top of page

Arama Sonucu

"" için 3680 öge bulundu

  • Edebiyatımızın “Üç Kemali’nden” Orhan Kemal

    Nurten B. AKSOY * 1960’lı ve 70’li yıllar Selim İleri’nin deyimiyle edebiyatımızda “Üç Kemaller” dönemidir. Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal. Her biri Türk edebiyatına eserleriyle damga vurmuş abide isimler… İşte bu üç isimden biri olan ve kendini; “İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca… Bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” diye anlatan Orhan Kemal aydınlık ve gerçekçi bakışıyla insan-toplum ilişkilerini eserlerinde ustalıkla yansıtmıştır. Toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini gerçekçi bir biçimde yapıtlarında dile getiren, roman ve öyküleriyle Çağdaş Türk edebiyatının özgün ve unutulmaz isimlerindendi. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Babası, o sırada Çanakkale cephesinde, Dardanos’ta topçu teğmeni olan Avukat Abdülkadir Kemali Bey, annesi ise rüştiye mezunu, iki yıl kadar memleketinde ilkokul öğretmenliği yapmış Adanalı Azime Hanım’dır. Çocukluğunun ilk yıllarını Adana’da geçiren Orhan Kemal ve ailesi Birinci Dünya Savaşından sonra Adana’nın Fransız işgaline uğraması üzerine önce Niğde’ye, sonra da Konya’ya taşınır. Konya’da bulunduğu dönemde Kuvay-ı Milliyet hareketine karşı Delibaş isyanına tanıklık eder. Kuvay-ı Milliye güçlerine katılmış olan babası; isyanın bastırılmasından sonra TBMM’ye Kastamonu milletvekili olarak girer. Ancak babası, Büyük Millet Meclisinde seçildiği Adalet Bakanlığından 3 gün sonra istifa ettirilince, aile 1923 yılında tekrar memleketleri Adana’ya döner. Adana’da çiftçilikle uğraşmaya başlayan ve Takrir-i Sükûn kanunu nedeniyle neredeyse tüm İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey’in 1930’da Ahrar Fırkasını kurması ve gazete çıkarması, bu gazetede yaptığı siyasal eleştiriler yüzünden öldürülme korkusuyla Suriye’ye göçmesi üzerine, Orhan Kemal ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalır. Orhan Kemal’in o günlere ait izlenimleri Baba Evi’nde söyle yer alır: “Ama ben babamı asıl ‘fırka’ mücadelelerinde tanıdım. Yine böyle günlerdi… Nutuk söyleyenleri niçin alkışladıklarını çok defa bilmeyen sokaklar dolusu insanın kinle, küfür şimşekleriyle yüklü kalabalığı… Kalabalık, kalabalık, hep kalabalık… Aynı parkelere basan iskarpinli, çarıklı veya yalın ayakların mahşeri hatırlatan, insanı coşturan müthiş kalabalığı.” Ailenin Beyrut’a gitmesiyle başlayan yeni yaşamlarını Orhan Kemal şöyle anlatır: “Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu. On altın lira sermayeyle Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yaşındaydım ve hayatımın bu tarzından çok memnundum. “ “Memleket, futbol, Cin Memet ve ötekiler silinmişti. Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler… O, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık… Onlar kümeler halinde yollarda olurlardı, aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık.” Beyrut’ta bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapan Orhan Kemal, kendisi gibi bir fabrikada işçi olan ilk aşkı Eleni’yi burada tanır. “Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış da galiba bu Rum kızı ile başladı.” diye anlatır Orhan Kemal Eleni’yle olan anısını. Ancak bu aşk uzun sürmez, kız işten çıkarılır ve Orhan Kemal onu bir daha görmez. Bir yıl sonra tek başına Türkiye’ye dönerek babaannesinin yanına yerleşir. Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapar. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde Baba Evi, Avare Yıllar romanlarına kaynak olur. 1937’de çırçır fabrikasında işçi olan Nuriye Hanım ile evlenir, bir yıl sonra da ilk çocuğu Yıldız dünyaya gelir. İşte Adana’daki bu yıllarında Orhan Kemal kitaplarla tanışır. Giritlinin kahvesinde bilinçli işçi arkadaşlar edinir. Bu arkadaşları ve okuduğu kitaplar sayesinde kafasında oluşan soruların cevabını bulmaya, bilinçlenmeye başlar. Giritlinin kahvesinde tanıdığı, dost olduğu İsmail Usta, Mehmet Raşit’in hayatını değiştirir. Cemile romanındaki İzzet Usta aslında İsmail Usta’dır. 1938’de askerliğini yapmak üzere Niğde’ye gider. Askerliğini yaparken “Maksim Gorki, Nazım Hikmet kitapları okumak ve yabancı rejimler lehinde propaganda ile isyana teşvik” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edilerek Kayseri Hapishanesi’ne gönderilir ve “Duvarlar” adlı ilk şiirini burada yazarak Yedigün Dergisinde Reşat Kemal imzası ile yayınlar. İşte bu hapis günlerinde karısı Nuriye Hanıma gönderdiği mektupta “Çok gençsin, zaten hiçbir şey veremedim sana, şimdi de beş yıllık mahkumiyet girdi araya. İstersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki buradan çıktıktan sonra hayatımız daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek.” diye yazar. Nuriye Hanım da “Razıyım, başımıza ne gelmişse ve ne gelecekse…” diye cevap verir. Orhan Kemal, Babası Abdülkadir Kemali Beyin sekiz yıllık sürgünün ardından 1939 yılında Adana’ya dönmesi ve girişimi ile önce Adana Cezaevi’ne, onun Bergama Ağır Ceza Reisliğine atanmasından sonra da Bursa Cezaevi’ne nakledilir. Aynı yıllarda burada mahkum olan Nazım Hikmet’le tanışır. O tanışma anını anılarında şöyle dile getirir Orhan Kemal: “Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım. Bir heykel sükunu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyorum… Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze… Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor. Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi… Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü yahut tanış bir yüz arandı. Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık, ayaklarının topuklarını hazıroldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikar bir tarzda ciddileşmeye çalışarak; Ben Nazım Hikmet! dedi.” Bu tanışma Orhan Kemal’in sanat yaşamının belirginleşmesinde bir dönüm noktası olur: “Benimle inceden inceye uğraşıyordu. O kadar ki ‘yarı aydın’lığımdan, yahut ‘küçük burjuva’lığımdan gelen ‘vıdıvıdıcı’ tabiatımla, birtakım huy ve telakkilerime varana kadar her şeyimle…” Orhan Kemal’in okumaya, yazmaya olan merakı ve ilgisi Nazım Hikmet’in dikkatini çeker. Nazım, Bursa Cezaevinde aynı hücreyi paylaştığı Orhan Kemal ile yakından ilgilenir. Şiirin yanında deneme niteliğinde düzyazı da yazan Orhan Kemal’in çalışmaları arasında bir roman denemesi bulan ve çok beğenir. Bir gün Orhan Kemal’e “Bırak şiiri, miiri birader, hikaye yaz roman yaz sen” der. İşte bu tavsiye, yani düzyazıya geçiş Orhan Kemal için bir dönüm noktası olur. 1943’te tahliye olan Orhan Kemal Adana’ya döner. Karataş’ta toprak taşıma işinde amelelik, Devlet Demiryolları’nda hamallık yapar. Düzyazıya geçiş Orhan Kemal için bir dönüm noktası olur; hikaye yazmaya devam eder ve bu hikayeler çeşitli dergilerde yayınlanır. 1944’te doğan oğluna Nazım adını verir. Hapse girmesi nedeniyle tamamlayamadığı 35 günlük askerlik hizmetini tamamlamak üzere 1945 yazında askere çağrılır. Askerden döndükten sonra sebze nakliyatçılığı, Verem Savaş Derneği’nde memurluk gibi çeşitli işler yapar, ancak hiçbir işte uzun süreli kalamaz ve geçim sıkıntısı çekmeye başlar. 1942 yılında İstanbul’da yayınlanan bir dergide, ismi “Orhan Raşit” iken editörlerin marifetiyle “Orhan Kemal” olarak değiştirilir. O tarihten sonra, ölümüne kadar hep Orhan Kemal adıyla yazar. Bu arada hikayeleri edebiyat dergilerinde yayınlanan Orhan Kemal, 1945’te Varlık Dergisinin yaptığı ankette okurlar tarafından ‘en beğenilen hikayeci’ seçilir. 1949 yılında iki kitabı birden yayınlanır. Kitaplardan ilki, ilk romanı olan Baba Evi, diğeri ise ilk hikaye kitabı Ekmek Kavgası’dır. Ertesi yıl da ikinci romanı Avare Yıllar yayımlanır. Aralık 1949`da 3. çocuğu Kemali dünyaya gelir. 17 Nisan 1950’de ailece İstanbul’a yerleşirler. Bu göç serüvenini kendisi şöyle anlatır: “…Adeta itiliyordum İstanbul’a…Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Partililer tarafından… Sebep politik miydi, yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum? Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler derneği, bir de o zamanki adıyla Etibba Odasından aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı… Bu paradan da olmuştum… Bir de beni bir türlü İstanbul’a salıvermek istemeyen babam ölmüştü…” Hücre çalışması ve Komünizm propagandası Orhan Kemal İstanbul’da geçimini yazarlıkla sağlamaya çalışır. “1957 Türkiyesi’nin pahalılığı ile alay eder gibi, dördüncü çocuk babası olarak yeni güne giriyorum, hayırlısı…” diye not düştüğü 4. çocuğu Işık 1957’de dünyaya gelir. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine iki arkadaşıyla birlikte tutuklanır. Bu defa “Hücre çalışması ve Komünizm propagandası’ yaptığı gerekçesiyle tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir. 7 Nisan’da Türk Edebiyatçılar Birliği, Orhan Kemal için Gen-Ar Tiyatrosu’nda 30. sanat yılı nedeniyle bir jubile düzenler. Toplantıda Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve James Baldwin birer konuşma yaparlar. Bilirkişice verilen; “suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” hususundaki rapor üzerine 13 Nisan 1966’da serbest bırakılan yazarımız 17 Temmuz 1968’de bu davadan beraat eder. Orhan Kemal geçim sıkıntısı çektiği İstanbul yıllarında yoğun bir çalışma temposu sürdürür: Bereketli Topraklar Üzerinde, Dünya Evi, Hanımın Çiftliği, Arka Sokak… hep bu yılların ürünleridir. “Arka Sokak” kitabı, hep yoksul insanları, işçileri, kötü yaşamları anlattığı gerekçesiyle kovuşturmaya uğrar. Yargılama sırasında yargıç iddia makamına uyarak “Konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını; Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını” sorar. Orhan Kemal’in yargıcın sorusuna verdiği cevap, gerçekten de kendini anlatmaktadır: “Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok.” Belki de bu savunmasıyla Orhan Kemal bu davadan beraat eder. Yaşamının son döneminde Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak, daha çok da tedavi amacıyla Soyfa’ya gider. Geçirdiği bir kriz sonrasında Sofya Hükümet Hastanesi’ne yatırılır. Önceleri durumu iyi görünse de kısa bir süre sonra konuşamaz hale gelir. Doktorlardan istediği bir kağıda şunları yazar: “… Eşe dosta selam… İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım, kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” Orhan Kemal 2 Haziran 1970’te Sofya’da tedavi edildiği hastanede beyin kanaması geçirerek yaşama veda eder. Ardında hikaye ve roman türünde onlarca eser bırakan yazarın cenazesi özel bir araba konvoyuyla 5 Haziran 1970’te yurda getirilerek toprağa verilir. Anısını yaşatmak için İstanbul-Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açılır. 1972’den bu yana da adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir.

  • Aşure

    NEDİR Kaynağında dini motifler de olan AŞUREnin Türk kültüründen olup olmadığı tartışmalı olsa da en yaygın, en paylaşımlı ve en eski bir tatlı olarak yeri vazgeçilmezdir denilebilir. Aşure, tahıllar, meyveler, kuru meyveler ve kuruyemişlerden oluşan bir karışımdan yapılan bir tatlıdır. Çok kültürlüğün getirisi doğal olarak çok malzemeli, çok tariflidir de... MALZEMELERİ, NASIL YAPILIR, KÖKENİ ve HİKAYESİ Malzemeler: Aşurenin belirli bir tarifi yoktur. Bölgeler arasında farklıklar gösterir.[6] Geleneksel olarak en az 7 maddeden oluşması gerektiği söylenir. Bazıları adından dolayı 10 madde ile yapılması gerektiğini söyler. Aleviler ise hep 12 madde kullanarak aşure yapar. Bunlar arasında buğday, arpa, pirinç, fasulye, nohut, pekmez, hurma pekmezi, nar pekmezi, pancar suyu, hurma, kayısı, incir kuru üzüm ve kuş üzümü gibi kuru meyveler, badem ve fıstık, fındık, ceviz, çam fıstığı ve susam gibi kuruyemişler yer alır. Bununla birlikte, aşureye derinlik katmak için portakal, limon ve limon kabuğu eklenebilir. Anason, çörek otu tohumu, erik mahlebi, nar taneleri, kakule, tarçın, karanfil, hindistan cevizi ve yenibahar garnitür olarak kullanılabilir ve bazı çeşitleri , gül suyu veya portakal çiçeği suyu ile tatlandırılır. Tarifi hiçbir hayvansal ürün içermemesi itibarıyla vegandır ve Türk mutfağının en bilinen ve popüler vegan tatlılarından biridir. BELLİ TARİFİ OLMAYAN AŞUREDEN BİZ 15 KASELİK BİR TARİF HAZIRLAYALIM. MALZEME LİSTESİ: (15 Kaselik) 2 su bardağı aşurelik buğday 2 yemek kaşığı pirinç 2 su bardağı haşlanmış nohut 2 su bardağı haşlanmış fasulye 150 gram kuru kayısı 150 gram kuru incir 150 gram kuru üzüm 1 su bardağından biraz az fındık 2 litre su (buğdayları pişirmek için) 4 litre sıcak su (su azaldıkça eklemek için) 1 tatlı kaşığı karanfil 1 çay bardağı su (karanfili kaynatmak için) 1,5 su bardağı sıcak süt 3 su bardağı toz şeker 1 fiske tuz 1 fiske karabiber HAZIRLAMA İlk olarak nohut ve fasulyeyi ayrı ayrı haşlayalım. Buğdayı yıkayıp, tencereye alalım, üzerine kaynar su ekleyip 10 dk kaynatalım. Çıkan sarı suyu süzelim. Aynı işlemi bir kez daha yapalım ve suyunu süzelim. Daha sonra üzerine 2 litre kadar su ekleyip, 50 dk kadar buğdayı kaynatalım. (Dilerseniz akşamdan iki kez kaynatıp, suyunu süzerek daha sonra sıcak suda sabaha kadar bekletebilirsiniz. Akşamdan ıslatırsanız, 15 dk kaynatmak yeterli olacaktır.). Kuru kayısı ve kuru inciri küçük küçük doğrayalım. Ardından doğradığımız bu meyveleri ve kuru üzümü geniş bir kaseye alarak üzerine sıcak su ekleyelim ve bekletelim. Arada gerektikçe sıcak su eklemeyi ihmal etmeyin. Suyu azalan buğdaylarımıza biraz daha sıcak su ekleyelim. Yaklaşık 50 dakika kadar kaynattığımız ve yumuşayan buğdaya yıkanmış pirinç, pişmiş nohut, haşlanmış fasulye, küçük doğranmış kayısı, incir ve kuru üzümün de suyunu süzerek ekleyelim ve 15 dk kadar kaynatalım. Küçük bir cezve içerisine karanfil alalım ve suyu da ekleyerek 10 dakika kadar kaynamaya bırakalım. Bu sırada suyu azalan buğdaylarımızın üzerine tekrar sıcak su ilave edelim. Son olarak süzgeçten geçirdiğimiz karanfil suyu, fındık, sıcak süt, şeker, isteğe bağlı tuz, karabiber ekleyerek karıştıralım ve yaklaşık 15-20 dk daha kaynatalım. Hazırladığımız aşuremizi tek tek cam kaselere bölüştürelim. Biz bu ölçüler ile 15 kase aşure elde ettik. Aşure kaselerde soğumaya yüz tutunca, üzerini fındık, ceviz, fıstık, kuş üzümü, kuru üzüm ve nar taneleri ile süsleyebilirsiniz. Afiyet olsun. Türkiye ve Balkanlar'daki Müslümanlar, Aşure Günü'nün gerçekleştiği Muharrem ayında aşure yaparlar. Geleneksel olarak, Nuh, Büyük Tufan'dan sonra karaya ayak bastığında elinde kalan son malzemelerle bu tatlıyı yapmıştır. Aşure, bu günü anmak için büyük miktarlarda yapılır ve alıcının dinine veya inanç sistemine bakılmaksızın bir barış ve sevgi teklifi olarak arkadaşlara, akrabalara, komşulara, meslektaşlara, sınıf arkadaşlarına ve diğerlerine dağıtılır. Aşure, ağır ve kalori bakımından zengin doğası nedeniyle geleneksel olarak yılın soğuk aylarında yapılır ve yenirdi. Ermeniler, aşureyi Noel pudingi olarak Yeni yıl kutlamaları için yaparlar. Tarihi Rivayete göre Nuh'un Gemisi Ağrı Dağı'nda durduğunda, Nuh'un ailesinin özel bir yemekle kurtuluşlarını kutladığı iddia edilir. Erzakları neredeyse tükenmek üzere olduğundan, geriye kalanlar (özellikle tahıllar, kuru meyveler ve benzerleri) birlikte pişirilerek bir puding, yani şimdiki aşure denen tatlıyı yaparlar. Türk aileleri bu olayın anısına aşure yaparlar.[2] Türk ve Bosnalı mutasavvıflarda (özellikle Bektaşilerde) aşure, sağlık, şifa, güvenlik, başarı ve manevi beslenme için özel dualarla hazırlanır. Aşure fakirlere, komşulara, arkadaşlara ve akrabalara dağıtılır.[3] Evliya Çelebi'nin Seyahatname kitabında "Aşure, Muharrem'in onuncu günü yapılması gereken bir aştır." der.[4] Alevi kültüründe, Kerbela Savaşı'nda Hüseyin'in öldürüldüğü günde aşure pişirilmesi ile aşurenin hiçbir hayvansal ürün içermemesi arasında bağlantı kurulur ve şiddetin genel olarak protesto edildiği ifade edilir. Aleviler, her sene aşurelerini pişirip konu komşu ile paylaştıkları Muharrem ayında 12 gün boyunca etin tüketilmediği bir oruç tutarak öldürmenin her türlüsünün (besin için kesilen hayvan dahil) şiddet olduğunu kabul ederler. Ermeni ve Rum kültüründe de vardır. Ermeniler, 6 Ocak'ta "anuş-abur" yaparken; Rumlar, buğday, kuru üzüm ve bal ile yaptıkları "koliva"yı kilise kapısında dağıtıp ortasına bir mum diktikleri bir tabakla mezarın başına yerleştirmektedirler. Ermenistan'da aşure, nar taneleri ile süslenebilir ve gül suyu ile tatlandırılabilir. Noel'de komşularla paylaşılır. Genellikle kuru meyveler, fındık ve narlarla süslenmiş Noel Pudingi, Yeni Yıl masasının en önemli parçasıdır.[5] Çeşitleri Osmanlı mutfağındaki çeşitleri Osmanlı sarayında aşure sütlü ve süzme olarak iki çeşit pişirilmiştir.[7] Süzme Aşure Buğdayın piştikten sonra süzülerek sadece helmesinin kullanıldığı aşureye süzme aşure denir. Osmanlı mutfağında bulunan aşure çeşididir. Sarayın lezzet bakımından en ünlü aşuresi 1870 yılında Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Sultan'ın pişirdiği "süzme saray aşuresi" dir. Sütlü Aşure Osmanlı mutfağında bulunan aşure çeşididir. Sütlü aşure bilinen aşure malzemelerine bir miktar sütün ilavesi ile yapılır.[7] Türkiye'deki yörelere göre çeşitleri Türkiye'de birçok bölgede yöresel aşureler mevcuttur. En meşhurlarından birisi, İstanbul'da yapılan süzme saray aşuresidir.[8] Bunun dışında, Malatya,[9] Isparta,[10] Muğla,[11] Ordu[12] ve Rize'de[13] de yapılan aşure çeşitleri bulunmaktadır. Etimoloji Aşure kelimesi Arapça "onuncu" anlamına gelen Arapça: عاشوراء ʻĀshūrā’ , kelimesinden gelir. [4] Türk geleneğinde bu yemek daha çok Muharrem ayının 10'unda veya Hicri Takvim'de Muharrem ayının 10'undan sonra yapılır. Muharrem ayı ile olan ilişki sadece İslami inançlarda değil, aynı zamanda İslam öncesi inançlarda da önemlidir, bazı Sami hikâyeleri de bu aya atıfta bulunmaktadır. DERLEME

  • HAZİRAN DEYİNCE

    İlkbaharda dirilen tüm canlı çeşitliliği sarı sıcaklarla kucaklaşmak için adeta koşarak Haziran’la buluşur. Yemişler veren onlarca yaz bitkisi bu zamanda meyveler sunuyor. Çiçekle, yeşiliyle doğada yerinden memnun olanlar ise başköşe misafirimiz oluyor. Bostanlar, ekin tarlaları yavaş yavaş beklenen renklerini almaya başlıyor kendini taşıran Haziranlarda. Diğerlerinde olduğu gibi bu ay içinde de yitirdiğimiz bir sürü canı anımsıyoruz. Kimileri yaşamın yorgunluğunda süresini doldurmuşluktan, insana ve sevgiye muhtaçlıktan kimileri hastalıktan, çaresizlikten kimileri savaş ve çatışmalarda kimileri ise sevdadan inadına kalmak isterken çekip gitmişlerdir elveda demeden. Her şey insan onuruna yakışır biçimde doğa ve tüm içerdikleriyle el ele yaşansın diye çekip ya da düşüp gitmişlerdir durmadan anılarını anlatacaklarımız ve onlara benzeyeceklerimiz. Ozanın bir çırpıda tüm yaşamı betimlediği şu dizlerdeki sesleniş gibi: “Bu ne çıldırtan denge/ Yaprak döker bir yanımız/ Bir yanımız bahar bahçe.” Sevdaların da politik olduğu ve örgütlenebildiği oranda hayatın döngüsünden koparılamayacağı gerçeğinden uzaklaşmayacağız. Örgütlenmiş hayatın izinden gidebildiğimiz ölçüde hüzünden bağımsız ya da derinlere gizlenmiş hüzünlerle sahici yol alabileceğiz ancak. Elbette ki, tek başına çıkılmıyor çıkılması gereken yollara ve gidilmesi gereken yerlere. Muhtaçlığı ortadan kaldırmadan yolların hiçte kolay aşınmayacağını biliyoruz. İki gözle de olsak dört bir yana bakıyoruz, dört bir yanı sarmalıyoruz iki elle de olsak. “Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmazsa insan olmaz yüreğim.” diyen ozanla aynı kalbi taşıyor ve aynı dili konuşuyoruz. Haziran, onlarca dilde ezbere okunan yüzlerce şiir, onlarca romanla özgür, eşit bir dünyanın mümkünlüğü için sevdalanmış ve bu sevdalar için hep uyanık kalmış Ahmet Arif’i, Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i sonsuz yeryüzüne uğurlamıştır. Ve onlar bize, ağaçlara, kuşlara, ırmaklara, çocuklara, ihtiyarlara hoşçakal demediler. Çünkü bedenlerinden çok daha ağır değerler bıraktılar biz geride kalanlara. Şiirleri direncimiz, romanları hayatımızın mevzilerileri oldu. Her yorulduğumuzda bizi hep uyaracaklar ve önden koşacaklar. Selam olsun düne, bugüne ve yarına umut eken sevda işçilerine… Düştü sanılırken ‘Onur’, mayısın sonu hazirana destan oldu. Yine ozanın sesi halkın sesi oldu ve ayağa kalktı halk: “Öyle yıkma kendini/Öyle mahzun, öyle garip/Nerede olursan ol/İçerde, dışarda, derste, sırada/Yürü üstüne üstüne/Tükür yüzüne celladın/Fırsatçının, fesatçının, hayının/Dayan kitap ile/Dayan iş ile/Tırnak ile, diş ile/Umut ile, sevda ile, düş ile/Dayan rüsva etme beni.” Ozanın çağrısına milyonlar karşılık verdi. Gezi oldu Haziran’nın diğer adı. Ağaçlar kuşatılınca ırmaklar gibi oldu ahali denizleri taşıran. Yaralandı anneler kalbinin orta yerinden kuşlar kanatlarından vurulunca. Tuz bastık yaralarımıza onur lekelenmesin diye. Karanlığa karşı durarak düşenler şimdi meşalesi oldu yarınlarda türküler söyleyecek olanların. Haziran yine tarih oldu 15-16 Haziran’da ışığında yeniden kurulacak bir hayat için. Yeni bir hayat Haziranlarda ödenen bedellerle, emekle, aşkla, düşe kalka, ırmakları taşırarak denize ulaşacak hayatın müjdesini yeniden verdi. Nazım ustanın işaret ettiği hayat her düşüş anında yeniden dirilişi anlatır ve anlatacak: ” Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet…” Haziran, sadece bir mevsim adı olmaktan çıktı. " Yaşamak bir ağaç gibi tek hür/ve bir orman gibi kardeşçesine/ bu hasret bizim...” diye haykırdığımız hayatın ışığı oldu. Bu yolda mahcup olmayalım. Çocukların kanadı kırık kalmasın …

  • AHMED ARİF

    Büyük ustanın doğum gününde saygıyla... AHMED ARİF (21 Nisan 1927, Diyarbakır - 2 Haziran 1991, Ankara) Bir şair: Ahmed Arif "Toplar dağların rüzgârlarını Dağıtır çocuklara erken" Cemal Süreya Ortaokul yıllarında abla ve abilerim eve geldikleri zaman onların kitaplarını alır bir nefeste okurdum. Daha o yıllarda şiiri ile tanışmıştım. Çocuk aklımla bir nefeste okuduğum şiirler beni etkilemişti. Aklımda sadece ismi ve birkaç şiiri kalmıştı. Sonrasında lise üniversitede kitap okumaya devam ettim. Sonra uzun yıllar şiir okumaya ara veren ben tekrar şiir kitapları okumaya başlayınca elime aldığım kitaplardan birisiydi Ahmed Arif. Bu sefer okurken daha bilinçli okumaya başladım. Sonrasında başka şiir kitapları var mıdır? Neden bir tek şiir kitabı var? Bunları araştırırken bir çok makalenin yanı sıra Refik Durbaş’ın “Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu” isimli kitabı ile “Leylim Leylim Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e mektuplar 1954-1059 ve 1977 den bir mektup” isimli kitabı okudum. Tanıdıkça şiirlerini okudukça sanatçı kişiliğine saygım arttı. Peki Kimdi Ahmed Arif İşte 95. doğum gününde kendisini anarken biraz tanıyalım hem şiir yolcuğunda hem de yazılarında bir yolculuk yapalım istedim. Şairin yaşarken yayınlanan tek şiir kitabı “ Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabında yer alan biyografisinde doğum tarihi ay gün olarak yer almamaktadır. Her ne kadar bazı yerlerde doğum tarihi 23 Nisan olarak yazılmakta ise de Refik Durbaş’ın “ Kalbim Dinamit Kuyusu kitabında , Leyla Erbil’e mektuplar’da 21 Nisan 1927 tarihinde Diyarbakır’da doğdu.” Şeklinde yazılıdır. ZORLU BİR YAŞAM Ahmed Arif bebekken annesi Sâre'yi kaybeder. Babasının yeni eşleriyle birlikte sekiz kardeşi ile beraber yaşarlar. Ahmed en küçükleridir. Babasının memur olması sebebiyle Diyarbakır'dan sonra Siverek’e taşınırlar. Anaokulunda okuma yazma öğrenir. Ortaokulu Urfa’da, liseyi yatılı olarak Afyon’da okur. Lise yıllarında yazdığı ilk şiiri 1940 yılında Seçme Şiirler Demeti Dergisi'nde yayımlanır. Kendisine 10 lira telif ücreti ödenir. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okuduğu 1951 ve 52 yıllarında iki kez tutuklanır. Bu sebeple yükseköğrenimini tamamlayamaz. Çeşitli gazetelerde çalışır. Şiir kitabı çıkmadan önce 1968 yılında “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı çıkar. Cemal SÜREYA Papirüs dergisinin Ocak 1969 baskısında Ahmed Arif ve şiirleri tanıtır ve beş şiirinden alıntılarla paylaşır. Dergi olağanüstü ilgi görür ve iki kez baskı yapar. Şairin hayattayken yayımlanan tek kitabı olmakla birlikte, Türkiye'nin en çok satan şiir kitapları arasındadır. 2006 yılında Everest Yayınları'nda 57. basıma ulaşan kitap, 2008 yılından bu yana Metis Yayınları tarafından yayımlanmaktadır. 2021 yılı Nisan ayında kitabın 20. basımı yapılmıştır. HAKSIZLIĞA TAHAMMÜLÜ YOK Ahmed Arif çocukluğundan itibaren hep adaletin peşinde koşar. Şöyle anlatır : “Şunu söyleyeyim. Çocukluğumda öyle sanıyorum ki kendim için hiç kavga etmedim. Ama arkadaşlarım için, mahalle için, okul ya da sınıfım için çok kavga ettim. Bu benim yapımdan geliyor. Yani şimdi biri sana hakaret etse, biz gazinodayız, biz bir kahvedeyiz, parktayız, en çok senin ve senden sonra en yakın arkadaşın alınması lazım değil mi? Ben bugün gelip tanışmış olsam bile seninle, senden önce o herifi parçalarım.” ŞİİRLE TANIŞMASI Orta okul yıllarında halk evine gider. Orada bulunan dergileri kitapları okur. Daha o yıllarda bir çok şairi tanır. Lise edebiyat öğretmeni güzel şiir okur. Ahmed Arif’e de şiir okutur. Bu esnada şiirler yazmaya başlar şiirlerinin çoğunu kızlar geriye vermezler. Cahit Külebi arkadaşıdır. Cahit Külebi’nin pek bilinmeyen “Pembe Mantolu Kız” şiirini çok sever. Faruk Nafiz, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Cemal Süreya ve daha nice şaire hayrandır. Cemal Süreya ve Nazım Hikmet onun için başka değerlidir. AYNI DERGİDE NEYZEN TEVFİK'LE YAN YANA Lisede yazdığı şiiri “Seçme Şiirler Dergisi'ne gönderir. Şöyle anlatır ilk yayınlanan şiirini. “ O yıllarda dergilerde ustalarla acemiler yanyana gelmezdi. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen’in torunu yaşındayım o zaman. Torunundan da küçüğüm. Bir de on lira para geliyor telif olarak. “ babasının haftada beş lira gönderdiği dönemde on lira onun için büyük paradır. YİRMİ YIL BEKLEYEN ŞİİR Şiirlerinde yolculuk yaparken hemen hepimizin hatta şiirle ilgisi olmayanların bile birkaç dize akıllarında kalan Ahmed Arif şiirleri vardır. Şiirlerin yazılmasında büyük bir sabırla onları adeta ilmek ilmek satır satır işleyen değerli şair şiirlerini yazmasını şöyle anlatır. “Ben şiirleri çok bekletirim. Mesela şimdi yirmi yıldır hiç dokunmadığım şiir var. Öyle kalsın… Damıtılsın… Bir yere takılmışımdır. Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm oluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın… Ben, buna çok saygı duyarım." Maviye Maviye çalar gözlerin… “Bu iki mısra var ya, belki bir on yıl değil, daha fazla, çok daha fazla bekledi.” Şimdi her yerde herkesin şair olduğu bir ortamda bir tek şiir kitabı ile en çok okunan şair ünvanını almanın o kadar da kolay olmadığını bir kez daha anlıyor insan. ÇÖPLÜKTE ÖLÜME TERK EDİLEN ŞAİR 1943'de Van'da 32 kişinin ölümü ve bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan Muğlalı Katliamı ile ilgili yazdığı "Otuz üç Kurşun" şiirinden dolayı defalarca sorgulanır, dövülür o halde bir çöplükte ölüme terk edilir. "Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, ertesi gün Ulus gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu 33 tane senin vatandaşın… Hiçbir suçu yok… Tertemiz… Belki hepimizden daha suçsuz… Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar o kadar…” “İşte bu “Otuz üç Kurşun” şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni… Gece sabaha kadar dövdüler. “Oku” dediler, okumadım. … Dövdükten sonra o tellerden aşağı attılar beni. Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye…” diye anlatır başına gelenleri. ŞİİR KALEMLE DEĞİL YÜREKLE YAZILIR Abidin Dino ve Oktay Rifat'a Nazım Hikmet Cevabı “1950 öncesi yılları… Abidin (Dino) Abilerdeyiz… Bir gün evde yine şiir konuşuyoruz. İçiliyor. Bir tartışma başladı. “Türk şiirinde devrimi biz yaptık,” dediler, “Nazım değil. Bir çağ varsa onu biz başlattık.” Şimdi hangimiz konuşacağız, bilmiyorum. Yalnız ben düşünüyorum. Nazım bunların akrabası, bunları yüceltmiş, tercümelerine yardımcı olmuş, yani aralarında bir hukukları var. Biz, dışarıdan halk çocuklarıyız. Nazım’la tanışmıyoruz ne ben ne Yaşar Kemal… Dedim ki: “Güzin Hoca Hanım’dan özür dilerim, benim hocamdır, ama bu, bir terbiyesizliktir. Kendinizi Nazım’dan daha büyük bir şair, çok daha önemli, edebiyatta çığır açmış, devrim yapmış adamlar olarak görmeniz soytarıca bir harekettir. Burada benim ağabeylerimsiniz ama, beni mecbur ettiniz.” “İkincisi,” diye devam ettim: “Diyelim ki ileri bir toplumdayız, her bakımdan, ekonomik bakımdan, politik bakımdan çok ileri bir topluma ulaştık. Ve o zaman konuşuyoruz. Şimdi değil, o zaman birileri çıkıp Türk şiirini yargılayacaksa ve siz de bu laflarınızla ortaya çıkarsanız, yani Yahya Kemal’e bir şey demezler, ama size hain derler. Ayıptır hem Nazım’ı tanıyorsunuz hem arkasından böyle konuşuyorsunuz.” Oktay Rifat, “Nazım’dan başka şiir bilmez misin sen?” dedi. Ben sesimi çıkarmadım artık. Ama Güzin Hanım işaret ediyor “Oku” diye… Ben de “Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden”i okudum. “Bu kimin?” dedi Oktay Rıfat. “Bir arkadaşın,” dedim. Fakat Oktay Rıfat çarpıldı. “Korkunç, korkunç güzel bir şiir,” diye söyleniyor. “Ben bu şiirle elli tane şiir yazarım,” diye sürdürdü konuşmasını. “Malzemeyi nasıl böyle hoyratça harcıyor bu yahu…” O zaman şu karşılığı verdim: “Sen elli tane yazarsın, sulandırırsın konuyu, şiiri, mısraı… Bu boya ile elli resmi boyarım diyorsun. O zaman bu şiir olmaz. Yani senin yaptığını sanma ki biz bilmiyoruz. Sen Prevert’ten yürütüyorsun, Charles Nodier’den yürütüyorsun, sonra da bir yenlikmiş gibi sunuyorsun bunları…” ORHAN VELİ, CAHİT SITKI VE AHMED ARİF ŞİİRİ Sanat çevresi çok geniştir. Akşamları payton gezilerine çıktığı zaman bu gezilerde kendisine eşlik eden Orhan Veli, Cahit Sıtkı’ya kendi şiirlerini okuyan şair “ “Orhan Veli de benim şiirimi bilirdi. Büyük hayranlıkla, büyük saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı da öyle… Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere okutmuştur bana “Otuzüç Kurşun”u, “Karanfil Sokağı”nı… Her seferinde Cahit abi ağlardı.” Şeklinde anlatır. ŞİİRLERİNİ GECE YAZAR Ahmed Arif şiirlerini gece yazdığını anlatır. Hatta rüyasında mısraların geldiğini ve gece kalkıp bunları yazdığını anlatır. “Ben çocukluğumdan beri gece rüyamda şiir okurum, mısra söylerim.” Bu şiirlerden biri: “Alnımızın aklığında puşt işi zulüm Ve cânım yarı geceler Çift kanat kapılarına karşı darağaçları” * DÖRT YANIM PUŞT ZULASI Hangimiz sevmeyiz ki “Maviye çalar gözlerin” şiirini hele şarkısını dinleyip te etkilenmeyen var mıdır? Sanmam Şiirde en anlamlı sözlerin olduğu şu dizeler “ Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık...” Şair kitabının ismini “Dört Yanım Puşt Zulası “ koymak ister ancak bir dostunun uyarısı üzerine bundan vazgeçer kitabın adını “Hasretinden Prangalar Çürüttüm” koymayı düşünür “Çürüttüm” kelimesi şaire kulak tırmalayıcı gelir ve kitabın ismini “Hasretinden Prangalar Eskittim” koyar. NİKAH ŞEKERİ NİYETİNE AHMED ARİF KİTAPLARI Ahmed Arif şiirlerine ilgi o kadar büyüktür ki, bir öğretmen nikahında şeker yerine satın aldığı 500 adet Ahmed Arif şiir kitabı dağıtır. Bunu öğrenen şair utançla karışık bir mahcubiyet yaşar. Bu ilgi kendini dergilerde de gösterir. Normalde 500 satan Soyut Dergisi Ahmed Arif'in şiir verdiği dönemde 3 bin adet satar ve şiirleri elden ele dolaşır. ARKADAŞ Yılmaz Güney ile Melike Demirağ’ın birlikte oynadıkları “Arkadaş” filminde Yılmaz Güney “Terketmedi sevdan beni, Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça... Ve ellerim, kelepçede, Tütünsüz uykusuz kaldım, Terketmedi sevdan beni... “ * Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mi? Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin... dizeleri ile seslenir. Arkadaş filminde okunan bu şiir özellikle gençleri şiir okumaya ve değerli şairin şiirleri ile tanışmaya aracılık eder. ANADOLU’YU EN GÜZEL ANLATAN ŞAİR Bin bir renk mozaiği olan Anadolu’yu şiirlerinde en güzel anlatan şairlerdendir. Şiiri okuyup veya dinleyip etkilenmeyen yoktur. Anadolu Beşikler vermişim Nuha Salıncaklar hamaklar Havva anan dünkü çocuk sayılır Anadoluyum ben Tanıyor musun Utanırım Utanırım fıkaralıktan Ele güne karşı çıplak Üşür fidelerim Harmanım kesat Kardeşliğin çalışmanın Beraberliğin Atom güllerinin katmer açtığı Şairlerin bilginlerin dünyalarında Kalmışım bir başıma Bir başıma ve uzak Biliyor musun Binlerce yıl sağılmışım Korkunç atlılarıyla parçalamışlar Nazlı seher sabah uykularımı Hükümdarlar saldırganlar haydutlar Haraç salmışlar üstüme Ne İskender takmışım Ne şah ne sultan Göçüp gitmişler gölgesiz Selam etmişim dostuma Ve dayatmışım Görüyor musun” Dizeleri her birisi ilmek ilmek dokunmuş Anadolu insanı Anadolu kültürü kokar. KALBİM DİNAMİT KUYUSU Şairin ilk şiir kitabında yer almayan “Kalbim Dinamit kuyusu şiiri Yeni A dergisi Ocak 1974 Sayı 22 de yayınlanır. Beni, gözlerin götürür Gözlerin Aşkla, acıyla... Kuşatmışlar Sesimi, soluğumu Kesilmiş Tuz-ekmek payım Vurgunum Ve darda, Gözaltındayım. Dal, kor keser Penceremde açarsa Kuş, vurulur Üzerimden uçarsa. Ve hal böyle böyle,” Şiirde kocaman bir yolculuk yaparsınız ama şiirin son satırları bir başka anlamlıdır. Şiiirin yayınlandığı tarihe baktığımız zaman bu sözlerin daha da anlamlı olduğu görülmektedir. “Biz ki Yarınıyız halkın, Umudu, yüzakıyız, Hıncı, namusu... Şafakları, Taa şafakları Hey canım, Kalbim Dinamit kuyusu...” MÜTEVAZİ BİR İNSAN Ömrünü kavgası ve sevdası için harcayan şair “Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Lütfen bunu belirt. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum. Bazı adamlar “Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım.” diyorlar. O, kendi iddiası muhteremin… Nazım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilir mi?” sözlerini söyleyecek kadar yüce gönüllü ve mütevazidir. “ Bir kitapla şair olunur mu Ahmet Bey?” sorusu üzerine “ Bir kitapla peygamber olunuyor da neden şair olunmasın?” şeklinde cevap vermiştir. Kendisini bir şiirinde şöyle anlatır. Asıl adım, Ahmet Önal, Ahmed Arif olarak bilinirim, Yaşamım boyunca hakkı aradım, Ezilenlerin ve güçsüzlerin yanında durdum, Memleketim sömürülmesin, Memleketim kullanılmasın, Memleketim ölmesin diye konuştum, Eşitlik için yazdım, Eşitlik için söyledim, Eşitlik için dayak yedim, Eşitlik için sövdüm, O günleri göremeyeceğimi bilsem de, Birilerine, O günleri gösterebilmek için öldüm. *** Ve ben şairim Namus işçisiyim yani Yürek işçisi. Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş, * MEMLEKET HASRETİ Ahmed Arif, yaşamının son günlerinde bulunduğu hastaneden doğduğu topraklara özlemini şöyle dile getirmiştir: “Ben buralarda, bu hastanelerde, bu topraklarda değil; gene oralarda, Dicle kıyısında bir çadırda ölmek isterim. O kadar güzel ağıt yakar ki o kadınlar… Hiçbir müzik o kadar dokunaklı olamaz…” UMUT "Umutsuzluğa düşmek bir devrimciye yasaktır. Cellat elinde işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile... Yalnız yasak değil ayıptır da... Çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. Bu bir kural, bir ilkedir... Bu, namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı, soylu, güzel ve onurlu bir dünya, bu temel ilke üzerinde kurulur..." SAÇLARINA KIZIL GÜLLER TAKAYIM İki şair ikisi de kalemin ustası. Şiirlerinde bir diz benzer olunca şiiri kim daha önce konusu gündeme gelir. Refik Durbaş ta bu konu ile ilgili Ahmed Arif'e sorar cevabını almadan önce şiirlere bir göz atalım. (...) Ard- arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu. Dışarda gürül- gürül akan bir dünya... Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana Bir bu yana... (...) Ahmed Arif'in kitaba ismini veren "Hasretinden Prangalar Eskittim" şiirinden alınmıştır. NE FAYDA Sen benimsin, Ciğerparem, sevdiğim Gülden ağır Söylemem sana Saçlarına Kızıl güller takayım Salın da gel, Bir o yana Bir bu yana Meğer Müşkil işmiş hürriyet Savunmayla yetmiyor Bir başka sevda! Telden Demirden geçsen Mapusu delsen Ne fayda! (Enver GÖKÇE) Her iki şair de bence kendi alanlarında birer büyük şairdir. Her iki şiirde de baktığımız zaman farklı güzellikler vardır. Refik Durbaş, Ahmed Arif'e bu dizeleri kimin daha önce yazdığını sorar. Ahmed Arif gülerek iki kelime ile cevap verir " Bu ne onun ne de benim.Bu Halk şiirinde geçen bir dizedir" şeklinde verdiği cevap ile konuya açıklık getirir. LEYLİM LEYLİM Leyle Erbil büyük aşkıdır. Kendisi ile 1954 ile 1959 yıllarında arasında yazdığı mektuplar ile 1977 yılında yazdığı son bir mektup "Leylim Leylim - Ahmed Arif'ten Leyla Erbil'e mektuplar "adı ile yayınlanmıştır Kitabı okuduğunuz zaman her bir mektubun birer şiir güzelliğinde satırlar içerdiğini görürsünüz. "Gözlerinden öperim. O güzel burnuna yıldızlarca öpücük... Bana yaz! " * "Kendine iyi bak. Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiç bir cihan bulamaz seni" * Allahtan ki sen varsın. Seni sade, bir dost, bir sevgili, bir can parçam olduğun için değil: Beni, bu garip ve tedirgin canı, yaşama tutkusuna umuttan, aşktan, ölümü unutturan güzelim sevdalardan yana o aziz duygulara, düşüncelere sımsıkı bağlayan bir dünya olarak seviyorum. İncil gibi, Tevrat gibisin Leylam. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse, dostunu, Kardeşini, sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevmemiştir. * Kitap baştan sona sevda baştan sona mücadele anlatır. HAZİRANDA ÖLMEK ZOR Yaşar Kemal “O güzel insanlar güzel atlara binip gittiler” der şiirinde. İşte 2 Haziran 1991 tarihinde 64 yaşında hayat mücadelesinin yorduğu kalbi onu yarı yolda bırakır. Atına binip geride bizlere bıraktığı şiirlerle sonsuzluğa yol alır. Anısına saygıyla… * Semihat Karadağlı Kaynaklar: *Hasretinden Prangalar Eskittim /Ahmed Arif /Metis yayınları *Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu/Refik Durbaş/Cumhuriyet Kitapları *Leylim Leylim Ahmed Ariften Leyla Erbil’e mektuplar (1954-1959 ve 1997 bir tane) /İş Bankası Yayınları Not: Son yıllarda sosyal medya kullanımın artması ile birlikte ne yazık ki sonsuzluğa giden bir çok şair gibi Ahmed Arif'in adı da yazmadığı şiirlerle anılmaktadır. Bir şiirini yazmak için yıllarca bekleyen bir şaire emeğine saygısızlıktır. Lütfen şiirleri kitaptan okuyunuz.

  • İlham Veren Kahramanlar

    Orleans Bakiresi / Jeanne d'Arc * Jeanne d'Arc ([ʒanˈdaʁk]) (6 Ocak 1412 - 30 Mayıs 1431;[4] İngilizce: Joan of Arc, Türkçede bazen sadeleştirilerek Jan Dark şeklinde de yazılır), Orléans Kuşatmasındaki rolü ve Yüz Yıl Savaşları sırasında Fransa Kralı VII. Charles'ın taç giymesi konusundaki ısrarı nedeniyle Fransız ulusunun savunucusu olarak onurlandırılan Fransa'nın koruyucu azizesidir. İlahi rehberlik altında hareket ettiğini iddia ederek, cinsiyet rollerini aşan bir askeri lider oldu ve Fransa'nın kurtarıcısı olarak tanındı. Edebiyat, müzik, resim, heykel, tiyatro ve sinema... dahil olmak üzere çok sayıda kültürel eserde esin kaynağı olmuş, tasvir edilmiştir. Joan, Fransa'nın kuzeydoğusundaki Domrémy'de mülk sahibi bir köylü ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1428'de Charles'a götürülmeyi talep etti ve daha sonra baş melek Mikail, Aziz Margaret ve Aziz Catherine'den gelen vizyonlarla Fransa'yı İngiliz egemenliğinden kurtarmasına yardım etmesi için yönlendirildiğini ifade etti. Onun bağlılığına ve saflığına ikna olan Charles, yaklaşık on yedi yaşındaki Joan'ı bir destek ordusunun parçası olarak Orléans Kuşatmasına gönderdi. Nisan 1429'da sancağını taşıyarak ve morali bozulmuş Fransız ordusuna umut vererek şehre ulaştı. Onun gelişinden dokuz gün sonra İngilizler kuşatmayı terk etti. Joan, Fransızları Loire Seferi sırasında İngilizleri agresif bir şekilde takip etmeye teşvik etti ve bu da Patay'da bir başka belirleyici zaferle sonuçlanarak Fransız ordusunun Reims'e karşı rakipsiz olarak ilerlemesinin yolunu açtı ve Charles, Joan'ın yanında Fransa Kralı olarak taç giydi. Bu zaferler Fransızların moralini yükseltti ve birkaç on yıl sonra Yüz Yıl Savaşları'ndaki nihai zaferin yolunu açtı. Charles'ın taç giyme töreninden sonra Joan, Eylül 1429'daki başarısız Paris Kuşatmasına ve Kasım ayındaki başarısız La Charité Kuşatmasına katıldı. Bu yenilgilerdeki rolü sarayın ona olan inancını azalttı. 1430 başlarında Joan, İngilizlerin Fransız müttefiki Burgonyalılar tarafından kuşatılan Compiègne'i kurtarmak için gönüllülerden oluşan bir bölük organize etti. Kendisi 23 Mayıs'ta Burgonya birlikleri tarafından ele geçirildi. Başarısız bir şekilde kaçmaya çalıştıktan sonra Kasım ayında İngilizlere teslim edildi. Piskopos Pierre Cauchon tarafından, erkek kıyafetleri giyerek dine hakaret etmek, şeytani görülerle hareket etmek ve sözlerini ve eylemlerini kilisenin yargısına sunmayı reddetmek gibi sapkınlık suçlamalarıyla yargılandı. Suçlu ilan edildi ve 30 Mayıs 1431'de, yaklaşık on dokuz yaşındayken kazığa bağlanıp yakıldı. 1456 yılında, bir engizisyon mahkemesi Joan'ın davasını yeniden incelemiş ve kararın hile ve usul hataları nedeniyle bozulduğunu ilan ederek kararı bozmuştur. Joan bir şehit olarak saygı görmüş, Roma Katolik Kilisesi'nin itaatkâr bir kızı, erken dönem bir feminist, özgürlük ve bağımsızlık sembolü olarak görülmüştür. Fransız Devrimi'nden sonra Fransa'nın ulusal sembolü haline gelmiştir. Jeanne d'Arc 1920 yılında Roma Katolik Kilisesi tarafından kanonlaştırıldı ve iki yıl sonra Fransa'nın koruyucu azizlerinden biri ilan edildi. Edebiyat, müzik, resim, heykel ve tiyatro dahil olmak üzere çok sayıda kültürel eserde tasvir edilmiştir. Hayatı Fransa'nın kuzeydoğusundaki Meuse Irmağı'nın üzerinde bulunan Domrémy köyünde 5 çocuklu bir çiftçi ailesinin ortanca çocuğu olarak doğdu. Babası Jacques d'Arc, köyün en önde gelen çiftlik sahiplerinden biriydi. 12 yaşındayken Azize Katerina, St. Margearet ve St. Michael tarafından Fransa Kralı VII. Charles ile Yüz Yıl Savaşı esnasında İngiliz hakimiyeti altındaki Fransa'yı koruması için vizyonlar aldığı söylemiştir. Aldığı vizyonların sıklaşmasının sonucunda yaşadığı dönemde çok riskli bir karar olmasına rağmen 16 yaşında evinden ayrılmıştır. VII. Charles ile görüşmüş ve Poitiers'de din adamlarından oluşan kurulda bir takım sınavlardan geçtikten sonra kral tarafından verilen izinle Fransa Ordusu'nda Orleans Kuşatması'na katılıp İngilizlere karşı savaşmıştır. Bir dizi zaferli savaştan sonra 23 Mayıs 1431 tarihinde, Compiègne'de İngiliz hizipleri tarafından yakalanıp İngiliz yanlısı Beauvais Piskoposu Pierre Couchon'un başkanlığındaki bir engizisyon mahkemesinde erkek giysileri giyip savaşan ve gaipten sesler duyan bir kâfir olduğunu öne sürülerek henüz 19 yaşındayken 30 Mayıs 1431 tarihinde Rouen kentinde 10.000 kişinin toplandığı Vieux-Marchè meydanında diri diri yakılmıştır. Ölümünden 490 yıl sonra öldürme kararını veren aynı kilise tarafından azize ilan edilmiştir. Jeanne D'arc, Fransa'nın Koruyucu Azize' si ve Orleans Bakiresi olur. Ve St. Denis, St. Tours Martin, St. Louis, St. Michael, St. Remi, St. Petronilla, St. Radegund ve St. Lisieux Thérèse ile beraber önemli azizelerinden sayılır. Ölmeden önce ve öldükten sonra adını korumak için görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Millî Kütüphanesi'nde saklanmaktadır. Yaşadığı tarihteki diğer kişiler ile kıyaslandığında, hakkında en çok şey bilinen kişilerden biridir. Jan Dark bugün Fransa'nın en önemli azizelerinden ve kutsal ikonlarındandır. Hayatı edebiyatta ve sinemada yoğun şekilde konu edilmiştir. * Derleme- KAYNAK: Wikipedia

  • MART GÜNLÜKLERİ

    18 Mart 2024 Mart "Martlığını" Yapar Çimenlere bakarsan; hala çıplak yaprak yoksulu ağaçlar da olmasa, haziran artığı bir yaz sanırsın. Yola çıktığımda çakır bir güneş vardı. Birkaç günde doğa, çılgın bir telaşla bu erken gelen güne ayak uydurmaya çalışmış, dağ taş çiçek kesmişti. Arabanın içinde yansıyan ışıkla bir seradaymış gibi terliyordum. Düşünsenize, ne güzel olurdu, her dem mavi bir göl kıyısında çay içmek... Daha düne kadar zemheriydi ve hayali cihana değerdi. Bugünse mümkün görünüyordu, Mart azizliği de, güzelliği de... Şansım varsa sazların arasında balık avlayan bir balıkçıyı da görür, belki közde pişirecek sazan ve karides de bulurdum. Sağolsun hükümetin aldığı ekonomik tedbirler nedeniyle bu eylemler bizim için bir lüks, bedeli ağır bir kefaretle ödenecek oruç gibi olmuştu, ama ayda yılda bir kez... göze alacaktım. İznik'e giden yola saptım. Volkanik gölün yamaçları, dağların doruklarına değin zeytinle kadife bir duvar gibi sıvanmıştı. Uzaktan suyu hiç gediksiz, yekpare, çepeçevre dolanan, göze başlangıçta hoş, sonra tekdüzeliğiyle bunaltıcı gelen bir yeşil kıyameti... Zeytinlerin arasına rastgele serpilmiş tek tük badem, erik, şeftali ağacının beyaz, mor çiçekleri inanılmaz dinlendirici bir etki yapıyor zeytuni yeşil cehenneminde. Tanrı'nın özel tasarladığı fonuyla her zaman mavi göl, şimdi durgun, samansı bir sarılıkta, ıssız bir ova gibi uzanıyor. Arabayı park edip inince ürperdim; güneşe karşın çok soğuktu. Daha masaya oturmamıştım ki iri bir damla yanağımda patladı, ardından bir daha... Birkaç gün öncesine kıyasla, artık bahar diyerek hafiflettiğim giysilerim, ne oluyor, demeye kalmadı, sırılsıklam oldu. Bahçedeki ördekler önde ben arkalarında sobanın yandığı kapalı mekana geçmek için koşturduk. Az sonra kocaman yayla sobasının arkasında yanan yaş zeytin dalları gibi duman tüterek ısınıyordum. Fıtratında vardı, Mart "martlığını" yapıyordu. * 19 Mart 2024 ESKİMEYEN DOST YALOVA KİTABEVİ Yalova'ya gelip de Yalova Kitabevi'ne uğramasam olur mu? Kitabevi binlerce kitabıyla gücenir... İbrahim TIĞ'ın ŞEHİR dergisine adres orayı vermiştim, almak için gittim. Bana gönderimi geciken dergi nihayet gelmişti. Biliyor musunuz ben yazar olarak ilk imza günümü Yalova Kitabevinde yaptım, 27 sene önce. Yerel bir matbaada yaptırdığım özensiz baskılı ilk kitabımla hem de... Şimdi düşünüyorum da büyük bir cahil cesareti... Sen küçük bir kentin lisesinde edebiyat öğretmeni ol, bir kitap yaz, yani acemisi olduğun bir alanda bir deneme yap, sonra da vitrine çık sergile, en yüksek sesinle iddia et, ben kitap yazdım diye... İmza günü odur; iddia etmek... Yaa başaramasaydım?.. "YAZMA DEPRESYONU " adlı yazımda anlatmıştım aslında. Bir ses alamamanın, kimseye ulaşamamanın verdiği öfkeyle; kıskanç, nobran, inceliksiz, hoyrat arkadaşlarımın sallapati çok bilmiş eleştiri ve davranışlarının verdiği kırgınlıkla; yerel siyasetin ve siyasetçilerin kendi siyasetlerine katmak, gazetelerine yazmam için yaptığı baskıların yılgınlığıyla bu kez böyle bir girişimde bulunmuştum. İmza gününü yapar ya kendimi kanıtlar ya da kimse gelmezse yazma defterini kapatırdım bir daha açmamak üzere. Hesaba katmadığım bir şey vardı, sonradan aklıma gelen; kimse gelmezse o onur kırıklığıyla nasıl yaşayacaktım Yalova'da? Kitapçıların hepsini tanıyordum ama ben Yalova Kitabevini seçtim. O günlerde yeni yeni tanıştığımız sahibi Mustafa Aydın'a söyledim düşüncemi. Hiç ikiletmedi. Kaygımı da seslendirdim, olumsuz sonuçta ondan da utanmayayım diye. Şimdi düşünüyorum da öyle bir psikoza sokmuşlardı ki beni, kimse gelmesin der gibi yapmışım... Yani bir tür intihar, hem de hiç kurtulma şansı bırakmadan... Öğrencime kitap satmak bana hala ahlaksızca gözükür, o yüzden duyurmadım. En yakın arkadaşlarım değil, ama hiç tanımadıklarım, gazeteden okurlarım, kent emniyet müdürü dahil ne çok insan gelmişti, şaşkınlığımdan ve "galiba ben bu işi becerdim" diyerek hissettiğim memnuniyetimden ıslanan sulu gözlerimi saklamaya uğraşmıştım. Hep anlatırım ya yaşadıklarımı, çoğu olumsuzdur, ama Mustafa Aydın, bunların arasında başıma gelen en güzel şeylerden ve en uzun ömürlü arkadaşlarımdan biri olacaktır. Dergiyi yaparken de, o dergiyi yaşatmak için maviADA Kültür Sanat Evi'ne başladığımda da yanımdaydı. Yani o sadece incelikli bir zevkin tasarladığı büyük şehirlere yakışır bir kafesi de olan bir kitabevi değildir, aynı zamanda çok insan, donanımlı, bir kültür sanat dostunun şenlendirdiği bir olanaktır Yalova için. Onun birlikteliklerde yarattığı sinerjiyi, olumlu bakışını unutamam. Geçenlerde ciddi bir rahatsızlık geçirdi. Ameliyat oldu, eskiden bazen yemeklerde, bazen sinemaya giderken bana arkadaşlık ederdi, şimdi etmiyor, bir ironiyle "kaybolurum," deyip geceleri çıkmıyor, ama şakalarını, gülümseyen yüzünü, olumlu bakışını hiç bırakmadı. Eskimeyen ender dostlarımdandır o. 20 Mart 2024 * İBRAHİM; BİR KÜÇÜK KARDEŞ... Yukarda ŞEHİR dergisinden ve sahibi İbrahim TIĞ'dan söz ettim ya, "Şimdi ne alaka?" diyen dikkatli okurlar vardır, haklıdırlar da. Öyle ya Anton CEHOV demez mi: Bir sahnede duvarda asılı duran tüfek, o oyunun bir yerinde mutlaka patlamalıdır. Türkçesi; gereksiz söz kadar anlatıyı mundar eden başka bir şey yoktur. Aynen katılırım. İbrahim'in de bu oyunda bir rolü olacak mıydı o zaman? Kadermiş , hiç ummadığım bu Mart gününde Yalova'da İbrahim Tığ'ı göreceğim varmış. Sağ olsunlar büyüklerimizin aklıevvel uygulamaları sonucu, şu günlerde Türkiye'de öncelikle ekonomik açıdan yaşanmaz ve zor olduğuna kanaat getiren ben, maviADA'nın basılı çıkmasını isteyen arkadaşlara başka kimi dergileri adres göstermiştim; ŞEHİR bunlardan biriydi. Öyle ya onca para harca, ömrünü tüket, sonra git "Hayat pahalı değil siz öyle sanıyorsunuz." diyenlerin kargo giderini beş katına çıkardığı PTT'ye bir kitap ederini öde, olacak şey mi, dergiyi kaça satacaksın? Hem onla bitse dergi denilenin derdi... Onun yerine varolan nitelikli bir dergiye yaz, abone ol, katkıda bulun daha iyi değil mi? Sonuçta dergiler yazar çizerin, boy gösterdiği, mihenk taşına vurulduğu sosyalleştiği alanlar değil mi? Zonguldak DEVREK'te bir yerel gazetenin eki olarak çıkan ŞEHİR, aynı zamanda 1940'larda genç yaşta veremden ölen şair Rüştü Onur'un düşü olarak vücut bulmuş , 20 yıla yakındır yaşamını sürdürüyor. TIĞ' da onun sahibi ve her şeysi! Sağolsun, dergiyi belki 15 yıldır bana gönderirdi, varıp da abone olmayı beceremedim, ama maviADA'da her seferinde yer verdim. Bilgisayarımı karıştırıyorum, geçmiş maillerimden buluyorum, İbrahim Tığ 2006 yılının Kasımında bir mail göndermiş, dergide yer almak için bir yazı da eklemiş. Dergi o günlerde çok yoğundu, yazılara yer bulamıyor yazarları da küstürüyordum. İbrahim Tığ'ı tanımam da bu güne kaldı. Felaket bir havayla başladı gün. Öğleden sonra, dergileri aldım, diye aradığım Tığ, " Ağbi yoldayım, geliyorum" deyince çok şaşırdım. Şaşkınlıkla "Nereye?" derken bir anda onun Yalova'dan bir ev aldığını önceki bir telefon görüşmem sırasında söylediğini anımsadım. Akşam Özdilek'te yemeğe gittiğimiz Tığ, hem konuşma biçimi, tarzı, üslubu hem de kısaca değindiği yaşam öyküsüyle beni iyice şaşırttı. AnladığımDevrekli olan TIĞ, aslında Diyarbakır mezunu bir mimarmış, ne var ki hiç yapmamış, bir baskı makinesi alıp Devrek Bölge Haber adıyla bir gazete çıkarmış. O arada 1942 yılında 22 yaşında ölen Rüştü Onur adlı Devrekli bir şairi keşfedip, onun çok arzu edip de yapamadığı ŞEHİR adlı dergiyi gazeteye ek olarak çıkarmaya başlamış. RÜŞTÜ ONUR üzerine araştırmalar yapıp kitaplar yazmış, ve Yılmaz Erdoğan, Kıvanç Tatlıtuğ'la "Kelebeğin Rüyasını" çekince edebiyat dünyasınca daha çok tanınan ŞEHİR dergisi başka bir önem kazanmış. Bu süreçte de birçok irili ufaklı ismi tanıyan Tığ, Bornova günlerimde tanıdığım Mehmet Yaşar Bilen'in de öğrencisi olduğunu gururla söylüyor. Kıskanıyorum; öyle bir şansım olmadı, tek bir öğrencim, bırak dergi çıkarmayı, çıkardığım dergilere yazan bile olmadı. Düzgün öğretseydin yazarlardı dediğinizi duyuyorum, haklısınız, insan kendinde aramalı. Bunlar işin şakası, gerçeği, öğrencilerim benim kitap yazdığımı, emekli olacağım yıl dışında hiç bilmedi. O sene de dergiye başlamıştım ve yetenekli öğrencilerime birkaç kanat alıştırma sayfası ayırıyordum, her çıkan dergiden de yazan öğrencilere bedava dağıtıyordum. Yemekten sonra ayrılırken ertesi gün gideceğini söyledi, vedalaşırken onu gördüğümden bu yana kafamda beliren yargı olgunlaşmış olmalı ki ağzımdan dökülüverdi. "Sevimlisin. Nasıl öğrenmişsen küçük kardeşliği güzel öğrenmişsin, ağabeylerin var mı?" Güldü; " Yok," dedi, "Ablalarım var." Biri çeviri sekiz kitabını da getiren Tığ'ın bütün kitaplarına merakla hemen göz attım eve gelince. Elbette okuduğum birkaç metinle sınırlı, olgunlaşmış bir edebi eleştiri değil ama gördüğüm şiirde yol almış gibi duran İBRAHİM TIĞ, öykülerini, arkadaşlık da ettiğini söylediği Aziz Nesin izleğinde yazıyor denilebilir... O yıllarda maviADA'da yazan Livaneli, Can Dündar, Cengiz Aytmatov... gibi popüler ünlülerle daha kolay yol almanın rehavetiyle İbrahim Tığ'ı bir fırsat oluşturduğu halde daha derin tanıyamadığım için şimdi üzüldüm. Gerçi maviADA, nicelerine olanak olmuş, bundan da çok bir fayda görmemişti ama, insandan umut kesilmez ki belki İbrahim Tığ'ın ayağı daha uğurlu gelirdi. Ölümünden kısa süre önce bir yazısını koymadığım için beni internette linç ettiren Burhan Günel, araya koyduğum kişilerin hatırına benimle Ankara'da görüştüğünde "Hiçbir şey için geç değildir," demişti. Gerçi kısa süre sonra da vefat etmişti, ama dediğim gibi umudu yitirmeyeceksin. Yeter ki iyi bakalım, iyi düşünelim. * 21 Mart 2024 Aşık VEYSEL, Karabey AYDOĞAN ve Fadime Yıldırım KAROĞLU maviADA'nın yazarlarından Fadime Y. KAROĞLU, Yalova Kadın Meclisi başkanı olalı epey zaman oldu. Sosyal medyadan takip ediyordum, güzel etkinlikler yapıyorlardı. Uzun süredir de görüşmemiştik. Tebrik etmek için uğradığımda söz etti Aşık Veysel etkinliğinden. Karabey AYDOĞAN' adında Bursa'da da öğretmenlik, sonra İstanbul'da belediyede Kent Orkestrası Müdürlüğü yapmış, saz sanatçısı da olan biriymiş programı yapacakları kişi. Tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanımıyordum. Davet etti, ama çok da istekli değildim, teşekkür edip ayrıldım. Fuat Özgen'le buluştuğumda aynı etkinliği sordu bana. İçim bir hoş oldu: Bir zamanlar hiç tanımadığımız birileri bu programları yapar, bizse, tanrıların işiymiş gibi gizli bir imrenmeyle sadece izlerdik. Şimdi harcını biz karıyor, tuğlasını biz diziyor, çatıyı biz çatıyoruz, bazen birilerini yanımıza yoldaş olarak katıyoruz, bazense izleyici, okur... Yaşadığın çağa iz bırakmak bu olsa gerek. Fadime Yıldırım Karoğlu'nun yetişmesinde katkım olmuştur diye gururlanıyorum. maviADA'dan elalan onun gibi kimbilir daha kaç kişi, ülke genelinde güzel şeyler üretmeye çırpınıyor, çevrelerine ışık oluyor. Kültür sanat emekçileri, dünyanın dört yanına dağılmış fenerler gibi... Uykusuz, yorgun ama mutlu dünyayı yeniden tasarlıyorlar Fikrimi değiştirdim, "Gelirsen gideriz, " dedim . 8. 30' da Halk Eğitim Merkezindeydik. Bu salonu ilk kez görüyordum, hafif eğimli, akustiği çok iyiye benziyordu. Sahne Aşık Veysel'in yaşadığı koşulları ve Sivas köylerini canlandıracak biçimde hazırlanmıştı. Konuşmacının oturacağı masanın arkasında Aşık Veysel'in yaşamından kesitlerin sergilendiği slaytların gösterileceği bir perde, çok kalabalık olmasa da ilgiyle dinlemeye hazırlanan izleyiciler vardı. AŞIK VEYSEL'in hayatından kesitler sundu bize Aydoğan. Bir şehir efsanesine dönen yaşam ayrıntılarının gerçeğini açıkladı. Aşık Veysel kaçan karısına para verdi, çok duyulan bir tevatürdür ya, aslı olmadığını olamayacağını anlattı. O devir de nakit para bulmanın zorluğundan söz etti, yani Veysel'de yokmuş ki kaçan kadına yiğitlik etsin. Ankara'ya yürüyerek gitmesine ve çok istemesine karşın Atatürk'le karşılaşamadığını anlattı. Hakkını teslim etmeli, konuda yeni, belki bilmediğimiz bir yan yoktu ama güzel anlatıyordu Karabey Aydoğan. Sonunda Aşık Veysel türkülerinden üç tanesini seslendirdi sazıyla. Fuat Özgen "Ruhi Su gibi söylüyor," diye mırıldandı . bunun bir ustayı taklitten öte, ...gibisinin fazla bir şey olduğunu, içselleştirdiğini aklımdan geçiriyordum. Şimdi binlerce insanın kahve köşelerinde pineklediğini, bizimse kentin 60-70 kişisiyle çok güzel bir akşam geçirdiğimizi düşünüp, niyeyse maviADA'yla gurur duydum ve uzun zamandır ilk kez ona emeğimi helal ettim. * 23 Mart 2024 Yaşamak Işık Varken Güzel Güneş gökyüzünde bir parlak, altın top, ama buzdan, ama ısıtmayan ... Aldanıp ince giysilerle kendini sokağa atanlar , akşama hapşırmaya, öksürmeye hazır olsunlar ya da tedbirli çıksınlar. Yaşamak ışık varken güzel elbette, ama Türk tipi siyasetçi gibi ışık dekoruyla varmış gibi kandırmamalı. Aklınız karışmasın , Mart ilk ayıdır, bu sefer uzun sürecek , Baharınız güzel olsun

  • EL ELE TUTUŞMAK

    GÜYA Elele tutuşmuşuk iki küçük çocukmuşuk Kışmış hava Mışıl mışıl üşümekten Başıbüyük'te Bir beş taşın dibinde Diz dize oturmuşuk Birbirimize sokulmuşuk İki küçük çocukmuşuk Birimiz VE Birimiz VEYA Güya bir rüyaymış Bu rüya. Şiir: CAN YÜCEL Kabul etmenin ilk adımıdır. Biz varız , biriz demenin bir yoludur. İki bedende bir can olmadır. İleri gitmeyi de sağlar. Memnunuz demeyi de getirir. Ellerin konuşmasıdır. Seninleyim ve seni tutuyorumu da anlatır. Dikkatini sana vermedir. Heyecan veren bir durumdur. Bir ilişkinin başladığının işaretidir. Aşkın vücut dilinde hayat bulduğu andır. Sessiz sevgi ifadesidir. Romantizmle de desteklenendir. Yanındakiyle bir bağ kurmaktır. İçimize ferahlığı da getirir. Büyü gibi gelen bir harekettir. Kıvılcımın, ısınmanın, ateşin hissedilmesidir. Tutuşmanın da adı olur. Kavuşmanın hareket halidir. Güvenmenin işaretidir. Dokunmayı, sarılmayı, duygusallığı da içine alır. Emeğin, şefkatin, üretmenin, dayanışmanın sarmanın beraberliğidir. Bir destektir. Parmakların birbirine kenetlenmesidir. İnsanı güçlü hissettirendir. Buz gibi havada ellerin ısınmasını sağlar. Eğer ortam sıcaksa ellerin terlemesine sebep olur. Sıcaklığında sürekli mevsim normalleri üzerinde seyrettiği durumu da anımsatır. Çiftlerin yürürken aralarına birilerinin girmesine de engel olur. Birlikteliği sürdürmektir. Ellerin birliğidir. O anın beraberce paylaşılmasıdır. Karşılık da içerir. Aynı yolda olmaktır. Düşmeyi de engelleyendir. Çekinmektir ,utanmaktır, kimi zaman . Cinsiyetçilikte yer bulur. Seksin de başlangıç noktası olarak da görülebilir. Önce elini tutma, sonra sarılma suretiyle bedene yaslanma ardından dudak dudağa, dil dile değer arkası da gelebilmektedir. Sekse giden yolu açan anahtar olarak görülmeden de el el tutuşmak mümkündür. Örneğin çocuğun elini tutulması gibi. Aynı anda huzur ve huzursuzlukta verebilen de bir eylemdir. Ayrıca yapılan bilimsel araştırmalara göre: El ele tutuşmak acıyı stresi de azaltmaktadır. İnsanlar için neyi ifade ediyorsa, tepkileri de ona göre oluyor kimisi direkt ürküyor kimi de refleks gibi çekmektedir elini. Bir kısmı da kim bu nerden çıktı diyebilmektedir. Geçmişte çok önemli bir olay olarak görülürdü. Cesaret olarak tanımlanırdı. Günümüzde ise yerine göre normal karşılanmaktadır. Yazımızı Emily Kimbrough’nın sözüyle tamamlayalım “Unutma, hepimiz tökezliyoruz, her birimiz. Bu yüzden el ele gitmek bir rahatlıktır”. ozgur694@hotmail.com

  • KÖPEKLERİ NE YAPALIM?

    Zeki Sarıhan * Türkiye’de sokak köpekleri sorunu, nerdeyse Maarif Müfredatı ve emekli sorunlarının önüne geçti. Sokak köpekleri her gün birkaç kişiyi ısırarak bu gündemi kendileri yarattılar. Kent sokaklarında sakin sakin dolaşan, bulduğu sıcak kaldırımda yatmayı tercih eden, onun bunun acıyarak sevabına verdiği et ve ekmek artıklarıyla beslenen zavallı köpekler, saldırgan hemcinslerine ne kadar beddua etseler haklıdırlar. Aslına bakarsanız bu dünya insanlardan çok, diğer canlılara aittir. İnsan ırkının yeryüzünde görülmesi şunun şurasında bir milyondan daha eski değil. Köpeklerin ataları olan kurtların tarihi ise 30-40 milyon öncesine dayanıyormuş. (Vikipedia.) Şimdi insanlar bu dünyanın asıl sahipleriymiş gibi köpekleri nasıl kontrol altına alacaklarını tartışıyor. Onları evlerimize mi alalım, tasma takıp avludaki kulübede mi tutalım, koyunlarımızı mı güttürelim, barınaklara mı hapsedelim? Yoksa Amerika’da bir idam türü olan ilaç vererek öldürelim mi? Buna dağdan gelip bağdakini kovmak denir. İnsanoğlu, canlılar arasında en gelişmiş beyne sahip olmanın verdiği hakkı böyle kullanıyor. Vahşi doğanın en eski kanununu uyguluyor. Diğer canlıların etiyle besleniyor. Dinler de bunu mübah görüyor. Her yıl milyonlarca hayvan Tanrı’dan aferin almak için kurban ediliyor. Bundan 12 bin yıl önce, insanlar avcılık yapmak, sürülerini diğer vahşi hayvanlardan korumak gibi nedenlerle köpekleri evcilleştirdiler. İnsanlar köpeklere çok şey borçludur. O kadar ki Eski Mısır soyluları, besledikleri köpeklerin kendileriyle birlikte gömülmelerini isterlermiş. Yeraltı dünyasında da bu köpeklerin kendilerini koruyacaklarına inanıyorlarmış. Soylulardan başkasının köpek beslemesi de yasakmış. Toprağa yerleşip sınıflar, devletler oluştuktan sonra İnsanlar arasında ne zaman eşitlik oldu ki? İT Mİ KÖPEK Mİ? Anadolu Türklerini bu hayvan cinsine verdikleri ilk isim “İt”tir. Bugün de köylerde it sözü kullanılıyor. Bununla birlikte “İt”, insanlar için, hiç de iyi olmayan sıfatlar için kullanılıyor. “İt” en ağır hakaretlerden sayılıyor. Bu nedenle kanunda da cezayı gerektiren bir sıfat olmalı. Bu nedenle birbirlerine en ağır hakaretlerde bulunan şiyasetçilerimiz birbirlerine “İt” veya “köpek” diyemiyor. Bu zavallı hayvanın hak etmediği böyle bir hakaret öznesi olarak kullanılmasının nedeni ne gariptir ki, sahibine bağlılığı, onun emrinden dışarı çıkmaması ve onu korumasıdır. Gerçekte, bu özellikleri olan, yani bir sahip tarafından beslenen ve onun emrinden dışarı çıkmayıp, onu korumak için başkalarına çemkirmeyi meslek edinmiş pek çok insan var. “Köpek” sözcüğü de Anadolu Türkçesine başka Türk lehçelerinden girmiştir ve sonundaki -ek eki onun Türkçe olduğunun kanıtıdır. Ancak Selçuklu vezirlerinden birinin adının Sadettin Köpek olması beni hep düşündürmüştür. Acaba bu “Köpek”, bildiğimiz o zamanlar kullanılan biçimiyle “İt” midir? Oyle olmasa bile onun siyasi hayatını okuyanlar birçok itlikleri olduğunu teslim edeceklerdir… KÖPEKTEN KORUNMANIN YOLLARI Benim ilk gençlik yıllarımda köyde bazı ailelerin köpekleri vardı. Çoban köpeklerini saymazsak bunlar, eve yabancıları yaklaştırmamak için beslenirlerdi. Daha çok ıssız yerlerde ve mahallelerin dış halkalarındaki evlerde bulunurlardı. Bu evlerin yanından geçmek tehlikeliydi. Ev sahibine uzaktan seslenerek köpeği sakinleştirilmesi istenir eve öyle varılır veya yoldan ancak öyle geçilirdi. Köylüler, böyle bekçi köpeklerinden korunmanın yollarını da geliştirmişlerdir. Bunlardan biri, köpeğe hiç bakmadan, o yokmuş gibi davranarak yavaşça geçip gitmektir. Gene de köpek size saldırırsa yere oturmaktır. Köpek kaçanı kovalar da oturana neden saldırmaz, bunun köpek davranışlarıyla bir ilgisi olmalıdır. Başka bir korunma yolu köpeğe taş atmaktır. Neden bilinmez, bu cins köpekler mutlaka atılan taşın peşinden gider, fakat geri dönüp tekrar size saldırır. O zaman yeni bir taş daha fırlatmaktır. Böyle böyle onun koruduğu bölgeden uzaklaşabilirsiniz. Köpekler sizi ancak belli bir mesafeye kadar takip eder. Bunun köpek ölçülerine göre bir metre hesabı vardır. Üzerinize bir köpek geldiğinde elinizde bir sopa bulunması ve onu havada tutmanız da korunma yollarından birdir. Fakat sopayı asla indirmemelisiniz. O varsın “köpek dibi” havlasın dursun. Sopadan korkarak size saldırmaz. “Köpeksiz köy bulmuş da köteksiz” geziyor” sözü köteğin köpekten korunmasındaki yerine işaret eder. Bizim ailenin hiç köpeği olmadı. Yalnız ilk gençlik yıllarımda “Paytak” adını verdiğimiz kedi irisi kadar cüssesi olan sevimli bir süs köpeğimiz vardı. Altı saat çeken ilçe merkezine kadar eşeğin andından paytak paytak yürüyerek geldiğini hatırlıyorum. Şimdi de köyde yeğenlerim “Raci” adını verdikleri bir maskarayı besleniyor, onun çeşitli oyunlarıyla eğleniyorlar. ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER! Ankara’da yaşadığımız 80 kadar bağımsız hanenin bulunduğu sitede ise demirlerle çevrilmiş avluya zincirlenmiş birkaç köpek var. Sokaktan geçenlere öyle bir havlıyorlar ki irkilmemek elde değil. Sahipleri bunları bazen parkta gezdiriyor. Bir ellerinde de torba eksik olmuyor. Köpek pislerse onu eldivenli elleriyle alıp torbaya koyuyorlar. Belli ki bu da herkesin hoşlanmayacağı bir iş. Yalnızlaşmış kent insanının kendisine arkadaş arayışı mı desek… Sokak köpeklerini ne yapalım? İnsanlara acımıyorsunuz, bari bu zavallı hayvanlara acıyın efendiler. Köpekleri öldürmeyin! (30 Mayıs 2024) zekisarihan.com

  • Kentsel Mekânlar ve Gezi Parkı

    Yusuf AKSOY * Bağımlı ilişkiler alanı olan mekân, içinde olduğumuz, planlanmış, kültür aşılayan, çok yönlü denetlenen, açık ya da kapalı örgütlenmiş her yerdir. Mekânın içindeki ve çevresindeki tüm gösterge, simge ve eşyalar yeniden üretim araçlarıdır. Pre-modern dönemlerde mekân, beslenme ve güvenlik gereksinimi, tarım ve hayvancılığa bağlı ürünlerin el değiştirmesi gibi sınırlı ilişkilerin yeri idi. Modern üretim ilişkilerinin ve onun siyasal ilişkilerinin belirleyiciliğindeki dönemden itibaren mekânlar, meta ve piyasa dolayımlı daha geniş ilişkilerin yön verdiği politik alanlara dönüşmüştür. Mekânlar, içinde bulunduğumuz kapitalist sistem koşullarında maniple edilen algıdan ve görünür olandan çok farklı ve fazla anlamlar içermektedir. Nüfusu artık milyonlarla ifade edilen kentler, kırsal yaşamın tavsiyesini de zorlamaktadır. Günümüz kentleri, neoliberalizmin küresel kuşatması ile kapitalizmin sermaye birikim alanları ve yeniden üretim merkezlerine dönüştürülmüştür. Siyasal rejim değişikliklerinde, yer ve kurum adlarının, anıt ve heykellerin, üniformaların, başkentlerin değiştirilmesi, mekânların cinsiyetleştirilmesi ve zaman mekân ilişkilerinin yeniden planlanması hiç de masumane değişiklikler değildir. Tüm bu değişikliklerin arka planında yeni tahakkümün ideolojisi mevcuttur. Yeryüzündeki ilk kentler Mezopotamya’da M.Ö. 3500, Mısır’da M.Ö. 3000, Çin ve Hindistan’da M.Ö. 2500’de Neolitik dönemin sonunda ortaya çıkmıştır. Antik Yunan ve Roma‘da ise kentlerin M.Ö. 6.-7. Yüzyıllarda kurulduğu arkeolojik bulgularla açıklanmaktadır. İlkçağ kentlerinin belirgin özelliği tarıma dayalı yerleşik hayatın ürettiklerini pazarlamaya yönelik düşüncedir. Bu kentlerin etrafları genellikle yuvarlak/elips biçiminde çevrilmiş ve haç sembolü gibi yol kesişimleri üzerinde kurulmuştur. O dönemler ticari pazarı yönetecek gruplara biat ettirecek dinsel mabetler inşa edilmiştir. Bu dinsel mabetler kentin en büyük ve gösterişli yapıları olmuştur. Günümüzden 12 bin yıl önce kurulduğu iddia edilen , Şanlıurfa il sınırları içinde dünyanın en eski kült yapılar topluluğu olan Göbekli Tepe’deki arkeolojik bulgular bize bu konuda benzer birçok birçok bilgi sunmaktadır. Monoteist dinlerin mabetleri olan sinagog, kilise, cami vb. özellikle Ortaçağ’dan itibaren görünürlük kazanmaya başlamıştır. Bu dinsel mekânların mimarisi ise korku üzerine kul ilişkilerini düzenleyen özelliklerle yapılmıştır. Günümüz kapitalizminde ise bu dinsel mekânlar denetimli olarak varlığını ve önemini sürdürürken, göğe yükselerek kutsallık çağrıştıran gökdelenler, Castells’in dediği gibi ihtişamı ve simgeselliği ile kapitalizmin mabetlerine dönüşmüştür. Çarpıcı bir örnek verecek olursak Mekke’de kutsal Kâbe’nin yanına en büyük Hilton otellerinden biri yapıldı. 10 yıl içinde gerçekleşecek bir proje ile de Müslümanlar için kutsal sayılan birçok kutsal mekân yıkılarak yerine Kabe’yi çevreleyen en az 30’ar katlı gökdelenler yapılmış olacak. Suudi Arabistan’ın yeşil sermayesi gücü ve ihtişamı artık gökdelenlerle tesis ediyor. Castells: “Kentleri anlamanın yolu mekânsal biçimlerin nasıl oluştuklarını ve dönüştüklerini kavramaktan geçmektedir. Kent ve mahallelerin mimari özellikleri ve planları, farklı sosyal gruplar arasındaki çatışma ve mücadeleleri yansıtır. Örneğin gökdelenler, kâr elde etme amacıyla yapılabildiği gibi teknoloji ve güven aracılığıyla kent üzerinde paranın gücünü sembolize ederler. Dahası bu dev binalar, kapitalizmin yükselme döneminin katedralleridir.” Henri Lefebre de mekân ile ilgili şu vurguyu yapar: “Mekân toplumsal üretimin bir sonucu olarak meydana gelmiştir. Dolayısıyla mekân politika ya da ideolojiden uzaklaştırılmış bir nesne değildir; her zaman politik ve stratejik olmuştur. Çünkü mekân tarihsel ve doğal unsurların kaynaşıp güncellenmiş halidir, ancak siyasi bir biçimde yapılmıştır. Bu çerçevede de mekân politik ve ideolojiktir. (Tümtaş, 2012). Tümtaş, bu nedenle mekân, sosyo-ekonomik ve siyasal çatışmaların bir alanı haline gelmektedir ve bu sayede toplumsal ilişkiler mekânda gerçekleşmektedir, demektedir. Kentlerin meydana gelişini açıklayan,’Hidrolik Toplum Kavramı ve Artı Ürün-Ekonomik Teoriler (Pazar yeri olarak kent) Askeri ve Dinsel Kuramlar, Childe, Sjoberg ve Lampard gibi sosyologların geliştirdiği kavramsal çerçeveleri incelediğimizde kentlerin kuruluşunun birden çok argümana yaslandığını görmekteyiz. Yaşadığı çevreyi değiştirip yeniden kurma yeteneğine sahip olan insan/insan toplulukları diyalektik bir yaklaşımla daha iyi beslenme, güvenlik ve birlikte yaşama arzusundan dolayı yerleşik hayata geçmiştir. İrili ufaklı köylerin etrafları çevrilerek kentsel mekânlara dönüştürülmesi ilk çağlardan günümüze dek aynı beklentiler hedefinde olmuştur. Feodal tarım toplumlarında toprağın bölüşümü, tarım ürünlerinin artı değer üretmesi ve bunun paylaşılması despot aristokrasinin kontrolündeydi. Nüfus artışı, nüfus artışının üretimle ilişkilenerek gelişmesi ve teknolojinin devreye girmesiyle sanayi kentlerine geliş sosyal, ekonomik ve siyasal nedenlerin tümünün belirleyiciliğinde olmuştur. Kapitalist modernite ile beraber kent algısı ve tanımı üretim ilişkileri üzerinden yeniden şekillenmiştir.. Kent ve kentte yaşayanlar meta bakış açısıyla piyasanın ihtiyaçları üzerinden bütünlüklü olarak düşünülerek yeni bir yaşam modeli içerisinde dizayn edilmişlerdir. Toplumsal ilişkiler çoğulcu bir anlayışın dışında, homojen anlayışla ele alınmıştır. Tekçi bir kültür oluşturma, dolayısıyla ortak bir üretim perspektifine uygun bir toplum beklentisi, toplu üretim mekanizmasına uyarlama hedefinde olmuştur. Ülkemizde Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile kentsel dönüşüm adıyla uygulanan proje tamda budur. TOKİ, dönüştürülmek istenen kentsel mekan alanlarını hayata geçirmek bir yandan, kimseye ait olmaması gereken kasaba-ilçe ve kentlerdeki doğal ve yapılaşmamış alanları inşat sektörüne rant olarak aktarmaktadır. Böylece tek düze, homojen bir yapıya ait ve estetiğe hiç uygun olmayan konutlarla doğal alanları işgal etmiştir etmektedir. Yoksul ve emekçi mahallelerindeki yıkım, oralardaki komşuluk ilişkileri ve dayanışsal kolektif bir yaşam modeline müdahale ederek onu dağıtmış ve topluluğu bu ilişkilere yabancılaştırmıştır. “Marcuse, moderniteyi ‘rahatlığın demir kafesi’ olarak nitelendirirken söylemek istediği tam da TOKİ eleştirisinin özetidir. Aslanoğlu'nun da vurguladığı gibi, modern kentler bir yandan uygarlıkların ürünü yapılar, kütüphaneler, tiyatrolar, yollar, köprüler ile doludur. Diğer yandan ise yoksul barınakları, trafik kaosu ile kalabalıkların alanıdır. Modern kent insanın doğayla arasına ciddi anlamda mesafenin konduğu, yabancılaşmanın başladığı yerdir de aynı zamanda. Toplumcu ekolojist anlayış bu yabancılaşmayı bir dengeye oturtma uğraşısı içinde olsa da ‘yeşil kapitalizm’ anlayışına alternatif bütüncül bir karşı koyuş oluşturabilecek perspektifinden henüz yoksundur. Kapitalizm 1990’lı yıllardan itibaren küreselleşme adını verdiği ve neoliberal politikalarla döngüsünü devam ettirme yönelimi ile insana, topluma ve mekânlara da daha farklı yerlerden bakmaya başladı. Bütünsel bakışın yerini sermaye birikimi ve dolaşımının ihtiyaçları üzerinden parçalı, bölünmüş bir anlayış almıştır. Postmodernizm; kenti, farklılığın ve çeşitliliğin mekânı olarak görüyor gibi yapsa da türdeş, edilgen ve sistemi besleyen örgütsüz ve biat edenlerin şekilsel farklılıkları olan, etrafları kuşatılmış özgürleri kastetmektedir. Günümüz kentleri kapitalizmin küresel düzeyde sermaye birikimi ve değişimi hedefli demografik, kültürel, toplumsal, iktisadi ve ideolojik olarak kendini yeniden inşa ettiği alanlar olarak görülmektedir. Gezi Parkı direnişinin en belirgin görünen nedenlerinden biri de tam bu bakış gereğince, kenti üretici özgür insandan, toplumdan ve yeşilden koparmaya karşı yüksek sesli itirazdır. İstanbul’u, 15-16 milyon insanı içinde barındıran demografik yapısıyla, ulusal ve uluslar arası sermayeye ait endüstri işletmeleriyle, jeopolitik konumu ve diğer yönleriyle değerlendirdiğimizde Gezi Parkı’nın ortadan kaldırılması için yapılan saldırıların arka planını anlamakta hiç de sorun yaşamayız. 12 Eylül askeri darbesi sadece muhaliflere karşı suç işlemedi, toplumun ortak mirası olan kıyıları rantiyeye vererek, zeytinlik alanları inşaat arsalarına dönüştürerek çok çeşitli mekânlara karşı da suçlar işlenmiştir. 12 Eylül Anayasası hala varlığını sürdürdüğü için darbeden sonraki tüm hükümetler aynı despotluğu, baskıları ve çevre talanının sürmesi ile ilgili suçlara ortak olmuştur. İnsanca değerler ve ekoloji adına örgütlenmenin suç sayıldığı ender ülkelerden biri durumunda olma halimiz ne yazık ki katlanarak sürmektedir. Kıyıların ve zeytinlik alanların talanıyla başlayan çevre katliamı, son 15 yılda da Termik Santraller, HES’ler, Maden Ocakları, Taş Ocakları ve kentsel dönüşüm adı verilen talan ve işgal uygulamalarının ismi olan TOKİ’lerle sürmüştür. Güneş’in de dediği gibi: “Türkiye’de kamu (en örgütlü biçimiyle devlet), kentlerin üretiminden çok tüketimi aşamasında yer almayı ‘tercih’ eder. Tabi ki bu tercih, kaba özel mülkiyet anlayışına dayanan liberal bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Ercan’ın vurguladığı gibi: “Gezi Direnişi’ne akın akın insanların yönelmesi, bir anda kendi insan oluşumuzu hatırlamakla ilgiliydi. Bu genel insan oluşun öyküsü, bu genel oluşu ifade etmeden sınıf analizlerine yönelmek, bir şeyleri eksik, hatalı ve hatta Gezi Direnişi’nin duygusunu anlattığımız Cami, AVM ittifakının devlet içinde gücünün göstergesini eksik ifade etme anlamında olacaktır. (Ercan, 2013). Kentsel dönüşüm adına Taksim ve Gezi Parkı projelerindeki cami, kışla ve AVM kapitalizmin sermaye birikimi dolaylı kendini yeniden üretmesinin sembolleri ve güç merkezleridir. Tarihsel olarak yaşam alanlarımıza sahip çıkma sorumluluğumuzu erteleyemeyiz. Kapitalizmin ‘kalpsiz mekânı’ olan kent anlayışına, dur diyebilmek, yakıcı bir toplumsal bir görev olarak karşımızda durmaktadır. İnsandan, toplumsal üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinden ve doğadan yalıtılmış ayrık kentsel mekâna hayır demeliyiz. Tüketime ve yıkıma karşı kolektif üretici yaşamı mümkün kılan, doğayla iç içe gelişebilecek ve denetlenebilecek kent hakkı bilinciyle kentsel mekânlarımıza tutarlı bir biçimde sahip çıkmalıyız. Bu duygu ve düşüncelerle Gezi'nin 11. yılında doğa ile barış içerisinde, onurlu bir hayat için bedel ödeyerek hayatını kaybeden tüm güzel insanlarımızı saygı, özlem ve onurla anıyorum. KAYNAKÇA Aslanoğlu, Rana A. ,(2000) Kent Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Ezgi Kitabevi Ercan, Fuat ,(2013),’ Cami ve Avm’nin İttifakından Kışla’ya ‘, Gezi Direnişi Üzerindeki Düşünceler, Ankara: Notabene Yayınları Güneş,Muharrem,/… (2014),’Dayatmacı Çözüm Yerine’ ‘Yerinden Çözüm Bir Sorun Bir Çözüm Önersi’ Bütünleşik Kent Yönetimi’’Kent ve Politika, Ankara: Detay Yayıncılık ”(Güçlü,2002, s.11-1http://sosyolojisi.com/manuel-castells-1942-kollektif-tueketim-ve-kentsel-hareketler-cagdas-kent-sosyolojisi-kuramlari/1557.html) Tümtaş, Mim Sertaç,(2012) ,Kent, Mekan ve Ayrışma , Ankara: Deltay Yayıncılık wikipedia.org

  • HAZİRANDA ÖLMEK ZOR

    -orhan kemal'in güzel anısına - -gezi olaylarında ölen gençlerin anısına- işten çıktım sokaktayım elim yüzüm üstüm başım gazete sokakta tank paleti sokakta düdük sesi sokakta tomson sokağa çıkmak yasak sokaktayım gece leylâk ve tomurcuk kokuyor yaralı bir şahin olmuş yüreğim uy anam anam haziranda ölmek zor! havada tüy havada kuş havada kuş soluğu kokusu hava leylâk ve tomurcuk kokuyor ne anlar acılardan/güzel haziran ne anlar güzel bahar! kopuk bir kol sokakta çırpınıp durur çalışmışım on beş saat tükenmişim on beş saat acıkmışım yorulmuşum uykusamışım anama sövmüş patron ter döktüğüm gazetede sıkmışım dişlerimi ıslıkla söylemişim umutlarımı susarak söylemişim sıcak bir ev özlemişim sıcak bir yemek ve sıcacık bir yatakta unutturan öpücükler çıkmışım bir kavgadan vurmuşum sokaklara sokakta tank paleti sokakta düdük sesi sarı sarı yapraklarla birlikte sanki dallarda insan iskeletleri asacaklar aydemir'i asacaklar gürcan'ı belki başkalarını pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim dökülüyor etlerim sarı yapraklar gibi asmak neyi kurtarır sarı sarı yaprakları kuru dallara? yolunmuş yaprakları kırılmış dallarıyla ne anlatır bir ağaç hani rüzgâr hani kuş hani nerde rüzgârlı kuş sesleri? asılmak sorun değil asılmamak da değil kimin kimi astığı kimin kimi neden niçin astığı budur işte asıl sorun! sevdim gelin morunu sevdim şiir morunu moru sevdim tomurcukta moru sevdim memede ve öptüğüm dudakta ama sevmedim, hayır iğrendim insanoğlunun yağlı ipte sallanan morluğundan! neden böyle acılıyım neden böyle ağrılı neden niçin bu sokaklar böyle boş niçin neden bu evler böyle dolu? sokaklarla solur evler sokaklarla atar nabzı kentlerin sokaksız kent kentsiz ülke kahkahanın yanı başı gözyaşı işten çıktım elim yüzüm üstüm başım gazete karanlıkta akan bir su gibi vurdum kendimi caddelere hava leylâk ve tomurcuk kokusu havada kör yoluna havada suçsuz günahsız gitme korkusu ah desem eriyecek demirleri bu korkuluğun oh desem tutuşacak soluğum asmak neyi kurtarır öldürmek neyi yaşatmaktır önemlisi güzel yaşatmak abeceden geçirmek kıracın çekirgesini ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak ah yavrum ah güzelim canım benim / sevdiceğim bi tanem kısa sürdü bu yolculuk n'eylersin ki sonu yok! gece leylâk ve tomurcuk kokuyor uy anam anam haziranda ölmek zor! nerdeyim ben nerdeyim ben nerdeyim? kimsiniz siz kimsiniz siz kimsiniz? ne söyler bu radyolar gazeteler ne yazar kim ölmüş uzaklarda göçen kim dünyamızdan? asmak neyi kurtarır öldürmek neyi? yolunmuş yaprakları ve kırılmış dallarıyla bir ağaç söyler hangi güzelliği? kökü burda yüreğimde yaprakları uzaklarda bir çınar ıslık çala çala göçtü bir çınar göçtü memet diye diye şafak vakti bir çınar silkeledi kuşlarını güneşlerini: «oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet, memet!» gece leylâk ve tomurcuk kokuyor üstüm başım elim yüzüm gazete vurmuşum sokaklara vurmuşum karanlığa uy anam anam haziranda ölmek zor! bu acılar bu ağrılar bu yürek neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar bu ağaçlar niçin böyle yapraksız bu geceler niçin böyle insansız bu insanlar niçin böyle yarınsız bu niçinler niçin böyle yanıtsız? kim bu korku kim bu umut ne adına kim için? «uyarına gelirse tepemde bir de çınar» demişti on yıl önce demek ki on yıl sonra demek ki sabah sabah demek ki «manda gönü» demek ki «şile bezi» demek ki «yeşil biber» bir de memet'in yüzü bir de güzel istanbul bir de «saman sarısı» bir de özlem kırmızısı demek ki göçtü usta kaldı yürek sızısı geride kalanlara nerdeyim ben nerdeyim? kimsiniz siz kimsiniz? yıllar var ki ter içinde taşıdım ben bu yükü bıraktım acının alkışlarına 3 haziran '63'ü bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta bir kırmızı gül dalı iğilmiş üzerine yatıyor oralarda bir eski gömütlükte yatıyor usta bir kırmızı gül dalı iğilmiş üzerine okşar yanan alnını bir kırmızı gül dalı nâzım ustanın gece leylâk ve tomurcuk kokuyor bir basın işçisiyim elim yüzüm üstüm başım gazete geçsem de gölgesinden tankların tomsonların şuramda bir çalıkuşu ötüyor uy anam anam haziranda ölmek zor! * şairin NOTU: 1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976'larda şiire. On üç yılda özümsemişim o olayları, on üç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa kadar" demiş eskiler. Hasan Hüseyin * ** 31.Mayıs. 2018, maviADA

  • Bir Anadolu Lezzeti; TARHANA ÇORBASI

    Tarhana Çorbası 3 yemek kaşığı ev tarhanası 1 yemek kaşığı nane 2 yemek kaşığı sıvı yağ 1 yemek kaşığı salça 6 su bardağı su Kırmızı pul biber, sarımsak Karabiber Tuz UYGULAMASI 1.Tenceremizin içerisine sıvı yağ, nane, salça ekleyip biraz karıştırarak kavuruyoruz. Dilerseniz tereyağı da kullanabilirsiniz. 2. Tarhanayı koyup soğuk suyu yavaş yavaş ekleyip çırpıcı ile karıştırabilirsiniz, ateş de kısık olunca topaklanma ihtimali azalır. (Su yerine et veya tavuk suyu da kullanılabilinir) 2. Suyu yavaş yavaş ilave ediyoruz ve devamlı kaynayana kadar karıştırarak pişiriyoruz. Topaklanmaması için tel çırpıcı ile karıştırabilirsiniz. 3. Kaynadıktan sonra, nane, sarımsak ya da baharatlar ekleyip 5 dk daha bekleyip ocaktan alıyoruz, tarhana çorbamızı… Afiyet olsun. HİKAYESİ Tarhana için türlü rivayeteler vardır. Biz birkaçını aktaralım. Tarhana, geçmişi Orta Asya’ya kadar uzanan, tarihin o zamanlarından günümüze kadar olan süreçte özellikle de hastalıklarda şifa niyetine kullanılan bir besindir. Tarhana, 16. yy başında Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han döneminde Mısır seferi öncesi ortaya çıkmıştır. O zamanlar Mısır’ın fethi için uzun bir yolculuğa çıkarılacaktır ve gıda ihtiyacının karşılanması için taşınma açısından hafif gıdalara ihtiyaç vardır. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun uzun uğraşlar sonucu ana maddesi buğday ve yoğurttan hem dayanıklı hem de hafif olan tarhanayı yapmıştır. O zamandan günümüze de tarhana geleneksel Türk mutfağının en önemli lezzetlerinden biri olmuştur. Dilden dile dolaşan efsanelere göre padişah bir gün fakir bir aileyi ziyaret eder. Evin hanımı da padişaha mahcup olmamak adına evde olan malzemelerle bir çorba pişirir ve padişaha ikram eder. Çorbayı çok beğenen padişah çorbanın ismini sorduğunda ise evin hanımı kıt malzemeleri ile yaptığı çorba için ‘’dar hane çorbası’’ der. "Dar hane çorbası" olarak da bilinen tarhana o zamanlardan bu zamana bugünkü bilinen ismini almıştır. Tarhananın Türkiye'deki Önemi Türkiye mutfak çeşitliliği ve lezzeti açısından dünyadaki en önemli mutfaklardan biridir. Ülkemizin kültürüne özgü birçok çeşidi bulunmaktadır. Bunlardan biri de tarhanadır. Besin değeri en yüksek gıdalardan biri olan tarhana, kalsiyum, demir, magnezyum gibi mineraller içermektedir. Hem sağlık hem kendine özgü lezzet açısından Türkiye’de sıklıkla tüketilen tarhana, özellikle Maraş ve Uşak illerimizde olmak üzere sürdürülebilirliğinin sağlanması için iki coğrafi ödülü almıştır. Tarhananın Türkiye’de 50’den fazla çeşidi bulunmaktadır. Maraş tarhanası, Ege tarhanası, top tarhana, Trakya tarhanası, Kastamonu tarhanası, Uşak tarhanası, Sivas tarhanası, Beyşehir tarhanası, göçmen, göce, sür, üzüm tarhanası, şalgamlı tarhana, kıymalı tarhana ve pancarlı tarhana gibi isimlerle bilinen tarhana çeşitleri vardır. Hemen hemen her bölgeye hatta her ile özgü tarhana çeşidi bulunmaktadır. Bu çeşitler içinde en çok bilineni ve tadıyla Türkiye’de farklı yer kaplayanı Uşak tarhanasıdır. Uşak’ın Eşme ilçesinde tarhana önemli bir yer kaplamaktadır. Yaz mevsiminde bolca tarhana yapılır ve özellikle kış geldiğinde tüketilir. Bu tarhana çeşidi eşme tarhanası olarak bilinmektedir. Tarhana Bozulur mu? Tarhana içeriğinde bulunan vitamin ve mineraller bakımından sağlık açısından oldukça faydalıdır. Özellikle kış aylarında soğuk algınlığı gibi hastalıklar için şifa yerine geçmektedir. Yaz aylarından yapılması tercih edilmekle birlikte muhafaza edilmesi açısından serin ortama ihtiyacı vardır. Bu sebeple kışın tarhananın sağlıklı bir şekilde saklanması daha kolaydır. Yaz aylarında ise serin yerlerde tutulması tarhananın bozulmaması açısından önemlidir.

  • Niyazi Uyar

    Niyazi UYAR'ın tüm yazılarını görmek için resme tıklayın

  • Aycan Aytore

    Basılı dergi maviADA'da 2011 yılından bu yana yer alan Aycan Aytore İnternet platformunda sayfa tasarımında ve editör olarak da yer alıyor. / *YETKİLİ YAZARLAR SAYFAYA DÜZENLİ YAZARLAR. *KONUK YAZARLAR ayda en az bir kez yazarlar *BAŞLANGIÇTA EN AZ ÜÇ YAZIYLA YER ALIRLAR *DERGİYE ANILACAK BİR YARARLARI OLAN KONUK YAZARLARIN DERGİDEN AYRILSALAR DA YAZILARI , TANITIMLARI SÜRER.

  • Semihat KARADAĞLI

    2020-yılından bu yana maviADA yazarı, aynı zamanda İZMİR TEMSİLCİ'si olan, Semihat KARADAĞLI'nın bütün yazılarına ulaşmak için resme tıklayın. *YETKİLİ YAZARLAR SAYFAYA DÜZENLİ YAZARLAR. *KONUK YAZARLAR AYDA EN AZ BİR KEZ YAZARLAR *BAŞLANGIÇTA EN AZ ÜÇ YAZIYLA YER ALIRLAR

  • İbrahim TIĞ

    2024'ten buyana maviADA'da Yazan İBRAHİM TIĞ Aynı zamanda ZONGULDAK TEMSİLCİSİ Yazılarını görmek için İÇİN RESME TIKLAYIN

  • Fuat Özgen

    1950 Yılında Maçka'da doğdum. İlkokul ve ortaokulu Maçka'da okudum. 1970'de Trabzon öğretmen okulunu bitirdim. 1973'te Fatih Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünden mezun oldum. Ülkenin değişik yerlerinde öğretmen ve yöneticilik yaptım. 1999'da emekli oldum. Okuma ilgim çocukluğumdan vardı, yazma ilgim öğretmenlik yaşamımda gelişti. Şiir ve öykü çalışmalarım var. Yalova Şairler ve Yazarlar Derneği üyesiyim. İlk şiirim maviADA Dergisinde 2009'da yer aldı. Yalova'da yaşıyorum.

  • Muhsine Arda

    KONUK YAZAR Muhsine ARDA'nın *YAZILARINI GÖRMEK İçin RESME TIKLAYIN * *** * *YETKİLİ YAZARLAR SAYFAYA DÜZENLİ YAZARLAR. *KONUK YAZARLAR ayda en az bir kez yazarlar *BAŞLANGIÇTA EN AZ ÜÇ YAZIYLA YER ALIRLAR *DERGİYE ANILACAK BİR YARARLARI OLMAMIŞSA YAZAR SAYFALARI KALDIRILIR #YAZARLAR #ADALILAR #MUHSİNEARDA #KONUK YAZARLAR

  • Hasan GÜLERYÜZ

    KONUK YAZAR * Tüm yazılarını okumak için resme tıklayın

  • Muzaffer GÜLTEKİN

    KONUK YAZAR: İnsan, toplum, doğa ilişkilerini konu alan şiirleri KimseSİZ ve maviADA dergilerinde yayımlandı. 23.02.2023 tarihinde aramızdan ayrıldı. Tüm yazılarını okumak için resme tıklayın *

bottom of page