top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Erotizm

    Erotizm, eski Yunan mitolojisindeki aşk tanrısı Eros’un adından gelmektedir. Yetiştiren birleştiren yönü bulunmaktadır. Çağlar boyunca erotizm sonsuz semboller evreni ortaya çıkarmıştır. Sözlüğümüzde: ``Erotizmin karşılığı “kösnüllük, şehvaniyet”; kösnüllük, “cinsel uyarılara karşı aşırı duyarlık gösterme durumu" olarak yer almaktadır. Erotizm, cinsel aşk tutkusunu anlatan bir kavramdır. Salt bedensel bir tutkuyu değil, bunun aşkla, iki karşı cinsin bütünleşme isteğiyle bileşimini dile getirir. Çıplaklığın, önüne perde çekilmiş halidir erotizm. Amacı soyunup her şeyi ortaya dökmek değildir. Erotizm, her şeyden önce insana özgüdür. İnsanoğulunun imgelemi ve istemi sonucu toplumsallaştırılmış, değişime uğramış cinselliktir. Erotizmi cinsellikten ayıran en önemli özellik , kendini açığa vurduğu kalıpların sonsuz çeşitliliğe sahip olmasıdır. Erotizmi pornografiden farklı kılan, güzelleştiren nokta ise beden yerine hayal gücüne hitabıdır . Genel kullanımda erotizm sözcüğü, bedensel aşkı dile getirmektedir. Geniş manada ise hem farklı iki cinsten bireyin cinsel yakınlaşmalarındaki hem de tüm insanlar arası dostluk ve sevgi şeklindeki aşkın görünümlerini kapsamaktadır. Erotizm reklam malzemesi, günah keçisi ya da insanın ta kendisi olabilir yerine göre. Kimi zaman çıplak bedenin, kimi zaman bir sesin veya kokunun tanımına girer erotizm nitelemesi. Hayatın her alanında esintilerine rastlamak mümkündür. Bedenin kıvrımlarında, bir kadının gülüşünde. Bir adamın sigara dumanını üfleyişinde. Öfkeli bir andaki kaşların çatılışında, kadehlerin tokuşturuluşunda, bir kitabın sayfalarında, şiirde, tangoda, gitarın telindedir bazen erotizm. Erotizm, ölüme kadar yaşamın olumlanmasını sunmaktadır. Erotizm ilkbaharın gelişi gibidir. Bedenin şiirle yoğrulmasıdır. İlk dokunuş da önemlidir. Erotizm, cinselliğin kalıplarıyla yetinmemeyi ilke edinmektedir. Sonsuz bir hayal ile farklı biçimlerde, beden ve ruha yeni düşünceler sunmaktadır. Sınırların bittiği yerde erotizm başlamaktadır. Erotizm , akıl ile duygu, birey ile evren arasındaki engelleri delip geçmektedir. Tutkuların dışarı taşmasını sağlayan bir güce sahiptir. Erotizm kadın formuyla başlamaktadır. Uzanmış bekleyen güzel bir kadın vücudu bir ilk dokunuş ve yaklaşma isteği için yeterli olmaktadır. Tabii ki her zaman ille de kadın olacak diye de bir şey gerekli değildir, başlatan bazen de bir erkek bakışı olabilir. Erotizm bazen çocuksu suçluluktan kurtulmaya, bazen toplumun sabit fikirlerini sınırlamaya yaramıştır. Erotizm açığa çıkarır: Seksin basit bir sunumu olarak değil, bir konu olarak sanatta yer alışıdır. Tutkuların davranış olarak en iyi yansımasını ortaya koyabilen erotizm, artistik ifadeleri doğrulayabilir. Hayal gücünün ve becerilerin ortaya konduğu güzel bir anlatım alanıdır. İzlenim sonrası etkisi uzun süre devam eden zengin bir duygu yoğunluğuna sahip oluşudur. Erotizm, bir alt tür değildir , ana akım türlerinin hemen yanında yer almaktadır. Başlı başına bir türdür ve sanatla ilgili her alanda günümüze değin bu türde birçok klasik eser yer almaktadır. Resim, müzik, edebiyat, sinema… Erotizmin sinemaya yansımasında , kadın cinselliğine karşı duyulan korku ve çekincenin de aşılmasını getirmektedir aynı zamanda. Buradaki ince detay, eserlerde kişilerin cinsel birer obje olarak gösterilmesi değil, cinsellikle de devrimin olabileceği, cinsel anlamda yaşanan özgürlüklerin ve en önemlisi cinselliğin, toplumsal yaşamın bir gerçeği oluşudur. Erotizm, ruhsal yaşamı cinsel edimle ilişki haline getirmesi bakı­mından hayvansal cinsellikten ayrı­lmaktadır. Cinselliğin doğal yapısını şekillendirerek kendine dönüştürmektedir. Soyun devamıyla değil; haz ile ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışmaktadır. Erotizmin nedeni doğalın ve toplumun dayatmasına bir itiraz etmedir . Bunu yaparken de hayalin ve tutkunun sınırlarını sonuna kadar kullanmaktadır. Böylelikle baskılanan ya da sınırları çizilen söz ve beden tüm belirlenmeleri yıkarak belirlenmezlik üzerinden kendine ulaşmaktadır. Erotizm sonucu yaşanan seks, erkeklerin duygularıyla ve içlerindeki dişi yönle bağlantıya geçmesini ve kadınlarla daha iyi iletişim kurabilmelerini sağlamaktadır. Kadınların da aynı şekilde cinselliğe daha farklı ve özgür bakışlarını sağlamaktadır. Aşk, şehvet, cinsel tutkular, düşler, arzular, sahiplenme duygu tipleri erotizm bahçesinin çiçekleridir. Sonuç olarak olmazsa olmaz değildir ama aşkı bir masa olarak düşünürsek, erotizm onun örtüsüdür. Porno ile asla ve asla karıştırılmayacak kadar özel, farklı ve güzeldir. Özgür KARAKAYA ozgur694@hotmail.com

  • SARIKIZ EVDEN KAÇTI

    Birkaç yazıyla tanıttığım, nerdeyse Yeşilçam’da oynaması için teklif alacak hale gelen sevimli kedimiz Sarıkız, 1 yaşındaki oğlu Kıroğlan’la birlikte sırra kadem bastı. İki yıl önce iki aylıkken aldığımız, evin kız çocuğu yerine koyduğumuz Sarıkız, bir yaşına basmadan beş yosma yavru birden doğurmuştu, Bunlara el bebek gül bebek iki ay baktıktan sonra dördünü isteyenlere içimiz yana yana vermiş, yalnız kimseye “okutamadığımız” Kıroğlan’la ikisi bize kalmıştı. Temmuz’un son haftasında tatile giderken onları götürmeyi düşünmedik. Çünkü burada da günlerinin çoğu dışarıda geçiyordu. Ayrıca öğrendikleri gizli yollardan eve girip çıkabiliyorlardı. Komşulardan birine ve bahçıvana evin anahtarını ve bir ay yetecek kadar kuru ve sulu mama bıraktık. Yazlıktan arada bir çocuklarını merak eden ana baba duygusuyla bahçıvanımıza ve komşuya telefon ederek bizimkilerin ne âlemde olduklarını soruyorduk. Sarıkız ve oğlunu görmüyorlardı… Allah Allah! Bunların karnı acıkmıyor muydu? Komşular kendilerine yitecek veriyor olsa bile çocukluklarını yaşadıkları evlerini hiç mi özlemiyorlardı? Kedilerin insana değil eve düşkün oldukları bilinir. Biz yoğuz diye eve uğramamaları aklın alacağı şey değildi. Yoksa onları köpekler mi parçalamıştı veya Belediye görevlileri mi alıp götürmüştü? Ağustos sonunda eve dönünce gündüzleri kapıları açık ve geceleri elektriklerin yandığını görürler de artık bu ayrılığa son verirler diye beklediysek de sekiz gündür gene ortalıkta görünmüyorlar! Çıkıp mahallede sorup soruşturduk. Hatta bazı evlerin kapılarını çaldık. Sarıkız ve Kıroğlanı renklerinden, boylarından tarif ederek görüp görmediklerini sorduk. Net bir yanıt alamadık. Kedi kediye benzerdi, fazla da dikkat etmemişlerdi… Akşam serinliğinde oynamakta olan küçük çocuklara sorduk. Tarifimize uyan bir kediyi görmüş olan, hatta ona mama verdiğini anlatan bir kız çıktı. Bir daha görürse hemen bize haber vermesini tembih ettik. Evlerin bahçelerine, çitlerin arkasına “Sarıkız, Sarıkız!” diye seslendiysek da ne bir ses ne bir nefes! Sarıkız’la oğlu bizi ve evi terk etmişlerdi. DAĞDAKİ GELİP… Bunun nedeni olarak en akla yakın durum şuydu: Bir süredir, bizim kedilere komşulardan birinin azman, cüsseli bir erkek kedisi musallat olmuştu. Kapıda bacada onlara tıslayarak korku salıyor, hatta onların girdikleri yerden eve girerek onların mamalarını silip süpürüyordu. Hatta onu salondaki koltuğa yan gelip yatarken yakaladığımız, üst kattan bile kovaladığımız oldu. Seninki sanki bizim eve zorla içgüveysi olmak isteyen bir kabadayı gibiydi. Bizim iki kedimiz onunla başa çıkamıyor ve görünce eve sığınıyorlardı. Hatta zaman zaman eve girerken acaba içeride o var mı diye etrafı dikkatle kolaçan ettiklerini görüyorduk. Bazı geceler bizim yatağın üstüne kıvrılarak uyuyan, hatta yorganın altına girerek mırı mırıl seslerle kendilerini sevdiren bu yumurcaklar, sabah annenin kalkmasını bekliyor, o salona inerken ondan önce merdivenlere koşuyorlardı ama acaba o azman gelmiş midir diye çevreyi de kontrol etmekten geri kalmıyorlardı. Ona karşı nasıl davranmalıydık? Komşuların iri ve arsız haylazları tarafından çocukları korkutulan ana babalar nasıl davranırsa öyle davrandık. “Pist pist!” diyerek kovaladık. O da bir candı, biliyorduk ama onun da sahipleri vardı ve başka bir evin kedilerinin yiyeceğine göz dikmesi, tufeyli bir hayat yaşaması doğru değildi. İşte Sarıkız ve oğlu dağdan gelip bağdakini kovan bu azman kedi yüzünden kendi yuvalarını terk ettiler kanısındayız. İnsanlığın hâlâ sürmekte olan bu vahşeti, belli ki hayvanlar arasında da geçerli. Sana ait olmayan bir vatanı, orduna, silahlarına dayanarak git işgal et ve oranın halkını başka yerlere sür! Hayvanlar dünyası da insanlarınki gibi hak, hukuktan değil ancak kuvvetten anlıyor… Gene de bir gün gelirlerse bizim kedilere ağzıma geleni söyleyeceğim, hatta kalçalarına pıt pıt vurarak biraz pataklayacağım! Sonra da kucağıma alıp ipek gibi tüylerini okşayacağım. Biz uzun yıllar gurbetten gelecek evlatlarını bekleyenler gibi Sarıkız ve oğlunu beklemeye devam ediyoruz. Mahalledekilere diyoruz ki: “Onları görürseniz, sizi evden bekliyorlar, sizi çok seviyorlar, hiç bir şey sormayacaklar deyiniz.” Hangi ana baba evlatlarına küs kalabilir ki? (6 Eylül 2018) Öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • Cumhuriyet'teki Geri Dönüş

    karikatür: Tan Oral Cumhuriyet gazetesindeki yönetim ve buna bağlı olarak gerçekleşen ideolojik değişim, yalnız gazetenin okurlarını değil, Türkiye’nin nereye gitmekte olduğunu sorup soruşturan herkesi ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in içindeki kavgada haber alma kaynağımız gene gazetenin kendisidir. Gazetenin yöneticileri yargılanırken mahkemede olup bitenlerden okuyucularını haberdar ediyordu. Cumhuriyet’in sahibi konumundaki Vakfın toplantısında usule aykırı olarak işlem yapıldığı, kıl payı da olsa bir grubun yönetimi ele geçirdiği, böylece gazetenin politikalarında da değişiklik yapıldığı ileri sürülüyordu. Yönetimde yer alamayan grup mahkemeye başvurmuş hatta gazetenin kendilerine teslim edilmesi için en yukarıdaki kişiden de yardım istemişti! Sonunda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle eski yönetim yeniden Cumhuriyet’in başına döndü. Bu yönetimle uyuşamayacakları anlaşılan yazar ve yöneticiler, tek tek ayrılma yazılarını yayımladılar. Gazete yönetimine yeni adlar getirildi. Yeni yönetim de açıklamalar yaptı ve gazetenin “Atatürkçü politikaya kesin olarak döndüğünü” ilan etti. Gene de bu ayrılığın sınıfsal ve ideolojik anlamı anlatılmış değildir. BU BİR SINIF KAVGASIDIR Bilenlere malum olduğu üzere, her düşünce, bir sınıfın damgasını taşır. Bazen bu konuda bulanıklıklar yaşansa bile şarkıdan türküye, edebiyattan mimariye ve resme kadar her alan son tahlilde bir sınıfın çıkarlarına hizmet eder. Cumhuriyet’teki bu çalkalanma, 24 Ağustos 2017’ tarihli “Cumhuriyet’teki Yarılma” yazısında anlatmaya çalıştığım gibi Türkiye solunun yönelimini göstermesi açısından anlamlı bir örnektir. Cumhuriyet’in yeni yöneticilerinin bildirilerinde gazetenin Atatürkçülüğe kesin dönüş yaptığını belirtmekle birlikte kendilerini aynı zamanda solcu saydıklarında şüphe yoktur. Tasfiye edilen grupla, yönetime gelen grubun solculukları hangi noktada ayrılıyor? Bu ayrılığa sebep “Kürt sorunu” diye tanımlanan, aslında bir Türk sorunu da olan insan hakları konusundaki temel tutum farklılığıdır. Daha derine inildiğinde temelde yatan, işçi sınıfı ile burjuvazinin çıkar çatışmasını fark etmemek mümkün değil. Fakat günümüzde güçlü bir sosyalist hareketi olmadığından şimdilik bu konudaki ayrılığın üstü örtülebilmektedir. Politik işçi hareketi şimdilik bir tehlike yaratmadığı için ne diye ona karşı bayrak sallasınlar? Fakat Kürt sorunu on yıllardır zaman zaman uyumuş görünerek, zaman zaman köpürerek Türkiye’de herkesi bu konuda bir tutum almaya zorluyor. GÜNCEL AYRIŞMA KONUSU KÜRT SORUNU Birinci teze göre, Kürtlerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri ve demokratik haklardan yararlanmaları işçi sınıfı ideolojisinin (sosyalizmin) vazgeçilmez şartlarındandır. İkincisine göre ise Türkiye’de yaşayan herkese Türk denir. Bu ülkede başka bir milliyetin varlığından ve onların özgün ihtiyaçlarından söz etmek ihanettir. Yoksa ülke bölünme tehlikesi altındadır ve bunu teşvik edenler de düşmanlarımızdır. Vakfın yeni yöneticilerinin “Atatürkçülüğün kesin olarak geri döndüğü” ifadesi tam da bu ayrışmanın itirafıdır. Kürtleri defterden silme anlayışının hem mükemmel, hem de kurnaz bir ifadesidir. Ancak en gerici darbe dönemlerinde bu ifade devlet tarafından kullanıldığı için sosyalistler açısından çekici bir ifade olma özeliğini çoktan kaybetmiştir. Son dört yıldır benim gibi okuyucusu olanlar, gazetenin sol muhalefeti bir bütün olarak ele aldığını, CHP gibi HDP haberlerine de manşetten yar verdiğini gördüler. Gazete demokrasiyi kararlılıkla savundu ve gericiliğe karşı bir ortak muhalefet cephesi kurulması doğrultusunda yayın yaptı. Bunun bedelini de zindanlarda yatarak ödediler. Galiba tek adam rejimine ödenecek borçları da var! Davaları temyizde. Artık kalemleri kırıldığına göre belki de borçlarının üstü affedilir… “Türkiye Halkı Sağcılaşıyor” diye boşuna yazmıyorduk. Bu sağcılaşma toplumun bütün kesimlerinde yaşanıyor. Tayyip Erdoğan Kürtlerle uzlaşma masasını devirmesine az insan mı alkış tutmuştu? Masa devirme işi Cumhuriyet’in yazı işleri masasına kadar inmiştir! Cumhuriyet’e tarihi bir düşmanlıkları olmakla birlikte iktidar yanlısı yazarların Cumhuriyet’teki bu dönüşümü alkışlamaları anlamlıdır. Emperyalizme ve gericilikle savaşın adı olan bir Atatürkçülük iyi hoş da sosyalizm ve Türk-Kürt birlikteliğine karşı savaştırılan bir Atatürkçülük çok geriden bir sestir… (12 Eylül 2018)

  • Makedonya’da Bir Hafta-5 (son)

    MAKEDONYA’DA TÜRK İZLERİ 1 Ağustos Çarşamba günü akşama doğru ulaştığımız Üsküp’te bu kez kalacağımız ev kent merkezinde, Taş Köprü’nün ve Kalenin tam karşısında bir apartmanın sekizinci katında temiz bir daireydi. Burada böyle günübirlik kiraya verilen birçok konut varmış ve bu normal kiradan daha kazançlı imiş. Telefonumuz üzerine güler yüzlü şirin bir Makedon kadın kucağında çocukla geldi, evi gezdirdi ve anahtarı teslim ederek gitti. “Çıkınca anahtarı posta kutusuna bırakırsınız” dedi. Biraz dinlendikten sonra aşağıya inip Vardar Nehri üzerindeki Osmanlı yapısı Taş Köprü’den geçerek kalenin duvarı boyunca yürüyüp giriş kapısına ulaştık. Bu kale duvarları da Ohri Kalesi gibi onarılmış ama kale içinde düzenleme yapılmamış. İncik boncuk satılmadığı ve restoranlar bulunmadığı için burada pek az meraklı geziniyor! Bütün eski kentler gibi kalenin dibinde bir sürü sokaklardan meydana gelen Eski Çarşı var. Buradaki yapılardan çoğu da Osmanlı döneminin izlerini taşıyor. Müze olarak kullanılan Kapan Han’da dingin bir akşam yemeği yiyoruz. Hanın üst katlarında eskiden yolcuların kaldığı odalar, yemek yediğimiz avlunun çevresinde ise belli ki o zamanlar hayvanların barındığı yerler var. Bunlardan birinin kapısında “Makedonya Atatürkçüler Birliği” levhası var. Onun bitişiğinde Türkçü müzik çalan bir bar çalışanına soruyoruz. Burası hep kapalı imiş! Belli ki Makedonya’da Osmanlı defteri kapanalı çok olmuş. Fakat Osmanlıların 1389 Kosova Savaşından sonra zapt ettikleri Makedonya’ya hiç de geçici olarak gelmedikleri, ayakta duran yapılardan anlaşılıyor. Üsküp şehir haritasında görülen bazı yer adları şöyle: Mustafa Paşa Camii (1492),Yaya Paşa Camii (1504), Sultan Muratova Camii (1436), Gazi İsa Begova Camii, Havzi Paşa İnn, Çifte Hamam 15. yy), Şimdi müze olarak kullanılanlar ise Davut Paşa Hamamı , Kapan Han, Sulu Han (15. yy,) Kurşunlu Han (16. yy), Gazi Baba Ormanı adında bir orman da var. Türkiye Cumhuriyetinin henüz 100 yaşına ulaşmadığını düşünürsek yaklaşık 550 yıl süren bu Makedonya’ya egemenliğin ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin etmek zor değil. Her yerde Türkçe bilene rastlamak mümkün. Makedonca sözlükte Türkçe ile aynı kökten beş bin sözcük varmış ve bunların iki bini günlük hayatta konuşuluyormuş. TARİHİ YENİDEN YARATMAK 1991’de Yugoslavya’dan ayrılıp 1993’de Birleşmiş Milletlere üye olan Makedonya halkının yüzde 65’i Makedon, 25’i Arnavut, 4’ü Türk (80.000 kişi), 2’si Sırp, 1’i ise Boşnak. Resmi dil Makedonca. Bu dil Güney Slavca dil ailesine mensup. Bulgarca ile akrabalığı varmış. Azınlık dilleri Arnavutça, Türkçe, Romanca, Sırpça, Boşnakça. Dinlere gelince nüfusun yüzde 64.7’si Ortodoks Hıristiyan, Yüzde 33.3’ü ise Müslüman. Ülkede 1.842 kilise, 580 cami varmış. Başkent’teki heykellerin çokluğuna bakılırsa Makedon hükümetlerinin Makedon tarih bilincini pekiştirmek için kesenin ağzını açtığı söylenebilir. 2006-2016 arasında hükümet olan başbakan Nikola Gruevski döneminde başkente İkinci Filip ve oğlu Büyük İskender’den başlayarak tarihi şahsiyetlerin heykelleri dikilmiş. Bunlar o kadar yüksek ki, fotoğraf karesine yerleştirmek için çok uzaktan çekilmeleri gerekiyor! Bu heykellere harcanan para ile ilgili şöyle bir söylenti de var: İhaleler yüklü bütçelerle yandaşlara verilip bu paranın bir kısmı yöneticilere geri dönüyormuş. (Türkiyeli okur bu yöntemi hemen tanımış olmalı!) Şöyle bir espri de geliştirilmiş: Makedonya nüfusunun yüzde 60’ı Makedon, yüzde 30’u Arnavut, yüzde 10’u ise heykellerden oluşuyormuş… Makedonlar, Büyük İskender’i Yunanistan’la paylaşamıyorlar. Makedonya denilen coğrafyanın bir kısmı zaten Yunanistan sınırları içinde. Bu nedenle Yunanlılar Makedonya devletinin adına itiraz etmişler. Ülkenin adı Birleşmiş Milletlerde Yugoslavya Makedonyası olarak tescil edilmiş. Makedonlarla Arnavutlar da birbirlerinden hoşlanmıyorlar. Arnavutlar, diğer Balkan halkları gibi Slav ırkından değil, İlliryalılardan geliyor. Osmanlı varlığına gönülden bağlı bir Arnavut şoför, Makedon bağımsızlık hareketini şu sözlerle küçümsüyor. “Bunlar bir takım hırsız uğursuzlarmış. Osmanlı askeri köylerde bunların peşine düşüyor ve öldürüyormuş. Makedonlar bunlara hürriyet kahramanı diyor ve onların heykellerini dikiyor!” 2 Ağustos Makedonya’nın ulusal günü. O gün hem 1903’te Osmanlı idaresine karşı bir ayaklanmayla geçici bir yönetim kurulmuş, hem de onun anısına 1944’te Alman faşist işgaline karşı aynı gün ve yerde ayaklanma başlatılmış. O gün başkentte bayrama özgü bir hareketlilik göremedik. Yalnız resmi daireler ve (müzeler de) kapalı idi. Akşam da kaleden havai fişek atışları yapıldı. 100 Üyelik kutu gibi bir parlamentosu olan Makedonya’da 20 kadar parti varmış. Şimdiki Hükümet Arnavutlarla koalisyon yapan sosyalist partinin elindeymiş. Hükümette Türk bakan da varmış. ANADİLDE EĞİTİM Çok uluslu bir devlet olan Makedonya’da anadilinde eğitimin uygulandığını Türk ve Arnavutlardan öğreniyoruz. Hem Arnavut, hem Türkler, dokuz yıl olan ilköğretimde kendi dillerinde eğitim görüyorlarmış. Yalnız ikinci sınıfta haftada bir (veya iki) saat da Makedonca dersi varmış. Yüksek okul ve üniversitede de bu dillerde eğitim yapan bölümler bulunuyormuş. Makedonca eğitim yapan okullarda yabancı dil olarak İngilizce, Fransızca gibi Batı dillerine yer veriliyormuş. Anadilinde eğitim, burada Türkiye gibi bir tabu değil. Bu herhalde Yogoslavya sosyalizminden kalan bir demokrasi uygulaması olmalı. Üsküp’e 20 km. uzaklıktaki Matka Kanyonunu görmemizi tavsiye ettiler. Burası yüksek kayalıklar arasından akan gür bir su kaynağı. Önüne set yapılmış ve bir gezi yeri olmuş. Kayaların gövdesinden açılan yolda ilerleyip en uca kadar gittiğimizde bir tarihi kilise ve yanında bir restoranla karşılaştık. Buradaki menüde bir çorbanın 340 Denar (34 TL) olduğunu söylersem diğerlerinin fiyatını da anlamış olursunuz. Şehirdekinin üç-dört misli fiyatlar. Biz Türkiye’de parayı ot başından mı topluyoruz? İnat ettim, yemedim. Akşam, şehirde masaları kaldırımlara taşmış bir restoranda yemek yerken bir orkestra grubu yanımızdakilere hareketli parçalar çaldı. Makedonca türküler söylediler. Bizim masamıza yaklaştıklarında “Enternasyonali çalın da neşemizi bulalım” dediysem, hatta hatırlatmak için ezgisini mırıldandıysam da onu bilmediklerini söyleyip başka bir masanın yanına geçtiler. Böyle bir durumla Belgrad’da da karşılaşmıştık. Sevgili kardeşim “Uyan artık uykudan uyan/Uyan esirler dünyası”diye başlayan enternasyonal hiç unutulur mu? Tarih boyunca farklı ırklarla düşüp kalkan Makedonlar, kökleri olan Slavlara benzemekle birlikte yüzleri donuk bir beyaza kesmiş. Bir tipik Makedon kadının fotoğrafını nasıl çekebilirdim? Bunu eşimden rica ettim. Restoranda arkadaşlarıyla yemek yiyip içen bir kadının “Eşim sizi Türkiye’de tanıtmak istiyor” diyerek fotoğrafını çekmesini istediysem de bir punduna getirilip çekilemedi. Bir erkek için yanında eşi varsa kadınlara takılmasının bir sakıncası olmaz… 3 Ağustos Cumartesi günü öğle üzeri, bir haftalık Makedonya gezimiz Pegasus uçağına binmemizle sona erdi. Bu dizi de burada bitti. (Ayvalık, 12 Ağustos 2018) Üsküp merkezinden bir görünüş Matka kanyonunda tarihi kilise

  • Makedonya’da Bir Hafta-4

    MANASTIR’IN ORTASINDA… 2.100.000 nüfuslu Makedonya’nın Ankara’nın onda bir (500.000) nüfusuna sahip başkenti Üsküp’ten sonra Manastır 80.000 nüfusuyla ikinci büyük kenti. Bu ülkede “Büyük kent” kavramının Türkiye’den farklı olduğunu hemen almışsınızdır. Öteki “Büyük kentleri” ise şöyle sıralanıyor. Kumanova (71.000), Pirlepe (68.000), Kalkandelen (60.000), Ohri (51.000), Köprülü (48.000), Gostivar (46.000), İstip (42.000). Büyük şehirlerde Makedon nüfusunun yüzde 68’i yaşıyor. Ailece Makedonya gezimizin dördüncü günü olan 31 Temmuz 2018 günü Ohri’den bir otobüsle bir ovada kurulmuş Manastır’a ulaşıp bir gece kalacağımız Travel Hotel’e yerleştikten sonra zaman kaybetmeden sokağa fırladık. Bizim Fatsa büyüklüğünde olan kentin merkezine çok yakın imişiz. Bu merkezden boydan boya geniş bir cadde uzanıyor. Eski adı Şirok Caddesi imiş. Yugoslav yönetimi zamanında adı Mareşal Tito Caddesi olmuş. Ortaklık bozulduktan sonra eski adına dönülmüş. Bulvar araç trafiğine kapalı. İki yandaki binalar yüksek değil. Bunlar hem çeşitli dükkânlarla, hem de yeme içme yerleriyle dolu. Cadde şimdiden kalabalık. Gezip görebileceğiniz her şey yakında. 1558’de yapılmış Yeni Cami kapalı. 1508 yapımı İshak Bey Camii ve 1562 yapımı Haydar Kadı Camii ise açık. İshak Bey Camiinin avlusunda abdest alma yerinde rastladığımız kara sarıklı, sakallı imam Türkçe bilmiyor. Çat pat Türkçe bilen temizlik görevlisi ise Müslüman Makedon Çingenelerinden. Ezan da okuyormuş. Makedonlar Manastır’a Pitola diyorlar. O da zaten Manastır demekmiş. Haritada ayrıca Manastır diye bir bölge görülüyor. Manastır denince benim aklıma iki şey geldi. İlki, öğretmen okulunda mandolinle çalmasını öğrendiğimiz bir okul şarkısı: Manastır’ın ortasında var bir havuz Canım havuz Dimetoka kızları hepsinden yavuz Biz çalar oynarız. Manastır’ın ortasında Var bir çeşme Canım çeşme Dimetoka kızları hepsinden seçme Biz çalar oynarız. Bu havuz ve çeşme gerçekten var mıydı, yoksa şarkıda “yavuz” ve “seçme” sözcüklerine uyak olsun diye mi türküye konulmuştu? Bir araştırmacı titizliği ile derhal soruşturmaya başladım! Evet, tam da kentin merkezi olduğu anlaşılan meydanda bir değil iki havuz vardı ama bunlar her yerde görebildiğimiz fıskiyeli havuzlardandı. O eski havuz da bunların yerinde olmalıydı. Çeşmeyi bulmamız da zor olmadı. Birbirleriyle kesişen birçok sokaktan oluşan “Eski Çarşı’nın orta yerinde şarkıda adı geçen çeşme yerli yerinde duruyor ve bu sıcak yaz gününde gelip geçenlerin içini soğutuyordu. Üzerinde yalnızca uzmanlarının okuyabileceği Osmanlıca bir kitabe de var. Altına 1305 diye eski takvim ve rakamlarla tarihini de koymuşlar. Bugünkü takvime göre 1889 oluyor. Çeşmenin yakınında oturan bir grup esnafa “İçinizde Türkçe bilen var mı?” diye seslendiğimizde bir Arnavut bizimle ilgileniyor. Yakınlarda eski ihtişamını kaybetmiş, içindeki bazı dükkânların bulunduğu bir bedesten de var. Bu büyük Osmanlı izlerine rağmen, Manastır’da Türk ve Arnavut nüfus Üsküp ve Ohri kadar çok değil. Akşam Mareşal Tito caddesinde kalabalık arasında bir gezinti yapıyoruz. Bir pizzacıda karnımızı doyuruyoruz. Gece yarısı otelimize geçiyoruz. Manastır’a varmışken Mustafa Kemal’in okuduğu İdadiyi görmeden olmazdı. Bunu 1 Ağustos günü sabahleyin kentten ayrılmadan yerine getirecektik. Bu bina da Tito Caddesi’nin ucunda, kent merkezinde. Makedonya Tarih Müzesi olarak düzenlenmiş. Mustafa Kemal için de bir salon düzenlenmiş. Atatürk’ün hayatı ile ilgili fotoğraflar ve açıklamalar konulmuş. Bunu şehirde Makedon bir Türkiye Fahri konsolosu yaptırmış. Ne var ki bu bölümde Mustafa Kemal Paşa ile ilgili özgün hiçbir şey yok. Makedonya tarihi ve kahramanlıkları ile ilgili birçok nesne ve açıklamadan başka bir sanat galerisi de var. Biz binadan girince “Ben burada staj görüyorum” diyen delikanlı bizimle bir kat çıkıp rehberlik yapmayı bile düşünmüyor. Biletlerimizi kesen müze görevlisi ise indiğimizde yerinde yoktu! Kimseden bilgi alamadık. 11.45’te, sıcak bir havada otobüsle 250 km. kuzeydeki başkent Üsküp’e hareket ediyoruz. Önce bir ovada yol alıyorken bazı yükseklikleri aşıp tekrar ovaya iniyoruz. Burası şeftali, elma bahçeleri, üzüm bağları, mısır ve tütün tarlalarıyla kaplı. Ayaş çıkışında olduğu gibi bir meyve pazarı da kurulmuş. Yol boylarında satış yapılan küçük tezgâhlar da görülüyor. 15 dakika mola verilen bir benzincinin yanındaki sergiciye cebimdeki üç onluk Denar’ı uzatıyorum. Bir salkım üzüm veriyor fakat restoranın garsonu onları burada yiyemeyeceğimi ihtar edince dışarı çıkıp orda yiyorum. 15.30’da Başkent Üsküp’teyiz. Burada iki gün ve gece daha kalacağız. (Ayvalık, 10 Ağustos 2018) Şirok (Mareşal Tito) Caddesi

  • Makedonya'da Bir Hafta-3

    KALELER ÇOK ŞEY SÖYLER Makedonya'nın turistik merkezi Ohri'de ikinci gün öğle üzeri motelden çıkarak sahile indik. Burada bin yıllık olduğu bildirilen bir çınar var. Gövdesindeki çürükleri ağaç kabuğunna benzer bir madde ile yamamışlar... Biraz ileride 1720 tarihini taşıyan Pir Mehmet Hayati türbesi ve Halveti dergâhı Türk ziyaretçileri Osmanlı dönemine götürüyor. Adana-2 Lokantasında Türk yemekleriyle karnımızı doyurduktan sonra bizi kaleye çıkaracak bir taksi arıyoruz. Duraktaki taksilerin hiç biri kabul etmiyor. Yakın mesafe diye ücreti azımsamış olacaklar. Sonra yoldan geçen bir taksiye bir buçuk misli ücret (15 TL kadar) vererek razı ediyoruz. Ohri kenti zaten gölün dik kıyılarından yükseliyor. Buraya ilk yerleşenler savunma kolaylığını da düşünmüş olmalı. En yüksek olan bölgede en eski yerleşimler 3. Yüzyıl'a kadar gidiyor. O tarihlerde İkinci Filip Krallığı'nın başkenti olan Ohri, 10. Yüzyılda Bulgar Krallığı'nın başkenti imiş. Kale 10. Yüzyıl eseri. 2003'te restore edilmiş. Dik merdivenlerden kalenin burçlarına çıkıyoruz. Ohri kenti dört yandan seyrediliyor. İki burca dürbün de koymuşlar ama ikisi de bozuk! Kalenin içeriye bakan kısmında tutunacak tırabzanlar olmasa burada gezmek cesaret ister. Kimbilir bu kaleyi savunmak için kaç asker can verdi? Kale diplerinde kaç asker telef oldu? Çok geniş olmayan sur içinde bazı yapıların kalıntıları var ama burada esaslı bir kazı ve düzenleme yapılmamış. Bunlar yüklü bütçelere bağlı. Makedon Hükümeti ileride rüşvet ve israfı önlediğinde bunları yapmaya para da artırabilir. Kaleden aşağılara doğru eğimli arazi, eski Ohri'nin tarihi ile yüklü. Bir çok yapının temel izleri var. Ortodoks kilisesi ise ayakta ve müze olarak kullanılıyor. Türkler Ohri'yi aldıklarında bu kiliseyi yıkmışlar fakat halk gene de burada ibadet etmeye devam edince Türkler onu camiye çevirmişler. Kilisenin önemi, Kiril alfabesinin burada Kiril'in iki öğrencisi tarafından biçimlendirilmesinden kaynaklanıyor. Bu alfabe daha sonra bazı değişiklikler geçirse de dini metinlerde kullanılmaya devam ediyormuş. Kilisenin üst tarafında Sinan Paşa adlı bir komutanın TİKA tarafından onarılıp üstüne koruyucu bir tavan yapılan kabri bulunuyor. Buradan sık ve uzun çam ağaçlarının oluşturduğu orman içinden kıvrıla kıvrıla uzanan taş döşeli bir yoldan kıyıya kadar indik. Sahilin bu yanında gölden kale gibi yükselen bir kayalık var. Bir kaya kitlesinin üzerinde 13. Yüzyıl'da yapılmış bir manastır bulunuyor. Burada biraz soluklanıp merdivenle plaj olarak kullanılan kıyıya iniyoruz. Hazır bekleyen birkaç motorlu kayık sizi uzak olmayan kent merkezine götürüyor. Bu arada isterseniz gölde bir kayık gezintisi de yapabiliyorsunuz. Açıkgöz kayıkçı bizi biraz gölde gezdireceğini de söyleyerek ama buna uymayarak 7 Yuro'yu koparıp Çarşı'ya bıraktı. Hafif bir yağmur başladı. Bir barın tenteleri altına sığındık. Bir kadın Türkçe olarak "Burada yemekten önce içki içiliyor mu?" diye bize sordu. Ardından da delikanlılığa yeni adım atmış oğlu yaklaştı. İstanbul'dan turla on kişilik bir grup gelmişler. Oğlana "Kaleyi gezdiniz mi?" diye sordum. Şu yanıtı verdi: "Hayır gezmedik. Rehber, istersek kaleyi gezdirebileceğini ama orada bir şey olmadığını söyledi. Bizimkiler de 'Madem bir şey yok, çıkmayalım' dediler." Kalede ne olmasını bekliyorlardı ki? Yeme içme yerleri ya da incik boncuk satılan yerler. Bunlar olmazsa gitmenin bir anlamı yoktu demek! Oysa kaleler herkese ne kadar çok şey söyler.. Kaleler, kentlerin ruhudur. Bize geçmişten çok anlamlı hikâyeler anlatırlar. Bu kentin neden burada kurulduğunu kalelerden öğrenirsiniz. Kentin bütününü ve çevresini kalelerden gözlersiniz. Oradaki her taş, her sığınak, her basamak ter ve kan kokar. Oralarda kılıç şakırtılarını, top gürlemelerini duyarsınız. Kaleler, geçmişte milletlerin arkalarını yasladıkları dayanaktır. Tehlikeli zamanların sığınağıdır. Milleti yurtlarında güvence içinde yaşatan kalelerdir. Kaleler teslim olunca millet ağlar, dağılır ve düzen bozulur. Erkekler tutsak düşer, kadınları cariye yapılır. Hazzine düşman eline geçer. Her kale zamanın ileri bir mühendislik eseridir. Bir gezginin ziyaret ettiği kentin barlarından, yeme içme yerlerinden çok ve onlardan önce kaleyi ziyaret etmesi gerekmez mi? Dalga Restoranda karnımızı doyurduktan sonra yürüyerek motelimize çıktık. MANASTIR YOLUNDA Gezimizin dördüncü günündeyiz. 31 Temmuz Salı günü bavulumuzu yokuş aşağı takır tukur çekerek sahile indik. Yazlık ayakkabımın şeritlerinden biri sökülmüştü. Dün tanıştığımız ayakkabı ve hatıra eşye satan Namık Kemal adlı Türk, onu tamir edebileceğini söylemişti. Ayakkabıyı verdim, az sonra kopan parçayı dikilmiş olarak getirdi. Harcanan iplik iki santimetre yoktu ve dikiş süresinin yarım dakikadan fazla alması mümkün değildi. "Borcum nedir?" diye sordum. "Ne borcu?" diyeceğini sanıyordum. "100 Denar!" (10 TL) dedi. Yanımda bulunan Türk parasından 10 TL'yı sırıtarak aldı! İstanbul'la alışveriş yapıyormuş. Dünkü sohbetimizde Karaman asıllı olduklarını söylemişti. Fatih, Osmanlı'ya teslim olmayı reddeden Karaman'ı fethedince burayı yerle bir etmiş, halkını da sürmüştü. Namık Kemal'in açıklaması ise şuydu: "Karamanlılar asla asimile olmaz. Fatih bunu bildiği için Karamanlıları buralara göndermiş!" Makedonyalılar, hep Namık Kemal gibi paracı mıdırlar? Bunun böyle olmadığını Üsküp Eski Çarşısı'nda bu kez kapağı tamamen sökülen omuz çantamı diktirmek için arayıp bulduğum bir Arnavut çantacı gösterdi. Israr ettiğim halde para almayı reddetti. Taksi ile otogara gidip gezimizin üçüncü durağı olan Manastır'a bir otobüsle yol almaya başladık. Çevreyi daha iyi görebilmek için boş olan ön koltuklardan birine oturmama şöför nedense izin vermedi. Sağ tarafta yüksek dağların yer aldığı bir vadide, yeşillikler arasında ilerliyoruz. Çevrede elma, üzüm bağları görülüyor. Resne kasabasından geçerken İkinci Meşrutiyet'in kahramanlarından Resneli Niyazi'yi hatırladım. Türklerin hürriyet mücadelesinde Selanik doğumlu Mustafa Kemal Paşa gibi Balkan doğumlu bir hayli önder var. Şair Yahya Kemal Beyatlı Üsküp doğumlu.(Ayvalık, 9 Ağustos 2018) [if gte vml 1]>

  • Yaş Yetmiş Beş

    Yetmiş beş yaşına basmışım! Düşümde görsem inanmazdım. Ama birkaç yıldır metroya, otobüse bindiğimde yalnız gençlerin değil, orta yaşlıların bile yerlerinden fırlayıp “Buyur amca” diye yer vermelerinden anlamalıydım. Nerdeyse haftada bir bu yaşın üstünde, hatta biraz altında olanladan birinin öldüğünü duyunca durumun farkına varmalıydım. Ama beynimi ve yüreğimi hiç terk etmemiş o hoppa çocuk bunu engelliyordu. Cahit Sıtkı Tarancı'nın daha yolun yarısında iken hissettiklerini, ateşin yaktığını, taşın sert olduğunu yetmiş beş yaşında hissetmek gene de hayatın verdiği bir şans olarak düşünmek gerekir. Yıllar ne kadar da çabuk geçmiş! İkinci Dünya Savaşı biteli şurada ne kadar oldu ki? O savaşın son yılında, 1944'ün sıcak bir yaz gününde, köylülerin yalınayak gezdiği, çok çok çarık giydiği bir köy ortamında ömrünün yarısı gurbette geçen taşçı ustası bir babanın ve bütün köylü kadınları gibi çilekeş bir ananın dokuz çocuğundan beşincisi olarak dünyaya gözümü açtığımdan beri yetmiş beş yıl geçmiş öyle mi? Amcam ve babam 49, beyaz sakalından ötürü bize çok yaşlı görünen dedem 63, ağabeyim 66 yaşında öldü. Ailede en uzun yaşayan erkek ben mi oluyorum? Babamın ulaştığı yaştan sonraki her yılı fazlalık ve nimet saydım. Ama şu fani dünyada daha yiyeceğimiz, içeceğimiz, duyacağımız ve göreceğimiz varmış! Duyup da sevineceğimiz, görüp de kahrolacağımız şeyler varmış! Köyümün büklerinde hayvanlarımızı güderken, fındık bahçelerinde elimde bir kıdıkla başak yaparken, elimde bir odun ve cüzle her sabah mahalle mektebinin yolunu tutarken, dokuz yaşımda bir defter ve bir kurşun kalemle ilkokula yazdırdıklarında, öğretmen okulunda bir yandan köy özlemi çekip diğer yandan atanacağım köyü kurtarma ülküsüyle yanıp tutuşurken bu kadar yaşayacağımı ve başıma türlü çeşitli işler geleceğini nerden bilirdim? Sayılarla, oranlarla konuşmak iyidir. Bu yetmişbeş yılımı nelere harcadım? Toplam kaç yıl uyumuş oldum? Kaç yılım okul sıralarında, kaçı her sabah heyecanla girdiğim sınıflarda ders verirken geçti? Öğrencilerimin yazılı kâğıtlarını ve ödevlerini okumak ve hatalarını tek tek işaretlemeye kaç yılım gitti? Kaç yıl bu zevkten yoksun bırakıldım? Kaç yılımı demir parmaklıklar arkasında, fakat emekçi halkın gelecek günlerine umut besleyerek geçirdim? Toplantılarda geçen zamanımı toplasam kaç yılı bulur? Yolculuklarımı uc uca eklersem ne kadar zaman tutar? Yazı makinası ve klavye başında geçirdiğim zamanı, birbirinden güzel kitapları okumak için harcadığım zamanı hesap edebilir miyim? Ne kadar güzel insanla karşılaştım ve onlardan iyilik, dostluk gördüm, sayısını çıkarabilir miyim? İşte dövüşe vuruşa, yaza okuya, zamanla yarış ederek fırtınalı bir ömrün sonbaharına gelmişim. Yetmiş beş yaş, hayatın Ekim sonu, Kasım başları mı desem, Aralık ayının yarısı mı desem, ben de bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Ne olur ne olmaz, dilimiz dolaşmaya başlamadan, elimiz kalem tutarken vasiyetimi yazmalıyım. Beni toprak ananın koynuna saklayacakları zaman yapacağım konuşmayı yazmalı ve banda almalıyım. Derler ya, dünyaya yeniden gelseydin, ne olmak isterdin? Aynı ana babanın çocuğu, aynı ailenin bireyi, aynı köyün ve aynı milletin mensubu olmak isterdim. Gene öğretmen olmak, ders verirken duyduğum mutlulukları yeniden yaşamak isterdim. Gönderecekleri sürgünlere gene gülerek giderdim. Savcılardan ve yargıçlardan gene af dilemez, düşündüklerimi, inandıklarımı eğip bükmeden gene söylerdim. Her yıl, dürüst bir bir muhasebeci gibi kendi kendine hesap veren bir kişi için yetmiş beş yaşına ulaştığında ömrünün muhasebesini yapma zamanıdır. Böyle yaşamış olmaktan pişman değilim. Çocuklarımız için, emeğiyle yaşayan halkımız için daha fazlasını yapacak imkânlarım yoktu. Onlardan gördüğüm sevgi ve şefkatten doymuş bulunuyorum. Kimseden bir alacağım yok. Aksine elimden gelseydi, yurduma, insanlarımıza karşı olan borcumu azaltmak isterdim. Bana Ağrı Dağı kadar yüksek bir kürsü verseler ve önüme sesi dünyanın her tarafından duyulan bir mikrofon kursalardı, şu mütevazı yazılarımda tekrarlayıp durmakta olduğum şeyleri haykırırdım: Savaşları durdurun! Açgözlülüğü bırakın! Ezen ve ezilenin olmadığı kardeşçe bir sistem kurun! Doğanın sofrası hepinizi doyuracak kadar cömerttir. Sınıfları ortadan kaldırın ve (50 yıl önce bir 23 Nisan konuşmasında hükümet konağı önünde bütün okulların çocuklarına ve öğretmenlere seslendiğim gibi) o sofraya birlikte oturmanın yollarını arayın. Cehaleti yok edin. Bilimin ışığı bütün beyinleri aydınlatsın. * Bugün Balkanlarda dolaşıp durmakta olan felsefe doktoru küçük oğlum Işık'ın daveti üzerine ailece Makedonya'ya sekiz gün sürecek bir geziye gidiyoruz. Görüp işittiklerimi sizden esirgemeyeceğimi bilirsiniz. (Ayvalık, 28 Temmuz 2018) Önceki yazılar için: zekisarihan.com

  • Geç Olsun da Güç Olmasın

    Milli Eğitimin yeni bakanı Ziya Selçuk, verdiği demeçlerle bugünkü eğitim sistemine karşı isyan etmekte olan çevrelerin içine biraz olsun su serpiyor. Ne var ki siyasi sistem bir bütündür. Bunun bir parçası olan Milli Eğitim Bakanlığının sisteme karşı ve ondan kopuk bir yapıya kavuşması mümkün değildir. Külliye izin vermez. Selçuk’un konuşmaları 1990’da Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol’un konuşmalarını andırıyor. O da demeçlerinde eğitim topluluğunun kulağına hoş gelecek şeyler söylerdi. 1980’de başlayan Kenan Evren rejimi geriliyor, özgürlük talepleri yükseliyor, bizler da geleceğe umutla bakıyorduk. Böyle uyana uyana, hakkın haklarını gasp edenlere karşı mücadele ede ede daha iyi bir yere ulaşacaktık. Avni Akyol’un yeni öğretim yılına başlama mesajındaki vurguları bazı meslektaşlarımız haklı olarak yetersiz görüyorlardı. Öğretmen Dünyası’nın Kasım 1990 tarihli sayısında şakaya vuran bir hayal kurduk. 20 yıl sonrası olan 2010-2011 yılı öğretim yılı başında Milli Eğitim Bakanını konuşturduk. NE UMDUK? NE BULDUK? “Bakan Akyol’un 1990-1991 öğretim yılını açış konuşmasını beğenmeyen eksik bulanlara soruyoruz. Aşağıda sunacağımız gibi bir konuşma mı özlüyorlar? 2010-2011 öğretim yılını açıyorum. Sevgili meslektaşlarımı, öğrencilerimizi ve emekçi halkımızı halk hükümetimiz adına selamlıyorum. Birkaç yıldır eğitimde yaptığımız devrimin sevincini yaşıyoruz. Halka hizmet etmek, halkın yarınını hazırlamada eğitim yoluyla katkıda bulunmak bütün öğretmenlerimize ve biz Bakanlık mensuplarına mutluluk vermektedir. 20 yıl geriye baktığımızda bugünkü sevinç ve coşkumuzun nedenini anlamak kolaydır. Arapça metinleri ezberlemeye dayanan kurslar ve öte dünya için eğitim, ulusal eğitimimizin nerdeyse temeli olmuştu. Sonunda halkımız aldatıldığını anladı ve bu okullara itibar etmez oldu. Bugün eğitimimiz bütünüyle laikleşmiştir. Ne bu kurslar kalmıştır, ne de okullarımızda metafizik eğitim. Eğitimimiz bütünüyle akla, bilime, deneye dayanmaktadır. Ülkemizi yönetenlerin ve orta sınıf aydınlarının kendi milletlerinden utanmazcasına yürüttükleri yabancı dilde eğitim kalkalı yıllar oldu. Yabancı dilleri şimdi isteyenlere yoğunlaştırılmış kurslarda öğretiyoruz. Ülkemizde yaşayan azınlıkların kendi anadillerinde eğitim hakkına kavuşmaları da devrimimizin getirdiği önemli kazançlardan biridir. Böylece ülkemiz halkının sevgi ve eşitlik temeli üzerinde birliği güçlenmiştir. Eğitimimizin sırtında 1980’lerde oluşmuş bulunan özel okullar ve dersaneler kamburu, başarılı bir ameliyatla kesilip atılmıştır. Devlet okullarında eğitim güçlendirdikçe veliler çocuklarını bu okullara göndermez olmuşlardır. Zaten üniversiteye girecek öğrenciler okullarda öğretmenler tarafından seçilmektedir. Öğrencilere özel ders veren tek bir öğretmen kalmamıştır. Öğretmenler tekli eğitime geçtiğimizden beri bütün gün okullardadırlar. Toplumdaki saygınlıkları da yeniden kurulmuştur. Sevgili öğretmenler! Bütün bu gelişmelerde sizin çok önemli katkınız oldu. Okulları artık siz yönetiyorsunuz. Halk Hükümetimiz, hiçbir okula yönetici atamamıştır. Bütün yöneticileri sizler seçtiniz ve okullarda duruma her bakımdan el koydunuz. Hükümetimiz sizlere tamamıyla güvenmektedir. Bakanlığımız sizlerin isteklerini yerine getirmek zorundadır. Öğretmenler sendikamız, Bakanlığımızın en büyük destekçisi ve yardımcısıdır. Ben Milli Eğitim Bakanı, beni bu göreve getiren sendikamıza eğitimdeki hizmetlerinden ötürü sonsuz şükranlarımı sunarım. Bütün öğretmenlerimizin eğitimde bir daha eski karanlık günlere dönülmemesi için uyanık bulunmasını, saptanan bozuklukları anında ve yerinde, öğrencilerinizle birlikte düzeltilmesini beklerim. Şimdi 300.000 tirajı olan Öğretmen Dünyası dergisine abone olmanızı tavsiye ederim. Ben de bu dergiyi ilgiyle okuyor ve çok yararlanıyorum. Dergi sayfaları arasında bana bu kadar yer ayrıldığı için mesajımı kısa kesiyorum. Hepinize başarılı bir eğitim öğretim yılı diliyorum.“ (“Böyle Bir Konuşma mı Olsaydı?” Öğretmen Dünyası, Yıl 11, Sayı 131 (Kasım 1990), sayfa 7) * TESLİM OLMADIK Aradan 20 değil, 28 yıl geçmiş. Ne ummuşuz, ne bulmuşuz! Demek ki toplumlar ve sistemler hep ileriye gitmiyor. Değil yerinde saymak, geriye bile gidebiliyor. Olsun. Bir 29 yıl daha mücadele ederiz. Geç olsun da güç olmasın. Yukarıdaki konuşmanın benzeri bir gün yapılacak. Bu toplum bunu başaracak. Bana inanmıyorsunuz 39. yılına ulaşan Öğretmen Dünyası’nın Temmuz 2018 tarihli 463. sayısında derginin genel yayın yönetmeni Nazım Mutlu’’nun “Kendime Ev Ödevi” başlıklı başyazısını okuyun. (22 Temmuz 2018)

  • Eksik Olsun

    Türkiye’nin rejimini değiştirmekle sonuçlanan son seçim kampanyası sırasında AKP ve MHP’nin başkan adayı Recep Tayyip Erdoğan, önemli sayılması gereken bir proje ortaya attı: "Millet Kıraathaneleri" açmak. Memleketin her tarafında gençlerin buluşup iyi ve faydalı vakit geçirecekleri kıraathaneler açmak iyi olmaz mıydı? Muhalefet adayları bunu alaya aldılar. Kıraathane kavramının günümüzdeki kahvehaneler karşılığı olarak kullanılmasından yararlanarak bunu Erdoğan’ın sanki tembellik yuvaları olan kahvehanelerle dolu ülkede yeni kahvehaneler açmasına yordular. Buralarda çay ve kek ikramı da telaffuz edilince konu daha da gülünç bir hale geldi. Oysa konu bedava çay, kek ikramı olan ve sohbet edilecek yerler açılmasından çok daha ciddi idi ve bir tehlikeyi de işaret ediyordu. Doğrusu Erdoğan da meramını dört başı mamur anlatamadı, belki de konuyu şöyle bir ortaya atarak nabız yokladı. Yurdun her yanında açılması düşünülen bu kurumlara “Kıraathane” denmesi de sebepsiz değildi. Okuma Evi, Okuma Odası, Kültür Evi ve benzerleri yerine kıraathane denmesinin nedeni, Cumhurbaşkanının eskilere, Osmanlı dönemindeki kurumlara bağlılığından kaynaklanıyor olsa gerek. Kıraathaneler, önceki yüzyılda var olan ve işlevleri tamamen kalksa da ad olarak geçen yüzyıla kadar adını koruyan kurumların adlarıdır. Bazı yerlerde hâlâ örneğin Cumhuriyet Kıraathanesi gibi adlarla bu hatıra sürüyor. Eskiden gazetelerin olmadığı veya yaygın bulunmadığı, kitaba erişmenin zor olduğu dönemlerde bu kıraathanelerde okuma bilen bazı kişiler kitap okur, topluluk da dinlermiş. Bu kitapların yabancı dillerden çevrilen veya Türkçede yeni yeni yazılmaya başlayan romanlar, tarih veya felsefe kitapları olmadığını tahmin etmek zor değildir. Bunlar halkın defalarca dinlemekten zevk aldığı bir takım halk hikâyeleridir. TOPLUMU GERİCİLEŞTİRME PROJESİ Erdoğan’ın açmayı düşündüğü kıraathaneler, onun bütün bir toplumu dönüştürme projesinin bir aşamasıdır. Eğitimde uygulanan örneklerini gördüğümüz gibi bu dönüştürme işi anaokullarından başlamakta, ilkokulda hızlandırılmakta, orta ve lisede ise pekiştirilmektedir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne göre eğitim, din kalkan edilerek biat kültürüyle biçimlenmiş kuşaklar yetiştirmenin adıdır. Kıraathaneler, bu eğitim sisteminin halk eğitimi aşamasıdır. Üniversiteli ve okul bitirmiş geçler kıraathanelere çay içmek ve kek yemek için gitmeyeceklerdir. Buralar diğer bütün kurumlar gibi başkana bağlı birer gericilik yuvasından başka bir şey olmayacaktır. Kıraathanelerin, Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki Halkevleri ve Halkodaları düşünülerek fakat onların tam tersi çalışmalar yapacak birer kurum olarak tasarlandığı kuşkusuzdur. Kıraathanelerde kitaplar bulunacaktır, fakat hangi kitaplar? Bunlar her halde çağdaş dünya ve Türkiye edebiyatının demokratik kültürünü yansıtan kitaplar olmayacaktır. Milli Eğitim Bakanlığının her iki taraftan eserleri seçip yayımladığı 100 Temel Eser dönemi de çok gerilerde kalmıştır. Kıraathanelerde halkevlerinde olduğu gibi tiyatro da oynanacak, filmler gösterilecektir ama bunlar her halde Türk tiyatrosunun ve sinemasının seçkin yapıtları olmayacaktır. Böyle olmayacağını Devlet Tiyatrolarına verilen yeni düzenden çıkarabiliriz. Buralarda yapılacak müziğin ilahi tarzı bir müzik olacağı da öngörülebilir. Bütün bunları yeni sistemin zaten epeydir yerleştirmeye çalıştığı eğitim ve kültür politikalarından anlıyoruz. 1980’den sonra açılan öğretmen evlerinde birer kitaplık bulundurulması zorunluluğu da getirildi ama bu kitaplar dolaplarında kilitli duruyor. Bir ara kahvehanelerde küçük de olsa birer kitaplık bulundurulması özendirildi. Kaç kişi buradan kitap alıp okudu? Daha çok öğrencilerin ödev yapmak amacıyla kullandığı, şimdi artık buna da ihtiyaç kalmadığı için birçok ilçede Halk Kütüphaneleri kapatıldı. Şimdi artık Osmanlı hayatını anlatan diziler halkın kültürlenmesi için yeterli sayılıyor. Bütün devlet kurumlarının zapt edilip tek bir kişiye bağlandığı yeni sistemde, çocuklarımızın da, gençlerimizin de, yetişkinlerimizin de demokratik bir kültürle beslenip özgür vatandaşlar yetişeceği konusunda hiçbir umut yok. Soğuk Savaş döneminin yasakları içinde kişiliğini bulan Talip Apaydın “Biz tuvaletlerde yetiştik” derdi. Ülkesine ve halkına karşı görevlerini kavramış, barışçı ve devrimci kuşaklar artık kendi çabalarıyla yetişeceklerdir. Kıraathaneler mi? Aman eksik olsun! Durmadan ezberleri kıraat eden yeterince insan var… (13 Temmuz 2018) zekisarihan.com

  • YENI DONEMIN GOREVLERI

    Perşembenin gelişi çarşambadan belli idi. Sonunda Türkiye tek adamın kararlarıyla yönetilecek bir rejime râm oldu. Adı hâlâ “Cumhuriyet” ise de Türkiye artık fiilen bir Padişahlıktır. Cumhuriyetçilerin çabaları bu gelişmeyi önlemede yetersiz kaldı. En demokratik ve akılcı yönetim, bütün halk tabakalarının kendi çıkarları yönünde bilinçlenip örgütlenmeleri ve bunun aşağıdan yukarıya doğru iktidar mekanizmalarını oluşturmasıdır. Böylece danışma ve ortak akıl devreye girer, yönetim denetlenir, onu hatalardan korurdu. Tam tersi oldu! Egosu tavan yapmış, Tanrı’nın kendisini bütün İslamları yönetsin ve hatta bütün âleme çeki düzen vermesi için yarattığına inanan bir kişi, adım adım hedefine yürüdü. Bütün kurumların kendinden emir alacağı bir sistemi hayata geçirdi. Seçmenlerin yarısı onun bu niyetlerine olur verdi. Bunca yıllık demokrasi mücadelelerinden ve deneyimlerinden sonra nasıl böyle bir rejimin kitlelerden onay gördüğü, üzerinde düşünülmesi gereken en önemli konudur. Bunu yazılarımda çeşitli vesilelerle defalarca belirtmeye çalıştım: Bu, oy deposu olarak görülen yoksullara bütçeden bazı imkânların sunulmasıdır. Ordunun Kumru ilçesinin bir köyünde seksen yaşında bir kadının seçim sonuçları üzerine üç gün şükran orucu tutması ve bunu geçmişteki yoksulluk ve yoksunluğu ile açıklamasını da anlamak gerekir. Doğal olarak kitleler öncelikle kendi refahlarıyla ilgilenirler. Kendilerine bunu sağlayanların başka bir zengin sınıfı olmasının önemi yoktur. Böylece Türkiye’nin yoksulları, uzun yıllardır kendilerini yöneten okumuş, şehirli ve bütçeden çeşitli yollarla aslan payını almakta olan bir sınıftan öç alıyorlar. Onlar için bilimsel düşünmenin, üniversite özerkliğinin, yargı bağımsızlığının, özgür basının şimdilik önemi yoktur. Şüphesiz ileride olacak ve onların siyasi tercihleri bu olguların hepsini birlikte vaat edenlerle buluşacaktır. BİRAZ DİNLENME İHTİYACI… Muhalefetin seçimlerden umduğu sonucu alamayışı, bazı aydınlarda umutsuzluk yarattı. Yazarların bir kısmı bu nedenle tatile çıktılar. Halk hareketi geri çekiliyor. Yenilenlerin ne de olsa biraz dinlenmeye hakları var! Tarihimizdeki hürriyet hareketleri de benzer durumlar yaşadı. Otuz üç yıl süren Abdülhamit diktatörlüğü altında hürriyet mücadelesinin başarıya ulaşacağından umudu kesip Anadolu’da bir çiftlik kurarak kavgadan uzak asude bir hayat sürmeye niyetlenenler gibi, saf değiştirip padişah’ın affına sığınanlar da görüldü. Ne var ki toplumsal hareketler de doğanın yasalarında görüldüğü gibi zamanını bekler. Çiçekler, açmak için baharı, yağmuru, ısıyı beklemek zorundadır. Aynı ezik, suskun, umutsuz kitlelerdir ki, gün gelir meydanları doldurur. Bir zamanlar alkışladığı zalimleri lanetler. Kitleler saf değiştirirler ve siyaset meydanında kendilerine yakışan yeri alırlar. Asık yüzler gülmeye başlar. ARMUT PİŞİP AĞZIMIZA DÜŞMEYECEK Bütün bunlar, armut ağacının dibinde oturup olgunlaşan armutların ağzımıza düşmesini beklemekle olmaz. Tohum ekmeli, onu sulamalı, ayrık otlarını temizlemeliyiz. Nerede ve hangi konumda olurlarsa olsunlar halkçı aydınlar, çevrelerinde birer ışık olacaklardır. Öğretmenler öğrencilerine bilimsel düşünmeyi öğretecekler, yazarlar durmadan doğuları yazacaklar, meslek örgütleri dayanışmanın ve halk almanın örneklerini vermeye devam edecekler, bilim adamları laboratuarlarda yeni buluşlar yapıp insanlığın hizmetine sunacaklardır. Dünya ve ülke tarihinde şimdiye kadar, haklı bir savaş veren nice ordular bozuldu. Ancak bunlar, haklı mücadelesinden vazgeçmeyenler tarafından yeniden kuruldu ve savaşı kazandı. Bizim bir çivi, bir nal, bir at ve bir yiğide değil, bilinciyle yiğitleşmiş bir büyük kitle olmaya ihtiyacımız var. Böyle bir kitle karşısında hiçbir güç dayanamaz. (10 Temmuz 2018) zekisarihan.com FOTOĞRAF: Onlar bir gün mutlaka ayağa kalkacak (Fatsa 1967’den)

  • ISIK VAR UCUNDA

    Bir kavganın ortasında gözümü açmışım çocukluğuma... Masallar, ninniler yerine; kederli anamın gözyaşlarıyla, acılı, ağrılı türküleri ve ağıtlarıyla yürümüşüm. Çabuk büyümem isteniyordu. Çabuk büyüdüm ben de. Belki bu yüzden hâlâ çocuksu, saf, hilesiz, paylaşımcı düşler peşindeyim... Şimdi yüzünü bile hatırlayamıyorum anamın. Geçmişimle bugünüm arasında bir bağ kuramıyorum. Çocukluğumun gizemli, çileli, dirençli koridorlarında kayboluyorum. Anımsadığım, hüzün ayrılık ve gözyaşı... Mutluluğun ve coşkunun kıyısında, sevgisiz büyüyüp, sessizce açan bir yaban gülüydüm. Yalnızdım, hep yalnız... Başıma kakılırdı doğanın nimetleri, evin bereketi. Bir banımlık reçel, bir parçacık peynir çok görülürdü... Tabağım ayrıldı; kaşığım, çatalım, yatağım... Yalnızlık ve öksüzlük, umar bulamayan sancılı ağrılarımdı. Günah yaftası gibi boynumda taşıdım hep, dünyaya gelmişliğimi. Evdeki öfkenin ve kavganın günah keçisiydim. Ne zaman çocukluğa yelken açan bir dize okusam utanıyorum. Ve ne zaman çocukluğunu özleyen birisiyle konuşsam onu kıskanıyorum. Her sokağına hüzünlü sesimi bıraktığım, bir kara trenle geldi, suskun çocukluğum bu kente. Bıraktı ve gitti... O günleri bir daha anmamak üzere unutmak istiyorum. Ama nasıl birdenbire geliveriyor aklıma, bilemiyorum. Her şey, en kötü şekilde yaşandı ve paylaşıldı oysa. Utandık, unuttuk, atladık istemesek de bir şeyleri. Ben, aynı hüznü, aynı yalnızlığı, aynı acıyı yaşıyorum. Birçok anı bıraktım. Birçok vefâlı dost edindim. Kiminin öksüzü, kiminin bahtı karalısı, kiminin can yoldaşı oldum. Ama her şeyi unutmak pahasına, hiç kucak açmadım anılarıma, arayıp soramadım vefâlı dostlarımı. Unuttum mu? Unutabildim mi? Olmuyor. Unutmaya çalıştıkça, bilincim rahat bırakmıyor beni. Direniyorum. O da karşı koyuyor. Dinlemiyor. Darılıyoruz bazen birbirimize. Günlerce konuşmuyoruz. Buraya geldiğime pişman oldum. O tren yine geçip gitti. Yine kavgaya tutuşacağız bilincimle. Elini sımsıkı tutmuşum halamın, trenden indiğimde. Anam artık duymayacaktı, sesimi sessizliğimi. Geçip gidiyorum yine. Kural tanımıyor anılarım. Önüne geçemiyorum duygularımın. Ne içtiğim çayın tadını aldım, ne sigaradan bir keyif. Ağzım, paslı bir teneke gibi. Dilime acı bir tat, yüreğime târifsiz bir sancı oturdu. Canım sıkıldı. Güzel, güneşli bir güne lânet okumanın gereği yoktu. Kalkıp gidemedim. Çocukluk anılarımın sonsuz girdaplarında batıp kaybolmak üzereyken, batık günleri su yüzüne çıkardım. Önümden geçip giden tren, bana o günleri anımsattı. Bu kent, bu kadar güzel miydi? Bu park, bu çay bahçesi, bu cıvıltı, önceden de var mıydı? Hiç farkına varamamışım. Her köşeyi döndüğümde, dostlarla kucaklaşıvereceğimi sanıyordum. Ama herkes bir yerlere savrulmuş. Bulabildiğim, yalnız sesimdi. Üstüme çoğalıp gelen, sokaklar arasında bıraktığım çocuk sesim. Yürüdükçe ardımdan geldi. Her pencere açılışında, bir kadın beni çağıracak gibi bir duyguya kapıldım. Ya da bir öğrenci, gece vardiyasından çıkmış, elleri buğulu, gözleri yorgun bir işçi, benden bir simit alacak sandım... Ah çocukluğum, çocukluğum; nerede yitirdim horozşekerimi, uçan balonlarımı? Nerede yitirdim oyunlarımı? Hangi erik ağacında çiçek açtı düşlerim? Ya sesim? Sıcak gevrek sesim. Hangi sokaklar arasında kaldı? Bu çay bahçesi? Bir köşesine oturup hüngür hüngür ağladığım bu çay bahçesi... Yine böyle bana karşı güler yüzlü müydü? Belediye zâbıtasının elinden beni alan, tömbeki içen o pala bıyıklı adam, sırtımdaki su hortumunun acısı, her şey, hepsi, dün gibi aklımda. Hâlâ yaşıyor mudur, o pala bıyıklı adam? Onu bulsam, yapışsam yakasına: “Hiçbir şey değişmedi, binlerce zâbıta duvar gibi örüldü yaşamımıza” desem bana inanır mı? Çocukluğum, dostlarım, bu kent, hangisi hüzünlendirdi beni? Ürperdim. Şu yaşadığım anı ve anılarımı kime nasıl anlatayım? Bu yürekle yaşama nasıl kafa tutmayayım? Hep başkalarının çocuklarıyla kıyaslandım. Onlar çocuk değil miydi? Benden, yetişkin insan gibi davranışlar beklendi. Zorlandım, diretildikçe âsileştim, hırçınlaştım. Okulun en çalışkan öğrencisi olduğunu söylerdi babam. Kızlar pervâne olurmuş çevresinde. Ona aşk şiirleri yazıp kitaplarının arasına bırakırlarmış. Okul yönetimi ona takım elbise ve saat hediye etmiş. Ben onun kadar çalışkan bir öğrenci olamadım. Takdirle hiç sınıf geçemedim. Onu hep utandırdım. Hiç kız arkadaşım olmadı ve benim için şiir yazmadı. Vasat bir öğrencilik dönemi yaşadım. Ona şaşıyorum. Onca olanaksızlık içinde okumak için köyden kaçtığında aç kaldığını, çileli bir öğrencilik dönemi yaşadığını, defâlarca anlatırdı. Kafamda çelişkiler de olsa; o, hep mükemmeldi. Ben büyürken bu söyleşileri hiç değişmezdi. Benim de kendisi gibi başarılı biri; başarılı biri olmaktan da öte, adam olmamı isterdi. Eve gelen konuklara şiirler okurdu, aşktan sevdadan yana. Sonra ilginç, masalsı hikâyeler anlatırdı. Çapkındı. Hiç bitmedi aşkları... Yatılıyı kazandım. Ayrılacaktım evden. Kazandığıma değil, ayrılacağıma sevindik; saklıyorduk. Yine de her şeyi unutacağımıza inanarak evden ayrıldım. Ben delikanlılığa geçiş çağındaydım, analığım câhil, babam bu iki yangın arasında gidip geldi. Yıllar geçti, maalesef hüzün hüküm sürdü. Bir an önce evlenmem gerekiyordu. Evlendim. Dolapta düğünümden kalan rakı vardı. Oturup içtim. Babamla biraz hem konuşmak, hem dertleşmek istedim. Dilim varmadı Fakir Öğrencileri Kalkındırma Derneği’nin verdiği takım elbiseyi ve saati söylemeye. Sûni kavgalarla dargın düştüğümüzden zâten yılda iki- üç gün görüşüyorduk. Sâdece anamı sordum, usulca. Artık çocuk değildim. Bunca yıl ertelenen sorulara yanıt almak istiyordum. Anlatmadı, yine sonraya bıraktı. Bir karatren daha geliyor, gitmem gerek. Yoruldum. O günlere dönmek istemiyordum oysa. Yine hüzünlendim. “Ne kazandık?” diye soruyorum kendime. Geriye dönüp baktığımızda, kayıplarımızın yanında lâfını bile etmek güç. Birleştiremedik yaşamlarımızı, neylersin. Ya şimdi? Paylaşamadığımız ne? Ne varsa, zâten en kötü şekilde paylaşılmadı mı? Tınazını savurup uçurduk yaşamın, rüzgâr hep sevinçleri götürdü. Hüzün, bereketimiz oldu. Tren yaklaştı, gitmem gerek. Geldiğim gibi gidişimle bu kentten ayrılacağım. Yine, kekremsi bir geri dönüş daha yaşayacağım; hepsi bu. Tren, tünele giriyor. Bir çocuk, korkudan ağlıyor. “Işık var ucunda” diye onu avutuyorlar. Işık var ucunda, ışık var, ucunda ışık, ışık, ışık... Fikret Kemal Tekin

  • Her Şey Yerli Yerinde

    Her şey yerli yerinde; havuz başında servi Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan, Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan, Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak, Serpilen aydınlıkta dalların arasından Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak. Biliyorum gölgede senin uyuduğunu Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu. Belki rüyalarındır bu taze açmış güller, Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde, Bitmeyen aşk türkusü kumruların sesinde, Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.

  • Memnuniyet

    Benden zarar gelmez Kovanındaki arıya Yuvasındaki kuşa; Ben kendi halimde yaşarım Şapkamın altında. Sebepsiz gülüşüm caddelerde Memnuniyetimden; Ve bu çılgınlık delicesine İçimden geliyor. Dilsiz değilim susamam Öyle ölüler gibi Bu güzel dünyanın ortasında (Yeni Zonguldak, sayı 34, 23.09.1942)

  • Köy Enstitülü Aydın

    Bir zamanlar aydın diye nitelendirilenlerin bir kesimi popüler söylemler içine girdiler. Ne kadar eleştirirsen o kadar aydınsın… Ne kadar eleştirirsen bir kürsü kaparsın. Bugün iktidara yalakalık yaparak makam mevki sahibi olmak gibi. Yani kral çıplak misali. Önüne getirilen konuları kıyasıya eleştirdi o günün aydını. Abartmış olmuyorum durum tam da böyleydi. Bu nedenle hep söylerim Türk siyasi tarihini en iyi en sağlıklı analiz edenler köy Enstitüsü mezunları aydınlarıdır. Çünkü özünden koparılarak tanık oldukları bir değişimi bizzat yaşayarak, üzülerek, izleyerek öğrendiler. Ne Türk Milliyetçiliğine ne de Kürt Milliyetçiliğine prim vermediler. Kendileri dışında yükseltilen, çatıştırılan, kutuplaştırılan Türk ve Kürt milliyetçisi olmadıkları için her makamdan kovuldular. Birsi Kemalist bunlar dedi diğeri komünist dedi dışladı. Onlar ki Kemal Atatürk’ü de Deniz Gezmişleri de en iyi anlayanlardı. Ne Atatürk’ün posterine sığınıp duyguları ve düşünceleri ajite ettiler ne de bayrağın altına gizlenip halkı sömürdüler. Öyle öğrenmişlerdi onuru erdem sahibi olmayı, sadakati, liyakati… Onlar Özgürlüğü ve eşitliği ne Arabistan çölünde aradılar ne de her türlü ırkçılık söylemleriyle insanı insana kul eden düzenden yana taraf oldular. Türkiye’ye dayatılan Truman Doktrinleri, Marshall yardımları ve stan-by anlaşmalarıyla ülkenin yok edilmeye çalışıldığının farkındaydılar. Hepsi de komünistti. Görevlerinden bir bir uzaklaştırıldılar, sürgünlere gönderildiler, idari cezalarla bıktırıldılar, hapislere atıldılar, işkencelerden geçirildiler. Hafızalardan silinmek istenenin tam bağımsız demokratik Türkiye cumhuriyeti anlayışının, ulusalcılık anlayışının olduğunu çok iyi biliyorlardı. Kemalist fikirleri sosyalizmle birleştirenlerdi. Biliyorlardı ama anlatamıyorlardı Atatürk’ün Devlet Sosyalizmini yaşama geçirmek arzusunda olduğunu. Atatürk yalnız bırakılmış bir adamdı. Atatürk’e bir kesime Diktatör bir kesime Deccal demeyi öğrettiklerinde üzüntülerinden kahroluyorlardı. Öyküleriyle, romanlarıyla, makaleleriyle defalarca dillendirdiler bu gidişin iyi gidiş olmadığını. Kimileri köy edebiyatı yapıyor diye onları hakir gördü. Kimileri köylü yakıştırmasını yaptı küçümsedi onları. Durmadan şaşırtma yaptırıyorlar fasitlere ırkçılara gericilere Kemalist, ulusalcı unvanlarını verip, Nazım’ı küçümseyip Atatürk’ü itibarsızlaştırıp, gericilerle aynı paydada bulunuyorlardı. Bugün ulusalcılığı Kemalizmi kimselere bırakmayanların ne Kemalist ne de ulusalcı olmadıklarını iyi biliyorlardı. Ulusal kurtuluş savaşının ve emperyalizme ve kapitalizme karşı verilen kavganın Kemalizm’den beslendiğini biliyorlardı. Onlar gerçek Türkiye’nin 1938 den sonra boğulmaya başladığını çok iyi biliyorlardı. Bir kesim Aydının sebep sonuç ilişkisi üzerinden değil, ülkenin bulunduğu coğrafi koşullar üzerinden değil, emperyalistlerin gericilerin hoşuna gideceği her şeyin üzerinden ülkeyi ve kurucusunu kıyasıya eleştirdiklerini de biliyorlardı. Aydın olmak adına konuşanlar; ülkenin coğrafi durumunu, toplumun homojen yapısını düşünmeden, devrimlerle kazanılmış eğitimle kırılmış gerici Arabistan merkezli düşüncelerin emperyalistlerin iştahlarını kabartacak söylemlerin ileride nasıl bir sakatlıkla karşılaşılacağını düşünemediler ve derinlemesine bir analiz yapamadılar. Mesela köy enstitülerini kıyasıya eleştirenler oldu. Köy Enstitülerini orada komünist yetiştiriliyor, tüm hocaları da komünist bu okulların, tek tip kıyafet giydiriliyor çocuklara, orada eğitim alanlar zenginlerin fabrikalarında eleman olacaklar kızlarla erkekler aynı sınıflarda okuyorlar, sadece köy çocuklarının okula alınması eşitliği bozuyor, diye eleştirdiler eleştirenlere kuyruk oldular. Atatürk’e diktatör diyenlere de… Sonuç ne oldu? Köy enstitülerini yaşama geçiren miydi, yoksa kapatan mıydı diktatör? Sebep-sonucun ne getireceğinin ne götüreceğinin hesabı yapılmadı ya da bilerek yapıldı… Durum bu…

  • M.Emin Değer'i Unutmayacağız

    Geçen ay, üç yıl çektiği ayzaymır hastalığından sonra Ankara’da bizlere veda eden, bir zamanların ünlü avukatı M. Emin Değer’e en çok vefa borcu olanlardan biriyim. Öğretmen Dünyası da öyle. Bir anma yazısının böyle bir vefa için asla yeterli olmadığını biliyorum. Uzaklarda olduğumdan cenazesine katılıp tabutuna omuz bile veremedim. Dergiden arkadaşlar katılmışlar. 1927’de Kastamonu’da doğdu. Milli Savunma Bakanlığı adına Anakara Hukuk Fakültesi’ni bitirip Askeri Savcı olarsak göreve başladı. 9 Martçı kadrodandı. 12 Mart faşistleri duruma hâkim olunca 1971’de Gelibolu’ya askerî hâkim olarak sürüldü, Albay rütbesiyle ordudan istifa edip serbest avukatlık yapmaya başladı. Rejimin hapislere tıktığı, İşkence ettiği birçok insanın savunmasını üstlendi. Ana Dev Yol Davası, Kurtuluş, Halkevleri, TÖB-DER, TKP, Celalettin Can, Yalçın Küçük, Asker kökenlilerin yargılandığı Üçüncü Yol, Cezaevlerinde Açlık Grevi sonrası yargılanan 91 sanıklı dava, Uğur Mumcu, İbrahim Kaypakkaya, Türkiye İhtilalci Komünistler Davası, İlhan Erdost Davası, 1402’likler bunların başlıcalarıdır. MHP Davası’na müdahil olarak katıldı. Aydınlar Dilekçesini imzalayanlar ve sanıklarını savunanlardandı. YOLUMUZ NASIL KESİŞTİ? Mehmet Emin Değer’le yolumuz Ankara’ya yerleştiğimiz 1977 yılında, eşimin onun yanında avukatlık stajına başlamasıyla kesişti. Bir stajyer avukat için M. Emin Değer gibi titiz bir avukattan el almak büyük bir şanstır. 8 yıl aynı büroda birlikte çalıştılar. Aynı davalara baktılar. Yalnızca “Ben Kürt’üm” dediği için 12 Eylül rejiminin hapsettiği Şerafettin Elçi’nin savunmasını yaparken Kurtuluş Savaşı yıllarında “Kürt” sözcüğünün Meclis’te ve Mustafa Kemal Paşa tarafından nasıl dile getirildiğine ilişkin notları derleyip ona veriyordum. Nisan 1983’te 1402’lik olunca elime bir Pazar çantası alarak ansiklopedi pazarlamacılığına başladığımda satış yapmaya gittiğim ilk kişi M. Emin Değer’di. Demek ki en yakınımdaki kişi o imiş. Bir Görsel Sanatlar Ansiklopedisi aldı. Buna ihtiyacı olduğunu sanmıyorum anca o benim böyle bir satışa ihtiyacım olduğunu biliyordu. 1985’te Öğretmen Dünyası’nın Yazı İşleri Müdürü Satı Erişen ölünce bir yazıişleri müdürü arayışına girdik. Biz çalışan öğretmenlerin böyle bir hakkı yoktu. Başvurduğumuz kişilerden biri de M. Emin Değer’di. Onun dışında başka bir çözüm bulundu ama bizim M. Emin Değer’e ihtiyacımız devam edecekti. O yıl derginin okullara sokulması Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yasaklanınca kararın iptali için avukatlığımızı üstlendi. Ne yazık ki, derin hukuk bilgisi, 12 Eylül karanlığının üstesinden gelemedi! Mart 1986’da eşimle birlikte gözaltına alındığımızda İçişleri Bakanlığı’na telgraf çekerek bu alınışın kanunsuz olduğunu belirtti. Polis fezlekesi ile tutuklanmamızı isteyen Fatsa Cumhuriyet Savcısını da şikâyet etti. Biz Ordu Efirli Cezaevinde iken yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Ankara’da Baro’ya başvurdum. Ancak meslektaşlarımdan destek alamadım. Zeki’nin iyimserliği öyle sanıyorum ki, orada işinize yarıyordur. Adalete olan duygusu sarsılsa bile o gün olayları güler yüzle karşıladığını görmek beni çok etkiledi. Bu bir yerde güçlü, dirençli olmayı sağlar.” 2 Nisan 1986’da da ziyaretimize gelerek davanın havale edildiği Ünye Ağır Ceza’ya tahliye dilekçesi verdiğini, bugün, yarın salıverilebileceğimizi söyledi. Nitekim o akşam tahliye haberi geldi. 20 Haziran’da da Ünye’deki yargılamaya geldi ve mahkeme takipsizlik kararı verdi. Fırtınalı hayatımda beni savunan epey avukatım oldu. Bunlardan en kudretli ve tanınmış olanları 1969’da Gazi Eğitimden atılmamı bozduran Cemal Reşit Eyüboğlu, TÖB-DER döneminde Halit Çelenk ve bu davada M. Emin Değer’dir. ÖĞRETMEN DÜNYASI SAHİPLİĞİ 1988’de Öğretmen Dünyası’nın sahipliğini önerdik. O tarihte gelirlerinin üçte biri okurlarının bağışlarıyla karşılanan derginin zarar ettiğini Maliye kabul etmiyordu ve ağır vergilerle belimizi büküyordu. Emin Değer, zaten vergi verdiğinden dergimiz için kesilen vergi onun vergi dilimini artırmayacaktı. 27 Şubat 1988’de dergiye gelerek Yazı Kurulu üyeleriyle tanıştı. 19 Kasım’da genişletilmiş Danışma Kurulu toplantısında bulundu. 19 Ocak 1989’da Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel’e yaptığımız ziyarette ağır top olarak bize eşlik etti. . Onun dergi sahipliği Nisan 1989’a kadar sürdü. Dergi sahipliğinin ona ayrıca bir vergi yükü getirdiği görülünce sahipliği yazı kurulundan başka bir arkadaş temsil etmeye başladı. . 1995’te avukatlığı bırakıp Antalya’ya yerleşti. Antalya’da yayımlanan Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk dergisiyle bağ kurdu. Antalya Kültür Merkezi’nde Üç Devrim Yasası ile ilgili bir sempozyumda bir paneli o yönetti. 2001’de torun bakmak için yeniden Ankara’ya döndü. 2004’te Öğretmen Dünyası’nda Cumhuriyet konulu bir konferans verdi. Yetiştirdiği stajyerleri yılda bir kez onunla yemek yiyerek onurlanırlardı. Mart 2015’te GATA’ya yatırılması bizim için beklenmedik bir olay oldu. Koca çınar hayatın kanunlarına teslim olmak zorunda kaldı. Her canlı bedensel ölümü tadıyor ama bazı insanlar hizmetleri ve yapıtlarıyla yaşıyorlar. Bağımsızlığın, demokrasinin ve adaletin savunucusu, devrimcilerin Emin Abi’si arkasında silinmez güçlü bir iz bırakarak gitti. 1977’de yayımladığı “CİA, Kontrgerilla ve Türkiye” ile “Oltadaki Balık Türkiye” kitapları on binlerce kişi tarafından okundu. 1978’de Server Tanilli ile ilgili “Bir Bilim Adamının Savunması” kitabını yayımladı. Cumhuriyet yıkıcıları onunla kol kola yürürken “Bir Cumhuriyet Düşmanının Portresi-Fetullah Gülen’in Derin Misyonu” kitabı ise aymazlara verilmiş dersti. (26 Haziran 2018) zekisarihan.com

  • Lümpenlik

    Lümpenlik, Marksist literatürden çıkmış en popüler ve aynı zamanda en sorunlu kavramlardan biridir. Bir davranış biçimi olarak; Eğitim ve sınıf bilincinden yoksunluktur. Yaşamın grevini kırmaktadır. Her türlü kökten değisim hareketinin bertaraf edilmesine alet olmadır. Sınıf gerçeğinden kopmayı getirmektedir. Hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmama durumudur. İktidar nezdinde de zararsızdır ve çabuk manipule edilmektedir. Eşitlikçi yanları bulunmamaktadır. Kadını ikinci sınıf olarak görme özelliği bulunmaktadır. İşçi olup liberal ekonomiyi, küreselleşmeyi, özelleştirmeyi savunmadır kapitalizme oy satmaktır. Kendisi başlı başına bir yozluk olup yozlaşmaya çanak tutmaktadır, içinde bulunduğu toplumun kültürüne yabancı düşmektedir .Genel kültür düzeyinin düşük olmasını getirmektedir… Kendine has bir dünya görüşü ve duruşu olmayış, fast food kültür tüketicisi eğitimsiz, toplum içerisinde nereye koyarsan koy eğreti durmaktadır. “Gücü” ele geçirdiği zaman “ezer”, karşısına daha büyük bir güç çıkarsa da “boyun eğmeyi racon bilir lümpenlik… Kendi varlığıyla hiçbir anlam ifade etmemektir. Hiçbir ilkeli duruşu bulunmayan kitleleri tanımlamaktadır. İlkesiz, derinliksiz, seviyesiz, gercek kimligi, aidiyeti, ve sınıf kategorisi belirsizdir. Bulanıklığı, kural tanımazlığı getirmektedir. Kültür ve estetik gibi değerlerden uzaklaşmadır… Ahlaki seviye kaybı da önemli göstergelerinden biridir. Kuru kalabalığın parcası olmadır. Her türlü değerin dejenere ederek değersizleşmesidir. Kişisel birikimden mahrum olmayı getirmektedir. Gerçeklik karşısında kimlik parçalanmışlığını yaşatmaktadır. Güçü sadece bireysel çıkarı için kullanmaktadır . İnsanlarla ilişkilerinde herhangi bir ilke gözetmemektir. Sanattan anlamayarak gücü ele geçirdiğinde, kurumları yozlaştırarak dejenere etmedir... Taklitçiliğin, yüzeyseliğin gün yüzüne çıkışıdır. Çalışanın makine veya insan olması arasında bir fark görmemeyi getirmektedir. Üniversitedeki öğretim görevlilerini meslek okulu öğretmeni gibi görmedir. Üniversiteleri bir şirket gibi yönetmeyi tasarlamadır. Hukuksal yapıyı bozan anlayışın ortaya çıkışıdır. Sosyal bilimlerden bihaber olmadır. İnsani duyarlıktan da yoksun kalışı ortaya çıkarmaktadır . Geçmiş ile gelecek arasında bağlantı kur-a-mayarak , neden sonuç ilişkisinden uzak bir savrulmadır. ``Üretmemek ve yaratmamak`` üzerine kurgulanmış, bir yapının toplumsal çürümüşlüğüne işaret etmektedir. Kolay provokasyona gelen, kolay saptırılabilmedir. Ülke bağımsızlığı gibi, bilinçlenme, risk alma gerektiren konularla ilgilenmeyiştir. Çünkü –sözde- populist günü kurtarma işidir lümpenlik. Dünün hamasi söylemini pekiştirip geleceği umursamamak, hayal dünyasında yol almaktır. Nitelikten uzak durmayı getirir. Anlık ve günlük yaşamı savunmadır popüler kültürün esiri olan ve ince zevk, estetik, sanat, kültür, medeniyetten yoksunluktur. Hiçbir değere sahip olmayan kuru kalabalığın bir parçası olmadır. Yeme, içme, eğlenme, süslenme ve güçlenme gibi içgüdüsel istekleri dışında davası ve iddiası olmamayı getirmektedir. Kapitalizm –kendi geleceğini sağlama almak için adeta özellikle- lümpenleri üretmektedir. Senin fiyatın kaç, kaç paralık adamsın?’ gibi ifadeler, olayın belleklere nasıl kazandığının önemli bir göstergesidir . Lümpenlik “herkesin ve her şeyin bir fiyatı vardır”ı dayatmaktadır. Lümpenlik, kolaya kaçıştır, emek vermeden hazıra konmadır. Toplumdan yana olan programdan, onur, sereften etkilenmeyiştir.Anamalcı sistem tarafından kullanıma açık oluşu ve işlenmemiş ham bilgiyi getirmektedir . Pop yıldızı” dürtüsü içersinde olmaktır… Ün, şöhret ve kısa yoldan bunu paraya çevirme arayışında olmaktadır Etiket meraklılığını içine katmaktadır. Günü birlik yaşantının vazgeçilmezidir. Köksüzdür stratejisi bulunmamaktadır. Lümpenlik kendine has bir dil tarzı da yaratmaktadır Kendi kültürüne yabancılaşanların doğal olarak dili de halk kültürüne yabancılaşmaktadır . Amerikan vari bir dil yaşamımızda yer bulmaktadır. Özellikle filmlerde geçen onların “modern yaşam kültürü” zannettikleri eklektik bir dili maalesef çok görmekteyiz. Üstelik neredeyse hiç biri yabancı dil bilmediği halde … Toplumları lümpenleştirmenin en etkili yolu nitelikli eğitimden ve üretimden koparmaktan geçmektedir.Tehdit haline gelmesini engellemenin kalıcı yolu bilinçli örgütlenmekten geçmektedir. Sabırla, yakınımızdaki çocuk ve gençleri bu yola sapmaktan koruyarak, kendimizdeki bulaşmışlıkları da ayıklayarak bu kötü hastalıkla mücadele edebiliriz…

  • 24 HAZİRAN SEÇİM SONUÇLARINI NASIL OKUMALI

    24 Haziran 2018 Pazar günü yüksek bir katılımla yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçim sonuçlarını nasıl okumalıyız? Bu soruya verilecek yanıt, bundan sonraki siyasi yol haritamızı gösterecek önemdedir. Demokrasi cephesinin bütün çabalarına rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsı için getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi seçmenlerin yarıdan biraz fazlasının oylarıyla kabul edildi. Bir süredir fiilen sürdürülen başkanlık sistemi anayasal bir hüviyete kavuştu. Erdoğan’a bu sonucu bahşeden en önemli olgu, AKP’nin 16 yıldır uyguladığı sosyal devlet uygulamalarıdır. Yoksul kesimlerin hayat standartlarının yükselmiş olmasıdır. Bu kesim, hükümetin olumsuz politikalarını şimdilik göz ardı etmektedir. OHAL şartları altında Seçimler adil bir ortamda yapılmadı. Yazılı basının büyük çoğunluğu, televizyonlar, bütçe kaynakları ve belediyelerin olanakları iktidar partisi lehine kullanıldı. Muhalefetin sandık güvenliği için seferber olması oy hırsızlıklarına geniş ölçüde engel oldu. Tayyip Erdoğan yüzde 52.5 ile seçilmiş olmakla birlikte partisi geçen seçimlerde aldığı oyların yüzde 7’sini kaybetti. Yüzde 49.5’tan yüzde 42.5’a geriledi. AKP ve MHP’nin HDP’yi Meclis dışında bırakma çabası sonuçsuz kaldı. Muhalefet partilerinin Kürtlere yaklaşımında büyük yumuşama görüldü. Bu durum Kürt sorununun parlamentoda çözümlenmesi için şans yarattı. MHP’den ayrılanların kurduğu İYİ Parti, Meclis’e girmekle birlikte beklenen başarıyı gösteremedi. MHP AKP’den aldığı oylarla varlığını korudu. Millet İttifakı’nın önderi CHP siyasi gelişmelere öncülük etmekle birlikte HDP ve İYİ Parti lehine bir parça oy kaybetti. Seçim mitingleri süresince siyasi üslup, özellikle Erdoğan’ın keskin dili nedeniyle büyük düşüş kaydetti. Kutuplaşma keskinleşti. Seçimin yıldızı, yüzde 30’un üstünde oy alan Muharrem İnce oldu. Bu durum CHP’ye iktidar umudu verdi. Sonuç: Erdoğan ve kurduğu ittifak kazanmış olmakla birlikte, iktidarın diken üstünde oturacağı anlaşıldı. Demokrasi cephesi, davasından vazgeçmeyeceğini gösterdi. Seçimler, muhalefetin toparlanmasına sebep oldu ve büyük bir mücadele birikimi bıraktı. Yani bu seçim olumsuzluklarla birlikte olumlulukları da barındırıyor. (27 Haziran 2018) Fotoğraf: Çayyolu Koru İlkokulunda oy kullanırken (24 Haziran 2018)

  • ANT

    Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder… Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir… Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim. Büyük bir bahçe… Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev… Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, “Hayırdır inşallah…” dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim… Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum… Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe… Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. “Küçük Hoca” erkekti. Büyük Hoca’nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca’nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep “Ak Bey” derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da “Yüzbaşı oğlu” diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi – gitti” levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı… Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak… Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca’nın ağır tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası… ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, “Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?” diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı. Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okul dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum: – Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın… – Ben koparmıştım. – Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm. Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum: – Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı. – Ama sen niçin onun yerine dayak yedin? – Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum: – Ant ne? – Bilmiyor musun? – Bilmiyorum! O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi: – Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna “ant içmek” derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar. Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak… Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı: – Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha… diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine, bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak’ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık… Bu sözcüğü söylerken tat duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki… Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda. Mustafa Mıstık, Arabaya kıstık, Üç mum yaktık, Seyrine Baktık! diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik. Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık’ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni… Hatta elleri… Bütün çocukları güreşte yenerdi… Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım. Kendi atımı yapıyordum. Mıstık’la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek… Parmağımın acısını unuttum, Mıstık’a, – Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes… Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı: – Olur mu ya… Ant için kol kesmek gerek… – Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan… Haydi, haydi!… Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi. Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay… Belki bir yıl… Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi… Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum… Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, “Kaçınız, kaçınız, ısıracak!..” diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, “Aman, kaçalım…” dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, “Sen arkama saklan!…” diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık’ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, “Bir şey yok… Acımıyor… Biraz çizildi…” diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarımsak kokusundan aksırdım. Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi… Anneme, Hacı Budak’lara gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim. – Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır. Ondan sonra ben her zaman Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim. Ne yazık ki, o hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler. Oradan İstanbul’a göndereceklerdi. Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş… Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm. Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâk ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır… Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık’ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım…

  • YAZ YAĞMURU

    Bir yaz yağmuru yağdı içime ezildi iri üzüm taneleri camlarımda gözleri kamaştı yapraklarımın Bir yaz yağmuru yağdı içime gümüş güvercinler uçtu damlarımdan koştu yalnayak toprağım Bir yaz yağmuru yağdı içime tıramvayıma atladı bir kadın ak baldırları ıslak Bir yaz yağmuru yağdı içime içimdeki kederi serinletmeksizin Bir yaz yağmuru yağdı içime ansızın başladı dindi ansızın eski yerinde duruyor sıcaklık kör demiryolunda paslı kalın 4 Ağustos 1960

  • DEMOKRASİ KOKUSU

    Beş duyumuzdan biri eksik olsaydı herhalde insanoğlu soyunu sürdüremezdi. Bu duyulardan biri koku alma duyusudur. Burnumuzdaki duyarlı sinirler ve bunları beynimizde işleyecek bir merkez bunun için vardır. Bizim koku alabilmemiz için çevremizdeki nesnelerin de koku saçması gerekir. Her nesne çevreye az çok koku partikülleri saçar. Bunların bir kısmı bizi mutlu eder, bir kısmından da hoşlanırız. Böylece hayatta kalma becerimiz pekişmiş olur. Geçmişimizde tanıdığımız bazı nesnelerin kokusunu ise yıllar sonra hatırlarız. Köylülerin çarık giydiği dönemlerde yaşamış bir köylü, o hayvan derisinin kokunu unutmaz. Lastik ayakkabıların da kendine özgü kokusu vardır. Köylü hayatına özgü aklıma gelenlerden şöyle bir liste yaptım: Yeni sağılmış süt kokusu, mayalanmış hamur kokusu, sacda pişmekte olan mısır ekmeği kokusu, şıra kokusu, pekmez kokusu, yufka kokusu, doğranmış karalâhana kokusu, pişmiş sütlü mısır kokusu, yağmur sonu toprak kokusu, kümesten yayılan koku, fırında ekmek kokusu, el değirmeninde öğütülmüş “çekinti” kokusu, helva kokusu, erimiş tere yağ kokusu, değirmende un kokusu, mısır püskülü kokusu, dilimlenmiş kabak kokusu, kirmit kokusu, biçilmiş ot kokusu, koyun kokusu. Ceviz yaprağı ve göv ceviz kokusu. (Bahçemde küçük bir ceviz ağacı var. Her gün onun yapraklarını koklayarak çocukluğuma gidiyorum.) Don ve gömlek dokumak ve ip yapmak için hiç kendir ekmemiş olanlar, soyulmuş kendirin bile bir kokusu olduğunu bilmezler. Mısır alafının kokusunu daha çok Karadenizliler, yeni kırkılmış koyunyünü kokusunu ise koyun besleyen yerlerde yaşayanlar iyi tanır. Daldaki fındığın saçtığı kokuyu fark etmeyiz de toplanıp çuvallara doldurulunca onun özel bir koku saçtığını biliriz. Bu milletin çoğunluğu benzin, doğalgaz kaçağı, parfüm kokularıyla sonradan tanıştı. Eski yazarlar ve öğrenciler mürekkep kokusunu iyi tanır. Hazır giyim mağazalarından önce elbiselik aldığımız manifatura mağazalarında tanıdığımız kumaş kokusu da nerdeyse unutuldu. Baskıdan yeni çıkmış kitap kokusunu da okumayla işi olmayanlar tanımaz. Zeytin yetiştirilen bölgelerin her kasaba ve şehre girerken zeytinyağı fabrikalarından yayılan bir koku ile tanışırsınız. Sigara fabrikalarından da Samsun’da olduğu gibi tütün kokusu caddeye taşardı. Yurdumuzun çeşitli bölgelerinde ve başka ülkelerinde kim bilir daha ne kadar koku çeşidi vardır. Ancak sanırım her annenin ayrı bir kokusu ve bunun dünyanın en dinlendirici kokusu olduğunda görüş birliği vardır. Gül, yar ve çocuk kokusunu da sevmeyen bulunmaz. BOK KOKUSU! Ahırın kokusunu ve ahırdan çıkarılmış kemre kokusunu kentte doğup büyüyenler bilmez. Ya helâ kokusu… Köy evlerinde daha çok bulunur, bekçisiz umumi helâlarda ve şehirlerarası yolculuklarda zorunlu olarak kullandığımız bakımsız tuvaletlerde bununla çok karşılaşmışızdır. Yiyeceklerini mide ve bağırsaklarında iyi öğütememiş olanların çıkardığı kokular ise başkalarının yanında çıkaranları mahcup eder. Bazı insanların yanına ter kokusundan yaklaşılamaz. Ağız kokusu da bundan beri hallice değildir. Güzel yurdumuzda uygulanan yönetim etrafa böyle dayanılmaz kokular saçıyordu. DEMOKRASİ KOKUSU GELMEYE BAŞLADI Burnumuzla doğadaki nesnelerin kokuları gibi zihnimizle de kültürel ve politik hayatın kokularını alırız. Uzunca bir süredir, yolsuzluk, rüşvet, yalan, demagoji, partizanlık, soygun ve yağma gibi nedenlerle politik hayatın pis kokuları burnumuzun direğini kırıyordu. Diktatörlüğün, faşizmin, gericiliğin kokusu pek berbattır. Her ne kadar, ahır kokuları içinde yaşayan ve burnu pislik kokusuna alışmış kesimler dert edinmese de çağdaş, demokrat, halkçı ve hatta sadece dürüst insanlar bu kokudan nasıl ve ne zaman kurtulacağımızı düşünüyorduk.. Son bir aydır, sokaklardan, meydanlardan, işyerlerinden, kahvehanelerden burnumuza demokrasi kokuları gelmeye başladı. Ceyhun Atuf Kansu, Havza Yollarında Mustafa Kemal şiirinde “Halk kokusudur, güçler çimenlerden gelir” diyordu. Gerçekten demokrasi kokusu, halk kokusudur. (28 Mayıs 2018) Diğer yazılar için: zekisarihan.com

bottom of page