sırası bana geldi. (Bunu başka bir yazının konusu yapmak isterim.) Yapılan duyurularda benim sıfatım olarak “Ulusal Eğitim Derneği Onursal Genel Başkanı, Öğretmen Dünyası Dergisi” yazılmıştı. Onursal başkanlık doğru ise de yedi yıldır Öğretmen Dünyası’nı temsil etmiyordum. Fakat kimliğim 30 yıldan fazla bu dergi ile haşır neşir olduğundan, programı hazırlayanların belleklerinde böyle kalmış olduğu anlaşılıyordu. Bunu söyledim. “Derginin bugünkü yöneticileri de herhalde bunu sorun yapmaz” diye de ekledim. Barolar Birliğinde Türkiye’nin 51 üniversitesinde temsilcilikleri bulunan adını yeni duyduğum bir gençlik örgütünün de üç gün sürecek bir kurultayının ilk günüymüş. Salondaki dinleyiciler asıl onlardan oluşuyordu ve bin kişi kadar vardılar. Çoktandır bu kadar kalabalık bir topluluğa hitap etmemiş olduğumu söyledim. Hepimizin konuşması bir çığlık, bir imdat isteyişi gibiydi. Panelin yöneticisi ve dört konuşmacıdan üçünün kadın olması, aydın annelerin kendi çocukları gibi yurt çocuklarını da nasıl bir tehlikeden korumak istediklerini gösteriyordu. Canlarından bir parça olan ve bin bir ihtimamla büyütmekte oldukları çocuklarını devlet, yeni eğitim programlarıyla ellerinden alıyor, şeriat adı verdikleri karanlık kuyularına atıyordu! Öğleden sonra dört çalışma grubu, farklı odalarda toplandılar. Benim katıldığım Bahar Göklerin yönettiği grubun katılımcıları, çeşitli okullarda ve kurumlarda çalışmakta olan rehber öğretmen ve psikologlardı ve üçümüz dışında onlar da kadındı. Günümüz okulunun çocukları nasıl eğitimden soğuttuğunu, devamsızlığı artırdığını, çocuklarda yaşama isteğini bile öldürdüğünü kendi yaşadıklarından hareketle yana yakıla anlattılar. İçlerinde Öğretim Birliği Yasası’nın da bulunduğu Üç Devrim Yasası’nın 94. Yıldönümünde Türkiye’nin eğitimi bu halde mi olmalıydı? Karanlık zamanlar içinden bir heyula gibi hortlayanların başında olduğu, daha anaokulundaki bebeklere cehennem korkuları salmayı, onları din için savaşan birer cihatçı yetiştirmeyi eğitim zanneden bir bakanlığı nasıl kurtaracaktık? Maddi gücü olanlar, çocuklarını aynı programları uygulamak zorunda olmakla birlikte daha çok dünyevi bilgilerle donatmaya çalışan özel okullara verseler bu bir çare olur muydu? Bu yöntemlerle çocuklarımızın yüzde kaçını kurtarabilirdik? Kurtarabilir miydik? Bir ümit ışığımız da olmalı değil miydi? Umutsuz kalplere bir parça olsun umut saçmam fazla mı olurdu? Bu toplantının sonunda ben de söz alıp birkaç cümle söyledim: Dedim ki: “Arkadaşlar, feryat etmekte haklısınız. Ancak kabul etmek gerekir ki, devlet bir imam, halk cemaattir. İmamlar, camilerde yaptıkları konuşmalarda halka nasıl da korku salmaya çalışırlar. Şunu yapmak günah, şöyle yapanlar cehennemde şöyle yanacak falan diye. Cemaat sadece dinler. Fakat camiden ayakkabısını giyip çıkan halkın yaşamında imamın telkin ettiği gibi bir davranış değişikliği olmaz. Medrese bin yıl boyunca Aleviler aleyhinde bulundu diye Aleviler inançlarından vaz mı geçtiler? Köy Enstitülü yazarlarımızdan Talip Apaydın’ın “Biz helâlarda yetiştik” diye bir sözü vardır. Evet devlet okulunda birçok şey öğrendik ama örneğin bana da bugünkü kişiliğimi kazandıran devlet değildir. Çoğumuz, gerçekleri devlete rağmen öğrenmedik mi? Yeni yetişen kuşaklar da hayat felsefelerini devlet okullarında okuduklarıyla kalarak kurmayacaklar. Bugün bilgiye ulaşmak, eskisinden çok daha kolaylaşmıştır. Aile de artık çocukların eğitimi hakkında söz sahibi olmaya başlamıştır. O kadar da karamsar olmayalım. Ne demişler, İmam ne derse desin, cemaat bildiğini okur…” (4 Mart 2018) zekisarihan.com

  • Altmış Sekizler Kuşağı

    Hatırla Sevgilim dizisinden sonra 68’ler kuşağı yaygın yazılı ve görsel basının gündemine oturdu. 68’ler kuşağı nedir. Kimdir bunlar. Kendi açımdan anlatmak isterim. Bir kere ben allahına kadar 68’liyim. Bu nedenle de iki kelam etme hakkını görüyorum kendimde. Ancak 68’li yıllarda üniversitede okuyan, ilerici, devrimci, yurtsever gençliği kapsar. Nasıl ki her babası kör olana Köroğlu denmiyorsa o tarihte üniversitede okuyan herkes de 68’li değildir. Gerçektende hiçbir ÜLKÜCÜ 68’li değildir. Öyle bir iddiaları da yoktur. Esasen Ülkücü gençlik 68’lilerin karşıtıdır. Antitezidir.. Aynı şekilde İslami Gençlik olan AKINCILAR da 68’li değildir.Bizlerin o tarihte bir iddiası vardı: DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK! Bu hedef için kolektif bir ruh oluşturmuştuk. Tenimizde, tinimizde (ruh), yenimizde birdi. Ne diyorduk 68liler olarak: 1-1961 Anayasasının öngördüğü reformların yapılmasını sağlamak. 2-Başta ABD olmak üzere her türlü emperyalizme karşı çıkmak, 3-Kesinlikle işçiden, köylüden dar gelirliden yana olmak, 4-Türk diline, folkloruna sahip çıkmak, 5-Sözüne güvenilir, ağırbaşlı, ciddi bir kimliğe sahip olmak, 6-Mustafa Kemal’e ve O’nun ilke ve inkılaplarına sahip çıkmak ve bunları çağın gereklerine uygun olarak daha ileriye taşımak. Bunları yapmak için önce gönül, sonra bilgi ve en önemlisi de YÜRNEK gerekti. Çünkü hem devletten, hem tosuncuklardan sopa yemek, ezilmek, sürülmek hatta hapis olasılığı vardı. Görüyorsunuz değil mi ne kadar saf masum ve temiz isteklerdi bunlar. Hepimiz idealisttik. Dünyayı değiştirecek, GÜNEŞİ ZAPTEDECEKTİK. Emeğin hakkını veren, sömürmeyen, ezmeyen, çağdaş, demokrat, halka saygılı bir dünya düşlüyorduk. O dünya bizler için ütopya değildi. Hiçbir karşılık beklemeden, gençliğimizi, gücümüzü, enerjimizi, geleceğimizi, canımızı koyduk ortaya. Eğilmeden. Onurluca. Fabrikalarda,köylerde, tarlalarda emekçiler ile omuz omuza çalıştık.Duvar ördük.Çapa yaptık. O gençlik istediğinde on binleri meydanlarda toplayabiliyordu. Ve bu mitinglerde yalnızca Türk bayrağı taşınırdı.Tam Bağımsız Türkiye sloganı atılırdı.Buna rağmen bize vatan haini dediler.Sistem dışına ittiler. Sonra birden değiştirildi her şey. Çabamız, kavgamız yasadışı örgütlere ve silaha kaydı.Kaydırıldı daha doğrusu. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine zemin ve gerekçe oldu. Mao’nun kağıttan kaplan dediği emperyalizm Nepal Kaplanı imiş meğerse. Savrulduk dört bir yana. Tıkıldık damlara. İşkencelere, dayaklara, kurşunlara göğüs gerdik. Şaşkın, çaresiz ama yiğitçe, ERCE. Dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan yarın astıracakları Denizler ile hatıra fotoğrafları çektiriyordu. Bir marifetmiş gibi.Hani köylüler gazinoya gittiklerinde şarkıcılarla, artistler ile resim çektirirler ya.Onun gibi bir şey yani. 32 Kısım tamamı birden avantür Holivud filmi iziler gibiydik. Sadi Koçaş kaçırılan İsrail Başkonsolosuna karşılık Ankara’da 8 bin genci bir gecede toplayıp mapuslara istif ediyordu. Makable şamil hukuk eğretiliği ile aydınları ve üniversite gençliğini rehin tutuyordu. Makable şamil.Yani mukabelede bulunuyordu hükümet. Mahir ÇAYAN’ın evine tesadüfen girdiği binbaşının kızı önce rehin iken sonra o masum yüzlü, erkek güzeli, yaşına göre pek yetkin ve filozof ve dava adamı ÇAYAN’a aşık oluyordu. Sonuç. Teslim almak yerine kıstırıldığı yerlerde infaz ediliyordu pırıl pırıl gençler. Ve bir hukuk komedisi ile üç genç darağacına gönderiliyordu. Üç-beş kişi mi anayasayı, meclisi feshedecekti diye kimse soramıyordu ki. Ve ne acıdır ki 12 Eylülde anayasayı tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanunla kurulmuş olan TBMM’yi ıskata çıkaran Kenan Evren devlet başkanı olacaktı. Bu gün o görüşlerimi korumuyorum. Bir çoğu zaten önemini işlevini yitirmiştir. Ne var ki biz o düşüncelerimizde içtendik. İnançlıydık. Dürüsttük.Önemli olan da buydu. Bizim kuşak için herkes her şey diyebilir ama yalansız, riyasız, çıkarsız, çilekeş ve özverili bir kuşaktı. Dedim ya 68’li olmak başka bir duygu. Sıradışı , düşsel bir şey. O dönemde yaşayıp da 68li olamayanlar hayıflanabilirler. Biz ise hep övündük. Başımız dik olarak. Şimdiki gençliğe bakıyorum da daha da onur ve şeref duyuyorum geçmişimle, 68’li olmakla.

  • İletişim

    Merak ettiklerinizi öğrenmek, soru, yorum ve önerilerinizi iletmek, yazı eklemek, paylaşım yapmak, üye olmak isterseniz İLETİŞİM sayfamıza gidiniz.

  • Yazma Cesaretimizi Artıran Bir Ortaçağlı

    MONTAİGNE * 99'un ilkyazıydı. Selam Söyleyin Ayışığına kitabımın ikinci baskısıyla birlikte yeni öykü kitabım "Benim Kimsem Olsana" birlikte çıkmıştı. Onlarla ilgili bir tepki, bir ses almayı beklerken Bursa'ya Çağdaş Gazeteciler Derneği tarafından bir etkinliğe davet edildim. Yazarlar türlü özellikte olabilirler, o nedenle katogorize edilmeleri hayli zordur, ne var ki bir özellik çoğunda ortaktır. Yazarlık saygın, itibarlı ama para getirmeyen bir alan olduğundan, herkes de Tolstoy gibi şanslı olmadığından, çoğu, gençliğini yaşamın giderlerini karşılamaya harcayıp, ilerleyen yaşlarında yazarlığa, yani isabetli bir biçimde yaşamı yorumlamaya soyunurlar. Öyle ya yaşamayan ne anlatacak... Yaş herkes de değilse bile çoğu kez bilgeliktir, ama yeni bir şey öğrenmenin zor olduğu yaştır da... O yaşta görücüye çıkmak... nasıl bir heyecandır bilen bilir. Uçarak gitmiştim. İlkyazdı. Hani Hasan Hüseyin'in "Haziranda ölmek zor," dediği türden. Limonata gibi bir hava vardı. Uludağın eteklerinden henüz olgunlaşmamış ıhlamur ve iğde kokuları geliyordu. Belki heycandan bana öyle geliyordu: Minik karanfillere dikkatle baktınız mı, kupkuru ot gibi durdukları bir sabah nerden çıktığı belirsiz çiçek dökerler. Öyle bir gece, gökyüzü pıtrak pıtrak yıldız açıyordu sanki. Hani şair der ya; " Yedi Süreyayı uzatmış oradan...", öyle şiddetle hissedeceğiniz bir gece... Lalelerin arasından etkinlik mekanına gittik. Kültürpark'ın içinde bahçeli, hoş bir yer Gazeteciler Derneği, yani hepsi mürekkep yalamış, dolaysıyla ağır tipler olmalıydı...Ne var ki, ortamı hiç de beklediğim gibi bulmadım, yok, öyle düşündüğünüz gibi değil: Benim kutsallaştırdığım edebiyat, sanki daha uhrevi bir hava istiyordu... ya da tercihim oydu. Oysa şimdi biz, yemek yiyen, içki içen, aralarında sohbet eden, günün yorgunluğunu atmaya çalışan insanlara, tabak çanak gürültüsü arasında edebiyat anlatacaktık. Nitekim, deneyimine güvenip örnek olur diye yanıma aldığım konuşmacı yazar arkadaşın söylediklerine kimsenin aldırdığı yoktu. Gerçi arkadaşın da onlara aldırış etmediğini, sanki hiç orda yokmuşlar gibi edebiyattan, sanattan söz etmeyi sürdürdüğünü görünce şaşıracaktım. Sonradan konu ettiğimde, "Bu işin raconu bu," diyecek ama ben o gece yaşadığım bocalamayı hiç unutmayacaktım. Baktım olmayacak, hazırladığım, günlerce üzerinde çalıştığım o tumturaklı, edebi konuşma kimseyi ilgilendirmeyecek rota değiştirdim. Söz bana geldiğinde hepsini bir kenara koyup o zamanlar yeniden yeniden okuduğum MONTAİGNE'den ne kalmışsa aklımda onlardan söz etmeye karar verdim. Kuşkusuz beni strese sokan bir çıkış yolu diye kıvrandıran ahaliye de yoluyla bir fırça çekmeden de bunu yapamazdım. " Gelirken buranın ortalama insan tiplemesinin ne olduğunu öğrenmek istemiştim. Bana Bursa'nın en tanınmış, Edebiyat sever kültürlü insanlarıdır onlar demişlerdi. Ben de bu seçkinliğe bakarak bu konuşmayı titizlikle hazırlamıştım," deyip bir tomar kağıt tutan konuşma notlarımı gösterdim. "Ne var ki, siz böyle yemek yer, içkinizi içerken, bizim burada edebiyat anlatmamızın hoş durmadığını, çok da istekle dinlemediğinizi gördüm. Bu havaya gider başka bir konu bulmaya karar verdim. Sonuçta sarhoşta ayık da olsak insan değil miyiz? Montaigne; Her insan, insanlığın bütün özelliklerini üstünde taşır, demez mi?" Elimdeki kağıt tomarını göstere göstere yırtmıştım. Söylediklerimi ne kadar anlamışlardı bilemiyorum ama kağıt tomarını yırttığımı net görmüş olmalılar ki birden sessizleşmişti koca bahçe. Mikrofonu elime alıp eklemiştim: "Bu demektir ki, biz dünyanın en namuslu, erdemli insanıyken, en ahlaksız, en namussuz, en aşağılık özellikleri de günü gelinceye değin içimizde saklarız. Yani aranızdaki en günahsız kimse ilk o taşı atsın demek, taş yememek için en sağlam yoldur. " Canım Montaigne, ortaçağdan uzanmış nasıl da elimden tutuyordu, hiç teklemeden okuduklarımı harmanlayıp aktarıyordum. O zamana değin çalıştığım okullar adına ya da valilik isteğiyle sayısız program yapmıştım. Ne var ki onlar, beni saygıyla, nezaketle dinlemeye kurulmuş öğrenciler ya da halktı. Bu ise yazarlığımın ilk dinletisi ve beni dinlememeye kararlı isanlara kendimi dinletmeye çalışıyordum; biliyordum ki başaramasam bir daha asla buraya bir konuşmacı olarak çıkmazdım, çıkamazdım. Konukların sessizleşip beni dinlediklerini fark etmiştim. O gecenin üzerinden çok geçmedi, 1999 Yalova depremi oldu. Enkazdan çıkmış, çadırda yaşarken hatır gönül için yazdığım yerel gazete tarafından Bursa'da çıkan Olay gazetesinin geçmiş bir sayısı ulaştırılmıştı bana. Şimdi o da kitaplı yazar olan Olay gazetesi muhabiri Kemal Selçuk, bir sayfayı tümüyle bana ayırmış ve kocaman puntolarla; "ŞENOL YAZICI'YI DİNLEMEK YAZMA CESARETİMİZİ ARTIRIYOR," diye yazmıştı. Ben değil, MONTAİGNE yapıyor onu , diye düşünmüştüm. Hala Montaigne'yi ilgiyle, kimbilir kaçıncı kezdir demeden okurum. Ne olur ne olmaz, bakarsın gene bir etkinlikte ben hararetle edebiyat anlatırken, orayı nöbetçi meyhane sanan, son teki de burda atalım, diyen bazılarına denk gelirim, hazır olsun diye. Olmaz olmaz demeyin, İNSANIZ sonuçta... ve her insanda her özellik vardır, der MONTAİGNE, hem de 500 yıl önce, 1580 yıllarında. * Şenol YAZICI * MİCHEL de MONTAİGNE (d. 28 Şubat 1533, Dordogne,Fransa - ö. 13 Eylül 1592, Guyenne, Fransa ), '' İnsanlar zırdeli, daha bir tırtılı nasıl yaratacaklarını bilmezken binlerce tanrı yaratmışlar. '' 16. yüzyıl bir Fransız deneme yazarı. İyi bir eğitim aldı. Alman bir eğitmen tarafından yetiştirildi. Eğitim süresince Yunan ve Latin edebiyatını ve dilini öğrendi. Bordeaux Edebiyat Fakültesi'nde felsefe okudu. Bir süre bulunduğu yörede Belediye Başkanlığı görevini üstlendi. Ailesinden kalan geniş bir malikanede günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirdi. Kilisenin insanların aklını sürekli çelmesini eleştiren içerikler yayınladı. Avrupalı'ların coğrafi keşiflerde tanıdığı yeni uygarlıkları köleleştirme, yok sayma girişimlerine karşıydı, keşfedilen yeni medeniyetlere ''barbar, yamyam'' denmesini kınıyordu. DENEMELER'i yazdı. Yeni bir edebi türü başlattı.

  • Yenilen Pehlivan Güreşe Doymazmış

    İtiraf etmekten çekinmeyelim: Biz yenildik. Yenilenlerin içinde sosyalistler, demokratlar, Kemalistler, hatta liberaller var. Bunlar, sınıf olarak, işçileri, köylüleri, kent küçük burjuvazisini, orta sınıf aydınlarını, hatta bir süre öncesine kadar iktidar partisini destekleyen liberal burjuvayı temsil ediyor. Türk-Kürt kardeşliği, adalet, özgürlük, bilim, aydınlanma yenildi. Yurtta barış, dünyada barış yenildi. AKP’nin iktidar ortağı iken aralarında maraza çıkan ve tek başına iktidara gelmek için darbe yapmaya kalkışan tarikatı da yenilmiş saymalı mıyız? Hayır, o bir kardeş kavgası idi. Onların gerici zihniyeti iktidarda kalmaya devam ediyor. Bizi yenenler, Tanzimat’tan beri ikinci plana itilmiş, siyaset yapması zaman zaman yasaklanmış bir sınıf. Kırsal kesimin Ortaçağ artıklarını temsil ediyorlar. Ama artık bunları örgütleyenler kırsalda yaşamıyor. Kapitalistleşmenin yarattığı büyük göçle kentleri ele geçirdiler. Yapabilecekleri en iyi işler ticaret ve inşaattı. Ne liberal ne de demokrattılar. Ancak “Millî görüş gömleğimizi çıkardık, muhafazakâr demokratız” diyerek Orduya ve Batı’ya güvence verip parlamenter sistemin nimetlerinden yararlandılar ve seçimle hükümeti ele geçirdiler. Geçmiş dönemlerde Türkiye’yi, biz emekçiler yönetmedik. Seçkin bir sınıf, sömürücülerden oluşan bir burjuva-feodal ortaklığı yönetti. Zaman zaman birbirleriyle çatıştılar, bir tahterevalli gibi hükümette bir inip bir çıktılar. Ancak bu iktidarlar, halka gereği kadar bakmadılar. Onun temel ihtiyaçlarını hesaba katmadılar. Seçimlerde onların yalnız oy vermekle yetineceğini sandılar, yönetime ağırlığını koyacağını hesaplayamadılar. Bu durumu fark eden ve fırsat gözleyen o taşralı yarı cahil ama ticaret ve inşaattan yükünü tutmuş sınıf, yeni politik bir dil kullanmaya başladı. Hazine gelirlerinin bir kısmını kendi kasalarına doldururken yoksullara da bundan bir şeyler koklattı. İnançlarını hatta kıyafetlerini bile sonuna kadar sömürdü… Şimdi yoksulların önemli bir kısmı, bu nedenden ötürü kendini iktidarda sanıyor! İçerde ve dışarıda ülkeyi felakete götürmekte olan politikalara rağmen… İktidarı ele geçirmiş bu sınıf onu kaybetmenin korkusuyla titriyor. Meşru gözüken ve gayrimeşru bütün silahlarını kullanıyor. Akla hayale gelmeyecek, vicdanlara sığmayacak önlemler alıyor. Muhalefeti tamamen silmek için bir yandan Olağanüstü Hal uygulayıp demokratik hak ve özgürlükleri yok ediyor, diğer yandan iktidarlarına laf edeni zindana tıkıyor. Önümüzdeki karşılaşma için hakemi de şimdiden ayarladı. Kullandıkları dile bakın: Onda medeni bir insanın dilini duyabiliyor musunuz? Onların cephesindeki gazeteler ve televizyonlarda ahlak yerlerde sürükleniyor. Vicdanlar kapkara olmuş. Adalet mekanizması denen şey, yukarıdan gelen işaretlere göre karar yazmaktan ibaret. Bilim, eğitim sisteminden kovulmuş, aydınlanmanın ışığı çoktan söndürülmüş, üniversiteler susturulmuş. GÜREŞE DOYMADIK Yenildiğimizi dürüstçe kabul edelim. Yenilgiyi kabul etmek, gerçeği, görmenin bir gereğidir. Bu aynı zamanda durumun değişeceğini, bunun kaçınılmaz olduğunu da kabul etmek anlamına gelir. Bu rejimin alt katmanlardaki destekçileri bir zamanlar, “Halkçı Ecevit!” sloganlarıyla meydanları doldurmuyor muydu? İşçilerimiz, maden ocaklarından Ankara’ya on binlerle yürüyüşe geçmiyor muydu? Hele ele avuca sığmayan gençlerimiz? Yarının Türkiye’sini kurmakta bütün bir millete önderlik yapmıyor muydu? Bu uyanış ve halk alma mücadelesinin önüne barikatlar kuran, faili gizlenen canilerle onları katleden, sıkıyönetimlerle ülkeyi yöneten iktidarlardan hangisi kaldı? 12 Mart generalleri mi? Milliyetçi Cephe Hükümetleri mi? Kenan Evren’in hot zotçu 12 Eylül rejimi mi? Türkiye’nin varlıklarını satışa çıkaran Turgut Özal mı? Hepsi, yaptıkları zulmün ve yolsuzlukların altına daldılar. Şimdi, onların mirasını devralan bir görgüsüz sınıf iktidarda. Onun uğrayacağı son da ötekilerden farksız olacak. “Biz yenildik” dedikse de yok olmadık. Tarih boyunca verdiğimiz mücadelenin anıları belleklerimizde yaşıyor. O büyük direniş kültürünün mirasçılarıyız. Sadece biraz geri çekilmek zorunda kaldık. Kütahya-Eskişehir’de büyük bir saldırıya uğrayan ordunun daha iyi koşullarda saldırıya geçmek için Sakarya Doğusuna çekilmesi gibi. Hattı değil sathı müdafaa ediyoruz. O sathın içinde çocuklarımız, kadınlarımız, emeğimiz, özgürlüğümüz, adalet, eğitim vardır. Derelerimiz, ağaçlarımız, fabrikalarımız, hepsinden önemlisi de onlarınkine hiç benzemeyen ahlakımız vardır. Temsil ettiğimiz sınıflar, bir güreşte yenilmiş pehlivana benzer. Ama yenilen pehlivan güreşe doymamıştır. Şimdi kendisini bakıma alacak, esaslı bir rejimle güçlenecek, idmanı hiç elden bırakmayacaktır. Böylece sağlıklı bir politik beyne sahip olacaktır. Neden yenildiğini saptayarak yenmenin yollarını öğrenecektir. Halkı, bunların elinden kurtarmamız lazım. Bunun için baştan ayağa halkçı bir program yapmak ve halkın dilini öğrenmek gerekir. (27 Şubat 2018) zekisarihan.com

  • YABANCI

    Onun yüzünü, ilk kez, yakından, bize çiçek verirken görmüştük. Söylenenlerin aksine güleç ve sevecen bir yüzü vardı. Gizemli bir yaşamı vardı, yalnızdı. Ya da kimseyle paylaşmadığını sanırdık yaşamını ve yalnızlığını. Tuhaf bulurduk onu. O, bize göre bir ajandı ya da bir sürgün… Arkasından çekiştirilmesine karşın, yüz yüze gelindiğinde, ikiyüzlü tavır sergilendiği; kaçmazdı çocuk gözlerimizden. Kuşlarla, çiçeklerle konuşur, bulutlara bakar şiirler okurdu. Bir de: bağlamasını eline alır, içerdi hem de iyi içerdi. Kuşkuyla bakıp geçenlere aldırmadan, geceye türküler söylerdi. Sonra da, tüm mahalleyi uyutur, yalnızlığının hüzünlü dostuyla, sabaha dek baş başa otururdu. Ara sıra çeker gider, günlerce dönmezdi. Arkadaşlarla tahminler yapardık ama geldiği günü hiç tutturamazdık. Sabah, ilk baktığımız yer bahçesi olurdu. Çiçekler, bahçedeki masaya sıralanmışlar ve sulanmışlarsa, gelmiştir. Uzun süre, onun kim olduğunu, niçin gelip bizim mahalleye yerleştiğini öğrenemedik. Çünkü kimseye sırrını anlattığını işitmemiştik. Onu, yalnızca çiçeklerinden, bulutlara bakıp şiirler okumasından, dokunaklı türküler söylemesinden ve içerken çiçekleri ile konuşmasından tanırdık. O, hâlâ bizim için bir yabancıydı, çocuk yüreğimizle anlayamadığımız bir şey daha vardı. Kimseye bir zararı dokunmayan bu yabancıyı, sırf kendilerine benzemiyor diye, mahalleli niye çekiştirip duruyor ve yaşamı niye kimseyle paylaşmıyor diye düşünüyorduk. Bir sabah, bahçedeki masada onu bir kadınla görene dek… Kimi, onun evlenecek kadar akıllı biri olmadığını, kimi de ne idüğü belirsiz kadınlarla düşüp kalktığını iddia ediyordu. Biz, çocuklar, anlatılanların hiç birine inanmıyorduk. Çünkü kadınlar onun kadar güzel ve kokulu çiçekler yetiştiremiyordu. Erkekler onun kadar dokunaklı türküler söyleyemiyor, şiirler okuyamıyordu. Onu, belki de bu yüzden, çocuksu yanımıza yakın buluyorduk. Hemen, hemen her gece bahçedeki masada, kadınla birlikte türküler söylerken görürdük onu. Birlikte içerken türkülerin daha da dokunaklı olduğunu, çiçeklerin daha da güzelleştiğini ve yıldızların göz kamaştıran bir parlaklık yaydığını görürdük. Ta ki, yabancının uzun yolculukları başlayıncaya dek… Çiçekler, yabancı her gittiğinde soluyor, küsüyor, geldiğinde ise yine eski güzelliğine kavuşuyordu. Kadının yüzünde değişmez, hep aynı donuk bir tebessüm bulurduk. Sadece bizimle değil, çiçeklere de ilgisiz kaldığına tanık oluyorduk. Yabancının yolculukları daha da uzadıkça… Bir gün, kadın, sürüp sürüştürdü, takıp takıştırdı çıktı evden. Geri döndüğünü gören olmadı. Türküler hüzne büründü. Çiçekler boynunu büktü. Şiirler sustu. Yabancıyı bahçesinde göremeyince çiçeklerin küsüp renk attığını, bulutların savrulup dağıldığını, yıldızların söndüğünü gördük. Çiçekler küsünce rengini göstermediler. Mahalleyi lavanta kokusundan yoksun bıraktılar. Bulutlar dağılınca kavruldu her yer. Yıldızlar sönünce yasa gömüldü tüm mahalle. Bir Gün radyoda yabancının bahçesinde okuduğu şiirlerden birini dinleyen mahalleli bu şiiri birbirlerine okumaya başlayınca; yabancı hakkında çekiştirmeler bitti. Herkes, onun şiirlerini, çiçeklerini ve türkülerini özlemeye başladı. Evlere şiir kitapları girmeye başladı. Sonra başka kitaplar, türküler… Mahalleli anladı ki; Aynı yağmurda ıslanan, aynı güneşte ısınan, aynı türküye ağlayan insan, insanı tanıması, anlaması, insanın insanı sevmesi gerekli… Sonra, mahalledeki herkes, bahçesinde, balkonunda çiçekler yetiştirmeye koyuldu, birbirlerine sürgülü kapılarını açtı, çaylar içilmeye erinç içinde sohbet etmeye, yıldızlara bakıp şiirler okumaya, türküler söylemeye, yabancının geri dönüp gelmesini beklemeye başladı. Mahalleli, okudukça, söyledikçe, konuştukça fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, merdiven altı atölyelerde, kahvelerde, gördüler ki kendileri de birer yabancıydılar. Yabancılar çoğaldıkça türkülere, şiirlere kızanlar azalacak, türküler inadına hep bir ağızdan söylenecek, halaylar çekilecek barış ve kardeşçe yarınlara inanılan mesut, mutlu insanların yaşayacağı mahallelerin çoğalacağına inanarak, kendileri gibi yabancılarla arkadaş olmaya başladılar. / Akçay

  • BİR AĞAÇ GİBİ HÜR YAŞAMA ROMANTİZMİ

    İnsanlık tarihi boyunca hiçbir klan, kabile,toplum ulus millet… ağaç-bitki gibi hareketsiz, toprağa bağlı ve atıl durumdaki nebatatı özgürlük sembolü olarak almamıştır. Çünkü özgürlük bir yere takılı olarak yaşamını idame ettiren ağaçta değildir. Buna mukabil, şahin atmaca,kartal gibi havada süzülen,bir yerden bir yere rahatlıkla gidebilen güçlü ve yırtıcı kuşlarda görmüştür özgürlüğü. Güvercin, serçe bıldırcın da değil. Nitekim hala çağdaş toplumlarda özellikle hava kuvvetlerinin sembolü olmuştur şahin ya da kartal. F-16 ‘ya Savaşan Şahin adı verilmiştir. Güvercin değil. Zaten güvercin barışın timsalidir. Ne özgürlüğün ne savaşın. Burada asıl olan bizim halkımızın sorgulamadan düşünmeden meşhur ve etkili kişilerin her dediğini peşin peşin kabul etme gibi bir huyunun olmasıdır. Hele bu Nazım Ustaysa ağaç HÜR OĞLU HÜR olur. Yerinden kıpırdayamayan, başkalarının bakımına muhtaç olan ağaç hürrüyeti nasıl temsil eder ki. Ve bir orman gibi kardeşçesine. Bu söz birinci bölümden daha romantik ve ütopiktir.Absürddür ve doğa yasalarına aykırı bir söylemdir. Her vesile ile söylenir: Orman Kanunu mu geçerli. Burası orman mı,dağ başı mı. Bunun anlamı açıktır. Doğa kanunlarını icra eder. Güçlü olan zayıfı ezer. Ortama uyabilen yaşar. Diğeri ölür. Aslan ceylanı yer. Geyik otları. Şahin bıldırcını, bıldırcın böcekleri. Büyük ağaçlar küçükleri gölgeler. Bastırır. Büyüyüp serpilmesine engel olur. Sarmaşıklar, asalaklar, parazitler diğer canlılara sakız olup bedavadan hayatını sürdürür, Bu hercü mercin neresinde kardeşlik vardır aklım ermez. Nazım Hikmet’in bu benzetmesi hayalidir. Realiteye, taban tabana zıttır. Homojen yapılı bir çam ormanını ele alsak dahi oradaki ağaçlar türdeştirler, fakat kardeşçe yaşamazlar. Her biri yanındaki ağacın topraktaki suyunu, deyim yerindeyse gıdasını, ekmeğini çalar. Azotunu, sodyumunu, potasyumunu, demirini almaya çalışır. Güneşe doğru yükselir ki enerjiye ulaşsın. Ve bunu yaparken yanındakini gölgeler. Nazım hikmetin buram buram hayal, duygusallık ve romantizm kokan bu hissiyatın temelinde dünya görüşünün temelsizliği yatar aslında. Nazım Hikmet’in yaşadığı Türkiye tam anlamıyla bir tarım toplumuydu. Yüzlerce yıl savaşmanın getirdiği yıkılmışlık, acı ıstırap, ölüm-yıkım insanları daha çok tevekküle uhrevi dünyaya sarılmaya götürmüştür. Ne fabrika vardır. Ne proletarya. Ne de turum trak makinalaşmak . Olmayan bir işci sınıfının tam anlamıyla rüyamsı ve ütopik bir egemenliğini düşlemek. Bu sol eksilik hala günümüzde yürürlüktedir. Çok zenginler vardır ama burjuva yoktur. Bol paralı köy kökenli insanlardır bunlar. O nedenle Cumhuriyetin demokrasinin önemini bilmezler. O nedenle gün be gün laiklikten uzaklaşıyoruz. O nedenle emek yerine dua ile sorunlarımızın çözüleceği sanılıyor. O nedenle çağdaş hukuk yerine ortaçağ şeriat kanunları tedavüle sokuluyor.Çünkü toplumda karşılık buluyor. Başa dönersem ağacın özgür,orman yaşamının kardeşçe olamayacağını öngöremeyen büyük şairin romantizmi işte. Ve 80 yıldır emekleyen bir Türkiye. Ve Nazım’ın ağzına bakan kutsal ve tanrısal bir buyruk gibi sahiplenen,sorgulamayan,düşünmeyen SOL damgalı müritler. Şeyhlerinin kerametine tapınan mürtecilerden ne farkları var, Al birini vur ötekine.

  • Yaşar Kemal Ne kadar Büyük Yazardır

    İnce Memed’i ben orta birinci sınıfta 1959 yılında okudum. Ama böylesine ünlü bir roman olduğunu bilmeden.O yaş ve kültürde ve o kalın hacmine rağmen kendini okuttuysa demek ki iyi bir eserdi! Sonra fakülte yıllarında da okudum.Devrimciyiz ya. Köy ağalığını zulmü ve başkaldırıyı anlatıyor ya. O halde yazar da büyüktü, yazdığı kitapta. Son olarak 2015 yılında Bursa’da kızımın evinde başkaca kayda değer kitap olmadığından belki de İnce Memed’i bir kez daha okudum. Konu 1930 ların trajik hikayesi. Yaşar Kemal’in de köylü olması nedeniyle ortamı kelimeler ile güzel ifade etmesi. Hele İnce Memed’in takibi, mapusane damları, hep kitap ve filmlerde de işlenen emekleyen Türk sinemasının gözde temalarıydı. Ne var ki buraya kadardı Yaşar Kemal’in büyük ustalığı. Tasvirleri sanki pelür kağıdına kopya edilmiş gibi tekrarlardı. Adana çürümüş ot kokar, genzi yakar sivrisinekler adamı dalar filan. Yani öyle özgün bir tasvir yok. Belki de yazar haklıdır. Zira olan gözlemlenen budur. Ama İnce Memed’in dağdaki anlatımı tamamen masa başı kurgusudur. Okuyucunun nabzına şerbet vermektir. Nasıl mı? Anlatıyorum... İnce Memed’in kullandığı tüfek beş açılan tabir edilen Kırıkkale yapımıdır. Bu tüfeğin ağırlı 4500 gramdır. Mermisi ise 40 gramdır. Su matarası alüminyum kılıfı ile 300 gram. Mataradaki su bir litre 1000 gram.Ayağındaki postal çifti 2000 gram. Parka 3000 gram. Dürbün tahmini 1000 gram Çapraz fişeklik 3 yüz mermi Bir mermi 40 gram, üç yüz mermi 12000 gram. Fişeklik 500 gram...Toplam 24.800 yani 25 kilo üzerinde fazladan yük var. Ve İnce Memed, adı üstünde, zayıf ince kara kuru bir şey. Yani ne pehlivandır, ne güçlü bir sporcu. Bu kadar yükle dağda taşta keklik gibi sekiyor, jandarmadan kaçıyor, çatışıyor, arazi oluyor. İnanan beri gelsin. İnanmayanlar da dediklerimi google’den sorgulasınlar. Veya bir bilene sorsunlar. Hani Türk Filmlerinin dayısı Cüneyt Arkın on metre havaya sıçrar. Kırma tabir edilen av tüfeği ile doldurmadan durmadan ateş eder ya. Öyle bir şey. Seyircide heyecandan alkışlar durur. Bu Türk edebiyatının genel bir rahatsızlığıdır. Fakir Baykurt Tırpan romanında köy ağasını anlatır. Ağa düğünde tabancasını, Simith Wesson’u çıkarır. ABD karşıtlığı zirve yapıyor ya. İlle de silah Made in USA olacak. Halbuki Türk köylülerinde, ağalarında Nagant ve Revolver vardır tabanca olarak. Biri Rus diğeri İngiliz yapımıdır. Ağa mermileri havaya boşaltır. Çıkarır yedek şarjörü takar. ABD Simit Wesson topludur. Yedek şarjörü filan da yoktur. Taa 1980 yılı sonlarında şarjörlüsünü ürettiler.Roman 1970 de yazılmıştır. Ağrı Dağı Efsanesi bizim yöredir. Iğdır adı da birkaç yerde geçer. Roman zaten bir efsaneye dayandığından fazlaca şey söylenemez. Anlatım dili yetkindir, şiirseldir. Ama ayakları yere değmez yazarın, zira bir köy ağasının atına, göz koyduğu kıza öyle karşı çıkılamaz. Adamı oyarlar.Ama bizdeki bütün devrimcilik ağalara karşı çıkmaya dayandırıldığından bu fasit dairede yazarlar kaybolur. Ahmet’in Gülbahar ile yatarken arasına evlenmedikleri için kılıcını koyup sınırı çizmesi bölgemizin şaşmaz ve illaki uyulan acayip bir töresidir. Pratikte geçerliliği nedir. Ben uymadım bilemem. En komik yanı da Gülbahar'ın bir saçının telini zindancı Memo’ya vermesini hazmetmeyen Ahmet tipindedir. Bir bağ ot ya da bir karabaş için olsa hadi neyse, ama bir saç teli için bizim buralarda kimse ne ölür ne öldürür. Belki bir miktar diyet verir o kadar. Bunu da geçeyim ama Küp Gölü sanıldığı gibi Ağrı ilinin değil Iğdır ilinin sınırları içerisindedir. Defalarca da gitmişimdir. Küp Gölü ilkbaharda en fazla 5-10 metre çapında bir çukura kar sularının dolmasıyla oluşmuş bir gölettir. Yazar da bir harman yeri kadar olarak göl alanını belirtir zaten. Köylüler hayvanlarını sularlar. Temmuz ayından sonra da göletin suyu kurur. Derinliği ise hiçbir zaman bir metreyi bulmaz ki Ahmet gölün sularında kaybolsun. Son zaman dizilerine de bu tür tutarsızlıklar bulaştı. Malikanede otururlar, altlarında en son jep. Hepsi Avrupa’da tahsil etmişlerdir ama ne hikmetse tipik köylü aksanından kurtulmamışlardır. Ve o koca malikanede bir bilemedin iki hizmetli çalışır. Yahu Hulusi Kentmen’in malikanelerinde aşçı, aşçı yamağı, bahçıvan, şoför, kabzımal, ortalığa da bakan en az iki hizmetçi yani altı yedi insan çalışırdı. Bunlar ne kadar da pintiler. Nasıl olsa okuyucu da seyirci de yiyor. Yiyor mu acep?

  • Dünyanın En Soğuk Şehri

    Tam bahar geliyor, cemreler düşecek derken soğuk havalar yeniden arz-ı endam etmeye başladı… Belki ılıman iklim kuşağında yaşadığımızdan, belki çok sıcak kanlı insanlar olduğumuzdan, bırakın eksi dereceleri, ısı 10 derecenin altına düştüğünde bile başlıyoruz üşümeye, feryat figan etmeye… Bir de televizyonlarda, medyada “havalar şöyle soğuyacak, sıcaklıklar şu kadar düşecek” diye ortalık velveleye verildikçe daha çok üşüyoruz sanki… Zorlu kış şartlarının yaşandığı doğu illerimiz dışında, özellikle metropol denilen büyük şehirlerimizde 3-4 gün yağan kar ve sonucunda oluşan buzlanma hayatı felç etmeye yetiyor. Okullar tatil ediliyor, işyerleri erken kapanıyor, kayan ya da devrilen araçlar nedeniyle trafik arapsaçına dönüyor. Sözün kısası yaşam altüst oluyor. Oysa Kuzey Yarımkürede kışları çok uzun ve sert geçen birçok ülkede yaşam tüm doğallığıyla devam ediyor. İşte o soğuk şehirlerden birini, daha doğrusu en soğuğunu tanıyalım ve halimize şükredelim. Dünyanın bu en soğuk şehri olan Yakutsk'u gidip görme imkanım olmadı, o nedenle araştırdığım kaynaklardan derlediğim bilgileri bir masal havasında anlatayım istedim… Sıcacık ve keyifli okumalar… DÜNYANIN EN SOĞUK ŞEHRİ YAKUTSK Rusya Federasyonu'nun uzak doğusundaki Yakutistan'ın (Saha Özerk Cumhuriyeti) başkenti olan ve Kuzey Kutup Dairesi'nin 450 km güneyinde yer alan Yakutsk şehri, ortalama eksi 60 dereceyi bulan sıcaklığı ile dünyanın en soğuk şehriymiş. Bu şehir öylesine soğukmuş ki eksi 45 derecelerdeki hava sıcaklığı şehrin sakinleri için sıcak kabul ediliyormuş. Sıcaklığın bu kadar düşük olduğu bu şehirde inanılmaz gelse de tam 250 bin kişi yaşıyormuş. 1632 yılında Lena Nehri kıyısına kurulmuş olan ve yaklaşık 250 bin kişinin yaşadığı bu şehri, bunca soğuğa rağmen yaşanılır kılan şey zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasıymış. Dünya pırlanta rezervlerinin %20’ sinin bulunduğu Yakutsk ayrıca petrol, doğalgaz, altın ve kıymetli madenler açısından da oldukça zengin bir kentmiş. Bir efsaneye göre; yaradılış tanrısı doğal kaynakları yaymak için Yakutsk’a gelmiş, ama burada soğuktan elleri donunca elindeki bütün elementleri buraya düşürmüş. O nedenle şehir, periyodik cetveldeki bütün elementleri barındırıyormuş. Buzlarla kaplı bölgede herhangi bir tarım ürünü yetiştirilemediği için, insanların balık ve etle beslenmek zorunda kaldığı Yakutsk’da kurulan pazarlarda en çok et ve balık bulunuyormuş. Üstelik pazarda satılan her şey doğal olarak derin dondurucudan çıkarılmış gibi buzla kaplıymış. Ocak ayında ortalama sıcaklığı -40 derece olan şehirde ağır endüstri ve kürk işleme sanayi gelişmiş. Giyim üzerine üretilen her şey; terlik ve iç çamaşırı dahil ya yünden ya da tiftikten yapılmaktaymış. Olağan dışı bir sıcaklık ortalamasına sahip olan şehirde kürk giymeden dışarı çıkmak da olanaksızmış. Aksi halde her an sokakta donabilirmişsiniz. Eksi 15 Derecelik Temmuz Ayı Yakutsk çevresinde bulunan ve 2010 verilerine göre 521 insanın yaşadığı Oymyakon köyünde ise sıcaklık −71,2 °C ölçülmüş ve burası dünyanın en soğuk yerleşim yeri olarak kayıtlara geçmiş. At ve sığır etiyle beslenen ve odun yakarak ısınan köylüler yılın en sıcak ayı olan temmuz ayını iple çekiyorlarmış. Isı Temmuz ayında bile en fazla – 15 dereceye çıkıyormuş. Yazın bölgeye gelen turistler sayesinde gelirini artıran köylüler böylece civardaki şehirlerden kış için gerekli ihtiyaçlarını satın alabiliyormuş. Kışın güneşin yalnızca 3 saat gökyüzünde kaldığı Yakutsk’da dışarıda 15 dakikadan fazla kalındığında nefes alma zorluğu ve yüzde yanmalar başlıyormuş. Dolma kalemlerin mürekkebinin donduğu, insanların gözündeki gözlüklerin buz tuttuğu ve pillerin güç kaybettiği şehirde insanlar bu soğukta bile normal yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlarmış. Demiryolu ulaşımının olmadığı şehirde, don olmayan aylarda ulaşım Lena nehri ile sağlanıyormuş. Ayrıca Lenin döneminde Sibirya hapishanelerine gönderilen mahkumlar tarafından yapılan 2000 km’lik bir de karayolu bulunduğu için halk ulaşımı arabalarla da sağlayabiliyormuş. Ancak burada yaşayan araba sahipleri araçlarının motorlarını yaza kadar çalıştırmak zorunda imiş. Araç sahiplerinin arabalarının motorlarını en fazla yarım saat dinlendirebildikleri, motorların daha fazla durduğu zamanlarda, arabaların buz dağı haline geldiği ve yaza kadar çalışmasının neredeyse imkansız olduğu anlatılıyor gidip görenler tarafından. Ayrıca devamlı çalışan araba motorları yüzünden egzoz gazları şehrin tepesinde kalın bir buhar tabakası oluşturuyormuş. Dondurucu soğuğa rağmen hayatın durmadığı şehirde okullar ve resmi kurumlar sıcaklık eksi 52 derecenin altına inmediği sürece, tatil edilmiyormuş. Burada ülkemizde, özellikle büyükşehirlerde sıcaklığın eksi 3 derece olduğunda okulların hemen tatil edildiğini hatırlamadan edemiyor insan. Bu bölge Rus tarihinde Lenin ve Stalin gibi liderlerin de belli dönem yaşamak zorunda kaldığı bir politik sürgün şehri olarak biliniyor. Soğuk havasıyla Guiness rekorlar kitabına adını yazdıran şehir, dünyaca ünlü fotoğrafçılarının sık sık fotoğraf çekimi için geldiği bir cazibe merkezi olmuş. Dünyanın en soğuk şehri Yakutsk’ta mezar kazmak bile üç gün sürüyormuş. Mezar yerinde önce kömür yakılıyor ve birkaç saat sonra ateş kenara itilip eriyen toprak, 10-15 cm kazılabiliyormuş. Ardından açılan bu derinlikte yeniden kömür yakılarak birkaç saat sonra yeniden kazılıyormuş. Ortalama 3 gün boyunca iş makinalarının da yardımıyla 2 metre derinliğe ininceye kadar devam eden bu işlemler sonunda ölüler ancak gömülebiliyormuş. Sokaklarda görüntü olsun diye konulan banklar buz tuttuğu ve yapışma tehlikesi olduğu için kimse bu banklara oturmuyor, bunlar sadece aksesuar olarak kullanılıyormuş. Ayrıca buzdan yapılmış onlarca heykelin bulunduğu şehirde sıcaklık sıfır derecenin üstüne hiçbir zaman çıkmadığı için de bu heykeller hiç erimiyormuş. Dünyanın en soğuk şehrinde yaşam klasik, spor, topuklu ayakkabı ile mümkün olmadığından hemen herkes geyik kürkünden yapılmış çizmeler giyiyormuş. Isınmanın doğalgaz ile sağlandığı ve her mahallesinde doğalgaz yakım merkezi olan Yakutsk’da sıcak su, borular ile tüm şehre yayılıyor ve tüm şehir böylece ısınıyormuş. Bu şehirdeki ısıtma sistemi sayesinde faturalar da standart olarak Türk parası ile 150 TL olarak geliyormuş. Yakutsk‘da eksi 50 dereceyi bulan soğuklarda gözlüğün metali veya plastiği tene yapışıp çıkartmaya çalışıldığında deriyi yırttığı için kimse gözlük kullanamıyormuş. Hatta şehrin soğukluğunu tam olarak anlamak isteyenler, dışarda bir fincan kahveyi havaya savurunca kahve, yere kristalleri halinde düşüyormuş. Yazımızı bir zamanların hava tahmin programlarında söylenen; “Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız güzel olsun.” sözüyle bitirelim. Evet havalar nasıl olursa olsun yeter ki kalplerimiz sıcacık olsun…

  • Gözlüklerin Gizi

    “Atın eskimiş gözlüklerinizi atın! Size bambaşka, gıcır gıcır gözlükler getirdim.” Adamın biri, elinde bir megafonla kent meydanında avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yerler ıslak ve kaygandı. Bu soğuk kış gününde kar, tipi, bora, eşikte beklerken ne gözlüğüydü bu? Onu dinleyenler bu yaygaranın ıvır-zıvır bir malın alışagelmiş bir pazarlama tezgâhı olduğuna yorumluyordu. Az sonra meraklı, kuşkucu bakışlar altında meydandaki adam, önündeki yığılı kutulardan renkli gözlükler çıkarıyordu. “Yemin ederim dün Ankara’da bu gözlükler kapış kapış gitti”. Koş vatandaş. Bana çıkmaz deme. Al, al, al. İşte fırsat. İşte mucize...” Gözlükçü adamın etrafı bir anda birbirini ite- kaka meraklılarca sarıldı. Meydan ana-baba gününe döndü. Kuşkulu meraktan kimse üşüdüğünü anlamıyordu. “Tüh, tüh, tüh, yuh, yuh, yuh, yazık yazık deyip, cıkcıklayarak ayrılanların yerini, önündekileri, yanındakileri itekleyerek kalabalığı yara yara yeni gelenler alıyordu. “Al vatandaş, al! Gözlük deyip geçme. Bu gözlüğü takanlar bir daha çıkaramıyor. Kimi yakını görür, kimi uzağı.” Yaşlı bir adamı kolundan tutup yanına çekiyor. Mesela şu bey amca! Adamın gözündeki gözlükleri çıkarıp atıyor. Kendi gözlüklerinden birini takıyor. “Hah şöyle, nasıl bey baba? Nasıl vatandaş? Hep bir ağızdan bağırıp tempo tutuyorlar: “Yakıştı yakıştı, süper oldu, süper büyükbaba.” “Öyle basit bir iş değil bu gözlüğü takmak. Şu süper büyükbabanın kim bilir ne büyük dertleri vardır? Bu soğukta, şu karlı, boralı havanın debdebesinde, ne işi var burada? Şu üstündeki paltomsu şeye bakın. Bu paltomsu şey bu süper büyükbabayı korur mu?” “Korumaz korumaz, çok doğru, yaşa, korumaz.” “ Büyükbabaya mucize bir gözlük verdim. Gözlük deyip geçmeyin. Heey vatandaş bu gözlükler her derde devadır. Ne zaman üşüdün, acıktın bu gözlüğü takacaksın. Ne zaman kızdın, köpürdün, küplere bindin hemen gözlüğü takacaksın. Ben aç değilim, çok şükür benim bir derdim yok diyeceksin. Bu mucize gözlük sana her şeyi unutturacak. Takacaksın gözlüğü geçip gideceksin.” Saçları üç numaraya vurulmuş, gür bıyıklı iri kıyım bir adam: “Hiç kimse kızmayacak, hiç kimseye kükremeyecek miyim? ” Bir hamlede çemberi yarıp, gözlükçüyle burun buruna geldi, hemen bir gözlük kaptı. “Evet, beyim, aynen öyle. Takacaksın gözlüğü geçip gideceksin. Hafiften kar atıştırmaya başlamıştı. “Nasıl yani?” Dedi, şaşkın iri kıyım adam. Gözlükçü bir hamlede kırmızı bir gözlük aldı. Adamın gözüne taktı. Yeşili, kırmızısı, turuncusu, pembesi, siyahı var bu gözlüklerin. Adam aval aval gözlükçüye bakıyordu. “Bak şaşkın Abim, şimdi yağan bu kar ne renk?” Adam başını havaya kaldırdı, “kırmızııı”, dedi. “Hadi canım. Kırmızı karın yağdığı da nerede görülmüş, dedi bir kadın.” Gözünde gözlüğü olan adam: “Valla billa da kırmızı hanım abla.” “Bak gördün mü şaşkın Abim. Anladın mı gözlükteki kerameti?” Adam sevinçle başını salladı. Hemen cebine sarıldı. “Milyarlar versen karın kırmızı yağdığını göremezsin.” Kalabalıktan coşkulu sesler yükseldi: “Çok doğru, çok doğru, vallahi çok doğru, göremezsin, göremezsin” Paralı eller gözlükçüye bir bir uzandı. “Koş vatandaş koş! Sen de al! Her derde çaredir bu gözlükler. Daha biraz önce okulları dolaştım. Yöneticiler yeşil gözlükleri kapıştılar. Öğrencilere kutularla dağıttılar. Bu gözlükler onları görün ne makamlara, ne mevkilere yükseltecek… Koş, koş, al, al, al.” Yaşlı bir adam elindeki bastonunu sallayarak önündekilere omuz atarak gözlükçünün yanına geldi. Gözlükçüyü kolundan tutup yanına çekti. Kulağına eğildi. “Yahu efendi oğlum malum ya bana hangi gözlüğü tavsiye edersin.” “Aman bey baba sorduğun şeye de bak. Sana bir camı sarı, bir camı kırmızı gözlük vereceğim.” Yaşlı adam parayı sevinçle gözlükçüye uzatıp;” tuttii furutti, tuttii furutti” diye bağırarak oradan uzaklaştı. Sakallı cüppeli bir adama yeşil, siyah montlu bereli üçgen sakallı, bir kulağı küpeli bir delikanlıya kırmızı, genç bir kıza pembe, yoksul giyimli bir kadına sarıgözlük verdi. Gözlükçü adam, gözlükleri üçer beşer neşeli, gür, pür sesiyle satıyor, paraları ceplerine, koynuna indiriyor, bas bas bağırıyordu. “Koş vatandaş koş! Al, al, al. Bu gözlüğü takanın ne derdi kalıyor ne kederi. Her derde devadır bu gözlükler. Yeter ki nerede, ne zaman, hangi gözlüğü takacağını bil. Bu gözlüğü takanlara açılmayacak kapı yoktur. Biraz önce bir sürü şirket dolaştım, birçok siyah gözlük sattım.” Kutular teker teke boşalıyordu. Birçok paralı eller gözlükçüye uzanıyordu. Yeşil, kırmızı, pembe gözlükler kapışılıyordu. Kar iyiden iyiye bastırdı. Kimisi tozpembe görüyordu karı, kararan havayı, kimisi yeşil, kırmızı, sarı, turuncu. Birden iki adam yumruklu, küfürlü, kartopulu bir dövüşe tutuştu. Bazen biri üste çıkıp altındakini yumrukluyor, bazen alttaki üste çıkıp altındakini… Kan ter içinde kaldılar. İkisi de yorgun,bitkin bir haldeyken bir adam geldi yanlarına. Adam okumuş, görmüş, olgun birine benziyordu. Koltuk altında birkaç kitap vardı. Kara, tipiye, boraya ve kararan havaya karşı meydan okuyan bir duruşu vardı. Yüzü ışık saçıyordu. Yerde soluk soluğa kıvranan iki adamın gözleri parladı. Bir sıçrayışta kalktılar. Eli kitaplı adama yaklaştılar. “Bu kar kırmızı,” dedi biri.” Yeşil,” dedi öteki. Eli kitaplı adam önce havaya, sonra yere sonra da iki şaşkın adamın yüzüne bakıp güldü. Yeşil gözlüklü adamın gözlüğüyle, kırmızı gözlüklü adamın gözlüklerini birbirleriyle değiştirdi. İki şaşkın adam önce havaya, sonra yere, sonra da hayretle eli kitaplı adamın yüzüne baktı... Adamın gözlükleri yoktu.

  • ÇAĞ

    Saklanalım çekirdeğimize istesek de terk edemeyiz kendimizi. Kendimle değil yalnızlığın en acısıylayım kabul daha da acıklısı kafatasımın içi dışı hırçın sefil ziyan sanırdım ki bir ölünün ölçüsü kadardır olasıya en büyük anlanmış ki dünya bu cırlak ahenkle dönüyor değil amma çıldırmış bu döngü çıldırmış! çıldırmış bu çığır yaygısı altında ölü kalanın uğursuz zar suratı amma iki kan şelalesi, iki toprak bebesi iki kalıntı gözüme gözüme duruyor kor duruyor zor duruyor kalın tüm bunlar daha mı hunhar sanki içimizdeki aç canlıdan? Çağlar üzerinden bakan solmuş bir sesin kendi başına nedir ki dediği koşar adım düş oluyorum bağırıyorum gecikmiş bir günüm ben kısık, kuru, sancılı.

  • Mahkemede Dayın Varsa

    Deniz Yücel bir Alman gazetesinin Türkiye muhabiri. Bir yıldır casusluk başta olmak üzere çeşitli ithamlarla Silivri’de tutuklu bulunuyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bun bu makamda oldukça Deniz Yücel tahliye olamaz1 demişti. Yandaş gazeteler de Yücel hakkında yazmadıklarını bırakmamışlardı. Türkiye Başbakanıyla Alman Başbakanının görüşmesinin ertesi günü alelacele hazırlanan iddianamesi kendisine bile tebliğ edilmeden ve mahkemeye bile çıkarılmadan Yücel apar topar tahliye edildi ve elinde bir demet maydanozla bir uçağa atlayarak Almanya’ya uçtu. “Mahkemede dayısı olmak” işte buna denir. Bu tahliyenin karşılığında Almanlar, Türkiye’ye yeniden silah satışına başlayacakmış… Kuşkusuz “Adalet” boş bir laf değildir. Fakat mahkemede dayısı olan için adalet her zaman daha erken tecelli eder! “Dayılar”ın “yeğen”leri çoğu zaman adaletin pençesine bile düşmeden paçayı sıyırırlar. Kemal Tahir’in romanlarında bir “ipten adam alan” tiplemesi vardır. Bu tipi, yazar Çankırı gibi Anadolu hapishanelerinde yatarken koğuş arkadaşı köylülerden öğrenmiş olmalı. Bu tipler, taşranın en nüfuzlu kişileridir. Bir eşraftır, bir ağa veya tüccardır. İktidar Partisinin oradaki başkanıdır. Karakola düşmüş olanlardan istediklerini oradan çeker çıkarır. Eğer böyle bir adamın yoksa karakollarda seni epey hırpalarlar, suçsuz bile olsan bunu kanıtlaman çok zaman alır. Hukuk devleti olamayan ülkelerde adalet mekanizması, böyle nüfuzlu kişilerin emrindedir. Hükümet dediğin nedir ki, o da nüfuzluların emrindedir. ERKAN ZENGER ANLATMIŞTI Erkan Zenger’i hatırlar mısınız? Turgut Özal’ın teknik danışmanıydı. Onun mitinglerinin ses düzenlerini kurardı. 1985’te kardeşim Ayhan’ın uyduruk bir nedenle gözaltına almışlardı ve nerede olduğunu öğrenemiyorduk. Derin Araştırma Laboratuarı (DAL) denilen emniyetteki işkence merkezinde olduğu tahmin ediliyordu. O işkence altındayken ailenin ve arkadaşlarının gözüne uyku girmiyordu. Kimi araya soksaydık da hem kendisinden bir haber alsak, hem de işkence yapılmasını önleseydik? İşsizlik günlerimde Erkan Zenger’le tanıştırılmış, onun çıkardığı bir TV dergisinin düzeltmenlik işini üstlenmiştim. Acaba onu araya koysam bir faydası olur muydu? Kızılay’daki bürosuna giderek derdimi anlattım. Bir hayli işkence gören ve bir ay sonra serbest bırakılan Ayhan’a bir dayılık yapamadı ama bana anlattığı bir olay belleğime nakşetti. Onun grafik işlerini yapan elemanlarından birini de başka bir nedenle DAL grubunda gözaltına almışlar. Zenger çok geçmeden DAL’ın (Ankara Emniyet Müdürlüğünün zemin katındaydı) kapısına dayanmış. “Ben Özal’ın danışmanıyım” diyerek içeri girmiş. Elemanının tutulduğu hücrenin kapısını açtırarak delikanlıyı kolundan tutuğu gibi dışarı çıkarmış ve almış götürmüş! Neyse ki Almanlarla samimiyetimiz bu kadar ileri değil! Alman başbakanı, uçağına atlayıp İstanbul’a inerek oradan Silivri’ye geçip Deniz Yücel’i kolundan tutup çıkaramazdı. Bu uygun da düşmezdi… Bunun için mahkemeye hükümetten bir telefon yeterliydi. Hatta buna bile gerek yoktu. Başbakanın verdiği bir demeç yeterliydi. MİLLETLERİN, HÜKÜMETLERİN DE DAYISI VAR! Çocuk hakları konulu bir konferanstayız. Konunun uzmanı, çocuk hakları sözleşmesindeki hükümleri sayıyor. Bunlar arasında çocuğun kendi dilinde eğitim alma hakkı da var. Bu hak Türkiye’de neden Kürtler için işlemiyor? Bu konu ile ilgilenen merkezler ara sıra Türkiye hükümetine bu konuyu soruyorlarmış. Hükümet ise şu cevabı veriyormuş. “Lozan Anlaşmasında yalnız Hıristiyan azınlıkların kendi anadillerinde eğitim hakkı vardır. Diğerleri için biz anlaşmaya çekince koyduk…” Görüyor musunuz? Türkiye’deki Hıristiyan azınlıkların da Lozan’da dayıları varmış ve onların kendi dillerinde eğitim yapacaklarını anlaşmaya koydurmuşlar. Kürtlerin ise orada dayısı yokmuş. Ermenilerin 1915-1916’da dramatik bir biçimde Anadolu’dan sürülüp çıkarılmasının nedeni de o tarihlerde onların dayısı olabilecek İtilaf devletleriyle savaş halinde olmamız, müttefik Almanya’nın ise Ermenilerin değil İttihatçıların dayısı olmasındandır. Deniz Yücel’in serbest bırakılmasından başlamışken bakın nerelere geldik? Dayı-yeğen ilişkilerinin böyle uluslararası bir boyutu da var. Bu darı dünyada rahat yaşayacaksan mahkemede dayın olacak. İktidar olmak ve iktidarda kalmak için de büyük bir dayıya ihtiyaç olduğunu 70 yıldır yaşayarak görüyoruz. Türkiye’yi yöneten hâkim sınıfların dayısı da Amerika değil miydi? Dayı ile yeğen arasına bazen kara kedi girse de dargınlık uzun sürmez, dayı sonunda kime arka çıkacağını bilir… (19 Şubat 2018)

  • ajanda

    SEÇTİKLERİMİZ * *9 Şubat 19.30-22.30 Karaman Yerleşkesi Nilüfer / Bursa *14 Şubat: Şifahen Masallar- Çemberlitaş Hamamı- Beyza Akyüz *17 Şubat, saat 19.00 Dünya Öykü Günü,Nilüfer Bursa *16-17 Şubat İzmir Öykü Günleri *17 Şubat, Cumartesi 13:30 - 15:00 : Feryal Tilmaç Sait Faik'i Anlatıyor- Sait Faik Abasıyanık Müzesi *18 Şubat: Fener Balat Ayvansaray Kariye Gezisi- Tur rehberi *25 Şubat: Fotoğraf Çekim Gezisi, 25 Şubat Pazar 6:30 - 22:00 arasında- Karaman Dernekler Yerleşkesi. Nilüfer Bursa * Ticari ya da siyasi amacı olmayan kamuya yararlı etkinlik ve duyurularınızı, yeni çıkan kitabınızı... gönderin, karşılıksız yer verelim. Ayrıntı için TIKLAYIN

  • CHP'nin Yarası Derinde

    Cumhuriyet Halk Partisinin 36. Olağan kurultayı vesilesiyle bu parti hakkında 73 yıldır zaten hiç eksik olmayan tartışmalar yeniden alevlendi. Genel başkanı değişirse onun iktidara gelebileceğini zannedenler var. CHP 1923’te kuruldu. 1925’teki Takriri Sükûn Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden çok partili hayata geçilen 1945’e kadar 20 yıl bu partiyi tartışmak mümkün değildi. CHP o dönemde kendisinin Kurtuluş Savaşı’nın tek mirasçısı olduğunu ileri sürdü. “Savaştan önce Kartal’da bahçıvan” olan Kartallı Kâzım, zaferden sonra bahçıvanlığa geri dönerken, yeni devletin yöneticileri, ülke zenginliklerinin gerçek sahiplerinin de kendileri olduğunu ilan ettiler. BIRAKTIĞI OLUMSUZ MİRAS Türkiye’nin Batıdaki gibi yetişmiş bir burjuva sınıfı yoktu. CHP işte kısa zamanda zenginleşmek çabasındaki bir sınıfın temsilcisi idi. Taşradaki dayanağı ise Osmanlı döneminden miras kalan toprak ağası, tefeci ve eşraftı. Yakın tarihimizi emekçilerin gözüyle inceleyenler, bu sınıfın işçi ve köylüleri nasıl insafsızca sömürmeye devam ettiğini, mülkiyetin ve servetlerin topluma yayılması bir yana, nasıl belirli ellerde toplandığını bilirler. Savaşta terk edilmiş malların tapuları onlar üzerine yapılıyordu. Bankalar, çiftlikler ve yabancı şirket temsilcilikleri onlarındı. Ne Cumhuriyet’in ilanı, ne Medeni Kanun veya Tevhidi Tedrisat veya Latin harflerinin kabulü buna engel değildi. 1926’da aşarın kaldırılması köylü lehine bir gelişme olabilirdi, yerine ağır vergiler konulmamış olsaydı. O dönemde Altı Ok, tahsildar ve jandarma ile bütünleşmiştir. Batı üst yapı kurumlarının Türkiye’ye taşınması o dönemde hızlandı. Kent merkezlerinde yeni bir yaşam biçimi doğdu. Bunu yeterli gören ve bir amentü gibi ezberleyenler, halkın yoksulluğuna gerekçe olarak 1929 ekonomik buhranını, 1939’da patlayan İkinci Dünya Savaşı’nı bahane ediyorlar. Oysa bu yoksulluk paylaşılmıyordu. Onun yükü köylülerin ve kent yoksullarının sırtına vurulmuştu. Bu çelişmenin üzeri “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” denerek örtülmeye çalışıldıysa da yoksullar bunu yaşıyorlar ve görüyorlardı. Emekçilere nefes aldırmayan tek parti devletine gerekçe olarak da İtalya, Almanya gibi dünyanın başka ülkelerinde de tek parti devletlerinin bulunmasına sığınıyorlar. Ancak bilerek unuttukları bir gerçek var. Örnek verdikleri rejimler kitlelerin lanetiyle paldır küldür yıkılmışlardır. Saygıya layık bir ihtiyatlılıkla Türkiye’yi savaşa sokmamayı başaran İsmet Paşa, 1945’te, benzer akıbetle karşılaşmamak için dış gelişmelerin de zorlamasıyla çok partili hayata geçmek zorunda kaldı da CHP hâkim sınıfların muhalefetteki partisi olarak varlığını sürdürebildi. CHP, Türkiye’nin en eski partisidir. Birçok CHP’li için övünç vesilesi olan işte bu durumdan ötürü de parti seçim kazanamıyor… CHP, Partiyi emekçilerin gözünde bir kâbus haline getiren tek parti dönemindeki siluetini keşke unutturabilseydi. Ama işte toplumsal bellek propagandadan daha etkilidir. Kurtuluş Savaşına nasıl sahip çıkılıyorsa tek parti dönemi de olumsuzluklarıyla belleklere çakılmıştır. CHP bir ırmakta birden çok kez yıkanılabileceğini sanan bazı çevrelerin aksine, 1930’lu, 40’lı yılların CHP’si olarak kalamazdı. Hatta parti kadrolarının bir kısmı, rakip partilerin nasıl kurulur kurulmaz iktidar olabildiğini keşfetmiştir ve halka iktidar partisinin verdiklerinden daha fazla ekonomik vaatlerde bulunmaktadır. SEBEP CAHİLLİK VE DİNDARLIK DEĞİL CHP’nin iktidar olamayışının nedeni ne ona oy vermeyenlerin cahilliği, ne de dindarlığıdır. Çünkü siyasetteki tavır alış bunlar üzerinden değil, ekonomik kazançlar üzerindendir. Bir insan etine kemiğine dayanan bir şeyi nasıl unutmazsa cahili olsun, okumuşu olsun, kendi ekonomik çıkarlarının nerede olduğunu hiç değilse hisseder. CHP’ye seçim kazandırmayan Altı Ok’taki ilkeler de değildir, o flama altında uygulanan ekonomik ve sosyal politikalardır. Günümüzde orta sınıflara dayanan CHP ile ülkenin en zengin sınıflarına dayanan AKP rollerini değiştirmiş gibidirler. Tek adam ve nefes alınamaz bir siyasi atmosferin uygulanışını AKP devralmıştır. CHP ise tek parti döneminden farklı olarak ve onun tam tersi parlamenter demokrasiyi, kişi hak ve özgürlüklerini savunuyor. Buna rağmen seçmenlerin dörtte birinin oyunu alabiliyor. Çünkü tek parti döneminde yarattığı izleri silemiyor. CHP’ye yeniden genel başkan seçilen Kılıçtaroğlu hakkında yapılan eleştirilerin çoğu haksızdır. CHP içinde demokrasi olmadığı eleştirisi de insaflı değildir. Ancak Kılıçtaroğlu’nun şu sözlerine ne demeli? “Afrin'de mücadele eden Mustafa Kemal'in Mehmetçiklerine buradan selam gönderiyoruz. Biz de Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu konuda milli duruşumuzu açık ve net dile getirdik. Ama birileri Afrin operasyonunu partisinin bir kararıymış gibi topluma sunmaya çalışıyor. Ordu Mustafa Kemal'in ordusudur, senin ordun değildir. Mücadele Türkiye içindir, senin için değildir." Hem Afrin’deki askerî harekâta destek vermek, hem de onun başkomutanının bundan siyasi olarak yararlanmaması gerektiğini ifade etmek kadar yanlış bir görüş olabilir mi? CHP günümüzde AKP liderliğinin ağır saldırısı altındadır. Ya Erdoğan’ın yaptıklarını desteklemesi (MHP gibi bir parti olması) ya da yok olması hedeflenmiştir. Sınır ötesi harekâta ve dokunulmazlıkların kaldırılmasına kerhen de olsa onay verilmiş olması CHP’yi iktidar gözünde makbul bir hale getirememiştir. CHP, günümüzde AKP-MHP-VT tarafından temsil edilen tarafından temsil edilen saldırgan bir milliyetçilik ile demokratik bir toplum ideali arasında sıkışmış durumdadır. CHP ne yapsın? Adını, amblemini, kadrolarını, simgelerini mi değiştirsin? Din karşıtı olduğu yolundaki propagandayı etkisiz hale getirmek için sağ eğilimli olanlara kapılarını biraz daha mı açsın? Yoksa sosyal politikalara mı ağırlık versin, sol yanını mı güçlendirsin? Çözümü bulanlar varsa anlatsın da öğrenelim! Ne var ki 70 yıl önce atın dizginlerini ele geçiren zenginlerin bir kanadı, yoksulları tavlayarak Üsküdar’ı çoktan geçti… CHP’nin kaderini ne nutku çok parlak olan yeni bir genel başkan, ne Parti Meclisinde şu veya bu şahsiyetlerin yer alması değiştiremez. CHP’nin iktidar olması, ancak ülkede çok büyük alt üst oluşlara ve iktidarın ipliğinin pazara çıkmasına bağlı gibi görünüyor. O zamana kadar etkili bir muhalefet yürütebilirse bu da büyük bir kazançtır. Devrimci bir parti halkın geçici duygu ve heyecanlarına teslim olmak yerine ona önderlik eden, onu eğiten ve iktidara hazırlayan partidir. (5 Şubat 2018)

  • KUVAYI MİLLİYE VE BARIŞÇILIK

    Şu sıralarda yerli yersiz telaffuz edilen Kuvayı Milliye nedir? Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu yenilip ateşkes anlaşması yapılınca ordu terhis edildi. Elde kalan 50 bin kişilik mevcudun eli kolu bağlandı. Bu kuvvetlerin herhangi bir yerde düşmana saldırması Osmanlılar açısından ateşkesin bozulacağı anlamına geleceğinden bundan özellikle kaçınılıyordu. Ancak Türkiye Güneydoğu’dan, Güney’den ve Batıdan işgale uğruyordu. Halk buna karşı milis kuvvetleri kuruyor ve savunmaya geçiyordu. İşte bu kuvvetler “Kuvayı Milliye” yani milletin kuvvetleri adı verildi ki, bu onun devletin kumanda ettiği ordu kuvveti olmadığını anlatıyordu. Gerek Ege bölgesinde toplanan Kongreler, gerekse Erzurum ve Sivas Kongresi eldeki mevcut askeri kuvvetleri savaşa sokmak yerine bu Kuvayı Milliye kuvvetlerine dayanmayı tercih etti. O dönemde “Ordu” ve asker” kavramının geri plana çekilmesinin bir nedeni de dört yıl süren (1914-1918) savaşın halkta büyük bir bıkkınlık yaratması, “İttihatçı” gibi “asker” kavramının da tepkiyle karşılanması idi. Milletin Millî Mücadele’nin yeni türde bir savaş olduğunu kavraması zaman aldığından ordunun kurulması da gecikti. Kurulduktan sonra Kuvayı Milliye kuvvetleri orduya bağlandı ve bu bağlanmayı kabul etmeyen Kuvayı Milliye kuvvetleri dağıtıldı. “Kuvayı Milliye” yerine Tümen, kolordu, ordu, cephe gibi askeri terimler kullanılmıştır. Dolayısıyla günümüzde kuvvetli bir orduya sahip olan devletin bir de Kuvayı Milliye kullanmaya ihtiyacı yoktur. Böyle bir kuvvetin yasalarda yeri de yoktur. Bu olsa olsa yasa dışı bir milis kuvvetine benzetilebilir. SAVAŞ DEĞİL SAVUNMA BAKANLIĞI Kuvayı Milliye de, Kurtuluş Savaşı’nda ordu da başka ülkelere saldırmak için değil tamamen savunma amacıyla hareket etmişlerdir. Kilit iki kavram “Savaş” ve “Savunma”dır. Birçok ülkenin ve bu arada Osmanlı devletinin askerî örgütünün adı “Harbiye Nezareti” (Savaş Bakanlığı) iken Ankara’da Kurulan Hükümetin asker bakanlığının adı “Millî Müdafaa Vekâleti”dir. 23 Nisan 1920’de Ankara’da temelleri atılan devletin yeni bir anlayış üzerine kurulduğunun en önemli kanıtı “Savaş Bakanlığı” kavramının yerini “Milli Müdafaa Vekâleti”nin almasıdır. Zaten yeni Türkiye’ye haklılığını ve saygınlığını kazandıran da bu anlayıştır. Başka milletlerden unsurları silahlandırıp, cezaevlerindeki ağır hükümlüleri de bunlara katarak komşu ülkelere sokma ve oranın devletini yıkma politikası Kuvayı Milliye’nin değil, Birinci Dünya Savaşı’nda Enver Paşa’nın Kurduğu Teşkilatı Mahsusa çeteciliği politikasıdır. MİLLÎ MÜCADELECİLERİN BARIŞ ARAYIŞLARI Son zamanlarda barış isteği bir ihanet olarak vasıflandırılır oldu. Örnek olarak Kurtuluş Savaşı Meclisinde ve savaşın askerî önderliğinde barışın telaffuz edilmediğini ileri sürenler var. Bu iddia tamamen yanlıştır. Millî amaçlara savaşmadan ulaşma arayışı Milli Mücadelenin her aşamasında vardır. Barış çağrılarına kulak asmayanlar, emperyalistler ve onların hizmetindeki Yunan hükümetidir. Büyük Taarruz’dan yaklaşık çok önce Fransızlar ve İtalyanlarla uzlaşma sağlanmış ve onlar askerlerini Türkiye’den çekmişlerdir. Sakarya Savaşı ile Büyük Taarruz arasında yaklaşık bir yıl vardır. Taarruzun bu kadar gecikmesinin nedeni yalnız ordunun ihtiyaçlarını tamamlamak değil, İngiltere nezdinde yapılan barış girişimlerinin sonucunu almaktır. Mustafa Kemal Paşa’nın barışla elde edilecek sonuç için savaşa başvurmaktan kaçınmasının bir kanıtı da ordu İzmir ve Bursa’yı kurtardıktan sonra Fransızların araya girmesiyle ordunun Boğazlara ilerleyişini durdurması, Mudanya Konferansını beklemesi ve bu konferansının kararları sonucunda Doğu Trakya’yı kan dökmeden Türkiye’ye kazanmasıdır. “İSTİSNASIZ BÜTÜN MİLLETLER, KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKINA SAHİPTİR” Bir asker olmakla birlikte Mustafa Kemal Paşa, savaş heveslisi biri değildir. Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine karşı çıkmış, ancak devlet savaşa girdikten sonra kendisine verilen görevleri yapmıştır. 1 Mart 1922’de Meclis’teki ünlü söylevinde de şöyle diyordu: “Dış siyasetimizde başka bir devletin hakkına saldırı yoktur. Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını yeryüzünde yaşayan bütün milletlerin cümlesi için tanıyoruz.” Aynı konuşmada köylülere saygısını belirtirken de devletin yedi yüz yıldır onların kemiklerini yabancı diyarlarda bıraktığını söyleyerek istilacı siyasetlere karşı kesin duruşunu göstermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, C. 18, s. 2 ve devamı, Yeni Gün, Tercümanı Hakikat 2 Mart, Hâkimiyeti Milliye ve Akşam 2 ve 3 Mart, Peyamı Sabah, İleri 3 Mart, Vakit, Tevhidi Efkâr, İkdam 3, 4 Mart, İleri, Açıksöz 4 Mart, Yeni Adana 5 Mart 1922) Bütün bu tarihsel deneyimlerin sonucunda yeni Türkiye’nin dış politikası “Dünyada barış” olarak ilan edilmiştir. “Vatan savunmasına dayanmıyorsa savaş bir cinayettir” sözü de bu anlayışının sonucudur. Nutkun sonunda gençliğe verilen görev de saldırı değil, tamamen bir savunma görevidir. Bir de “Halife Ordusu” konusu var ki artık gelecek yazıya kaldı. (1 Şubat 2017)

  • Gülten Akın Etkinliği

    "GÜLTEN AKINLA BÜYÜMEK" 23 Ocak 2018 Saat 18.00 Türkan Saylan Kültür Merkezi *** DİL DERNEĞİ & KONAK BELEDİYESİ İZMİR

bottom of page