top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • ŞAMPANYA

    Bir Düzenbazın Öyküsü Öykümün başladığı yıl Güneybatı bölgesi demiryollarında küçük bir istasyonun şefiydim. Bu küçük istasyondaki yaşantımın neşeli mi. yoksa can sıkıcı mı geçtiğini anlamanız için yirmi kilometre çevremizde ne bir ev, ne kadın, ne de işe yarar bir meyhane bulunmadığını söylemem yeterlidir, sanırım. Oysa o sıralar sağlam yapılı, ateşli, delişmen, aklı bir karış havada bir gençtim. Biricik eğlencem gelip geçen yolcu trenlerinin pencerelerini seyretmek, Yahudilerin afyon karıştırdığı berbat votkayı içmekti. Öyle zamanlar olurdu ki, vagonun penceresinden gördüğüm bir kadın başına yerimde put gibi durarak soluk almadan bakar, sonra tren küçüle küçüle bozkırda bir noktaya dönüşünceye dek gözlerimle izlerdim ya da uzun günlerin, saatlerin nasıl geçtiğini anlamamak için o iğrenç votkadan içebildiğim kadar içerek sızardım. Biz kuzeyliler için bakımsız bir Tatar gömütlüğünün üzerimizde bıraktığı etki neyse bozkırın etkisi de aynıdır. Yazın bozkırın görkemli sessizliği -çekirgelerin o hiç bilmeyen cümbüşü, geceleri kaçıp kurtulamayacağınız parlak ay ışığı- bana müthiş hüzün verirdi. Kışları ise ayrı bir âlem... Karın o lekesiz beyazlığı, göz alabildiğine uzanan, buzlar altındaki bozkır, sonu gelmez uzun geceler, kurt ulumaları beni canımdan bezdirirdi. İstasyonda kalan birkaç kişiydik. Karımla ben, sağır, sıracalı telgrafçı, üç de bekçi... Benden yaşça küçük yardımcım verem hastası olduğu için sık sık kente taşınır, orada aylarca kalarak hem görevini, hem de aylığını bana bırakırdı. Çocuklarımız yoktu, konuklar ise kırmızı mumla çağırsak gene gelmezdi evimize. Hal boyundaki meslektaşlarımla görüşürdük, o da ayda, yılda bir... Görüyorsunuz, ne iç açıcı bir yaşam! Hiç unutmam, kaldığımız lojmanda karımla ben yeni yılı karşılamaya hazırlanıyorduk. Sofraya olurmuş, yemeğimizi tembel tembel yerken bitişik odada aletini tıkırdatan sağır telgrafçıyı dinliyorduk. Ben, afyonlu votkadan üst üsle beş kadeh yuvarlamıştım. Ağırlaşan başımı yumruğuma dayamış, sonu geleceğe benzemeyen can sıkıntısını düşünüyordum. Karım da karşımdaydı, gözlerini ayırmaksızın bana bakıyordu. Ancak yakışıklı kocasından başka bir şeyi olmayan kadınlar böyle bakarlar kocalarının yüzüne. Gerçekten karım beni delice, köle aşkıyla severdi. Yalnız yakışıklı, şu karakterde bir adam olduğum için değil; günahlarımla, öfkelerimle, can sıkıntımla, hatla sarhoş olup gözlerim kararınca hıncımı kimden alacağımı bilemeyerek onu canından bezdiresiye hırpalayışımla severdi beni. İçimi kemiren can sıkıntısına karşın yeni yılı neşeyle karşılamaya çalışıyor, gece yarısının gelmesini büyük bir sabırsızlıkla bekliyorduk. Beklememizin nedeni elimizde Kliko etiketli iki şişe en iyi cins şampanyanın bulunmasıydı, hazine değerindeki bu şeyleri daha güzün, komşu istasyon şefinin oğlu vaftiz edilirken girdiğim bahis sonunda kazanmıştım. Hani, çocuklar matematik dersinden çok sıkıldıkları sırada bahçeden uçarak sınıfa giren kelebeğe hep birden başlarını çevirip garip bir yaratığa bakar gibi bakarlar, uçtuğu her yerde onu izlerler; küçük istasyonda evimize düşen, bildiğimiz şampanya da bizi böyle eğlendiriyordu. Konuşmadan oturuyor; kâh saate, kâh şampanyaya bakıyorduk. Saatin yelkovanı on ikiye beş kalayı gösterdiği sırada şişelerden birini usul usul açmaya başladım. İçtiğim votkadan gücüm mü azalmıştı, yoksa şişenin dışı fazla mı ıslaktı, orasını bilmem artık... Sadece şunu anımsıyorum: Mantar patlayarak havaya uçarken şişe elimden kaydı, yere düştü. Şarabın yalnız bir bardak kadarı dökülmüştü, çünkü şişeyi hemen yakalamış, köpüren deliğe parmağımı tıkamıştım. iki kadehe şampanya doldurarak; —Hadi, yeni yılımız kutlu olsun! içelim! dedim. Karım kadehini eline aldı, korku dolu gözlerini bana dikerek; —Şişeyi düşürdün, değil mi? dedi. Yüzü korkudan sapsarıydı. —Evci, düşürdüm. Ne çıkar bundan? Kadehini masanın üstüne bıraktı. —Çok kötü! dedi. Kötüye alamet. Yeni yılda başımıza bir felaketin geleceğine işarettir. Baktım, yüzü daha çok sararmıştı. —Ne basit şeylere inanıyorsun? diyerek içimi çektim. Bir de akıllı geçinirsin. Şu söylediklerin köylü sütninelerin sayıklamalarından farksız! Hadi, iç! —Keşke sayıklamış olsam... Ama bir şeyler olacak mutlaka! Göreceksin! Kadehine dudağını bile sürmedi, bir köşeye çekilerek düşüncelere daldı. Ben boş inançlar konusunda herkesin bildiği lafları söyledim, açlığımız şişenin yarısını içtim, odada biraz gezindikten sonra dışarı çıktım. O durgun, soğuk güzelliğiyle ayazlı, ıssız bir gece vardı dışarda. Ay ile onun yanındaki pamuk yığını görünüşlü iki parça bulut birbirine yapışmışçasına tepemde kımıltısız duruyor, sanki bir şeyler bekliyorlardı. Bulutlar arasından sızan hafif, saydam bir ışık toprağın beyaz örtüsünü kirletmekten korkarcasına kar yığınlarını, demiryolu settini belli belirsiz aydınlatıyordu... Sepsessizdi ortalık... Demiryolu setli üzerinde yürüyordum. Işıltılı yıldızlarla bezenmiş gökyüzüne bakarak; “Salak kadın! Bazı belirtilerin doğru çıktığını kabul etsek bile başımıza ne gibi kötü bir şey gelebilir? Yıllardır tattığımız bunca mutsuzluk, şimdi yüz yüze olduklarımız öylesine büyük ki, daha kötüsü düşünülemez! Yakalanıp kızartılmış, yenilmek üzere masaya konulmuş balığın başına başka hangi felaket gelebilir?” diye düşünüyordum. Dalları karlarla kaplı yüksek kavak ağacı mavimsi karanlıkta kefene bürünmüş bir dev gibi dikiliyordu karşımda. Kederli, hüzün dolu duruşundan benim gibi o da yalnızlığı biliyor gibiydi. Uzun zaman gözlerimi ayıramadım kavaktan. Düşüncelerimi sürdürdüm: “Gençliğim boş yere harcandı gitti. Küçücük çocukken annemi, babamı yitirdim, liseden kovuldum. Soylu bir aileden gelmeyim, ama eğilim, öğrenim görmeden büyüdüğüm için bildiklerim basit bir demiryolu yağcısınınkinden fazla değil. Ne yuvam var. ne akrabalarım, ne dostlarım, ne de sevdiğim bir işim... Beceriksizin biriyim, o yüzden gençliğimin en verimli çağında küçük bir istasyona şef olmaktan başka bir şeye yaramadım. Başarısızlıklardan, musibetlerden başka ne gördüm ki? Öyleyse başka nasıl bir felaket olabilir?” Uzakta kırmızı ışıklar göründü. Bana doğru bir tren geliyordu. Sessizce uyuyan bozkır tren gürültüsüne kulak vermiş gibiydi. Düşüncelerim öylesine acıydı ki, sanki yüksek sesle düşünüyordum, telgraf direklerinin inlemesi ile trenin uzaktan gelen gürültüsü de düşüncelerime katılıyordu. Şunları söylüyordum kendime: “Çektiklerimin ötesinde daha ne felaket olabilir? Karımı mı yitireceğim? Yitirsem bile korkunç bir şey değil ki... insan kendi vicdanından bir şey gizlememeli: Sevmedim, sevemedim onu. Evlenirken çocuk yaştaydım. Şimdi genç, sağlam, güçlü bir erkeğim; karımsa çöktü, yaşlanıp aptallaştı, kafası boş inançlarla doldu. Sırnaşık sevgisinde, çökkün göğsünde, sönük bakışlarında bir güzellik bulunabilir mi? Onu sevmiyorum, zar zor katlanıyorum işte... Öyleyse başka nasıl bir felaket gelecek başıma? Hani nasıl derler, gençliğim bir tutam sevgi uğruna uçup gidiyor. Kadınlar vagon pencerelerinde kayan yıldızlar benzeri bir an gözüküp kayboluyorlar. Sevgiyi bulamadım, ilerde de bulamayacağım... Erkekliğim, dinçliğim, sevmeye hazır yüreğim böyle böyle yok olacak. Bendeki bu değerler bozkırın ortasında süprüntü gibi, beş para bile etmiyor...” Tren gürültüyle, uçarcasına yanımdan geçti gitti; kırmızı pencerelerinden düşen ışık beni aydınlatırken umursamadığı belliydi. Çok geçmeden bizim küçük istasyonun yeşil ışıkları önünde durduğunu, kısa bir süre eğlendikten sonra yoluna devam ettiğini gördüm, iki fersah daha yürüdüm, geriye döndüm. Hüzünlü düşünceler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Şimdi bile anımsarım, bunlardan duyduğum bunca acıya karşın sanki daha hüzünlü, daha koyu olmaları için çabalıyor gibiydim. Biliyor musunuz, uzağı görmeyen, onurlarına fazlaca düşkün insanların öyle anları olur ki, mutsuzluklarını düşünmek onlara bir çeşit haz verir, hatta çektikleri acılarla kendi kendilerine caka satarlar? Düşüncelerimin çoğu gerçeği yansıtmakla birlikte saçma sapan, öğünmeye benzer olanları da vardı. Kendi kendime “Daha ne gibi bir felaket olabilir?” diye sorarken bile çocukça böbürleniyor, dünyaya meydan okuyor gibiydim. istasyondan dönerken aynı düşünceler geçiyordu kafamdan: “Peki, daha ne olabilir? Katlanmadığım başka ne kaldı? Hastalık mı çekmedim, para mı kaybetmedim, her gün amirlerimden azar mı işitmiyorum, açlık mı çekmiyorum, istasyonun bahçesine kuduz kurtlar mı girmedi? Daha ne istiyorsun? Aşağılandım, küçük düşürüldüm... Ben de başkalarını küçük düşürmedim değil. Yapmadığım bir şey kaldı, o da suç işlemek! Ancak suç işlemeye yatkın bir adam değilim ben. Mahkemeye gelince, ondan korkmam zaten...” İki bulut parçası ayın yanından uzaklaşmışlar, biraz ötede öyle bir yan yana durmuşlardı ki, sanki ayın duymasını istemedikleri bir şeyi birbirlerine fısıldıyorlardı. Bir esinti bozkırın üzerinden geçerek, uzaklaşan trenin boğuk uğultusunu süpürüp götürdü. Eve vardığımda eşikte karımla karşılaştım. Beni görünce gözlerinin içi güldü, yüzü sevinçle aydınlandı. —Sana vereceğim haberler var! diye fısıldadı. Hemen odana git de yeni setreni giy. Evimize konuk geldi. —Ne konuğu? —Deminki trenle yengem Natalya Petrovna geldi bize. —Hangi Natalya Petrovna? —Amcam Semyon Fiodoroviç’in karısı, canım! Kendisini tanımazsın. Çok hoş, iyi bir kadındır... Karım bunları ciddi bir yüzle, çabuk çabuk fısıldayarak söyleyince ben de somurtmuş olmalıyım. —Bize böyle bir günde gelişi garip ama, ne olur, asma suratını. Ona anlayışlı davran! Ne yapsın, bahtsız bir kadın. Amcam Semyon Fiodoroviç çok katıdır, böyle zorba bir adamla geçinmek olanaksız. Yengem kardeşinden mektup alana değin bizde topu topu birkaç gün kalacakmış. Karım zorba amcasından; genelde insanların, özellikle de genç kadınların zayıflıklarından; herkese, hatta suçlulara dahi kapımızı açık tutmamızdan filan bir sürü abuk sabuk laflar etti. Ben bu sözlerden pek bir şey anlamadıysam da yeni setremi giyip “yenge hanım”la tanışmaya gittim. Sofrada iri, kara gözlü, çıtıpıtı bir kadın oturuyordu. Yoksul soframız, boz renkli duvarlar, doğramacı elinden çıkma hantal kanepe, odadaki her şey, havada uçuşan tozlar bile evimize yeni gelmiş, çevresine anlamlı bir koku saçan, genç, güzel ve günahkâr kadının varlığıyla canlanıp şenlenmişti. Yengemizin ahlakça zayıf bir kadın olduğunu gülümsemesinden, süründüğü kokudan, kendine göre bakışından, kirpiklerini oynatışından, namuslu bir kadın olan karımla konuşurken sesine verdiği tondan anlamıştım. Kocasından kaçtığını, onun hem yaşlı, hem de zorba bir adam, kendisininse iyi yüreğe sahip bir kadındı. Daha ilk bakışta her şeyi anlamıştım. Onun yapısında bir kadını benim gibi ilk bakışta anlamayacak tek erkek kalmış mıdır Avrupa’da, hiç sanmıyorum... Cici yengem gülümseyerek elini uzattı. —Yeğenim olarak böyle iri bir erkeğin karşıma çıkacağını aklımdan bile geçirmezdim, dedi. —Ben de bu kadar güzel bir yengem olduğunu bilmiyordum, karşılığını verdim. Akşam yemeğine yeniden başladık, ikinci şampanya şişesinin mantarı da patlayarak havaya uçtu. Yenge hanım bir dikişle yarım kadeh içli, karım bir aralık dışarı çıktığında ise sıkılmayı bırakarak koca bir kadehi yuvarladı. Hem içtiğim şampanyanın, hem de böyle bir kadının yakınlığının etkisiyle mest olmuştum. Şu ünlü şarkıyı anımsamaz mısınız? Kara gözler, şehvetli gözler, Yakıcı, güzel gözler! Sizi ben ne kadar seviyorum, Sizden ne kadar korkuyorum! Ondan sonra neler olduğunu ben de bilmiyorum. Aşkımın nasıl başladığını bilmek isteyen biri varsa roman, uzun uzun öyküler okusun; benden öğrenmek isterse ona tek söyleyeceğim, gene aynı budalaca şarkının sözleriyledir: Anladım ki, sizi gördüğüm gün. Uğurlu bir gün değilmiş... Her şey tepetaklak oldu. Beni bir tüy gibi döndürerek uçuran korkunç, kudurgan kasırgayı hiç unutmuyorum. Kasırga beni uzun zaman burgacında çevirdi, yeryüzünden karımı da, yengenin kendisini de, benim tüm gücümü, kuvvetimi de süpürüp götürdü. Ondan sonra bozkırdaki o küçük istasyondan alıp bu karanlık sokağa fırlattı. Şimdi söyleyiniz: Başıma daha ne felaket gelebilirmiş?

  • ARTIK FACE'DE GÖRÜNMEYECEĞİM

    1967 OCAK .İstanbul.Türkiye'nin en büyük ikinci sineması (birincisi Diyarbakır Dilan) FİTAŞ (Beyoğlu) Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 25.Sanat Jübilesi yapılacak. Sunucu Türkan Şoray. Günler öncesinden biletimi almışım.Heyecanla jübileyi bekliyorum. Ümit Yaşar kekeme birisiydi, şiirlerinde de özgeçmişinde de bunu yazar. Ne var ki şiir okudu mu ne kekemelik kalırdı ne tutukluk. Şiiristan, Adak, Bir Gün Anlarsın adlı şiirlerini okuduğunda salon alkıştan yıkılayazdı. Türkan Şoray ise olanca güzelliği ve çekiciliğine rağmen şiirlerin gölgesinde kalmıştı. Ve orada "Görünmeyen Adam" başlıklı andante şiirini okudu. Şiir okumanın,karşı cinsten birine aşık olmanın bir yaşı çağı vardır. Ve bu yaş şüphesiz hormonların zirve yaptığı evrelerdir. Yoksa yaş yetmiş, iş bitmiş zamanında değil. Hayalini bile kuramazsın. Dürtüler ayvayı yemiş çünkü. Bütün bu yaşamın acımasız kurallarına ve dayatmalarına rağmen, şimdilerde millet Face sayfalarında iki satır çiziktirilmiş yazıları okuyor. Yazan şair, okuyan da duygulu oluyor da öyle mi? Ritm yok, ahenk yok, duygu zaten yok. Kafiye, ölçü desen bilmediklerini, beceriksizliklerini örtmek için Modern Şiirde bunlar yoktur diyorlar. On-on beş kişi zor zoraki ağam beğendi diye adamda bir böbürlenme, bir caka fiyaka ki sorma gitsin. Bir diğeri işe girerim, işimi yaptırırım saikiyle bir partiye bilmem ne yardımcısı olarak yamanıyor. Eleştiriye açık, yoruma açık ve doğrulatmaya muhtaç ve sırf kendine paye çıkarmak adına paylaşımda bulunuyor. Öyle değil de böyledir dedin mi kızılca kıyamet kopuyor. Yaşı da içi de geçmiş zatı muhterem bir takım satırlar yazıyor şiir adına.. Ama şiirin kaliteli ve iyi okunmasını katletmek için Soğudca, Akadca, Latince, Farsça ölü arkaik kelimeler patlatıyor.Tabii okuyucunun bunları, anlamasına, bilmesine imkan yok. Zaten kendisi de bunun bilincinde olaraktan dipnot düşerek o kelimeleri açıklıyor. Şimdi düşünün bir şiir okuyor veya dinliyorsunuz. Birçok kelimenin anlamını bilemiyorsunuz. İp kopuyor ama siz, "bi dakka hemşerim ben bir dipnotu okuyayım da bu şiiri anlayayım" mı diyeceksiniz. Ne cinlik ama. Elinde android telefonla iki resim çekip bir de başlık patlattı mı oluyor sana gazeteci.Onlara zaten dokunamazsın bile. Eh bütün bu herc ü merç içinde benim gibi kalem efendisi boğulur, darlanır. Yaşar Kemal Ağrı Dağı Efsanesini yazarken Doğubeyazıt'a ve Iğdır'a gelmiştir. Ama Küp Gölünü görmemiştir. Şayet görseydi o su birikintisinde (köylüler Göl diyorlar) Gülbahar'ı boğdurtmazdı. Zira derinliği dizi bulmaz, dahası yazın ise kurur. Çapı ise on metre bile değildir. Orhan Kemal KAÇAK adlı romancığında ağayı öldürüp devrimci olmak modasına uygun olarak dul ve güzel Hacer'in evine sığınır. Birkaç gün sonra Hacer banyo yaparken çatı arasından Habip görür, dikizler. Sonra birlikte olurlar. Ve yazar 76 sayfa bu konuyu anlatır. Erotik kitapların ünlü yazarı Henry Miller'e taş çıkartır. Fakir Baykurt, Yaşar Kemal ile başlayan ağa öldürme geleneğini sürdürür. Devrimcilik önce ağaya isyan ve öldürme zırvalığığıyla başlar yani.Tırpan'da, köyün körpe güzeli Musdı Ağaya zorla verilir. Musdı Ağa düğünde o günlerin ABD aleyhtarlığına gönderme yapılacak ya, Smith Wessonunu çeker, aArt arda ateş eder. Sonra şarjörü değiştirir. O yıllarda Türk köylülerinde Smith Wesson yoktur. Nagant (Rus toplusu) ve revolver (İngiliz toplusu) vardır. Ayrıca Smith Wesson topludur. Yedek şarjörü de olamaz. Çok sonraki yıllarda şarjörlü üretime geçildi. En ünlü solcu gazeteci yazar Çetin Altan'ın çocuklarının adı Ahmet, Mehmet; Aziz Nesin'in oğlunun adı Ali. Ne tuhaf bir paradoks. Bir siyasetçi ile konuşuyorum. Bir arkadaşının paylaşımını rica ediyorum, olmaz diyor. Özelmiş, gizliymiş. Ah güzelim, herkese açık ve on binlerce kişinin görüp bildiği bir yazının özeli gizlisi nasıl olur ki? İki gündür haberlerde TSK Irak'ta harekatlarına devam ediyor, deyip duruyorlar. Harekat zaten çoğuldur. Ya harekat diyeceksin ya hareketler. Spikeri kınayamıyorum bile. Davutoğlu başbakanken defaatlerce dedik gibisinden cümle kurduktan sonra. Malum Prof kendisi... Veya Ce Ha Pa diyerek Türkçeyi katletmeleri. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ABD Başkanı Trump ile 15 dakika telefon görüşmesi gerçekleştirdiler diye Külliye'den açıklama geliyor.İki başkan telefonla görüştüler deseler olmaz. Bir tür veda yazısı olduğu için derdimi kısa anlatamıyorum.Zira kısa yazmak uzun vakit alır ve pek zordur. Dünyanın en matrak ve en ünlü ressamlarından birisi Picasso'dur.Esas adı şöyledir; Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Ruiz y Picasso. Kim aklında tutacak veya söyleyebilecek. Annesi babası dahil.

  • HAK YOLUNA ÇAĞRI

    İnsanları HAK YOLU'na çağırmanın zamanıdır. Çünkü zaman kötüdür. Batıl görüşler yayılmakta ve insanlığı boğmaktadır. Bazı devlet ve şirketler, halkları boğazlamak için durmadan silah üretmekte, başka milletlerin topraklarına el koymaktadır. Barışa susamış büyük insanlık hak ve adalete ulaşacağı günlerin özlemi içindedir. Küçük bir azınlık, dünyada var olan servetin büyük bölümüne el koymuştur. Zenginler, yoksulları ezmektedir. Ahlak bozuktur. Halka durmadan yalan söylenmektedir. Sömürücü ve zalimlerin efendiliklerini devam ettirmek için uydurdukları ahlak, bilinçsiz kitleleri de zehirlemektedir. Buna karşı HAK YOLU'nun ilkelerini savunmak ve yaymak acil görevdir, halkların gücünü birleştirerek sömürücü, zalim ve ahlaksızların saltanatlarına son vermek şarttır. İnsanlığın kentler kurmaya başladığı ve sınıflara ayrıldığı binlerce yıl öncesinden beri, HAK YOLU’nun önderleri ve savunucuları vardı. Bugün de Latin Amerika’dan Doğu ve Güneydoğu Asya’ya, Afrika’dan Avrupa’ya kadar milyarlarca insan Hak Yolunun yolcusudur. HAK YOLU, halk yoludur. HAK YOLU, dinlerle mücadele halinde değildir. Onun şiddetle karşı çıktığı, halk yığınlarının bir avuç sömürücü ve zalim tarafından aldatılması ve köle olarak kullanılmasıdır. Hak Yolu, hangi milletten olursa olsun, hangi dilden konuşursa konuşsun, hangi Tanrıya inanırsa inansın, bütün insanlığı kardeş olarak görür. Her birinin vazgeçilmez hakları olduğunu ve bu haklara herkesin sahip olması gerektiğini kabul eder. HAK YOLU, çağımızın insanlık için yüz karası olan emperyalizme ve her türlü hegemonyacılığa düşmandır. Her milletin kendi vatanında özgürce kendi geleceğini kurması gerektiğine inanır. HAK YOLU, insanın insanı sömürmesine karşıdır. Herkesin emeğinin karşılığını almasını savunur. HAK YOLU'nun yolcuları, kendileri için ne isterlerse başkaları için de onu isterler. HAK YOLU bilimin gösterdiği yoldan ayrılmaz. Bilim ve teknolojinin insanlığın zararına değil, halkların refah içinde yaşaması için kullanılmasını savunur. HAK YOLU, kadınların binlerce yıldır gasp edilen haklarını iade eder. HAK YOLU, toplumu yönetme hakkının ancak üretici ve emekçilerin hakkı olduğuna inanır. Emekçilere ve onlara hizmet eden bilim ve sanat insanları arasında düşünce ve ifade özgürlüğünü gerçekleştirir. Hiç kimsenin toplum üzerinde diktatörlük uygulamasına izin vermez. Toplumların aşağıdan yukarıya doğru seçilmiş yetkili organlar eliyle yönetilmesini savunur. HAK YOLU barışçıdır. Her türlü savaşa ve silahlanmaya karşıdır. Ancak pasifist de değildir. Toplumları köleleştiren ve çürüten akımlarla, kurum ve kişilerle etkin olarak mücadele eder. HAK YOLU mensupları yalan söylemez. Çünkü gerçekler onlardan yanadır. HAK YOLU’ndan gidenler, sade bir yaşamı tercih ederler. HAK YOLU, Köleci devirden başlayarak tarih boyunca ezilen sınıflar tarafından verilmiş kurtuluş mücadelelerinin mirasçısıdır. Hangi devirde, hangi sınıflar ve hangi milletler tarafından yaratıldığına bakmadan bunlar içinde halkın işine yarayanları seçerek alır ve kendine mal eder. HAK YOLU, dogmalara iltifat etmez. Çağın bilimsel ve sosyal gelişmelerine göre kendini yeniler. Dinlerin iyi insanlar için öte dünyada vaat ettikleri cenneti bu dünyada HAK YOLU’nda olanlarla kurmak mümkün ve gereklidir. (18 Temmuz 2019) zekisarihan.com

  • Gericilik Japonya'da da Olsa

    24 Büyük dünya patronunun G24 Zirvesi adı altında Japonya’da düzenlenen buluşmaya katılan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yaptığı görüşmelerden ne gibi bir sonuç aldığı tartışmalı ama o Türkiye’ye önemli bir kararla döndü. Japonya'da kız üniversitelerinin bulunduğunu öğrenmişti. Döner dönmez, sıcağı sıcağına YÖK başkanına Türkiye’de de kadın üniversitelerinin kurulması üzerinde çalışılmasını emretti. Artık geleceğimiz tek bir kişinin ağzından çıkacak kararlara göre biçimlendiğine göre, YÖK başkanının emredileni yerine getirmesi beklenir! İLİM ÇİN'DE DE OLSA Hazreti Muhammed’in “İlim Çin’de de olsa alınız” sözü ünlüdür. Çin çok uzaktı ama çok eski bir uygarlıktı. Hazreti Muhammed’in “uzak yakın demeyin. Olumlu görüş ve uygulamaları nerde görürseniz alın” anlamındaki tavsiyesi 12. Yüzyıla kadar parlak dönemlerini yaşayan bir İslam uygarlığının ilkesi oldu. Çin’de 1949’dan beri karma eğitim uygulanmaktadır. Bizimkilerin Çin’le ilişkileri yalnız ekonomik konulardadır. Oradan karma eğitimi alacak değillerdi. Daha ötede Japonya’da teknolojide çok ileri olmakla beraber, kadının toplumsal hayatta ikinci planda olduğu bir uygulamayı keşfediverdiler... Nitekim ileri Batı ülkelerinde de geçen yüzyıldan kalma geleneksel kurumlar hâlâ yaşamaktadır. İngiltere ve Kuzey Avrupa’da hâlâ kral ve kraliçeler var. “Bizde niçin olmasın?” anlayışı gelmiş başımıza oturmuştur bile. YÜZ YIL ÖNCEKİ EĞİTİM BAKANLARI BİLE Türkiye’de Üniversite 1900 yılında, Kız Üniversitesi ise 1914’te açıldı. Aradan 7 yıl ancak geçmişti ki 1921’de kızlarla erkekler aynı sınıf ve sıralarda ders görmeye başladı. Türkiye’nin tek üniversitesi İstanbul’daydı. Bu olay da gösteriyor ki, İstanbul Hükümetinin eğitim bakanları, bugün eğitime yön verenlerden daha ileri idiler. Türk milletinin esas yatağı olan köylerde kadın erkek birlikte imece yaparken, kasaba gericiliği kadınların eğitim ve sosyal hayata katılmalarını mümkün olduğu kadar kısıtlama yoluna gitmiştir. Sonunda okula gitmek herkes için kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelince bu ortaçağ artığı sınıf, şimdi hiç değilse kız ve erkeklerin okullarını ayırma sevdasındadır. Bu yeni bir çaba da değildir. 1990’larda iktidarı ele geçirmiş gericilik, düzenlediği eğitim şuralarında dağıttığı kitaplarda Amerika’da yalnız kadınların öğrenim gördüğü üniversitelerin sayısını yayımlıyor ve Türkiye’de de böyle olmasını istiyordu. Gene 1990’larda eğitimi özelleştirme ve paralı hale getirme planlarını yürütürken Güney Kore ve Japonya’daki özel okul sayılarını keşfetmişlerdi. KANUN: KARMA EĞİTİM ESASTIR Ne var ki Türkiye, 1924’te bütün ilkokullarda, 1926’da da ortaokullarda karma eğitime geçmiştir. 1973 tarihli 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu karma eğitimin esas olduğunu emrediyor. Yalnız kız veya erkeklere öğretim vere gelmekte olan bazı okullar da kanun gereğince karma hale getirildi. 2000-2001 öğretim yılından beri artık bütün okullarımız karma eğitim veriyor. İlkokuldan üniversite sonuna kadar karma eğitimden geçmenin insanı nasıl olgunlaştırdığını, hayata hazırladığını, bunun insan psikolojisi ve aile hayatında nasıl yapıcı bir rol oynadığını bütün eğitimciler bilir. Japonya’da üniversiteye devam eden kızların yüzde yirmilerde kalması, Türkiye’de ise bunun yüzde ellileri bulması çok anlamlıdır. Milletin yüz elli yıl boyunca çağdaşlaşma yolunda edindiği kazanımları onun elinden tek tek almaya çalışan bir feodal zihniyet, eğitimde yaptığı bunca tahribat yetmiyormuş gibi şimdi de kız olsun erkek olsun öğrenim gören gençlerimiz için yeni bir tuzak hazırlıyor. Türkiye demokrasisi tek adam rejimine son vererek parlamenter demokrasiyi onun elinden geri almaya uğraşırken başımıza gelen şu işe bakın! (7 Temmuz 2019) zekisarihan.com

  • Nefret

    “İnsan doğası denen bir şey yoktur, insan toplumsal ilişkilerin bir sonucudur”. Marx Sözlüğümüz, nefret kelimesini; “1. Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu. 2. Tiksinme, tiksinti” olarak tanımlamıştır. Nefret, insana ait bir duygudur. Yıkıcılığın ve negatifliğin dışa vurumudur. Yoğun düşmanlığı getiren, yitirilen bilinçlerin duygusudur. Anlama kapasitenizi daraltarak, gözlerinizin hışımla kısılmasına ve etrafa çatık kaşlarla bakmanıza sebep olan urdur. İnsanoğlunun karanlık tarafıdır. Zayıflığı ve çaresizliği de getirmektedir. İnsanın kalbinde kanayan bir yaradır. Kapanmayan bir hesabı anlatmaktadır nefret... Hoşgörüye, kişinin yaşama açılan penceresinin ortaklaşmaya kapalı olmasıdır. İnsanı kuşatma altına alarak kapatır ve adeta sürükler, yaralar, eksiltir. İnsanın kendisini de yıpratmayı göze almasıdır. Sürekli olarak devam eden bir durumdur. İnsanın değerlerine ve nesnelliğine zarar vermektedir. İnsanın içini yakan bir kaybetmişlik duygusudur. Egosal bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Kişinin özerklik işlevinin kaybıdır. İnsanın, doğal sevgisini kaybetmesini getirmektedir. Kişi nefret ettiği insanları dışlama yönündedir. Dışladığı kişiye karşı empati kurması zorlaşmaktadır, karşı tarafı anlayamaz hale getirmektedir. Nefret edilen, değer açısından değersizliği getirir. Nefret de asla karşındakinin iyi ve doğru tarafını göstermez. Onun içindir ki, nefretin gözü kördür. Zehir zemberek acı bir meyveye benzemektedir. İçinizdeki tüm güzellikleri kirletmektedir. İnsanın hayata bakış açısını olumsuz yönde değiştirmektedir. İnsana gereksiz bir yük getirir. İnsana olumsuz yönde hakim olabilmektedir. Doğaya, insanlığa, güzelliğe aşka kalbini kapatmaktır. Analiz eksikliğini ortaya çıkarır. Yorucudur ve insanı tüketmektedir. Kötümser olmayı, öfkeyi beslemektedir. İnsanı içinden çıkılamaz bir kısır döngüye götürür. Duyguları köreltmektedir. Nefret eşduyumun yitimidir. Bir diğer canlıyla aradaki bağın kopmasıdır. Ötekini görememektir, onu anlayamamaktır, ona nasıl karşılık vereceğini, ona göre nasıl konumlanacağını bilememeyi getirmektedir. Nefretin bir sonu, sürekli harmanlandığı zaman yoktur. Peşinden yıkım ve acıyı getirmektedir. İnsan olmaktan çıkıştır. Emek harcanmasına gerek yoktur. Olayı anlamayı getirmez. Soruların cevabını bulmak için beyni yormak zorunda kalınmaz. Etrafınızdakileri de sarmaktadır. Kolaylıkla yayılabilmektedir. İktidarın gücü ile birleşince, önüne geleni sürükleyen bir yıkım aracına dönüşmektedir. Nefrette, reddetme, inkâr ve tahammülsüzlük duyguları egemen olmaktadır. Nefret duygusunun sarmalına dolanan insan, yaşamın felsefesini, varlık nedenini, canlı sevgisini tüm insani değerleri küçümsemektedir. Nefret, nefreti çağrır... Nefrette ortadan kaldırmaya giden bir süreç vardır. Nefret başa geçtiğinde; kin, öç, intikam peşinden gelmektedir. Arkasından sancılar, acılar, gözyaşları yerini almaktadır. Nefret nefreti besleyip büyütür. Nefret eken sevgi değil, nefret biçiyor. Yok etmeyi getirir. Rakel Dink'in dediği gibi "Bir bebekten katil yaratırlar..." Mandela şöyle diyordu: “Düşmanlarımdan nefret edersem, onlar kazanmış olur. Çünkü onların güç aldığı siyaset, nefret üzerine kuruludur. Ben onca yılı hapiste, düşmanlarıma kin duymayarak ve onlara benzemeyerek geçirdim”. Nefret sözleri kırıcılığı simgelemektedir. Nefret söyleminin temelinde önyargılar, ırkçılık, yabancı korkusu, ayrımcılık, tarafgirlik, cinsiyetçilik ve homofobi bulunmaktadır. Kadınlara, cinsel kimliklere, yabancılara ve göçmenlere, değişik inançlara ve mezheplere engellilere ve çeşitli hastalıklara yönelik de olmaktadır. Spor alanının da yeri hazırdır. Bu tip söylemler aynı zamanda ırkçılık ve şiddet içeren ifadeleri de kendi içersinde barındırmaktadır. “Rum hırsız”, “Ermeni katil”, “Romen dolandırıcı” “hırsız ibne” çıktı vb... Bir kesimi savunmasız, zayıf gösteren şiddete meyilli sözlerdir. Hoşgörüsüzlükten kaynaklanmaktadır. Ötekileştirmeye ve yalnızlaştırmaya yönelik, ön yargılardan beslenerek nefreti yayan, teşvik ederek, savunan ifade biçimidir. Bu hiyerarşik yapıyı, eşitsizliğe destek veren araç konumundadır. Nefret söylemi genellikle siyaset tarafından kullanılmaktadır. Farklı olana tahammülsüzlüğü getirir. Kısmi medya ile beslenip, büyütülmektedir … Kısmi medya egemen ideolojinin bir aygıtı olarak milliyetciliği, ırkçılığı yeniden üreterek toplumsal öfke ve nefretin ötekilere karşı yönelmesine neden olmaktadır. Nefret söyleminin en belirgin özelliği mağdurlarını sessizleştirerek sunmasıdır. “Nefret söylemi”, şiddeti, zulmü desteklemektedir. Yıkıcı etki yaratarak toplumsal barış ve huzuru önemli ölçüde zedelemektedir. Facebook duvarı ve Twitter gönderileri bazı kullanıcıları tarafından da nefret söylemi yayılarak kullanılmaktadır. Nefret yaşamımızda öne geçmemeli. Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Her arar isen kendinde ara” sözü önemsenmelidir... Nefret söylemini engellemenin yolu öncelikle onu üretmemekten geçmektedir. Barış dilinin oluşturulması bir arada yaşama kültürüne katkı sağlayacaktır. “Yaşa ve yaşat” felsefesini özümsenmelidir. Vicdanları duyarlı kılma adına nefrete icabet etmemek gereklidir. Büyüklük göstermek kalben huzuru da getirecektir. Kurtlar Vadisi gibi nefreti körükleyen yapımlar yerine hoşgörüyü anlatan yapımlar izleyiciye sunulmalıdır. Eleştirel Yeni Medya Okur Yazarlığı geliştirilmelidir. Toplumun bilinçlendirilmesine katkı sunulmalıdır. Önyargıdan kurtulmak ancak doğru bilgiye sahip olmakla mümkün olacaktır. Eleştiri, sorgulama kültürü ve hoşgörü geliştirilmelidir. “Akraba Akreptir” ile atasözlerine uzanan bir olgunun toplum yaşamından çıkarılması yararlı olacaktır. Sanata önem ve yaygınlaştırılmasına katkı verilmelidir. Yıkıcı duyguların yerine yapıcı duygularla hareket edilmelidir. Nefret söylemini önleyici nitelikte olmak üzere, tarihsel bir yüzleşme yapılmalıdır. Özgür Karakaya ozgur694@hotmail.com

  • 23 Haziran Seçimleri Üzerine

    HALKIN GÜCÜ BAŞARDI 22 Haziran günü, içimde yarın sandığa gidecekmişim gibi bir his vardı. Seçim günü plan 23 Haziran’da da aynı duyguyla uyandım. Nerdeyse giyinip tıraş olacaktım ki, Ankara’’da oturduğumu, seçimin İstanbul’da olduğunu hatırladım. Bu durum, İstanbul Belediye Başkanlığı için yenilenen seçimlerin aslında İstanbul değil Türkiye seçimi olduğunu gösteriyor. İstanbul’un nüfus yapısı bakımından bütün Türkiye’yi temsil etmesi bir yana seçim çalışmaları da bütün Türkiye’ye yayılmıştı. Türkiye’nin demokrasi tarihinde, sonuçları 23 Haziran seçimleri kadar merakla beklenen bir seçim olmuş mudur bilmiyorum.31 Mart seçim sonuçlarının akla ziyan gerekçelerle iptal edilmesi üzerine 23 Haziran seçimlerinin Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu tarafından yeniden kazanılacağı belli gibiydi. Belediyenin kaynaklarına varıncaya kadar bütün propaganda araçlarını sonuna kadar ve son ana kadar devreye sokan iktidar bloğu durumu seziyor, son bir umutla Tayyip Erdoğan’ı sahaya indiriyordu. DEMOKRASİ TSUNAMİSİ Doğrusunu söylemek gerekirse İmamoğlu’nun bu üç aydan kısa sürede aradaki 13.729 oy farkını 56’ya katlayarak 808.426’ya çıkaracağını, İktidar adayının Yüzde 44.99 oyuna karşılık oyların yüzde 54ç21’e çıkaracağını hemen hiç kimse tahmin edemezdi. 31 Mart seçimlerinden hemen sonra “Daha Büyük Farkla” başlıklı yazımda oran vermemekle birlikte ben aradaki farkın yüzde 2 olabileceğini tahmin ediyor, bu şartlarda bunun büyük bir zafer olacağını düşünüyordum. Bu farkın yüzde 9’a çıkması İstanbul Belediye seçimlerinde görülmemiş bir durumdu. Bu durum büyük bir dip dalgasının harekete geçtiğini gösteriyor. 23 Haziran gecesine kadar herkesin birbirine sorduğu soru şuydu. “AKP, seçim sonuçlarına rıza gösterecek mi?” Buna benim verdiğim yanıt şuydu: Aradaki fark büyük olursa razı olmak zorunda kalır. Ancak iktidarın başkanı çalıştırmamak için yapmayacağı yoktur.” Bunu zaten iktidarın en yetkili kişisi kendisi söylüyordu. Herkes bunu duydu. Fakat dip dalgası bir tsunami hâlini alınca, iktidar yelkenleri suya indirmiş görünüyor... Yenilenin yenilgiyi kabul etmesi ve kazanana başarılar dilemesi, olağanüstü bir durum gibi algılanıyor! Hangi dağda kurt ölmüştü? Kurt, dağda değil, seçim sandıklarında ağır bir yara almıştı ve muhtemelen artık bu yarasını saramayacak! DİKTATÖRLÜK KAYBETTİ Seçim akşamında seçim sonuçlarının kendini belli etmesinden beri televizyonlarda ve gazetelerde yorum sağanağına tutulmuş durumdayız. AKP-MHP İttifakı neden kaybetmişti? Bu seçim sonuçlarını nasıl okumalıydık? Bundan sorma neler olabilirdi? Bu tarihî seçim sonuçları için yapılmadık yorum kalmadı ve bunlarda birçok gerçeğe vurgu yapıldı? Ben de bundan önceki seçimlerde olduğu gibi, kendimi bu seçimler hakkında birkaç ana noktaya değinmek zorunda hissediyorum. Bu bir yurttaşlık hakkı ve görevidir. Bu görüşlerimden ötürü bir partiden atılma riskim de yok! O, 2012’de gerçekleşti, ben de çok rahatladım… KAYBEDEN: Irkçılık ve gericilik, saldırganlık, yalancılık, siyasi zorbalık, kışkırtıcılık, kamplaştırma, düşmanlık, fitne ve fesat, kibir, hakaret dili kaybetmiş, demokrasi, birlik, kardeşlik, hoşgörü, dürüstlük, sevgi kazanmıştır. ERDOĞAN’IN DURUMU: Kendini tek yetkili sayan ve hukuku da buna göre düzenleyen Tayyip Erdoğan’ın prestiji çok ağır bir yara almıştır. Kaybetmeyi hayalinden bile geçirmediği bir dönemde söylediği “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” sözü ona aittir. Şimdi Millet İttifakının, İstanbul’u yüzde 54.21 ile alması ve İstanbul’un 39 ilçesinden 28’nde İmamoğlu’na daha çok oy çıkması nedeniyle Erdoğan Türkiye’yi gerçekte kaybetmiştir. Sonuçları ölçü alarak istifa etmesi gerekirdi ancak iktidar hırsı nedeniyle ondan böyle bir şey beklenmiyor. Seçimin kaybeden tarafı, sonuçları kendi zaferleri gibi göstermeye çalışıyor. Neymiş? Sandık, onların aşkıymış ve sandık sonuçlarına rıza gösteren bu Cumhur İttifakı’nın ne kadar demokrat olduklarını anlamamız gerekiyormuş. Doğrusu ise şudur: İktidarı hiçbir biçimde bırakmamaya ant içmiş bir siyasi akım, bunun için kırk takla atsa da halkın gücüyle baş edememiştir. Bundan sonra neler olabileceğini gelecek yazıya bırakalım. (26 Haziran 2019) zekisarihan.com

  • Ben Neden Böyleyim

    KÂZIM KARABEKİR HAKLI ÇIKTI 17 Nisan 1940 günü TBMM’nde Köy Enstitüleri Yasası görüşülürken çok az mebus söz almıştır. Tek Parti döneminin Meclis hayatını bilmeyenler, enstitülere karşı olan mebusların o gün Meclise gelmediğini ileri sürüyorlar. Oysa o dönemde Meclis’e devamsızlık yaygındır. Bunun nedeni de Meclise gelen her tasarının zaten kanunlaştığını gören mebusların devam etmekte bir yarar görmemiş olmalarıdır. Köy Enstitüleri Yasası görüşülürken söz alan birkaç kişiden biri Kâzım Karabekir’dir. Karabekir Enstitü yasasını benimsemektedir, yalnız küçük bir tereddüdü vardır. Bunu kürsüde yasa tasarısını tek tek okuyup sorulara yanıt veren Bakan Hasan Ali Yücel’den sorar. Enstitüler yalnız köylerden öğrenci alacaktır. Bu çocuklar, köylerin arasında kurulan Enstitülerde beş yıl öğrenim gördükten sonra şehirlerle temas etmeden gene köylere gönderileceklerdir. Bu durum köy çocuklarında bir “zümre şuuru” uyandıracak olmasın! Karabekir’in kaygısı budur. “Zümre şuuru” dediği o dönemde şiddetle yasak olan “sınıf bilinci”dir. Hasan Ali Yücel onun endişelerini gidermeye çalışır: CHP, bütün okullarda memleket evlatlarına aynı programı okutmaktadır, Bu program imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle olduğumuzu söyler. Dolayısıyla köy çocuklarının bir sınıf bilincine kavuşacaklarından endişe etmeye mahal yoktur! 1940 koşullarında köy enstitülerinde yeşeren solculuk gerçekten de orada uygulanan programlardan ve öğretmenlerin telkinlerinden kaynaklanmış değildir. Köye ve köylüye hizmet aşkıyla yetiştirilen bu gençlerin yurtsever birer Atatürkçü olduğunda şüphe yoktur. Şehir okullarında yetişenlerden farklı olarak bunlar, içinden geldikleri köy toplumunun ihmal edildiğini, şehirle köy arasında korkunç bir uçurum olduğunu görmüşlerdir. Bunu görmemek için de zaten gözlerinin kör olması gerekirdi. Zaten hepsi görmüş de değildir. Enstitülerde cadı kazanının kaynatılması için birkaç kıvılcımın parlaması bile yeterliydi. Karabekir, Kurtuluş Savaşı yıllarında da, İsmet Paşa tarafından alındığı Mecliste de Türk ticaret burjuvazisinin sözcüsüdür. Burjuvazi kentin bir ürünüdür. Burjuva ideolojisi ve kültürü kentlerde yaygındır. Karabekir’in köy çocuklarının bu kültürle tanıştırılarak burjuvazinin çıkarlarına göre yetiştirilmelerini, emekçi sınıfların ideolojisinden yalıtılmalarını istediği aşikârdır. BEN NEDEN BÖYLEYİM? Ben bir köy enstitünde değil, onun devamı olan bir öğretmen okulunda okudum. Enstitüler kapatıldıktan dört yıl sonra 1958’de o okula kaydoldum. Fakat okulumuzun kuruluşu ve biz köy çocuklarının yetişme koşulları aynıydı. Yani köyden alınıyor, köylerin arasında kurulmuş bu okulda altı yıl, şehirle temas etmeden öğrenim görüyor ve gene köylere gönderiliyorduk. Biz de enstitülerde olduğu gibi, kent okullarında uygulanan müfredata bağlıydık. Aramızdaki fark onların burjuva kültüründen etkilenmesine karşılık bizim o kültürle temas edemiyor olmamızdı. 27 Mayıs Devriminden iki buçuk yıl sonra, 16 Aralık 1962’de bir Amerikalı uzman okulumuzda incelemeler yaptı. Öğrencilerle de görüştü. Okulumuzun bir şehir kıyısına taşınacağı projesinden söz etti… Dönemin fikir genişliği ortamında birçoğumuz devrimci görüşleri benimsedik. Fakat kent kültürü dairesine girmedik. Örneğin ben sporla, futbolla hiç ilgilenmedim. Hiçbir maça gitmedim. Spor toto ve kumar oynamadım. Tommiks, Teksas gibi Amerikan çizgi romanlarını okumadım. Hayat ve Ses “mecmua”larını değil, sanat ve edebiyat dergilerini okudum. Dans etmeyi öğrenmedim. Yıldız falıyla ilgilenmem. Boyun bağını zorunlu olduğum için taktım. Bol paçalı pantolon giymedim. Kızların mini etek giymelerini, erkeklerin saç uzatmalarını da her zaman yadırgadım. Şortla denize girerken bile utanırım. Pahalı lokantalarda yemeğe verilen parayı ziyan sayarım. İçkiye alışmadım. Yaş günü kutlamam. Bunun anlamı, benim ve benim konumumda olan arkadaşların devrimci düşüncelerle tanışmış olmamıza rağmen burjuva şehir kültürüyle temas etmemiş olmamızdır. Sosyalizm sanki kentlere uğramadan uçup gelmiş, bizi bulmuştur. Bu iyi mi olmuştur, kötü mü olmuştur? Bana göre bu bize bazı artı değerler kattı. Kentli burjuva ailelerinin çocuklarından da devrimciler yetişmemiş değildir. Fakat onların devrimciliği ile bizimkiler arasında farklar vardır. Onlar çabuk parlamışlar ve çabuk sönmüşlerdir. Yenilgi anlarında ya umutsuzluğa kapılıp pasifleşmişler ya da kendi sınıflarının savunuculuğuna soyunmuşlardır. Emekçi kitlelerle (işçi ve köylülerle) kopmaz bağları olanların saf değiştirmesi ise zordur. Kanımca Kâzım Karabekir, kaygılarında haklı çıktı. Bunu kendi yaşamımdan görüyorum. Köylerden alındık, köyler arasında kurulan bir okulda okuduk ve şehirle temas etmeden (burjuva kültürüyle donanmadan) gene köylere atandık. Bu atmosferde edindiğimiz devrimci kimlik de hayat boyu bizi bırakmadı. (3 Haziran 2019) zekisarihan.com

  • İmkansız Uzaklara

    silkin at çağın ötesinden gelen kamburunu, urunu ve korkularını kır buzullarını donmuş vadilerin mor menekşeli sıra dağları yeniden kur promethus’un ateşi hiç sönmedi ki spartakus’un bakışları bizle ayakta rosa’nın gözleri savurur fırtınaları sıyır paslanmış metalleri sürgün edilmiş coğrafyandan çelikten kuşan yanardağ bedenini kıpırda kıpırda da görsün dünya alem kumdan kaleleri gözün bulabileceği kalbin dokunabileceği usun güneşle buluşacağı gülüşlerin gökyüzü olacağı imkansız uzaklara koş yanı başındaki uzaklara #EDEBİYAT #ŞİİR #YUSUFAKSOY

  • YİTİK TEMENNA

    Yankısız övüntülerde yenilmelerin Yolların elinde rengârenk görüngüler. Eskil korkulardan geçmekte küçüklüğün Ve savunmasız izlerde didinmeler. Geçici siluetlerden dörtnala uzaklaşıp. Kaybolup bitik sevinçlerde; Gölgesinde hatıranın. Sessizliğin bölünüşünde saatlerin An’larla izler Alışkanlıkları. Zaman örüntülerinin yazgısında Yerleşik yabancılığın acısı. Ve kaybolur Bozgun yitikliğinde yazgının.

  • AVCI GRACCHUS

    İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu. Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu. Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu. Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı. Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi, taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı, taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini topladılar ve sonra kadına doğru uçtular. Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek selamladılar. Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak, gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar, içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış, galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu. Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar, dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı, kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu: “Sen kimsin?” – Adam şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı: “Riva Belediye Başkanı.” Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu: “Biliyordum, sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz, ben avcı Gracchus’um.” “Kuşkusuz”, dedi Belediye Başkanı. “Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi: “Salvatora”, -bu benim adım- “penceredeki güvercine bak!” Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: ‘Ölü avcı Gracchus yarın geliyor, kent adına onu karşıla.'” Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: “Evet, güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva’da kalacağıma inanıyor musunuz?” “Bunu henüz söyleyemem”, diye yanıtladı Belediye Başkanı. “Siz ölü değil misiniz?” “Ölüyüm”, dedi avcı, “görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya’da-bir Alp keçisini kovalarken kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.” “Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz”, dedi Belediye Başkanı. “Bir bakıma öyle”, dedi avcı, “bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği, yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum, yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.” “Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?” diye sordu Belediye Başkanı, alnını buruşturmuştu. “Ben”, diye yanıtladı avcı, “sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.” “Gülmüyorum”, diye itiraz etti Başkan. “Çok anlayışlısınız”, dedi avcı. “Hep hareket halindeyim. Ama çok neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah, ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var, herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum. Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman’da, Alp keçisini kovalarken kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık duvarların duyduğu şarkıyı duymadı. Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim. Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.” “Kötü bir yazgı”, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru itti. “Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?” “Hayır”, dedi avcı, “avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla dolu olan Kara Orman’da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. ‘Kara Orman’ın büyük avcısı’ diyorlardı bana. Bu suç mu?” “Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim”, dedi Belediye Başkanı, “ama bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?” “Kayıkçı”, dedi avcı. “Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta iyileşebilir. Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan atmak yeterli oluyor.” “Olağanüstü”, dedi Belediye Başkanı “olağanüstü bir şey. -Peki Riva’da bizim yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?” “Düşünmüyorum”, dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için elini Başkanın dizinin üstüne koydu. “Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.”

  • AVCI GRACCHUS / Franz Kafka

    İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu. Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu. Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu. Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı. Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi, taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı, taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini topladılar ve sonra kadına doğru uçtular. Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek selamladılar. Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak, gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar, içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış, galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu. Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar, dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı, kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu: “Sen kimsin?” – Adam şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı: “Riva Belediye Başkanı.” Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu: “Biliyordum, sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz, ben avcı Gracchus’um.” “Kuşkusuz”, dedi Belediye Başkanı. “Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi: “Salvatora”, -bu benim adım- “penceredeki güvercine bak!” Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: ‘Ölü avcı Gracchus yarın geliyor, kent adına onu karşıla.'” Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: “Evet, güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva’da kalacağıma inanıyor musunuz?” “Bunu henüz söyleyemem”, diye yanıtladı Belediye Başkanı. “Siz ölü değil misiniz?” “Ölüyüm”, dedi avcı, “görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya’da-bir Alp keçisini kovalarken kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.” “Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz”, dedi Belediye Başkanı. “Bir bakıma öyle”, dedi avcı, “bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği, yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum, yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.” “Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?” diye sordu Belediye Başkanı, alnını buruşturmuştu. “Ben”, diye yanıtladı avcı, “sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.” “Gülmüyorum”, diye itiraz etti Başkan. “Çok anlayışlısınız”, dedi avcı. “Hep hareket halindeyim. Ama çok neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah, ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var, herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum. Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman’da, Alp keçisini kovalarken kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık duvarların duyduğu şarkıyı duymadı. Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim. Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.” “Kötü bir yazgı”, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru itti. “Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?” “Hayır”, dedi avcı, “avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla dolu olan Kara Orman’da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. ‘Kara Orman’ın büyük avcısı’ diyorlardı bana. Bu suç mu?” “Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim”, dedi Belediye Başkanı, “ama bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?” “Kayıkçı”, dedi avcı. “Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta iyileşebilir. Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan atmak yeterli oluyor.” “Olağanüstü”, dedi Belediye Başkanı “olağanüstü bir şey. -Peki Riva’da bizim yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?” “Düşünmüyorum”, dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için elini Başkanın dizinin üstüne koydu. “Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.” #FranzKafka #ÖYKÜ #PazarÖyküleri

  • Gülhan Soyler Moeel

    * Yazarın tüm yazılarını görmek için Tarihin yanında yer alan adına tıklayınız * *** * *YAZARLAR SAYFAYA DÜZENLİ YAZARLAR. *EN AZ ÜÇ YAZIYLA YER ALIRLAR *EN AZ ÜÇ AYDA BİR YAZIYLA KATILIRLAR *KATILIMI AKSATANLARIN YAZILARI KALIR, AMA YAZAR SAYFALARI KALDIRILIR #YAZARLAR #ADALILAR #GÜLHANSOYLERMOOEL

  • İnsan Hakları

    “İnsan olmak büyük iştir; bütün bir yaşam bile bu işe yetmeyecektir” Bertolt Brecht Tarihten öğrendiğimiz kadarıyla ilk insan hakları düzeni Sümerlerde görülmektedir. İşçi, usta, işveren ilişkisini düzenleyen yazılı tabletler de bunun bir göstergesidir.İnsan hakları mücadelesi tarihin her döneminde kesintisiz devam etmiştir. Spartaküs, Romalı köle tacirlerine, Prometheus, mitolojik çağın tanrılarından ateşi alarak tiranlığa karşı durarak mücadelenin sembolü olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Yakın Çağın bireysel haklarla ilgili en önemli yazılı belgesi 1215 tarihli Magna Carta'dır. Kanunsuz tutuklamalara, mala el konulmasına, keyfi vergi alınmasına tepkidir. İngiltere‘de anayasal düzenin temelini atan 1689 tarihli Yargı Güvenceleri (Bill of Rights) parlamento ve vatandaş haklarını belirlemiştir. Thomas Jefferson tarafından 1776‘da yazılan on üç İngiliz sömürgesinin Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi (Virginia Haklar Bildirgesi) ise eşitliği, politik özgürlükleri, hükümet edenlerin sorumluluklarını düzenlemiştir. Bu beyanname, hükumetlerin halkın refahı için varolduğunu, güçlerini halktan aldıklarını belirtmektedir. .Fransa‘da feodalitenin tasfiye edildiği ve şimdiki anayasal düzenin temelinin atıldığı 1789 Evrensel İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi özgürlükleri, mülkiyeti ve yasa önünde eşitliği güvence altına almayı sağlamıştır.. 20. yüzyıl tarihi, emperyalist paylaşım ve sömürge halklarının sömürgecilere karşı verdikleri kurtuluş savaşlarının tarihi olduğu kadar insan hakları mücadelesinin de tarihidir. İnsanlığın bu yüzyıldaki en önemli kazanımlarından biri de 50 milyon insanın hayatına malolan II. Dünya Savaşı’nın bitiminden üç yıl sonra, 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan, insan temel hak ve özgürlüklerinin belirlendiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. İnsan haklarının kaynağı yaşamdır. Yaşam ayrımcılığın, ırkçılığın, yoksulluğun zihinlerden silinmesini getirir. Siyasal haklar demetiyle, hem ekonomik ve sosyal haklar demetiyle hem de dayanışma hakları kavramını içine alır. İnsanlık onurunu, eşitliği, özgürlüğü, barışı kapsamaktadır. Evrenselliği ve bütünselliği getirir. İnsan hakları insanı sadece korumakla yetinmez, geliştirmeyi de amaçlamaktadır. İnsanın yaşam kalitesini artırmaya yönelik her türlü uğraş da insan hakları kavramına girer. İnsanların, cinsiyeti, dili, dini, etnik kökeni, rengi, ekonomik ve sosyal konumu ve kültürel özellikleri bu haklardan yararlanmasına engel değildir. İnsan hakları, insana saygı gösterilmesiyle, bütün insanların bu değer ve saygınlığa ulaştırılması için çaba sarf edilmesi gerektiğini anlatır. İnsan hakları, insanın onuruyla yaşaması için gerekli olan tüm özellikleri ortaya koymaktadır. İnsanlık ve haklar bir “izne” tabi değildir ve izin verilerek yaşanmaz. Bunlar insan, hakları da hak olduğu için yaşanır. Çünkü insan hakta, hak insandadır . İnsan hakkı, hak da insanı korur. Bu haklar, insanların barış ve huzur içinde, eşit haklarla ve eşit insan olarak bir arada yaşamasını sağlayan unsurlardır. Adalete, halkın kendi kendini yönetmesine katkı sunmuştur. İnsan hakları, devletlerin, kültürlerin, coğrafyaların çizdiği sınırların ötesinde kabul gören vazgeçilmez bir değerler sistemi olarak çağdaş dünya düzeninin temelini de oluşturmaktadır. Muhyiddin Abdal’ın dizeleriyle insana uzanalım: “İnsan insan derler idi / İnsan nedir şimdi bildim / Can can deyu söylerlerdi / Ben can nedir şimdi bildim” ozgur694@hotmail.com

  • Kundakçı

    Sorgu yargıcının karşısında sıska mı sıska bir köylü duruyordu. Köylünün sırtında evde dokunmuş bezden alacalı bulacalı bir gömlekle yamalı bir pantolon vardı. Uzun sakalının kapladığı çopur yüzü, sarkık gür kaşlarının altından zorlukla seçilen gözleri, çoktandır tarak yüzü görmemiş karmakarışık saçlarının bir şapka gibi örttüğü başı adama iri, öfkeli bir örümcek görünüşü veriyordu. Köylünün ayakları çıplaktı. Sorgu yargıcı: – Denis Grigoryev, diye söze başlıyor. Yanıma yaklaş da sorularımı yanıtla. Bu temmuzun yedisinde demiryolu bekçisi İvan Semyonuv Akinfov sabahleyin demiryolunu denetlerken yüz kırk birinci kilometrede seni, raylarla traversleri birbirine bağlayan cıvata somunlarından birini sökerken yakalamış. İşte somun şurada. Senin çıkardığın somun. Öyle mi? – Ha? – Bekçi Akinfov’un anlattığı gibi mi oldu, diyorum. – Öyle oldu ya. – Peki, somunu niçin çıkardın? – Ha? – Sen şu “ha”ları bırak da sorduklarıma yanıt ver. Somunu niçin çıkarıyordun? Denis gözlerini tavana dikerek kısık bir sesle; – Gerekmese çıkarmazdım, diyor. – Somun ne işine yarar ki? – Somun mu? Biz somunu olta yapmada kullanırız. – Kim bu biz dediğin? – Biz işte, halk. Klimov köyünün adamları yani… – Bak kardeşim, karşıma geçip de aptal numarası yapma, doğru dürüst yanıt ver. Oltayı işe karıştırıp ne kıvırttırıyorsun? Yalan söyleme! Denis gözlerini kırpıştırarak mırıldanıyor: – Anamdan doğdum doğalı yalan söylemedim de şimdi mi söyleyeceğim? Olta ağırlıksız olur mu beyim? Oltaya küçük bir balık ya da kurt geçir bakalım, ağırlık olmazsa dibe gider mi? (Gülüyor.) Hıı, bir de yalan söylüyormuşum! Suyun yüzünde yüzen yemden hayır mı gelir? Levrek, turnabalığı, yayınbalığı hep suyun dibinden gider, suyun yüzünde yalnızca alabalık yakalanabilir. O da binde bir. Bizim ırmakta alabalık bulunmaz. Geniş suları sever alabalık… – Şimdi konumuz alabalık mı? Bunları ne anlatıp duruyorsun? – Ha? Kendiniz sordunuz da… Bizim burada beyler de böyle avlarlar. Parmak kadar çocuklar bile ağırlıksız olta kullanmaz. Ama işten anlamayanlara bir diyeceğim yok. İnsan budala olursa… – Demek, sen bu somunu oltaya ağırlık takmak için çıkardın? – Elbette, oyuncak diye kullanacak değildim ya! – Ağırlık için kurşun, mermi, çivi filan bulamadın mı? – Kurşunu nereden bulacaksın? Satın almak gerekir. Çiviyse bir işe yaramaz… Somundan iyisi can sağlığı. Hem ağırdır, hem deliği var. – Şuna bak, kendini aptal göstermeye çalışıyor! Sanki anasından dün doğmuş, dünyadan haberi yok… Sersem herif, somun çıkarmanın ne gibi kazalara yol açabileceğini bilmiyor musun? Bekçi görmeseydi koca katar yoldan çıkar, bir sürü insan ölürdü. Onların katili sen olurdun! – Aman beyim, siz neler söylüyorsunuz? Ben insanları niçin öldüreyim ki? Beni gavur ya da cani mi sandınız? Tanrı’ya şükür, efendiciğim, birisini öldürmek şöyle dursun, böyle düşünceleri aklımıza bile getirmeden yaşadık bugüne dek. Tanrım korusun, olacak şey mi? – Tren kazaları nasıl oluyor sanıyorsun? İki-üç somun çıkardın mı, al sana bir tren kazası! Denis inanmazcasına gülümsüyor, gözlerini kısarak sorgu yargıcına kuşkuyla bakıyor. – Aman efendim, etmeyin, kaç yıldır köy halkı raylardan somun çıkarıyor da bir şeycikler olmuyor. Siz, tren raydan çıkar, insanlar ölür, diyorsunuz. Eğer ben ray söksem ya da tren yolunun üstüne kalas koysam, o zaman başka. Bir somundan ne çıkar ki? – Ne laf anlamaz adamsın be! Bu somunlar rayları traveslere bağlıyor. – Anlıyorum, efendim. Biz somunların tümünü çıkarmıyoruz ki, bu işi düşünerek yapıyoruz. Köylü esniyor, ağzının üzerinde istavroz çıkarıyor. Sorgu yargıcı: – Geçen yıl burada bir tren raydan çıkmıştı, demek bu yüzden oldu, diyor. – Ne buyurdunuz? – Dedim ki, trenin niçin yoldan çıktığı anlaşılıyor şimdi. – Her şeye aklınızın erdiği nasıl da belli; okullarda boşuna dirsek çürütmemişsiniz, iyi efendim benim. Tanrım kime akıl vereceğini bilir. Nasıl da şıp diye anlayıverdiniz! Ama bekçi denen adam kim ki, bir köylü parçası, sorup soruşturmadan yakama yapıştı. Önce iyice sorup anlasa ya! Sonracığıma şunu da yazın beyefendiciğim! İki kez dişlerime vurdu, bir de ağzıma! – Evinde arama yaptıklarında bir somun daha bulmuşlar. Onu ne zaman, nereden çıkardın? – Ha, şu kırmızı sandığın dibindeki somunu mu söylüyorsunuz? – Nerede sakladığını ne bileyim? Evinde bulmuşlar. Ne zaman çıkardın onu? – Onu ben çıkarmadım, tekgöz Semyon’un oğlu İgnaşna verdi. Yani sandığın dibindekini. Avluda kızağın içindekini de Mitrofan’la ikimiz çıkardık. – Hangi Mitrofan? – Mitrofan Petrov… Tanımıyor musunuz canım? Hani şu balık ağı örüp beylere satan. Bu somunlar çok işine yarar da. Her ağ için on tane kadar kullanıyor. – Şimdi beni iyi dinle… Ceza yasasının 180. maddesi demiryollarına kasıtlı zarar verildiği, bu zararın yoldan geçen trenleri tehlikeye soktuğu, suçlu da bu hareketinin bir felakete neden olduğunu bildiği takdirde… anlıyorsun, değil mi? Somun çıkarmanın sonunun neye varacağını bilmezlik edemezsin. Kısacası böyle bir suçun cezası kürektir, yani prangaya sürgün… – Ben nerden bilirim, beyim? Bizler cahil insanlarız. Siz ne diyorsanız odur. – Hadi şimdi bilmezlikten gelme! Her domuzluğa aklınız erer. Yalan söylüyorsun. – Ne diye yalan söyleyeyim? İsterseniz köylülere sorun. Ağırlıksız yalnızca sudak yakalarsınız, beğenmediğiniz kayabalığı bile ağırlıksız oltaya gelmez., Sorgu yargıcı gülümser. – Alabalığı unuttun. Ondan biraz daha anlatsana! – Yok canım, bizim ırmakta alabalık ne gezer? Oltanın ucuna kelebek takıp ağırlıksız suya bıraktın mı, gelse gelse tatlı su kefali takılır, o da binde bir. – Kes artık sesini! Bir sessizlik başlıyor. Denis durduğu yerde ayak değiştiriyor, gözlerini dikip masaya bakarken orada yeşil çuha örtü yerine parlak bir güneş varmış gibi gözlerini kırpıştırıyor. Sorgu yargıcıysa habire bir şeyler yazmaktadır. Bir süre sonra Denis soruyor: – Artık gideyim mi? – Hayır, şimdi seni tutuklayıp cezaevine göndermek zorundayım. Gözlerini kırpıştırmayı şıp diye kesen Denis gür kaşlarını yukarı doğru kaldırıyor, yargıca sorarcasına bakıyor. – Cezaevi mi dediniz? Nasıl olur, beyim? Hiç vaktim yok. Hemen panayıra gidip Yegor’dan sattığım yağın parasını almam gerekiyor. Üç ruble alacağım var… – Fazla konuşma! – Cezaevinde ne işim var benim? Bir nedeni olsa giderim, ama durup dururken niçin gideyim? Bir şey mi çaldım? Kavga mı ettim? Vergi borcum kaldığını sanıyorsanız muhtara inanmayın, vergi memuruna sorun. Bizim muhtar imansızın biridir. – Sus dedik sana! Denis mırıldanıyor: – Zaten susuyorum. Allah beni çarpsın, muhtar hesapları yaparken karıştırmadıysa… Biz üç kardeşiz. Kuzma Grigoryev, Yegor Grigoryev, bir de ben Denis Grigoryev… Sorgu yargıcı: – Yeter, çalışmama engel oluyorsun! diye bağırıyor. Hey, Semyon, götür şu adamı başımdan! İri yarı iki jandarma kolundan tutup çıkarırlarken Denis durmadan söyleniyor: – Biz üç kardeşiz, ama kimseden kimseye yarar yok. Kuzma borcunu ödemedi diye gitsin, Denis cezasını çeksin! Bunlar da sözüm ona yargıç! Bizim beyefendi general şimdi sağ olsa, Tanrı rahmet eyleye, şimdi size dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirdi. Yargıç dediğin yargıçlığını bilmeli. Sırasında dayak da atılır, ama fol yok, yumurta yokken… Anton Çehov

  • Kelebek ve Altın

    Fotoğraf: Özden Büyükdığan Duyduğumuzda içimizde güzellikle ilişkilendirdiğimiz iki kelime. Bir kelebeğin kanatlarına takılıp uçmayacak gönül yoktur. Baharın, narinlik ile zarafetin bu güzel bileşimini bize hediye etmesi ne güzel. Altın ise hediyeleşme aracı. Hediye verme mutluluk-mutlu olaylar ile ilişkilidir birçok insan için. Elmas akımına girme öncesi, alyans olarak her seven çiftin rüyası idi. Yeni doğan bebeklere, evlenenlere alınan takılar, kollara takılan bilezikler. Her evde mutlak olan sarı, yeşil ve şimdilerde moda olan beyaz altınlar. Yetişkinlerin dünyasında kelebek güzellikle ilişkisini korur. Altın biraz değer kaybına uğrar. Alyansın yerini tek taş yüzükler alır. Ayrılmalarda takıların iadesi sinirleri bozar. Ama en önemlisi fiyatı-değeri güzelliğinin önüne geçer. Yine de kadınların rüyalarını süsler. Kelebek ve altın sanat için de çok önemlidir. Tablolara, şarkılara, kitaplara girerler. Bir şekilde yaşamımızda vardırlar. Çocukların beyninde güzellikleri ve gereklilikleri ile çağrıştırdıkları imgelerle yer edinirler ve onların dil derslerinde ödevlere giriverirler. On bir yaşındaki İsveçli Jenny Bergquist şöyle yazar şiirini; Minik bir kelebek Kısacık bir hayat Minik bir kelebek Uçuyor fırtınaya kapılarak Ufacık bir vücut Yaratılışı kusursuz Tepeden tırnağa Sahip olabilir Konup uçacağı bir halıya Ta cennet katına Pirinç tanesi kadar Minnacık. (İngilizce’den tercüme eden: Muhsine Arda) Jenny; doğanın ortasında, yan çiftlikteki boğayla arkadaşlık eden, ormanda çiçek-böcek peşinde koşan, ağaçlara tırmanan haşarı bir kızdır. Jenny, sakin İsveç hayatının ev yaşamında, şiir ve eline geçirdiği kitapları bir çırpıda okuyan, durmadan şiirler, öyküler yazan, okulda sınıf birincisi zeki bir kızdır. Bir gün, bir ödevi için, bu şiirini şiir defterinden dosya kâğıdına kopyalayıp ortaya çıkarır. Sonuç mu? Sonuç fırtına. “Bunu sen yazmadın.” Her kafadan bir ses çıkar: “ Jenny yazmış olamaz. Bir yerden çalmış olmalı.” Jenny ben yazdım dese de inandıramaz kimseyi. Şiir defteri ebediyen kapanır. Yeni öyküler, şiirler yazılmaz olur. Jenny’nin dış dünya ile ilişkisi bozulur. Sonuç mu? On dört yaşında intihar girişiminde bulunur. Kurtarılır. (mı acaba?) Bir şeyler ebediyen değişmiştir. Eğitim zar zor biter ve o bir hemşire olur. Mutludur insanlara yardım ederken, onlara umut verirken. Ama kendi umudu var mıdır? Hemşirelik dergilerinde makaleler yazar ama hiç kimse bir daha onu şiir-öykü yazarken görmez. “Bunu sen yazmadın” suçlaması Jenny’nin içindeki edebiyat kıvılcımını ebediyen söndürmüştür. İçine attığı üzüntüler bir gün göğsünde kanser hücresi olarak belirir. Kızına hamileyken öğrendiği bu durumu bile suskunluğunda saklar. Çok nadiren ablasıyla samimiyetle konuşur. Kızının on ikinci yaş gününde vefat eder. Ölümünden kısa bir süre önce, ablasına, çok sevdiği şiirine inanılmamasından duyduğu elemden söz ettirecek kadar içinde küllenmiş bir yara olarak kalmıştır şiir yazma özlemi. Hasan on altı yaşındaki kızın dedesinin adıdır. Dedesini çok seven kız edebiyat ödevi olarak yazacağı öykünün kahramanına bu adı verir. Hasan öyküde bir altın yatağında çalışan fakir bir adamdır. Yatağın dört bir köşesindeki kulelerde ellerinde tüfek, ağızlarında düdük olan bekçiler işçilerin her hareketlerini gözlemektedir. Hasan’ın evde doktor parası bulmak için çırpındığı hasta bir çocuğu vardır. Birden eleğinde büyük bir altın topağı görür. Aklı karışır ve şeytana uyup bu parçayı cebine atar. Öğle yemek arasında yavaş yavaş kapıya yaklaşır. Bir fırsatını bulup çıkar. Yavaş yavaş dikkat çekmemeye uğraşarak uzaklaşırken arkasından ıslığa benzer düdük sesini duyar ve bekçilerin onu fark edip yakalanması için birbirlerine işaret verdiğini düşünüp koşmaya başlar. Öykü şu cümleyle biter: “Hasan kapaklanıp kaldığı yerde son nefesini verdiğinde, duyduğu sesin bir yılanın ıslığı olduğunu bilmiyordu.” Özeti bu olan öykü edebiyat öğretmeni Zerrin Revak’tan tam not alır. Ama bir şartla; Eğer öğrenci bu hikâyeyi nereden çaldığını itiraf ederse notu on olarak kalacak, değilse notu sıfıra inecektir. Öğrenci kalakalır. Sonra itiraz eder “Ben yazdım öğretmenim” diye. Sonuç değişmez. Öğretmen “Yerine otur yalancı, sana kocaman sıfır” diye bağırınca olanlar olur. Kız, öyküsünün yazılı olduğu dosya kâğıdını kaptığı gibi kürsüye yaklaşır. Kâğıdı kürsünün ortasına fırlatıp “Öğretmen sizsiniz. Siz ispatlayın nereden çaldığımı. İspatlayamazsanız yalancı sizsiniz” diye bağırır ve fırtına kopar. Konu disiplin kuruluna uzanır. Öğretmen öğrencinin bunu yazamayacağını-çaldığını, öğrenci ise kendisinin yazdığını, çalıntı ise ispatın onlara düştüğü savında ısrar eder. Uzlaşma olmaz. Yeni bir öykü daha yaz önerisine karşı çıkar öğrenci. Artık hiçbir şey yazmamaya karar vermiştir. Ve gerçekten de gizli gizli şiirlerini- öykülerini yazdığı defteri yırtar atar. Disiplin kurulundan bir ceza çıkmaz. Yan sınıf edebiyat öğretmeninin ısrarı ile bir çözüm bulunur. “Sen iki sınıfa bir şeyler yap; şiir oku, fıkra anlat, yani hepimizin beğeneceği bir şey yap, öğretmenin de seni affetsin notunu on bıraksın” önerisi üzerine kız düşünür ve olur der. Son günlerde kütüphaneden alıp okuduğu Anton Çehov’un Tütünün Zararları öyküsünü senaryo gibi düşünüp, tek kişilik piyes olarak oynamaya karar verir. Yazları çömezlik yaptığı, ablaları-ağabeyleri seyrettiği sahneden, Bursa Oda Tiyatrosu’ndan yuttuğu tozların yardımı ile rolünü oynar. Öğretmenler ve arkadaşları alkışları ile beğenilerini belirtir ve o yıl edebiyat dersinden geçer. Lise ikide de fen şubesini seçer ve edebiyatla ilgisini sadece okuyarak devam ettirir. Kelebek çok güzeldir. Ama kanatları, o rengârenk kanatları kırılgandır. Kanadı kırık ne bir kuş ne bir kelebek uçamaz. Ufuklar önünde uzayıp açılmaz. Gönül de çok kırılgandır. Yazın işine gönül vermiş, acemice ufuklara kanat çırpmaya çalışan bir gencin gönlünü kırarsanız önce o genç, sonra edebiyat kaybeder. Bunun içindir ki, öğretmenler, eğitimciler, eleştirmenler genç kalemlere yaklaşırken çok dikkatli olmalıdırlar. Bırakınız kelebekler uçsunlar. Kimi kısacık ömrünü yaşar. Kimi uzaklara uçar, ufkun yolunu arkadan gelenlere açar. Not: Hasan’ın öyküsünü yazan bendim. Olay BKL’nde geçmiştir. Ama ben Jenny’den şanslıyım. Bir dostumun ısrarı ile otuzlu yaşlarda tekrar yazmaya başladım. #MUHSİNEARDA #EDEBİYAT #Deneme #Anı

  • SÂÂT-I SEMEN-FÂM

    Burukluğun ve eşkâlsiz düşün kıyısında hoyrat bir yaz akşamının. Vaktin defterinde gönül kulağına fısıldamalar ve görmek eğrisinde hayatı. Ölümün cesur körfezinde dilsiz hayaller kıvılcıma tutulmuş. Ah giderken şehrin ruhuna saçlarını dökerken Korkunç kıyafetli zamandan yanmadın mı? Ayrık, titrek bakışların arasında Gözlerin beni sen sanmadı mı? Hiçbir yanın beni anmadı mı? * SÂÂT-I SEMEN-FÂM: Yasemin renkli anlar

  • BILDIRCIN

    Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on ya­şında kadar vardım. Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya'nın güneyinde bir çift­likte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere ka­dar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda rie bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatak­ları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yatak­larının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görü­nüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önünde­ki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izle­ri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı. Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadı­ğı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boy­nuna asar, ihtiyar köpeği Trezor'u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar av­cılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflar­da bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela gü­zün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, he­le keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının de­risi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı. Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine gi­rerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor'un dişlen arasında kanlar için­de çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma basmadan ön­ce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vere­ceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti. Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onla­ra gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine ta­şıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yük­sekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların ara­sına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzak­ta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi. Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söyler­di. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldı­ğını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor'a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor'a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: "Arrier!.. Arrier!.." Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğru­dan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayaklan arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor'un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı... Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım... Hem öyle gücü­me gitti ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu bulurdu... İşte bir gün, tam Petrov günü arefesinde babamla ava git­miştik. O zaman genç keklikler henüz küçük olduğu için ba­bam onları vurmak istemiyordu. Küçük meşe kümelerine doğ­ru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar bulu­nurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yon­ca, çıngırak çiçekleri, mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla gittiğim zaman kucak dolusu çi­çek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım. Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, "Pil!.." diye bağırdı, Trezor'un tam burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu. Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor var kuvvetiyle onun arkasından... Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle yapmaz­dı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden kor­karak ateş etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!.. Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı gelmek üzere avucu-na koydu. Yaklaştım, "Ne o" dedim, "yaralı mıydı?" Babam, "Hayır!" diye cevap verdi. "Yaralı değildi; ama herhalde bura­larda, yakın bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini sanması için böyle yaptı.” “ peki ama, niçinböyle yapıyor?” diye sordum. “Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel uçacaktı, Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapma- cık yaptı, Trezor da onu yakaladı." Ben yine, "Demek ki yaralı değildi?" diye sordum. "Hayır... ama yaşamaz... Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır." Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki bana bakıyor ve düşünüyordu: "Ni­çin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!.. Haksız­lık bu!.. Haksızlık!.." "Babacığım," dedim, "belki de ölmez." Sonra bıldırcının kafacığını okşamak istedim. Ama babam, "Hayır!.. İşte bak, şim­di onun ayacıkları gerilecek, bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır." Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın gözleri kapanır ka­panmaz ağlamaya başladım. Babam, "Niye ağlıyorsun?" diye sordu ve güldü. "Ona acıyorum" dedim. "O, görevini yapıyor­du, oysa onu öldürdü. Bu haksızlık!.." Babam, "Kurnazlık et­meye kalkıştı" diye cevap verdi. "Ama Trezor, ondan daha kur­naz çıktı." "Zalim Trezor!.."-diye düşündüm... Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi. Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse, Trezor da onu yakalamamalıydı!.. Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama ben onu ba­bamdan istedim, itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama kuşcağız kımıldamadı. Babam, "Boş, azizim," dedi, "onu diriltemezsin. Bak, başcağızı nasıl sallanıyor.” Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama ben elimi çeker çekmez yine düştü, Babam, "ona hâlâ acıyor musun?" diye sordu. Ben de ona, "Ya küçükleri kim besleye­cek?" diye sordum. Babam dikkatle yüzüme baktı, "Üzülme," dedi, "erkek bıldırcın, babalan onları besler. Dur bakayım..." diye ilave etti. "Galiba Trezor yine ferma yapıyor... Burada yu­va olmasın? Evet, işte yuva..." Gerçekten de, otların arasında, Trezor'un burnundan iki adım ötede birbirine sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş, boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes alıp veriyorlardı... Artık tüy­lenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy yoktu;| yalnız ince­cik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, "Baba!.. Baba!.." diye bağırdım. "Trezor'u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da öldürür!.." Babam, Trezor'u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım, kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkara­rak bıldırcını üstüne yatırdım. "Bakın," demek istiyordum, "ye­tim yavrucaklar, işte anneniz!.. Sizin uğrunuza kendini feda et­ti!.." Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, "Bu bıldırcını bana hediye ede­bilir misin?" diye sordum. "Buyur. Ama onu ne yapmak istiyor­sun?" "Gömmek istiyorum!.." "Gömmek mi!.." "Evet... Yuvasının yanına gömmek istiyorum. Çakını bana ver; ona bir mezar ka­zacağım." Babam şaştı, "Çocukları mezarını ziyaret etsin diye mi?" "Hayır," dedim, "öyle istiyorum. Burada yuvasının yanında yatmak hoşuna gider!.." Babam bir şey söylemeden çakısını çı­karıp verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öp­tüm, çukura koydum ve üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı ça­kı ile iki dal kestim, kabuklarını soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla oradan uzaklaştık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum... İs­tavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu. Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine kon­muş, ama kendisi de tıpkı istavroz gibi bembeyaz. Başında al­tından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları uğruna fe­dakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!... Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sarar­makla beraber, hâlâ yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da bul­dum. Ama yuva boştu, yavrular sırra kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, "Ha­yır!.. Babam iyi kalpli!.." diye düşündüm. Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duydu­ğum tutku kayboldu, artık babamın bana tüfek hediye edece­ği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce ben de atış yap­maya başladım. Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha oldu. Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvalan bul­duk. Ana keklik fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gi­decek oldum; ama arkadaşım, "Burada oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur... Şimdi hepsi buraya gelir." dedi. Arka­daşım yavru keklikler gibi ötmesini pekiyi beceriyordu. Otur­duk, arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi, sonra başkası, baktık, sonra ana keklik öt­meye başladı, hem de öyle şefkatle ve yakın bir yerde ötüyor­du ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine karışmış otların ara­sından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendi­me öyle bir zalim göründüm ki... Ayağa kalktım ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu, yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, "Deli!.." dedi... "Bütün avı berbat ettin..." Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye başladı. * Ivan Turgenyev İvan Sergeyeviç Turgenyev: Rus şair, yazar, oyun yazarı, çevirmen. Doğum tarihi: 9 Kasım 1818, Oryol, Rusya Ölüm tarihi ve yeri: 3 Eylül 1883, Bougival, Fransa Rus edebiyatının en büyüklerindendir. Biz de daha çok Babalar ve Oğulları kitabıyla tanınır. Roman Nihilizm yani Hiççilik akımının ilk romanı olarak kabul edilir.Soylu bir aileden gelmesine karşın emeğin yanında tavır alır. Turgenyev, aynı dönemin iki ünlü ismi olan Tolstoy ve Dostoyevski’den pek çok konuda farklı düşünmektedir. Yazar, dini sembol ve öğretilere önem vermek yerine sosyal sorunlara, toplumdaki adaletsizliklere karşı çıkan özgün hikâyeleri tercih edecek, romanlarındaki karakterlere yeni, denenmemiş boyutlar katacaktır. Yaşadığı dönemde umduğu, layık olduğu ilgiyi göremeyip dünyadan küskün ayrılmak, ancak yıllar sonra saygı ve hayranlıkla anılmak nice güçlü sanatçı gibi İvan Sergeyeviç Turgenyev’in de kaderi olacaktır.

  • Memleket isterim

    Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikayet ölümden olsun.

  • Hediye

    Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti peniden ibaret ufaklıktı. Bu penileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Hâlbuki ertesi gün Noel'di. Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka çare yoktu. Della da böyle yaptı. Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane! Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkân olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi. Mr.James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı. Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Noel'di. Jim'e bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu penileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Hâlbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu. Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkân yoktu. Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu. Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jim'e hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak birçok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jim'e ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye. Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. James Dillingham Young Ailesi'nin iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jim'in babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della'nın saçları idi. Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim, ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi. Della'nın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı. Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı. Merdivenleri inip sokağa çıktı. "Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronie'ye nefes nefese: - Saçlarımı alır mısınız? Diye sordu. Madam: - Saç alırım, ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi. Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra. - Yirmi dolar, dedi. Della: - Peki. Derhal, cevabını verdi. Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkânların altını üstüne getiriyordu. Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkân dükkân gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti. Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi. Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır. Zincir Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi. Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi. Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi. Hâlbuki şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu. Eve avdet ettikten sonra Della'nın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş! Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti. Kendi kendine: - Jim bu halimi görüp de ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek, ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi. Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı. Jim, hiç geç kalmazdı. Della, zinciri avucuna alarak kapının yanındaki masanın başına oturdu. Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti. - Büyük Allah’ım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı. Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı. Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardösüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu. Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Della'ya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu. Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu. Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı. - Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım. Noel’i sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Noel'in kutlu olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığımı tasavvur edemezsin, dedi. Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş: - Saçını mı kestin? Dedi. Della: - Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi? Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı. Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi: - Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi. Della: - Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti. Yavrucuğum bu akşam Noel! Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla: - Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür, ama sana olan sevgimi ölçmek imkânsızdır. Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? Diye sordu. Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu. Della'cığını kollarına aldı, pardösünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı. - Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi. Della beyaz parmakları ile kâğıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyla feryadı basması bir oldu. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Paketten Della'nın Broodway'de bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti. Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı. - Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak: - Ay unutuyordum, diye bağırdı. Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu. - Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi. Jim, Della'nın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı. - Della sevgilim, Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi. İsa'ya doğduğu zaman hediye getiren Mecusiler akıllı insanlardı. Noel'de hediye vermek âdetini onlar keşfettiler. Akıllı oldukları için daima uygun hediyeler getirirler ve çift olanları değiştirirlerdi. Birbirleri için en kıymetli şeylerini feda eden iki akılsız gencin bir vakasını hikâye ettim. * O.HENRY O. Henry Amerikalı yazar William Sydney Porter'ın takma adıdır. Yazar özellikle yazdığı öykülerin şaşırtıcı sonları ile ünlüdür. Yazar, Kuzey Karolina'da Greensboro şehrinde doğdu.11 Eylül 1862, Greensboro, Kuzey Karolina, ABD Ölüm tarihi ve yeri: 5 Haziran 1910, New York, ABD

  • Hakikiyyun I.

    Yaşamak umrumda elveda çatlaklarında öpücüğün Kemiren suratını hayasız. İşte bir güneş kıpırdanmakta Ansızın çiçekli bir kombinezonu hatırlatmakta Serçesi dudaklarda hüzün Dolar böylece göz sevinçsiz bir merasimde Yenilginin avuçlarında yüzün Çoğalıyor dargın çiçeklerinde güzün .... söz yorumlanmaz bir resim Ve bu heyecana sahne olur kollar. Bahar zerdasının taşlarında Düğümlenen kalabalığa bir selam. Olgunluğun hizasında uğramıyor sofraya bir kelam. Ardından yoğrulmuş artık kelimeleri zorlanmaktan Kırıntı denizinde kulaç atmaya sıra. Şimdi hangi kızıllıkta aranır bu yenilginin süsü? Yokluğun geriliminde Bir avuç insanla Köleliğine mil çekilmiş ağlamaklı yüzün.

bottom of page