top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • İsimlerin Anlattığı Kültür

    Emekli olduğum liseye gidip öğrenci kütükleri üzerinde bir araştırma düşüncesi hiç aklımdan çıkmadı. Kütükteki öğrenci adlarıyla onların babaları ve analarının adları arasında önemli farklar olacağı varsayımından hareket ediyordum. Çünkü bu okulda okuyan öğrencilerin aileleri ülkenin çeşitli illerinin köylerinden Ankara’ya gelip yerleşmişlerdi. Köyde kullanılan adlarla kentlerde bu yeni kuşağın adları arasında farklar olmalıydı. Gene de bu araştırmayı herkes yapabilir. Köyüm Beyceli’den o zaman bir kasaba olan Fatsa’ya yerleşen ilk iki aileden biri Lütfi Sarıhan, diğeri Ömer Sarıhan’dır. Her ikisi de Rüştiye’de okumuş, adliyede çalışırlarken davavekilliğine başlamışlardır. 1920’li yılların sonu ile 1930’lu yılların başıdır. Lütfi Sarıhan’ın çocuklarının adları sıra ile Bilge, Saydam ve Ertan’dır. Ömer Sarıhan’ın çocuklarının adı ise gene sıra ile Vahide, Ünal, Ercan, Canan, Meral ve Yıldızdır. Bu 9 adın hiç biri köyde kullanılmıyordu. 6’sı Türkçedir. ÜMMETTEN MİLLETE GEÇİŞTE Cumhuriyet yönetimi bir kültür değişimine de tanıklık ediyordu. Benzer bir durum bizim çekirdek ailede de görülmektedir. Dokuz çocuktan şunlar köyde verilen ilk adlardandır: Erol, Zeki, Aydın, Ayhan. Bu dört adın da üçü Türkçedir. Köyün “derin” hocası bir görüşmemizde babamı Atatürkçü olmakla suçlamış, bunun nedeni olarak da Ahmet, Mehmet gibi bir ad dururken oğluna Erol adını vermesini göstermişti. Babam, çeşitli yerlere çalışmaya gidiyormuş. Bu adları oralarda öğrenmiş olmalıydı. Ağabeyim Erol’un altı evladından ikisinin adı onun babasının ve amcasının adını taşıyor. Sabri ve Mustafa. Ötekilerin adları şöyle: Ayla, Hülya, Barış, Özgür. Kız kardeşimiz Fatma’nın çocuklarının adları Devrim ve Deniz, benimkilerin adları da Emre ve Işık. Hemen bütün ailelerde bu adların çeşitlenmesi ve Arapça adların yerini Türkçe adların alması görülmektedir. Kuşkusuz Ali, Ahmet, Mehmet gibi erkek ve Ayşe, Fatma, Zeynep, Elif gibi kız adları Türk kültürünün bir parçası haline gelmişlerdir. Fakat bu kültür içinde de muhafazakâr ve yenilikçi (devrimci) olarak iki eğilim vardır ve bunlar adlarda da kendini gösteriyor. Ordu Üniversitesinden Yakup Arzu, 1834 tarihli Fatsa Kazası nüfus sayım defterinde bulunan 5.000 kadar erkek nüfusun adların göre bir dökümünü çıkarmış. Kullanılan erkek adlarını çeşidi yalnızca 149. Bir kez kullanılan adların sayısı 76, birden fazla kullanılanlar ise 73’tür. 33 de “Mehmet Ali” gibi çift ada rastlanmıştır. En çok kullanılan adlardan ilk 15’i ve kullanma sayıları ise şöyle: Ali 715, Mustafa 571, Hasan 513, Mehmet 476, Muhammet 413, Osman 395, Hüseyin 355, İbrahim 326, Ahmet 314, Halil 255, Süleyman 163, , Salih 150, Abdullah 141, İsmail 137, Ömer 126. Ali adının en başta gelmesinin nedeni, bölgenin daha önce yoğun bir Alevi göçüne uğramış olmasına bağlanıyor. Nitekim daha önceki yıllardan geldiği açık olan sülale adlarında Türkçe lakaplar az değildir. Türklerin Müslüman olduktan sonra hızla Arap kültür dairesine girdiklerini, Selçuklu sultanlarına verilen Alp Aslan, Kılıç Aslan, Çağrı gibi adları bırakıp Fars ve özellikle Arap adlarını aldıklarını biliyoruz. Bu durum, dinle adlar arasında mutlak bir ilişki bulunması gerektiğine inanan koyu bir taassubun da ifadesidir. Osmanlılar döneminde bu taassup koyulaşarak sürmüştür. İkinci Meşrutiyet yıllarına denk gelen dönemde milliyetçilik akımı gelişirken adlarda da Türkçeleşme eğilimi başlamıştır. Cumhuriyet dönemimde bu eğilim hızlanmıştır. En kökten değişim soyadlarında kendini gösteriyor. 1934 tarihli soyadı yasasına göre bütün soyadları Türkçe olmak zorundadır. 700’den fazla soyadı bulunan bir kılavuz da basılarak nüfus memurlarının eline verilmiştir. “Beyceli Köyünde Soyadı Yasasının Uygulanışı” yazımızda da belirttiğimiz gibi, bu kez de sülale (soy) adlarıyla yeni verilen soyadlarının birbirini tutmaması durumu ortaya çıkmış, resmi işlemlerde yeni soyadları kullanılırken günlük hayatta sülale adları varlığını korumuştur. Hatta köylerde aynı sülalenin yaşadığı ev topluluklarının adları sülale adlarını taşıyor. Alioğlu Mahallesi, Mecek Mahallesi, Çakıroğlu Mahallesi, Hekimoğlu Mahallesi gibi. Bunların hiç biri orada oturanların resmî soyadları değildir. KÜLTÜR DEĞİŞİMİ UZUN SÜRER Kültür değişimi kolay değildir. Bazen yüzyıllar alır. Milletler, Milli kültürü, köklerinden kopmadan yenilemek gibi bir görevle karşı karşıyadır. Gözü kapalı olarak başka bir kültürün içine dalmak, milli benliğin kaybolmasına neden olur. Kültür emir ve talimatlarla da değişmiyor. Millî kültür de aynen milletin içinde bulunan sınıflar gibi yekpare değildir. Burjuvazinin dünya görüşünü ve özlemlerini yansıtan bir kültür olduğu gibi devrimce halkçı bir kültür de bu yapının içindedir. Bunu yukarıda verdiğimiz adlardan da anlıyoruz. Devrim, Deniz, Savaş, Barış, Özgür, Ulaş, Ertan, Ayşegül, Evren vb. bu devrimci kültürün ifadeleridir. Yalnızca adlardan hareketle bir yüzyılda geldiğimiz yer değişimin hızını gösteriyor. (21 Aralık 2018) Öteki yazılar için: zekisarihan.com Fotoğraf: Fatsa-Bolaman 2017

  • Eğitim Sistemsizliği

    Türkiye Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne, Eğitim Sistemsizliği Yüzünden Ulaşamadı! DESAM mütevelli heyet üyeleri ve yönetim kurulu ile davetli düşünce kuruluşlarının murahhas üyelerinin, akademisyenler, uzman eğitimciler ve iş insanlarının iştirakiyle gerçekleşen toplantının kapanış/sonuç oturumunda konuşan DESAM Başkanı Gürkan Avcı, “İlkel, kaba ve yapboz bir milli eğitim vizyonumuz olduğu için büyük devlet ve muasır millet olma parametrelerini bir türlü yakalayamadık. Ehil ve liyakat sahibi şahıslar yerine torpilli, fanatik partili-ideolojik kişileri iş başına getirdiğimiz için eğitimde ciddi miktarda vakit ve kan kaybettik. Türkiye’nin eğitimde deneme yanılma politikası gütme lüksü artık kalmadı. Yapılacak her hatalı reformun yüz yıla bedel etkisi olacak ve vahim sonuçlar doğuracaktır. Önümüzdeki iki-üç yılda atacağımız adımlar Türkiye’nin yüz yılın kalanında nerede olacağını belirleyecektir” dedi. Türkiye’nin eğitimde büyük hüsran ve başarısızlıklar yaşadığını; kişi başı 10 bin dolarlık ekonomiden 20 bin dolara doğru bir başarı destanı yazılacaksa bunun ancak eğitim sistemini yüzyıla taşıyarak, 20 milyon öğrenciyi ve 1 milyonluk eğitimci ordusunu yanına alarak mümkün olabileceğini kaydeden Gürkan Avcı, şunları söyledi; DERS SAATLERİ VE TATİL SÜRELERİ KISALTILMALI, SINAV VE ÖDEV SAYISI AZALTILMALIDIR Türkiye eğitim sistemini ve sosyal politikalarını reel politikle dönüştürerek Milli Eğitim Bakanlığını yetenek kuluçka makinasına çevirebilir. Türkiye bilimsel, tamamen parasız, demokratik, özgün ve sofistike bir eğitim sistemiyle dünyanın en ünlü ve saygın ekonomisini yaratabilir. Türkiye eğitim reformlarına işin mutfağında başlayarak hem ders saatlerini ve tatil sürelerini kısaltmalı hem de sınav ve ödev sayısını azaltmalıdır. BİR İŞ ADAMININ ÇOCUĞUYLA İŞÇİNİN ÇOCUĞU AYNI OKULDA OKUR HALE GELMELİDİR Okullarımızın eğitim kalite standardını eşitleyerek bir iş adamının çocuğu ile bir işçinin çocuğunu aynı sınıfta yan yana okur hale getirmeliyiz.Herkes için eşit ve adil eğitim fırsatları yaratmalıyız. Ayağı yere basan yenilikçi reformlar yaparak gençliğin değişim ruhunu güçlendirerek başarıya hedeflemeliyiz. YARDIMCI DERS KİTAPLARI VE OKUL YEMEĞİ DE ÜCRETSİZ VERİLMELİDİR Ücretsiz ders kitabı, okul sütü gibi başarılı politikalar geliştirilip yaygınlaştırılarak tüm yardımcı ders kitapları, eğitim kırtasiyesi ve takviye dershaneleri de ücretsiz bir şekilde sunmalıyız. Okul kantin ve kafeteryalarında sağlıklı yemekler ve taze meyve ücretsiz bir şekilde her çocuğumuza ikram edilmelidir. HER OKULDA HEMŞİRE, DOKTOR, PEDAGOG, PSİKOLOG İSTİHDAM EDİLMELİDİR Her okulda birer uzman hemşire/doktor/pedagog/psikolog dönüşümlü olarak istihdam edilmeli; her türlü sağlık sorunlarına, ruhsal, zihinsel ve bedensel gelişim geriliklerine yönelik ciddi bir takip ve rehberlik hizmeti verilmelidir. Çünkü okullarda çocuklar arasında yaşanan sosyal yoksulluk/yoksunluk, imkânlara ulaşmada eşitsizlik ve temel hizmetlerin yetersizliği eğitim sisteminin verim ve başarısını çökerten en güçlü etkenlerdir. HER ÇOCUK HAYATA EŞİT BAŞLAMALIDIR Kaliteli eğitime sadece parası olanlar ulaşabiliyor. Türkiye’de doğan her çocuk mensubu olduğu sosyal ve siyasal sınıfından bağımsız olarak hayata eşit başlamalı ve eğitim hayatının sonuna kadar bu eşitlik kesinlikle sağlanmalıdır. Bu sağlanamaz ise, gençlerimiz dünyadaki diğer akranları karşısında bireysel benlik ve bağımsızlıklarını geliştiremez; vatandaşı oldukları ülkesine, içinde yaşadıkları milletine; aile, okul ve evlilik gibi temel kurumlarına duydukları bağlılıkta dengesizlik ve hayata dair yaygın bir memnuniyetsizlik yaşamaya devam ederler. ÖĞRETMENLİK EN SEÇKİN VE SAYGIN MESLEK HALİNE GETİRİLMELİDİR Ardından en çağcıl bir mesleki formasyon ve mükemmel bir üniversite eğitimiyle çok özel ve çok özgün milli bir öğretmen yetiştirme politikası hayata geçirmelidir. Ülkemizin en yetenekli ve zeki gençleri tıp, hukuk, mühendislik eğitimi yerine öğretmenlik mesleğini büyük bir aşk ve idealle tercih eder hale getirilmelidir. 2023, 2053, 2071 MİLLİ HEDEFLERİ BAŞARILI BİR MİLLİ EĞİTİMLE MÜMKÜN OLUR Türkiye zorunlu eğitim sürecini böylesi bir eşitlik ve sosyal şefkat kapsayıcılığıyla taçlandırmalıdır. Türkiye böyle bir eğitim sistemiyle gerçek bir diriliş ve kutlu bir devrime ancak sahne olur. İşte o zaman herkes ülkesi için elini taşın altına hakikatle koyar ve yardıma koşar. Güçlü, dirençli ve başarılı bir millet, özgür, müreffeh ve bağımsız bir devlet böylesi bir eğitim sisteminin inşasıyla ve böylesi bir insan sermayesinin ihyasıyla mümkün olur. Bu sayede hızlı ve derinlikli bir sistemsel dönüşüm gerçekleştirerek dünya liderliğine koşar adımlarla gideriz. Tüm medeni göstergelerde dünya sıralamalarının tepesinde yer alır, dünyadaki yoksulluğun, açlığın, savaşın önüne geçerek sorumluluk alan necip bir millet, saygın ve lokomotif bir devlet o zaman olabiliriz. Eğitimde önceliğimiz bunlar olmalıdır. Çağdaş, demokratik ve özgün bir milli bir eğitim sisteminin inşasını sağlamadan talip olunan 2023, 2053 ve 2071 gibi milli hedefleri yakalamak ve korumak mümkün değildir. Yoksa Türkiye'nin var olan stratejik avantajları da riske girer. Fatih projesi başta olmak üzere bir çok eğitim politikasındaki ölçüsüz devlet müsriflikleri eğitim vizyon kapasitemizi sürekli geriye götürmektedir. Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmış bir Türkiye demokrasi, insan hakları, kadın ve çocuk hakları, çevre gibi jenerik tüm başlıklarda en gelişmiş standartları yukarıya taşıyarak oluşabilir. Böylesi ideal bir hayat alanı inşasında temel referans güçlü ve çağdaş bir eğitim sistemi olacaktır. EĞİTİM REFORMLARI VERİYE DAYALI YAPILMIYOR Eğitimde başarı ve verimi yakalayamıyor olmamızın temel nedenlerinden birisi de yapılan reformların veriye dayalı olmamasıdır. Bir diğer nedeni ise tüm eğitim paydaşlarının fikir ve katkılarını almadan ve pilot uygulama yapmaksızın alelacele hayata geçirmemizdir. Türkiye’de reform deyince akla gelen ilk milli eğitim sistemidir. Küreselleşen dünyada her şey hızla değişiyor, eğitimde. Değişen yaşam doğasına hazır ve uygun nesiller yetiştirmek elbette gerekiyor. Fakat bizim ülkemizde sorun tespiti bilimsellikten uzak, ihtiyaç analizi yapılmamış, çözüm geliştirme perspektifi eksik, verileri belirsiz bir anlayışla kapalı kapılar ardında pedagojik bir vizyon yerine ideolojik bir kaygıyla kararların alındığı bir eğitim reformu ahlakımız var. Böyle olduğu için de Türkiye’de her iktidar, her bakan hatta her bürokratik kadro değişiminde ve aklımıza estikçe her yıl ve apansızca milli eğitimin rotası ve genetiği değişiyor. Her gelen Milli Eğitim Bakanı kendi kadrosu, öncelikleri ve dar kadrolarınca tercüme odalarında hazırlanmış çözüm yol haritaları ile geliyor. CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA 78 MİLLİ EĞİTİM BAKANI DEĞİŞTİ Sıkıntı şu ki, Cumhuriyet tarihi boyunca son 98 yılda 78 milli eğitim bakanı geldi. Ortalama 1.2 yıla bir bakan düşüyor. Dolayısıyla 1.2 yılda bir eğitimde reformdan söz ediyoruz. 78 milli eğitim bakanı arasında eğitim sisteminin mutfağında yetişmiş, eğitimden hakkıyla anlayan bakan sayısı ise o kadar az ki. Böyle olduğunda da hem dünya klasmanında hem de kendi içimizde eğitim sıralamalarında yıllar itibariyle geriye gidiyoruz. Diğer taraftan, eğitime harcanan bütçe, harcanan para artıyor ama bu artış daha çok enflasyon sebepli. Milli eğitime ayrılan 113 milyar TL bütçe,milli gelirin ancak yüzde 2.5’i. Milli Eğitim bütçesindeki yatırım oranı yüzde 8. Bu çok yetersiz bir oran. Gerek genç nüfusu gerekse eğitim sistemindeki sorunları bizimle mukayese edersek kat kat düşük olan İsveç, İsrail, Danimarka gibi ülkeler milli gelirlerinin yüzde 7-8’ini milli eğitime ayırıyor. Türkiye’de okullaşma oranları artıyor, okul binalarının kalitesi fiziksel imkanları iyileşiyor. Tüm bunlarda iyiye giden bir durum söz konusuyken eğitimde kalite ve başarı gittikçe düşüyor. Bunu sorgulamak lazım. Türkiye bilim ve aklın rehberliğinde bir eğitim sistemi için ortak akla ve veriye dayalı reformlar yapmalı. Türkiye kendi kültür, tarih ve önceliklerini göz önünde bulundurarak dünyadaki başarılı eğitim sistemlerini inceleyip kendi özgün eğitim sistemini oluşturmalıdır. MİLLİ EĞİTİM ŞURASI DERHAL DEVREYE SOKULMALIDIR Türkiye derhal geleneksel şura geleneğini devreye sokmalıdır. Başta Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk olmak üzere Milli Eğitim Bakan Yardımcılarımız Sayın İbrahim Er, Sayın Mustafa Safran, Sayın Mahmut Özer ve Sayın Reha Denemeç beyefendilere önemle ve dikkatle çağrıda bulunuyorum. Milli Eğitim Şurası çözümün ana kilididir. Milli Eğitim Şurası çok çok önemli. Bizim tarihi şura geleneğimizde kapıyı herkese, her paydaşa, her fikre açmak vardır. İlgili herkes gelir ve sorun bütün boyutlarıyla demokratik bir şekilde masaya yatırılır ve herkes çözüm önerisini ortaya koyar. O şurada benimsenen çözümler ve yol haritaları pilot uygulama ile hayata geçirilir ve akabinde rehabilite edilerek modellenir ve tüm ülkeye uygulanır. Milli eğitimde şura geleneğini kurtuluş savaşı koşullarında bile işleten Türkiye’nin muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma savaşımında da Şura kültürünü özüne sadık kalarak sürdürmesinde büyük faydalar görüyorum. Şurada her kese kapılar açılmalı, bunu başarabilirsek eğitimdeki bütün sorunların çözümünün kendi birikimimizde zaten mevcut olduğunu görürüz.

  • Kan Kırmızı Mürekkep

    *ŞİİR DİNLETİSİ ve İMZA GÜNÜ* / Kan Kırmızı Mürekkep* / YER Karşıyaka Belediyesi Çarşı Kültür Merkezi TARİH ve SAAT 22 Aralık 2018 Cumartesi, 15.20-16.00 arası ŞİİRLERİ ve EN SON YAYIMLANAN KİTAPLARI İLE Cemalettin Atagan Dilek Özkan M. Mazhar Alphan Nesrin Z. Inankul Ömür Özçetin Sedat Gülmez Yaşar Özmen SUNUM Aslıhan Tüylüoğlu _____ *Karşıyaka Belediyesi “Şiir Atölyesi” etkinliğidir. —

  • Demokratlara Bak Demokratlara

    15 TEMMUZ darbe girişimi toplumun dinamikleri tarafından püskürtüldü ya, herkes birden bire demokrat kesildi başımıza. Daha düne kadar Hocaefendiye toz kondurtmayanlar, Hocaefendi’den icazet almadan ayakyoluna dahi gitmeyenler, Hocaefendi’nin hayır duasını almak için Pensilvanya’ya gitmekle böbürlenenler, Hocaefendi marifetiyle iş hayatında birden bire yıldızı parlayanlar şimdi başımıza demokrasi havarisi kesildiler. Yahu sizler değil miydiniz elinizde Zaman gazetesi ile dolaşmaktan gururlananlar, Sizler değil miydiniz Hakimiyet milletin değil Allah’ındır diyenler, Sizler değil miydiniz Anayasa hukuk da neymiş, Rehberimiz Kur’an bize yeter diyenler, Sizler değil miydiniz, 9 yaşında kız çocuğu evlendirilebilir diyenler, Sizler değil miydiniz Ergenekon, Balyoz, Casusluk davaları ile TSK'yı tu kaka ilan edenler Sizler değil miydiniz Türkiye Cumhuriyetine Darül Harp ilan edip talanı yağmayı devleti soymayı meşru gösterenler, Ne oldu da birden hidayete erip demokrat kesildiniz. Demokrat olmak için öncelikle LAİK olmak gerekir. Demokrat olmak için çağdaş ve evrensel hukukun üstünlüğüne inanmak gerekir. Demokrat olmak için, dil, din, mezhep ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin herkese eşit ve adil yaklaşmak gerekir. Demokrat olmak için hurafeye, masala değil, bilimin yol göstericiliğine inanmak gerekir. Bütün bunları koyacaksınız bir kenara, demokrasi aslanı kesileceksiniz. Darbeye karşı olduğunuza inanabilirim, ama darbeye karşı olmak başka şeydir, demokrat olmak başka şey, Siz şimdi demokrasi kahramanları, Diyanet İşleri Başkanına , Sünni birisi Alevi ile evlenebilir mi sorusuna, -Müslüman Müslümanla evlenir, cevabını nereye koyuyorsunuz. "Anayasa da neymiş, kim onlar" sözlerini bir kenara mı koyuyorsunuz. Ben seçilmişim. Ben çoğunluğum. Her istediğimi yaparım. Muhalefette kimmiş demiyor musunuz artık. Diş ağrısının dua ile geçeceğine inananlar, Ağaca çaput bağlayarak üniversite sınavını kazanmayı hayal edenler, Dua ile jetleri uçuracağının sananlar, Bir kadının ayak bileği göründüğünde tahrik olanlar, Kadının yeri evidir. Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin diyenler mi demokratlar. Sadece oportünistliğinizden, ilkel, basit, günübirlik çıkarlarınızdan ötürü demokrasi aşığı kesilebilirsiniz ama yemezler. Ben DEMOKRASİ nöbetlerine hiç katılmadım, katılmam da. Bunun için kimse bana darbe taraftarı ya da antidemokrat diyemez. Katılmayışımın tek nedeni yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenler ve o yalakalar, dönekler ile aynı karede bulunmamak içindir. Daha dün Hocaefendi’den her konuda medet umanların bu gün birdenbire darbe karşıtı kesilmelerinin altında yatan, sıra ya bana gelirse korkaklığı, ürkekliğidir. Demokrasi nöbeti tutanların içinde elbette ki darbeye karşı olanlar, demokratlar vardır. Lafım şüphesiz onlara değildir. Birbirimizi kandırmayalım. Kırk kişiyiz kırkımız da birbirimizi tanırız. Ve ben sizlerin ciğerinin kaç para ettiğini de iyi bilirim. Maazallah darbe başarılı olsaydı Hocaefendiyi MEHDİ diye yine bunlar karşılayacak, ayılıp bayılacaklardı. Huşu ve vecd içinde nidalar haykıracaklardı. Ülkemizin en büyük sorunu bu tür güçlü olanlara eğilme ve biat kültürüdür. Şeriatçılardan, biatçılardan, tarikatçılardan her şey olur ama demokrat olunmaz. Çünkü bunların bakış açıları şeriata, dine göredir. Benim gibi demokratların ise rehberi bilim, evrensel hukuk, çağdaşlık ve LAİKLİKTİR Yerim ben sizin demokratlığınızı. 03/08/2016

  • Siyasi İntihar

    Gerçi yeni başlamış değil, fakat son Cumhuriyet Bayramı ve 10 Kasımda bayrağını, çocuklarını alıp Anıtkabire koşan yüz binlerce insan Tayyip Erdoğan yönetimine dur demek isteyen ve gelecek bir Türkiye’nin inşasına da aynı heyecanla katılacak insanlardan oluşuyor. Fakat bayrak ve Atatürk’ün simge olarak seçildiği bu eylemlerden yararlanarak geleceğin inşasıyla bir ilgileri olmadığı gibi ellerinden gelse ülkeyi 1930’lu yıllara geri götürmek ve oraya çakılı halde tutmak isteyen bir yazar, çizer takımı da var. 1960’lı yıllarda sosyalistlerin açtığı çığırdan ilerleyen Atatürkçüler de Türkiye için bir yol arayışına girmişlerdi. Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist niteliği yeniden hatırlanmış, 1920-1922 yıllarının “halk devleti” ve “halk hükümeti” kavramları öne çıkarılmıştı. Emperyalizme karşı mazlumların savaşını ve birliğini temsil eden Atatürk ve Lenin’in kalpaklı fotoğrafları yan yana getiriliyor, bütün Tek Parti Dönemi’nin Kürt politikasından özür dilercesine, bu iki halkın birliğini ve ortak mücadelesini vurgulamak için Mustafa Kemal Paşa ile Dersim Mebusu Diyap Ağa’yı yan yana gösteren fotoğraf, yalnız sosyalistlerin değil Kemalistlerin de gözdesi olmuştu. Kemalizm’in özellikle 1925’ten sonraki politikalarıyla Kurtuluş Savaşı yıllarındaki politikalarını ayrıştırmak için “Atatürkçülük” yerine Kemalizm kavramına vurgu yapılıyor, hatta bu akımı canlandırmak isteyenler kendilerine “Sol Kemalist” diyorlardı. Attila İlhan’ın “Hangi Atatürk” yazılarını yazdığı yıllardır. GARDROP ATATÜRKÇÜLERİ Bir de bugünkü gibi “Sağ Kemalistler” vardı ve bunlar “Atatürkçülük” kavramını kullanıyorlardı. “Bunlara Gardırop Atatürkçüsü” sıfatını Sol Kemalistler yapıştırdı. Gardırop Atatürkçüleri, köylülere toprak dağıtılmasıyla ilgilenmiş değillerdi. Emperyalizme karşı bir tavırları yoktu. Kürt sorununu ağızlarına bile almadıkları gibi, programlarında Kürt adı geçen bütün sosyalist partileri kapattırdılar. Emekçilerin örgütlenme hakları, söz ve yazı özgürlüğü umurlarında değildi. Sınıf mücadelesini yasaklamak için toplumun sınıflara ayrıldığını daha 1930’larda reddetmişler, İtalyan Ceza Yasası’ndan alınan 141 ve 142. Maddeleri Türk Ceza Yasası’na monte etmişlerdi. Gardırop Atatürkçüleri için Batı burjuvazinin değerlerini kabul etmek, onun gibi yaşamak şarttı ve yeterliydi. Şapka giymek, opera seyretmek, dans etmek, kadın ve erkeklerin aynı toplulukta bulunması, liseli kızların şortla 19 Mayıs gösterilerine katılması, güzellik yarışmaları, kent meydanlarına heykeller dikmek uygar olmak için yeterli sayılıyordu. Vicdanlı aydınların itiraf etmekten çekinmedikleri gibi, köylü kitleleri, ağa ve tefecilerin insafına terk edilmişti. Dahası da var: Ağalar ve eşraf, asık suratlı bürokratlarla birlikte iktidarda oldukları için kırsal kesimde hem topraklarını genişletti, hem baskılarını artırdı. Parlamenter sistem dedikleri şey, devlet başkanının tayin ettiği kişilerin Ankara’ya yerleşip maaşlarını düzenli almaları, ara sıra da Meclis’te görünmelerinden ibaretti. Modern giyimli, okumuş 15-20 kadını da Meclis’e üye yapınca Batıya gösterilecek tablo tamamlanmış oluyordu. Dünyanın ve Türkiye’nin çok değiştiğini, bütün bu uygulamaların çok gerilerde kaldığını bilmeyen, düşünmeyen yoktur diyemiyoruz. Var. Atatürk’le ilgili kitaplarında onun ölümünde kaç şişe içki kaldığını bir marifetmiş gibi yazıyorlar. Tam 248 şişe! (Yılmaz Özdil, m. Kemal, s. 439) İçlerinde seçimde kullanılan oyların, seçmenlerin öğrenim derecelerine göre değerlendirilmesini, sonuçta halk kitlelerin politikadan uzak tutulmasını önerenler var. Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in cezaevine atılmasında gizli veya açık olarak iktidarla ortaktırlar. 80 yıl önceki Ankara’nın özlemini çekenler bulunuyor. Caddelerinde top oynarlar, Meclis’ten Çankaya’ya giden Atatürk’ün otomobiline el sallarlarmış. Köylüler, sebepsiz yere köylerini bırakarak kentlere dolmuşlar ve buralarda kalabalık yapmaya başlamışlar. Bundan ötürü çok mutsuzlar… Bir toplantıda kulaklarımla duysam inanamazdım. Bu millet Atatürk’e layık değilmiş. O yanlış bir millete gelmiş! On yıllarca bize Türk milletinin ne kadar büyük ve kahraman olduğunu, çağlar açıp çağlar kapattığını, dünyada böyle başka bir millet bulunmadığını ezberletmişlerdi. Sözünü ettiğimiz Gardırop Atatürkçüleri, şimdi bunun yerine Türk milletinin adam olamayacağı görüşünü yaygınlaştırmaya çalışıyor. Böyle düşünmelerinin nedeni de seçmenlerin yaklaşık yarısının AKP’ye oy vermesi ve bunun Tayyip Erdoğan iktidarına yol açması. Gündemlerinde ne köylülerin içinde yaşadıkları koşullar, ne geçmiş hükümetlerin özellikle Tek Parti Dönemi hükümetlerinin köylü politikasındaki vahim hatalar var. Nazım Hikmet’in şiirlerinden birkaçını bilmek entelektüel görünümlerini tamamlıyor. Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı gibilerini geçtik, Nazım’ın, Rıfat Ilgaz’ın, Sabahattin Ali’nin niçin ve kimler tarafından yıllarca hapiste tutulduğunu merak bile etmiyorlar. Bu ekibin içinde aktif siyasetle uğraşanlar da var. Partileri, dernekleri, kitle örgütlerinde temsilcileri eksik değil. BU BİR SİYASİ İNTİHARDIR Gardırop Atatürkçülerinin bu görüş ve tutumlarıyla milletin karşısına çıkmaları kendileri için siyasi intihardan başka bir şey değildir. Onları ancak dar salonlarda ve bazı gazete köşelerinde dile getirebilirler ve sınıf bilinci iyice körelmiş bir kesimden alkış da alabilirler. Geniş kitlelerden yüz bulmaları, hele iktidara gelmelerinin hiçbir şansı yoktur. Çünkü emekçi halk için iş, aş, güvenlik ve adalet, Atatürk’ün sevdiği şarkıları dinlemek, onun giysilerini defilelerde seyretmekten önde gelir. Tek adam rejimine karşı, başka bir tek adam rejiminin uygulamalarını öne sürerek bir iktidar seçeneği yaratmak mümkün değildir. Orta ve uzun vadede Türkiye’yi yönetmek isteyenler, Türk-Kürt, Alevi-Sünni bütün emekçi kesimleri kucaklayan ve onlara hakları olan demokratik yaşamı vaat etmek zorundadırlar. Yeni inşa edilecek iktidar, karınlarının tok, sırtlarının pek, adaletin hükümferma olacağına inananların hakkıdır ve onların eseri olacaktır. Köylülerin “Gitsin de bir daha gelmesin” dedikleri bir devri geri getirmek, hem mümkün değildir, hem doğru değildir. Bu yolda çaba gösterenlerin hiçbir iktidar şansları yoktur. Siyasi intihar içindedirler… (7 Aralık 2018) Öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • NASIL İNTİHAR ETSEM

    Ben sorunlarla çatışmayı kavga etmeyi yüzleşmeyi seven bir tipim.Ancak belalar da geldi mi üst üste gelir. Ve ilk kez savaşmaktan,kavgadan kaçınıyorum.Yenilginin aşağılayıcı baskısı benim için zaten ölümdür. Bunu kabullenince bu sefer nasıl ölmem gerektiğinin planının yapmaya başladım. Öyle, harcıâlem, rast gele bir ölüm bana yakışmaz. Silahla intihar edemem. Çünkü silahım yok. Bulamam da. Hem bu günlerde pek medyatik bir intihar şekli olur. Bir bakan silahla ölmedikten sonra memur eskisi hiç ölmez. Zehir içmeyi düşündüm.Yok olmaz. Zehir bu. Tadı acı olur. Ağzım yanar. Bıçakla, kılıçla harakiri yapacak kadar cesur ve kahraman değilim. Bilekteki nabız damarımı jiletle banyoda kesip, su dolu küvete girsem acı filan duymam ama ben kan görmeye dayanamam. Hele bu kan kendi kanımsa. Aşırı dozda trankilizan mı alsam. Agatha Christe romanlarında uyku hapı ile intiharın hep kadınsı olduğu işlenmiştir. Dolayısıyla benim stilim değil. Kendimi bir araba altına atsam, kolay iş ama yok yere şoförün başı ağrır. Bu da doğru olmaz. Üzerime benzin döküp yaksam, çok itici olur... Esasen bir protesto türüdür bu, fikriyatıma ters geliyor. Ayağıma taş bağlayıp kendimi atacağım ne deniz var ne göl. Altına gireceğim bir tren bilem yok. Ne biçim memleket burası yahu. Şimdilerde moda olduğu gibi bir apartman çatısına mı çıksam. Bir mahzuru var. Yüksekten benim başım döner. Yere mere düşerim bir yerim incinir. Velhasıl ağız tadıyla bir intihar bile edemiyoruz şunun şurasında. Bir de memlekette eşitlik var, özgürlük var diyorlar. Nesi eşit kardeşim. Adam çıkıyor Boğaz Köprüsüne; kamera, cankurtaran, itfaiye, basın, polis, varsa sevenleri hemen koşup geliyorlar. Hem sıkı bir pazarlık yapıyorsun. Hem de meşhur oluyorsun. Film teklifi alanlar bile oluyor. İstanbul'a o kadar boğaz köprüsü yapacaklarına birini de bize yapsalar ya. Biz vatandaş değil miyiz. Bizim canımız yok mu? Ya belediye başkanına ne demeli. Seçim öncesinde her derdimize çare olacağını söylemişti. Bence tez elden bir intihar kulesi kurdurmalıdır. Şöyle yüksek, tartışılabilecek basın köşesi, sağlık bölümü olan bir kule... Bu düşünceler içerisinde iken aklıma en klasik en dramatik ölüm biçimi geldi. Hemen bodruma indim. Kalın salıncak halatını çıkardım. Zeytinyağıyla ıslattım. İlmeği attım. Kendimi asacağım. Kış armudu gibi. Ama nerde? Evim tabla beton. Ne salıncak çengeli var ne bir şey. Bahçeye çıktım. Hepsi bodur süs bitkisi. Büyük bir ağaç yok ki. Eee insan kendini komşusunun bahçesinde de asamaz ki. En sonunda yoruldum. Ölmek intihar etmek ne zor şeymiş yahu. Ben böyle sıkıntıya gelemem.Vazgeçtim birader. Yaşamak ölmekten daha kolay çünkü...

  • Özür Dilemek

    “Özür dilemek, sizin haksız olduğunuz, karşı tarafın haklı olduğu manasına gelmez. karşınızdaki insana verdiğiniz değerin egonuzdan yüksek olduğunu ifade eder." Sigmund Freud Özür dilemek “Apologia” terimi, Antik Yunanca ‘apologos’ sözcüğünden oluşmaktadır. Bu terim, “hikaye-anlatı” anlamına gelmektedir. Sağlam bir tavır, duruş sergilemedir. İçtenlikle yapılması gerekendir.Alışkanlık haline getirilmemesi gerekmektedir.Karşıdaki kişiye değer verildiğinin göstergesidir. Yapılan yanlışın farkına varmaktır. Elini taşın altına koymayı, sorumluluk almayı getirmektedir. İnceliktir... Yürekli olmaktır. Telafi etmek için elinden geleni yapmanın , aynı hatayı tekrarlamamanın ve kararlı olmanın sözüdür. Özür dilendiğinde bir hata yaptığımızı kabul ettiğimizi, af dilediğimizi ve verdiğimiz zararı mümkün olduğunca telafi etmek için çaba harcanılması gerekmektedir. Sözlüğümüzde ise şöyle tanımlanmaktadır... “Özür, bir kusurun hoş görülmesini gerektiren sebep”. Bazı durumlarda çaresizlikten dolayı ve savunma amacıyla söylenebilmektedir. Özür dilenen tarafın, özrü kabul etmesi gibi bir dayatma yapılmamalıdır. Tatsız durumu ortadan kaldırmak ve insanlar arasındaki ilişkiyi tekrar güçlü kılabilmek için kullanılmaktadır. Özür dilemek büyüklüktür kendine güveni getirmektedir. Bilmeyi yüzleşmeyi getirmektedir. İtibarı ve güven duygusunu artırmaktadır. Empati yeteneğinizin olduğunu gösterir ve sözünüz kadar davranışlarınızın önemini de güçlendirmektedir. Bize değişme imkanı sağlamaktadır. İnsanı küçültmemektedir, aksine yüceltmektedir.Toplumun huzuruna, insanların iç dünyalarının onarılmasına katkı sağlamaktadır. Özür dilemek hatalar tekrarlanmazsa anlam kazanmaktadır. Özür dilemek gerçekten de insanların arasındaki mesafeyi kısaltır, iletişimin önünü açmaktadır. İnsanlar arasında soğukluğu sona erdirmektedir. Yeniden bağ kurmayı hızlandırır. Özür dilemek de sadece nazik olmak değil aynı zamanda da adil olmak anlamına gelmektedir. Tüm insanların eşit olduğu duygusunu hatırlatmaktadır. Özür dilemek iki taraflıdır. İçtenlikle özrümüzü sadece karşı tarafı onurlandırmakla kalmaz, kendi açımızdan da bir iyilik yapmış oluruz. Böyle davranarak öncelikle kendi yolumuzun açılmasını sağlamaktadır . Sağlıklı bir kişilik geliştirip kendimize özsaygımızı geliştirmektedir. Kalpler kazanmayı getirmektedir. Doğru ve gerektiği yerde kullanılıyorsa anlamı büyüktür.Sık Sık yapılan hatalar ve sık sık dilenen özürlerin hiç bir anlamı kalmadığından değeri de olmayacaktır. Dürüstlüğü ortaya koymaktadır . Güçlü bir karakter olduğunuz için hata yapmaktan çekinmediğinizi göstermektedir. Özür dilemek vicdani bir muhasebeyi getirmektedir ve bir anlamda kişinin kendi kendini yargılamasıdır. Özür, özür dileyeni alçaltmamaktadır. Yapıcılığıyla yakınlaştırmaktadır. Yenilgi değildir.Kayıp hiç değildir. İnsanı küçültmez. Ayıp asla değildir. Kazanmayı beraberinde getirmektedir. Özür dileme cesareti olmadır., Bazen ateşe su atmak gibidir. Bir yeni başlangıç yapma iradesinin ifadesidir. Özür ve bağışlama, bir yeniden başlamayı getirmektedir. Hayatımızdaki ilişkileri daha güzel kılmaktadır. Anlaşmazlıkların şiddete başvurulmadan çözümlenmesini sağlamaktadır. Bir ortaklasma gayretini, bir barış çağrısını içermektedir. Tamamen kendi bilinç bütünlüğünü korumaktır. Kısa bir hikâyeyle yazımızı bağlayalım : Genç delikanlı hırçın, asi arkadaş, eş dost akraba demiyor kırıyor herkesin kalbini. Günün birinde bu hayat onu sıkmaya başlamışken babasına, ben aslında herkesle iyi olmak istiyorum bana yardımcı ol der, babası da kabul eder. Şimdi beni iyi dinle evladım der şu tahta perdeyi gördün mü? Evet der çocuk, şimdi al şu parayı git nalburdan hepsiyle çivi al gel, neden çivi istediğini anlamaz ama itirazda etmez gider çivileri alır getirir. Babası bak oğlum bu günde itibaren kaç kişiyi üzer kalbini kırar yada kötü davranırsan her kişi için bir çivi çak bu tahta perdeye eee der çocuk sonra ,sen hele çakmaya başla da sonrasını düşünürüz der ve gider, çocuk buna da bir mana veremez. O gün yine insanlara kötü davranır ve her kötü davranmaya bir çivi çakar tahta perdeye günün sonunda otuz sekiz çivi sayar sayar da bu yaptığından utanır. Derken çivi çakmaya devam eder ama her geçen gün dahada azalmıştır çivi sayısı gün gelir hiç çivi çakmaz olur bir kaç gün sonra babasını yanına gider ve artık perdeye çivi çakmadığını söyler. Babası da ona bu günden sonrada devam etmesini ancak tahta perdeye çivi çakmadığı her günün sonunda tahtadan bir çivi sökmesini söyler. Delikanlı da babasının verdiği görevi yapmaya devam eder ve her gün bir çivi söker, gün gelir sökülecek tek bir çivi kalmamıştır tahta perdede. Özgür KARAKAYA

  • Tonguç'a Sosyalist Parti mi Kurduracaklardı

    Köy Enstitülerinin baş mimarı ve 1935-1946 yılları arasında İlköğretim Genel Müdürlüğü yapan İsmail Hakkı Tonguç’un Türkiye’nin köy eğitimi davasına ne kadar çok zihin yorduğu ve çaba gösterdiği bilinen bir gerçektir. Sade yaşamı ve mütevazı kişiliği ile de Enstitü öğrencilerinin kalplerini fethetmiş ve onlar tarafından “Tonguç Baba” olarak anılmıştır. Hakkında pek çok makale ve kitap da yazılmıştır. Onun sağ kolu olan şube müdürü Ferit Oğuz Bayır, geçen hafta ölümünün 20. Yılında bir toplantıyla anıldı. Bu vesileyle onun 1971’de basılan Köyün Gücü kitabını yeniden okurken, şimdiye kadar dikkatimizi çekmemiş bir paragrafa takıldım. Kitabın 272. Sayfasında “İsmet İnönü-Hakkı Tonguç, Sosyalist Parti” ara başlığı altında şunlar yazılıyor: “Yazmak lazım: Talim ve Terbiye Dairesi Ankara’da Yüzbaşı apartmanında çalışıyor. Hakkı Tonguç, ilk öğretim umum müdürlüğünden Talim ve Terbiye üyeliğine kaydırılmış. Onun yanına gidip gelen tanışları var. Ondan (Hakkı Tonguç’tan) uzaklaşma havasının daha esmediği günlerden bir gün, Hakkı Tonguç’un üyelik odasında yanındakilerle seçim sonrası havasına deygin konuşmalar geçiyor. Bu arada Hakkı Tonguç, odadakilere İnönü’yü kast ederek “İster misiniz Sosyalist Parti’yi başkasına kurdursun?” demişti. Bu, söyleşmelerin sonu oldu. Benim bu son cümleden çıkardığım, sezinlediğim İnönü’nün Hakkı Tonguç’ta sosyalist bir partiyi kendisine kurduracağı sanısını uyandırmış olacağı izleniminden ibarettir. Başkaca kesin bilgim yoktur.” Şimdiye kadar üzerinde durulmamış bu bilgiler, gerek Türkiye’nin sosyalist partiler tarihi, gerekse Tonguç’un siyasi kişiliği açısında irdelenmeye değer. TONGUÇ BİR SOSYALİST MİYDİ? Oğlu Engin Tonguç’un bana anlattığına göre İsmail Hakkı Tonguç, hep CHP’ye oy vermişti. 24 Haziran 1960’ta öldüğüne göre onun sağlığında zaten seçime girebilen bir sosyalist parti olmadığından bu doğaldır. Ancak Tonguç’un sosyalist ruhlu bir aydın olduğu yaptığı işlerden ve kişiliğinden bellidir. İçinde ağasından eşrafına, memurundan gazeteci ve yazarına kadar her meslekten ve faşist eğilimler taşıyanlardan demokratına kadar her siyasetten insanın bulunduğu 1923-1950 yıllarının iktidar partisi ve 1925-1945 döneminin tek partisi CHP’nin içinde sosyalistlerin de bulunabileceğini kabul etmek gerekir. Tonguç’un sosyalizm ideolojisinden etkilenmesi için yeteri kadar sebep de vardı. O Bulgaristan’da bir köylü çocuğu olarak 1893’te doğmuştu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Bulgaristan’da sosyalizm akımı özellikle öğretmenler arasında çok yaygındır. Tonguç İstanbul’a geldiğinde rüştiye öğrencisidir ve 21 yaşındadır. Kastamonu öğretmen okulunu bitirdikten sonra Almanya’ya gönderildiği ve burada kaldığı 1918-1920 yıllarında da Almanya’da sosyalim akımı çok güçlüdür. Spartaküstlerden etkilenen Türk öğrencilerinin de 1919’da yurda dönünce bir sosyalist hareket başlattıkları biliniyor. 1921’de yeniden Almanya’ya gönderilen Tonguç, 1922’de Kastamonu’da öğretmendir. 1919-1921 yıllarında da Türkiye’de aydınlar arasında sosyalizm rüzgârı esmekteydi. Onun köy eğitimi ile ilgili hayata geçirmeye başladığı kurumlar, ilköğretim müdürlüğü müdürlüğü yapıldığı 1935’ten sonra Köy Öğretmen Okulları, Eğitmen Kursları ve nihayet 1940’ta açılan Köy Enstitüleridir. SOSYALİST PARTİ İÇİN GÖREVLENDİRME? Ferit Oğuz Bayır’ın “Yazmak lazım” diyerek ip ucunu verdiği konuşma çok partili hayata geçildi bir devrenin başında, 1946’da geçiyor. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, onu İlköğretim müdürlüğünden alıp bir sosyalist parti kurmaya teşvik etmesi de Atatürk’ün 1930’da en yakın arkadaşlarından Fethi Okyar’a kurdurduğu danışıklı Serbest Fırka olayını hatırlatıyor. Böylece yoksulluk ve baskıdan bunalmış kitlelerin tepkisi ölçülmeye çalışılmıştı. Bu partinin hızla gelişmesi ve İsmet Paşa’nın başında bulunduğu hükümete rakip olması, partinin gene bir emirle kapatılması ile sonuçlanmıştı. Tonguç’un Talim Terbiye Kurulu odasında arkadaşlarına söylediği o cümle, İsmet Paşa’nın sosyalist parti kurma işiyle onu değil de bir başkasını görevlendirme duyumunun alındığını düşündürüyor. Bu parti kurma işi Tonguç ile İsmet Paşa arasında yalnızca görüşülmüş müdür, yoksa kararlaştırılmış mıdır açık değil. Tonguç’un bu fikri bir kalemde reddetmediği de anlaşılıyor. KURSAYDI NE OLURDU? Tonguç böyle bir partinim başında bulunsaydı ne olurdu? Partinin hükümet denetimde olduğu gerçeği gizli kalamaz ve sosyalistler böyle bir partiyi benimseyemezdi. 1946’da kurulan iki sosyalist parti Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun Türkiye Sosyalist Partisi ile Şefik Hüsnü Değmer’in başında olduğu (yeniden canlandırdığı) Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi, çok geçmeden sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır. Tonguç Talim Terbiye kurulundan da alınacak ve iyice itibarsızlaştırılacaktır. Gerek CHP iktidarının son yıllarında, gerek Demokrat Parti’nin iktidarında Enstitü mezunları bile onu evinde ziyaret etmekten çekinir olmuşlardır. O koşullarda sosyalist bir parti başkanı olmayacağı açık olduğu gibi CHP içinde bile bir görev alamazdı. Sonuç olarak eğer doğruysa Tonguç’a bir sosyalist parti kurdurulması niyetinin sonuçsuz kalması kendisi ve Türk sosyalizmi için iyi olmuştur. Güdümlü bir parti itibarlı bir parti olamazdı. Tonguç da bu parti ile itibarını koruyamazdı. +Bu parti zaten kapatılırdı. Zira ABD’nin yardımla ayakta tuttuğu bir ülkede, sosyalist partiye göz yumması beklenemezdi. 1956’da böyle bir parti kurmayı Hikmet Kıvılcımlı denedi ama parti hükümet tarafından kapatıldı. Sosyalistler Demokrat Parti döneminde siyasi arenaya çıkamamışlar, bu ancak 1960 İhtilalinden sonra mümkün olabilmiş fakat onlar da yaşatılmamıştır. (15 Kasım 2018)

  • Ferit Oğuz Bayır'ın Mirası

    Ferit Oğuz Bayır öleli 20 yıl olmuş! Köy Enstitülerinin mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç’un sağ kolu ve çalışma arkadaşı idi. Enstitülerle ilgili bütün yayınlarda adı geçer. 1899’da doğmuştu. 100 yaşına basmaya 54 gün kala, yaşadığı Foça’da hayata gözlerini yumdu. Emekliliğinde yetiştirdiği zeytinliklerden ve işlettiği pansiyondan elde ettiği gelirlerini Ferit Oğuz Bayır Edebiyat ödüllerine harcadı. Beş daireden oluşan yazlık pansiyonlarından birini hayranı olduğu Nazım Hikmet adına kurulmuş Vakfa, dördünü ise kurulmasına ön ayak olduğu Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfına bağışladı. Asıl büyük mirası, eğitim tarihimize bıraktı. Değerini bilenlere… Ölümümden sonra onun için birkaç anma toplantısı düzenlendi. Bu kez 9 Kasım'da Ankara’daki vakıfta 20. Yılı için bir anma programı yapıldı. Hepsi yaşlı kuşaktan 30 kadar katılımcı vardı. Torunları da geldi. Gençlerin, hele genç öğretmenlerin ilgi alanında olmadığı anlaşılıyor! Geçmişte eğitim ve öğretmen mücadelesinde hizmetlerle bulunmuş muazzam bir manevi miras bırakmış olanlarla bugünkü eğitim kuşağı arasında bağ kurmak için az mı uğraştık? Anlaşılan yaşamakta olduğumuz gelişmeler bizi bu konudaki başarıdan yoksun bırakmış. Oysa geçmişi olmayanın geleceğinin de olamayacağı o kadar açık ki… Meslektaşım Nursel Ceylan, Ferit Bayır’ı anlatmak için iyi bir hazırlık yapmış. Başarıyla sundu. Söz bana geçti. Onunla yüz yüze ilk kez 1992’de Foça’da görüşerek dört saat süren bir söyleşi yapmıştım. Tek kitabı olan ve 1971'de basılan Köyün Gücü kitabını da orada vermişti. Başka yazılarla da besleyerek Öğretmen Dünyasında kapak konusu yapmıştık. Sonra 1996’da altı kuruluş, ona bir şükran plaketi sunmaya karar verdik. Bir 17 Nisan programında bunu açıkladık. Kendisi yaş sorunundan ötürü Ankara’ya gelemiyordu. Kalktık, Foça’ya gittik. İzmir’den gelen öğretmenlerle de buluştuk. Belediye Konferans Salonunda yapılan törende şükran plaketimizi kendisine sunduk. KUVA-YI MİLLİYECİ Hâlâ kalpağı başından eksik etmiyordu. Çünkü o, bir Kuvayı Milliyeci idi. Edirne Öğretmen Okulu öğrencisi iken Trakya’da gönüllü savaşçı olmuştu, Yunan işgali nedeniyle Bulgaristan’a sığınan askerler arasındaydı. Orada bir süre köy öğretmenliği yaptı. Bulgaristan’da en çok iki kişinin adı dolaşıyordu: Lenin ve Mustafa Kemal. Bulgar öğretmenleri arasında sosyalizm çok yaygındı. 1921’de Türkiye’ye dönerken Yunanlılar tarafından esir edildi, üç ay Larissa kampında tutuldu. Uluslararası kuruluşların araya girmesiyle İstanbul’a döndü. İstanbul’da Maarif Nezareti’ne başvurarak görev istedi. Nazır, eline, Ankara’nın Maarif Vekili Hamdullah Suphi’ye bir mektup vererek onu Ankara’ya yolladı. Nazım Hikmet ve Vala Nurettin’den birkaç gün sonra İnebolu yoluyla Ankara’ya gitti. Konya’da talimgâha gönderildi. 1923’te Foça’da öğretmenliğe başladı. Çok geçmeden onu ilköğretim müfettişi yaptılar. Eğitmen kurslarında eğitim şefiydi. Trenle yaptıkları Eğitim Sergisi nedeniyle Tonguç’la tanıştı. Gizlice Nazım Hikmet’in şiirlerini dinlerlerdi. En kapsamlı hizmetini 1940’ta açılan Köy Enstitülerinde İlköğretim Şube Müdürlüğü sırasında yaptı. Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü kitabında Cumhuriyet hükümetinin köy eğitimi davasını sıkı tutmamakla eleştiriyor. Özellikle İsmet Paşa’ya çatıyor. Osmanlı’dan devşirilmiş Cumhuriyet bürokrasisinin köy ve köycülük davasını anlamadığını konuşmalardan ve kararlardan örnekler vererek anlatıyor. Köy eğitimi davası ancak 1940 Köy Enstitüleriyle gerçek sahiplerini bulmuştur ancak siyasi iktidar buna tahammül edemeyerek (enstitülerde komünist yetiştiği korkusuyla) bu kurumları budamış, 1946’da Tonguç’la birlikte Ferit Oğuz da görevinden alınıp pasif görevlere atanmıştır. SOSYALİST BİR EĞİTİMCİ Benim konuşmamda yeni olan taraf Ferit Oğuz Bayır’ın bir sosyalist olduğu, Tonguç’un da böyle bir ruh taşıdığıdır. Resmiyette sosyalizm bir öcü olmaktan kurtulmadığı için enstitülü yazarlar ve enstitüler hakkında araştırma yapan akademisyenler, onlar için bu sıfatı kullanmaktan kaçınmışlardır. Onların laik birer eğitimci olduğu işlenmiş, bir de “köylü çocuklarını okutmak istiyorlardı” gibi merhamet çağrıştıran bir işin adamı oldukları üzerinde durulmuştur. Tonguç’un ve Bayır’ın düşünsel yapısını oluşturan sosyalizmin kaynakları üzerinde de durmaya çalıştım. Tonguç da sosyalizmin yaygın olduğu Bulgaristan’dan gelmişti. 1920 yılında bütün Anadolu’yu kaplayan solculuk akımı, o yasaklandı diye kaybolup gitmemişti. Sosyalistlerin bir kısmı tamamen etkisizleştirilse de bir kısmı CHP içinde varlıklarını korudular. Zamanın tek partisi içinde her unsur vardı. 1940’larda aydınlar ve gençlik içinde hem ırkçılık, hem sosyalizm gelişiyordu. Sonunda ağaların ve beylerin hizmetindeki asık suratlı bürokratlar halkçı kanadı bastırdılar. 1946’da kurulan iki sosyalist partiyi kapattılar da Demokrat Parti gibi bir partiye izin verdiler ve iktidarı ona teslim etmekte sakınca görmediler! Onuncu yıl Marşı’nda geçen “Her yaştan on yılda 15 milyon genç yaratıldığı” bir aldanıştan ve geniş ölçüde Ortaçağ şartlarını yaşayan Türkiye’nin üzerine çekilen ciladan ibaretti. Rejim, köylülerle işbirliği yapmaya, onları örgütlemeye yanaşmamış, köylülerden alınan ağır vergiler köy hizmetlerinde değil, kentlerde burjuva yaratmakta kullanılmıştı. Bayır, köy eğitimi için kaynak ayrılmayışından yakınıyor. İşte o devasa köylülük, yıllardır CHP’den öcünü alıyor. Onlar 1950’den sonra kentlere akın etmeye başladılar ama kafalarını köyde bırakmadılar. Köylüler, işçiler, kent emekçileri iktidara gelmedikçe, hiç değilse ortak edilmedikçe işin varacağı yer burasıydı. Cumhuriyet’ten önce de Türkiye’de Batıcı laik bir kesim vardı. 1940’ta bu kesimin oranı muhtemelen yüzde 10 kadardı. Aradan geçen 70-80 yıl içinde bu oran CHP’nin aldığı oyun da gösterdiği gibi yüzde 25’e çıkabildi. Tonguçların ve Ferit Oğuz Bayırların bastırılması, iktidarın ve köylülerin sağ ve işbirlikçi partilere, teslim edilmesi sonucunu doğurdu. Türk’ün aklı sonradan gelirmiş. Geldi mi dersiniz? Geldiyse bile atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Bu vesile ile Ferit Oğuz Bayır’ın da kalpağı ile izini sürdüğü Kemal Atatürk’ü, ölümünün 80. yılında, bağımsızlık için savaşırken şehit olmuş köylüleri de katarak saygıyla anıyorum. (10 Kasım 2018) “Dün Bugün Yarın” adlı bloğumdaki öteki yazılar için: zekisarihan@gmail.com

  • Andımız Tartışması Üzerine:

    BİLİP DE BİLMEZLİKTEN GELMEK… Neyse ki Andımız tartışması hayırlı bir olaya vesile oldu. Af tartışmasıyla birlikte AKP ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakının önümüzdeki yerel seçimlerde birlik olma kararını bitirdi. İttifakın bundan sonra başka konularda da dikiş tutacağı şüpheli. Türkiyeli Kürtler, 1933’ten beri okullarda çocuklarına her sabah “Türk’üm, Ne mutlu Türküm diyene” diyen andımızın söylettirilmesinden rahatsızdılar. AKP Hükümeti, “Açılım” döneminde Kürtlerle barışmak için 2013’te okullarımızdan Andımız’ı kaldırdı. Biri milliyetçi, diğeri laik kimliği ile tanınan iki öğretmen sendikasının açtığı davayı beş yıl sonra sonuçlandıran ve idarenin bu işlemini iptal eden Danıştay kararı üzerine konu yeniden alevlendi. Bu gelişme, şimdiye kadar hükümetin emrinde olduğu izlenimi veren yüksek yargı çevrelerinin de yalnız AKP’lilerden değil, MHP’lileri de içine aldığını, yani bir koalisyon halinde bulunduğunu düşündürüyor. Ne kadar uzun sürerse sürsün, her koalisyon sonunda bozulur. AKP Andımızı kaldırırken bir taşla iki kuş vurduğunu düşünüyordu. Hem Kürtlerin desteğini alacaktı hem de Cumhuriyet tarihi boyunca İslam kimliğinin yerine konulmuş Türk kimliğini devletin ortak bir değeri olmaktan çıkaracaktı. Bütün eğitim kurumları, Kur’an kurslarındaki eğitime benzetilecekti. Günümüzde bile “Sen nesin?” diye sorulsa ve seçenekler sıralansa “Müslüman’ım” seçeneğini en başa olacak yurttaşların sayısı AKP’ye oy verenlerden bile fazladır. Ölüleri defnettikten sonra oradaki cemaati biraz uzaklaştırıp ölüye “talkın”da (telkin) bulunan imam da, sorgu melekleri gelince ölünün ona söyleyeceklerini kopya olarak verir. “Dinin İslam, Kitabın Kur’an, Peygamberin Hazreti Muhammet..." ÜMMETÇİLİK, MİLLİYETÇİLİK, TOPLUMCULUK Milliyet kavramı, 18. Yüzyılda Fransız ihtilaliyle ortaya çıkmış ve ister aynı dinden, ister farklı dinlerden olsunlar, topluluklar ümmet olmaktan millet olmaya geçmiştir. Bu olgu biraz geç kalınmış olsa da Kürtler için de söz konusudur. Ne var ki Türk milliyetçiliği kendinde millet olma hakkını görürken Kürtler için bu hakkı reddetmektedir. Kürtlerden Türklere tabi olması ve ancak Türklerin izin verdiği oranda ve çerçevede kendilerini ifade edebileceğini şart koşmaktadır. Bu zihniyet de ümmetçilik gibi geride kalmış olması gereken bir anlayıştır. İnsanlık daha ilerisine ulaşmıştır: Halkçılık. Başka bir adıyla sosyalizm. Sosyalizm, insanların ne dinini, ne de milliyetini hedef alır. Onun başa aldığı değer emektir. Hani Fikret Otyam’ın Zonguldak kömür madenlerinde çektiği fotoğraftaki gibi. Onu biz 1968’de okul kantinini duvarına işlemiş ve altına kocaman harflerle “Emek En Yüce Değerdir” diye yazmıştık. O maden işçileri, Müslüman mı değil mi? Alevi mi Sünni mi, Türk mü, Kürt mü belli değildi. Yalnızca işçiydiler… İnsanları din ve milliyetlerine göre bölmek yanlıştır. Zıtlaşma bunlar arasında değil, emekle sermaye arasındadır. Emperyalizme bağımlı ülkelerde içerdeki büyük sermaye dışarıya bağımlı, hükümetler de işbirlikçi olduğundan, emek mücadelesi, emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi biçimini alır. Andımız tartışması vesilesiyle ülkede yeni ittifaklar oluştu. Cumhur İttifakı cephesinde AKP ile MHP, karar nedeniyle karşı karşıya geldi. Birbirleriyle deyim yerindeyse “Balta-bıçak” olan AKP ile HDP aynı safta yer almış oldu. Öğretmen Sendikalarından Eğitim Bir-Sen’le Eğitim-Sen bir yanda, Türk Eğitim-Sen ile Eğitim-İş öte yanda kaldı. CHP de AKP’ye karşıtlık üzerinden tavrını Andımız taraftarları yanında koymuş gibi. DEVRİMCİ EĞİTİM ŞûRASI’NIN ANDI Ortamın toz dumana bürünmesi nedeniyle göz gözü görmediği bu tartışma ve ayrışmada en zayıf kalan, emek cephesidir. Onun sesi çok kısıktır. Solcuların büyük bir kısmı geçmişinde aldığı tutumu unutmuştur ve o değerleri savunmaktan aciz hale gelmiştir. Bu durum, 1960’larda yükselişe geçmiş olan emek mücadelesinin nasıl geriletildiğini, ortalığın ümmetçi ve milliyetçiliğe kaldığını gösteriyor. Devrimci dönemimizle bugünkü durumumuzun karşılaştırılması için 2013’te yayımlanan konu ile ilgili yazımın linkini buraya koyuyorum. 1968’de TÖS’lü öğretmenlerin düzenlediği Devrimci Eğitim Şûrası’nda hep birlikte söylediğimiz Andımız’dan ne kadar geriye düştüğümüzü de göreceğiz. O tarihlerde devrim yükseliyordu, şimdi ise karşı-devrim yükseliyor… Herkes geçmişte bulunduğu yerden biraz daha sağda yer arıyor… https://odatv.com/turkum-dogruyum-devrimciyim-2109131200.ht… Şimdi demagoji zamanıdır! Yazar-çizerlerimiz ve politikacılarımız her şeyin farkındadırlar, fakat farkında değillermiş gibi sorularla birbirlerini sıkıştırıyorlar. Edebiyatta bilip de bilmezlikten gelme sanatına “Tecahül-ü arif” derler. Milliyetçilik, saflığa vurarak “Andımızın neresine karşısınız? Siz Türk değil misiniz? Çalışkan olmanın neresi kötüdür” diye sormakta, iktidar çevreleri ise yetiştirmeye çalıştıkları cevaplarda gevelemeyi tercih etmektedir. Bunun doğru yanıtı şudur: Türk’üm, bununla gurur duyarım ama aynı vatandaşlığı paylaştığımız insanların bir kısmı Türk değil. Onlara zorla Türk’üm dedirttirmek vicdana sığar mı?” Bu soru, 1928’de Anayasadan “Türkiye’nin dini Din-i İslam’dır” ibaresini çıkaranlara da sorulmuş olmalı? “Siz Müslüman değil misiniz? Devletin İslamlığı sizi niçin rahatsız ediyor?” Onun yanıtı da şuydu: “Müslüman’ız Müslüman olmasına da devlet dinler karşısında tarafsızdır. Ve modern ihtiyaçlar üzerine temellenir.” AKP, Danıştay kararına, yani Andımıza karşı çıkarken MHP’yi feda etmeyi göze alıyor. Onun yerine son seçimde yaptığı gibi İslamcı Kürtlerin ve Saadet tabanının oylarını almayı umuyor. ZİHNİM BUGÜN DE ORADA! Bu ayrışmada en “talihsiz” parti, genel seçimlerde olduğu gibi gene CHP’dir. Parti, yerel seçimlerde el altından ittifak yapmaya çalıştığı iktidara muhalif Kürtlerle arayı açmaktadır. Danıştay kararına karşı çıksa bu kez de kendisine oy veren geniş bir milliyetçi seçmen kitlesinin protestosuyla karşılaşacaktır. AKP için de CHP için de “Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal”dır. Yanlışların çarpıştığı bir arenada, doğruların bayrağını kaldıracak yerde, bu iki yanlıştan birinin arkasında saf tutmak zorunda olduğumuzu hissetmek, gitgide karanlığa gömülmekten başka bir şey değildir. 1968’de Otyam’ın fotoğrafı görülen afişin altındaydım. Zihnim bugün de oradadır. (24 Ekim 2018) Diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • Kariyerizm

    ``Kariyer yapmak harika! Ama soğuk gecelerde kariyerinize sarılıp yatamazsınız" Marilyn Monroe Kariyerizm; kariyer yapmayı en yüksek amaç olarak gören düşünce sistemidir. İnsan ilişkilerinin zayıflamasıyla, bütün insani duygulardan arındırma, apolitik, asosyal, egoistliği beslemektedir. İlkokuldan itibaren öğrencilere aşılanan “Kariyerizm sevdası”, “para kazanma hırsı” ile birlikte; “iyi bir yerlere gelememe korkusu” ve “maddi açıdan gelecek korkusu”gibi anamalcı düzenin var etmiş olduğu duygularla öğrencilerde ruhsal ve düşünsel bozukluklara sebep olmaktadır. Uzun vadede tükenmişlik dediğimiz kısır bir döngüye sürüklemektedir. Mutsuzluğu anlayışsızlığı ortaya çıkarmaktadır. İnsanın, kendisine yabancılaşmasına neden olur. Çalışma hayatının sıkıcılığını gözardı etmeyi getirmektedir. Rekabet olgusunu kullanarak üstünlük hissi verebilmektedir. Karşılığında uzun ve yorucu yılları almaktadır. Elinizde kalan kırışıklıkları ve boşlukluğu da getirmektedir. Sadece şirketlerin işine yaramaktadır. Özgeçmişler bir satış ve pazarlama aracı durumundadır, kişi özgeçmişi hazırlarken, işverene sağlayacağı faydaları ön plana çıkarmasına bakılmaktadır. Bulunduğun kariyer basamağını da asla yeterli görmemeyi, hep daha üst bir basamağa tırmanmayı getirmektedir. En üst basamakta ise pek çok mutsuz ve tatminsiz insan görünmektedir, her şey istedikleri gibi olduğu halde kendileri istedikleri gibi olamadıklarından... Hep daha fazla çalışma on plana çıkmaktadır . Şirket çıkarları senin iyi veya kötüyü belirlemende tek geçerli ölçüttür. Hep fazlasını isteme duygusundan , hırsı yüzünden oluşmaktadır. Şişirilmiş balon gibidir. Toplumu kapitalist ideolojiyiyle idealleştirmektedir. Tüketime hizmet etmeyi yaşamın içine yerleştirmektedir. Gergin olmayı getirebilmektedir. Sosyal çevreni, alışkanlıklarını değiştirmeyi getirebilmektedir.Ara vermeyi, ertelemeyi, dikkat dağıtacak öteki meşgaleleri ve bunlardan kaynaklanan performans düşüklüğü de tolore edilmemektedir. Sistemin sorunlarıyla derdi olmayan insan tipi yaratılmasına destek vermektedir . Siyasetçi olmak ya da ticaretle uğraşmak fikrini benzer biçimde desteklemektedir,çıkar yol görmektedir kariyer basamakları... Mutsuzluğu, tatminsizliği ve diğer can sıkıcılığı getirmektedir.Özel hayatı, kişisel bütünlüğü, etikle olan bağı kaybetme pahasına kariyer mücadelesine girmeyi getirmektedir kariyerizm. Etiketi olan ve cebi dolduran meslektir. Meslek içinde önümüze gelen yaşamlar da ezilip geçilmektedir. Yapılan iş kisiye sahip olmaktadır. Sanki, fillerin savaşından payını alan çimenler gibidir onlar. “Bir şekilde bir yere gel ama nasıl gelirsen gel kolaycılığı" bu anlayışın amansız kurallarını oluşturmaktadır. Genelgeçer Pragmatik(faydacı) davranış en temel davranış biçimidir bu yolda. Amaç ise bir yere gelmek ve girdiği kabın biçimini alabilmektir. Yaşama değer katmak ve fark yaratmak peşinde değildir. Bunu yapan kişilerin ürettikleri de onlar için bir anlam ifade etmez, popülist değerlerin bilinmesinden öteye gidemezler. Kariyerizm yolundakilerin bir yaptığı da, işi patrondan daha çok sahiplenmektir. Kraldan çok kralcıdırlar bir deyişle...Burjuva düzene çok daha derinden görünmez bin bir iplikle bağlı bulunmayı getirmektedir. Sahte ve yapaylık ön plana cıkmaktadır. Bir yere bas olma ve bir yerlerde yer edinmenin etkisinde kalmadır. Tatlı su balığı gibidir, zor zamanlar, idealler yer almaz. İnanılmayan değerler ona yarar getirecekse hararetli savunmayı getirmedir. Karyerizmin ezeli maskesi demagojidir: Demagoji: Yalan yanlış lâfla, kuru kalabalığı “ayartıp”, yoldan çıkarmaktır. En önemli belirtisi, ilkesizliktir. İlkesizlik,kariyerizmin temel ilkesini olusturmaktadır. İlkesizliğin ilke haline gelmesi, en berrak ifadesini, “Ben dümenime bakarım, gemisini kurtaran kaptan” felsefesinde bulmaktadır. U dönüşler kariyerizmde sık görülmektedir. Başarısızlığın tek sebebi ise bireyseldir. Konunun düşük ücretler, fazla mesailer, mobbing, mesleğin tarihsel gelişimi ve günümüzdeki durumu ve serbest piyasa ekonomisinin uyguladığı ekonomik şiddet ile en ufak bir ilgisi bulunmamaktadır. Kariyerizm, hayal tacirliğinden öte bir şey değildir. Yaşanamamış, insan olmaya, insanca yaşamaya verilememiş zamandır. Bütün arkadaşlıkları da geri planda bırakabilmektedir. Hatta aile ilişkilerini ve özel ilişkileri dahi... Sistemde herşey başarıya endekslenmektedir. Sadece basit sevgi gösterileri sunulmaktadır. Sahte alkışlar ve gülümsemeler yer almaktadır. Elbette neye “başarı” dendiği de çok değişik ifadelerle kendini gösteren bir olgudur. Önce kendini değiştirmekle başlar adımlar. Çok düşünerek , olabildiğince az itaat ederek aklın yoluyla. Hayatın merkezine parayı, kariyeri değil sevgiyi yerleştirerek. Kendi isteği ile “ürettiğinden” hoşnut olmayan insan dünyanın en iyi kariyer basamağında olsa da başarısızdır aslında...

  • Ermeni Meselesi Üzerine

    DÜŞÜNCELER Her zaman siyasetçilerin söylediği bir şey vardır: Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlettir. Büyük olduğunu biz biliyoruz ve buna inanıyoruz. Ancak bunu söyleyen siyasetçiler dediklerinde ne kadar samimiler. Çünkü yine onlar en ufak bir şeyde bu olmaz, bu bizi bölünmeye götürür, diyorlar. Sayısı üç beş bini geçmeyen üniversite öğrencileri yürüyüş mü yaptı. Vay komünistler. Coplayın bunları. Atın deliğe. Bunlara yüz verirsek bölünürüz. Üç beş yüz kişi miting yapıp, türbana özgürlük mü dedi. Vay şeriatçılar geliyor. Bu bizi yıkıma götürür. Birkaç militan dağa mı çıktı. Veya yazar “realite”den mi söz etti. Bu bölücülüktür. Bunun sonu bölünmedir. Hani biz büyük bir devlettik. Peki o halde neden korkuyoruz ve niçin hemencecik bölünüyoruz. Bana kalırsa bu siyasetçilerin yarattığı suni iklimden öteye bir şey değil. Bu hayali paranoya ile kendilerinin daha iyi yönettiklerini ve bizlerin can simidi gibi onlara yapışmamız gerektiğini, aksi takdirde öcülerin gelip bizi yiyeceklerini söylüyorlar. Bölünme tutkalı ile bizleri kendilerine yapıştırıyorlar yani. Hele şu Ermeni meselesi ise akıl alacak gibi değil. Resmi rakamlara göre Ermenistan’ın nüfusu 3 milyon. Bunun Yezidisini, Kürdünü, Azerisini, Rusunu, Gürcüsünü ve sairesini çıkın. Geriye2.5 milyon Ermeni ya kalır ya kalmaz. Yani bizim orta büyüklükteki bir vilayetimiz kadar bir nüfusa sahip bir ülke mi bizi bölecek. Adama gülerler. Ermenistan bu yemeği niçin iki de bir ısıtıp uluslararası sofraya koyuyor. 1-Ermenistan dışında yaşayan varlıklı Ermeniler’e kendilerini acındırarak onlardan para sızdırmak. İstismara dayalı bir tür dilencilik yani. 2-Kapalı bir ekonomi. Despotizmden gelen yöneticiler ve doğal olarak demokrasiden uzak bir yönetim. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki cumhuriyetlerin başındaki insanlar nerden geldiler. Hepsi Komünist Partisinin en üst düzey yöneticileri idi. Bu insanların yönettikleri cumhuriyetlerde demokrasiden nasıl söz edilir. Durum böyle olunca bu yöneticiler halkı kendilerine tabi kılmak için illaki dışarıda bir düşman yaratacaklardır. Dikta rejimlerinin genel ve basit stratejisi budur. Bu yönetimin adı ne olursa olsun, parti, ordu,bürokrasi ve aşirete-akrabaya dayalı bir sistem ile varlıklarını idameye çalışırlar. Ermenistan Azerbaycan’a saldırmasaydı çoktan demokrasiye ve liberalizme geçerdi. Elçibey Halk Cephesi yıkılıp yerine Politbüro yöneticisi Aliyev gelmezdi. Biri diğerinin tamamlayıcısıdır. Ve her iki tarafta anlaşma ister gibi gibi yapmaktadırlar. Ve anlaşmadıkları sürece iktidarlarının devam edeceğini umuyorlar. Geçenlerde bir yazımda demiştim. Azerbaycan ya anlaşacak ya da toparlanıp Ermenistan’a topyekün bir savaş açacaktır. Dikkat ediniz ikisini de yapmıyor. Sadece ayağını sürüyor. Ermenistan’a gelince havanda su dövüp, hayal peşinde koştuğunu, Ermeniler’e anlatmanın en kestirme yolu kapıları açmaktır. Batı’ya çağdaş düşünce tarzına, modern üretim tüketim maddelerine susamış olan Türkiye'ye gelip buradaki yaşamı görünce ayakları yere erecektir. Bizim insanımız bir çadırını yerinden oynatmıyor. Bunun için kavga ve savaş veriyor. Hiç Ermeniler’e bırakır mı ata toprağını. Hem de bir avuç insana. Türkiye’nin modernizmini, gücünü dinamizmini görüp niçin kendilerinin de öyle olmadıklarını sorgulayacaklardır. Gelip bizleri gördüklerinde hiç de vampir filan olmadığımızı, tersine onlara insanca davrandığımızı görüp, yöneticilerinin safsatalarının ne olduğunu anlayacaklardır. Ticaret, turizm karşılıklı ziyaretler siyasetçiler tarafından beyinlere kazınmış olan “Sözde Soykırım”ın ve iddiasının nafile olduğunu en etkili bir biçimde anlatacaktır. Onlara demokrasinin, liberalizmin nimetleri direkt olarak gösterilince despotizmden öyle veya böyle kurtulmanın yollarını arayacaklardır. Demokrasilerde çağdaş normlarda kavga yoktur: Barış ve sevgi vardır. Bizi yönetenlerde göreceklerdir ki ne Türkiye bölünüyor ne bir şeycikler oluyor. Ancak böylesi radikal kararları cüce siyasetçiler değil, çaplı,vizyonu geniş, ufku büyük kişiler alır. Liderler alır. Türkler ise tarihin her çağında yönettikleri ırklara halklara son derece hoş görülü davranmışlaradır. Yönetmenin bir şartı da budur zaten. Kapılar açıldıktan sonra korkarım, Ermenistan Parlamentosu Türkiye’ye ilhak kararı alsın. Yeniden Teba-yı Sıdıka olacağız, bizi affedin desinler. Zira onlar yönetilmeye alışkındırlar.

  • Seni Seviyorum

    YANKI Çıkacağım yüksek tepelere Haykıracağım Seni seviyorum Sesim geri dönecek Seni seviyorum Sevineceğim Son derece genç, güzel, hatta kışkırtıcı bir güzelliği olan tezgahtar kıza yaklaşıp "Ben Sana Aşık Oldum Bir Tanem" deyince yan tarafta bulunan müşteri mi, işyeri sahipleri mi bilemem ama bana bön bön bakıyorlar. Bütün dişiliği ve iç gıcıklayan sesi ile: -Kaseti bitti.CD si var.Kaset için sipariş verdik.Yakında gelecek. Sahi siz hiç aşık oldunuz mu? Ben çok oldum. Çiçeğe, şiire, yaşama, en önemlisi de karşı cinse. Hala da olurum. Bedenimiz gibi köhneyen eski şiir ve hatıra defterlerinin sararmış solmuş,yıpranmış sayfalarını çevirdiğimizde daha iyi duyumsarım. Ne de çok sevmişim meğer. Övünmek gibi olmasın ama sevilmişimde. Mil pardon! Defterlerde aşkın tarifi olan reçeteler görürüz. Aşk bir elmadır, yer çöpünü atarsın, sevip de sevilmemektir, 1+1=1dir gibi. Öyle veya böyle fizyolojik bir olaydır aslında.Yemek gibi, hava, su gibi bir ihtiyaçtır yani. Nasıl ki bunları bulamadığımızda sıkıntı ve açlık çekiyorsak, sevilenin de yokluğu insana ıstırap verir. Benim gibi aşka sevgiye antrenmanlı olanlar ise yokluktan değil de varlığından zevk alırlar.Doyuma ulaşırlar. Yaşamak güzel ama onu anlamlı kılan, insancıl yapan sevgidir. Aşktır. İnsan dışındaki bütün yaratıklar, canlılar yer içer ve ürerler. Organizmalarının bütün işlevi, yaşamlarını ve soylarını devam ettirmeye yöneliktir. Ama yalnızca, evet yalnızca insan, yaşam kaygısı ve beklentisi olmadan sever ve aşık olur. Bu beynin bir üst faaliyetidir. Salgıladığı çok özel hormonlarla kişiyi mutluluğa ya da acıya sürükler. Gerçekten de bir çift söz, bir mektup, bir şiir dizesi, bir şarkı, oyalı mendil gibi çok sıradan şeyler nasıl değerli olabilirdi. Gözlerde başlayıp gözlerde biten şeyin "uyku" ya da "aşk" olduğuna karar veren beyindir. Psiko neronların egoüstü eylemidir.Ve aşkın mantığı yoktur. Öyle olmasaydı elele tutuşarak Boğaz Köprüsü'nden ölüme birlikte nasıl atlanılabilinirdi.Denilebilir ki hayvanlarda da sevgi vardır.İçgüdüsel davranışlarla isteyerek yaşanan aşkı karıştırmayalım. Bir köpeğin sahibine duyduğu sevgi değil, sadakattir yalnızca. Bir anne kedinin ya da ineğin yavrusunu emzirmesi, yalaması, doğanın ona bahşettiği muhteşem bir duygudur. Ama asla bir boğa inek aşkından söz edilemez.Olsa olsa iyi bir damızlık olur. Halbuki gerçek aşkta hiç birleşme, kavuşma bile olmayabilir. Şarkıların şiirlerin büyük çoğunluğu ayrılık teması üzerine değil midir? Ve acaba kaçımız ilk aşkımıza kavuşabildik. Evet aşk, sevgi, tamamen insana özgüdür. İnsanı insan yapan, içgüdülerini değil, duygularını öne çıkaran olağanüstü bir elektriklenmedir. Frekans çakışmasıdır. O kadarki çoğu kez ikincil, beşincil bir ihtiyaçken başdürtü haline gelebilmesidir. Seni seviyorum.Bu iki kelimelik sihirli söz, yaşlı dünyamızda nice olaylara sebep olmuştur. Yuvalar yıkılmış, ocaklar sönmüş, acılar çekilmiş ama pek azı mutlu sona ulaşmıştır. Böyle mi demişti şair: Seni tanımasaydım Seni sevmeseydim Bu şiiri yazamayacaktım Bu sayfa da boş kalacaktı Tabii bu köşede.

  • Günahkar Olmak

    Uzun ayaklıda viskimi yudumluyorum Kİ-BAR'da. Zaman zaman takılırım bu kibar yere. Sessiz ve nezih olduğu kadar, işletmecilerde hoş sohbet. Ömür çok kısa. Bunun bir kısmını uykuda geçirmek niye,diyor arkadaş. Gerçekten de uyku ölüm halidir. Tıbben hala çözülememiş, zorunlu biyolojik bir faaliyet. Bir şey duymuyor, görmüyor, anlamıyorsun. Yiyemiyor, içemiyor, düşünemiyor, sevemiyorsun. Dolayısıyla yaşam dışı kalıyorsun.Yalnızca organizma asgari düzeyde ve rölantide, işlevini bilinç ve istem dışı sürdürüyor o kadar. Aslında çok gerekli bir fizyolojik dürtü. Ben de bunun bilincinde olduğum için çok az uyurum. Daha çok yaşamak, daha çok sevmek ve hayattan daha çok zevk alabilmek için. Hayat çok kısa ve zevk alınacak şeyler o kadar az ve benim gibilerin imkanları o kadar sınırlı ki. Bütün dinler, disiplinler, öğretiler, ekoller, tekkeler... hep zevk verici şeyleri yasaklıyorlar. Haram günah diye. Bütün bu yasaklara, sınırlamalara, yaptırımlara, cezalara rağmen benim gibilerin ilgisi önlenememiş. Bu dün de, böyle bu gün de... Yarında. Sebebi ölümün anlamsızlığında ya da bilinmez korkunçluğunda. Yasaklanan şeylerin ise çekiciliğinde keyif ve zevk vermesinde. İnsan yaşamın tadına doyasıya varamadıktan sonra, yaşamanın da pek anlamı kalmıyor. Ya da uyku halinde kalmak gibi bir şey oluyor. Ve bakınız bin yıl evvel yaşamış ünlü İran şairi Ömer Hayyam, Allah'a şöyle sesleniyor: Kim senin yasanı çiğnemedi ki söyle Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen sen Sen ile ben arasında ne fark kalır söyle Diyerek günahsız bir ömrün tatsız olacağını ve bundan korkulmaması gerektiğini savunuyor. Ve yine bir başka rübaisinde: Bize derler öte dünyada cennet var Huri var,sevgili var,ağza üzüm sarkar Şimdiden uygulasak bunları öyleyse Sonumuz tıpkısı buymuş bizim ahbaplar Diyerek aşksız sevgisiz, şarapsız bir dünyanın anlamsızlığını, yobaz sofilere öte dünyada olanların bu dünyada niçin geçerli olması gerektiğini cesaretle söylüyor. Bense karga olup alçaklardan uçup çok yaşamaktansa, kartal olup yalçın kayalıklarda, doruklarda süzülmeyi tercih ederim. Yasağı da ölümü de takmadan.

  • Solculuk

    Sol kelimesi tarihte şu sekillerde karşımıza çıkmaktadır: sol "ters, uğursuz, sol taraf" [ Uygurca (1000 yılından önce) ]solamuk "sol elini kullanan" [ Divan-i Lugat-it Türk (1070) ]solak "aynı anlamda" [ Tuhfetu'z Zekiyye fi'l-Lugati't-Türkiyye (1425) Fransa Kralı 16. Louis, Fransız Devrimi öncesi, kurucu meclisi sarayına çağırıyordu. Bir meclis var ama, meclis ne karar alırsa alsın, sarayda yaşayan 16. Louis’in veto etme hakkı vardı. İstemediği her şeyi kafasına göre veto ediyor. Zaten meclisin toplanma amacı; Louis’in veto hakkının kaldırılmak istemesiydi... 1760 lı yıllara gelindiğinde ...Fransa Kralı'nı destekleyen soylular ve Ruhban sınıfı, kurucu meclisde oturum başkanı Mounier’in ‘sağ’ tarafına oturuyorlardı. Kralın böyle bir ayrıcalığı olmaması gerektiğini, herkesin eşit olduğunu savunan, halk destekçisi olan temsilciler ise ‘sol’ tarafa oturuyordu. Değişime açık olmayan muhafazakar kesimle monarşiyi destekleyen, kralın veto hakkının olmasını isteyen ve genel anlamda toplumun kaymak tabakasında olan insanlar ‘sağ’ tarafa oturmuşlardı. O zamanki toplum düzeninin ilerici görüşlü burjuvazi temsilcileri, köylü hakkını ve ileriyi savunan, değişimi isteyen insanlar da 'sol' tarafa oturmuşlardı. “Kalp soldaysa cüzdan sağdadır” der İngiliz deyimi. Orhan Veli de “Sarhoş oldum da/Seni hatırladım yine/Sol elim/Acemi elim/Zavallı elim!”demişti. Bazı yerlerde: Kapıdan çıkarken önce sağ adım atmaları da söylenmektedir. Öfkelenen ve soğukkanlılığını kaybedenlerde, ‘sağduyu’ya davet edilmektedir. Karl Marx da “İnsanların yaşam biçimini belirleyen bilinçleri değildir; ama, onların bilincini belirleyen sosyal yaşam biçimleridir” demişti. Aslında solculuk, ezilenlerin yanında ve halkın yanında yer almadır. Sömürüye karşı durmadır. Emeği en yüce değer olarak kabul etmedir.Dayanışmayı ön plana çıkarmaktır.Paylaşmanın adıdır. Demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını savunmadır.Emperyalizme karşı olmadır.NATO’dan çıkmayı, İncirlik’in kapatılmasını savunmadır. Tam bağımsız Türkiye yi istemektir. Ülkesini sevmedir. Savaşlara karşı çıkıştır. Duyarlı olmayı getirmektedir. Vicdanı bünyede barındırmaktır. Önyargısız olmayı getirmektedir. Her ağaç, yanan her orman için ne yapip edip mutlaka fidanlar dikebilmedir, onları korumadır. Hes'lere rant için yapılan köprülere hayır diyebilmedir. İtaatkar olmaya karşı çıkıştır. Ormandaki tüm canlıları sevebilmektir. Kumsalda bırakılan çöpleri toplamadır.İsrafa karşı tavır almayı getirmektedir. Kendin gibi olmak demektir.Her yenilgiden sonra silkinip kendi küllerinden yeniden doğmaktır. Hümanizmi yaşama katmaktır. Hoşgörülü olmadır. Ötekileştirmemektir. İnsanın köleleştirilmesine karşı çıkmaktır. Kadın-erkek eşitliğini vurgulamaktadır. Cinselliğin ve aşkın özgürleşmesinden yanadır . İktidara mesafe koymaktadır. Erdemliliği getirir. Hırsızlığa vurguna soyguna yolsuzluğa rüşvete talana cephe almadır. Onurlu bir yaşam sürmektir. Dalkavukluk yapmamaktır. Sürekli araştırarak, kendini yenilemektir. Aklın yanında yer alarak karanlığa,cehalete,gericiliğe karşı durmadır.Toplumun aydınlanmasını desteklemektir. Eleştirelliğin, sorgulayıcılığın dayanak bulmasıdır. Din sömürüsüne karşı olmadır. Bilimin, aklın, yurttaşlığın iyiliğin de umudun da aranacağı yerdir.Birleştirici, birlikten dayanışmadan yana olmaktır. Piyasanın saldırılarını red etmedir. Bütün sosyal hakların alınmasındaki mücadelenin mimarıdır. Kapitalist düzenin belirleniminden örgütlü olarak sıyrılabilmedir. Halkın gelir seviyesini üst noktaya taşınmasından yanadır. Tarım ve hayvancılığı desteklemektir.Eşitlik,adalet için mücadele etmedir. Herkese güvenceli iş herkese için güvenceli geleceği savunmadır. Kültürel anlamda da insan ruhunun gerçek sanatın güzellikleriyle yoğrulmasından yanadır.Herkes için parasız sağlık parasız eğitimi istemektir. Umutlarımız uğrunda yolumuzda omuz omuza yürümedir. Her türlü zorluğa göğüs gerebilmedir.İlkesel olarak uzlaşmadan kacınmadır. Toplumun yaşam kalitesini yükseltmektir. Yaşama eşitlik penceresinden bakmaktır. Özgür KARAKAYA ozgur694@hotmail.com

  • Bir Yonetici Ne Zaman Birakmali

    Bir köy veya mahalle muhtarı bu görevi ne kadar süre ile yapmalı? Bunun için yasal bir kural olmadığından ömrünün sonuna kadar muhtarlık yapanlar var! Çoğu ise bir veya birkaç dönem işbaşında kalır. Seçimlerde karşısına rakipler çıkar ve bunlardan biri oyları toplayınca muhtar değişir. Çok uzun süre muhtarlıkta kalmanın sakıncalarının başında köyden yetişecek yeni bir yöneticinin önünü tıkamış olmasıdır. Dernekler, vakıflar, sendikalar da böyledir. Buralarda yönetimi ele geçirenlerin bir kısmı, üyelerinin rızalarıyla, bir kısmı ise çeşitli önlemlerle muhalefetin önünü tıkayarak iktidarda uzun süre kalıyorlar. Hatta bazı kuruluşlar, kendi adlarından çok demirbaş hale gelmiş başkanının adıyla anılıyor. Siyasi hayatımızda politikayı meslek haline getirmiş insanlar var. Her dönemde parti başkanı veya milletvekilidirler. Bu görevleri sona ererse sudan çıkmış balığa dönecekleri hissine kapılırlar. İkinci Meşrutiyet döneminin renkli simalarından Osmanlı Sosyalist Fırkasının, Mütareke döneminde Türkiye Sosyalist Fırkası’nın başkanı İştirakçi Hilmi partisinin ikinci kongresinde kendisini ömür boyu başkan ilan ettirmiş. Bu kararı hükümet tanıyınca partinin üyeleri yeni bir sosyalist parti kurmuşlar. İştirakçi Hüseyin Hilmi, başka hataları yüzünden de partisini kaybederek yapayalnız ortada kalmış. 1922 yılında da bir cinayete kurban gitmiş! Parti ve devlet başkanlıklarında bir kişinin makamına kazık çakması büsbütün hatadır. Türk siyasi hayatı, bunun sakıncalarını görerek cumhurbaşkanları için tek ve 7 yıllık bir dönemi öngörmüşken, daha sonra bu, beşer yıllık iki dönem olarak düzenlendi. Böylece devlette kurulacak bir diktatörlük önlenmeye çalışılmış ise de. AKP, bunu yeni bir anayasa değişikliği ile bütün yetileri cumhurbaşkanına vererek geçersiz hale getirdi! NE ZAMAN BIRAKMALI? Yasada ve tüzükte bir hüküm olmasa da bir yönetici, yönetimi ne zaman bırakmalıdır? Kanımca bu soruya şöyle yanıt verilebilir: En güçlü olduğu zaman. Yani başarılarının doruğundayken. Başarı eğrisi dibe vurduğunda veya parti içindeki muhalefetin ite kaka düşürdüğü bir başkan, eski saygınlığına kavuşamaz. Örneğin İsmet Paşa, CHP’de parti başkanlığını ne zaman bırakacağını tayin edemedi, Ecevit’in karşısında yenildi ve sonunda partisinden bile istifa ederek siyasi hayatını noktaladı. Memleketi en iyi kendilerinin yönetebileceğini, başka biri geldiği zaman memleketin yıkılacağını düşünenler, ülkede demokrasiyi boğmuşlarsa ve devleti sıkı sıkıya kendilerine bağlamışlarsa bir daha o makamı bırakmak istemezler. Bu durum darbeleri davet eder. Bir yönetici, derneğinin, sendikasının veya partisinin gücüne inanmalı ve onların her zaman kurumu yönetecek liderler çıkarabileceğine güvenmelidir. Kendisi bunu hem özendirmeli, hem da buna yardım etmelidir. Eğer hizmetleri unutulmayacak biri ise ona onursal bir makam biçilebilir veya danışman olarak görüşlerinden yararlanılabilirler. İktidar çok tatlıdır, aynı zamanda ateşten bir gömlektir. Tek adam sisteminin yaratacağı sakıncaları ancak özgür seçimler ve demokrasi giderebilir. Özgürlüğün olmadığı bir siyasi ortamda zaten tek belirleyici, tek adam olmanın övünülecek bir yanı yoktur. BEN NE ZAMAN BIRAKTIM? Ele aldığım konularda daha somut konuşabilmek için sık sık kendi yaşadıklarımdan da söz ediyorum. Bu konuda da kendimden örnek vermesem olmaz. Başında bulunduğum kuruluşlardan en uzun ömürlü, dolayısıyla en uzun süre temsil ettiğim iki kuruluş var. Bunlardan biri Öğretmen Dünyası dergisidir ki, 1980 yılında yayın hayatına atıldı. Ben bu derginin (1982’de yazıişleri müdürü olduğum iki sayısını ve 1986’daki yaklaşık bir yıllık gönüllü ve zorunlu ayrılığı saymazsak) 1988’e kadar yazı kurulunda bulundum. 1988’de Yazı işleri müdürü, ardından da sahiplik görevini üstlendim. Bu grevim devam ederken 2003’te kurduğumuz Ulusal Eğitim Derneğinin genel başkanlığına seçildim. Dergide her yıl yapılan seçimlerde ve dernekte iki yılda bir yaptığımız kongrelerde göreve devam kararı çıktı. Ancak dergi ve dernekte her zaman çok ön planda görünmek, derginin ve derneğin adının benimle anılması gibi bir sakınca da yaratmaya başladı. Birçoklarının bilmediği şey, bu kurumların birer kolektif çaba ile ayakta durduğu idi. Derneğin 2009 kongresinde, dernek başkanlığında bunun son dönem olacağını belirttim ve 2011 Kongresinde de bu sözümü tuttum. Karşımda bir aday yokken ve hiç kimse “Yeter artık, bırak” dememişken başkanlığı bıraktım. Arkadaşlarım da dergide ve dernekteki emeğim nedeniyle kongre kararıyla bana “Onursal Genel Başkan” sıfatını verdiler. Dernek de dergi de bu değişimden ötürü bir zaafa uğramadı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğunu da kabul etmeli. GEREKLİ OLAN KURUMLAŞMADIR Bir kurumun yaşaması için güvence olan, başkanı değil, kurumlaşmasıdır. Kurum daha baştan sağlam ilkelere bağlanır, daima tabana dayanır ve içinde demokrasi uygularsa selametle yol almaya devam eder. Kitlelerin sağduyusuna ve ortak akla güvenmek gerekir. Karar alma mekanizmasını tek bir kişiye bağlamak, daima o kişinin siyasi felaketi ile sonuçlanma riskini de taşır. Birçok yazımda vurguladığım gibi Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının nedeni Meclis’te ifadesini bulan ortak aklın eseridir. Şimdi o Meclis’in ülke yönetiminde devre dışı bırakılması bunca yılıklı deneyimlerden sonra ne kadar acıdır! CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun girdiği her seçimden başarısızlıkla çıktığını gerekçe göstererek istifa etmesini isteyen bir hayli insan var. Başarıyı onun yerine geçecek bir başkandan beklemenin hayal olduğunu “CHP’nin Yarası Derinde” yazımda anlatmıştım. Ancak CHP’de huzursuzlukları ve genel başkanın daha fazla yıpranmasını önlemek için partide ortak aklı harekete geçirmek, bütün adayları önseçimle belirlemek gerekir. CHP’nin ihtiyacı da kurumsallaşmaktır. Ancak yazık ki bizim insanlarımızın çoğu, bir kurtarıcı bekliyor. (19 Eylül 2018) Bloğumdaki diğer yazılar için: zekisarihan.com Kitap: Hamit Erdem, Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi, İstanbul, 2012, Sel Yayınları, 334 sayfa.

  • Bes Gul

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ- Sizin için tuttum beş gül getirdim Sevgili, durup dururken beş kırmızı gül getirdim, kan. Beş beyaz gül süt, beş sarı gül altın yaprak, tuttum beş pembe gül getirdim Sevgili, tan. Başka bir el koparmış onları, benim elim bunca korkak: Bir dikmeyi bilirim, bir de dokunmayı: Tepeden tırnağa teniniz yangın beldem, sizin için beş siyah gül parmaklarım. kömür. Toprak, temas, sahi bir de ak kâğıt, seçtiğim kelimelerin arasında nedense mağrur, ilerlerim karda bıraktığım izler birer ağıt, ayırdım dikenleri: Sizin için bu beş arı gül. / Enis BATUR 28 Haziran 1952'de Eskişehir'de doğdu. Orta öğrenimini İstanbul ve Ankara'da yaptı. Yükseköğrenimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Paris'te tamamladı. İlk yazısı 1970'te, ilk kitapları 1973'te yayımlandı. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Dairesi Başkanlığı, Milliyet Gazetesi'nin kültür servisi ve yan yayınlar yöneticiliğini, Milliyet Büyük Ansiklopedi'nin ve Dönemli Yayıncılık'ın genel yayın yönetmenliğini yaptı. 1988'den 2004'e kadar Yapı Kredi Yayınları'nda çalıştı. Yazı, Oluşum, MEB, Tan, Gergedan, Şehir, Sanat Dünyamız, Kitaplık, Cogito, Arredemento Dekorasyon, Fol gibi dergilerin hazırlanışında sorumluluklar üstlendi. Remzi Kitabevi'nin, TRT'deki "Okudukça" programının yayın danışmanlığını yaptı. Açık Radyo'nun kuruluşuna katkıda bulundu ve "Şifa, Şifre, Deşifre" programını hazırladı. UNESCO'nun "Göreme'den İstanbul'a Kültür Mirasımız" kampanyasını yönetti. Cumhuriyet, Milliyet, Dünya, Aydınlık gazetelerinde, Yeni Gündem, P-Eki, Express, 2000'e Doğru dergilerinde 1978-1998 arası düzenli haftalık yazılar yazdı. Yurtdışındaki çeşitli dergilerde ürünleri yayınlandı. Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo ödüllerini, denemeleriyle TDK ödülünü kazandı. Enis Batur'un Eserleri Şiir Tuğralar: Lirik Şiirler 1973-1984 (1985) Perişey (1992) (Cemal Süreya ödülü) Kanat Hareketleri: Lirik Şiirler 1993-1999 (Altıkırkbeş Yay, 2000) (Zirvedekiler ödülü) Darb ve Mesel - Arka Şiirler (Altıkırkbeş Yayın: 1995) Neyin Nesisin Sen (Kırmızı, 2007) (Behçet Necatigil ödülü) Doğu - Batı Divanı (YKY, 1997) Doğu - Batı Divanı 2 (Kırmızı, 2007) Doğu - Batı Divanı 3 (Kırmızı, 2010) Ağırlaştırıcı Sebepler Dîvanı (Altıkırkbeş Yay, 2003) Yanık Divan (Kırmızı Kedi: 2016) Nil (1975) İblise Göre İncil (1979) Kandil (1981) Sarnıç (1985) Koma Provaları (Altıkırkbeş Yay, 1990) Sütte Ne Çok Kan (Altıkırkbeş Yay, 1998) Abdal Düşü: Düzyazı Şiirler 1998-2002 (Altıkırkbeş Yay, 2003) Taşrada Ölüm Dirim Hazırlıkları (Oğlak Yay, 1995) Uç Şiirler (Kırmızı: 2011) Opera 1 - 4004 (Altıkırkbeş Yayın: 1996) (Altın Portakal ödülü) Papirüs, Mürekkep, Tüy-Seçme Şiirler (YKY, 2002) Eros ve Hgades (1973) Bir Ortaçağ Yalnızlığı (1973) Ara-Kitab (1976) Gri Divan (Remzi, 1990) Eleştiri Yazının Ucu Yazınsal Denemeler 1976-1993 (YKY:1993) E/Babil Yazıları (YKY: 1995) Seyrûsefer Defteri (YKY: 1997) Aciz Çağ, Faltaşları (YKY: 1998) Smokinli Berduş: Şiir Yazıları 1974-2000 (YKY: 2001) İmgeleri Kim Dinler? (YKY: 2004) Okuma Lambası (Alkım: 2004) Hurufi Gözüyle Büyü Kutusu, sinema yazıları (2007) Pervasız Pertavsız (Kırmızı: 2009) Ölesiye Sanat, yeni faltaşları (Alakarga: 2013) Son Modernler [Edebiyat üzerine denemeler] (Sel: Şubat 2014) Yazının Sınır Boyuna Yolculuklar [Edebiyat üzerine denemeler](Sel: Eylül 2014) Karanlıktan Işık Yontanlar [Sanat üzerine denemeler, 1976-2008] (Sel: 2015) Öteki Pusula [Sanat ve edebiyat üzerine denemeler] (Sel: 2016) Şiir Ve İdeoloji (Derinlik, 1979; İkinci basım: Mitos, 1993) Türk Dil Kurumu ödülü Rabia Hatun, Tuhaf Bir Kıyamet (YKY, 2000) İlhan Berk: Mağara Ressamı, Sapkın Nakkaş, Namahrem Kalem (YKY, 2000) Patates (Sel, 2003) Kulak (Sel, 2009) Tilki (Notos, 2011) Ansiklopedi Kediler Krallara Bakabilir (Remzi, 1990) Gönderen: Enis Batur (Remzi, 1991) Kırkpare (Remzi, 1993) Su, Tüyün Üzerinde Bekler (Sel, 1999) Kurşunkalem Portreler (Sel, 1999) Yazboz (Sel Yay, 2001) Gövde'm (Sel Yay, 2007) Haneberduş (Sel Yay, 2010) Söyleşi Günebakan I: Alternatif: Aydın (Hil Yayın: 1985) Günebakan II: Saatsız Maarif Takvimi (Ark Yayınları: 1995) Günebakan III: Türkiye'nin Üçlemi (Papirüs Yayınevi: 1998) Deneme Başkalaşımlar I-X (YKY: 1992) Başkalaşımlar XI-XX (YKY: 2000) Başkalaşımlar XXI-XXX (Kırmızı: 2009) Bir Varmış Bir Okmuş: Sözümona Düzmece bir Wilhelm Tell Hikâyesi (Sel Yayıncılık, 2002) Plati-Bir Ada Denemesi (Sel, Şubat 2006) Mekik (Norgunk, 2009) Mumya Köpek (Norgunk, 2011) Geronimo'nun Ölümü (Sel, 2012) Yolcu (1996) Issız Dönme Dolap (YKY, 1998) Kum Saatından Harfler: Sokulgan Okur İçin İçbükeyler (YKY, 2001) Bekçi (Oğlak Yayınları, 2003) Mazruf (Okuyanus, 2004) Suya Seng, içbükeyler 2002-2007 (Sel, 2008) Noksan (Sel, Haziran 2010) Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak, içbükeyler 2008-2010 (Kırmızı, Kasım 2012) Merak Cemiyeti Tutanakları, içbükeyler 2010-2011 (Alakarga, Ocak 2013) Otuz Kuş Birden Olmak (B/F/S, 1987) Söz'lük (Düzlem, Mart 1992) Seyrüsefer Defteri (YKY, 1997) Öteki Prova (Norgunk, 2007) Işık (Noktürn, 2013) Hepsi (Sel, Eylül 2013) Roman ve Anlatı Acı Bilgi: Fugue Sanatı Üzerine Bir Roman Denemesi (YKY, 2000) Elma: Örgü Teknikleri Üzerine Bir Roman Denemesi (Sel Yayıncılık, 2001) Kravat (Sel Yayıncılık: 2003) Sır, bir oynaşı (Sel: 2009) Kitap Evi (Sel: 2014) Başka Yollar (YKY, 2002) Mürekkep Zaman (YKY, 2004 Rakım Sıfır, imgelem alıştırmaları 2008-2012 (Kırmızı Kedi, 2012) Gezi İstanbul İçin Şehrengiz (YKY: 1994) Üç İzmir (YKY: 1994) Ankara Ankara (YKY: 1994) Kesif (Mitos, 1996) İki Deniz Arası Siyah Topraklar (YKY, 1997; Remzi, 2014) Amerika Büyük Bir Şaka Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz? (YKY, 1999) Şehr'enis (Literatür, Nisan 2002) İki Deniz Arası Siyah Topraklar ve Kesif ve ¿ (YKY, 2002) Paris, ecekent (YKY, 2003; Remzi, 2012) Bulutlardan Yontma Kayalar, bir bretagne gezisi (Alkım, 2005) Siyah Sert Berlin (Remzi, 2013) Ziyaretler Kitabı (Kırmızı Kedi, 2013) Pasaport Damgaları (Kırmızı, 2008 Ada Defterleri (Kırmızı, 2008) Antoloji Kara Mizah Antolojisi (Hil Yayın, 1987; Sel, 2005) Modern Dünya Edebiyatı Antolojisi (Dönemli Yay, 1988) Ahmet Hamdi Tanpınar / Seçmeler (YKY, 1992) Gütenberg Gökadasına Gezi (YKY, 1992) Unutulmuş Şiirler Antolojisi (YKY, 1994) Modernizmin Serüveni: Bir "Temel Metinler" Seçkisi 1840-1990 (YKY, 1997) Avrupa Güneşinin Doğduğu Yere Yolculuk (Turkcell, 2001) Beş Kıtada Türk Seyyahları (Turkcell, 2002) Sahici Trenler İçin Oyuncak Kitap (YKY: 2003) Rönesansın Serüveni (YKY, 2005; Sel, 2016) Diğer Bu Kalem Bukalemun (Hil: 1986) Ayrıca, Yazılar ve Tuğralar Şiirler 1973-1987 (B/F/S Yay, 1987). Bu Kalem Melûn (YKY: 1997) Bu Kalem Un (ufak) (Okuyanus: 2004) Cep Meşkleri (Can: 2005) 60 mm Dizüstü Meşkler ve İçcep Meşkleri (Sel: 2011) Bu Kalem Unkudî (Palto: 2014) Ondört+X+4 deneysel metin [Tipografik yorum: Savaş Çekiç] (C Yayınları: 1994) Fatma Tülin / Bir (İki) Sergi Öncesinden Tablolar (Sel Yayıncılık, 1999) Defter (Selçuk Demirel ile birlikte) (YKY, 2001) Son Kare (Kaan Çaydamlı ile birlikte) (Altıkırkbeş Yayın: 2002) İstanbul Des Djinns (2003; Türkçesi (Cinlerin İstanbulu): Remzi, 2016) Mazruf (Okuyan Us, Eylül 2003) Ottomanes (2006) Eyfel-Modern Zamanların Simgesi (Alkım, 2006) Ziyaret (Çekirdek Sanat, 2007) Hayalet (Norgunk, 2011) Dava (Norgunk, 2014)

  • Asil Suc

    Adnan Oktar ve arkadaşlarının suçları hakkında çeşitli haberler çıkıyor. Yıllarca hükümet tarafından el üstünde tutulan Fetullah Gülen Cemaatinin uğradığı akıbete şimdi de Adnan Oktar ve müritleri uğruyor. “Düşenin dostu olmaz” demişler. Bu atalar sözü her zaman değilse de işimdi tam da iktidar ve yandaşları açısından doğrudur. Gazete haberlerinden anladığımıza göre, Oktar hakkında geniş bir iddianame yazıldığı ve pek çok eylemle suçlanacağı anlaşılıyor. Doğrusu bu konularda bir şey yazacak değilim. Birçok erkeğin ağzının suyunu akıtan güzel kedicikleriyle geçirdiği hoş zamanların görüntülerini yadırgasam da bunun suç olup olmadığı konusunda bir bilgim yok. Öteki suçlamaların doğru olup olmadığını da adil bir yargılama ortaya çıkarabilir. Benim yazacağım konunun şu dönemde Adnan Oktar’a bir zararı yok. Benim tanıklığımı kabul etmeleri de ihtimal dışı. Çünkü yazacağım konuda hükümet çevreleri tarafından suçlandığını duymadık. Aksine onun görüşleri bu çevreler tarafından yıllardır ve hararetle savunuluyor. BEŞ KİLOLUK LÜKS KİTAP 21 Temmuz 2009 günü memlekete gitmişken bir vesile ile köyümüze yakın Kumru ilçesine de uğradım. 1953’te ilkokula burada başlamıştım. Bir yıl okuduğum ilkokulu ziyaret etmek istedim. Okul yıkılmış, yerine iki katlı bir bina yapılmıştı. Şimdi Belediye olarak kullanılıyordu. Üst katta Öğretmenevi için birkaç oda ayrılmıştı. Salonun bir köşesinde küçük bit kitaplık dikkatimi çekti. Camlı dolapta her öğretmenevinde bulunabilecek 20-30 kitaptan başka, dolabın ölçülerine sığmadığı için en üste konulmuş kocaman bir kitap duruyordu. Birinci hamur kaliteli kâğıda basılmış bu resimli kitabın ağırlığı 5 kilodan hafif değildi. Üzerinde “Yaratılış Atlası” yazıyordu. Yazarı ise Harun Yahya. Daha önce basına yansımış bu kitabı Kumru gibi ücra ve yoksul bir ilçenin öğretmenevinde görmek varmış! Bilindiği gibi kitap, Evrim gerçeğini sözde çürütmek için yazılmıştı. Canlılar evrime uğramamıştı! Onların her biri, milyarlarca tür, şimdi nasılsa o biçimde yaratılmıştı! Bazı balık ve omurgalı hayvanların fosilleriyle bugünküleri karşılaştırıyor ve bunların aynı olduğunu, yani bir evrime uğramadığını anlatıyordu! Bu kitabı Kumru gibi Karadeniz’in iç kısımlarında yoksul köylü kitlelerinin yoğun olduğu bir ilçede görmem beni fena halde üzdü. Bu üzüntümü orada öğretmenevi yetkililerine söylemek istedim fakat ortada bunları söyleyeceğim kimse yoktu! KARANLIĞA MAHKÛM ETMEK Ankara’ya dönünce internetten öğretmenevinin posta adresini buldum ve duygularımı bir mektup halinde öğretmenevi yöneticilerine yazdım. Evrim gibi gibi yalnız canlılar bilimini değil, evrenin oluşumunu da reddeden bir görüşle Türkiye nasıl aydınlanacak, nasıl kalkınacaktı? Kumru’da çalışan öğretmenler, çocuklara o kitaptaki görüşleri mi anlatacaklardı? Bu durum, köylü çocuklarının sonsuz bir karanlığa mahkûm etmek değil miydi? Bu kitabı kütüphaneye koymuş olabilirlerdi ama yanına evrim teorisini anlatan bir kitap da koysalar daha iyi değil miydi? Aradan 5 yıl geçti. 6 Haziran 2014 günü, bir grup arkadaşla Batı Karadeniz’den geçerken İnebolu Öğretmenevinde geceledik. Hayret! Aynı kitap buranın kütüphanesinin de demirbaşlarındandı. Tırlar dolusu kitap milletvekillerine de dağıtılmıştı, muhtemelen bütün öğretmenevlerine gönderilmişti. Kaygılarımı Öğretmenevinin bayan müdürüne söyledim. Kitap onun dikkatini çekmemiş. Derhal kaldıracağına söz verdi. SUÇ ORTAĞI Bence Harun Yahya takma adını kullanan Adnan Oktar’ın hesabını vermesi gereken asıl suçu budur. Karşısında yarı çıplak kedicikleri oynatması, bu suçunun yanında hiç kalır. Çünkü Adnan Oktar, 16. Yüzyılda Takiyüddin Efendi’nin gözlem evini topa tutarak yerle bir etmiş olanlar, matbaayı 300 yıl ülkeye sokmayanlar, Osmanlı dönemi gericileri ve bugünkü iktidar gibi bilimin evrim gibi en temel konularından biriyle savaşmış, bu hareketiyle Türkiye’ye en büyük kötülüklerden birini yapmıştır. Eğitim programlarında evrimi anlatılmayan bir millet sittin sene iflah olmaz. Bu eğitim sisteminin içinden bilim adamı yetişmez. Ancak şarlatanlar çıkar. Bu hükümet ve emrindeki yargı, bunun hesabını Adnan Oktar’a sormuyor! Nasıl sorsun ki bu konuda onun gibi ve onun ilham aldığı Evanjelistlerle aynı görüşleri savunuyor. Krizimiz yalnız ekonomide olsaydı bunu atlatabilirdik ama eğitimdeki bu gitgide derinleşen kriz Türkiye’nin geleceğini esir almıştır. Kötü etkileri kuşaklar boyu sürecektir. Yeni öğretim yılı “hayırlı ve uğurlu” olsun! (17 Eylül 2018) Bloğumdaki diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • Hepimiz Aynı Gemideyiz

    Uyguladıkları iç ve dış politikada sıkışan iktidar çevreleri bir süredir “Hepimiz aynı gemideyiz” diye bir terane tutturdu. Açık denizlerde pusulası sağlam, güvenle yol alan bir geminin kaptanı, yolculara dönüp “Hepimiz aynı gemideyiz” edebiyatı yapmaz. Belli ki gemi su almaya başlamış, denizde bir o yana bir bu yana yalpalıyor. O zaman yapacağın şey kaptanlığı ehil ellere bırakarak çekilmek değil mi? Herkes o gemide ise senden başka kaptanlık yapacak yok mu? Yoksa onları daha önce küpeşteden denize mi attın? Yoksa Ellerini kollarını zincirleyip kamaralara mı kilitledin? Veyahut denize açıldığın tarihten beri sabah akşam yaptığın anonslarla onları iyice itibarsız hale mi getirdin? Hâlâ hem ülkeyi en iyi kendinin yöneteceğini ileri sürüyorsun, hem de “Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek gemideki yolculardan seni desteklemelerini istiyorsun. Güverteye kaygı ile toplanmış yolcuları böylece susturabileceğini sanıyorsun. İktidarın sözcülüğünü üstlenmiş bazı televizyon bülbülleri, muhalefetin ağzını tıkamak için ikide bir Kurtuluş Savaşı’ndan ve Atatürk’ten de söz etmezler mi? Kurtuluş Savaşımız bu milletin ortak kutsallarından olduğu için bu örnek karşısında akan suların durulacağını sanıyorlar. Nitekim öyle de oluyor! Oysa işin rengi tamamen farklıdır. AYNI GEMİDE FARKLI POLİTİKALAR İşin gerçeği şudur: Hürriyeti elde etmek için yıllarca uğraşan Jön Türkler da Abdülhamit’le aynı gemide idiler. Abdülhamit hürriyetçilere “Yapmayın, aynı gemideyiz. Anayasa rejimine dönersek veya ben tahttan çekilirsem devlet gemisi batar, siz de benimle birlikte boğulursunuz” demiş olmalılar. Jön Türkler bu demagojiye aldırmadılar ve milletin diri unsurlarına önderlik ederek Hürriyeti ilan ettiler. Abdülhamit’in yıldızı söndü ama gemi yoluna yeni kaptanlarıyla devam etti. İttihat ve Terakki Partisi, altı yıl sonra 1914’te gemiyi tehlikeli sulara sürdü ve gemiyi batırdı ama bu Abdülhamit’in yokluğundan değil, hürriyet’in yokluğundandı. Milletin Meclisi’ne, hatta hükümete bile danışmadan ve üstelik muhalefeti tamamen susturarak fırtınalı denizlere açıldılar. Bu süreçte hiç kimse “Aman çenemi kapatayım, hepimiz aynı gemideyiz” demedi. Mustafa Kemal Paşa da İttihat ve Terakkiye muhalefet edenlerdendi. Asılan, sürgüne gönderilen, gazeteleri, dergileri, dernekleri, partileri kapatılan muhalifler de. Aynı gemide bile değillerdi ve onları bindirdikleri gemi Sinop zindanına yol alıyordu. Şimdinin cezaevlerinde iddianame bekleyen barışçı ve devrimcileri gibi… ÖTEKİ GEMİ: BENDIRMA VAPURU 1919’a gelindiğinde geminin kaptan köşküne Altıncı Mehmet Vahidettin oturdu. Yurtseverler, bu geminin fena su aldığını ve batmakta olduğunu gördüler. “Padişahımız en iyisini bilir, ayrı baş çekmeyelim” demediler. Kongreler topladılar, Kuvayı Milliye birlikleri kurdular. Geminin kaptanı, bu gemide başka kimsenin söz sahibi olmasını istemiyor, adeta “Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek farklı çözüm yolları önerenleri hain bile ilan ediyordu. Söz gemiden açılınca Bandırma Vapurunu örnek vermek yerinde olacaktır. O gemide Samsun Limanına yolculuk yapanlar başlangıçta Vahdettin’e adeta yalvardılar. Samsun’dan Erzurum Kongresine, hatta Sivas günlerine kadar geçen sürede ona isyan etmediklerine, memleketin kurtuluşu için çare aradıklarına yemin billah ettiler. Geminin tek kaptanı olduğunu düşünen Vahdettin, kendisi de Anadolu’ya geçecek yerde, Kuvayı Milliyecileri idama mahkûm etme yolunu seçti. Hep aynı gerekçe: “Hepimiz aynı gemideyiz. Geminin kaptanı benim. Farklı sözler işitmek istemiyorum.” “BU MİLLETE BİR ÇOBAN LAZIM” İngilizlerin İstanbul’u işgal ettiği 16 Mart 1920 günü kendisini ziyaret ederek millet temsilcilerinin onayı olmadan bir anlaşmaya imza atmamasını isteyen Rauf Bey’e Padişah Vahdettin, “Bu millet bir koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim” demiştir. Kuvayı Milliye’nin projesi ise Türk, Kürt, Çerkez, Sünni, Alevi, sağcı, solcu demeden milli birlik politikaları uygulayarak milleti tek cephede tutmaktır. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM bu anlayışın eseridir. Açık denizlerde seyreden gemilerin kaptan değiştirmesiyle ilgili pek çok hikâye vardır. Türk siyasi hayatında da zorlu iktidar değişimleri hep kaptanın bertaraf edilmesiyle mümkün olabilmiştir. Dünyadaki örnekleri de bundan farklı değildir. Çan Kay Şek’in kaptan olduğu Çin gemisinde Mao’nun dümene geçmesi, Rusya gemisinde Kerenski’nin elinden Lenin’in dümeni alması, Küba gemisindeki dümenin Batista’dan Kastro’ya geçmesi, sözü fazla uzatmamak için verilebilecek birkaç örnektir. Yanı başımızdaki Suriye gemisinde ise dümeni ele geçirmek için birbirine girmiş gruplar var ve iktidarımız “Yapmayın, hepiniz aynı gemidesiniz” demiyor. Bu gruplardan birini açıkça arkalıyor. Sonra Türkiye’ye dönüp millete “Hepimiz aynı gemideyiz” edebiyatı yapıyor… SEN TÜRKİYE DEĞİLSİN Bizim safdillerden başka kimse bu “Aynı gemideyiz” söylemini yutmaz. Sosyal kanunlar hükmünü yürütür. Evet, aynı gemideyiz ama sen bu gemiyi iyi yönetemiyorsun, gemi, kayalıklara doğru hızla yol alıyor. Memleketi selamete çıkarmak için benim iyi bir programım var: İsraf ekonomisi yerine üretim ekonomisini yürürlüğe koyacağım. Hem dışarıda, hem içerde savaş politikalarından barış politikalarına geçeceğim. Demokrasi ile milli birliği sağlayacağım. Sosyal adaleti yaygınlaştıracağım, partizanlık yapmayacağım, Eğitimde hurafe yerine bilimi kılavuz edineceğim. Gemidekilerin hayatını ve geleceğini sen tehlikeye atıyorsun. Benim görevim, bunu millete bütün araçları kullanarak anlatmak. Kusura bakma, senin yanlış politikalarının payandası olamam. Sen Türkiye değilsin. (14 Eylül 2018)

  • OKULDA ILK GUN

    Okullar açılıyor. Okula yeni başlayanlar için unutamayacakları bir gün olacak. Büyük bir bina, çocuklarla dolu sınıf denen odalar. Başlarında öğretmen denen bir kadın veya adam. Burada anne ve babasının, dede veya ninesinin el bebek gül bebek çocuğu değil. İstediğini parmak kaldırarak bildirecek. Sırasına razı olacak. Toplu yaşamaya alışacak. Sevgi ve şefkati de bölüşmeyi öğrenecek. Toplumsallaşmaya ilk esaslı adım. Bilmem itiraz eden olur mu, desem ki: Çocuğunuz işte komün hayatına başladı. Okul komünü toplu yaşamanın bir sonucu ve zorunluluğudur. Zengin ve yoksulun ayrılmadığı, kalem, kitap ve çantadan başka özel mülkiyetin bulunmadığı, hak eşitliğinin geçerli olduğu bir yaşam. Okul herkesin, öğretmen herkesin, bilgi herkesin… İlkokula başladığı günü hatırlamayanlar var mıdır? 65 YIL ÖNCEYDİ Bundan 65 yıl önceydi. 1953 yılının mısırların biçildiği, elmaların derildiği, kokulu Karadeniz üzümün salkımlarının ağaçlarda sallandığı bir güz gününde beni köyümüze 15 kilometre uzaklıktaki Kumru bucağına orada sergi açmaya giden bir yakınımla gönderdiler. Aşağı Fizme köyünde oturan, halamlın kocası Fahri Enişteye teslim ettiler. O bana bir kurşunkalemle sarı yapraklı bir defter aldı ve altından su bendi geçen tek katlı Kumru İlkokulunda müdür Burhan Mutlu’ya götürdü. Ben nüfustaki adımın Zeki olduğunu ilk orada 144 numara ile kaydolurken öğrendim. Köydeki adım Ali idi. Anam, bana Birinci Dünya Savaşı yıllarında hastalıktan ölen babasının adını vermiş, babam ise nüfusa Zeki diye yazdırmış. İlkokulu bitirdiğim yıla kadar soyadımız da nüfus memurunun yaptığı bir azizlik sonucu Zengin’di. Sonra Müdür beni birinci sınıfın kapısından içeri bıraktı… 25-30 çocuğun bulunduğu sınıfın ön sıralarından birine oturdum. Duvarda cumhuriyet bayramı ile ilgili birkaç cümlenin bulunduğu bir levha vardı. “Bunu defterine aynen yaz” dediler. Demek ki, okul açılalı epey olmuş, Cumhuriyet Bayramı gelmişti. Bir iki ay daha hayvan gütmem için beni okula geç yazdırmışlardı. Dokuz yaşındaydım ve zaten iki yıl geç olarak okula başlıyordum. O yılın baharında babam ölmüştü. Ama köylülerimiz de geleceğimiz için okumanın önemli olduğunu anlamışlardı. Köyler kapalı ekonomiden çıkıyor, pazarla bütünleşmeye başlıyordu. Tarım ve hayvancılık bu nüfusu besleyemezdi. Ne var ki köyümüzde okul yoktu! Komşu köylerde de. Köy Enstitüsü atılımı henüz bizim oralara ulaşmamıştı. Çocuklarını okutmak isteyen aileler için benimki gibi başka köy ve kasabalarda okulu bulunan yerlerdeki aileler imdada koşuyordu. Ağabeyim de o yılın baharında, eniştemin oğlu ile birlikte bu Kumru ilkokulunu bitirmişti. YAMALI BİR SİYAH OKUL ÖNLÜĞÜ Eniştemin oğlu İsmet ağabeyin siyah okul önlüğünü tamir ederek bana giydirdiler. Ön tarafında soluk bir yamayı çok iyi hatırlıyorum. Bugünkü aklım yoktu ki, onu koruyayım ve aile müzesinde sergileyeyim. Ben, duvardaki yazıyı kolaylıkla okudum ve sözcüklere bakmadan da defterime yazdım. Yanımdaki çocuklar buna şaştılar. Ben, köyümüzdeki bütün çocuklar gibi her halde altı yaşından başlayarak mahalle mektebine gitmiş, Kur’an okumayı, duaları öğrenmiş olduğum gibi bu okulda haftada bir gün verilen dersle Türkçe okuma yazmayı ve çarpım tablosunu da öğrenmiştim. ELMAS ÖĞRETMEN O akşam Karapınar’a eniştemle birlikte gittim. Ertesi günden başlayarak bu bir saatlik yolu halamın içine bir parça mısır ekmeği, yanına biraz peynir veya ceviz koyduğu siyah bir bez çanta ile gidip gelmeye başladım. Karapınar’dan aşağı bir kuş gibi koşar, dereye indikten sonra biraz yokuş çıkar, sonra biçilmiş mısır tarlaları arasından Elmas Mutlu öğretmenime koşardım. Onun Beşikdüzü Köy Enstitüsünden birkaç yıl önce mezun olduğunu yıllar sonra kızı İlknur Mutlu’dan öğrenecek ve bir fotoğrafını isteyecektim. Halamların evi de kalabalıktı. Eniştem Fahri Efendi, Aşağı Fizme köyünün Tek Parti döneminden kalma dirayetli bir temsilcisi olmakla birlikte zengin değildi. Sofrada birer parça mısır ekmeğini ellerimize verir, bununla idare etmemiz istenirdi. Gerçi halam kardeş kokusu aldığı bu yetim çocuğa gerekli ihtimamı gösteriyor “Sen doymamışsındır” diyerek diğer çocuklardan gizli olarak soğukluk (ekmek doğranmış ayran) yedirirdi. Buna rağmen köyüm gözümde tütüyordu. Fizme’nin yükseklerine çıktığımda kendi köyümün tepelerine hasretle bakardım. İlk karne tatilinde köyüme geldiğimde dünyalar benim olmuştu ve “Ben artık gitmeyeceğim” diye tutturmuştum. Anam tatil sonunda okula dönmem için az dil dökmedi. Benim çağdaşım olanların kim bilir böyle ne hikâyeleri vardır. Şimdi ne zaman ve kimden “Ah ah! Eskiden hayat ne kadar da güzeldi!” sözlerini duysam köy çocuklarının ve tabii köylülerin çektiği böyle sıkıntıları hatırlar, “Demeyin yahu, biraz gerçekçi olun” derim. Bir de ailelerinden bu yaşlarda koparılıp başka ailelerin yanında veya yatılı okullarda öğrenim gören çocukların çektiği aile hasretini hatırlarım. Yeni öğretim yılında çocuklarımıza, gençlerimize ve onların öğretmenlerine başarılar dilerim. (9 Eylül 2018) “Dün Bugün Yarın” adlı bloğumdaki son bir yılın yazıları için: zekisarihan.com

bottom of page