top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Deli

    Yüksek bir mahkemenin başkanıyken ölmüştü. Pürüzsüz yaşamı bütün Fransa adliyesince sevgiyle anılan çok iyi bir başkandı. Avukatlar, genç üyeler, yargıçlar onun iki parlak ve derin gözle aydınlanan iri, beyaz ve zayıf yüzünü yerlere kadar eğilerek büyük bir saygıyla selamlarlardı. Ömrünü, haksızlığı kovalamak ve zayıfları korumakla geçirmişti. Hırsızlarla katillerin ondan amansız düşmanı yoktu. Çünkü ta ruhlarının içinde onların en gizli düşüncelerini adeta okur, kötü niyetlerinin bütün karanlığını bir bakışta açığa vururdu. İşte tüm halkı arkasından acındırarak seksen iki yaşında onuruyla ölmüştü. Kırmızı pantolonlu askerler onu mezarına kadar törenle götürmüşler, beyaz kravatlı insanlar tabutunun başında acıklı sözler söyleyerek hemen hemen gerçek gözyaşları dökmüşlerdi. Fakat bakın noter, onun büyük canilerle ilgili dosyaları kilitlediği çekmecede ne acayip bir kâğıt buldu ve donakaldı: Niçin? 20 Haziran 1851 – Mahkemeden çıkıyorum. Blondel’i ölüme mahkum ettim! Bu adam nasıl olmuştu da beş çocuğunu ortadan kaldırmıştı? Bu işi niçin yapmıştı? Çok kez böyle yaşam söndürmekten büyük bir zevk alan insanlara rastlanır. Evet, evet, bu, kesinlikle bir zevk olmalıdır. Hem de bütün öbürlerine üstün bir zevk. Çünkü öldürmek, galiba yaratmaya en çok benzeyen şey. Yapmak ve yıkmak! Bu iki sözcüğün içinde tüm dünyaların tarihi var. Her şey, her şey onların içinde. Öldürmek acaba neden bu kadar kavrayıcı? 25 Haziran – Şurada yaşayan, yürüyen, koşan bir yaratık düşünmek… Bir yaratık? Sanki o da ne? Kendisinde bir devinim düzeneği ve bu devinimi yoluna koyar bir istenç bulunan canlı şey! Bu şeyin hiç önemi yok. Ayakları kesinlikle yere bağlı değil. Yalnızca toprakta kımıldayan bir yaşam tanesi. Ve bu bilmem nereden gelme yaşam tanesini insan istediği gibi ezebilir. Ötesi yok işte. Hiçlik! Çürümek ve silinmek! 26 Haziran – Öldürmek neden cinayet olsun? Evet, neden? Tersine bu, doğa yasasıdır. Her yaratığın bir öldürme işi var. Yaşamak için öldürüyor, öldürmek için öldürüyor. Öldürmek, bizim yapımızda. Öldürmeliyiz! Hayvan boyuna, bütün gün, varlığının her dakikasında öldürüyor. İnsan da doymak için durmadan öldürüyor. Fakat keyif için de öldürmeye gereksinme duyduğundan tuttu, avı yarattı. Çocuk, bulduğu böcekleri, yavru kuşları, eline düşen bütün hayvancıkları öldürüyor. Yalnızca bu, bizdeki dayanılmaz tepeleme gereksinmesini dindirecek gibi değildir. Yalnızca hayvan öldürmek, hiç de bizi kandıramaz. Adam öldürmeye de gereksinmemiz var. Eskiden bu gereksinmeyi insan kurban etmekle giderirlerdi. Şimdi toplum olarak yaşama zorunluluğu cana kıymayı cinayet yaptı. Katili mahkum ediyor, cezalandırıyorlar. Fakat bu doğal ve sürükleyici öldürme içgüdüsüne hiç uymadan da olamayacağımız için arada sırada bütün bir ulusun öbürünü boğazladığı savaşlarla oyalanıyoruz. O vakit bir kan düşkünlüğüdür gidiyor. Orduların kendisini yitirdiği ve akşamları lambalarının altında, göklere çıkarılmış boğazlaşma öykülerini okuyan kentsoylularla kadın ve çocukların kendinden geçtiği bir tür zevk düşkünlüğü. Olasılıkla bu insan kasaplığını iş edinenlerin aşağı görüleceği sanılır. Ne gezer! Onları onura boğmaktayız; sırmalara, parlak kumaşlara bürümekteyiz. Hepsinin başında sorguç, göğsünde işleme vardır. Kendilerine boyuna madalya, ödül ve her türlüsünden rütbe verilir. Kurumludurlar, sayılırlar, kadınlardan sevgi görürler, halkça alkışlanırlar; çünkü biricik görevleri insan kanı dökmektir! Öldürme araçlarını sokaklarda sürüklerler ve bunlar kara giysilerle geçenlerin gözlerini çeler. Çünkü öldürmek, doğanın yaratık yüreğine ektiği büyük yasadır! Öldürmekten daha güzel ve daha onurlu hiçbir şey yoktur! 30 Haziran – Öldürmek yasadır; çünkü doğa sonsuz gençliği sever. O her, ama her devinimiyle: “Çabuk! Çabuk! Çabuk!” der gibidir. Ve ne kadar yıkarsa o kadar yenileşir. 2 Temmuz – Yaratık! Nedir bu yaratık? Hep ve hiç! Düşüncesiyle o her şeyi yansıtıyor. Belleği ve bilimiyle de, tarihini yaşattığı dünyanın küçük bir özetidir. Eşyanın aynası, olayların aynası… Böylece her insan evrenin içinde küçük bir evren oluyor! Fakat bir de gezin. Ulusların karınca gibi kaynaşmasına bakın. Artık insan bir şey değildir! Hatta hiçbir şey değildir! Kayığa binin ve halkın kapladığı kıyıdan uzaklaşın; kıyı çizgisinden başka bir şey göremezsiniz. Zaten göze çarpmayan yaratık büsbütün yok olan, o kadar küçük ve önemsizdir. Hızlı bir trenle Avrupa’nın ortasından geçin ve vagonun kapısından bakın. İnsanlar, insanlar, tarlalarda kaynaşan, sokaklarda kaynaşan sayısız, bilinmeyen insan, yalnızca toprağı altüst etmeyi bilen ahmak köylüler, yalnızca erkeğine çorba ve çocuk yapmasını bilen çirkin kadınlar. Hindistan’a gidin, Çin’e gidin; hep doğan, yaşayan ve yolda ezilmiş bir karıncadan fazla iz bırakmadan ölen milyarlarca yaratığın didindiğini göreceksiniz. Çamurdan kulübelere sokulmuş zencilerin ülkesine, rüzgârla dalgalanan esmer bir örtünün altına sığınmış beyaz Arapların yurduna uğrayın; tek sürüden ayrı adamın hiçbir şey, ama hiçbir şey olmadığını anlayacaksınız. Her şey olan, soydur. Birey, çölde göçebe bir oymağın herhangi bir bireyi nedir sanki? Cidden bilge olan bu çöl insanları ölüme hiç önem vermezler. Onlarda adamın adı bile okunmaz. Herkes düşmanını tepeler. Buna savaş derler. Vaktiyle çiftlikten çiftliğe, ilçeden ilçeye hep böyle davranılırdı. Evet, bütün dünyayı dolaşın ve sayısız bilinmeyen insanın kaynaşmasına bakın. Bilinmeyen mi dedim? Hah, işte davanın anahtarı! Öldürmek cinayettir; çünkü insanları numaralıyoruz! Doğar doğmaz onlar deftere geçiriliyor, adlandırılıyor, vaftiz ediliyorlar. Yasa, kendilerini teslim alıyor. İşte bu! Yazılmayan yaratık hesapta yoktur. Onu ister kırda, ister çölde öldür; ister dağda, ister ovada tepele; bir şey yapmış olmazsın! Doğa ölümü sever; ona kalsa ceza vermez o! Dokunulmaz olan şey, şu sözüm ona, yurttaşlık durumudur. O kadar! İnsanı koruyan odur. Kişiye el kaldırılamaz; çünkü kütüğe geçmiştir. Nüfus yönetimini, bu yasa Tanrısı’nı sayacağız. Başka laf yok! Devlet öldürebilir; çünkü onun kütüğe kayıt düşürme hakkı vardır. Bir savaşta iki yüz bin adamı boğazlattığı zaman onları yazmanlarının eliyle defterlerinden çizer, çıkarır. İş de biter. Fakat nüfus dairelerinin kayıtlarını hiçbir vakit değiştiremeyen biz, yaşama saygı göstermek zorundayız. Ey hükumet konağı tapınaklarında saltanat süren kütük! Seni selamlarım, sen doğadan da güçlüsün. Ah! Ah! 3 Temmuz – Öldürmek garip ve sarıcı bir zevk olmalı. Şurada, önünde canlı, düşünen birini bulmak; sonra onda küçük bir delik, yalnızca küçücük bir delik açmak ve oradan kan dediğimiz, yaşamı yapan kırmızı şeyin aktığını görmek; sonunda da soğuk, cansız ve düşüncesi boşalmış, yumuşak bir et yığınının karşısında kalmak! 5 Ağustos – Ben ki ömrümü yargı vererek, mahkum ederek, söylediğim iki sözle öldürerek, bıçakla öldürmüş olanları giyotinle öldürterek geçirdim; ya ben, ben de bütün çarptığım katiller gibi yapsaydım, evet ben, ben de onlar gibi davransaydım kim ne bilecekti? 10 Ağustos – Bunu dünyada sezecek var mıydı? Hele yok edilmesinde hiç çıkarım olmayan birini seçtikten sonra, benden, benim gibi bir adamdan kuşku duyulur muydu? 15 Ağustos – Şeytan! Şeytan, sürünen bir kurt gibi, içime girdi. Sürünüyor, yürüyor, bütün vücudumda geziniyor. Yalnızca şunu, öldürmeyi düşünen kafamda; kana bakmak, ölüm görmek gereksiniminde olan gözlerimde; içlerinde boyuna bilinmeyen, korkunç, iç paralayıcı ve akıl oynatıcı bir şey, bir yaratığın son çığlığı gibi bir şey geçen kulaklarımda; gitmek, işin olacağı yere gitmek isteğiyle pirelenen bacaklarımda ve öldürsünler diye tir tir titreyen ellerimde dolaşıp duruyor. Bu ne hoş, benzeri az ve özgür, herkesten yüksek, istencine sahip bir adama, süzme heyecanlar ayıran bir insana layık şey olacak! 22 Ağustos – Artık karşı koyamıyordum. Denemek, başlamış olmak için küçük bir yaratık öldürdüm. Uşağım Jean’ın, kiler penceresinde asılı bir kafeste bir sakası vardı. Kendisini bir işe gönderdim ve küçük kuşu elime, içinde yüreğinin çarpıntısını duyduğum avucuma aldım. Sıcacıktı. Odama çıktım. Ara sıra onu fazla sıkıyordum, yüreği daha hızlı vuruyordu. Bunda yabanıl bir tat vardı. Kuşcağızın boğulmasına bıçak sırtı kalmıştı. Fakat kan göremeyecektim. O vakit makası, küçük tırnak makasını aldım ve üç vuruşta onun boğazını yavaşça kestim. Gagasını açıyor, elimden kaçmaya çabalıyordu. Ama ben tutuyordum, evet tutuyordum! Koca bir kuduz köpeği de tutardım! Ve kanın aktığını gördüm. Şu kan ne de güzel, kırmızı, parlak ve duru! İçmek için içim titriyordu. Dilimin ucunu değdirdim! Hoş şey. Fakat şu zavallı küçük kuşun pek az kanı vardı! Karşımdaki görünümden istediğim gibi zevk alamadım. Bir boğadan kan aktığını görmek, herhalde çok büyük bir zevk olacak. Ve sonra katiller gibi, çekirdekten yetişme katiller gibi yaptım. Makası, ellerimi yıkadım; bol su döktüm ve kuşu, kuşun ölüsünü, gömmek için bahçeye götürdüm. Onu bir çileğin köküne tıktım. Kimse yerini bulamaz. Ben her gün bu kökten bir çilek yiyeceğim. Yolu bilindiği zaman, yaşamla nasıl da oynanıyor! Uşağım ağladı. O kuşunu uçmuş sanıyor. Hiç benden kuşkulanabilir mi? Hah! Hah! 25 Ağustos – Benim bir insan öldürmem gerekli! Evet, gerekli. 30 Ağustos – O iş oldu. Ne de önemsiz şeymiş! Vernes Ormanı’na gezmeye gitmiştim. Bir şey, ama hiçbir şey düşündüğüm yoktu. İşte yolda bir çocuk, tereyağlı ekmek dilimini yiyen küçük bir çocuk. Geçişime bakmak için duruyor ve: “Günaydın, Bay Başkan,” diyor. Benim de kafama: “Şunu öldürsem?” düşüncesi giriyor. Yanıt veriyorum: – Yalnız mısın oğlum? – Evet efendim. – Böyle, ormanda, yapayalnız? – Evet efendim. Onu öldürmek isteği, alkol gibi başımı döndürüyordu. Kaçacağını umarak, yavaşça yaklaştım. Ve işte boğazından yakaladım… Sıkıyor, bütün gücümle sıkıyorum! Çocuk korkunç gözlerle bana baktı! Ne gözler; yusyuvarlak, derin, saf, ürpertici gözler!.. Heyecanın bu kadar hayvancasını hiç duymamıştım. Hem de bu kadar kısasını! Yumruklarımı küçücük elleriyle tutuyor ve vücudu, ateşe düşmüş bir tüy gibi bükülüyordu. Sonra kımıldamaz oldu. Yüreğim çarpıyordu. Ah, o kuşun yüreği! Cesedi hendeğe attım. Üstüne de otları. Döndüm, güzelce yemek yedim. Bu iş ne kadar basitmiş! Akşam gayet şen, hafiftim ve gencelmiştim. Belediye başkanlarına gittim. Beni nüktedan buldular. Fakat kan görmemiştim! Dinginim. 31 Ağustos – Ceset bulundu. Katili arıyorlar. Hah! Hah! 1 Eylül – İki serseri yakalandı. Ama kanıt yok. 2 Eylül – Çocuğun anası, babası bana geldiler. Ağladılar! Hah! Hah! 6 Ekim – Bir şey bulunamadı. İşi buralardan geçen bir ipsiz yapmış olacak! Hah! Hah! Eğer kan aktığını görseydim, içime öyle geliyor ki, şimdi rahatlık duyacaktım! 18 Ekim – İliklerimde öldürmek isteği koşuşuyor. Bu, pekâlå sizi yirmi yaşında kıvrandıran aşk kuduzluğuyla yan yana getirilebilir. 20 Ekim – Bir tane daha. Kahvaltıdan sonra su boyunca yürüyordum. Bir söğüdün altında uyuyan bir balıkçı gördüm. Vakit öğleydi. Bitişik patates tarlasında bir bel, özellikle yere dikilmiş gibiydi. Gidip onu aldım; topuz gibi kaldırdım ve keskin yanının tek bir inişiyle balıkçının kafasını yardım. Oh! Bundan, bu seferkinden kan aktı! Pembe, beyin dolu bir kan! Bu, yavaş yavaş suya karışıyordu. Ciddi adımlarla yola düzüldüm. Ya görülseydim! Ah! Ah! Yaman bir katil olacakmışım. 25 Ekim – Balıkçı olayı büyük bir dedikodu uyandırmakta. Onunla birlikte balık tutan yeğeni suçlu görülüyor. 26 Ekim – Sorgu yargıcı yeğenin suçlu olduğuna karar verdi. Kentte herkes bu düşüncede. Hah! Hah! 27 Ekim – Yeğen kendisini çok kötü savunuyor. Söylediğine göre peynir ekmek almak için köye gitmiş. Amcasının bu arada öldürüldüğüne ant içmekte. Fakat inanan kim? 28 Ekim – Yeğen az kalsın itiraf ediyordu. O kadar bunaltıldı! Ah adalet, ah! 15 Kasım – Amcasının mirasına konacak olan yeğene karşı akar suları durduran kanıtlar var. Mahkemeye ben başkanlık edeceğim. 25 Ocak – İdam! İdam! İdam! Onu idama mahkum ettim! Hah! Hah! Savcı bir melek gibi konuştu! Hah! Hah! Bir tane daha! Onun kafasının kesildiğini görmeye gideceğim! 18 Mart – Oldu, bitti. O, bu sabah giyotine çıktı. Çok güzel öldü! Çok güzel! Hoşuma gitti. Bir adamın kafasının koptuğunu görmek ne zevkli şey! Kan bir dalga gibi, bir su gibi fışkırdı; oh! Olabilseydi bu kanda yıkanmak isterdim! Onun altına yatmak, akışına saçlarımı, yüzümü tutmak ve sonra kıpkırmızı, baştan başa kırmızı kalkmak bana ne tatlı bir sarhoşluk verecekti! Ah! Bilseler! Artık bekleyeceğim, bekleyebilirim. Yakayı ele vermeye o kadar küçük bir şey yetecekti ki! …………….. Yazının yeni bir cinayetten söz etmeyen daha bir yığın sayfası vardı. Onları gören akıl doktorları, dünyada, bu canavar bunak kadar usta ve korkunç daha birçok bilinmeyen deli olduğunu söylediler. * Guy de Maupassant Olay öykücülüğünün öncülerinden olan Guy de Maupassant, bir dönem hem dünya hem de Avrupa edebiyatına yön veren bir isimdi. Birçok yazar ondan ilham aldı. 6 Temmuz 1893’te, tedavi gördüğü akıl hastanesinde henüz 43 yaşındayken intihar ederek hayatına son veren Maupassant’ı, “Deli” isimli öyküsüyle anıyoruz.

  • panel

    PANEL KURTULUŞUN 100.YILINDA KÖY ENSTİTÜLERİ KENT OTEL , 20 Nisan Cumartesi, Saat:14.00

  • Kimsin Sen

    Hangi erdem, hangi kibir sırtlamış götürdüğün, sırtındaki bu kamburu? Hangi bilinçaltısın sen? Hangi günahın ürünüsün? Bu kavgacı asi çocuk sen misin? Bu dünya sana göre değil. Bu kavga senin değil. Kendini, rüzgâra verip, saatlerce orada kalabilirsin. Saçların uçuşup savrulurken, düşlerinin derin kuytularında uyuyan yorgun bedenin, bilincinle uyum içinde olmayabilir. Yaşamın, gerçekler ile düşler arasında bir yerlerde olduğunu düşünürken; kendini, bir öykünün kahramanı gibi düşünebilirsin o an. O an, duygularının ve düşüncelerinin akışına göre yaşam, anlamlanabilir de anlamsızlaşabilir de… Ya varlığını, kendi sesini dinleyerek sürdürür gider, var olursun, ya da; başkalarının sana biçtiği yaşam koşullarını seçer, yok olursun. Seçimini yapmak için kendi öz benliğinle geçmişe bir yolculuğa çıkarsın. Kimsin sen? Kimliğinin üzerine inşa edilen bu kimlik kimin? Sen, sen misin? Hangi çağda kaldığını düşünürsün oyunlarının. Oyuncaklarını nerede yitirdiğini… Bakir aşkların kirletilmiştir. Homeros’a ve İlyada’ya ihanet edildiğini düşünürsün. Nereye dönsen; nefreti kusar geçmişin. Nereye baksan; hummalı bir sancı sarıyordur bedeni. Demirci Kawa, yarım bırakmıştır işini. Spartaküs’erin şanlı kahramanlıkları yasaklıdır her dönem, her devir, her daim. Turna sürüsü küsmüştür dağlarına. Küçük bir im, küçük bir ayrıntıyla yaşamın bir kıyısına ilişebilirsin. Onca yaşanmış güzel günlere açılan bir pencerenin önünde, kendinle baş başa oturuyor bulabilirsin kendini. Neyin yansımasıdır bu iç yangınların? Sorgularsın. Bedeninin içindeki seni tanıyamazsın. Hangi uygarlığın gölgesinde, kimin masallarını dinleyerek büyüdüğünü düşünürsün. Umay’ın memeleri değildir emdiğin memeler. Ülgen çoktan terk etmiştir seni. Arabî çöllerinde, uykuya dalmıştır dervişlerin. Ötügen, kuraklık getirmiştir yurduna. Gök Tengri, sarpları geçememiştir, kalmıştır Altay’larda. Dede Korkut, anılmaz olmuştur, Edibali, unutulmuştur, Araplar istila etmiştir dilini. Ortadoğu’nun kirli kara bulutları gölgeliyordur ülkenin coğrafyasını. Amerikan patentli bombaların sesleri dayanmıştır sınırlarına. Cennetin gizli anahtarları vaat edilmiştir halkına. Yeni yalanlarla, yeni saltanatlar kurulmuştur. Tasviye edilmiştir akıl. Bilim, küçümsenmiştir. Kadın, lanetlenmiştir. Kerbela, 12 Eylül, 12 Mart, işkence, cop, hücre, Maraş, laik, alevi, Sünni, Kürt, Türk, Madımak… Zulüm ve kıyım, arttıkça; küçülmüştür insanlığın boyutu. El değiştirmiştir zenginlik. Fukara yine aynı fukaradır. Mercedes’i başkaları sürüyordur şimdi. Bizim el ele, gönül gönüle, sömürüsüz, yalansız, çıkarsız, kardeşçe, paylaştıkça çoğalmamızdan, çoğaldıkça paylaşmamızdan korkuyordur birileri. Her şey öyle hızla değişiyor ki; Seni kaygılandıran, her şeyin hızla değişmesi mi? Değişimin özden koparak, çürümeye dönüşmesi mi? İki saptama arasında anlamlara, anlamlar yükleyerek, yaşamı, dünyayı, bilimi, aklı, aşkı ve gerçeği tekrar tekrar tanımlamaya çalışırsın. Oysa; kitaplar başka yazıyordur tarihi, sen başka okuyorsundur gerçeği. Galileo’nun , Biruni’nin akıbeti ne oldu? İbn_i Sina, terk etmedi mi yurdunu? Hallac-ı Mansur, kime anlattı derdini? Deniz’ler, Yusuf’lar, Mahir’ler kimin sesiydi? Hasan’lar, Hüseyin’ler neye biat etti? Ömer’in diliyle konuşanlar, adaletini hep kendilerine dağıtıyorlar? Bu talan bitmeli, bu kirli savaş bitirilmeli, bu düzen yıkılmalı, Dünya yoruldu ve yıprandı. Senin ve çocuklarının da bir yarını olmalı artık. Topla, tankla değil, eğitimle, sağlıkla, bilgiyle, kısacası; adil gelir dağılımıyla sağlanmalı güvenlik. Hangi aşkın doğurduğunu düşünürsün seni. Hangi tanrının bahşettiğini yaşamı sana. İçindeki kin ve öfkenin nedenini anlamaya çalışırsın. Kavganın nedenini bulmaya çalışırsın. Kendinle barışık değilsindir. Neden sana düşman olduğunu düşünürsün ezberletilen her sözcüğün. Tam bu sırada, bir yerlerde bir ibibik kuşu öter. Bir kertenkele, vırt diye geçiverir önünden. Bir söğüt ağacı, yerlere değercesine salınır rüzgâra karşı. Bir bulutçuk şekilden şekle girer. Bir ceviz ağacı dimdik ayaktadır, göğsünden aldığı yaralara karşın. Serviler mezar taşlarını gölgeliyordur. Ne çok mezar taşları dikiliyor şu sıralar, renkler hızla değişirken… Gaz, Molotof, cop, panzer, Kürt, taş, dayak, gözaltı, özgürlük, bayrak, millet, ezan, vatan… Yalnız ölümlüler ölmüyor, yaşarken ölenleri düşünürsün. Sen, bir şeyleri, bir şeylerle bağdaştırmaya, bir şeyleri, bir şeylerle, tanımlamaya çalışırsın. Kurbağalar vıraklar, güneş kızıl bulutlar arasında batarsa, ay gece boyu çevresinde haleyle parlar, yıldızlar çakmak çakmak çakarsa; yarın hava güzel olacaktır. Ama içindeki sen, seni sorguluyordur durmadan, durduramazsın onu. “Hangi tanrının ayak izisin sen? Hangi uygarlığın izdüşümüsün? Tanrılar cehennemi boyladı, şarlatanlar cennetten kovalı seni. Lahitlere sığmıyor ölüleriniz farkında mısınız? Sorarsın. Kadavralarınızı tekmeliyor cinleriniz. Yok, edemediniz işte beni siz, karanlığınızdan çoğaldım da yeniden geldim “diye düşlerken. Kafan karma karışıktır. Dünle bu gün arasında gidip gelirsin. Sömürüye ve talana karşı her attığınız slogan, onların duvarından yankılanır geri döner sana. Tüm sosyal alanlarda, sosyal adalet isteyen, Sosyalistler, “Komünistler Moskova’ya…” sırça köşkleri silkeleyen, dürüst dindarlar,”Mollalar İran’a…”diye, bağırtılır. Emeğin ve sömürünün bir vatanı yoktur oysa. İnsan, her yerde, her zaman, her iklimde, eğer; zalimin ve zulmedenin, karşısında dimdik, topyekûn ayakta duramıyor ve direnemiyorsa; iliklerine kadar sömürülür. İnsan gibi, barışık, birlikte, özgür, ortak değerlerde, adaletli ve hoşgörülü yaşamak için, kimse kimseyi kendi öznel kimliğinden ve kişiliğinden, düşüncesinden dolayı tartmadığı, ölçmediği ve yaşam şekline müdahale etmediği sürece, akşam yatağına karnı aç yatmayacaktır. Yarınki havanın güzel olacağı değil; yağmuru düşünürsün. Yolların çamur içinde kalışını, sokaktaki insanların çamurlu yola ve belediyeye beddualar ederek, bata çıka yürüyüşlerini… Bazı evleri su basacağını, kuşların, kedilerin, köpeklerin ve seyyar satıcıların yağmurdan korunmak için, kendilerine sığınaklar arayacağını... Evsizleri, barksızları, işsizleri, fakiri, fukarayı, garibanı düşünürsün… Tanrılar, merhameti terk etmiştir binlerce yıl önce. Dank diye vurur kafana. Birileri hep ezmiştir, birileri hep ezilmiş, sömürülmüştür tanrılar adına. "Nöbet kutsaldır’a, çok şükür karnımız doyuyor’a, vatan sağ olsun'a, inşallah, maşallah’a, emek kutsaldır’a" odaklamıştır senin bilinçaltını, duygu ve düşünceni sömürmüştür. Yollardaki kaza oranlarının artacağını, haberlerde; hep değişmez tablolar sergileneceğini… Nezle, grip salgınlarını… Yağmur değil; kentlerin üzerine adeta çamur yağdığını. Aşı, ilaç, doktor, pazar… Hastalıklar bile, birilerinin çıkar aracı olacaktır. Bu talanın ve sömürünün vicdanı, merhameti ve yüreği yoktur. Amerikan menşeinli, ömrü kısa süren yalancı Arap baharları geçer ana haber bültenlerinden… Özgürlük, devrim, medya, oy, anket, yandaş, yalaka, hapis, tank, asker, kurşun, milis, işgal… Hala çocuklar ölüyordur oysa… Çocuklar ölüyorken, birilerinin çıtası yükseliyordur durmadan. Bu, kirli, pis, kokuşmuş, vıcık- vıcık yapışkan kirlilik, aldırılmazken, mide bulandırıyordur… Bu çağrı, bu davet, böyle değildi insanoğluna. Doğa Ana’nın nimetlerini, eşitçe paylaşın, birlikte, beraber, dostça barış içinde, kardeşçe yaşayın diyen dervişlerin ve bilgelerin şimdi zindanlarda çürüdüğünü fark edersin. Tanrılara sunaklarda kurban edilen senin alın terindir. Ve onlar şatafatlı gösterişli sırmalı köşklerde devr-i alem içindedir. Hainlik, puştluk, kalleşlik, hep pusudadır ve hep senin payına düşmüştür. Cömertlik, erdemlilik, güç, iktidar ve namus onların tekelindedir. Vurur seni gözünün yaşına bakmadan adalet, özgürlük, hak, eşitlik ve adil bir yaşam üzerine dair, tek bir laf ettiğinde haramiler. Düşüncelerin duygularının duldasından çıkıp savrulurken, barajları, gölleri ve ovaları düşünüp, bu yağışlardan kendilerine pay çıkaran beceriksiz politikacılara küfredersin. Sen, ne kadar kaçtığını sansan da, yaşamın penceresine bir kuş konacaktır. O kuşa duygular besleyeceksin. Ona uçmayı öğreteceksin sana bıyık altından gülenlere aldırmadan. Şahinlerin, atmacaların ve doğanların cirit attığı gökyüzünde, ne kadar özgür olabileceğinizi düşüneceksin. Sonra; çoğalacaksınız. Siz çoğaldıkça onlar azalacak. Sizi kendi düşüncelerine mahkûm edenler, ezberinizi bozmak için her kılığa gireceklerdir. Analarınız sokak ortasında hunharca katledilirken, onlar memur ve işçi zamlarının maliyeye ağır yükler getireceğinden dem vuracaklar ve mümkün olduğu kadar zam vermeyeceklerdir. Durmadan müfredat değiştireceklerdir. Kafa karıştıracaklardır. Bu bir taktiktir. Ne zaman bir şeyler yolunda gitmezse; başka bir şeyleri ne zaman devreye sokacaklarını onlar çok iyi bilir. Senin adına kararlar alacaklar, ruhsuz, sessiz, emre amade, kimliksiz, kişiliksiz, etkisiz, kendilerinden bir talepleri olmayan yığınlar yaratacaklardır. İnsan ömrü tüketen, asgari ücretli, fabrikalar, tüketici çılgınlığı pompalayan Avm’ ler açılacaktır. Ya Allah, ya Bismillah… Nesimi’nin sesi nerede kaldı, derisini yüzmediler mi diri diri? İbrahim’i, kim yaktı Harran ovasında? Hangi dağın yamacında sabahladı Saru Saltuk? Kalender Çelebi’yi kim katletti? Yunus’u nerede yitirdik? Pir Sultan Abdal’ı asan neden neydi? Mevlana boşuna mı nefesini tüketti bu coğrafyada? Şeyh Bedrettin, ısrarla paylaşalım dediği için darağacını boylamadı mı? Doğru söyleyen, doğru çalan kopuzunun sesi, nereden yankılanır Karacaoğlan’ın? Türküleri kim kirletti, kim tüketti insanın insana olan aşkını. Bir hasır bir hırka, bölüşme ve paylaşma fukaraya, bölme, parçalama, ezip geçme ve talan, onların tanrılarına mı yaraşır? Kimin türküsü dilindeki bu ıslık? Kimin sesiyle konuşuyor senin Tanrın? Kimsin sen, dilindeki bu kakofoni ses kimin?

  • Yüz Yıl Önce Patates, Patlıcan, Bakla Kuyruğu

    Uzun “Varlık kuyruklarında” birkaç kilo patates ve domates alacağız diye bekleyenler, bugünümüze şükredelim. Beterin beteri var. Aşağıdaki bilgileri okuyunca bir yiyip bin şükredeceğinize eminim. Anlatacağım olay günümüzle ilgili değildir. “Tee” 100 yıl öncesine aittir. Günümüzde ne patates, ne soğan, ne bakla eksikliği vardır. Parası olanlar için bunlar süpermarketlerin raflarında, parası biraz daha az olanlar içinse “Varlık kuyruklarında” alıcını bekliyor. Bir zamanların azametinden yanına varılmayan devrin tek adamı Enver Paşa’nın Almanların yelkenine binerek Osmanlı devletini bir emrivaki ile savaşa sokmasının sonuçları genellikle insan kayıplarıyla anlatılır. Şu kadar insan şehit oldu, şu kadarı yaralandı, şu kadarı da esir oldu veya kayboldu. Yaşayanların ne haller çektiği de başlı başına bir faciadır. Cephelerin sürekli adam yutması nedeniyle 15 yaşına kadar indirilen askerlerin köylerinde sağ kalanlar, geleneksel tarım usulleriyle ürettikleri ürünlerin mültezimlerden kurtarabildikleri kadarıyla iyi kötü karınlarını doyurabiliyorlardı. Aldıkları maaşlardan başka hiçbir geliri olmayan memurların çektikleri sefaletin haddi hesabı yoktu. Mütareke basını bunu haberleriyle dolup taşmaktadır. Cemal Paşa’ya, “Bu savaşa niçin girmiştiniz?” diye sormuşlar. “Memur naaşlarını ödeyebilmek için” yanıtını vermiş. Mütareke imza edildiğinde Alman yardımları da kredileri de kesildiğinden devlet bütçesi tamtakır hale gelmişti. Savaş içinde alınan Alman altınları, maaş veya başka adlarla kapanın elinde kalmış, kâğıt para ile maaş alanlar yoksullaşmış, vurguncular türemiş, kabını dolduranlar “harp zengini” sınıfına yükselirken bu imkânı bulamayan halk, özellikle memurlar çaresiz kalmıştır. Yeni Şark’ın 10 Kasım 1921’da yayımladığı Türkiye’de ilk defa yapıldığı belirtilen “Pahalılık istatistiği”ne göre savaşa girildiği 1914 yılı 100 kabul edilerek 1921 yılı Eylül-Ekim aylarında fiyatların artış yüzdeleri verilmiştir. Buna göre yiyecek Yüzde 999, aydınlatma ve ısınma 1.046, konut 1.333, giyecek 629, çeşitli giderler 601’e çıkmıştır. Ortalama fiyat artışı 7 yılda yüzde 935’tir. Devlet, maaşları ödeyememektedir. Memurlar günlerce maaşın ne zaman ödeneceğini sorup durmaktadır. Maliye, eline para geçer geçmez, memurlara bazen aylar sonra maaşlarını verebilmektedir. Tamamını veremiyorsa yarısını vermekte, diğer yarsını da para olduğu zaman ödemektedir. FARKLI MAAŞ SİSTEMLERİ İki tür maaş sistemi vardır. İlkokul öğretmenleri özel idareden maaş almaktadır. Özel İdareler ise vergi gelirleri son derece azaldığı, hazırını toplamakta da güçlük çekildiği için ilkokul öğretmenleri acınacak durumdadır. Anadolu’da 7-8 ay maaş alamayan öğretmenler mesleği bırakıp başka iş tutmaya yönelmişlerdir. İstanbul öğretmenleri 1920’nin 1 Martında topluca greve gitmekten başka çare bulamamışlardır. Bu grev, İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920’ye kadar 15 gün sürmüş, maaşların bir kısmının ödenmesiyle sona ermiş ise de verilen sözlerin tutulmaması nedeniyle daha sonra da boykot ve grevler yapılmıştır. Diğer öğretmenler ve memurlar ise genel bütçeden maaş almaktadırlar. Onların da aylardır maaş alamadıkları olmaktadır. GAZ KAPANIN ELİNDE KALMIŞ! Maaş rejiminin bir çeşidi de memurlara çeşitli yiyecek ve ihtiyaç maddeleri dağıtarak düşük maaşları bu yolla takviye etmektir. 1919 Ocak ayında bir gazete haberine göre Harbiye Nezareti, memurlara dağıtılmak üzere merkez dairelerine gaz vermiş, Maarif Nezareti kendi hesabına aldığı gazları, birer teneke olmak üzere yalnız merkez memurlarına dağıtmıştır. Bütün memurları bu açık haklarından yoksun bırakmıştır. Gazete “Hayatlarını vatan evlatlarının tahsil ve terbiyesine adayan, geceleri ders hazırlamakla uğraşan öğretmenlerin gaz dağıtımından ayrı tutulmalarına sebep ve hikmet nedir anlaşılamıyor. Her halde bu haksız hareket düzeltilmelidir” diye yazmaktadır. Söz gazetesi,1500 kilo petrolden kendilerine verilmeyen öğretmenlerin Maarif Nezaretine giderek kendileri için petrol istediğini fakat olumlu bir cevap alamadıklarını yazmıştır. Başka bir habere göre Maarif Nezareti, öğretmenlere gaz verilmesi için Harbiye Nezaretine başvurmuştur. Maarif Müsteşarı’nın telefonla verdiği bilgiye göre, Harbiye Nezaretinden alınan petrol yalnız memurlara yetmiş, öğretmenler için ise istekte bulunulmamıştır. Harbiye Nezaretinin yeni gaz isteğini karşılayamayacağı anlaşılmıştır. UN, ET, SÜT AMERİKA’DAN İstanbul ekmek sıkıntısı da çekmektedir. Amerika’dan gelen unların 200.000 çuvala yükseldiği ve bu miktarın şehrin ihtiyacına üç ay yeteceğinin tahmin edildiği, bir müjde gibi verilmektedir. Bu tarihlerde Amerika’dan et konservesi ve süt getiren gemilerin de limana ulaşması beklenmektedir… 28 Şubat 19119 tarihli bir habere göre ise mart ayı maaşlarından kesilmek üzere bütün memurlara şeker ve patates dağıtılacaktır. İaşe Genel Müdürlüğü, memurlara çürük patates dağıtıldığını saptamıştır. Çürük patateslerin bir kurul tarafından ayıklanarak denize dökülmesine, memurlara iyi patates verilmesine karar vermiştir. ŞEKER BAKLA, PATLICAN… Başka bir habere göre mali yılbaşının başladığı 1 Mart 1919’dan itibaren memurlara verilmekte olan erzak yerine bunun bedelinin verilmesi kararlaştırılmıştır. Bu karar bütün illerin dairelerine bildirilmiştir. İaşe Müdürlüğünden alınan bilgiye göre memurlara verilmekte olan şeker, bakla ve patlıcandan oluşan erzakın ancak iki ay daha verilmesine devam edilebilecektir. Mart ayı başlarında hükümetçe kabul edilen karara göre, memurlara “Buğday zammı” adı altında maaşlarına oranlanarak para verilecektir. Ne var ki buğdayın fiyatı her yerde ve her mevsimde farklıdır. İstanbul’da buğday 35 kuruş kabul edilecektir. Tevfik Paşa Hükümetinin bu kararını 4 Mart 1919’da ilk hükümetini kuran Damat Ferit Paşa Hükümeti de kabul etmiş, yalnız zam miktarlarında bazı değişiklikler yapmıştır. Buna göre her 100 kuruş maaş için 2 kilo buğday bedeli zam, 500 kuruş maaş için 10 kilo, 1000 kuruş maaşlar için 300 kilo buğday bedeli verilecektir. Diğer zamlar kaldırılmıştır. Gazeteler hangi maaş derecesinde kimlerin ne alacağını çizelgeler halinde anlatmışlardır. Muhasebecilerin işi son derece zorlaşmıştır. 500 kuruşa kadar 30 kilo buğday bedeli verilirken, balı tutanların parmaklarını yalama hakları olduğundan 10.000 kuruştan yukarısı 250 kilo buğday bedeli alacaktır ki maaş kademeleri arasında büyük bir fark olduğu görülmektedir. Öğretmen atamalarında genellikle en alt basamak 600 kuruştur. Bu duruma göre onların alacağı 780 kuruşluk buğday zammıyla birlikte ellerine geçecek aylık maaşın 13 lira 80 kuruş olacağı anlaşılmaktadır. Yaklaşık 1200 kuruş maaş alan bir okul müdürü veya kıdemli öğretmenin eline ise zamla birlikte 25 lira para geçecek demektir. Hükümet üyeleri için yeni bir ayrıcalık olarak 300 kilo buğday bedeli verilecektir. Şubat ayında bir kilo buğday 26 kuruş olarak tespit edilmiştir. Onların yalnız buğday zammından alacakları 75 liradır. İstanbul hükümetinin Mütareke yılları içinde eğitim hizmetlerini yürütebilmek için uyguladığı önlemler şunlardır: Öğretmen sayısını azaltmak, öğrenci sayılarını azaltmak, okulları özelleştirmek, öğrenim süresini kısaltmak, okulları satmak, Okullar için yardım dernekleri kurmak… 1919’DA FİYATLAR Bu tarihlerde bazı malların hükümetçe tespit edilmiş fiyatları (okkası kuruş olarak) da vererek bu bahsi kapatalım: Kır domatesi: 1,5-2,Yeşil domates: 1-2, Asma kabak (adet): 3-15, Dolmalık biber: 4-9, Ayşe Kadın fasulye: 10-12, Soğan: 2-3, Bursa pirinci: 50-82, Ankara pirinci: 45-46, Mercimek: 35-40, Zeytin: 40-55, gaz yağı (tenekesi) 230-240, Anadolu peyniri: 85-100, İncir (sandıkta): 30-35. Bu tarihte İstanbul’daki 1 kilo ve kuruş hesabı üzerinden ekmek fiyatları, İaşe Müdürlüğüne göre şöyledir: Birinci cins, birinci nevi ekmek: 24, Baston francala: 25,5, Amerikan-Anadolu unlarının karışımı: 18.5, Makarna: 35. Buna göre 1380 kuruş maaşı olan bir öğretmen bu gelirle ortalama 65 kuruştan 21 okka (27 kg) pirinç, ortalama 92 kuruştan 15 okka (19 kg) peynir, 24 kilo ekmek, 2500 kuruş maaşı olan kıdemli bir memur veya okul müdürü 38 okka (49 kg) pirinç, 27 okka (35 kg) peynir, 104 kilo ekmek satın alabilecektir. Aynı yıllarda kıtlıktan yararlanan “Harp zengini” karaborsacıların nasıl lüks içinde yaşadıkları, gelir dağılımında büyük bir adaletsizlik olduğu bilinen bir gerçektir. “Bir yiyip bin şükredelim” demekte haksız mıyım? NOT: Bu özet bilginin kaynakları Milli Mücadelede Maarif Ordusu kitabımızın dipnotlarında verilmektedir. Sayfadan tasarruf yapmak için kaynakları burada veremiyorum. (17 Mart 2019) Karikatürün alt yazısı: —Azizim, maaşlardan haber var mı? —Var… Muhasebeci bey söyledi. Senenin on üçüncü ayının beşinci haftasının onuncu günü saat altıdan sonra ödenecektir. —Oh! … Ne âlâ …. Bu bayram da giyindik demektir!!! (Mesuliyet, 5 Eylül 1919) zekisarihan.com

  • 50 Yıldır Kulağımda Çınlayan Ses

    1969 yılıydı. Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrenci Derneği olarak NATO aleyhine bir bildiriyi okulun teksir makinesinde çoğalttık. Bir tomarını yanıma alarak Ulus’a gittim. Heykel’in üst tarafında Kaleye doğru çıkan caddenin başında bunları gelen geçene dağıtmaya başladım. Bunlardan 40-50 kadarını dağıtmıştım ki çevremde bir kalabalık toplanmaya başladı. Bana kötü kötü bakıyorlar, elimdeki bildiri tomarını almaya çalışıyor, ben ise vermemek için direniyordum. Ülkemizin bağımsızlığını savunan bu kadar masum bir bildiriye kimsenin itiraz edemeyeceğini sanıyordum. “Aferin bizim geçlere” diyeceklerini bile umuyordum. Kalabalığın içinden kimse de bana sahip çıkmıyordu! Bunlar daha önce sözleşip benim bildiri dağıtmamı engellemek için toplanmış bir kalabalık olamazdı. Biraz itişip kakıştıktan sonra orada bir polis peyda oldu. Benim hükümetin tutumuna aykırı bir iş yaptığımı fark etti ve karakola davet etti. Bundan canım sıkıldıysa da kalabalığın elinden kurtulmak için bunu bir nimet de bildim. Hemen yakındaki karakola gittik. Komiser bildiriye baktı, kimliğimi tespit etti ve beni bıraktı. Aynı saatlerde o bildiriyi Kızılay’da dağıtan arkadaşım Kadir Okçu’ya da bir grup hücum etmiş. Okula burnu kırılmış olarak geldi! Halk kitlelerinin böyle, memleketin ve milletin aleyhine olan düşüncelerle doldurulduğu, kışkırtmalara kapıldıkları zamanlar olmuştur. Bundan ötürü mücadeleden vazgeçilmez. Yeni mücadele yöntemleri aranıp bulunur, zaman içinde saldırganlar da gerçeği görür ve saf değiştirirler. Toplumsal mücadeleler tarihi bunun örnekleriyle doludur. Muhtemeldir ki, o gün beni nerdeyse dövmeye kalkanlar ve Kadir’in burnunu kıranlar, Amerika’nın ve NATO’nun aleyhinde bulunan bizleri, ülkeyi dünyada müttefiksiz, dolayısıyla savunmasız bırakmak, komünist Rusya’nın kucağına teslim etmek istediğimizi sanmışlardır. Zaten tam karşımızda yer alan bir grup “Amerika gitsin Rusya mı gelsin, Kahrolsun komünistler!” diye bağırıp duruyordu. “Ne Amerika ne Rusya, tam bağımsız Türkiye!” sloganımız da onları ikna etmiyordu. GECEKONDUCULARLA Bir yıl sonraydı. Öğrenci Derneği olarak yayımladığımız bildirilerden ötürü hemen her hafta Yenimahalle Adliyesine ifade vermeye çağrılıyor, savcının ve hâkimin karşısına çıkıyorduk. Gene böyle bir günde Adliyenin de içinde olduğu Kaymakamlık binasından çıkınca, polislerin Karşıyaka’da gecekonduları yıkmakta olduğunu haber alarak oraya gittik. Bizden önce Ziraat Fakültesi öğrencileri gecekonducuların imdadına yetişmişlerdi. Gecekonduculardan biri yıkılan evin altında yaralandığı için polis yıkımı durdurmak zorunda kaldı. Fakat gençleri tek tek tutup polis arabasına götürdü. Ben bir gecekondunun arkasına gizlendiğim için farkıma varmadılar. Polis gittikten sonra bir kayanın üzerine çıkarak yüksek sesle bir konuşma yaptım. Bu zulme son vermek için kaymakamlığa kadar yürüyüş yapmamızı önerdim. Gecekonducular, nereden bulmuşlarsa bir bayrak bulmuşlar. Bunu bir sırığa bağladılar, en önde koluna iki kişinin girdiği yaralı ve arkasında kadın erkek, çoluk çocuk yürüyüşe geçtik. Yenimahalle’nin ana caddesini boydan boya geçerek kaymakamlığa kadar yürüdük. Hükümet binasının koridoruna doluştuk. Kaymakam yerinde yoktu. O gelinceye kadar binadan ayrılmamaya karar verdik. Polis ekibi geldi. Koridoru doldurmuş insanların binadan çıkarılmasını emretti. Polisler iki koldan gecekonducuları itmeye başlayınca bir şey yapmak gerektiğini düşündüm. Komisere yaklaşıp “Bir dakika komiser bey, bir şey söyleyebilir miyim?” deyince “Elebaşıları bu, bunu da alın!” diyerek emir verdi. İki polis kollarımdan tutup beni de gençlerin tutulduğu polis arabasına götürürlerken “Bırakın, ben kendim giderim” diyerek arabaya yürüdüm. Oradan da karakola yollandık. Gecekonducuları binadan çıkarmışlar, fakat gözaltına almamışlardı. Biz karakolda beklerken bir süre sonra gecekonducular sökün etti. Yıkılmak istenen evlerine gidiyorlardı. Bunlardan bir kadının söyledikleri, 50 yıldır kulaklarımda çınlıyor. Karakola doğru seslenerek diyordu ki: “Bu yiğitlere bir şey yaparsanız, vallahi gelir karakolu başınıza yıkarız!” Bizi sevdikleri çok açıktı. Gecekondularla bir ilişkimiz olmadığı halde, darda kalan yoksullara yardım etmek istediğimiz için bize minnet duydukları anlaşılıyordu. Neyse, ifadelerimizi alıp bizi de gece yarısına doğru serbest bıraktılar. Ertesi gün, Gazi Eğitim öğrencileri, sabah kahvaltısı yapmayarak, zeytin, peynir gibi yiyecekleri toplayıp bu gecekonduculara götürdü. Olayın devamı da var ama buraya kadarki yazdıklarım meramımı anlatmaya yetiyor. BUNDAN ÇIKARDIĞIM DERS “NATO’YA HAYIR” bildirimiz de gerekliydi fakat NATO halka soyut gelen bir konuydu. Gecekonduların yıkılıp insanların ortada bırakılması ise onlar için hayati bir sorundu. Kendilerine yardıma gelmiş, bunun için karakollara çekilmiş insanlara kim ilgisiz kalabilir? Gazi’ye gelmeden önce köylülerle birlikte yaptığımız yol ve yoksulluk yürüyüşleri gibi deneyimlerim vardı. Fakat gecekondu mahallesindeki bu olay da bana mücadeleyi hangi halkadan tutmak gerektiği konusunda unutamadığım bir ders oldu. Emekçilerle birleşmek için, onların işine, aşına dokunmak, toprağına, suyuna sahip çıkmaktan başka yol yoktur. 12 Mart faşizmi işte bunun önünü kesti. Doğrusu, devrimcilerin de her işlerini yoluyla yöntemiyle yaptığını söyleyemeyiz? Karşıyaka mezarlığına her gidişimde, şimdi 1 ve 2 numaralı mezarlıklar bulunan bayırlara bakar, gecekondulu kadının bizim için karakola doğru bağırışlarını duyar gibi olurum… (24 Mart 2019) zekisarihan.com Fotoğraf: Gazi Eğitim öğrencileri bir köy gezisinde (1968)

  • HIRS

    “Hırs gelir, göz kararır; hırs gider, yüz kızarır”-Voltaire Hırs, Arapça eski bir kelimedir. Kapitalizmin de yücelttiği bir duygudur. Sözlüğümüz de Hırsı: 1- Sonu gelmeyen istek, aşırı tutku 2- Öfke, kızgınlık olarak tanımlamıştır. Başarıyı tekellerine alan, amaca ulaşmak için her şeyin mübah olduğunu, başkalarının haklarına dahi göz koymayı meşrulaştırır. İnsanı bencilliğe sürükleyerek, yaşamını kısıtlar. Yaratıcı düşünmeyi engellemektedir. Kinden beslenmek yıpratıcıdır. İnsanı insanlıktan çıkarır Hırs geldiğinde insanı ucuzlatır ve gözünü de karartır. Kıyaslama olduğunda hırs gelmektedir. Sabit fikirliliği, kazanmak için şerefini kaybetmekten çekinmemeyi getirir.Kaybetme korkusunu artıran, kontrolsüz güçtür. Adeta insanın prangası gibidir ve hüsran sebebidir. Haksızlık yapmayı getirir . Gerçekleri göstermez. Empati yapılmayı engeller, elde etmeye çalışılan için başkalarına zarar vermeye uzanır Hırs, maratonda başla dendiğinde deli gibi koşmaya başlamadır. Kilometreler sonra dili dışarıda yerde yatandır. Aklı perdeler. Hırsın başladığı yerde saf duygulara yer verilmemektedir. Takdir etmemeyi, beğenmemeyi getirir. Mantığın kaybedilmesine neden olmaktadır. Hırs aklı yozlaştırır ve gaflete sürükler. Hırsı ve egoyu besleyen davranışlardan uzaklaşılmalıdır. Albert Einstein'in da dediği gibi "Çok bilgi az ego Çok ego az bilgi”. Amaca ulaşılması için de huzurlu olmak için de insanın hırstan arınması gereklidir. Yüksek üretimlerin temelinde gelişmiş ve doğru bilgi, hayalgücü, yaratıcılık, kararlılık, özgüven gibi insani duygular olduğu hatırlanmalıdır.Yaşamı bir okul gibi görerek ve başımıza gelen olayları tesadüf olarak değil neden sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirmelidir. ozgur694@hotmail.com

  • GEÇMİŞE YOLCULUK

    Foto: Ara Güler * Çocuklar doğduğunda telefon başvurusu yapılırdı. ( Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi.) * Telefonun ve radyonun üzerine dantel örtü konurdu. * Gazocağı ve tel dolabımız vardı. Annem, tıkanan gazocağını, ucunda kılcal tel olan bir aletle açmaya çalışırken habire söylenirdi. *Bahçenin bir köşesindeki kuyu buzdolabı işlevini görürdü.Et ve yemekler buraya sarkıtıldı.Su teesti ile kuyuya salınırdı. *Mevsimlik meyveler yenilirdi.Kışın karpuz yazın portakal bulunmazdı zaten. * Banyoda tuhaf bir soba vardı ve tuhaf bir yakacakla ısıtılırdı. * Banyomuz kurnalıydı, hamam tasımız vardı. * Plastikleri çıkmadan önce tuvalette takunya bulunur, ve herkesin ayağına olması için en büyük numara seçilirdi. * Okul kapısında ayva, şam tatlısı, macun şeker, susamlı şeker , pamuk helva, kestane satılırdı. 5 kuruşa ince bir dilim şam tatlısı alırdık. * Ilkokulda ABD yardımı sandviçler ve balıkyağı hapları dağıtılırdı. (Ve de süttozu) * Renkli patiskadan dikilme beli lastikli külotlarımız vardı. Artık yünlerden örülen fanilalara, nazardan korunmamız için muska takarlardı!! * Okul açılacağı zaman Sümerbank ayakkabıları alınır, çok sevdiğim modeller için de bayram beklemem söylenirdi. * Bayramlarda, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu.Bazılarımız koynuna alır, yatardı. * Oyuncaklarımız doğaldı.Kılıçlarımızı tahtadan yapardık.Sapanla kuş avlardık. *Beştaş,aşık,seksek,yakan top oynardık.Doğanın kucağındaydık yani. * Hatırlı bir kişiden çok güzel bir oyuncak araba veya bebek geldiği zaman, bozulmaması için kaldırılır, bize verilemezdi!! Biz ona o bize bakardık.(biz kullanırdık valla,hatta kırar sonra tamir etmeye çalışırdık/HK) * Ilkokulda sepet kadar kurdele takardık. Ne kadar kabarık ve büyük olursa o kadar makbuldü * Babalarımızın gömlek yakaları, bizim okul yakalarımız pazar akşamları kolalanırdı. *Büyüklerimizin elbisesini giyerdik.Üç beden büyük gelse bile zenginlik ifadesidir derdi büyüklerimiz. *Aşınan dirseklere,çoraplara yama atılırdı.Öyle hemen çöpe atılmazlardı. * Genellikle herkes pazar günleri yıkanırdı!! banyo merasimle yanar, çamaşır değişilirdi!! * Ecnebi filmlere aydın aileler, Türk filmlerine de fakirler ve eğitimsizler giderdi. * Akşam 18.00 seansı tercih edilirdi. * Filmler, sokak sokak dolaşan arabalardan bağırarak duyurulur, reklamı yapılırdı. * Sokaklardan, yoğurtçu, yorgancı, kalaycı, dondurmacı, eskici, bileyci, sülükçü(!!) geçerdi. * 25 kuruşa Bisiklet kiralar, ''şans kader kısmet talih niyet 5 kuruuş'' diye bağıran ve yuvarlak delikleri kazıtarak ilkel piyango çektiren çocukların peşine Fareli Köyün Kavalcısı gibi takılırdık * Herkesin en güzel ve en büyük odası misafir odası olarak ayrılır, kapısı kapatılırdı. Sonra da tüm aile küçük bir odaya tıkılınır, hayat geçirilirdi. * Radyo en kıymetli eğlencemizdi. Orhan Boran ve Yuki kaçırılmazdı . Uğurlugil ailesindeki Arap Bacı'ya herkes hayrandı. * Radyo tiyatrosu sayesinde tüm klasikler ezberimize girmişti. Haluk Kurdoğlu, Semih Sergen ve Işık Yenersu'nun sesine aşıktım. Genellikle Kerim Afşar, Tomris Oğuzalp esas oğlan ve esas kız olurdu. * Türk Sanat Müziğini kentliler, Türk Halk Müziğini de köylüler dinlerdi. * İlkokulda okuma bayramı, kurdele bilmezdik. Herkes okurdu, kimse de bayram etmezdi. * Aşı olunacağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf bitirilirdi. Aids henüz çıkmamıştı, eşcinsellik duyulmamıştı. * İsveçli sarışın güzeller güzeli May Britt ile çirkinler kralı zenci Sammy Davis Jr evlendiğinde yer yerinden oynamıştı. * Okulda, Kürt ,Türk, Ermeni, Yahudi, köylü, şehirli bilmezdik. Kimse kimseye böyle garip soru sormaz, merak dahi edilmezdi. * Sekiz on yaşındaki çocuklara oruç tutturulmazdı. Bizler günde üç öğün yiyerek oruç tutardık.Öyle derlerdi bize.Tabak tabak yemek orucu idi adı. * Herhangi bir sebeple götürülen hediye paketini açmak , geleneklerimize aykırıydı , ayıptı. Misafir gidince ilk iş onu açmak olurdu. * Misafirlikte ne kadar aç olursanız olun, ikram tabağındakileri bitirmek de ayıptı. Görgülüler bir lokma mutlaka bırakır, görgüsüzler hepsini yerdi. * Dondurma mayıs sonunda çıkar, annem temmuza kadar izin vermezdi. * Sokakta oynarken en sevdiğimiz yiyecek, bir dilim taze ekmek üzerine sana yağı ve toz şekerdi. * Kaçık çoraplar, çektirilmek için tuhafiyeciye götürülür, ertesi günü alınırdı. * Külotlu çoraptan önce tüm kadınlar jartiyer kullanır, yaşlılar, baldırlarına lastik takardı. * 60 lı yıllarda evlenen her genç kızın çeyizinde mutlaka 1 adet baby doll bulunurdu.. * Fotoğraflarda gülmek laubalilikti. Pek çok kişinin düğün resimleri cenaze törenlerini andırırdı. Ağır, vakur ve ciddi olmak önemliydi. * Annler, vapurda, trende, otobüste rahatlıkla bebek emzirirlerdi. * Yazlık Sinemalara battaniye ve minderlerle gidilir, çekirdek çitlenirdi. Arada frigo buz satılırdı. Pahalı olduğu için babam almazdı. * Çarşıda, pazarda anne ve babamızdan bir şey istemek ayıptı. Ancak sorulursa yanıtlardık. Canımız istediği halde çoğunlukla da red ederdik. * Her gencin en kıymetli eşyası Dual pikaptı. Plak almak için harçlık biriktirirdik. * Defter-kitap kaplama kağıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu. * Gazete kağıtlarından kese kağıdı yapar, undan yapılmış tutkalla yapıştırırdık. * 'Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek' bir teklif değil, bir kararın iletilmesi gibiydi. Bu soruya 'hayır' demek mümkün değildi, adetlerimize göre ayıptı. Önemli bir program varsa (bilet, başka ziyaret vs) derhal iptal edilir, aile telaş yumağına dönerdi.

  • PATATES

    Uzayda ekilen ilk bitki patates. 1995 yılında, uzay mekiği Columbia'da yetiştirdiler... * Uzay İstasyonu'ndaki astronotlar, Uzay İstasyonunda tarım yaptılar. Ürettikleri marullarla salata yapıp yediler. NASA bu tarihi yemeği internetten naklen yayınladı, üç yıl oldu... Yazının devamını okumak için lütfen alttaki linke tıklayınız https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/yilmaz-ozdil/patates-2-3903899/

  • MİSAFİR

    Pazar Öyküleri Onlar geleli tam on dokuz gün ve o kadar gece olmuştu. Karı koca, iki de çocuk… Dört can… Şimdi her gün iki okka ekmek fazla alınıyor ve her masraf ona göre artıyordu. Zaten ev dardı. Bu karı kocaya ayrı bir oda verebilmek için aile daha sıkışmaya mecbur oldu. Ne havsalası geniş, ne saygısız, ne vurdumduymaz misafirdi bunlar… Ne surattan anlıyorlardı, ne rumuzdan, ne kinayeden… En açık surat asmalarına karşı “sinik” bir tebessümle karşılık vermekten hiç sıkılmıyorlardı. Misafir Halil Efendi akşamcıydı. Hane sahibi İzzet Efendi ise içkinin damlasından kaçan, kokusundan boğulan, sofu, beş vakit namazında bir adam… Halil Efendi her akşam bir cebinde dolu küçük şişe, ötekinde kâğıda sarılı birkaç zeytin tanesi nevalesiyle gelir, yatsılara kadar ağır ağır ziftlenir. İzzet Efendi’yi yemeğe bekletir. İçtikçe zevklenir. Dinletir, dinletir. Zavallı adamcağızı tahammülsüz bırakır, sıkıntıdan öldürürdü. Beş altı akşam bu işkenceye katlandıktan sonra nihayet ev sahibi bir gece dayanamadı. Açık bir şekilde: -Efendim, bu olur mu? Her akşam cebinizde rakı ile geliyorsunuz...dedi. Yüzsüz misafir bu haklı itirazı hemen başka şekilde yorumlayarak:: -Efendim misafirperverliğinizin cidden mahcubuyum. Çoluk çocuk ailece efendimize kaç gündür yük olup duruyoruz. Rakımı beraber getirmeyeyim de onu da mı size aldırtayım efendim? Lütufkârlığın bu derecesiyle her türlü cömertliğin üstüne çıkıyorsunuz. Yok artık bu kadarcığına müsaade buyurunuz. İçki masrafımı olsun kendim edeyim… deyince, misafirin bu pek iyimser yorum ve anlayışına karşı hayrete düşen ev sahibi maksadının böyle demek olmadığını açıklamak için birkaç söz kekelemeye uğraşmış ise de birbirine taban tabana zıt bu anlatışla anlayış arasında gerçek kaybolup gitmişti. Halil Efendi Anadolu Kavağı’nda ufak bir memurdu. Ailece düştükleri sıkıntıya bir çare bulmak için Irgat Pazarında tasarruf ettikleri bir dükkânı devralıp boşaltarak biraz para almak üzere İstanbul’a gelmişlerdi. Gazetelere: “Paranız varsa işletelim. Yoksa teminat üzerine pek hafif şartlarla istediğiniz kadar hemen para verelim.” tarzında ibareler ve türlü adlarla ilânlar vererek müşteri çeken idarehanelere Halil Efendi hep birer birer başvurdu. Bu işleticilerden çoğunun borçluların canlarına işlettiklerini anladı. En uygun şartla işi bitirinceye kadar İzzet Efendi ailesinin yanındaki misafirlikleri zorunlu olarak uzayacaktı. *** Bir gün hane sahipleri bir odaya toplandılar. Kapıyı sıkıca örttükten sonra bu yüzsüz misafirlerden kurtulma çarelerini aralarında görüşmeye giriştiler. Büyük Hanım diyordu ki: -Kilere gidip zahireye bakmaya korkuyorum… Bin türlü sıkıntı, fedakârlık ve üzüntüyle kış için biriktirdiğim, sakladığım öteberiden tane kalmayacak… Böyle günde tencere doluları yemek pişiyor, yine doymuyorlar. Yarabbi şükür dediklerini işitmedim. Aman o çocuklar maşallah büyüklerden ziyade yiyorlar. Zarafet: -Nesine maşallah hanımcığım, boğazlarına kurt düşsün… Sakın kilere bakma yüreğine iner. Ne sadeyağ kaldı ne zeytinyağı… Ne pirinç, ne şeker ne fasulye… Kiler tamtakır oldu. Sokağın köpekleri doyar, damların kedileri doyar, bu iki obur yumurcak doymaz. Tencereler daha ateşte iken karşıma dizilip de: “Dadı yemek pişti mi? Acıktık. İçimiz bayılıyor. Körükle körükle de çabuk pişsin…” deyişlerini bir işitseniz kendinizi zapt edemezsiniz. Bazen öfke benim de tepeme çıkar, bağırırım. Haydi bakayım oradan. Ben mutfağa gelen çocukları sevmem. Çekiniz arabanızı. Şimdi sizi bir güzelce körüklerim ha!.. Bir gün arkalarından ucu ateşli odunla koştum da anaları bana surat etti. A çekilir mi bu? Kaç defa daha soğumadan imambayıldının içine kirli parmağını sokarken gördüm. Ağzına götürüyor emiyor. Tekrar, yine sokuyor. Afacanlar fıstık gibi tos tombay oldular. Anaları karı semirdi. Beti benzi yerine geldi. Odalarına çekildikten sonra sarhoş herif gecenin bir yarısında pencerenin önünde türkü söylüyor… Bitişikte ağır hasta var… Ne saygısız maymun… Bütün sahanlara, tabaklara rakı kokusu siniyor… Ben işreti sevmem övvv… Ya onlar… Ya ben, bunun bir çaresine bakınız… Evin kızı Cezalet Hanım dışarıya kulak kabartarak: -Dadı yavaş söyle… Merdiven başında bir parıltı var… karı geldi, galiba bizi dinliyor… Zarafet köpürerek: -Umurumda değil, dinlesin… Korkum yok. Ben ona taşlıkta kaç defa başına kakarak söyledim de anlamazlıktan geldi… Ben de olsam öyle yaparım. Hazır ev, hazır yemek, hazır yatak… işret türkü… Kekâ! Her zevkleri yerinde… Bu rahatı bırakıp da giderler mi hiç? Cezalet Hanım: -Dadı sus azıcık da ben anlatayım… -Anlat yavrum, anlat gülüm, anlat elmascığım… Yedi mahalle bir araya toplanıp da kırk gün kırk gece anlatsak bu dert yine bitmez… Sen anlattığın kadar anlat, ben de yine anlatırım. Cezalet Hanım: -Misafir hanım geldiğinin ikinci günü sokağa çıkacağını söyledi. Benden bir çarşafla bir ayakkabı istedi. Kendi potinleri ayaklarını sıkıyormuş… Fakat kendi çarşafını niçin giymek istemiyor bilmem… Zarafet: -Aaa… sebebini anlamadın mı? Alacaklılar sokakta onu çarşafından tanıyorlar da onun için başka çarşaf giyiyor, yüzünü de sımsıkı örtüyor… Irz ehliliğinden değil, çok bilmişliğinden… Kaltak!.. -Dadıcığım bir parçacık sus… -Sustum… sustum… ha sen söylemişsin yavrum, ha ben söylemişim… İkimiz canciğer… Birbirinden farkımız var mı?.. Cezalet Hanım: -Artık her sokağa çıkışında âdet edindi. Çarşaf bizden, ayakkabı bizden… Ah anneciğim yeni iskarpinlerimin ne hale geldiklerini görsen gözlerin dolar, içi oyulmuş kavun dilimine döndüler… Zarafet: -Senden ayakkabı çarşaf istemiş. Ya benden ne istedi bilsen? İç donu… Söyletme beni, kendininkini kirletmiş… Ta Kavaklar’dan buraya bir donla gelinir mi? Benim de yok ayol. Küçük beyin yastık örtülerinin eski fistolarını söktüm de iki tane yaptımdı, birini aldı. Kullandı, kullandı, getirdi kiriyle pasıyla başıma attı. Söylemesi ayıp âdet kirlerini çitiledim, çitiledim de bir türlü çıkaramadım. Kokmuş karı… Büyük Hanım başı ağrıyormuş gibi şakaklarını avuçlarının arasında sıkarak: -Bu beladan ne vakit kurtulacağız. Başımızdan ne zaman defolup gidecekler? Zarafet: -Onlar buraya ödünç para bulmaya geldiler. Buluncaya kadar oturacaklar, şimdi para nerede? Dışardan küt küt kapı vurulur. Odadakiler şaşalayarak birbirine bakarlar… Büyük Hanım: -Kim o? Zarafet: -Kim olacak misafir hanım… Büyük Hanım: -Duyduysa pek ayıp oldu. Dışardan: -Lütfen kapıyı açınız efendim… Zarafet kapıyı açar. Misafir hanım çarşaflanmış, koltuğunda iri bir bohça, iki çocuğunun ortasında, ağlamaktan gözleri kızarmış, mahzun bir çehreyle gözükerek: -Allahaısmarladık hanımlar. Affedersiniz, böyle günde çok rahatsız ettik efendim. Haftalarca sayenizde yedik, içtik. Misafirperverliğinizin şükrünü edadan aciziz hanımlarım. Helal ediniz efendim. Misafirin ağlamış mahzun yüzü, af dileyici mahcubane sözleri ev sahiplerine çok dokunur… Yufka yürekli Büyük Hanım: -A, hanımcığım neye rahatsız olalım. Başımızın üstünde yeriniz var. Böyle birkaç hafta değil kırk yıl otursanız vallahi yüksünmeyiz… Böyle birdenbire ne oldunuz efendim… Cezalet Hanım: -Bir kusur mu ettik? Gücendirdik mi kardeş? Böyle birdenbire niye kalktınız?.. Vallahi salıvermeyiz. Hadi soyununuz… Bırakmayız nafile… Zarafet büyük bir vaveyla ile çırpınarak: -Olur mu hiç? Bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum, yağma yok… Gelmesi sizden gitmesi bizden… (mendilini çıkarıp ağlayarak) A, canciğer gibi alıştım. Evin içi tıssss sessiz kalacak… Mümkün değil salıvermeyiz… (Çocukların yanaklarını okşayarak) Aha benim tontonlarım… Haydi geliniz mutfağa, bakınız dadınız size neler pişirecek… (Melek Sanmıştım Şeytanı, İstanbul 1943, s. 71-77)

  • Ulusalcılık Milliyetçilik Değildir

    Aslına bakılırsa kendisine “sosyalist” diyen biri için başka bir sıfat gerekmez. Çünkü sosyalizm, kitlelerin tarih boyunca siyasi mücadelelerinin bütün kazanımlarını kapsamaktadır. Sosyalizm artık İlk ve Ortaçağ'daki gibi ütopik bir dünya görüşü de değildir. Bilimsel temellerine çoktan kavuşmuştur. Sosyalizm, üreten ve emeği ile yaşayan sınıfların ideolojisidir. Bütün halkların hak eşitliğini kabul eder. Kendi millî renklerini taşımakla birlikte Japonya’daki veya İngiltere’deki bir sosyalistle, Şili, Küba, İrlanda, Cezayir veya İran’daki bir sosyalistin dünya görüşü aynı esaslarla oluşmuştur. Bunların ruh birliğine ve dayanışmasına “enternasyonalizm” denir. “Uyan artık uykudan uyan/ Uyan esirler dünyası” diye başlayan ortak bir marşları da vardır ve herkes kendi dilinden ortak bir ezgiyle bunu söylerken dünyayı sarıp sarmalamanın büyük heyecanını duyarlar. Başka sınıfların da kendilerini ifade eden ideolojileri, simgeleri, müzik ve sanat anlayışları vardır. Örneğin uluslararası sermayenin hedefi, kapitalizmi yeryüzünün en uç noktasına ulaştırmak, milletleri ve halkları kendi buyrukları altında tutmaktır. Aralarında bir pazar rekabeti olsa bile, emekçilerin uyanmasını, örgütlenmesini ve iktidarı ele geçirmesini önlemek ortak amaçlarıdır. Uyguladıklarına emperyalizm denir. Kültürleri kozmopolitizmdir. MİLLİYETÇİLİK NEDİR? 1789 Fransız İhtilali’nin ürünü olan milliyetçilik, feodal ideoloji ve kurumları hedef almış, bu kurumları yıkarak yerine milli devletlerin kurulmasına öncülük etmiştir. Bir burjuva ideolojisi olan milliyetçilik zamanına göre insanlığın ilerlemesine hizmet etmiştir. Kapitalizm, emperyalist aşamaya geçtikten sonra ise milliyetçilik emperyalist metropollerde ırkçılık biçimine bürünmüştür. Nazizm ve Faşizm bunun uç örnekleridir. Dünyanın geri kalan sömürge ve yarı sömürgelerinde ise milliyetçilik emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direnen orta sınıfların, milli sermayenin ideolojisi olmuştur. Lâtin Amerika’da Bolivarcılar, Çin’de Sun Yat Sen, Türkiye’de Kuvayı Milliyecilik, Arap ülkelerinde BAAS’çılık bunun belli başlı temsilcileridir. Ancak kendi milletinin bağımsızlığını isteyen milliyetçiliğin, başka milletlere ve kendi ülkesinde yaşayan farklı milletlere bu hakkı teslim edememek gibi bir zaafı da vardır. Örneğin Millî Edebiyat döneminin şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul, Türkleri savunurken Yunanlılara köleliği uygun görmekteydi. “Vur eski kölesi utandır onu/ Bırakma uyusun, uyandır onu!” diye yazmıştı. İttihat terakki’nin milliyetçiliği Türkiye’yi büyük bir felakete sürüklemiş, Türkiye bir mezbahaya dönmüştü. Türkiye’de milliyetçilik, CHP’nin 1937’de anayasaya koydurduğu Altı Ok'tan biridir. Bununla birlikte milliyetçilik anayasadaki ifadesinden başka anlamlara da gelmektedir. Türkçü milliyetçilik bunlardan biridir. Özellikle Alman ırkçılığını örnek alarak Türk ırkının üstün bir ırk olduğunu ileri süren, bütün Türklerin bir devlet çatısı altında birleşmelerini öngören 1940 milliyetçiliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından kullanılmıştır. Amaç, aynı Almanların yapmak istedikleri gibi Türkleri Sovyetler Birliğinin üzerine sürmektir. Bu tarihsel koşullardan ötürü Türkiye’de milliyetçilik emekçi sınıfların hak mücadelesinin düşmanıdır ve Amerikan emperyalizminin savunucusudur. Milliyetçiler, 1960’lardaki bağımsızlık mücadelesinin önüne devlet koruması altında sivil komandolar olarak dikilmişlerdir. KÜRESELLEŞMEYE KARŞI ULUSALCILIK 1990’larda Sovyetler Birliği yıkılıp düşman olmaktan çıkınca milliyetçilerin bir kısmı da ayıkmışlar ve “Biz ne halt ettik” dercesine şapkalarını önlerine koyup düşünmüşler ve Türkiye için asıl tehdidin Batı kapitalizminin “küreselleşme” hamlesinden geldiğini anlamışlardır. Batı kapitalizmi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme hevesini kullanarak Türkiye’nin ekonomik ve siyasal varlığına el koyma niyetini ortaya koymuştur. Devlet elinde avucunda ne varsa satıp savacak, eğitim bile özelleştirilecek, her alanda serbest piyasa hâkim olacaktır. Devletin çok uluslu şirketlere teslim olduğu bu koşullarda yurtseverlerden gelen tepkinin adına “ulusalcılık” denmiştir. “Milliyetçilik” denmemesinin nedeni, bu kavramın çok yıpratılmış olması ve milli güçlerin “milliyetçilik”le bir cephe oluşturulamayacak olmasındandır. Ne var ki bu kez de “ulusalcılık” adı altında giderek milliyetçiliğin klasik tezlerine teslim olma dönemi başlamıştır. Artık hedefte Kürtler vardır. Yakın tarihte buna Suriyeli göçmenler de eklenmiştir. İslamcılığın siyasi temsilcileri “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldıklarını” söyleyip asıl olanın İslam kardeşliği olduğunu söyleyen tezlerini terk ederek MHP’nin klasik milliyetçiliğine teslim olmuşlardır. Türkiye yeniden “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olunan bir devre adım atmıştır. Bu o kadar büyük bir gelişmedir ki, İslamcılığın karşısında olan cephe çözümün halk kitlelerinin örgütlenip bir halk demokrasisi yaratma hedeflerini unutarak Türkçülüğü savunma mevzisine demir atmıştır. Ulusalcılığın en hararetli savunucusu parti bile, bu sözcüğün zaten milliyetçilik anlamına geldiğini, öyleyse artık milliyetçiliği savunmak gerektiğini ilan etmiştir. 1959’da Emekli öğretmenler Cemiyeti “Emekli Öğreten” adında bir dergi çıkarmaya başladı. 27 Mayıs devriminin öğretmenlerde yarattığı heyecanın bir ifadesi olarak 1965’te derginin adını “Ülkücü Öğretmen” yaptılar. Ülkücülük, Meşrutiyetten beri kullanılan “mefkûreci"liğin Türkçesi idi. Mefkûreci Muallim kitabının okullarda okutulduğu yıllardır ve Türkçeleşme akımı döneminde adı “Ülkücü Öğretmen”e çevrilmişti. Bizler, toplumu cehaletten ve sömürüden kurtarmak isteyen birer ülkücü öğretmendik. Fakat bu ülkücülük milliyetçiler tarafından ırkçılık anlamında kullanılıp kirletildiğinden Emekli Öğretmenler, dergilerindeki bu adın yaygın ülkücülükle bir ilgisi olmadığını açıkladılar, sonra da dergilerinin adını 1976’da değiştirerek “Eğitim Öğretim” yaptılar. ULUSALCILIĞIN BİZDEKİ ANLAMI Biz bir grup eğitimci ve öğretmen kendimize “ulusalcı” diyoruz. Adı 2003’te konulan “Ulusal Eğitim Derneği” isimli derneğimiz de var. Tüzüğüne de işlenmiş olan hedefi “Bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, halkçı eğitim”dir. Derneğin “Halkçı Eğitim Derneği” olması da o günün seçeneklerinden biriydi ama “ulusalcılığın” bunu da kapsadığını düşündüğümüzden, demek ki biraz da güncel nedenlerle “Ulusal Eğitim Derneği” dedik. İçişleri Bakanlığı bu ada izin vermeyince bir süre “Bağımsızlıkçı Aydınlanmacı Halkçı Eğitim Derneği” adıyla çalıştık. Davayı kazanınca ilk adımıza döndük. Bu öyle bir dengedir ve dernek de bunu kanıtlamıştır ki, hem yabancı dilde eğitime karşı çıkar, hem de ülkemizde halkın konuştuğu başka dillerin üzerindeki tutsaklık zincirini de kırmaya çalışır. Hem Suriye’ye Türkiye dâhil yabancı güçlerin müdahalesine karşı çıkar, hem de bu savaş nedeniyle yurtlarından kopan göçmenlere insan gibi davranılmasını ve çocuklarının hiçbir ayrıma uğramadan eğitim hakkından yararlanmalarını savunur. Ulusalcılık, milliyetçilik değil, Kuva-yı Milliyetçiliktir. Ulusalcılığı alelade milliyetçilik zannedenler yanılıyor. Sınıf kavramını göz ardı eden bir ulusalcılık olamaz. Çünkü “ulus”un çoğunluğunu emekçiler oluşturur. (18 Şubat 2019) zekisarihan.com

  • BEKA SORUNU

    Osmanlı divan şairlerinden Baki (1526-1600) günümüzde de dillerde dolaşan beytinde ne güzel söylemiş: "Âvâzeni bu âleme Dâvûd gibi sal Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş” Bu evrende sonsuza kadar kalacak hiçbir şey yoktur. Hepsi geçicidir, yalnız içlerinde en uzun yaşayanlar ve yaşayacaklar, Bâkî’nin söylediği gibi “hoş bir seda” olanlardır.” Bu seda, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenlerin haykırışı, şarkısı, türküsü, barışın, kardeşliğin, dostluğun, bilgeliğin çağrısıdır. Yunus Emre’nin kemikleri çoktan toprağa kavuştu ama yedi yüz yıl önce insanlığa seslenişleri hâlâ bütün canlılığı ile yaşıyor. Pir Sultan Abdal zulme başkaldırışın simgesi olmaya devam ediyor. Roma’nın köleci zalimlerine isyan eden Spartaküs’ün ruhu, yalnız Roma arenasında değil, ezilen bütün topluluklarda yankılanıyor. İnkâr edilemez ki, yüzyıllar ötesinden kalan “hoş seda”lar gibi, korkutucu “seda”lar da eksik değildir. Ancak bu iki çeşit sese kulak verenler farklıdır. Günümüz zalimleri, geçmişteki sınıftaşlarına sahip çıkıp onları kendilerine örnek alırken ve tarihi ileri götüren hareketleri lanetle anarken, özgürlüğe susamış halk kitleleri ve milletler, demir dağları eritip halklarına yol açan demircileri sevgiyle anıyorlar, diğerlerine ise lanet okuyorlar. “Bâki kalmak” geleceğe kalmaktır. Ülkemizi yönetenlerin sık sık tekrarladıklarına bakılırsa Türkiye’nin bir beka sorunu vardır. İster genel, ister yerel olsun, seçimler yaklaştıkça beka sorunu daha şiddetli bir hal alıyor! Eğer halk, alınan bütün önlemlere rağmen iktidar bloğuna yeteri kadar oy vermezse, Allah korusun, Türkiye bölünüp parçalanacak, yok olacaktır! Millet yabancıların esiri haline gelecektir. Muhalefet vatan hainlerinden oluşmuştur. İhanet etmeye onları dış düşmanlar özendirmektedir. Bütün dünya birleşmiş, Türkiye Cumhuriyetini yok etmek için çalışmaktadır. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur! Gelecek tehlikeleri önlemek için “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan” ve millet için yüzyılın en büyük şansı olan Büyük Adam’ın etrafında sımsıkı kenetlenmek şarttır. Yasaları o yapmalı, atamalar onun elinden çıkmalı, ihaleleri o dağıtmalıdır. Gazetelerin ertesi gün hangi başlıklarla çıkacağına o karar vermelidir. Seçimden beklenen bir sonuç alınamazsa, o seçim iptal edilmeli ve çeşitli tedbirler alındıktan sonra yeniden sandığa gidilmelidir. Gene sonuç alınamazsa, gene sandığa gidilmelidir! Gene de alınamazsa o zaman başvurulacak başka önlemler de vardır ve her ihtimale karşı bu kuvvetler el altından hazırlanmaktadır. Bekayı güvenceye almak için yapılması gereken şeylerden biri de bilimi okullardan kovmaktır. Buna dört yaşındaki çocuklardan başlanmıştır ve yaygınlaştırılarak devam edileceği anlaşılmaktadır. Çocuklardan başlamak üzere bu halka ilk öğretilecek olan itaattir. Öğrenim süresi arttıkça itaat duygusu zayıflamakta, onun yerini özgür düşünce almaktadır. Bunu önlemenin çaresi, okul programlarını yeniden düzenlemek kadar, mümkün olduğu kadar çok öğrenciyi çeşitli gerekçelerle okul hayatının dışına çıkarmaktır. * Gerçekten bir beka sorunu var. İnsanlar bazı şeyleri açıkça söylemek istemeseler de konuşmalarının şifrelerinden ne demek istedikleri anlaşılır. Zaten o kadar da şifreli konuşmuyorlar. “Bu seçimler, iktidarımızın var olma veya yok olma davasıdır” diyorlar. Evet, tam da öyledir… Cumhuriyet rejimi için de öyle. Zaten siz bâki kalırsanız, cumhuriyetin bâki kalmayacağı çoktan anlaşılmıştı. (9 Şubat 2019) zekisarihan.com

  • İki Zıt Ahlak

    Karadeniz Bölgesinde ağustos, fındık toplama ayıdır. 15-20 yıl öncesine kadar yoksul ve orta köylüler kendi bahçelerini kendileri toplarlardı. Ücretli işçi çalıştıramazlardı. Komşularından “adam” alsalar da bunu onun işine bir “adam” vererek öderler, böylelikle birbirleriyle “keşik” yaparlardı. Yalnız zengin köylüler gündelikli işçi çalıştırırlardı. Artık Güneydoğu’dan gelen mevsimlik işçiler, hemen herkesin fındığını topluyor, ücretlerini alıp gidiyorlar. Zaten geçimini fındık tarımından sağlayan köylü kalmamış gibi. Fındık piyasada değerini bulamıyor. Gübre, bahçenin bakımı, toplama için verilen gündelikler, patız gibi işlere ödenenler çıkarılınca çiftçinin eline bir şey kalmıyor. Bu nedenle fındıkta ortakçılık yapanlar, ürünü yarı yarıya bölüşmekte nazlanıyor, üçte ikisini istiyorlar. Dün olduğu gibi bugün de yoksul ve orta halli, yani kıt kanaat geçinen köylüler, başka ürünleri gibi bir fındık tanesini bile ziyan edemezler. Özellikle yoksulluğun kol gezdiği geçmiş yıllarda bahçe sahipleri toplanmış fındık ocaklarının çevresini bir kez daha dolaşır, otların arasında kalmış ya da dallarda yaprakların arasına gizlenmiş fındıkları bırakmaya gönülleri razı olmazdı. Evin çocukları da ellerinde “gıdık”ları ile arkadan başak yaparak tek tane bırakmamaya çalışırlardı. Bir sevda türküsünde doldurma dizeler olarak geçen “Fındık toplayan kızlar/Fındık dalda kalmasın” sözleri bu titizliği yansıtır. Fındık bahçeleri genellikle diğer bahçeler ve mısır tarlalarıyla yan yanadır. Aralarında bir çit veya tel bulunsa da birinin bahçesindeki fındık dalları diğerinin bahçesine uzanır. Sınırdaki bu dallarda olgunlaşmış fındıklar komşuların bahçelerine düşer veya bayır yerlerde yuvarlanıp bahçe değiştirirler… EMEKÇİDEKİ HARAM DUYGUSU Kendi bahçesinin fındığını toplayan köylü, komşu bahçeden düşen fındıkları dalın durumundan çıkarır. Genellikle cinsinden veya olgunlaşma derecesinden de yerdeki fındığın kendisine ait olup olmadığını anlar. Bunları tek tek alarak komşu bahçeye atar. Kendi sepetine asla atmaz. Komşusu bunu görsün görmesin. Kendisine ait olmayan bu fındık onun için haramdır. Sofrasına ve kesesine haram karıştırmak istemez. Bunun bir sepet veya tek bir tane fındık olması fark etmez. Vicdanı ona bu harama el sürmemesini emreder. Emekçilerin anlayışına göre “helal” olan, alın teriyle kazanılmış olandır. “Haram” ise başkalarından gasp edilendir. Bu insani kavram, bütün dinlere de girmiştir ama bu davranışı yalnızca dinle bağlantılı görmek doğru değildir. Bu bir toplu yaşam deneyimidir. Hak anlayışıyla da ilgidir. Adil bir dünya özlemini yansıtır. Toplumculuğun “Emek en yüce değerdir” anlayışıyla özdeşleşir. Hırsızlığın yaygın olduğu, talan ve vurgunun mubah olduğu bir sistemde insanlar birlikte yaşayamazlar. Bu sistem er geç yıkılır. Şüphesiz ki en ideal toplum köylü toplumu değildir. Onun ilkellikleri, çaresizlikleri, bilgisizlikleri vardır. Ama köylü toplumudur ki, milletin temelidir ve orada örnek alınacak davranışlar da çoktur. Bütün milletlerin temeli köylüdür. Kentli toplumların anlayış kökenlerinde köyden getirilmiş birçok davranış yaşar. Örneğin köylüler, “hayrat” meyve ağaçları gibi yol kıyılarındaki meyve ağaçlarından da meyve alıp yerler. Fakat yetimi bulunan bir ailenin meyvelerine, sebzelerine el sürmezler. “Yetim malı” yemek günahtır! Köylü kadınları, komşularından ödünç mısır, un, buğday gibi bir yiyecek alsalar, bunun ölçüsünü akıllarında tutup aynı miktarda iade etmeye dikkat ederler. Kabına göre bu ölçülerin “Yarım”, “ağzı koğuz”, “sile”, başlı başlı” gibi adları vardır. Aldıklarını aynı ölçüde geri vermezlerse hak altında kaldıklarını düşünür, bunun vebalinden korkarlar. Köyde olsun, kentte olsun, ailelerinden böyle bir eğitim almış olanlar, sokakta buldukları en ufak bir parayı bile kendi paralarına katamazlar. Borçlarını ve çalıştıkları kuruluşların hesaplarını kuruşu kuruşuna verirler. Onlar için bir lira ile bin liranın bu bakımdan bir farkı yoktur. Dürüst tüccar bozuk terazi kullanmaz. BİR DE ŞU SOYGUN SİSTEMİNE BAKIN Bir emekçilerin ve dürüst insanların bu tutumuna bakınız, bir de hakkı olmayan servetlere konmak için hiçbir din, ahlak veya vicdani kuralı gözetmeyenlerin yaptıklarını göz önüne getiriniz. Kamu malını yağmalamayı açıkgözlük sayarlar. Devletten ihale kapmak için kimlerin sakalına tarak asmazlar ki? İhale verenler, yapılacak işin devlet işi olduğunu, ödenecek parada milyonlarca kişinin hakkı olduğunu düşünmezler de ‘bal tutan parmağını yalar” diyerek havuzlar oluştururlar. Edindikleri servetler, ayakkabı kutularına sığmaz. Hırsızlıkla edindiklerini elle saymaya vakit olmadığından evlerinde para makinesi bulundururlar. Bütçeyi denetimden uzak tutarlar ve asla hesap vermezler. Bunları görüp yaşadıkça hep komşuya ait olan tek tane fındığı kendi sepetine koymayan, onu komşunun bahçesine, ait olduğu yere atanları düşünüyorum. Bu iki çeşit insan aynı milletin, aynı dinin, aynı ahlakın mensupları mı? Bu büyük ayrışmanın nedeni, bir takım insanları yoldan çıkaran nedir? Bu yolsuzlukları yetmiyormuş gibi bin bir siyasi numara ile onun üstünü örtmeye çalışanlara ne demeli? (3 Şubat 2019) zekisarihan.com

  • "gözümde tüter damların"

    Ne zaman arabamla, otobüsle, trenle, uçakla dağları, belleri aşsam, Vasfi Mahir Kocatürk’ün gençlik yıllarında belleğime yer etmiş romantik şiiri gelir: Güzel yurdun dağlarını Uzaktan göresim gelir Keskin esen yellerine Kendimi veresim gelir. Gözümde tüter damların, Sakız kokulu çamların, Türkü söyler akşamların; Bana kendi sesim gelir. Ben o yerleri çok özledim. Oralar, o köyler, o kasabalar, ören yerleri, durup dinlenmeden denizlere ulaşmaya çalışan ırmaklar elbette insanlarıyla güzeldi. Tarladan ineciğini eve götüren Balkan göçmeni kadınları, odun yüklü eşeğinin arkasında evine giden köylüler, kepeneğiyle sürüsünün başında bir çoban, öğretmen derneklerinde yurdumuzun ve insanlarımızın kurtuluşunu dert edinmiş, hararetle tartışan öğretmenler, hepsini çok özledim. -1966-Fatma Ablamla Gezi Rotamız- Kapıyı çekip çıksam diyorum. Çorum’da Cemal Türkmen’i bulsam, Hitit Ören yerlerini birlikte gezsek, Amasya’da Mehmet Menekşe’yi arasam, boz bulanık akan Yeşilırmak kenarında tarihi konakların arkasındaki yolda volta atsak, Havza’da sendika şube başkanı Nazım Mutlu gene orada olsa, gazeteci Oğuz’a da haber verse, oturup sohbet etsek. Hamamayağı’ndan Lâdik yoluna sapsam, altı gençlik yılımın geçtiği Akkpınar’ı bir daha gezsem, öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın hayaliyle birlikte dolaşsam, Köy Enstitüsü müdürü Nurettin Biriz’in adını taşıyan “Biriz” çeşmesinden eğilip bir avuç su içsem, öğrencilerin mektuplarını gene ben dağıtsam, Köy Enstitülerini araştıran Fy Kırby ile futbol sahasının kenarında oturup dertleşsek. Samsun’da, yıllardır görmediğim ilkokul öğretmenim Kâzım Genç’in elini öpsem, Gazeteci Cemil Baskın’ı dinlesem, Üniversitede felsefeci Hasan Aydın’la derin konulara dalsak, Atatürk heykeli önünde fotoğraf çektirsem, Terme’yi, Ünye’yi ve Fatsa’yı bu kez transit geçerek Perşembe’nin Mersin köyünde eski okul müdürüm Ali Öndeş’in deniz kıyısındaki evin bahçesine otursak, ballı dutlarından atıştırsam, Efirli Cezaevine uzaktan el sallasam. Ordu Öğretmenevi’nde can arkadaşlarım, Hüsamettin Yaylaçiçeği, Muzaffer Şenyurt, Kadir Akbal, Galip Şahin, sendikacı Hikmet Pala ile oturup memleket meselelerini konuşsak. Soğuk hücrelerinde misafir edildiğim Emniyet Müdürlüğünün önünden nanik yaparak geçsem... Bulancak yolun üstünde. Ne olurdu Enver Sipahioğlu ve Nuri Osman Apaydın sağ olaydı. Şimdi orada yalnız Süleyman Çelebioğlu var. Onunla Giresun Kalesine çıkıp Karadeniz’i seyretmek ne güzel olurdu! Topal Osman hakkında da konuşurduk. Öğretmen Gürsel Şahin acaba gene Giresun’da mı? Sorar öğrenirdik. Espiye’de okul arkadaşım Hasan Mandal da genç yaşında öldü. Armelit dolambaçlarını ağır ağır insem, Espiye’nin Kaşdibi köyünde Fatma ablanın ebelik yaptığı tarihteki komşularına bir merhaba deyip kahvede tanışıklık versek. Orada acaba gene erkekler bütün gün kahvede otururken tarla işlerini kadınlar mı görüyor? Beşikdüzü’nü kurucu müdürü Hürrem Arman’ın ve ilkokul öğretmenlerim Burhan ve Elmas Mutlu’nun anısıyla gezsem, Trabzon, benim belleğimde Sömürücülere karşı Savaş gazetesini çıkaran TİP’li Atilla Aşut ile birleşmiştir. Uzun Sokak’taki evinin odaları tavana kadar gazetelerle, dergilerle doluydu. Sümele Manastırı’nı bir daha görmek iyi olurdu. Hıristiyanları kayanın böğründe bu sığınağı yapmaya zorlayan şartları düşünürdüm. Çay kokusunun sindiği Rize’de mutlaka yağmur yağıyordur. Olsun! Memleketimin yağmuru da bin bereketin kaynağıdır. Hopa’dan içeriye saptığınızda küçücük Borçka’dan geçer, vadi boyunca ilerleyip Artvin virajlarını tırmanırsınız. Bu kent, dağın başında bir kuş yuvası gibidir. Top oynayacak bir düzlüğü yoktur. Topu kaçırırsanız onu Çoruh nehrinde yakalayabilirsiniz! Ardanuç’ta hızar atölyeleri kereste biçer. Oradan Yalnıççam Dağlarına tırmanır, tarak gibi çam ormanlarında reçine kokuları içinden geçer, Bilbilan Yaylasında soluklanırsınız. İkindi vakti, Ardahan’dasınızdır. Bütün Caddeleri doksan derece birbirini kesen Rus yapımı bu kentin terk edilmiş kalesine bir soluk çıkar, Kars’a giden bir kamyonun arkasına atlarsınız. Ardahan gibi iki katlı muntazam caddelerden ve sokaklardan meydana gelmiş bu kente ben iki kez gittim. Biri 1966’da, diğeri de 2007’de. Beni Üniversite’de konferansa çağıran, Kars’ı, Susuz’daki eski Cılavuz Köy Enstitüsünü, Ani Harabelerini gezdiren Erdoğan Karaşah hâlâ orada mıdır? Kars’tan Iğdır’a geçer, yol üstünde Küllük Köyüne uğradıktan sonra Iğdır’da okul ve hapishane arkadaşım Akay Aktaş’ı bulurdum. Türkiye karanlıklar içindeyken Aras’ın öte yanında gece pırıl pırıl elektrikleri yanan Ermenistan’ın gene Aydınlıklar içinde mi olduğunu gözler, Ağrı’nın buluttan bir ayla ile çevrilmiş doruğunu seyrederdim. Küllük'te ebe Fatma ablamı da alıp buradan güneye doğru yolculuğa devam ederdim... Başka ülkeleri gezip görmeyi tercih edenler, siz Iğdır’dan kalkan bir otobüsle Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmana tırmana, adeta toprağa gömülmüş komların, koyun sürülerinin içinden geçip iki Ağrı’nın arasındaki geçitten geçtiniz mi? Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı efsanesindeki Sofi’nin kavalının sesini duydunuz mu? Doğubeyazıt Ovası’na inip uzaktan da olsa İshak Paşa Sarayı’nı gördünüz mü? Gezi rotası (1966) Murat Suyu’nun doğduğu yere doğru yol alırken birer köyden farksız olan ve içinden geçen derede kadınların çamaşır ve yün yıkadığı toprak evler topluluğu Diyadin ve Taşlıçay’dan geçtiniz mi? Patnos’a ulaştığınızda Süphan Dağının fotoğrafını çektiniz mi? Van Gölü’ne yaklaştığınızda Erciş’te kısa bir moladan yararlanıp Buğday Pazarını gezdiniz, köylülerle merhabalaştınız mı? Van’da bir otelde geceledikten sonra ertesi gün üç bin yıllık Urartu Kalesi’ne tırmanıp girişteki yazıtı okudunuz mu? Karadeniz’den buraya göçürülüp modern biçimde kurulan Emek ve Dönerdere köylerini merak etseydiniz, Özalp Kaymakamı yanınıza İmar Müdürünü katarak kaymakamlık kamyonuyla sizi mutlaka o köylere gönderirdi. Kooperetif işletmesiyle ekip biçmenin ne olduğunu görürdünüz. Daha ertesi gün Gevaş üzerinden demiryolunun son durağı Tatvan’a ulaşırdınız. Denizci heykelinin önünde durup resim aldırırdınız? Bitlis uzak değildir. Kaleye çıkıp türküde geçen beş minareyi toprak damlı evlerin arasında arardınız. Kırk bin Kızılbaş’ı öldürdüğünü övünerek anlatmış olan İdrisi Bitlisi’yi lanetle anardınız. Baykan ve Kozluk’tan geçen uzunca bir yol sizi Batman’a ulaştıracaktır. TPAO mühendisleri, ricanızı kırmayıp sizi kuyulardan toprağın kanını emen ve at başı gibi inip kalkan aletlerin bulunduğu Raman’a götürürlerdi. Görme imkânı bulamasanız da daha ileride nüfusu gitgide azalmakta olduğu söylenen Yezidi köylerinin bulunduğunu öğrenirdiniz. Bismil’den geçip Diyarbakır’a ulaşırdınız. Hitit Egemenliğinden beri üç bin yıl boyunca 27 devletin geçip gittiği Diyarbakır’da beş kilometre uzunluğunda, eski şehri çevreleyen kaleyi görüp dimdik ayakta duruşuna şaşacaktınız. Sonra Kaleden kenarlarındaki bahçelerde 50 kiloluk karpuzlar yetişen verimli Dicle ovasına bakacak, Sur içinde Ulucami’nin bulunduğu çarşıda çay içecektiniz. Bu güzelim memleketi cehenneme çeviren İttihatçıların katili Vali Doktor Reşit’in merkezden aldığı emir üzerine, çöllere sürülmekte olan elli bin Ermeni’yi çetelere öldürtüp cesetlerini kurda kuşa yem ettiğini düşünerek kahrolacaktınız. Sıra çöllere doğru inmeye gelmiştir. Çarşılarında Arapça konuşulan kadim Uygarlıklar kenti Mardin sıcaktan kavrulmaktadır. Kaleye yaslanmış Eski Mardin’in ana caddesinden aşağıya doğru baktığınızda sonsuzluk duygusuna kapılıp peygamberlerin neden hep bu topraklarda çıktığını anlayacaktınız. Şehir Kulübünde nerden gelip nereye gitmekte olduğunuzu öğrenenler, bu gezip görme merakınızı takdirle karşılayacaklar, bir yargıç sizi evine konuk etmek isteyecektir. “Çok gezen mi daha çok bilir, çok okuyan mı?” diye sormuşlar, “Çok gezen” diye yanıtlamışlar ama siz okumayı da elden bırakmayın. Kızıltepe ve Viranşehir’i geçince insanlara yeni bir düzen vaat eden Hazreti İbrahim’in o dönemin Nemrut’u tarafından ateşe atıldığı Urfa’ya ulaşacaksınız. Ateş yeri göl, odunlar balık olmuştur ve Anzelha Gölü’nde yüzmekte olan balıklara ziyaretçiler yem atmaktadır. Buradan 32 devlet gelip geçmiştir. Burada kadınlar çarşafı henüz atmamışlardır. Ertesi gün Maraş’tasınızdır. İşgal altındaki memlekette Cuma namazı kılınmaz deyip halkın Kale’deki Fransız bayrağını indirdiği kaleye çıkarken size kılavuzluk yapacak dostlar daima bulunacaktır. Öğretmen Hüseyin Köseoğlu bunlardan biri olabilirdi. Antep, Doğu’nun Paris’i diye anılır. Yanınızda eşiniz veya kız kardeşiniz olursa mutlaka ışıl ışıl vitrinlerinde göz alıcı mallar bulunan ve kaçakçılık cenneti diye anılan Kilis’i görmek isteyecektir. Buradaki bütün dükkânlar Suriye’den kaçak getirilen mallarla doludur. Siz de üzerinde ceylan resmi bulunan bir küçük duvar halısı bir ipek seccade, dolmakalem, çakmak neden almayasınız? Buranın Suriye sınırına çok yakın olduğunu öğrenince Tıbıl köyüne kadar gidip sınır kapısında nöbetçi erle ve kapının öte yanına geçip bir Suriyeli köylüyle fotoğraf çektirmeniz iyi bir anı olurdu. Amaç Doğu ve Güneydoğu’yu görmek ise Kars’tan başladığınız, Van, Urfa, Diyarbakır üzerinden ulaştığınız Maraş’tan sağa dönerek yolculuğunuza devam etmeniz gerekir. Önünüzde Malatya vardır. İsmet Paşa’nın ve Kayısının memleketi. Buraya gelmişken Eski Malatya’yı, görmeden olmaz. Balıkhanesinde Keban barajında tutulan balıkların büyüklüğüne hayret edersiniz. Yol üstündeki Elazığ, uzak değildir. Kentin eski merkezi, şimdi yerinde yeller esmekte olan Harput’a çıkarsanız, hiç değilse o uçurum gibi kalesini görürsünüz. Enstitüsüne “Dağ Çiçekleri”ni toplayanların anası Sıdıka Avar’ı hatırlarsınız. Şimdiki Kız Enstitüsü onun adını taşımaktadır. Buradaki cüzam ve akıl hastanesi yerinde duruyor mu sorarsanız. Bingöl, yolunuzun üzerindedir. 50 yıl önce, bir dereyi geçtikten sonra yolun iki yanına sıralanmış evlerden oluşan küçük bir kasaba (idi). Kemalettin Kâmi’nin “Bingöl Çobanlarına” şiiri kulaklarınızdadır. Ağalık ve şeyhliğin hüküm sürdüğü Bingöl’de gene de memleketin dertleriyle dertlenmiş dostlar bulmanız mümkündür. Bunlardan biri olan Astsubay Hikmet Kılıçgedik, Fatma ablayı evinde yatırmıştı da benimle birlikte otelde kalmıştı! Yurdu tanımaya çıkmış bu iki konuğa “Ne haliniz varsa görün” demek yakışmazdı elbette? Sahip çıktılar. BURASI MUŞ’TUR Şimdi, Bingöl yaylalarından engin bir ovaya ineceksiniz. Ova’nın öte ucunda tarihi Muş şehri, bir kaleye yaslanmış olarak “durup duru!” İçinden gür bir kaynak suyu akmaktadır. Su anlamına gelen Muş, adını buradan almaktadır. Nehirde bulunan Hazreti Musa’nın adı gibi. Eskiden kale olduğu söylenen tepenin yolu da türküde olduğu gibi gerçekten yokuştur! Yemen Türküsü'ndeki Muş'un aslı Huş olsa da türkü Muşa da kolayca uymaktadır. Şimdi Kuzeye yönelmişsinizdir. Bir akşamüstü Erzurum’a ulaşırsınız. Erzurum, Arz-ı Rum, yani Roma memleketi sözünden bozmadır ve 11. Yüzyılda burayı fetheden Türkler tarafından verilmiştir. 1915 Ermeni tehcirinden sonra tamamen Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Dillerde “Erzurum çarşı pazar” diye başlayan Sarı Gelin türküsü kalmıştır. Erzurum’da 1919 kongresini, 15. Kolordu’yu ve Kâzım Karabekir’i yat etmemek mümkün değildir. Çifte Minare’yi, Üç Kümbet’i, kaleyi, park ve bahçeleri gezdikten sonra “Ver elini Bayburt” dersiniz. Bayburt Zihni’nin “Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş” diye başlayan şiirini sanki bugünün Bayburt’u için de söylenmiştir. Yurdumuzun en yoksul kentlerindendir. Bir derenin iki yanında sıralanmış evlerden oluşmuştur. Sağ tarafta yüksekçe bir kalesi vardır. Baksı köyündeki müzeyi görme fırsatını kaçırmamak gerekir. Gümüşane de Bayburt’un biraz daha büyüğüdür. Eskiden gümüş madeni çıkarıldığı için bu adı almıştır. Buradan önce Müslüman olmayanlar göçürülmüş, sonra Müslümanların çoğu da işsizlik ve yoksulluk nedeniyle illerini bırakıp gitmişlerdir. Doğu Karadeniz dağlarının geçit verdiği Zigana’dan aşağı inerken Hamsiköy’de bir kebap yemeniz iyi olur. Daha aşağılara, vadiye inince Maçka’dan geçeceksiniz. Maçka Eyüboğlu gibi aydın bir ailenin memleketidir. Burada da bir dükkândan bal, peynir gibi bir şey alabilir, esnafla sohbet edebilirsiniz. Trabzon’a indiniz. Şimdi, gittiğiniz yoldan geri döneceksiniz. Bu Doğu gezisinde yolu sapa olduğu için Hakkâri’ye uğrayamadığınıza üzülmeyin. Şimdi artık yurdun her yerine uçakla ulaşmak mümkün. Van Havaalanı’na iner, minibüs veya otobüslerle 3 saatlik bir yolculuktan sonra Malabadi köprüsünün yanından, Hoşap Kalesi’nin dibinden geçerek deli dolu akan Zap Suyu boyunca ilerleyip Hakkâri’ye ulaşırsınız. Devasa kaya kitlelerinden ve yaylalardan oluşan bu garip fakat konuksever ilde size çok rağbet edecekler, yaylalara bile çıkarıp Kürt kadınlarının hazırladıkları nefis bir yer sofrasında ağırlayacaklardır. Tarih boyunca saldırılardan uzak kalmak isteyen boyların burayı neden yurt edindiklerini keşfedersiniz. “Hakkâri’de Bir Mevsim”i, köy okuluna teftişe giderken atıyla Zap Suyu’na kapılıp kaybolan Selahattin Şimşek’in idealizmini daha iyi anlarsınız. Trabzon, Giresun, Ordu, Perşembe… Fatsa’ya gelince, Elekçi deresini izleyerek Çatak’a ulaşır, oradan Dağ Güvezi köyünü aşarak bizim Beyceli köyüne çıkarsınız. 53 yıl önce araba yolu yoktu, şimdi asfalt yoldan arabanızla rahatça gidebilirsiniz ama orada bir Köy Kalkındırma Derneği, köy kitaplığı vardı, yazın köyde temsiller oynanır, açık oturumlar yapılırdı. İnsanın gene de kendi köyü gibi yoktur! Şöyle ayaklarınızı istediğiniz gibi uzatırsınız. Bu geziden neler kazandığınızı düşünürsünüz. Kazancının dünyayı değer. Zihniniz genişlemiştir. Memleket sevginiz ve bilginiz artmıştır. Yüzlerce kitap okusaydınız gezerken edindiğiniz canlı izlenimleri edinemezdiniz. Memleketimiz büyüktür, güzeldir, gariptir! Hapishaneleri dolup taşmaktadır. İnsanları uyandırılmaya muhtaçtır. (29 Ocak 2019) (29 Ocak 2019) zekisarihan.com (22 Ocak 2019)

  • Çok Özledim

    Ne zaman arabamla, otobüsle, trenle, uçakla dağları, belleri aşsam, Vasfi Mahir Kocatürk’ün gençlik yıllarında belleğime yer etmiş romantik şiiri gelir: Güzel yurdun dağlarını Uzaktan göresim gelir Keskin esen yellerine Kendimi veresim gelir. Gözümde tüter damların, Sakız kokulu çamların, Türkü söyler akşamların; Bana kendi sesim gelir. Ben o yerleri çok özledim. Oralar, o köyler, o kasabalar, ören yerleri, durup dinlenmeden denizlere ulaşmaya çalışan ırmaklar elbette insanlarıyla güzeldi. Tarladan ineciğini eve götüren Balkan göçmeni kadınları, odun yüklü eşeğinin arkasında evine giden köylüler, kepeneğiyle sürüsünün başında bir çoban, öğretmen derneklerinde yurdumuzun ve insanlarımızın kurtuluşunu dert edinmiş, hararetle tartışan öğretmenler, hepsini çok özledim. Kapıyı çekip çıksam diyorum. Çorum’da Cemal Türkmen’i bulsam, Hitit Ören yerlerini birlikte gezsek, Amasya’da Mehmet Menekşe’yi arasam, boz bulanık akan Yeşilırmak kenarında tarihi konakların arkasındaki yolda volta atsak, Havza’da sendika şube başkanı Nazım Mutlu gene orada olsa, gazeteci Oğuz’a da haber verse, oturup sohbet etsek. Hamamayağı’ndan Lâdik yoluna sapsam, altı gençlik yılımın geçtiği Akkpınar’ı bir daha gezsem, öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın hayaliyle birlikte dolaşsam, Köy Enstitüsü müdürü Nurettin Biriz’in adını taşıyan “Biriz” çeşmesinden eğilip bir avuç su içsem, öğrencilerin mektuplarını gene ben dağıtsam, Köy Enstitülerini araştıran Fy Kırby ile futbol sahasının kenarında oturup dertleşsek. Samsun’da, yıllardır görmediğim ilkokul öğretmenim Kâzım Genç’in elini öpsem, Gazeteci Cemil Baskın’ı dinlesem, Üniversitede felsefeci Hasan Aydın’la derin konulara dalsak, Atatürk heykeli önünde fotoğraf çektirsem, Terme’yi, Ünye’yi ve Fatsa’yı bu kez transit geçerek Perşembe’nin Mersin köyünde eski okul müdürüm Ali Öndeş’in deniz kıyısındaki evin bahçesine otursak, ballı dutlarından atıştırsam, Efirli Cezaevine uzaktan el sallasam. Ordu Öğretmenevi’nde can arkadaşlarım, Hüsamettin Yaylaçiçeği, Muzaffer Şenyurt, Kadir Akbal, Galip Şahin, sendikacı Hikmet Pala ile oturup memleket meselelerini konuşsak. Soğuk hücrelerinde misafir edildiğim Emniyet Müdürlüğünün önünden nanik yaparak geçsem, Bulancak yolun üstünde. Ne olurdu Enver Sipahioğlu ve Nuri Osman Apaydın sağ olaydı. Şimdi orada yalnız Süleyman Çelebioğlu var. Onunla Giresun Kalesine çıkıp Karadeniz’i seyretmek ne güzel olurdu! Topal Osman hakkında da konuşurduk. Öğretmen Gürsel Şahin acaba gene Giresun’da mı? Sorar öğrenirdik. Espiye’de okul arkadaşım Hasan Mandal da genç yaşında öldü. Armelit dolambaçlarını ağır ağır insem, Espiye’nin Kaşdibi köyünde Fatma ablanın ebelik yaptığı tarihteki komşularına bir merhaba deyip kahvede tanışıklık versek. Orada acaba gene erkekler bütün gün kahvede otururken tarla işlerini kadınlar mı görüyor? Beşikdüzü’nü kurucu müdürü Hürrem Arman’ın ve ilkokul öğretmenlerim Burhan ve Elmas Mutlu’nun anısıyla gezsem, Trabzon, benim belleğimde Sömürücülere karşı Savaş gazetesini çıkaran TİP’li Atilla Aşut ile birleşmiştir. Uzun Sokak’taki evinin odaları tavana kadar gazetelerle, dergilerle doluydu. Sümele Manastırı’nı bir daha görmek iyi olurdu. Hıristiyanları kayanın böğründe bu sığınağı yapmaya zorlayan şartları düşünürdüm. Çay kokusunun sindiği Rize’de mutlaka yağmur yağıyordur. Olsun! Memleketimin yağmuru da bin bereketin kaynağıdır. Hopa’dan içeriye saptığınızda küçücük Borçka’dan geçer, vadi boyunca ilerleyip Artvin virajlarını tırmanırsınız. Bu kent, dağın başında bir kuş yuvası gibidir. Top oynayacak bir düzlüğü yoktur. Topu kaçırırsanız onu Çoruh nehrinde yakalayabilirsiniz! Ardanuç’ta hızar atölyeleri kereste biçer. Oradan Yalnıççam Dağlarına tırmanır, tarak gibi çam ormanlarında reçine kokuları içinden geçer, Bilbilan Yaylasında soluklanırsınız. İkindi vakti, Ardahan’dasınızdır. Bütün Caddeleri doksan derece birbirini kesen Rus yapımı bu kentin terk edilmiş kalesine bir soluk çıkar, Kars’a giden bir kamyonun arkasına atlarsınız. Ardahan gibi iki katlı muntazam caddelerden ve sokaklardan meydana gelmiş bu kente ben iki kez gittim. Biri 1966’da, diğeri de 2007’de. Beni Üniversite’de konferansa çağıran, Kars’ı, Susuz’daki eski Cılavuz Köy Enstitüsünü, Ani Harabelerini gezdiren Erdoğan Karaşah hâlâ orada mıdır? Kars’tan Iğdır’a geçer, yol üstünde Küllük Köyüne uğradıktan sonra Iğdır’da okul ve hapishane arkadaşım Akay Aktaş’ı bulurdum. Türkiye karanlıklar içindeyken Aras’ın öte yanında gece pırıl pırıl elektrikleri yanan Ermenistan’ın gene Aydınlıklar içinde mi olduğunu gözler, Ağrı’nın buluttan bir ayla ile çevrilmiş doruğunu seyrederdim. Küllük^te ebe Fatma ablamı da alıp buradan güneye doğru yolculuğa devam ederdim... (22 Ocak 2019) ZEKİ SARIHAN zekisarihan.com Fotoğraf : Artvin-Ardahan arasında Bilbilan Yaylası

  • Armağanlar

    ona, gözle görülmeyen müzik verildi, zamanın bir armağanı, zamanla son bulacak. güzellik verildi, yürekleri dağlayan bir güzellik. aşk verildi, armağanların en korkuncu. ona, yeryüzündeki kadın güzelliklerinin tümünün bir olduğu bilgisi verildi. bir öğleden sonra ay'ın ayırdına vardı, ay'la birlikte yıldızların simyasının. ona alçaklık verildi. alçakgönüllülükle, kılıcın işlediği suçları araştırdı, kartaca yıkıntılarını, doğu'yla batı arasındaki göğüs göğüse çarpışmayı. ona dil verildi,şu yalan. ten verildi, sonunda toprağa karışan. ürkünç bir karabasan verildi. ve aynadaki öteki yansıdı, bizi gözünde alıkoyan zamanın devşirdiği kitaplar arasından birkaç sayfa bağışlandı ona; elea'dan bir karşıtlıklar yığınağı, zamanın aşındıran rüzgarından sakınılmış. insan sevgisinin yüce kanı (bir grek bu imgenin sikkesini bastı) ödülüydü, adı bir kılıç olan ve gökyüzünden yeryüzüne edebiyatı indiren biri'nden gelen. başka şeyler verildi, her birinin kendi adı vardı: küp, küre, piramit,sonsuz kum, tahta ve insanlar arasında yürümek için bir gövde. her gün tadını çıkarmayı hak etti: işte senin tarihin, tıpkı benim tarihim gibi... * Jorge Luis Borges: Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo veya bilinen adıyla Jorge Luis Borges, Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür. Doğum tarihi: 24 Ağustos 1899, Buenos Aires, Arjantin Ölüm tarihi ve yeri: 14 Haziran 1986, Cenevre, İsviçre

  • Güzellerin Organiğini Bulmak Artık Çok Zor

    Eskiden gelin adayları, güngörmüş, devran geçirmiş, bıçkın kadınlar tarafından test edilirdi. Yani bir tür kalite kontrolü. Bunun en iyi sınandığı yer de hamamdı. Hamamda adayın yarı çıplak vücudu uzaktan da olsa incelenir. Cildi nasıl, bacakları, bel orantısı, kaşı gözü, boyasız nasıl görünüyor; en önemlisi de göğüslerin ebadı göz kararı da olsa ölçülürdü. Şimdi nerede böylesi bir kontrolden yarım yamalak da olsa geçecek bir kız. Saçlar o kadar sık ve değişik renklere boyanıyor ki, aslını kendisi de unutuyor. Göz rengi desen şıppadanak lens takıyor çıkarıyor. Mavi mi ela mı menekşe mi belli değil. Ama durgun donuk bakışlardan, yapma olduğunu, benim gibi eksperler hemencecik anlıyor. Vücut desen abur cubur sağlıksız ve paket gıdalar sonucu ya çöp ya da lök gibi. Bacaklarını görmek ise mümkün değil. Hepsi kot giyiyor.Çarpık mı, eğri mi, mevzun mu, lobut mu anlayana aşkolsun. Demirli, süngerli sutyenler sonucu göğüs ebatları da meçhul. Takma kirpikler, masklı dişler, peruklu saçlar... Kara kaş, kara göz, kalem kaşlı gibi tasvirler tarih oldu. Şimdi kaşı tıraş edip boya kalem ile kaş yapıyorlar. İnsanın midesi bulanıyor. Maskara, rimel, fon dö ten, far, ruj, allık...yüz değil boya fabrikası teşhir vitrini. Tamamen kapitalist dünyanın kozmetik sanayini çalıştıran ve fakat bu tüketimin bir piyonu, esiri olduğunun asla farkında olmayan ve olamayacak olan bir kuşak. Ve hepsinin teni uçuk, soluk, hastalıklı. Zira yedikleri sağlıksız gıdalar sonucu kan yok vücutlarında ki yüze de yansısın. Nasıl ki gıdalarda organiğini, doğalını bulmak artık çok zor ise kızların da organiğini bulmak imkansız hale geliyor..Artık onları da tasnif ederken "Halis muhlis köy kızı, anasından olduğu gibi" diyeceğiz herhalde.Ya da sonraki kuşaklar diyecekler. Bünye böyle de beyinleri düzgün mü? Dilleri de bir acaip, -Çaavv, kanka, ayktım, slm, tm,jojo,kontratlı,lanet halkası, lokobi çukobi...gibi bilmecelik sözler... Ve bütün uğraşıları ellerindeki telefon ile sosyal medyada saatleri değil günleri boğazlamak. Umutsuz, hırçın, beklentisiz, günübirlik yaşayan ruhsuz, sevgisiz,doyumsuz bir kuşak geliyor. Ve ne hazindir ki bunlar geleceğin anneleri olacak. Olacaklar mı dersiniz. Ümit yaşarın Paplo Picasso'nun resimlerine atfen dediği gibi: "Gözlerinin güzelliği bir yana / Azı dişlerine bayılıyorum" Bu ucubelere bakarken, mecazi değil gerçekten bayılıyorum.

  • Kopya Cinayeti

    Bir üniversitemizin hukuk fakültesinde son sınıf öğrencileri yazılı sınavdalar. Öğrencilerden biri kopya çekiyor ve ayırtman akademisyen bunu saptayarak tutanak tutuyor. Öğrenci evden babasının beylik silahını ve bir bıçak alarak okula geliyor. 27 yaşındaki kadın öğretmeni hem bıçaklıyor, hem kurşunluyor! Bu olay, eğitim sistemimizin yaşadığı facialardan biri ve en korkuncudur. Sistem aslında facialarla doludur. Bunların başında eğitim sisteminin ezberci olması, bunun da kopyayı teşvik etmesidir. Öğrenciler ister soruları bilerek, ister kopya çekerek sınıf geçsinler bu facianın kurbanlarıdır. Ayırtman olarak onların başına verilen öğretmenler de, bu sistemden ister hoşnut olsunlar, isterlerse onu değiştirmek gerektiğini düşünsünler bunu tek başlarına yapmaya güçleri yetmediği için kurbandırlar. Bizim eğitim sistemimiz özgün ve özgür düşünceli, yaratıcı insanlar yetiştirmekten hoşlanmaz. Kitapta yazılanları ezberlemek makbuldür. Ezberin yetişmediği yerde kopya çekmek imdada koşar. Bunun için değil midir ki, cehalet tunçtan bir heykel gibi dimdik ayakta duruyor. Bunun için değil midir ki siyasi iktidar eğitim sistemini günden güne dincileştiriyor? Çünkü orada itiraz, yaratıcılık yoktur. Bu “yaratıcılık” kavramını bile aynı zihniyetten olanlar yıllar önce “Yaratıcılık yalnız Allah’a mahsustur” diyerek eğitim sisteminden atmışlardı. İşte size karanlık, loş hücrelerde mum ışığı altında kitapların ezberlendiği Ortaçağ medreseleri yerine modern binalarda öğrenim yapan “lise” ve “üniversite” adı taşıyan günümüz medreseleri! Neden dünyanın sayılı üniversiteleri arasına giren yüksek eğitim kurumlarımız yok? Neden uluslararasında kabul gören makale sayısında gitgide geriliyoruz? Neden özgürlük ve demokrasi isteyen sanatçılarımız düzenin başı tarafından “müsvedde” olarak suçlanıyor ve aynı gün savcılığa çağrılıyor? Çünkü rejimin sahibi bizim yerimize düşünmüş ve gidilecek yolu çizmiştir! Onun sözü üstüne söz söylemek yalnız yakışmakla kalmaz cezayı da gerektirir! Böyle bir siyasal düzenin üniversitesinde şimdi olduğu gibi ne öğretmenin ne gençliğin sesi duyulur, Bu sesi, işte genç bir akademisyene sıkılan kurşun sesleri bozmuş ve hepimizin tüylerini diken diken etmiştir. Üniversite gençliği, araştıran, bilmediğini öğrenmeye çalışan, tartışmasını bilen, hakkına razı olan ve herkesin yaşama hakkına sahip olduğunu kabul eden bir eğitimden geçmeli iken böyle kabadayı katiller mi yetiştirecek? Bu örnek, ne olayın yaşandığı üniversitedeki on binlerce, ne de Türkiye üniversitelerindeki yüz binlerce genci temsil etmez. Ancak bu olay, eğitim kurumlarında bıçak ve silah kullanmaya varıncaya kadar şiddet kullanılma eğiliminin de habercisi gibidir. Çünkü özgürlüğün, tartışmanın, enerjisini yurdun aydınlık geleceğine adama ülküsünün baskı altına alındığı bir ortamda şiddet baş gösterir ve bu yolu kullananlar kurumu teslim alırlar. Koskoca bir ülkenin şiddet yoluyla teslim alınmak üzere olduğu gibi. (4 Ocak 2019) zekisarihan.com

  • maviADA 2019 KIŞ

    maviADA BASILI DERGİYLE YAYINDA * İnternete parelel olarak çıkacak derginin ilk sayısı OCAK 2019'DA... Dergi yeni yılın ilk ayında maviADA YAZARLARININ SEÇME YAZILARIYLA dört yıldır ara verdiği basılı dergi sürecine yeniden başlıyor. İstanbul merkezli dergi, çağın değiştiğini, yayıncılığın yeni bir tekelin İnternetin güdümünde olduğunu kabul ettiklerini, ama kağıda dökülmeyen yazının asla o sihri yaratamayacağını söyleyip ikili yayına başladıklarını duyurdu. Bağımsızlığını sürdüren maviADA birkaç emekçisinin gücüyle ayakta duruyor, bu nedenle de dergide öncelik maviADA yazarlarının. Dergi herkese açık, tek koşul maviADA İNTERNETTE yazan yazar olmak gerekli. Çünkü yazıların ağırlığı oradan seçiliyor. Öncelikle maviADA İNTERNETE,(www.adadergi.com) yani ADA Günlüklerine katılan yazarlara yer verecek dergi, 16 yıldır sürdürdüğü misyonuna devam edeceğini belirtiyor: Düş görmemeli, popüler kültürden kurtulmak olanaksız, ama biz yenilere destek vermeyi, onlara okul olmayı, sermayenin dayattığından başka alternatifler üretme arayışımızı sürdüreceğiz, diyorlar. Dergilerin yazarı, şairi okura ulaştırmakta hala en etik ve güvenilir yol olduğunu söyleyen dergi yetkilileri, basılı yayına da başlamanın devletlerin bile karşı duramadığı tekelleşen global sanata karşı minik de olsa bir karşı duruş, bir mazlumlar arkadaşlığı olduğunu söylüyorlar. Gerçek okur, gerçek yazarı hala dergilerde tanıyor, diyorlar.

  • Şiir Günleri

    Şükrü Erbaş & Haydar Ergülen / 12 Ocak Cumartesi CUKUROVA SALONU

  • Karanlıkta

    “Karanlığa küfredeceğine, bir mum yak,” Konfüçyus Üzerine ışık düşmeyen alandır. Işığın yokluğudur. Kimi zaman elektriğin gelmesine kadar sürer. Gözlerin kapatıldığı anda başlar...Uyumanın kolay olduğu yerdir. Modernitenin son bulmasını getirir.Kimin ne olduğunu görememe duygusunu, eksikliği karamsarlığı, ümitsizliği getirir.Şafağın hemen öncesinde olandır.Aydınlıktan ayrılan görünmezliktir. Sadece siyah renkte değildir. Kendin olmaktan uzaklaştıysan, boyun eğmen gereken kabullenmeyi getirir emici ve uyuşturcudur. Karanlık; insanları karamsarlığa itebilmektedir. Ağzına kilit vurulmayı getirir. Duyguların yitimidir. Karanlık, her meslek sahibinin mesleğini en iyi bir şekilde yapmasını önler. Karanlık, üretimlerde verimin düşmesine neden olur. Karanlığın aydınlığa çevrilemediği yerlerde bilim yara alır... İnsanın kendi yüreğindeki güneşini kaybetmesidir… Bir yürek hayatın orta yerinde çiçeklerini açmıyorsa eğer, asıl karanlık orda başlamaktadır… Hala dünyamızda milyonlarca çocuğun aç ve sefil yaşamasındadır karanlık. Savaşlara, bombalara, silahlara yatırılan paralar, işte kanlı karanlığın işaretleridir... Başka halkları yok ederek, onların kültürlerini ayaklar altına almadır. Yaşarken bir daha aşık olamamaktır. Rüzgarlara karşı ıslık çalamamayı ve çiseleyen yağmurlar altında bir daha öpüşememeyi, içimize kapanmayı getirir. Kimi zaman çaresizliği getirir. Güvensiz durgunluğu vermektedir. Güç ve gizemin simgesidir. En dermansızı beyinlerdedir. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın yolu, yanlışları düzeltmeye çalışmaktan geçer. Karanlığa karşı yapılacak olan; inatla, barış umudunu, çabasını ve emeğini canlı tutmaktır. Umudu kesmeden,mücadeleyle, karanlığa karşı omuza omuza kuşatmaları kırmak dileğiyle. Karanlığa karşı direnmek adına. Halk türküsünde dediği gibi: “Bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider. Gidelim değirmene, öğütelim unları Güneşe çevirelim bu karanlık günleri” Özgür KARAKAYA ozgur694@hotmail.com

bottom of page