top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • KARA KEDİ

    Edgar Allan Poe * "Anlatacağım bu şaşılası hikâyeye inanacağınızı sanmıyor, sizi de inanmaya zorlamıyorum. Benim, kendimin inanmadığım bir şeye sizleri inandırmağa kalkışmam delilik olur. Buna karşın deli değilim ve düş de görmedim. Ama yarın öleceğim için, bugün içimi dökmek istiyorum. Amacım herkese açık, kısaca, çeşitli düşünceler, görüşler ileri sürmeden, evimde olup bitenleri anlatmak. Bu olaylar, en sonunda beni dehşete düşürüp şiddetli, çok büyük sıkıntılar içinde kıvrandırdılar ve yıkıntımın nedeni oldular. Gene de bunları açıklamaya çalışmayacağım. Bana dehşetten başka bir şey vermeyen bu olaylar, başkalarına korkunç gelmediği gibi, abartılmış da gelebilir. Belki, ileride, benden daha sakin, daha bilinçli ve daha az etki altında kalan birisi, anlatacağım şeylerin birbirlerini doğal biçimde izleyen olaylardan başka bir şey olmadığını ortaya koyup, gördüğüm karabasanı gerçek basitliğine indirecektir. Çocukluğumdan beri, uysallığım ve herkese, her şeye acıma duygum dikkati çekerdi. Bu acıma duygusu bende o kadar aşırıydı ki, arkadaşlarımın alaylarından yakamı kurtaramazdım. Özellikle hayvanlara çok düşkündüm ve ailem bir sürü yavru beslememe göz yummak zorunda kalırdı. Zamanımın çoğunu bu hayvanlara ayırıyor, en zevkli dakikalarımı onları besler ve severken duyuyordum. Bu acayip huy yaşım ilerledikçe daha belirgin bir hal almaya başladı ve belli başı zevklerimden biri olup çıktı, insana çok bağlı ve düşkün bir köpeği sevmiş olanlara bu zevkin derecesini anlatmam gereksiz. Bencillikten tamamiyle uzak ve çıkar gözetmeksizin kendini adamış hayvanın sevgisi ile, insanın hiç de sağlam temellere dayanmayan arkadaşlığı birbirinden çok farklıdır. Genç yağımda evlendim ve karımın zevklerinin de benimkilere uygun olduğunu görerek çok sevindim Benim evcil hayvanlara düşkünlüğümü gören karım rasladığı acaip hayvan çeşitlerini eve taşıdı. Kuşlarımız, mercan balığımız, güzel bir köpeğimiz, tavşanlarımız, küçük bir maymunumuz ve bir kedimiz oldu. Olağanüstü iri ve güzel olan bu kedi kapkara ve son kerte kurnazdı. Kurnazlığından söz ederken köhne inançlara hiç de bel bağlamayan karım eski bir inanışa göre bütün kara kedilerin kalıp değiştirmiş cinler olduğunu söyler dururdu. Benim şimdi burada sözünü edişim, salt hatırıma geldiği içindir. Adı Pluto olan bu kedi en çok sevdiğim, uğraştığım hayvandı. Onu sadece ben beslerdim. Evin içinde nereye gitsem arkamdan gelirdi. Sokakta bile beni izlememesi için güçlük çekerdim. Arkadaşlığımız bu şekilde yıllarca sürdü. Ne yazık ki, içkici oldum, (söylemeye utanıyorum) huyum suyum tamamiyle değişti, kötülüğe doğru yöneldi. Her geçen gün biraz daha sinirli, hırçın, başkalarının duygularına karşı saygısız oldum. Karıma da ağzıma geleni söylüyordum. Zamanda işi daha ileri götürerek dayak atmaya kadar vardırdım. Bu arada evdeki hayvanlar da huyumdaki değişiklikten paylarını almakta gecikmediler. Yalnız bakımsız bırakmakla kalmayarak, onlara kötü davranmağa da başladım. Buna karşın Pluto'ya olan aşırı sevgim, ona karşı sert davranmamı engelledi sayılır. Ama tavşanları, maymunu ve hattâ köpeği çevremde görünce tepelemekten kendimi alamıyordum. Alkolün etkisiyle hastalığım gittikçe arttı. Artık epey yaşlanmış ve dolayısiyle huysuzlaşmaya başlamış olan Pluto da tekmelerden sopalardan «nasibini» almağa başladı. Bir gece şehrin meyhanelerini dolaşıp zilzurna eve döndüğümde, kedinin benden kaçmak ister tavırlar takındığını görür gibi oldum. Hayvanı yakaladım; kedi korkudan şaşkına dönerek elimi ısırdı. O anda sanki şeytan içime girdi ve sanki bir kötülük ruhuma sahip olmuş gibi, her yanım kötülük etmek zevkiyle titredi. Cebimden sustalı çakımı çıkardım, açtım ve zavallı hayvanın, boynundan yakalayarak, bir gözünü oydum. Bu yabanıllık sırasında titriyor, utancımdan yerin dibine geçiyordum. Sabahleyin aklım başıma gelince yaptıklarımı korku ve pişmanlıkla ansıdım. Ama bu duygular uzun sürmedi, yeniden içki âlemlerine dalarak yapmış olduğum bu kötülüğü belleğimden sildim. Bu arada kedi yavaş yavaş iyileşti. Oyulmuş olan gözünün çukuru her ne kadar korkunç görünüyorsa da, ıstırap çeker bir durumu yoktu. Her zamanki gibi evin içinde dolaşıp duruyordu ya, pek tabiî olarak beni görünce korkuyla kaçmaktaydı. Eskiden beni pek seven hayvanın bu hareketini görünce ilkin üzüldüm, ama bu duygu giderek tiksintiye dönüştü. Bundan sonra beni uçurumun kıyısına getiren KÖTÜLÜK bütün ruhumu sardı. Bu ruhsal durumu felsefede bulmak mümkün değildir. Yaşadığıma inandığım kadar, kötülüğün de insanlığın ilk ve temel içgüdülerinden biri olduğuna, insan karakterine yön veren belli başlı duyguların birini oluşturduğuna inanıyorum. Sadece yapılmaması gerektiği için, saçma yada kötü bir hareketi yüzlerce kez yapmamış insan var mıdır? Bütün bilincimize ve mantığımıza karşın, sırf kabul edilmiş oldukları için bozma eğilimi duyduğumuz töreler, düzenler yok mudur? İşte bu kötülük isteği beni uçuruma sürükleyen son güç oldu. Sırf eziyet etmek, huyuma aykırı davranış olmak için suçsuz hayvanlara kötülük ediyordum. Bir sabah, kedinin boynuna bir ip geçirip, onu bir ağacın dalına astım. Bunu yaparken gözlerimden yaşlar boşandı ve acı bir pişmanlık duydum. Bu günahı, ruhumun hiçbir şekilde bağışlanma olanağına kavuşamaması için işlemiştim. Aynı günün gecesi «Yangın var!» çığlıklarıyla uyandım. Ateş her yanı sarmıştı ve bütün ev alev alev yanıyordu. Karım, ben ve hizmetçi, kendimizi zorlukla dışarı atabildik. Hiçbir şeyi kurtarmak mümkün olmamıştı. Elimde avucumda ne varsa yangın hepsini silip süpürmüş, beni acınası bir durumda bırakmıştı. Bu yıkımla, işlemiş olduğum cinayet arasında bir ilişki kuramayacak kadar bozguna uğramış durumdaydım. Ama her şeyi eksiksiz anlatmak, size tam bilgi vermek istiyorum. Yangının ertesi günü yıkıntıyı dolaştım. Birazı söz dışı, evin bütün duvarları yıkılmıştı. Yıkılmayan, sadece,, evin ortasında olup, yatağımın başucunun dayandığı duvardı. Sıva yeni olduğundan, yangın burasını yıkamamıştı. Bu duvarın çevresine bir sürü insan toplanmış, büyük bir dikkatle gözlerini bir yere dikmiş bakıyordu. «Çok garip, çok tuhaf..» diye söylenmeleri bende merak uyandırdı. Yaklaştım ve duvara bakınca, sanki özellikle çizilmiş gibi, kocaman bir kedinin biçimini gördüm. Biçim kusursuzdu, âdeta örnekti. Hayvanın boynunda bir ip vardı. Bunu görünce, —bakmaktan bile çekmiyordum— şaşkınlık ve korku içinde kaldım. Nedir ki, biraz düşününce, sorunu iyi kötü çözümledim. Kediyi, ansıdığıma göre, eve bitişik olan bahçedeki ağaca asmıştım. Yangın çıkar çıkmaz bir sürü insan bahçeye dolmuştu. Bunlardan biri kedinin boynundaki ipi kesmiş ve herhalde, evde uyuyanları uyandırmak niyetiyle, hayvanı pencereden içeri fırlatmış olacaktı. Bu arada yıkılan duvarlar öldürmüş olduğum hayvanı sağlam kalan duvar üzerine sıkıştırmış ve alevlerin etkisiyle fosfor işe karışınca, gördüğüm biçim ortaya çıkmıştı. İşi mantığımı ve sağduyumu kullanarak çözümlemiş olmama karşın, fecî manzara hayalimi altüst etmekten geri kalmadı. Aylarca kedinin korkunç şekli zihnimden çıkmadı ve bu arada pişmanlığa benzer ama ondan çok uzak bir duyguya yakalandım. Daha da ileri giderek kedinin yokluğunu duymağa başladım. Daha sık olarak dalıp çıktığım meyhanelere gidip gelirken aynı renk ve benzerlikte bir kedi aramaya koyuldum. Bir gece, yarı ayık durumda pis bir meyhanede otururken gözüm büyük bir cin yada rom fıçısının üzerinde duran kara bir cisme takıldı. Bir iki dakikadan beri aynı yere baktığım halde bu kara cismi neden görmemiş olduğuma şaştım. Fıçıya yaklaştım ve bu kara cismin kara bir kedi olduğunu gördüm. Bu, Pluto kadar iri ve bir yanı söz dışı, tıpatıp Pluto'ya benzeyen bir kediydi. Pluto'nun bütün tüyleri kapkaraydı, bu kedininse göğsünü kaplayan ak tüyleri vardı. Hayvana dokununca hemen yattığı yerden kalktı, mırladı, kafasiyle elimi okşadı ve bu tanışıklıktan duyduğu sevinci belirtti. Tam istediğim, aradığım kediydi bu. Meyhaneciye, hayvanı bana satmasını önerdim. Kedinin sahibi olmadığını ve zaten onu ilk defa gördüğünü söyleyerek, alıp götürmeme izin verdi. Hayvanı okşamayı sürdürdüm. Eve gitmek üzere kalktığımda baktım, benimle gelmek istiyor. Çıktım, hayvan da arkamdan gelmeye başladı. Arada sırada durarak, onu okşuyordum. Sonra birlikte yürüyorduk. Eve hemen alıştı ve karımın baş gözdesi oldu. Ben buna fena halde içerledim ve hayvandan tiksinmeye başladım, istediğimin tam tersi olmuştu. Hayvanı görmek bile istemiyordum. Ama Pluto'ya yaptıklarımı düşününce bayağı utanıyor bu yüzden kediye kötü davranmaktan çekiniyordum. Bir süre hayvana vurmadım, ama zamanla ona karşı büyük bir kin duymağa ve ondan vebadan kaçar gibi kaçmağa başladım. Bu kinimin nedeni, kediyi eve getirdiğimin ertesi günü, tıpkı Pluto gibi, bir gözünün oyuk olduğunu görmemdi. Gelgelelim bu durum, karımın kediye karşı daha acıyıcı, koruyucu davranmasına yol açtı. Çünkü daha önce söylediğim gibi, karım da acıma duygusu son kerte aşırıydı. Kediye olan tiksintim arttıkça, hayvan tersine, bana daha çok sokuluyordu. Evde nereye gitsem adım adım arkamdan geliyor, oturduğum iskemlenin yanına uzanıyor ya da kucağıma çıkarak yaltaklanıp duruyordu. Ayağa kalkıp yürüsem ayaklarımın arasına dolanıyor yada tırnaklarını pantolonuma geçirerek üstüme doğru tırmanmaya çalışıyordu. Böyle anlarda kediyi bir vuruşta yok etmek istiyordum; ama biraz, daha önceki kötü anının yılgısı ve —evet, buna inanın!— daha çok da hayvandan korkum dolayısiyle böyle bir şey yapamıyordum. Bu korkuyu tanımlayacak sözcük bulamıyorum. Bu cezaevi köşesinde —açıklamaya utanıyorum— bu korku akla gelebilecek en budalaca bir karabasanın sonucuydu. Karım birçok kez kedinin beyaz tüylerine dikkatimi çekmişti. Beyaz tüyler, asmış olduğum Pluto ile bu kedi arasındaki biricik ayrımı belirtiyordu, ilk gün dikkatimi çekmemişti, ama zamanla yavaş yavaş bu tüyler gözümde belirli bir biçim, almağa başladı. Bu biçim, korku ve dehşetin ta kendisini temsil eden ölüm ve karabasan makinası da darağacının biçimiydi. Artık insanlık duygusunu tamamiyle yitirmiş bir yaratık durumuna gelmiştim. Benim yerimi sanki canavar ruhlu bir yaratık almıştı. Gece gün düz bir dakika huzur kalmamıştı bende. Gündüzleri bu canavar ruhlu yaratık benim yerimi alıyor, geceleri ise sonu gelmeyen korkunç karabasanların ağırlığı altında eziliyordum. Bu sürekli karabasanların etkisiyle, iyilik kavramının son kırıntıları da silindi gitti ruhumdan. Beynimde sadece kötülük düşünceleri yer etti. Uğursuz ve korkunç düşünceler bir an olsun yakamı bırakmaz oldu. Herkesten, her şeyden gittikçe daha çok iğrenip tiksinmeye başladım. Sonucunda, sürekli bir bunalım içinde bulunuyordum ve karım bütün bunlara göğüs germek zorunda kalıyordu. Bir gün bir iş dolayısiyle karımla birlikte oturduğumuz yıkıntı evin bodrumuna indik. Kedi ayaklarımın arasında dolaşarak beni az kalsın merdivenlerden aşağı düşürüyordu. Kızgınlıktan çılgına dönerek orada duran bir baltayı yakaladım ve korkumu unutarak hayvana vurmak üzere kaldırdım. Eğer kaldırdığım gibi de indirebilseydim, kediyi o anda öldürecektim. Nedir ki, karım kolumu yakalayarak vurmama engel oldu. Bu araya girmeye çok fena sinirlenerek kolumu kurtardım ve baltayı bütün şiddetiyle karımın beynine yerleştirdim. Bir tek söz söylemeden düştü, öldü. Bu cinayeti işledikten sonra hiçbir vicdan sızısı duymadan ölüyü gizlemek işine giriştim. Ne gündüz, ne de gece, komşulara göstermeksizin cesedi evden çıkaramayacağımı biliyordum. Çeşitli çözüm yolları düşündüm. Bir ara, cesedi küçük parçalara bölerek yakmayı tasarladım. Daha sonra, mahzenin altını kazarak oraya gömmeyi daha uygun buldum. Bundan başka, ölüyü bahçedeki kuyuya atmak, bir sandığa yerleştirip, sanki bir eşya imiş gibi bir hamal çağırtarak taşıtmak da aklıma gelmedi değil. En sonunda bütün bunlardan çok daha iyi olduğuna hükmettiğim bir yol buldum. Cesedi, ortaçağda papazların işkence ile öldürdüklerine yaptıkları gibi duvara gömmeye karar verdim. Gerçekten de, bu iş için mahzen çok uygundu. Duvarları yer yer dökülmüş ve sıkı bir sıva ile yeniden badanalanmıştı. Islaklık dolayısiyle sıva sertleşme olanağını bulamamıştı. Bundan başka, duvarlardan birinde önceleri ocak olarak kullanılmış bir çıkıntı vardı. Bu çıkıntı sonradan doldurulmuş olup, mahzenin öbür kısımlarından ayırdedilemiyordu. Bu çıkıntıyı örten tuğlaları yerlerinden çıkartarak cesedi o boşluğa yerleştirmek, sonra tuğlalarla duvarı yeniden örmek işten bile değildi. Böylece kimse işin farkına varamazdı. Kestirilerimde aldanmadım; bir küskü ile tuğlaları yerlerinden söküp, ölüyü duvarın iç bölümüne yerleştirdim ve çok çaba harcamadan duvarı gene eskisi gibi ördüm. Kimseye bir şey sezdirmeden kireç, kum ve fırça sağlayarak bir harç kardım ve bununla tuğlaların üstünü güzelce sıvadım. Hiç kimse duvarın yeniden örüldüğünü anlayamazdı, iş bitince başarıma pek sevindim doğrusu. Duvarın eski durumu ile yeni durumu arasında en küçük bir ayrılık yoktu. Yere düşmüş kireç parçalarını büyük bir titizlikle teker teker topladım, işin mükemmelliğinin verdiği övünçle sağa sola bir göz gezdirdim, her şey yerli yerindeydi. Daha sonra bütün bu işlerin nedeni olan kediyi araştırmaya başladım. Çünkü bu pis hayvanın canını cehenneme yollamayı kesinlikle kararlaştırmıştım. Eğer o dakikada elime geçirebilseydim işi tamamdı, ama pis hayvan benim durumumdan herhalde başına gelecekleri anlamış olacak ki, ortalıkta yoktu. Kedinin ortalarda olmaması bende âdeta rahatlık uyandırdı. Geceleyin de ortada görünmeyince, ilk olarak, vicdanımda cinayetin ağır yükünü taşırken, rahat bir uyku çektim, ikinci ve üçüncü gece kedi gene görünmedi. Ben de rahat bir soluk aldım. Hayvan herhalde korkmuş, evden kaçmıştı. Artık rahattım, işlemiş olduğum cinayet pek umurumda değildi. Bu arada sudan bir soruşturma yapıldıysa da, kuşku uyandıracak hiçbir şey çıkmadı. Üstelik evde bir arama da yaptılar, ama pek tabiî, bir şey bulamadılar. Geleceğe güvenle bakıyordum artık. Cinayeti izleyen dördüncü gün ansızın polisler gene geldiler ve evi baştan aşağı araştıracaklarını bildirdiler. Duruma güvenim olduğu için hiç kaygılanmadım. Polisler aramada beni de yanlarına aldılar. Bakılmadık kıyı bucak bırakmadılar. En sonunda üçüncü yada dördüncü kez, yeniden mahzene inildi. Kılım kıpırdamadı. Vicdanı rahat bir adam gibi, en küçük bir kaygı belirtisi göstermedim. Mahzeni boydan boya dolaştım. Kollarımı göğsüme kavuşturarak olup biteni seyre daldım. Polisler bir şey bulamamışlar, gitmeye hazırlanıyorlardı. Neşemden yerimde duramıyordum. Hiç değilse bir şeyler söyleyip onların suçsuzluğuma ilişkin inançlarını bir kat daha arttırmak istiyordum. Polisler mahzenin merdivenlerini çıkmağa başlamışlardı. En sonunda kendimi tutamayıp: —Baylar! dedim. Kuşkularınızı giderdiğim için çok sevinçliyim. Hepinize sağlıklar, iyi günler dilerim. Ayrıca, biraz daha nazik olmanızı da dilerim. Güle güle baylar, bu ev çok sağlam yapılmıştır. (Tezce bir şeyler söylemek istediğimden, ne söyleyeceğimi bilemiyordum.) Evet baylar, çok sağlam yapılmış bir evdir bu. Bu duvarlar, ne o, gidiyor musunuz baylar? bu duvarlar çok sağlamdır. Sözün burasında işi daha ileri vardırarak, elimdeki bastonla, ölünün bulunduğu bölüme hızla vurdum. Ama. Tanrı beni şeytanın gazabından korusun. Daha vurmamı bitirmemiştim, ki, duvardan önce bebek ağlamasına benzer kesik kesik iniltiler, sonra sürekli ve tiz bir çığlık yükselmeğe başladı. Bu çığlık sanki cehennemin ta dibinden gelen ve zebanilerin topuzları altında inleyen kötü ruhların ulumalarına benziyordu. O andaki düşüncelerimi anlatma olanağım yok. Bayılma kertesine gelerek karşı duvara doğru sendeledim. Merdivenleri çıkmakta olan polisler bir an korku ve şaşkınlıktan donakaldılar. Sonra zaman yitirmeden altı çift kol hemen işe koyuldu. Kısa bir zamanda alçıları söküp tuğlaları yerlerinden çıkardılar. Çürümeye yüz tutmuş ve pıhtılı kana bulanmış karımın ölüsü dimdik bir şekilde, polislerin şaşkınlık ve korku dolu bakışları arasında, ortaya çıktı. Başının üstünde, beni cinayete sürükleyen, şimdi de darağacına gönderecek olan uğursuz kedi, keskin dişlerini gösteriyor ve pırıl pırıl parlayan tek gözüyle bana bakıyordu! Canavarı cesetle birlikte duvara gömmüşüm.."

  • KİREZ AYInınTadını Çıkaralım

    Haziran ayına bizim oralarda KİREZ AYI derlerdi. Kiraz ağaçlarının kıpkırmızı meyveleriyle salkım saçak olduğu zamandır. Çapa omzunuzda mısır kazmaya giderken yol üstündeki kiraz ağacının yetişebildiğiniz yerlerinden birkaç çıtan koparıp tadına bakarsınız, vaktiniz varsa gıdığı kolunuza takıp ağacına tırmanırsınız, topladıklarınızı eşinize dostunuza da ikram edersiniz. Bu ağaçların bir kısmı tarla sahipleri tarafından “HAYRAT” ilan edilmiştir. Yaza girilmiştir. Yaylaları zaman zaman hâlâ duman bürüse de cenikte sıcaklar başlamıştır. Bahar yağmurları, zaten her zaman yeşil olan bölgeyi bir yeşillik denizine döndürmüştür. İnekler akşam eve karınları şişmiş olarak dönmektedir. Fındık ve ceviz iç bağlamakta, elmalar kızarmakta, eriklerden bal damlamaktadır. SANDIKTA NE YAPACAĞIZ? Bu yılın “Kirez ayı” sonlarında sandığa gideceğiz. Beş yıl süre ile Türkiye’yi yönetecek parlamento ve cumhurbaşkanı için oy kullanacağız. O gece, seçim sonuçlarını öğrenmek için televizyon başında sabahı edeceğiz. Belki çocuklar bile bizimle birlikte uyumayacak. 25 Haziran sabahı işimize, okulumuza, dairemize, tarlaya ve bahçeye sevinçten ıslık çalarak gitmemiz için hangi partiye ve hangi cumhurbaşkanı adayına oy verelim? Bir ay önce de bu soru ortadaydı fakat kimin kazanacağı aşağı yukarı belli gibiydi. Bir dönem daha AKP ve bir daha Tayyip Erdoğan! Fakat bunların ikisinde de çöküş alametleri belirmişti. Kasım ayında yapılacak seçimi, ne olur ne olmaz diyerek 24 Haziran’a bunun için aldılar. Nasıl olsa karşılarında dağınık bir muhalefet vardı. Türk siyaseti yıllardan beri sağın at oynattığı bir alan haline gelmişti. Sağı da onlar temsil ediyordu. Fakat beklenmeyen bir şey oldu: Muhalefet de umulmadık bir atak yaptı ve Milletvekilliği için iktidarın karşısına bir blok olarak çıktı. Cumhurbaşkanlığı seçimi için de ikinci tura yatırım yaptı. (Uzun süreden beri, halk kitlelerine önderlik yapma iddiasından vazgeçmiş görünen TKP gibi bazı çevreler bu ittifakın dışında kaldılar. Yeni milliyetçi partimiz V.P ise yüzde yarım oyu göze alarak bir kez daha seçim platformunda tek başına yer almayı tercih etti.) HÜCREDE TEK BAŞINA! Barajı geçmesi kuvvetle muhtemel bir parti var ki, kendisi hakkında yaratılan cadı kazanları sonucu bu muhalefet bloğunun dışında bırakıldı. Onun genel başkanı şimdi Edirne’de iki kişilik bir hücrede tutuluyor. Geçmişte Nazım Himmet’in Bursa Cezaevinde, Sabahattin Ali’nin Sinop zindanlarında tutulduğu gibi. Türk hâkim sınıflarının oldum olası korktuğu şey, sosyalizmdir. Ülkede kaç önde gelen sosyalist vardır ki cezaevlerinde ömür çürütmemiş olsun? Kaç sosyalist parti vardır ki kapatılmamış olsun? Fakat bu seferki bahane ikiye katlanmış durumda. Hem sosyalizm korkusu hem de tarih boyunca ezilmiş ve kimliksizleştirilmiş bir etnik topluluğun ülke siyasetinde yer alması. 1965’te yükselen demokrasi ortamında seçime giren Mehmet Ali Aybar’ın Türkiye İşçi Partisi oyların yüzde üçünü alabilmişti. Şimdi seçime girmesin diye eş genel başkanının içeri atıldığı, kazandığı belediyeler elinden alınan, kendini tanıtma imkânları nerdeyse sıfırlanmış, yani kolu kanadı budanmış HDP, TİP’in aldığı oyların dört misli oy alabiliyor. Bu durum aslında daha önce sosyalistlerin teorik olarak özendikleri ama gerçekleştirme imkânı bulamadıkları bir hamleden kaynaklanıyor. Sosyalistlerin ezilen Kürtlerle birleşmesi. İsteyenler tersinden okusun: Ezilen Kürtlerin Türkiye sosyalistleriyle birleşmesi. Kürtlerin çoğu artık hâkim sınıfların Güneydoğuda dayanağı olan burjuva ve feodal partilere oy vermeyi reddediyorlar. Bunda yerden göğe haklıdırlar. AKIL İÇİN YOL BİRDİR Gerçekte bu durum Türkiye demokrasisinin önünde büyük bir şanstır. Bu şansı doğru değerlendirmek için önümüzdeki seçim aritmetiğini hesaba katarak ona göre bir tutum almak farz haline gelmiştir. HDP barajı aşamazsa, Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerin milletvekilleri AKP’ye geçecektir ve bütün bu seçim çalışmaları ve taktikleri boşa gidecektir. Cumhurbaşkanlığında da ikinci turda HDP muhalefet bloğunun adayına oy vermezse Erdoğan galip gelecektir. Bu nedenlerle 24 Haziran seçimlerinde oyumu hiç tereddüt etmeden HDP’ye vereceğim. Cumhurbaşkanlı seçimi ikinci tura kalacak gibi görünüyor. Onda da Erdoğan’ın karşısına çıkacak aday kim olursa olsun, isterse MHP’nin Erdoğan karşıtı bir versiyonu olan Akşener olsun, oyumu vereceğim. HDP’li kitlelerin de böyle bir taktik izlemeleri çok yerinde olur. Akıl için yol birdir demişler. Bu badireden kurtulmanın başka yolu var mı? Kirez ayının tadını çıkaralım. NOT: Kürt sorununda karşılıklı bu kadar zayiat verildikten sonra toplumun zihninin biraz daha açıldığı görülüyor. Muharrem İnce, herhalde öğretmen olmanın duyarlılığıyla, seçilirse Kürtçeyi kast ederek, anadilinin de öğretileceğini ilan etti. Bölünme korkusuyla bu konuya hâlâ öcü görmüş gibi bakanların kulakları çınlasın! (25 Mayıs 2018) Diğer yazılar için: www.zekisarihan.com

  • DÜŞMAN

    Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akar suyun meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı... Bursa da havlucu Recep'e, Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan'a düşman, fakir köylü Hatçe kadına, ırgat Süleyman'a düşman, sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman, Vatan ki bu insanların evidir, sevgilim, onlar vatana düşman… Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına : Çürüyen diş, dökülen et, bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler, Ve elbette ki sevgilim, elbet dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla, bu güzelim memlekette hürriyet...

  • Hıfzı Topuz İmza Günü

    20 Mayıs Pazar Moda / Kadıköy

  • KAPI ÇALINIYORDU

    On saat sonra uyanabildi. Sola devinip, başucundaki saate baktı. Esnedi, gerindi. Yorgunluğunun damlacıkları gözlerinin arkından yuvarlanıp süzülüverdi. Sırt üstü döndü. Ellerini başının altına aldı. Bir süre beyaz tavanı, tavandaki yer yer dökülmüş sıvaların oluşturduğu biçimsiz nesnelerde gezindirdi gözlerini. Bilinci de onunla birlikte dolaştı tavanda. Sulu, puslu gözlerinde o nesneler bir bir canlandı; soluk alıp veren, koşan, atlayan çırpınan varlıklara dönüştü. Tüm hatları oldukça belirgin, dörtnala kalkmaya hazır bir küheylan geldi göz ucuna bağlandı. Uzun uzun kişnedi. Sol ön toynağıyla yerleri tekmeledi. Bir fırça aldı adam eline. Boyayı harmanladı, sürdü atın sağrısına, karnına, bacaklarına. Sağrısını, bacaklarını benekledi. Yelesini güneş kızılına boyadı. Bir de eğer harmanladı, bir de gem taktı ağzına, atladığı gibi küheylana, sürdü onu mor sümbüllere, lalelere, nergislere belenmiş, bin bir böceğin, bin bir rengin birbirine karışıp oynaştığı ovalara, oradan dağların arasından volkan gibi patlayıp coşan Tortum Çayı’na, Şenkaya yaylalarına, fırtına gibi koşan küheylanın toynakları çayırları ezerek Zuvart’ın çavlanlarını geçip, köyünün sokaklarına vardı: ”Toto’nun oğluyum ben, küçük yaşta dillenen, hazır cevaplarımla sizi kahkahadan kırıp geçiren, köyün Tını dedesi ölünce, onun adını bana verdiğiniz, iki yaşımda anamın koynundan sökülüp alınan, Tını’yım ben Tını.” Kadınlar bir ağıt yakarcasına sarılıp kokluyorlardı. Çok ev gezdi, çok dert döktü, el öptü, dil döktü, nefesler dinledi, türküler söyledi, saz çaldı, dem çekti. Döndü dolandı fırtınalara karıştı. Poyrazlara erişti. Sürdü küheylanını anlarının koyaklarına, düşlerine, sevincine, öfkesine, kartal kanatlarıyla süzüldü. Dörtnala kucakladı mutluluklarını, bir anını bir anına ekledi. Tam, çiçek çiçek, tam, domur domur açmışken düşleri, karısı kapıyı aralayıp gülüverdi. Kızıl yeleli küheylan aldı başını çekti gitti. Tekrar dişlilerin arasında buldu kendini. Fabrikanın dişlileri dönüyor, öğütüyor, un ufak ediyordu her şeyi… Elleri yara bere içinde... Tozun dumanın arasında, ciğerleri parçalanırcasına öksürüyordu. Ter içindeydi. Sıkıntıyla yan döndü. Bir süre kalkmamaya dirense de; kalktı. Tıraşsız bir yüz, çökmüş avurtlar, gözler altındaki morluklarla kırış kırış bir yüzle karşılaştı aynada, göremedi kendini. Avuçlarını çökmüş avurtlarında dolaştırdı. Gözlerinin altındaki mor halkaları yokladı. Uzun ve yorucu yolculuğunda, aşklarını, düşlerini, birer birer bırakmak zorunda kalarak, yıpranarak, nefretle, acıyla, çığlıkla, küfürle düşe –kalka, aksaya-seke ardından gelen çocukluğuyla, gençliği aynada göz göze bakışıyordu… Oturma odasına geçti. Muhabbet kuşunun kapısını araladı. Kuş kanat çırptı, uçtu, vitrine kondu. Günlerce bilincini oyalayan kuş ve balık tüketiminde yoğunlaştı adamın düşünceleri. Bu günlerde kafes, kuş, akvaryum, balık tüketimi ne çok artmıştı. Kendini özgürleştiremeyen insan, hayvanları kulübelere, kafeslere kilitliyordu hayvan sevgisi adına. Pencereyi açmayı, kuşu bırakmayı, çocuklara özgürlüğü anlatmayı düşündü. Kuşun dışarıda yaşayamayacağından endişelendi. Düşüncesinden vazgeçti. Bilinciyle bedeni arasındaki bu uyumsuzluğa canı sıkıldı. Odada amaçsız gezinmeye başladı. Vitrine baktı. Televizyona, çiçeklere; yeni sulanmışlardı. Akvaryuma baktı sonra. Yarım metrelik dünyalarında, balıklar hiç durmaksızın, yüzgeçlerini sallayıp duruyorlardı (iki küçük Japon balığıydı bunlar). Akvaryumun suyu kirlenmiş diye düşündü. Karısı mutfakta. Ağzında bir sigara, masada patates soyuyordu. “Günaydın,”, dedi. “Günaydın” dedi, adam. Sönmeyen sigarayı kül tablasına iyice bastırıyordu karısı. Yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. “İyi uyudun mu uykucu?” “Evet.” “Acıktın mı?” “Evet.” “Evet mi?” “Evet.” Tekrar gülümsedi, Losyonlu tıraşlı yanağa bir öpücük kondurdu: “Hemen bir şeyler hazırlarım” dedi, kadın. Adam, başını salladı, oturmadı. Mutfağı gözden geçiriyordu. Ocakta, kapağı yarım açık bir tencere vardı. Buharı davlumbaz boşluğuna yükseliyordu. Tezgâhta, yıkanmayı bekleyen üç domates, yanında bir tutam maydanoz, birkaç sivri biber… Müthiş bir açlık hissetti. Buzdolabını açtı, raflar boştu. “Pazara gidemedim” dedi, karısı. Nikotin açlığı, açlığını kamçılıyordu. Karısı ocağa çay suyu koydu. Salona döndü adam. Muhabbet kuşu hala vitrinin üzerindeydi. Dışarıdan gelen kuş seslerine kanat çırptı, pır diye uçtu, televizyonun üzerine kondu. Vitrinin üzeri ve televizyon, onun en uzak uçuş alanıydı. Bir süre kuşa baktı. Kuş televizyonun üzerindeki menekşenin yaprağını gagalıyordu. Vitrinden rasgele bir kitap aldı. Kitabın kapağına uzun uzun baktı. Sonra ilk sayfasına; nereden aldığına, not düştüğü tarihine… Bilincinde bir görüntü parladı. Bu görüntü ışığa, renklere, nesnelere dönüştü. Bir şeyler belirdi gözlerinin önünde. Renkler, nesneler canlandı. Onu çocukluk günlerinin gizemli, silinmiş anlarının derinliğine sürükledi. Sonra, bu nesneler, renkler buğulandı, soldu ve yok oluverdi. Bu an, o kadar kısa sürdü ki, onlara uzandı ama onlara tutunamadı. Kitabın arasından solmaya yüz tutmuş yazılarla yıpranmış, bir kâğıt düştü yere. Eğildi kâğıdı aldı. "Beni kurtardın mı baba? Okudum meslek sahibi oldum belki ama kurtuldum mu şimdi ben? Bir yanım nasıl eksik kaldı anladın mı? Ceberut bir kadına teslim ettiğini anladığında, iki yitik kent arasında kayboldum işte. Tüm sokaklarım çıkmaza açılıyor. Sen de yoruldun, manevi duygularınla yanlış verdiğin bir kararın bedelini hem sen hem ben çok ağır bedeller ödeyerek verdik. Bana oğlum dediğini anımsamıyorum, "Koçum, aslanım hadi göreyim seni" diye cesaretlendirdiğin bir durumu bir anı yaşamadım. Hep başkalarının koçu aslanı oldum. İkimizin de kurtardığı bir şey olmadı baba. Ben gördüğüm baskıyla asileştim hırçınlaştım. Nasıl unutur bir çocuk henüz iki yaşındayken ana diye seslendiği kadından “bana ana deme ben senin anan değilim” azarını. Ana neydi nasıl bir duyguydu hiçbir zaman öğrenemedim büyüdükçe çoğalacağıma büyüdükçe eksildim… Ne kadar çabaladıysam aramızdaki mesafeyi kapatamadım. Öyle uzaklardaydın ki yanı başımdayken. Sana tutunmak sarılmak, kucaklamak mümkün olmadı. Sonrası malum iyice koptuk birbirimizden… Çoğaldık, gürül gürül aktık kentlere. Biz çoğaldıkça herkes kendi yalnızlığından korktu. Zaman ayrılık çığlıklarını çoğalttı. Yeri doldurulmayan boşluklar açıldı yüreklerimizde. Boş kaldı odalarımız inkâr etmeyelim. Ses vermiyor duvarlar. Çoluk çocuk hasret taşıdık umutlarımıza. Kendi yalnızlığımızın duvarlarını yumrukladık. Hüzünler devşirdik gün doğumlarına. Aynı çatı altında, birlikte paylaşmadık mı yılları? Aynı kaba kaşık sallamadık mı? Aynı yazgıyı kuşanmadık mı? Bayramlaştık, helalleştik. Umuda çiçeklerimiz açarken gurbette, balkonda gül goncalarıyla şakımadık mı? İsyana duran suskunluklarımızla… Hep sen mükemmeldin, kusurlu bendim sevemedim kadını bir türlü. Daha önce evlendiğini o evlilikten bir çocuğunun olduğunu saklayıp söylemediğin kadının beni neden sevmediğini sorgulamadın. Saldırdığı, yerden yere vurduğu çocukluğum değildi, sendin anlamazdan geldin. Evet, asiydim, aynı şeyleri düşünmedik hiç, hapis yattım, aykırıydım. Bu mektubu sırf üzülmeyesin diye sana gönderemedim…” Mutfaktan karısı seslendi. “Kahvaltı hazıııır.” Adam, kâğıdı kitabın arasına bıraktı. Kitabı aldığı yere yerleştirdi. Oturdu. Başını geriye yaslayıp düşüncelere daldı. Karısı tekrar seslendiğinde bilincinden uzaklaştı anlar. “Babam aradı mı? Dedi adam, kahvaltıya başlarken. “Nerden çıktı şimdi bu? Sen içerdeyken bile sormadı halimizi,” dedi, karısı. Adam tekrar düşüncelere daldı. Nereden çıktı bu soru? Niye sorulmuştu? Öylesine iki dudağının arasından savrulmuştu işte. Adamın o sözü asılı kaldı soru işaretinin çengelinden tavana. Adam başını kaldırdı, tavandaki söze baktı. Bilinci onunla alaya başladı. Kalktı, uzandı tavandaki sözü yakaladı, avucuna aldı, sıktı, ufaladı, savurup attı pencereden dışarı. Çatalını isteksizce peynire batırdı. Çayını karısı karıştırıyordu. “Kuşla balıkları komşuya verelim,” dedi, adam. Kadın, kocasına baktı, gülümsedi. Adam da ona baktı. Kadın yine gülümsedi. “Ne oluyor sana?” Adam dudak büktü. Kadın kahkaha ile güldü. Bir bardak rakı ver bana dedi, adam. Kapı çalınıyordu… F.Kemal Tekin /Akçay

  • Başınıza TÜRK Kadar Taş Düşsün

    Son günlerde bir TÜRK’ü aşağılama küçük görme ve hatta yok sayma hevesi almış yürümüş. Hem de adlarının başında bir çok unvan olan kerli ferli adamlar. Sanırlar ki TÜRK’ü yok sayınca TÜRK ve TÜRKLÜK yok olacak. Bunlar da pek demokrat ve aydın sayılacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde kendi ırkını yok sayan ve bundan utanan bir kimse bulamazsınız. Yamyamlar bile ırklarını beğenirler. Ama bizim bu efendiler kendi soyundan utanır. Ve kimsenin elinde değildir şu ya da bu ırktan olmak. TÜRK kelimesini şimdiki anayasadan çıkarmakla TÜRK’ü dünya tarihinden medeniyetinden kültüründen çıkarabilir misiniz? 4 bin sene evvel yapılmış ve Ortaasya’da bulunmuş Türk mezarlarını, Balballarını ne yapacaksınız? Çin tarihinde geçen Hunları Mete Hanı ve Çin Seddini nereye koyacaksınız? İskitleri görmeyiniz. Peki Göktürk Yazıtlarını da mı görmeyeceksiniz? Ya Atılay’a (Attila) ne diyeceksiniz. Avrupalıların Tanrı’nın Kırbacı diye adlandırdıkları ve Avrupa haritasını değiştiren o insanı da mı tarihten sileceksiniz? Alparslan’ı, Bumin, Gültekin Kağanları saymıyorum. Fatih'i Kanuni'yi de görmeyin. Mustafa KEMAL ATATÜRK’ü zaten görmezsiniz. Bütün derdiniz aslında onunla zaten. Dünya tarihinden Türkleri çıkarırsanız tarih diye bir şey kalmaz ortada. Türkler olmasaydı Haçlılar İslamiyet’i boğarlardı. En azından Arap Yarımadasına hapsederlerdi. Türkler olmasaydı Bu günkü Ortaasya, Pakistan, Yeni Zelanda, Afrika ve Balkanlarda bir tek Müslüman dahi bulamazdınız. Endülüs Emevilerinin başına gelenler onların da başına gelecekti. Dünya askerlik sistemi Türkler’in buluşudur. Çıkarın bakalım onbaşıyı, yüzbaşıyı. Çin denizinden Almanya’ya, Sibirya’dan Afrika’ya kadar bir coğrafyaya damgasını vurmuş bir milleti yok saymak ancak SATILMIŞLIKLA açıklanabilir. Mikrobiyolojinin başlangıcı yoğurt kabul edilir. Çıkarın dünya literatüründen yoğurdu. Dünyanın tek matematiksel dili TÜRKÇEdir. O kadar ki dünyada böyle bir dil olamaz. Olsa olsa uzaylılar Ortaasya’daki Türklere öğretmiştir diyenler bile vardır. Ne kolay Türk’ü yok saymak. Türkiyeli diyeceksiniz. Peki bu Türkiye kelimesi nereden çıktı . Türk olmayan bir yere Türkiye denir mi? Azerbaycan, Türkmenistan, Türkistan, Kırgızistan, Özbekistan’ı da mı yok sayacaksınız? Diğer ufak Türk devletlerini ve özerk bölgelerini saymıyorum. Aşağıda dünyanın tanınmış insanlarından alıntılar yapıyorum. Onlar Türkleri överken bizim aşağılık kompleksli aşağılık adamlarımızın Türklükten utanmalarının mantığı nedir? Başınıza TÜRK kadar taş düşsün e mi? Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir. Comenius (Çek Bilgini) Türkçeyi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk'ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor. Gelland (Fransız Bilgini) Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk, bu zekasıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa'nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı. Çarnayev (Rus Komutan) "Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir. " "Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun, Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler." Donaldson Türkler muhakkak ki, Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir. Kayzerling İnsanlari yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru Türk, asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir. Pierre Loti "Poltava'da esir oluyordum. Bu, benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi... gene kurtuldum. Fakat bugün esirim. Türklerin esiriyim. Denizin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar yaptılar, beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindan da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim; şevkatin, ülüvvü cenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar." Demirbaş ŞARL Eğer bir Türk devleti olmasaydı mutlaka yaratmak gerekirdi. THIERS "Türklerden bahsediyorum... Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur." Tasso - İtalyan Şair Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır. Towsend (İngiliz Komutan Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz. William Martin Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder. Albert Einstein Çanakkale'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim. Sir Julien Corbet Türk'ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. fakat pek güç olan, türkün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez. Decamps (Fransız ressam Türklerle dost ol, ama düşman olma. Gianni de Michelis Türk dilini incelerken insan zekasının dilde başardığı büyük mucizeyi görürüz. Max Muller Tarih, Türkler'den çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki bunlar medeniyetin birer ziynetidir. Alman tarihçi HAMMER Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler. Albert Sorel "Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gerektir. " Mulman Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk'ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır. Lord Byron Türk'ün şevkat ve insaniyet duygusunu inkar mümkün değildir. Bu duygu insanı atalete sevkedip sefaleti artırmakla beraber, teşkilatı düzensiz bir toplumun bir derdine tek çare demektir. Türk ırkının soyluluğunu gösteren diğer duygular, yani en küçük iyiliklere karşı besledikleri minnet ve şükran duygusu, ölmüşlere karşı besledikleri minnet ve şükran duygusu ... büyük bir nezaketle yapılan konukseverlik adeti ve hayvanlara saygı alışkanlığı gibi faziletlerin inkarı da mümkün değildir. Edmondo De AMICIS

  • ALTIN EL

    Kendini düşle bir deniz dairesinde sim kareler barındıran deniz olsun yosunlardan taç Asma yaratığı ağaç perisi kanın isteği koyulaşmakta her gölge arttırmakta kıvamını en derindeki kuyu öksüzleri çağırmakta açmakta yazgı kara yapraklarını omuzlardaki ölü karmik ağaçlarıyla anlam boyutlarından sarkan işaret koyu üzüm rengine dönüşürken ansızın ağır anların yazgısı bu gözüktü de o antik çeşmede döndü tüm beyaz mermer kızıl harflerin rengine Sızmıştı her yere bu renk erguvani koyu kırmızı ve mor geçip gitmekte tarihin kervanıyla yüklü acıyla kızıl

  • SENİ SEVİYORUM

    YANKI Çıkacağım yüksek tepelere Haykıracağım Seni seviyorum Sesim geri dönecek Seni seviyorum Sevineceğim Son derece genç, güzel, hatta kışkırtıcı bir güzelliği olan tezgâhtar kıza yaklaşıp "Ben Sana Aşık Oldum Bir Tanem" deyince yan tarafta bulunan müşteri mi, işyeri sahipleri mi bilemem ama bana bön bön bakıyorlar. Bütün dişiliği ve iç gıcıklayan sesi ile: -Kaseti bitti. CD si var. Kaset için sipariş verdik. Yakında gelecek. Sahi siz hiç aşık oldunuz mu? Ben çok oldum. Çiçeğe, şiire, yaşama, en önemlisi de karşı cinse. Hala da olurum. Bedenimiz gibi köhneyen eski şiir ve hatıra defterlerinin sararmış solmuş,yıpranmış sayfalarını çevirdiğimizde daha iyi duyumsarım. Ne de çok sevmişim meğer. Övünmek gibi olmasın ama sevilmişim de. Mil pardon! Defterlerde aşkın tarifi olan reçeteler görürüz. Aşk bir elmadır, yer çöpünü atarsın, sevip de sevilmemektir, 1+1=1dir gibi. Öyle veya böyle fizyolojik bir olaydır aslında.Yemek gibi, hava, su gibi bir ihtiyaçtır yani. Nasıl ki bunları bulamadığımızda sıkıntı ve açlık çekiyorsak, sevilenin de yokluğu insana ızdırap verir. Benim gibi aşka sevgiye antrenmanlı olanlar ise yokluktan değil de varlığından zevk alırlar. Doyuma ulaşırlar. Yaşamak güzel ama onu anlamlı kılan, insancıl yapan sevgidir. Aşktır. İnsan dışındaki bütün yaratıklar, canlılar yer içer ve ürerler. Organizmalarının bütün işlevi, yaşamlarını ve soylarını devam ettirmeye yöneliktir. Ama yalnızca, evet yalnızca insan, yaşam kaygısı ve beklentisi olmadan sever ve aşık olur. Bu beynin bir üst faaliyetidir. Salgıladığı çok özel hormonlarla kişiyi mutluluğa ya da acıya sürükler. Gerçekten de bir çift söz, bir mektup, bir şiir dizesi, bir şarkı, oyalı mendil gibi çok sıradan şeyler nasıl değerli olabilirdi. Gözlerde başlayıp gözlerde biten şeyin "uyku" ya da "aşk" olduğuna karar veren beyindir. Psiko neronların egoüstü eylemidir.Ve aşkın mantığı yoktur. Öyle olmasaydı elele tutuşarak Boğaz Köprüsü'nden ölüme birlikte nasıl atlanılabilinirdi.Denilebilir ki hayvanlarda da sevgi vardır.İçgüdüsel davranışlarla isteyerek yaşanan aşkı karıştırmayalım. Bir köpeğin sahibine duyduğu sevgi değil, sadakattir yalnızca. Bir anne kedinin ya da ineğin yavrusunu emzirmesi, yalaması, doğanın ona bahşettiği muhteşem bir duygudur. Ama asla bir boğa inek aşkından söz edilemez.Olsa olsa iyi bir damızlık olur. Halbuki gerçek aşkta hiç birleşme, kavuşma bile olmayabilir. Şarkıların şiirlerin büyük çoğunluğu ayrılık teması üzerine değil midir? Ve acaba kaçımız ilk aşkımıza kavuşabildik. Evet aşk, sevgi, tamamen insana özgüdür. İnsanı insan yapan, içgüdülerini değil, duygularını öne çıkaran olağanüstü bir elektriklenmedir. Frekans çakışmasıdır. O kadarki çoğu kez ikincil, beşincil bir ihtiyaçken başdürtü haline gelebilmesidir. Seni seviyorum. Bu iki kelimelik sihirli söz, yaşlı dünyamızda nice olaylara sebep olmuştur. Yuvalar yıkılmış, ocaklar sönmüş, acılar çekilmiş ama pek azı mutlu sona ulaşmıştır. Böyle mi demişti şair: Seni tanımasaydım Seni sevmeseydim Bu şiiri yazamayacaktım Bu sayfa da boş kalacaktı Tabii bu köşede.

  • CHP’nin İYİ Parti Hamlesi:

    AVA GİDEN AVLANIYOR… * İnsanın sinir sistemi diğer canlılar gibi, doğal tehlikelere karşı saniyeler içinde tepki veremeseydi, kim bilir dünyada şimdi böyle bir cins olmazdı. Siyaset de gerekli tepkiyi gerekli zamanda verme sanatıdır. AKP-MHP İttifakı, önümüzdeki seçimlerde, Tayyip Erdoğan’ın başkan olması için bütün tedbirleri aldıklarını düşündükleri bir anda CHP, beklenmedik bir manevra yaptı. Meclis’te beş milletvekili bulunan İYİ Partiye ödünç 15 milletvekili vererek onun Meclis’te grup kurmasını, böylece seçimlere katılmasını güvence altına aldı. “Cumhur İttifakı” denilen cephede bir telaş, bir korku! Kaba etlerine çuvaldız batırılmış gibi koro halinde bağırmaya başladılar. CHP’ye, İYİ Parti’ye ve sözü edilen milletvekillerine demediklerini bırakmadılar. Korkunun dağları sardığını buradan anlamak mümkün. Bu seçimler gerçekten de hem AKP, hem MHP için kendilerinin de sık sık dile getirdikleri gibi bir “beka” yani varlık yokluk sorunudur. Bu nedenle seçimler için kesenin ağzını nasıl açmışlarsa, ağızlarını da açıp sözlüklerinde ne kadar hakaret kavramı varsa ortaya dökmekten başka çareleri yoktur. Böyle durumlar için “Dinime dahleden bari Müselman olsa” denir. Aldığın olağanüstü önlemlerle, olağanüstü hal koşulları altında, demokrasi isteyenler için toplantı ve gösterileri yasaklarken, muhalefet milletvekillerinin ve belediye başkanlarının, gazetecilerin bir kısmı hapisteyken, üstelik karşında bölük pörçük bir muhalefet varken, beş yüz metrelik seçim koşusuna yüz adım önde başlıyordun. Esas umudunu muhalefetin birleşemeyecek olmasına bağlamıştın. Daha üç gün önce (20 Nisan) “Erdoğan’dan Kurtulmanın Yolu” başlıklı yazımda, muhalefetin ne yapıp yapıp tek aday üzerinde birleşmesi gerektiğini yazmıştım. Hem de hiç gecikmeden. Akıl için yol birdir derler. Muhalefetin merkezlerinden ikisi CHP ile İYİ Parti, şimdi anlamlı bir ilk adım attı ve demokrasi yanlılarında umudu çoğalttı, diktatörlük peşinde koşanların ise yüreğini ağzına getirdi. Bunun devamı gelmelidir. İrili ufaklı bütün muhalefet, Türk Kürt Arap, Sünni Alevi, laik mütedeyyin, sağcı solcu liberal demeden diktatörlüğün karşına tek bir adayla dikilmelidir. “Şuna değmiş buna değmemiş” diyecek ve geçmiş işleri kurcalayacak bir zamanda değiliz. Herkes için özveri zamanıdır. Günümüzde yalnız demokrasiyi geri getirmenin değil vatanseverliğin de temel şartı budur. (23 Nisan 2018)

  • Yıldız Kokuyordu Gökyüzü

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / OYA UYSAL- Bir aşklık yer aradık güvertede iliştik ayışığına tuttuk yüzümüzü. Uçuştu saçlarımıza serpiştirilmiş tek tük ağarmış tel açık kalmış göğün penceresinden. Yıldız kokuyordu gökyüzü. Işıklarını sarkıtmış suya kımıldıyor şehir seçilmiş düşler tutturulmuş yakaya el tersiyle itilmiş sığıntı dün. İskelede dantelli bluzumun fırfırıyla oynaşırken rüzgar çekip gitti 'kalın sağlıcakla'sız vapurumuz usuldan içime dönmüştüm bile çoktan çimdiklenmişti hüzün. / OYA UYSAL 24 Mayıs 1952 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlk şiiri 1968 yılında yayımlandı. Şiirleri Yazko Edebiyat Yaşam İçin Şiir, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Gösteri, Düşler ve Yaşasın Edebiyat dergilerinde çıktı. Şimdilerde Kitap-lık, Varlık ve Yasakmeyve dergilerinde yayımlanıyor.

  • Çıplak Tenime Birgün Işığı

    Artık yok bana izin bu sabah göremiyorum ışıklar nerede ben nasıl kayıp bir denizde titrek yıldızların ölü çekiminde toz atmosferinin yeşil akışında yıkımın sırsız bir aynadaki duruşuna gövdemin hiçe sayılmasına ki ürpererek görüyorum bir ırmak dinleniyor artık gövdemde ve et kan can olarak anlaşılmanın acısına yok bana dirilip yerden kalkmak ellerimi sizin bakırçalması yüzünüze uzatıp kirletip o bile yok tarih bile yok yaşam defterlerimde yok diyorum size yağmurun bırakıp gittiği gölcüklerde var yaşamımda görülmemiş fırtınaların açtığı o büyük boşluklar var ki duruyorum ellerimden kurumuş nergisler düşerken toprağa duruyorum o benim tarihimi yapan büyük derin boşluğun önünde yakutumsu kurtlar ki oynaşıyorlar dibinde melekler kızlarına ninniler söylüyor o sedef o çiğden o ince kızlarına göklerden serinliği otlardan çiğleri yeşil dereden alıyorum gizi o büyük boşluğun beni sürükleyen gövdemi parçalayan boşluğun önünde duruyorum şimdi mercanlı karanlık durmadan çekiyor beni dilim tutuk bir ayağım aksak söz çıkmıyor ağzımdan yağmurun insanı arkadan vurmasına su hancerine alev yarasına boğuntunun izine yanığın akan gülüne çıplak gövdeme tenime bir gün ışığı ve çarpıp geri dönüyor ışık tenimden çıplak gövdemden siz görmüştünüz hani ki tutsaklık bitmeli artık ve kendini kemiren yürek ve tüm isteği gömen kendimi yok eden o büyük boşluğun önünde ah neler görüyorum titrerdi yüreğiniz yok artık ruhumun kırgın olduğu yerlerde dolaşmak yok diyorum şurada bir defalık hırpalayan rüzgarların estiği karakayalığın alnında parlayan maden kabuksu maden yoksa benim size vermeye göğsünüze takmaya çalıştığım şey mi sıvı istekler su cinlerinin iniltisi işte hepsi birden sarıyor beni neden sıvı kayalık durup dururken eriyor ve parıltısını saçan o maden bitkimsi öz dayanıp duruyor yaşama suya toprağa rüzgara ve bana ve savaşıyor amansızca ve su cinlerinin ölüm dansı başlıyor bende oluşmuş tohumları siz toplamadan bozmadan derimin gerginliğini toprağın elmas parıltısını ey siz dediğim sizler istemiyorum artık isteğin de en son sınırını

  • Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var

    Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır Kopmaz kökler salmaktır oraya Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına İnsan balıklama dalmalı içine hayatın Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın Değişmemelisin hiçbir seyle bir bardak su içmenin mutluluğunu Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana. / ATAOL BEHRAMOĞLU * 1969 yılında yayınlanan “Bir Gün Mutlaka” adlı şiir kitabı ile kuşağının öncü bir şairi olarak kabul edildi. Ataol Behramoğlu, 13 Nisan 1942 tarihinde İstanbul’un Çatalca ilçesinde babasının askerlik görevini yaptığı sırada Azerbaycan kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Babası yüksek ziraat mühendisi Haydar Behramoğlu, annesi ise İsmet Hanım’dır. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Kars‘ta öğrenim gördükten sonra ilk, orta ve lise öğrenimini babasının ziraat müdürü olarak görev yaptığı Çankırı‘da 1960 yılında tamamladı. İlk şiirleri, aile soyadı ile yani “Ataol Gürus” adıyla Yeni Çankırı, Yeşil Ilgaz, Çağrı gibi yerel gazete ve dergilerde yayınlandı. Siyasi nedenlerle yurt dışında kaldı. Aftan yararlanıp döndü. Akademik kariyer yaptı, profesörlüğe değin yükseldi. Yazarlar Sendikası'nın iki dönem başkanlığını yaptı.

  • MELEK KOLONİSİ

    Geceyi duydum gecede açılan kapıdan gizli ışık aydınlattı sessizce geçek melek katarlarını dingin ayışığı kavmi güçlü kemiksi varlıklar böyle dağınık böyle ordular halinde geçerlerken gördüm o ince bekleyişi bekleyiş de ki yarayı dünya kabuğunun akımına kapılıp ben de kapandım yere milyarlarca yıl bir toz zerreciği olduğum günden cevherin boyutuna çarpıyor bir melek leylak ve yaseminli sulardan deniz mağaraları bölgesinden her bir otun alt bölgesinden haberler taşındığı yönler belirlendi ansızın asimetrik varoluş bilinmeyen bir geometri içinde kaynak sularını meleklerin taşıdığı kızıl kayalar bölgesi kayboldu melek katarı gördüm kıyıların birden yok oluşlarında kıvrımların bağlantısızlığında

  • AYDINLAR ÜZERİNE…

    “Kapalı odanızdan çıkın, çevrenize bakın ve yanıtlarınızı sokakta arayın. Her yerde barışçıl ve silahsız yurttaş yığınlarını kurşunlayarak iç savaşı başlatan bizzat hükümet olmamış mıdır?” Lenin (İki Taktik) Aydınlar ya da aydın sorunu üzerine yazılmış en bilindik derli toplu kitap Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştır “Aydınlar Üzerine” (Plaidoyer pour les intellectuels). Geçtiğimiz yıl okumuştum aydınlar üzerine kitabını. Sartre, tarihte Nobel ödülünü ilk reddeden kişidir, bunu açıklarken “resmi ödülleri hep reddetmişimdir” diyordu… 1938 de kaleme aldığı bu eserin Fransa’nın Cezayir soykırımı ile Nazilerin henüz Musevilerin soykırımına (holokost) başlamadıkları, yani 2.Dünya Savaşının başına denk gelmiş olması önemini daha da arttırmaktaydı. Kitabında özetleyecek olursak aydın için, “ezilen sınıf için şüpheli, egemen sınıf için hain” sayılan kişi saptamasını yapıyordu Sartre. Sartre’a göre kısaca aydın, “Çabası hâkim sınıfça suç sayılan kimse" idi. Evvelki yaz görevden istifa ettikten sonra emekli olana kadar olan boşluğu doldurmak için edindiğim yazlığın olduğu Kumla’da (Gemlik’e bağlı bir sayfiye) okuduğum aydınlar üzerine yazılan birçok kitaptan da birisiydi. Kumla’da sadece kitap mı okuyordum? Hayır. Büyük Kumla’da küçük parkta kitap okuyup kulaklığımı takarak sevdiğim müzikleri de dinliyorum. Büyük Kumla’dan Küçük Kumla’ya dönüşümde yolumun üzerinde hoşuma da giden ama nedense hep çok sakin fakat çaldığı müzikler genelde ilgimi çeken bir cafe vardır. Girişindeki takta “Laz Olympus” yazan bir eğlence merkezinin içindeydi. Yine birgün kulaklığı çıkarıp elime alarak önünden geçerken bahçesinde bir masa çevresinde oturmuş 3-4 genç… O sırada sık sık dinlediğim Metallica’nın en hit parçalarından birisi çalıyordu: “Wherever I may roam”. Gençlerden biri nereden geliyor bu ses diye sağına soluna bakıp arkadaşlarına sormuştu. İçlerinden biri beni gösterince bu gencin yumruğunu kaldırarak bana uzun bir “helal” çekmesi aklımdan hiç çıkmıyor... Metallica ya da mensup olduğu heavy metal grupların yaptığı müzik bazı çevrelerce ülkemizde de gürültücü, ahlak dışı işlere veya şiddete özendiren bir müzik türü olarak görülür ve böyle “kültürleme” yaptığı iddia edilir. Öyle mi peki? Yok... Metallica ve önde giden heavy metal gruplar ki (öncü olarak hep Megadeth ve İron Maiden’le birlikte akla gelir) aksine şiddeti teşvik etmezler, eskilerin deyimiyle eğretileme, mecazlar ya da taliller yoluyla yererler… Aksine batıyı batılı eleştiren varoluşçuluğun öncüsü Kierkegaard’ın deyimiyle “estetik aşama”ya takılıp kalmış yani hazların peşinde koşan kesimlerin yaşam biçimlerini eleştirirler… Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki burjuvazinin kapitalist sistemlerin krize sürüklediği toplumsal koşullarda başvurdukları savaş politikalarıdır… Misal “No Remorse” tam da böyle bir şarkıdır: “Kan besliyor savaş makinesini Ülkeyi yiyerek yolunu açarken Duymuyoruz kederi hissetme gereksinimini ‘Acıma yok’ tek emirdir bizim için Yalnızca güçlüler sağ kalır Zayıf ırkı kurtarma isteğimiz yok Yeni gelen herkesi öldürmeye hazırız Suratınıza doğrultulmuş dolu bir silah gibiyiz” der Metallica… “Aydın Kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını eş gören toplumun demokrasiye kavuşması için kendini borçlu ve sorumlu sayan kimsedir” demişti Aziz Nesin [Fehmi Enginalp’in (Aziz Nesin’in Bursa Günleri) kitabındaki Nahit Kayabaşı ile Söyleşisi’nden alıntıladım] Her çağ ve toplumda ne yazık ki koşullara göre olması gerek aydın için bir de aydın sorunu var. Fazıl Say, “Arabesk, toplumsal çöküşün ölümü bekleyen tembel ruhudur” demişti bir yerde. Hadi bugün taverna müzisyenleri bar şarkıcılarını geçtik de o koca koca aydın geçinen yazarların filozofların tavrına ne demeli… Çıkardan yana olmak mı, bir tür korkaklık mı? “Entelektüel devrimci olabilmek için entelektüel olmaktan vazgeçmek gerekiyor.” demekle ne demek istemişti Godard (bu sözü aktaran Ataol Behramoğlu, Türk Aydınının Sivas’la İmtihanı, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008) Walter Benjamin 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşmiş Yahudi kökenli ve Nazi baskısıyla intihara sürüklenmiş Marksist bir ideolog idi. Erich Mühsan, vicdani retçi (savaş karşıtı) olduğu için Oranienburgh’taki bir toplama kampında öldürüldü. Buna karşılık Carl Schmitt, Hitler’in hukuk danışmanı anayasa mahkemesi başkanı oldu. Anayasal (çoğunluğun) diktatörlüğünü savunmuştur. “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” diye de bir kitap yazmıştır. Michel Faucoult, Leon Strauss hatta Nietzsche’yi etkiledi. Nazi ideolojisinin felsefesine soyunmuş “Varlık ve Zaman”ın yazarı Profesör Martin Heidegger de bunlardan birisiydi. Hitler denen ırkçı diktatörün böyle yandaşları da olmuştu ne yazık ki... Bugün subliminal (gizli) ya da açık açık (doğrudan) mesajlarla veriliyor doz… Desensitize (tıpça duyarsızlaşmış, hissizleşmiş) bir toplum yaratılmak isteniyordu... Öyle ki ilk denemeler de (lobotomi) o dönemde yapılmıştır... Oysa her koşulda aydının mazeretsiz tavrı muhalif olmaktır Sartre’a göre… “Entelektüelin görevi mistifiye edileni demistifiye etmektir” diyordu Fikret Başkaya. Yani anlaşılmaz hale sokulanı anlaşılır hale getirmek… Metallica’da olduğu gibi militarizm, şiddet ve uyuşturucu karşıtı ya da “Barış mesajları” etkili olur mu olmaz mı? Elbet tartışılır... Knut Hamsun gibi faşizm yanlısı Nobel ödüllü ünlü yazarlara karşılık bu ödülü reddeden Sartre “Kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değil” diyebiliyordu. "Legion d'honneur" ödülü veriliyordu, bunu reddedebiliyor, “Sartre, her şeyden önce bir Fransa’dır” diyebiliyordu De Gaulle. Çünkü Sartre, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımına karşı dik duruş sergileyebiliyor ve sözde vatansever Fransızların eleştiri oklarını üzerine çekerek katliamcıların sundukları “Vatan hainliği” payesini de göze alabiliyordu... Sartre’nın “orta sınıf ürünü” diye nitelenen aydın konusunda başlattığı tartışma, aydınlar ile sorumluluğunu taşıdığı kitleler arasındaki günümüzde aydın sorunu olarak ele alınmakta. Aydın kavramı bizde de Vedat Günyol ile başlayan bir dizi tartışmaya konu olur ve Oğuz Atay, Melih Cevdet Anday, Yusuf Atılgan, Demirtaş Ceyhun gibi yazarlarca roman veya deneme gibi türler yoluyla ele alınırlar… Aydın konusundan ne anladığımız bugün hala tartışmalıdır ya da tartışılmalıdır… “Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun aydınlar tabakasıyla proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.” Lenin (Bir Adım İleri İki Adım Geri) Tamer UYSAL

  • Aşk Etkileşimdir

    Yaşama iki farklı pencereden baksalar bile, iki kişinin el ele tutuşmasıdır. Bakışlarla kucaklaşabilmektir aşk…İham vererek binlerce şarkıya konu oluştur. Beğenilme ve arzu edilme yürekteki ateştir. Aşk, bir varoluş serüvenidir. Yaşamın tadına vardığınız an hissettiğiniz duygudur… Bir yolculuktur, aşarak yolları canın açılması; canana doğru yola çıkılmasıdır. Zamanı da yoktur. Öyle bir engin denizdir ki ne kenarı ne de ucu bucağı vardır. En anlamlı başkaldırıdır aşk. Örgütlenerek emek vermektir. Üstün tutabilmedir. Gözünün, aklının, kalbinin devamlı onu aramasıdır. Korumak ve sorumluluktur. Umudun beslenişidir. Geçmişin ve geleceğin bir arada yaşanmasıdır. Çölün yemyeşil bir bahçeye dönüşümüdür aşk… Yağmurlu bir günde güneşin parlamasıdır. Baharı beklemenin adıdır. Mor salkımların kokusunu duyarak gözlerinde güneşin aydınlığıyla görebilmektir yaşamı… Bir gülüşe katılmak, bir kelimede duraksamaktır. Vazgeçemeyerek aramaktır onu her seferinde… Gördüğün güzellik karşısında içindeki isteği canlandırmadır. Yaşama tutkuyla sarılmadır. Yüzlerde güllerin açması bedenin çiçeklenmesidir. Yazar ve Şair Ataol Behramoğlu’nun Aşk İki Kişiliktir şiirini anımsayarak bitirelim yazımızı: Aşk İki Kişiliktir Değişir yönü rüzgarın Solar ansızın yapraklar; Şaşırır yolunu denizde gemi Boşuna bir liman arar; Gülüşü bir yabancının Çalmıştır senden sevdiğini; İçinde biriken zehir Sadece kendini öldürecektir; Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk, iki kişiliktir. Bir anı bile kalmamıştır Geceler boyu sevişmelerden Binlerce yıl uzaktadır Binlerce kez dokunduğun ten; Yazabileceğin şiirler Çoktan yazılıp bitmiştir; Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk, iki kişiliktir Avutmaz olur artık Seni bildiğin şarkılar; Boşanır keder zincirlerinden Sular tersin tersin akar; Bir hançer gibi çeksen de sevgini Onu ancak öldürmeye yarar: Uçarı kuşu sevdanın Alıp başını gitmiştir; Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk, iki kişiliktir. Yitik bir ezgisin sadece Tüketilmiş ve düşmüş gözden; Düşlerinde bir çocuk hıçkırır Gece camlara sürtünürken; Çünkü hiç bir kelebek Tek başına yaşamaz sevdasını, Severken hiç bir böcek Hiç bir kuş yalnız değildir; Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk, iki kişiliktir. Özgür Karakaya

  • Kızıldere

    Oy dere Kızıldere Böyle akışın nere Onlar biter mi sandın Sana can vere vere... Dere bizim evimiz Suyu alın terimiz Söyle nedendir dere Vurulur gençlerimiz... .... 30 Mart 1972'de Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu liderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın 12 Mart darbesinden sonra idam edilmelerini engellemek için, Mahir Çayan ve arkadaşları Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy ile THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, NATO üssünden kaçırdıkları İngiliz ve Kanadalı teknisyenlerle birlikte Tokat'ın Kızıldere köyüne geldiler. Mevzilendikleri muhtarın evinde devlet güçleri tarafından öldürüldüler; sadece Ertuğrul Kürkçü kurtulabildi. Kızıldere Olayı 12 Mart muhtırası sonrasında toplumda şiddet artarken, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. İstanbul'da Ulaş Bardakçı'nın öldürülmesi ve Ziya Yılmaz'ın ağır yaralı olarak yakalanması, Orhan Savaşçı ve arkadaşlarının tutuklanması, ardından Koray Doğan'ın öldürülmesi ve Oğuzhan Müftüoğlu'nun da tutuklanması üzerine, tasarlanan birkaç umutsuzca çıkışın ve Ankara'da ya da başka bir büyük kentte barınma olanağının olmadığının görülmesi üzerine asıl örgütlenmeden geriye kalan iki kişi Mahir Çayan ve Ertuğrul Kürkçü, THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte, THKP-C'nin Doğu Karadeniz'deki kitle çalışmalarından edindiği ilişkiler alanına geçmek üzere yollarda yapılan sıkı aramalardan kurtulabilmek için makarna yüklü bir kamyonun yükleri arasına gizlenerek Fatsa'nın Yapraklı köyünde Ahmet Atasoy'un bir akrabasının evine yerleştirildiler. Cezaevinden kaçıştan başlayarak yapılması mümkün ve gerekli ilk girişimin Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının önlenmesi olduğu düşüncesinin aralarında sürekli olarak güçlendiği topluluğun eline Fatsa'ya yerleştikten sonra Ankara ve İstanbul'da sahip olmadıkları kadar elverişli bir imkan geçti: Varlığı daha önceden bilinen ve belirlenmiş olan NATO dinleme üssünde görevli İngiliz personeli rehin alacaklardı. Kısa bir durum muhasebesinin ardından CHP'nin üç THKO'lunun idam cezalarının yerine getirilmesine ilişkin TBMM kararına Anayasa Mahkemesi'nde yaptığı itirazın sonucunun beklenmesi ve idamları önleyecek başka hiçbir yasal yol kalmadığında İngiliz görevlilerin rehin alınarak idamların yerine getirilmesinin engellenmesine karar verildi. Beri yandan bürokrasi içindeki mücadele, 12 Mart sonrasında devletin korunabilmiş kimi yasallıklarının askeri diktatörlüğü kalıcılaştırma yanlısı güçler tarafından sürekli olarak aşındırılması biçiminde sürüyordu. Bir yandan Anayasa Mahkemesi'nde davaya bakılırken öte yandan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı infazlar için darağaçlarının hazırlanmakta olduğuna ilişkin bildiriler yayınlayarak Anayasa Mahkemesi'ni baskı altında tutmaya çalışıyordu. Devletin kurumları arasında idama mahkum üç devrimcinin hayatları üzerinde süren bu mücadelenin doğurduğu gerilimli ve belirsiz atmosfer içinde, henüz hazırlıkların tamamlanmadığı bir sırada grubun büyük kentle olan son bağlantısı da koptu. Artık yerlerinin devlet güçlerinin bilgisi içine girip girmediğinden hiç bir zaman emin olmayarak, arkadaşlarının idamlarını engelleyemeden yakalanmak ya da her türlü riski göze alarak harekete geçmek kararıyla, 25 Mart 1972 gecesi saat 19.30'da Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan ve Ertan Saruhan ellerinde kendilerine ait herhangi bir araçları olmaksızın yöredeki bir tanıdıklarının aracıyla Ünye'de İngiliz teknisyenlerin kaldığı apartmana keşif yapmaya gittiler. Evin önünde İngiliz görevlilere ait aracın durmakta olduğunu görünce, o gece İngilizleri kaçırmayı düşündülerse de çevrenin kalabalıklığından ötürü bundan vazgeçtiler. Geceyi Ünye'deki bir tanıdıklarının evinde geçirdiler. 26 Mart 1972 sabaha karşı devlet güçleri, kalabalık komando birliği, özel görevliler ve polis birlikleri ile Ankara'da elde ettikleri bilgileri değerlendirerek Ünye'deki bağlantı noktalarını ele geçirmek ve ardından aranmakta olan THKP-C ve THKO üyelerini yakalamak üzere Fatsa'yı abluka altına aldılar. Daha sonra 1979'da Fatsa Belediye Başkanı olan terzi Fikri Sönmez ve çırağını gözaltına alan güvenlik güçlerinin kendi yerlerini öğrenmek üzere onları işkence altında sorgulamakta olduğunu öğrenen grup iki seçenekle karşı karşıya kaldı; ya İngiliz görevlileri de yanlarına alarak Ünye'den ayrılacak ve arkadaşları Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna'nın bulunduğu Kızıldere köyüne ulaşacaklardı ya da etkili herhangi bir eylemde bulunma olasılığı bulunmayan bu köye kendi başlarına gitmenin yolunu bulacaklardı. Aralarında yaptıkları tartışmada birinci seçeneğin uygulanması kararlaştırıldı. İngiliz görevlilerin araçları kaldıkları konutun önündeyse onları kaçıracak ve birlikte gideceklerdi. Değilse, yakalanmadan önceki son şansı kullanarak zorunlu olarak Ünye'den ayrılacaklardı. Yapılan keşifte İngilizlerin arabasının yerinde durduğu belirlendi ve eylem gerçekleştirildi. Üç İngiliz görevli alındı. Geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hale getirildi ve Mahir Cayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola çıktılar. Kızıldere köyüne tırmanan toprak yolun başında Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'dan ayrılan grup, rehinelerle birlikte arkadaşlarıyla birleşmeye giderlerken Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da aracı uygun bulacakları uzak bir yerde terkederek Ankara ya da İstanbul'a gitmekle görevlendirildiler. Kızıldere'de Soğuk ve rüzgarlı bir havada yokuş yukarı tırmanarak ancak gün ağarırken köy civarındaki ağıllara ulaşabilen grup, görünmemek için ağıllarda saklandı. 27 Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar. 27 Mart 1972 sabahı İngiliz görevlilerin evine gelen hizmetlinin durumu polise bildirmesi üzerine, bütün bölgede topçu keşif uçakları ve helikopterlerle keşif uçuşlarına başlayan askeri birlikler aramalarını sürdürürken Kızıldere köyüne ilk giden grubun bağlantılarını kuranların ele geçmesi ve Niksar'daki bağlantı unsurunu açıklaması üzerine bu kişi 29 Mart 1972 günü yakalandı ve çok geçmeden güvenlik güçlerine muhtarın evini değilse de köy civarını tarif etti. Bu arada topçu keşif uçakları kar üzerinde Kızıldere köyüne çıkan yolun başında İngilizlerin aracının tekerlek izlerini tesbit ettiler. Nihayet aynı gün Niksar ilçesi girişinde Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'ın bıraktıkları araba bulunduğu gibi, İstanbul ya da Ankara'ya gitmek yerine geriye Kızıldere'ye dönmeyi daha güvenlikli bulan Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz dönüş yolu üzerinde çevre köylerden ekmek alırlarken kuşku uyandırdılar. Bütün belirtilerin Kızıldere köyü dolayını işaret etmesi üzerine 30 Mart 1972 sabah 05.00'de bilgi edinmek için köy muhtarının evine gelen jandarmalara muhtar önceden hazırladığı ihbar mektubunu vererek arananların evinde kaldığını bildirdi. Evin ve köyün sarılması üzerine evde sıkışıp kalan THKP-C üyeleri Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy ile THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna teslim olmamayı, taleplerine olumlu karşılık verilmez ve üzerlerine ateş açılırsa İngiliz rehineleri, bıraktıkları ültimatomda belirtildiği biçimde öldürerek sonuna kadar çarpışmayı kararlaştırdılar. Evin giriş ve çıkışlarını hububat ve un çuvalları, dolap, yastık ve yataklarla tahkim ederek, evin çatısında delikler açarak çevreyi gözetlemeye başladılar. "Teslim ol" çağrılarını reddettiler. Öğleden sonra saat 14.00 sularında İngilizlerin kendilerine çatıdan gösterilmesi ve kendileriyle konuşturulmasını isteyen çevreyi kuşatmış binlerce asker ve polisten oluşan birliklere İngilizleri gösterip konuşturdular. Kısa bir süre sonra içlerinden birinin çatıya çıkması ve görüşme yapılması isteğine uyarak çatıya çıkan Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Saffet Alp görüşmek üzere beklerlerken, ansızın üzerlerine önce tek tek, daha sonra çevredeki makinalı tüfek yuvalarından yaylım ateşi açıldı. Bu ateşin kimin emriyle açıldığı ve neyi amaçlamış olduğu bugün de açıklığa kavuşmuş değildir. Teknisyenleri ve devrimcilerin tümünü uzun bir kuşatmadan sonra sağ olarak yakalamanın askeri olarak mümkün olduğunu konuyla ilgilenen hemen hemen her uzman belirtmiştir. Ancak amacın birarada kıstırılmış geniş bir önderliğin bir an öce temizlenmesi olduğu yorumları yapıldı Kendilerini çatıdaki delikten eve atmayı başarabilen üç kişiden geride kalan Mahir Çayan başından yediği kurşunla öldü. Ardından daha önce alınan karar uyarınca İngilizler öldürüldü. Kerpiçten yapılma evde kendi silahlarının atış menzili dışında kalan güvenlik kuvvetlerinin atışlarına karşı koyamayan, buna karşılık siper aldıkları duvarları delen makinalı tüfek mermileriyle isabet alan devrimcilerden Ömer Ayna gözünden vuruldu. Cihan Alptekin karnından yaralandı. Bir süre sonra ateş kesilip çağrılar yapıldıysa da kendilerini fiilen kurşuna dizmiş olan güçlerle görüşme yapmayı reddeden devrimciler evin sahanlığında toplandılar. Eve yapılacak yeni saldırıyı topluca karşılamak üzere el bombalarını hazırlayarak beklemeye başladılar. Ancak doğrudan değil, uzaktan tüfek bombaları ve roketatarlarla yapılan yeni saldırıda, topluca bulunulan sahanlığın bir bölümü isabet aldı. Bu isabetle tahrip olan bölümde el bombası taşıyanlardan birinin pimi çekilmiş bombası elinden fırlayınca ötekilerin de ortasında patlayan bomba bir dizi patlamaya yol açtı. Evin arkasından sahanlığa girilen ikinci girişi tutmakta olan Ertuğrul Kürkçü dışındakilerin önemli bir bölümü ölürken Ertuğrul Kürkçü evin bitişiğindeki samanlığa geçerek saklandı. Evden gelen silah atışlarının kesilmesi üzerine tarama atışları yaparak eve girenler can çekişmekte olan Saffet Alp'i kurşuna dizdiler. Evdekilerin tam sayısını bilmemeleri ve muhtar Emrullah Arslan'ın verdiği sayıyla ölülerin sayısının uyması üzerine hava kararırken cesetleri de alarak köyden ayrıldılar. Ertuğrul Kürkçü saklandığı yerden çıkamadı. Ertesi gün ölülerini almak üzere gelen yakınlarının teşhisleri sırasında Ertuğrul Kürkçü'nün babasının ölenler arasında oğlunun bulunmadığını söylemesi üzerine yeniden yapılan arama sırasında Ertuğrul Kürkçü de yakalandı. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin tarihinde "Kızıldere Katliamı" olarak bilinen olay, gerçekleşmesi ve gelişmesi sürecinde Türkiye'de ve Türkiye dışında büyük tepkilere yol açtı. * DERLEME

  • BİR SEÇİM YOLSUZLUĞU

    Türkiye bir süredir seçim havası yaşıyor. Seçim yasasında yapılan ve yapılacak değişiklikler de gündemde yerini koruyor. Hükümetin önümüzdeki seçimleri ne pahasına olursa olsun almaya kararlı olduğu görülüyor. Geçmişte de seçim usulsüzlükleri yaşadık. Bunlardan birini anlatmak istiyorum: 1969 yılıydı. Ben Gazi Eğitim Enstitüsünün ikinci sınıfındaydım. Milletvekili Genel seçimleri yapılıyordu. Enstitü öğrencileri, oylarımızı Yenimahalle’ye bağlı Çitlik Mahallesinde kullanacaktık. Oy verme yerine gittiğimizde bir kısmımız seçmen listelerinde adımızı bulamadık. Bir sınıftan bazı arkadaşların adları var, diğerlerinin yoktu. Nasıl olurdu? Bu marifet, mahalle muhtarının eseriydi. Gazi Eğitimden gelecek oyların iktidara değil muhalefete verileceğini kestirerek listelerin bir kısmını rastgele seçerek yok etmişti. Biz onu yakalayıp hesabını sormaz mıydık? Sağı solu araştırdık. Muhtar sırra kadem basmıştı! Kim bilir hangi deliğe saklanmıştı. Aradık, taradık, bulamadık! Seçmen listelerinde adımız olmadığı için de oy kullanamadık. Birkaç arkadaş Ulus Rüzgârlı Sokak’ta CHP Genel Merkezi’ne giderek Genel Başkan Bülent Ecevit’le görüştük. Durumu anlattık ve şikâyetimizi de yazılı olarak yaptık. O seçimleri Adalet Partisi’nin kazandığı ilan edildi. Fakat bu oylama en az bizim yönümüzden sakattı. Birçoğumuzun siyasi iradesi sandığa yansıyamamıştı. Aradan haftalar mı, aylar mı geçti. Geçmiş gün, bizi ifade vermeye çağırdılar. Fakat iş işten geçmiş, atı alan Üsküdar’ı çoktan aşmıştı. Muhtar’a ne yaptıklarını ise hatırlamıyorum. NEDEN DÜRÜST BİR SEÇİM YAPAMIYORUZ? Her seçimde onun gibi becerikli adamlar çıkmıştır. Sandığın dibine önceden konulan oylar mı dersiniz? Sandık sandık gezip oy kullananlar, sahte seçmenler mi? Ağa ve aşiretçiliğin hüküm sürdüğü yerleşim yerlerinde sandıktan istisnasız tek bir partinin oylarının çıkması mı? Sandık sonuçlarının değiştirilerek teslim edilmesi mi? Hepsini gördük, yaşadık ve duyduk. Neden Türkiye doğru dürüst bir seçim ve oylama yapamıyor? Türkiye 1876’dan beri yalnız erkeklerin ve mülk sahiplerinin oy kullandığı, sandık başında sopalı adamların bulunduğu, yalnız bir partinin adaylarına oy verilebildiği, bu adayları da parti başkanının gösterdiği, “müntehibi evvel”, müntehibi sani” (birinci seçmen, ikinci seçmen) gibi saçmalıkların yaşandığı, oyların açık, sayımların gizli yapıldığı seçim deneyimleri yaşadı. Bunlardan çıkan derslerle Avrupa ülkelerinin seçim sistemlerine de bakılarak Anayasadan başlanıp az çok adalet gözeten seçim mevzuatı yapıldı. Seçimlerde her partinin şansını eşit kılmak için seçimlerden bir süre önce adalet, ulaştırma ve içişleri bakanları görevi bırakacak, yerlerine tarafsız bakanlar atanacak, hükümet üyeleri seçim çalışmalarında devlet imkânlarını kullanamayacak, tarafsızlık yemini etmiş cumhurbaşkanı herhangi bir partinin lehine propaganda yapamayacaktı. Seçim işlerini hükümet değil Yüksek Seçim Kurulu, tarafsız olmak zorunda olan yargıçlar gözetiminde yönetecekti. Sandık başkanları partilerin gösterdiği adlar arasında ad çekme ile belirlenecek, zarflar ve listeler mühürlü olacaktı. Yüzde 10 gibi bir seçim barajı yüksek ise de bunun bazı partiler için uygulanmayacağı kimsenin aklına gelmezdi. Televizyonlarda seçim propagandaları belli kurallara göre yapılabilecekti. 1990’larda parti başkanları birlikte televizyona çıkar, kendilerine verilen süre içinde görüşlerini açıklarlardı. BU HALE NASIL DÜŞTÜK? Birkaç seçim ve referandum sürecinde bu kuralların çoğu berhava oldu. Önümüzdeki seçimlerde ise iktidar partisinin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalması için bütün yasal ve fiili tedbirler alınmış bulunuyor. Türkiye neden bu noktaya sürüklendi? Çünkü seçime giren sınıfların kuvvetindeki eşitsizliğe rağmen adil bir seçim sistemiyle “Yüz yıllık parantez”in kapatılamayacağı, bir diktatörlük rejiminin kurulamayacağı anlaşıldı. Türkiye artık Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin ilgili komisyonlarınca da görüldüğü gibi demokratik bir ülke değil. Seçmenlerin çoğunluğu bunu dert edinseydi, iktidar bu cesareti bulamazdı. Geçmişinde demokratik bir yaşam bulunmayan kitle, bu siyasi yolsuzluklara kulaklarını tıkıyor, gözlerini kapatıyor. İhale kendilerine verilsin, çocuğu bir işe yerleştirilsin, üç beş kuruş sosyal yardım gelsin, gerisi onu ilgilendirmiyor. Mezhepçilik, kabilecilik yükselen değerler arasında. Aydınlarının ağzı kapatılan, eğitim kurumlarından bilimin kovulduğu bir ülke halkının kölelikten kurtuluşu mümkün değildir. Hey gidi Türkiye! Bu hallere mi düşecektin? (22 Mart 2018) zekisarihan.com

  • ÖLENE DEK SAKLAMAK

    Davranışlarında ve yaklaşımında samimi olup olmadığından emin olamıyordu ama yine de; onunla her buluşmayı kabul ettiğinde gardırobundan en güzel kıyafetini seçerken, aynanın karşısında birkaç kez kıyafet değiştiriyordu. Buluştuklarında, kibar davranması, ısrar etse de hesapları hep onun ödemesi, hediyeler alması, diğer arkadaşlarından kıskanması, onun bir ilgiden öte bir sevgisinin göstergesi olduğunu düşünüyordu. Ama yine de; nedenini henüz anlayamadığı, ona karşı, mesafeli durması gereken bir duyguya kapılıyordu. Evet yakışıklıydı. Şakacıydı, kendisi ve çevresi ile barışık birisiydi, gruptaki kızların beğendiği, hoşlandığı bir çocuktu. Aklı ile duyguları çatışıyordu. İç sesi ile konuşarak, buluşacakları yere gitmek için, duraktan bindiği otobüste, hala onunla olan ilişkisini sorguluyordu. Faceden paylaştıkları, beğenileri, okuduğu kitaplarla, düşünceleriyle, paralellik taşıyordu. Duygudaştılar. Sohbetleri koyulaştıkça birbirlerine yakınlaştılar. Arkadaş oldular, çıkmaya başladılar. Birbirlerinden hoşlandılar. Sedat evin tek oğlu olduğundan, özgür büyütülmüş, ailesinin istediği bir üniversiteyi okuma avantajı ile tüm ihtiyaçları fazlasıyla karşılanıyordu. Eli açık birisiydi. Kendine olan özgüveni anne ve babasının memur olması ve özgür büyütülmesinden kaynaklanıyordu. Yok, olmaz, hayır sözcükleri çok yabancıydı ona. Yazın grup halinde denize, pikniğe gidildiğinde arkadaşları maddi imkânsızlıktan gitmemek için diretse de; masrafların çoğunu o karşılıyor, “Olmaz”a, “hayır”a geçit vermiyordu. Karşılıksız ve çıkarsızdı arkadaşlığı ancak; yalnız kaldıklarında bazı ısrarcı davranışları karşısında kuşkuya düşürüyordu Elif’i. Birlikte olmak sevişmeyi gerektiren bir eylemmiş gibi, atağa geçtiğinde; onun istek ve duygularını örseliyordu. Bozuluyordu ama belli etmiyordu. Onun yüzünün sarkmasından anlıyordu bunu. Hangi davranışından sonra, nasıl bir tepki vereceğini öğrenmişti artık. Fırsat bulduğunda, dudakları ve yüzü yerine; poposunu elleyip okşaması, cinsel açlığını doyurmak için birlikte olduğuna düşünmesine neden oluyordu. Kafede başlayıp yatakta son bulan, ömrü kısa, cinsel arzuların tatmini için bir ilişkii istemiyordu. Kaç kez ellerini kızarak poposundan uzaklaştırdıysa onu; bu alışkanlığından vazgeçirememişti. Küçük tartışmalar yaşıyorlardı. Sedat onun afra tafra yaptığını düşünüyor, duygularını anlayamıyordu. Bir keresinde de Sedat’ın evinde çok sert bir tartışmadan sonra bir ay dargın kalmışlardı. Israrcıydı Sedat. Şimdi buluşmaya giderken de Sedat’ın kendisine olan, iyi çocuk davranışlarının, ne kadar gerçek olduğunu düşünüyordu. Hele o kızla, aralarında geçen o olaydan sonra kuşkusu büsbütün artmıştı. Buluştuklarında sarılıp öpüştüler. Sedat Elif’in omzuna attı elini. Konuşarak bir süre yürüdüler. Birkaç kez nereye gittiklerini sormasına rağmen yanıt alamadı Elif. —Bu gölge iyi mi? —Evet, ama niye bu kadar uzaklaştık ki? Oturduklarında Sedat, Elife sarılıp dudaklarından öpüverdi. Elif elini Sedat”ın avuçlarından çekerken gözünden iki damla düştü. Sedat şaşırdı, afalladı, Elif’in yüzüne merak ve endişe karışımıyla bakıyordu. Elif burnunu çekti sadece. Çantasından bir kâğıt mendil çıkardı, burnunu ve yüzünü sildi. Kuşkuyla yüzüne bakan Sedat’a, bir yanıt vermeden omzunu oynatmakla yetindi. —Duygulandım ne bileyim… Dedi, burnunu çekerken. —Böyle ağlayacaksan bir daha öpmem dedi, Sedat gülümseyerek. —Ondan değil, seni seviyorum biliyor musun? Sedat kendinden emin, Elif’in bacağına koydu elini. Bacağını avuçlamaya başladı. —Ne güzel işte… Deli ya… Sevgisi için ağlayan kız mı kaldı şimdi dedi, yarı alaylı bir sesle. Elif yanaklarındaki ıslaklığı silerken: —Sen ağlamaz mısın? Diye sordu. —Bilmem, bu güne dek hiç ağlamadım, her isteğim yerine getirildi dedi, yine gülümseyerek… —Mmm, her isteğini elde edersin yani dedi. Bacağını çekti, Sedat’ın elini ittirdi. Sedat konuyu değiştirdi: —Tayt ne güzel yakışmış, popon çok güzeldi, dedi. - Bak! Yine aynı şeyi yapıyorsun, gelirken belki on kez yineledin bunu farkında mısın? Beni popom güzel olduğu için mi seviyorsun diye, sordu. Elifin gözleri tekrar çalkalandı. —Sevseydin ellerimi tutar, boynuma sarılır, göğsüne yatırır, saçlarımı okşardın. Sevgiyle, şefkatle sarılırdın. Hemen öpmezdin, oramı buramı avuçlamazdın, orama burama bakmazdın yolda yürürken, gözümden kaçtığını mı sanıyorsun bakışların… —Seviyorum tabi ki… Dedi. Elini uzatıp, Elif’in saçlarını okşamaya başladı. Elif başını hızla sola çekti, saçlarını, Sedat’ın elinden kurtardı. —Ben seni özlemini duyduğum sevgili, yüreğimdeki Sedat, hayalini kurduğum, hayatımı paylaşacağım, birlikte bir ömür boyu yaşayacağım birisi olarak seviyordum ve sevdim dedi. Sedat can sıkıntısı içinde etrafına bakıyordu. Gömlek cebindeki paketi çıkardı Elife uzattı. Sigaraları karşılıklı yaktılar. Bir süre sonra: —Ne demek istiyorsun? Diye sorabildi Sedat. —Sevgiler, karşılık bulmalı. —Karşılıksız mı yani benimkisi? —Biraz da tutarlı olmalı. Kaşlarını çatarak sordu Sedat: —Ne yani! Tutarsız mı benimkisi? —Bir defa benimkisi deme! Elindeki sigarayı gösterip: —Sende şu kadar sevgi olsaydı, söylerdin bunu. Hem de içinden gelerek. Çekinmeden, korkmadan, erkekçe… Kaşları yeniden çatıldı. Dudakları titredi. Asabileşti Sedat’ın. —Kimden korkacakmışım kızım ben? Kaç defa söylemedim mi seni sevdiğimi… —Beni kaybetmekten… Elinin altında hazır olan birisini yani dedi, sustu. Derin bir nefes aldı, kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Bu gün bu sınavı hiç değilse, kendisine karşı vermeliydi. İyice emin olmalıydı. Sonu ne olursa olsun, bu konuşmayı yapmaya karar verdi. Sırtını düzleştirdi iyice doğruldu Elif. - İnsan önce kendisine karşı dürüst olmalı. —Güldürme beni, dürüst değil miyim ben? —Dürüst müsün? Gönül eğlendiriyorsun sen. Arkadaşlarına da anlatıyor musun seviştiğimizi? Oramı buramı fırsatını bulduğunda ellediğini… Sedat’ın yüzünde yoğunlaştırdı bakışlarını. Sigarayı toprağa iyice bastırıyordu Sedat. —Saçma sapan şeyler konuşuyorsun. N’oldu kızım sana bu gün? —Sarılıp öperken beni arzulayarak mı öpüyordun? Yüreğin gümbürdüyor muydu? Heyecanlanıyor muydun? Nefesin kesiliyor muydu? —N’oluyor kızım sana bu hangi filmin repliği… Bir kavganın ortasına doğru yol aldıklarını düşünüyordu Sedat. —Beni mi seviyordun, açlığını mı gideriyordun? Yoksa özlemlerine mi sarılıyordun? Ben bir obje miyim Sedat? Ne buldun bende, güzel bir beden mi? İri göğüslerim mi, güzel, biçimli popom mu? Seni çeken, bendeki özel neydi? Erkeklerin yatak odasını süsleyecek bir bedene sahip olmam mı? Bir erkeğin aşk olmadan, libidosunu, doyuracak bir beden mi bendeki özel. Benim aklımı ne zaman seveceksin Sedat? Bedenimin içindeki güzelliği, ne zaman keşfedeceksin? Ben bu yönümü keşfetmeni, daha ne kadar bekleyeceğim. Biri sana birini sevmeyi böyle mi öğretti? Aaaaağğğğğğğhhhhh diye bağırdı Elif… —Manyak mısın kızım sen! İyice saçmaladığının farkında mısın? Ne içtin de geldin? Derdin Ne? Ne demekmiş, özlemlerin açlığın? Bu kadar şey miyiz yani? —Ne? —Bencil. —Evet, bencilsin ve sadece egonu tatmin ediyorsun. Beni sevdiğini bile söyleyemiyorsun. —Nereden çıktı şimdi bunlar, deminden beri abuk sabuk şeyler konuşup duruyorsun. Biri senin canını fena halde sıkmış belli ki, benden çıkarıyorsun öfkeni, dedi Sedat. Elif bacağının yerini değiştirdi. Elindeki sönmüş izmariti bir taşa sürtüp duruyordu. —Sen beni gerçekten sevseydin buraya sevişmek için getirmezdin biliyor musun? Şiirler yazardın hazır kopyala yapıştır mesajlar yerine, bana bakman, dokunman daha farklı olurdu. Etime değil; bana dokunurdun, yüreğime dokunurdun anlıyor musun? Bana karşı bir rol üstlenmişsin sen onu oynuyorsun. Etimle, bedenimle uğraşacak ne gibi bir mesaj aldın benden, sana ne dedim de; benimle değil de; bedenimle ilgilisin? Hıı? Konuşsana! Sedat doğruldu bacaklarını karnına çekti, sağ yanında oturan Elifin yüzüne baktı. —Sana ne kadar umut bağladım biliyor musun? Seninle bir gelecek kurduğumu… Başkalarını ret ettiğimi… Yolunu nasıl dört gözle beklediğimi biliyor musun? Bir oyun mu bu. Bu sahnede nereye koyuyorsun beni? Arka planda bir figüran mıyım ben. Söylesene Sedat… Neyim ben? Kimim sana göre. Sevgili mi? Gönlünü eğlendiren mi? Sana her geldiğimde, acaba bana nasıl bir romantik sürpriz hazırladı diye merak ve coşkuyla beklediğimi biliyor musun? Biliyor musun; o kafeden her çıkışımızda, sana iyice sokulup yaklaşmak istediğimde, benden uzaklaştığını fark etmiyor muyum sanıyorsun? Evinde beni deliler gibi sevdiğini söyleyip sarılırken, caddelerde elini tutmak istedikçe, elini kaçırdığını anlamıyor muydum? Beni sevseydin böyle mi davranırdın? Böyle mi yapardın Sedat, anlamıyor muyum? Kimlere görünmek istemiyordun benimle yürürken? Sedat’ın bakışları karşı tepelerde yoğunlaştı. Ağzına kuru bir ot sapı koparıp attı. Diliyle sapı dudaklarının kenarında dolandırıyordu. Elif onun bir şeyler söylemesi için, bakışlarını, yüzünde ve gözlerinde derinleştiriyordu. Sedat’ın yüzü kızardı. Gerginliği geçmişti. Düşünceliydi: — Niye benimle arkadaşlık ediyorsun o zaman diye ağzından belli belirsiz söz kırıntıları döküldü. Elif’in yüzünde küçük bir tebessüm titredi. —Umut işte… Bilmiyorum, dedi. —Demek ki bende senin umut ettiğin şey yokmuş, dedi Sedat. —Biraz önce seviyorum diyordun. —Ben seni başka türlü, arkadaş gibi seviyorum. —Arkadaşlar sevişirler mi Sedat? Bir karşılık mı bekliyordun benden. Yaptıklarının bir bedelini mi ödemem gerekiyordu? Elif bir açıklama bekliyordu. Sedat’ın yüzünde küçük gülümsemeler gelip gidiyordu. Bakışları sertleşti bir anda. Gerginliği vücuduna yansıdı, doğruldu sesini yükseltti bağırarak konuşmaya başladı. —Yeter ya! Bıktım senin bu kaprislerinden. Hala taşradasın kızım sen. Tabularına yenik düşmüş, kabuğunu kıramamış, ağır abla rollerindesin. Ne yani, ayıp mı sevişmek. Seks ayıp bir şey mi? Kime, neyi saklıyorsun. Hangi devirde yaşıyoruz kızım. Bana kız mı yok. Ben seni seçtim. Senden hoşlandım. Seni sevdim. Bu kadar… Sustular. —Lanet olsun sana. Beyaz atlı prensimdin sen benim. Hoşuma giden her şeyin, senin de hoşuna gidiyor sanıyordum. Beni gerçekten sevdiğine, sevgine saygın olduğuna inanıyordum ilk zamanlarda… Bir bedel mi istiyorsun yaptıklarının karşılığında, öyle ya; yaptıklarını ödemem lazım değil mi, dedi. Kalktı. — Senden karşılık bekleyen yok! Senin de hoşuna gitmiyor muydu birlikte olmamız? Sen istemiyor muydun sanki? Bırak kızım şimdi bunları… Saçmaladın durdun… Dedi, Sedat. —Seni üzmeyelim, incitmeyelim derlerken, bazı şeyleri yanlış öğretmişler be gülüm sana. Sevgi, aşk öyle bir şey değil, her istediğinde avucunun içine alamazsın, bir meta gibi sahiplenemezsin, satın alamazsın onu. Öyle kolay, zahmetsiz, çabasız elde edilmez. Saçmalıyor muşum… Taşralıymışım… Kime saklıyor muşum… Aşkım, aşkım, aşkım… Herkesin ağzında çiklet olmuş aşk, hani nerede aşk, Adıvar kendi yok. Karanlık, izbe, kör, mekânlarda, dağınık yataklardaki, hayvansal duyguyu öldürmek mi aşk? Becermek zafer kazanmak öyle ya… Bu kadar basit mi? Sen ve senin gibiler birisini becermek olarak mı algılıyorsunuz aşkı? Sizin evde var mıydı aşk? Sen de o aşkla mı büyütüldün? Fırsatçının birisisin sen be! Anla bunu, gör halini. Terk edildin işte! Hadi, çağır anneni, babanı da sana şimdi şöyle güzel popolu bir aşk alsın… Ayağa kalktı. Titreyen parmaklarıyla, omzundaki çantasını açtı. İçinden bir zarf çıkardı. Zarftan birlikte çektirdikleri birkaç fotoğrafı parça parça edip Sedat’ın önüne attı. Titreyen elinde tuttuğu, bir fotoğrafı göstererek; —Bunu ölene kadar saklamak isterdim, dedi. Sesi gidip geldi. Titreyen parmakları arasında tuttuğu fotoğrafı Sedat’ın yüzüne fırlatıp yürüdü gitti. Az ilerlemişti ki cep telefonu çaldı. Çantasından çıkardı yere çarptı telefonu, üzerine basıp çiğnedi parçaladı. Bir parçasını Sedat’a fırlattı. Oradan hızla uzaklaştı. Sedat Elifin arkasından bir süre baktı. Yüzünde küçük tebessümler gelip gidiyordu. Düşünceler içerisindeydi, bir sigara yaktı.

  • Hasretti...

    Hasretimizdi. Uzun, kasvetli KIŞın erişilmez hülyasıydı kiraz çiçekleri... Nisanda tomurcuklanır, Mayısta açardı, yerine göre de meyveye dururdu... Çok yükseklerde Ağustosa bile kalırdı ermesi... Şimdi kazma kürek yakma zamanı çiçeğe durdu. Bir de kar yağarsa... Sevinsek mi, korksak mı? Kış kışlıktan vazgeldi, yaz yazlıktan; şimdi de kiraz çiçekleri... Güzelim DÜNYAnın canına okuduk... Bizi yakacak bir cehennem olmalı...

  • ŞİİR NEDİR

    Tanımı çok zor bir soru. Esasen bu konularda tanıma, tarife hacet de yoktur. En yaygın ve klasik tarif ise: “Okunduğumla insan ruhunda güzel duygular uyandıran ölçülü kafiyeli yazılara şiir" denir. Buradan hareketle bir manzumenin şiir sayılabilmesi için asgari şartları, kriterleri şöyle sıralayabiliriz: Şiir belli bir ölçü, düzen disiplin içinde yazılır. Aruz ve hece vezinlerinde katı kural ve kalıplar vardır. Serbest vezinde her ne kadar şair özgür ise de yine belli bir ölçü, düzen vardır. Şiirde kafiye vardır. Ancak burada çoğu şair adayları ya da şiir yazdığını sananlar, ya hepten kafiyenin ne olduğunu bilmiyorlar. Ya da kafiye ile redifi karıştırmaktadırlar. İnsanın ruhunda, gönlünde, yüreğinde güzel duygular uyandırması, sevgi ve heyecan vermesi gerekir. İnsan benliğini geçmişe taşır şiir. Anılarını canlandırır. Hüzne boğar. Kalbi pır pır eder. Yani kısaca insana özgü duygular depreşir. Ve bunun dışında yalnızca yazanı değil, tekrar tekrar okuyanları da etkiler. Bu kısa açıklamalar ışığında birkaç örnek vereyim. Büyük Azeri şairi Şeyh-ül Şair Fuzulî'nin şu beyti dünyanın en güzel aşkını dillendirir. Fakültede hocalarımız bu iki satırı bize bir aya anca açıkladılar. Okullarda ise ben ancak bir hafta işleyebildim. “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı” Peki Karac'oğlan’ın çeşmeden su dolduran 15 lik köylü nazeninine yaptığı teklifin reddi üzerine: “Bizim ilde üzüm olur alçolur Sızılaşır bozkurtları aç olur Bir yiğide emmi demek güç olur Bir kız bana emmi dedi neyleyim” “Karac’oğlan derki n’olup n”olayım Akıp giden sularınan yunayım Sakal seni matkap ile yolayım Bir kız bana emmi dedi neyleyim” Diyerek yaşlılığına ilenmesini, ya da: “Benim sadık yarim kara topraktır” diyen Aşık Veysel’i “Görmeyeceğim güzelliğini işte İki göz yetmez ki” çaresizliğini yüreğinde hisseden Fazıl Hüsnü’yü “Ağaca bir taş attım Ağaç taşımı yedi Taşımı isterim Taşımı isterim” çocuksuluğumuzu anlatan Orhan Veli'yi, Ladesi yemeyip: “Ölüm beni kandıramazsın” Aklımda tesellisini “Çok övünme gözelim çok da gözlerin garadır “Tabiatın işidir günde min gözel yaradır” umursamazlığını hangimiz unutabilir ya da haz duymayız. Ama adam eline alıyor kalemi. Sözüm ona şiir yazıyor. Ölçü yok, kafiye yok. Ritim, ahenk yok. Duygu desen hiç yok. Konu zaten belli değil. Özünde Türk insanı şiire çok yatkındır. Zira anne kucağında ninni ile mani ile büyür. Gerçekten de Türk geleneğinde şiirin, yaşamın her cephesinde önemli bir yeri olduğunu görürüz. Türk insanının gönlünde sevgi vardır. Küçüktür mani ile ninni ile büyütülmüştür. Delikanlı olmuştur. Komşu kızına aşık olmuştur. Sakızlardan şekerlemelerden çıkan manileri göndermiştir. Askere gitmiştir. Kahramanlık destanlarını türkülerini yakmıştır bacısı, yavuklusu. Çoban olmuştur kavalıyla yanık ezgiler çalmıştır. Türk insanının gönlünde sevgi vardır. Hoşgörü vardır. Yaşam vardır. Yaşamdan zevk almak vardır. Doğallık vardır. Zira o doğa ile iç içedir. Softalar gibi bu dünyadan el etek çekmek yoktur. Kısaca şiir vardır. İnsanlık vardır, sevgi vardır gönlünün, ruhunun derinliklerinde. Yazamasalar bile çoğu insan, yazılanı anlar ve duyarlar bedenlerinin ve ruhlarının her zerreciğinde. Siz öyle değil misiniz?

bottom of page