top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Etkinlik

    "İKİ KERE YABANCI" belgesel gösterimi / MUBADELE KONULU GÖSTERİM / 6 Kasım 2019 saat:19.00 / GÖRÜKLE / BURSA

  • maviSayfalar

    maviADAnın en renkli sayfası... Filmden, müziğe, zor bulunabilecek efsane şarkılara, kitaplardan, çizgi romanlara, fotoğraf galerine... kadar siz de ilgilendirebilecek çok sayfa bulabilir, ayrıca siz de beğenilerinizi yansıtan paylaşımlarınızla katkıda bulunabilirsiniz. Bu arada, eğer klasik düşkünüyseniz müzik koleksiyonumuzun eşsiz olduğunu bilmenizde yarar var. Üstüne üstlük bedava indirebiliyorsunuz da... maviSAYFALARa siz de katılın, gezin, katkıda bulunun.

  • Otoray Yolculuğu

    Niğde'ye yaklaşıyorduk. Yanımda oturan bir Niğdeli şehrin eteğini saran ağaç kümeleri arasında pek iyi seçemediğim bir noktayı işaret etti. — Faruk Nafizin hanı, dedi. Büyük şairin han sahibi olduğu günleri de inşallah görürüz. Fakat yol arkadaşımın bana gösterdiği bina sadece Faruk Nafizin unutulmaz Han Duvarları şiirinde tasvir ettiği han idi. Kıyafetinden anlaşıldığına göre Niğdeli arkadaş bir esnaf yahut işçi idi. Böyle olmakla beraber Han Duvarları'nı ve Faruk Nafiz'i biliyordu. Daha garibi trende ilk gördüğü bir yabancının bu şiiri, şiirde tasvir edilen hanı ve Faruk Nafiz'i tanımamasını kabul etmiyor, ateş ve su nev'inden herkesçe malûm şeylerden bahseder gibi iki kelime ile bana maksadını anlattığına inanıyordu. Güzel şiirin kudreti! iyi yazılmış bir manzum hikâye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine rağmen asıl sahibinin elinden alıyor, Faruk Nafiz'e malediyordu. Maamafih arkamızda ayakta duran ve bizi dinleyen uzun boylu bir sakallının "yok yahu.. O han falanındır" diye öteki mal sahibinin hakkını da ziyadan kurtardığını itirafa mecburum. Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk Nafiz'in İstiklâl Muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun mesafeyi, ben bugün otoray denen yeni icat bir âlet içinde, âdeta uçarak geçiyorum. Akşamın beş buçuğunda daha Niğde istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri'de olacağım. Bisikletin ilk icadı zamanlarında ona verilen Şeytan Arabası ismini bu otoraya saklamak lazımmış! Otoray görünüşte yirmi otuz kişilik büyücek bir otobüs. Fakat ikisi arasında âdeta nalınlı adam ile patenli adam farkı var. Otobüsün mütemadiyen taşla, toprakla boğuşmasına mukabil Otoray, cilâlı çelik raylar üstünde yağ gibi kayıyor. Ulukışla ile Kayseri arasında günde iki sefer yapan bu arabaların, birinci ve ikinci sınıf yolcuları için, şoförün arkasında dört maroken koltu­ğu, cemekânlı bir kapı ile buradan ayrılan geri tarafında da demokratlara mahsus, yirmi otuz kişilik kanapesi var. Bazı şakacı yolcular lüks kısma Lortlar kamarası, ötekine Avam kamarası adını takmışlar. Bu Otoray, yolları âdeta çocuk oyuncağına çevirmiş. Meselâ Kayserililer bizim Ada vapurları biletinden daha ucuz bir para ile günübirli­ğine Bor bahçelerinde eğlenmeye gidiyorlar. Şoför, daha doğrusu makinistin bana anlattığına göre Adana ve Kayseri 'de oturan iki akraba, meselâ bir ana kız pazar sabahları bulunduk­ları yerden hareket ediyor, öğleyin Ulukışla'da birleşiyorlar; akşama doğru yine evlerine dönüyorlarmış. Bu seyahat, artık yolculuktan usandığım bir zamana rastlamış olmak­la beraber beni atlı karıncaya binmiş bir bayram çocuğu gibi eğlendiriyor­du. Otoray, son derece munis bir dekor arasından akıp giderken kâh makinistin omuz başından önümüzdeki yola, kâh arkaya geçerek akşam ışıkları ile sararıp kızaran ovalara bakıyordum. Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı değiştirmekle kalmıyor; duygularımıza, dünyayı görüş tarzımıza da tesir ediyor. Yolculukta akşam, insanının gayri ihtiyarî garipsediği, kendini karan­lık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam garipliği terkibile anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz bucaksız mesafeler arasında kaybolmuş hisset­memizin, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunun elbette bir payı vardır. Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor, insana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde dolaşmak hissini veri­yor. Faruk Nafiz : "Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar" diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak, "kendi­ni tekerleğin sesine kaptırarak" geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu acı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi? (Anadolu Notları'ndan)

  • Milletler Niçin Savaşır

    Savaşların tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bütün canlılar, doğa belgesellerinde de gördüğümüz gibi, yaşamak, nesillerini sürdürmek için birbirleriyle savaş halindedirler. O âlemde yalnız güçlülerin yaşama hakkı vardır. İnsan türü diğer bütün canlılardan farklı olarak sosyaldir. Zamanla hak ve hukuk kavramları oluşmuş, topluluklar ve devletler arasında anlaşmalar yapılır olmuş, savaşın getireceği muhakkak olan korkunç yıkımları önlemek için Cemiyeti Akvam ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütler de kurulmuştur. Buna rağmen ne yazık ki savaşları önlemek mümkün olmamıştır. Bunun nedeni, bazı insanların biyolojik evrimleriyle görünüşte insan olmalarına rağmen henüz “insan” olamayışıdır. SAVAŞ NEDENLERİ Savaşların çeşitli nedenleri vardır. 1. Doğrudan doğruya, başka bir neden aramaksızın başka milletlerin zenginlik kaynaklarına el koyma isteği bu nedenlerin başında gelir. Tarihte görülen en sık savaş nedeni, başka halkların yaşadığı topraklara ve diğer kaynaklarına el koyarak bunlara sahip olmaktır. Bir devletin başka bir devlete ve millete savaş açması için en hukuksuz ve zorba gerekçe budur. Kavimler Göçü’nden tutun, Mezopotamya şehir devletlerinin, Mısır’ın, Çin’in, Ortaçağ devletlerinin öteki topluluklarla savaşması için başka bir gerekçeye ihtiyaç yoktur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını çıkaran emperyalist devletlerin birbirleriyle savaşmaları da bu devletlerin birbirlerinin sömürgelerine göz dikmesinden başka bir şey değildir. 2. İkincisi, başka bir devlete bağımlı hale getirilmiş veya köleleştirilmiş bir milletin millî özgürlüğe kavuşmak için çıkardığı savaştır. Yirminci Yüzyılda Çin’in, Vietnam’ın, Cezayir’in, Küba’nın, Türk Kurtuluş Savaşı’nın nedeni budur. Bunlar, başkaldıran halklar açısından haklı, onların bu kalkışmasını bastırmak isteyen devletler için haksız savaşlardır. 3. Üçüncü savaş türü, bir ülkenin içinde bağımlı halde tutulan milliyetlerin kendileri için millî bir vatan yaratmak ve tabi oldukları devletten ayrılmak için kalkışmalarını içerir. Osmanlı imparatorluğundan ayrılmak isteyen Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut gibi milliyetlerin, Latin Amerika halklarının sömürgecilere karşı verdikleri Bolivarcı savaşlar, İngiltere’ye karşı İrlandalıların, İspanya’ya karşı Katalanların savaşları bu cinstendir. Bu tür savaşları önlemek için milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı tanınmıştır. 4. Dördüncü Savaş türü sınıf savaşları olarak adlandırılır. Bir sınıf, devleti elinde bulunduran sınıf veya sınıfların hâkimiyetine son vererek devleti ele geçirmek için ayaklanır. İngiltere’de iç savaş, Fransız ihtilali, burjuvazinin feodaliteye karşı ayaklanması nedeniyle çıkmıştır. Bu konuda ikinci büyük örnek Sovyet devrimidir. Antiemperyalist bir kurtuluş savaşı olan Çin, Küba, Vietnam, Kamboçya devrimleri aynı zamanda sınıf savaşıdırlar. Amerikan İç Savaşı, İspanya İç Savaşı da birer sınıf savaşı idi. 5. Dini yaymak için yapılan savaşlar: Bunun en tanıdığımız örneği, Hicaz’da Müslüman bir devlet kurulduktan sonra başlayan Arap istilalarıdır. İslamiyet’i yaymak için yapılıyor gibi görülen bu istilaların amacı, gerçekte verimsiz Arap topraklarının merkezine başka ülkelerin zenginliklerini yağmalayıp taşımak idi. Bunun Batıdaki karşılığı Haçlı Seferleridir. Bu seferlerin amacı, Doğunun efsanevi zenginliklerini din savaşı adına ele geçirmekti. En zalim ve fanatik bir din devleti olarak görülen IŞİD’in asıl meramı da zengin Arap petrolünü ele geçirmekten başka bir şey değildi. SAVAŞIN DİLİ Savaş yalnız silahlı ordularla verilmez. Savaşan taraflar, kendilerinin haklı olduğuna başta kendi milletlerini, buna koşut olarak başka milletleri ikna etmek zorundadırlar. Bunun için savaşa özgü bir dil oluştururlar. Buna göre savaşa başvuran kendileri haklı, karşı taraf ise haksızdır. Karşı taraf kâfirdir, dinsizdir. Bu dil yalnız İslamlar tarafından değil, Müslümanlar için Hıristiyanlar tarafından da kullanılmıştır. Apaçık bir iktidar savaşı olduğu halde dört halife devrinde Araplar tarafından birbirlerine karşı ve Osmanlı-İran savaşlarında karşı taraf için kullanılmıştır. Saldırgan ülkelerin açtığı savaşlarda en çok kullanılan gerekçelerden biri, karşıdaki devletin kendi halkına, özellikle o ülkedeki farklı din ve mezhepten insanlara zulmettiği, onların kurtarılması gerektiğidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’yi paylaşmak isteyen ülkelerin kullandığı gerekçelerden başında Türkiye’de Hıristiyanlara zulmedildiği gelmekteydi. Yunanlılar, Anadolu’daki soydaşlarını kurtarmak için bu harekâta giriştiklerini ileri sürüyorlardı. Onları, hatta Müslümanları ve Türkleri, Türk zulmünden kurtarmak gerekiyordu! Savaşa başvuran taraf, savaştığı ülkenin içinden işbirlikçiler bulmak zorundadır. Bunlar örgütlenip maaşlı asker kadrosuna alınır. Rejim muhaliflerinden gruplar eğitip donatılır. Yunanlılar, Türk Kurtuluş Savaşı’nda Batı Anadolu’daki Rumlardan gönüllü birlikler kurmuşlardır. İstilacıların kendilerine zarar vermesini önlemek için Türklerin bir kısmı da Yunan askerlerini törenle karşılamışlardır. Aynı durum, Urfa, Antep, Maraş ve Adana bölgesinde Fransız ve İngilizlerin işgali sırasında da yaşanmıştır. Saldırgan ülkeler, savaş boyunca haberleşme araçlarına el koyarak halkın gerçekleri görmesini önlemeye çalışırlar. Çağımızda bunun için elleri altındaki televizyonları, ajansları, gazeteleri kullanır, ruhban sınıfını da bu işe koşarlar! Alabildiğine bilgi kirliliği yaratır, gerçekleri gizler, işgale uğrayan ülke halkının kendilerini nasıl büyük bir şükranla karşıladığını ileri sürerler. Savaşa karşı çıkanları vatana ihanetle suçlar, bunları hapse atar, böylece kendilerini destekleyenlerden başka bir sesin işitilmesini önlerler. Doğulu despot ülkelerde ve Faşist Almanya’da olduğu gibi diktatörlüklerde savaş karşıtları nefes alamaz hale gelir. Hak ve özgürlüklerin yerleştiği kapitalist liberal ülkelerde savaş aleyhtarlığı kısmen dile getirilebilir. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Batı kamuoyunda, basınında ve parlamentosunda savaş aleyhtarı ve Türkiye’nin haklı olduğu gibi görüşler dile getirilebilmiştir. Vietnam Savaşı sırasında ABD’de savaş aleyhtarları seslerini yükseltebilmişlerdir. (13 Ekim 2019)

  • Tiyatro

    İZMİR NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ 22 Ekim , 20:30 Kafesin Biri Kuş Aramaya Çıkmış; tarihteki kadın hikayelerinden derlenmiş bir oyundur. Kendi içlerinde yaşadıkları, çizilmiş sınırlara sığamama duygusu, onlara uygulanan baskı işleri içinden çıkılamaz bir hale getirmiştir. Sistemi sorgulayıp boyun eğmeyen üç farklı kadının trajik hikayeleri...

  • Barışa Dair

    Tarihte ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşmasından bugüne kadar dünyada yapılan savaşların maddi kaybı altına dönüştürüldüğünde yaklaşık 28 milyar ton altın veya 760 katrilyon dolarlık bir değer ortaya çıkmaktadır. Bu miktar para insanlığın gelişimi için harcansaydı; bugün, dünyamızdaki insanların yaşam seviyesi çok daha yüksek olurdu. Bu hesap, barışın sadece maddi yönünün dahi ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Savaşlardaki manevi kayıpların değerini ölçmek mümkün değildir. Dolaysıyla insanlık için barış kavramı da son derece önemlidir. Krezus’un şu sözü: “Barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer.” Savaşın vahametini çok güzel özetlemektedir. Gazi Mustafa Kemal’in “Yurtta Barış Cihan da Barış” cümlesinde belirttiği gibi uluslar arasındaki barış ülkedeki barışa; ülkedeki barış vatandaşlar arasındaki barışa; vatandaşlar arasındaki barış ailedeki barışa; ailedeki barış ta insanın kendisiyle barışık olmasına bağlıdır. Özet olarak barış, insanın insanlaşmasıyla mümkündür. İnsanlaşma ise, inancın vicdana aşılanması ve kimliğin akılla oluşturulmasıyla sağlanır. Bugün Ortadoğu’da emperyalizmin ve yanlış İslamcılığın baskısı altında insanlar ezilmekte ve savaş yıllardır devam etmektedir. Tarihte görüldüğü gibi 30 yıl,100 yıl savaşları bile barış antlaşmaları ile sonuçlanmıştır. Her savaşın sonucunda yenen ve yenilen tarafların ikisi de maddi ve manevi büyük kayıplar vermesi, savaş yapmanın manasızlığını ortaya koymaktadır. Ta baştan, barış yöntemlerinin aranıp bulunmasında büyük fayda vardır. Anadolu’nun birçok köyünde bireyler arasındaki antlaşmazlıklar köy ihtiyar kurulu tarafından uzlaşmacı bir yöntemle çözülerek mahkemeye aksetmesi önlenmektedir. Bu uygulama, ülkeler arası düşünüldüğünde, Birleşmiş Milletler Kurumu uluslar arası uyuşmazlıkların barış içinde çözülmesinde tarafsız davranarak barışa katkıda bulunabilir. Günümüzdeki savaşların en büyük nedeni, dünya üzerindeki eşitsizliğin, açlığın, yoksulluğun, çevre sorunlarının sorumlusu liberal kapitalizm ve onun öncüsü ABD’dir. Savaş sanayisine dayalı sistem, silah satışından büyük gelir elde etmekte ve ne yazık ki bu kazancı insan kanı üzerinden sağlamaktadır. Dünyadaki medeniyet örneği gösterilen ülkelerde bile savunmaya ayrılan bütçe, eğitim bütçesinden daha fazladır. Bu acı gerçeklerin ışığı altında barışa bakalım. Barış Nedir? Barışa taraf olma emperyalizme karşı olmadır. İnsanlığın ortak bayrağıdır. Düşmanlığın olmadığı, kavgalardan, savaşlardan uzak, uyum, birlik, bütünlük, sessizlik, huzur içinde olabilmektir. Barış, insanları birbirine yakınlaştırır, mesafeleri kısaltır, ayrılıkları giderir ve kötülükleri sonlandırır. İnsanlara silahtan uzak durmayı öğretir. Barış; baskıya işgale ve ırkçılığa karşı olmaktır. Barış,”benden olmayan” ayrımı olmak üzere tüm ayrımcılıkları dışlayarak farklılıkların zenginlik olduğunun farkında olmaktır. Savaşın haklı olduğuna hiçbir zaman inanmayarak, silahların susması; bahar havası gibi mutlu ve sağlıklı yaşamın sürmesidir. Barış; doğayla uyum içinde rüzgârı önüne alıp yürümek, eğilmeden karanlığa ışık tutabilmek, yeni doğan güne merhaba diyebilmektir. Doğal ortamın korunmasına önem vermek, insan ve çevre sağlığını tehdit eden girişimlere dur diyebilmektir. Barış, Nazım Hikmet in Davet şiirinde dediği gibi “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” yaşayabilmektir. Vicdanın hiç susmaması, sağırlaşan yüreklerin duyması, aydınlığın karanlığa üstün geldiği ışık demetidir. Propaganda ile halkların zehirlenmemesi, güçlünün zayıfı ezmemesi ve çocukların silahlarla oynanamamasıdır. Barış için ne yapmalı? Konfüçyüs der ki: “Bir seneyi düşünüyorsan tohum ek On seneyi düşünüyorsan ağaç dik Yüz seneyi düşünüyorsan insan eğit.” Yukarıdaki sözden anlaşılacağı gibi, barışın sürekliliği için insanların barış yanlısı olarak eğitilmesine öncelik verilmeli, emperyalizme karşı bir arada yaşama kültürünün pekiştirilmesi sağlanmalıdır. Petrole dayalı savaşların engellenmesi için rüzgâr, güneş, gibi yenilenebilir enerji kaynakları teknolojilerine ağırlık verilmelidir. Komşu ülkelerle ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkiler kurarak dostluk içinde yaşamalıdır. Bilim ve teknoloji; demokrasi, eşitlik, adalet kavramlarının tüm dünya ülkeleri arasında yayılması için insanlığın hizmetinde olmalıdır. Bilgisayar, internet ve bilişim teknolojilerinin savaş sanayinin yerini alması tüm dünya barışı için atılan büyük bir adımdır. Dünyanın silahsızlanması için tüm gayretler sarf edilmeli ve insanlık yararına olan projelere devlet bütçelerinden daha fazla pay verilmeli; barış dernekleri desteklenmelidir Alınacak her kararda aklıselim galip gelmeli, halkları birbirine düşmanlık çizgisine çekecek kışkırtmalardan uzak durulmalıdır. Bu yazıyı Aşık Nesimi Çimen’in Barış Güvercini Uçsun şiirinden bir kıta ile noktalayalım. Dünya cennet olsun yaşasın insan Gelin barışalım dökülmesin kan Son bulsun savaşlar kesilsin figan Barış güvercini uçsun Dünya da Dostluklar kurulsun insanlar gülsün Son bulsun savaşlar kimse ölmesin. Özgür Karakaya ozgur694@hotmail.com

  • Fakir Baykurt

    Öğretmen, yazar Fakir Baykurt Türkiye'nin bir döneminde iz bırakmış efsane sendikacılardandı. * Bir öğretmenden, bir yazardan, bir sendikacıdan çok daha fazlası olan eylem adamı FAKİR BAYKURT ünlü TÖS'ün bir eyleminde.... Asıl adı Tahir'dir. 15 Haziran 1929 yılında Akçaköy/Yeşilova-Burdur’da doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber şu sözleri ile 1929 yılında haziran ortası olduğu varsayılmaktadır; “1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır...” Tahir Baykurt’un annesinin adı Elif ve babasının adı Veli’dir. Doğduğunda ona savaşlarda vurulup geri dönmeyen Amcasının adı olan Tahir adı verilir. Tahir 1936 yılında Akçaköy İlkokulu'na başlar ve iki yıl sonra babasını kaybeder. Babasının ölümünden sonra dayısı Osman Erdoğuş tarafından Aydın iline bağlı Burhaniye köyüne götürülür ve orada dayısının yanında dokumacılık yapmaya başlar. II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile dayısı askere alınır ve Tahir Akçaköy’e dönerek okula devam etme imkanı bulur. 1942 yılında ağır bir sıtma geçirir bu dönem aynı zamanda şiir yazmaya başladığı dönemdir. Köy Enstitüsü yılları İlkokulu bitirdikten sonra İsparta Gönen Köy Enstitüsü'ne yazılır. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar. Köy Enstitüsü yıllarında kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçe'ye çevrilen klasikleri okur. Köy Enstitüsü yıllarında ilk şiiri Fesleğen Kolum Eskişehir’de çıkan Türke Doğru dergisinde çıkar. Edebiyata olan ilgisinden dolayı Enstitüde de kitaplığın yönetimine seçilir ve daha fazla okuma fırsatı bulur. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak Dergisi'nde şiirleri çıkar ve bu yıllarda once şiirlerinde daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullanmaya başlar. Köy Enstitüleri üzerindeki baskıların artması ile birlikte tüm enstitülere daha baskıcı yönetimler atanmaya başlar. Bu dönemde Enstitüler daha önceki bir çok özelliğini yitirmeye başlarken eski öğrencilerin yaşam alışkanlıkları da bu yeni yönetimlerce sorun olmaya başlar. Fakir Baykurt da yeni atanan müdürle sorunlar yaşar ve defalarca kovuşturmaya maruz kalır. Ancak 1947 yılında Köy Enstitüsünü başarı ile bitirir ve Yeşilova’nın Kavacık Köyü'ne öğretmen olarak atanır. Öğretmenlik ve Yazarlık Yılları 1951 yılında ölene kadar birlikte olacağı Muzaffer Hanım’la evlenir. Bu yıl ayrıca körbağırsağı patlar ve iki kez amelliyat olur. Öğretmenliği Dereköy’e aktarılır. Üzerindeki baskılar devam eder, savcılıkça evine baskın yapılır ve koğuşturma geçirir. 1953 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne girer ve bir sene sonra bu sefer Gayret Dergisi’nde çıkan bir yazısı nedeni ile yargılanır. 1955 yılında Gazi Enstitüsü'nü de başarı ile bitirirerek Hafik’de açılan ortaokula atanır. Aynı yıl ilk kitabı olan Çilli yayınlanır. 1957 yılında askere alınır ve Ankara Piyade Yedek Subay Ortaokulu’na öğretmen olarak atanır. İlk kızı Işık da bu yıl dünyaya gelir. 1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü Cumhuriyet Gazetesi’nin açtığı Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde birinci olur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet koğuşturma geçirir. Baykurt bu dönemden sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başlar. Askerlikten sonra Şavşat Ortaokulu'na öğretmen olarak atanır ve ikinci kızı Sönmez dünyaya gelir. Yılanların Öcü adlı romanı da Remzi Kitapevi tarafından basılır. Ardından Köy ve Eğitim Yayınları tarafından Efendilik Savaşı adlı kitabı yayımlanır. Cumhuriyet’teki bazı yazıları yüzünden öğretmenlikten alınıp Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü’nde görevlendirilir. Sürüp giden yazıları ve Yılanların Öcü romanı yüzünden Bakanlık buyruğuna alınarak cezalandırılır. Altı ay açıkta kaldıktan sonra 27 Mayıs 1960’da Ankara İlköğretim müfettişliğine atanır ve aynı yıl Efkar Tepesi adlı kitabı basılır. 1961 yılında yazarın Yılanların Öcü adlı romanı tiyatroya ve filme uyarlanır. Tiyatro gösterimi yasaklanır, film ise ancak Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in konuya el koyması ile gösterime girer ancak filmin gösterimi sırasında olaylar çıkar. Bu yıl ayrıca yazarın Onuncu Köy, Karın Ağrısı, Irazca’nın Dirliği kitapları yayımlanır. Bir sene sonra yazarın oğlu Tonguç dünyaya gelir. Baykurt Amerika’ya giderek, Bloomington’daki Indiana Üniversitesi’nde göze kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi görür. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim müfettişliği görevini sürdürür. Onuncu Köy Bulgarca’ya çevrilir ve kitapları Bulgaristan’da Türkçe olarak da basılır. Yılanların Öcü ile Irazca’nın Dirliği de Almanya’da, “Die Racheder Schlangen” adıyla basılır. Yılanların Öcü Rusça’ya çevrilir. Türkiye Öğretmenler Sendikası 1965 yılında TÖS’ün kuruluşuna katılır ve genel başkan seçilir. 1966 yılında İlköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak yeni kurulan Milli Folklor Enstitüsü’nde uzman olarak atanır. Kaplumbağalar ve Amerikan Sargısı romanları yayımlanır. 1967 yılında Onuncu Köy adlı eseri de Rusça’ya çevrilir. Yazıları ve TÖS’teki çalışmaları yüzünden sık sık koğuşturma geçiren Baykurt Gaziantep’in Fevzipaşa bucağına sürülür. TÖS “Devrimci Eğitim Şurası” nı düzenler. Bir yıl sonra da TÖS “Büyük Eğitim Yürüyüşü” nü bir sene sonra da Genel Öğretmen Boykotu’nu düzenler. Bu faaliyetlerinden sonra tekrar görevden alınarak bakanlık emrine alınır ancak Danıştay kararı ile görevine geri döner. 1970 yılında Fevzipaşa’dan Ankara’ya Ortadoğu Teknik Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü görevine getirilir. Anadolu Garajı ve Tırpan kitapları yayımlanır. Tırpan ve Sınırdaki Ölü ile TRT Ödülleri'ni kazanır. Ardından Onbinlerce Kağnı adlı kitabı yayımlanır. Sıkıyönetim Yılları 1971’de ordunun yönetime el koyması ile başlayan sıkıyönetim döneminde Baykurt iki kere gözaltına alınır. Aynı yıl Tırpan ile Türk Dil Kurumu Ödülü'nü kazanır. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazar askeri tutukevinden Ankara Merkez Cezaevi'ne aktarılır. 1973 yılında Can Parası ve Köygöçüren basılır. Baykurt’un yurt dışına çıkışı da yasaklanmıştır. 1974 yılında İçerdeki Oğul basılır. Keklik romanını yazar. Can Parası ile Sait Faik Ödülü'nü kazanır. Askeri Yargıtay’da TÖS Davası’ndan beraat etder. Sınırdaki Ölü ve Keklik kitap olarak basılır. 1976 yılında Sakarca basılır. Emeklilik Yılları Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan emekli olan Baykurt Madaralı Roman Ödülü’nün kuruluşuna yardımcı olur. 1977 yılında İsveç’te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katılır ve Yayla romanı basılır. Frankfurt Uluslar arası Kitap Fuarı’na katılır ve Almanya, Hollanda ve İsviçre’ye geziler yapar, göçmen işçilerle iletişim kurar. 1978 Yılında Sakarca sahneye uyarlanarak İstanbul Şehir Tiyatroları'nca oynanır. Kara Ahmet Destanı ile Orhan Kemal Ödülü’nü kazanır ve Kültür Bakanlığı'na danışman olur. 1979 yılında Tırpan adlı eseri de tiyatroya uyarlanır. Devlet Tiyatrosu tarafından İzmir, Ankara ve Antalya’da oynanır. Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere tekrar Almanya’ya gider. Duisburg şehrinde yaşamaya başlar. Yandım Ali kitap olarak basılır. Bu döenmde ODTÜ’de öğrenci olan oğlu Tonguç da tutuklanır. 1980 yılında Tırpan İstanbul Şehir Tiyatroları'nca da sahneye konulur ve iki mevsim oynanır. Tırpan’dan ötürü Baykurt ve Taner Barlas, “Avni Dilligil En Başarılı Yazar” ödülü kazanırlar. Suna Pekuysal’da “En Başarılı Oyuncu” seçilir. Rur Havzası’nda Türk işçi çocukları için başlatılan RAA programında görev alır ve bir İngiltere gezisi yapar. Kızı Işık da bu yıl tutuklanır. Baykurt, Taner Barlas ve oyunda rol alan sanatçılar “İsmet Küntay Ödülü” kazanırlar. Tırpan’daki oyunu nedeniyle Suna Pekuysal “Ulvi Uraz Ödülü”nü kazanır. 1981’de Sakarca İsveç’te çizgi film yapılır ve Macarca’ya da çevrilir. DDR’de bir inceleme gezisi yapar. Öyküleri Gürcistan’da da kitap olarak basılır. Kaplumbağalar filminin senaryo çalışmalarına katılmak üzere İsviçre’nin Neuchatel şehrine gider. Almanya’daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri Gece Vardiyası adıyla basılır. İşçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri de Barış Çöreği adıyla basılır. Kitaptan yapılan seçmeler Almanya ve Hollanda’da iki dilli olarak yayımlanır. 1983 yılındaYüksek Fırınlar kitap olarak basılır. Oğlu Tonguç’la birlikte Sovyetler Birliği gezisi yapar. Moskova, Bakü, Batum ve Leningrad şehirlerine ve Yasnaya Poliana’ya giderek Tolstoy’un Yurtluğu’nu ziyaret eder. 1984 yılında Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü’nü kazanır. Gece Vardiyası ve Kara Ahmet Destanı Almanca, Yılanların Öcü ile Irazca’nın Dirliği Bulgarca basılır. Türkiye’de “Barış Derneği İkinci Davası”nda sanık olarak aranır. 1985 yılında Gece Vardiyası ile Alman Endüstri Birliği BDI’nin Yazın Ödülü’nü alır. Dünya Güzeli ve Saka Kuşları adlı Kitapları Türkçe ve Almanca olarak basılır. 1986 yılında Duisburg’ta öğretmenliğe başlar ve yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanıma Girişimi’nin yönetiminde görev alır. Duisburg Treni adlı eseri basılır. Kopenhag’ta Dünya Barış Kongresi’ne katılır aynı yıl Koca Ren basılır. 1987 yılında Keklik romanı 20 öyküsüyle birlikte Rusça’ya çevrilip basılır. Londra’ya bir gezi yaparak Highgate’te Karl Marks’ın gömütünü ziyaret eder. Aynı yıl aralarında bir çok yabancı dile çevrilen kitabının da bulunduğu 19 kitabı Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Halikarnas Balıkçısı, Şolohov, Hemingway, Gonçorov, Tolstoy, Gogol, Panait Istrati gibi yazarlarla beraber gerekçe göstermeden yasaklanır. Aynı yıl Sakarca adlı eseri de Hollandaca ve Almanca olarak basılır. Türkiye – Yunanistan Dostluk Gelişimi’nin Avrupa’da kuruluşunda görev alır. Tiflis’te İlaya Cavcavadze’nin 150’nci doğum yıldönümü konferansına katılır. 1988 yılında İçerdeki Oğul’u oyun olarak tekrar yazar. A. Çetinkaya ile birlikte Fridan Halvaşi’nin şiirlerini Türkçe’ye çevirir; Kitap Eninde Sonunda adıyla Almanya’da basılır. 1989 yılında Kuru Ekmek romanını yazar. İçerdeki Oğul, Amersfoort Halk Tiyatrosu’nda oynanır. Şiirleri de Bir uzun yol adıyla basılır. Moskova’ya yeni bir gezi yaparak Nazım Hikmet’in evinde ve arşivinde çalışır. Baykurt ders vermeyi Pestalozzi Okulu’nda sürdürür. Şiirleri Hollanda’da “Vuurdoorns – Ateşdikenleri” adıyla basılır. 1991 yılında Ortaokul öğrencileri için, “KALEM – Schreiber” dergisini çıkarmaya başlar aynı yıl boynundan bir ameliyat geçirir. 1992 yılında Bir Uzun Yol’un Almanca’sı “Ein langer Weg” adıyla çıkar. Yazar bu yıl bir de Çin gezisi ertesi yıl da Avustralya gezisi yapar. 1995 yılında Almanya’da öğretmenlik yaptığı çalıştığı Pestalozzi Okulu’ndan emekliye ayrılır. Öykü Kitabı bizim İnce Kızlar basılır ve 7 kitaptan oluşan Özyaşam öyküsünü bititir. 10 Mart'da Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Yardımlaşma Vakfı tarafından “Fakir Baykurt’a Saygı Gecesi” düzenlenir. Bu yıl Yarım Ekmek romanı da yayımlanır. 1998 yılında Telli Yol öykü kitabı ile birlikte, “Özyaşam” dizisinin ilk cildi “Özüm Çocuktur” yayımlanır. Gezi yazılarının bir bölümünü Dünyanın Öte Ucu (Avustralya Gezi İzlenimleri) adıyla yayımlanır. Benli Yazılar deneme kitabıyla birlikte “Özyaşam” dizisinin ikinci ve üçüncü ciltleri (Köy Enstitülü Delikanlı; Kavacık Köyünün Öğretmeni) çıkar. Nisan genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi İzmir Milletvekili Adayı olur. Fakir Baykurt 11 Ekim 1999’da Pazartesi günü pankreas kanserine yenik düşerek Almanya’nın Essen kentinde Essen Üniversitesi Kliniği’nde yaşama veda eder. Cenazesi, 1977’den beri yaşadığı Duisburg’da düzenlenen bir törenden sonra İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Romanları Yılanların Öcü (1954) Irazcanın Dirliği (1961) Onuncu Köy (1961) Amerikan Sargısı (1967) Tırpan (1970) Köygöçüren (1973) Keklik (1975) Kara Ahmet Destanı (1977) Yayla (1977) Yüksek Fırınlar (1983) Koca Ren (1986) Yarım Ekmek (1997) Kaplumbağalar (1980) Öyküleri Çilli (1955) Efendilik Savaşı (1959) Karın Ağrısı (1961) Cüce Muhammet (1964) Anadolu Garajı (1970) On Binlerce Kağnı (1971) Can Parası (1973) İçerdeki Oğul (1974) Sınırdaki Ölü (1975) Gece Vardiyası (1982) Barış Çöreği (1982) Duirsbug Treni (1986) Bizim İnce Kızlar (1992) Dikenli Tel (1998) Toplum ve Eğitim Yazıları Efkar Tepesi (1960) Şamaroğlanları (1976) Kerem ile Aslı (1974) Kale Kale (1978) Kamlumbağalar (1980) Çocuk Kitapları Topal Arkadaş Yandım Ali Sakarca Sarı Köpek Dünya Güzeli (1985) Saka Kuşları (1985) Şiir Bir Uzun Yol Dostluğa Akan Şiirler Aldığı Ödüller 1958 Yunus Nadi Roman Ödülü (Yılanların Öcü) 1970 TRT Sanat Ödülleri (Tırpan) 1970 TRT Sanat Ödülleri (Sınırdaki Ölü) 1971 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü (Tırpan) 1974 Sait Faik Hikâye Armağanı (Can Parası) 1978 Orhan Kemal Roman Armağanı (Kara Ahmet Destanı) 1979 Tiyatro 79 Dergisi tarafından Yılın Oyunu Ödülü (Sakarca) 1980 Avni Dilligil Tiyatro Ödülü (Tırpan) 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü (Barış Çöreği) 1985 Alman Endüstri Birliği (BDI) Yazın Ödülü (Gece Vardiyası) 1998 Sedat Simavi Roman Ödülü (Yarım Ekmek) 1998 Yaşam Radyo Ustalara Saygı Onur Ödülü 1999 Pir Sultan Abdal Derneği Ödülü / Bu yazı buradan alıntıdır.

  • “İçimiz Yana Yana!”

    AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin Cumhurbaşkanlığı sıfatıyla Meclise sunduğu sınır ötesi harekât tezkeresine CHP yönetimi de “evet” oyu vermiş! Böylece Meclis’te grubu bulunan beş partiden dördü AKP, MHP, CHP ve İYİ Parti, yakında başlaması gereken (aslında başlamış da olan) bu savaşa onay vermiş oldu! 1991’de ilk Körfez Harekâtında ABD’nin isteğiyle Irak’a savaş açılmasını isteyen tezkereye o zamanki Meclis direnmişti. CHP’lilerin yanı sıra 100’e yakın iktidar partisi milletvekilinin hayır oyu vermesiyle Türkiye bir bataklığa gömülmekten kurtulmuştu. Demek ki o zamanlar çok daha uzağı gören ve basiret sahibi bir Meclisimiz vardı… Aradan geçen yıllar içinde ne oldu da iktidar partisine mensup milletvekillerinin tümünden ve iki milliyetçi partiden başka CHP yönetimi de bir savaşa “evet” diyor. Gerçi bu, savaş konusunda CHP’nin ilk ayıbı değildir. Bundan önceki birkaç tezkereye de CHP yönetimi “evet” deme gafletinde bulunmuştu. Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun oylama öncesi yaptığı Parti grup toplantısında savaş siyasetinin mimarı hükümete eleştiriler yöneltmiş olmakla birlikte “içimiz yana yana evet diyeceğiz!” demesinden bu “evet”in kerhen verilmiş olduğunu da anlıyoruz. Geçen tezkere oylamalarından bildiğimize göre CHP milletvekillerinin çoğu, “hayır” diyerek veya oylamaya katılmayarak bu tarihî hataya ortak olmamışlardı. Askerî harekât biçimi ve Hükümetin ABD ile ilişkilerini eleştirmenin “evet” oyu karşısında hiçbir önemi yoktur. Savaşın şahinleri, Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi Eşbaşkanı, CHP’den alacaklarını almışlardır… AK KOYUN KARA KOYUN Ak koyunla kara koyunun belli olduğu tarihî dönemeçler vardır. İnsanlık tarihi birçok olayda insanları ve kurumları bu bakımdan sınamıştır. Birinci emperyalist paylaşım savaşının yaklaşmakta olduğunu saptayan Birinci Enternasyonal partilerinin çoğu, savaş çıkınca emperyalist milliyetçiliğe ayak uydurarak hükümetlerinin yanına geçmişler, böylece milyonlarca insanın ölümünün manevi sorumluluğunu da üstlenmişlerdi. Savaşa karşı çıkanlar ise devrim yapmışlardı. Bir süreden beri ideolojik üstünlük sağcı milliyetçiliktedir ve CHP bu politikalara karşı mücadele bayrağını açacak, savaş istemeyen halka önderlik yapacak yerde, hükümetin kendisini vatan hainliği ile suçlamasından korkmuş ve ona ayak uydurmayı tercih etmiştir. Şüphesiz bu “evet” kararı, CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu iktidarın hışmından koruyacak değildir. O gene Erdoğan’ın dilinde “Bay Kemal” olarak kalmaya devam edecektir. CHP Genel Başkanı, Grup toplantısının sonunda niçin evet diyeceklerini açıklarken buna bir gerekçe uydurmuş, “Yüreği yanan anaların hatırına” gibi ne anlama geldiği belli olmayan bir cümle sarf etmiştir. Buna kendisinin de inanmadığı ses tonunun düşüklüğünden anlaşılmaktaydı. Anaların yüreklerini hiç değilse bundan sonra soğutmak için savaşa karşı çıkmak gerekmez miydi? Bu savaşta iki taraftan ölenler olmayacak ve bunların anaları çığlık çığlığa, savaşı çıkaranlara beddua etmeyecek mi? Yerel seçimlerden beri toplumdaki karşılığı artmış olan CHP, savaş politikalarına destek vererek mi iktidar olacaktır? Böyle bir iktidarın kime ne hayrı vardır? “Atatürk’ün partisi” olmakla övünen CHP yönetimi, hiç değilse bu konuda kurucusunun politikalarına sarılsaydı. Mustafa Kemal Paşa, daha 1917’de Enver Paşa’nın hışmından korkmayarak emperyalist savaştan çıkılmasını önermiş, savaşların millette yarattığı yıkımı gördüğü için “yurtta ve dünyada barış” ilkesini savunmuştur. Cesaret! Biraz daha cesaret! Adalet Yürüyüşü’nde olduğu gibi… (9 Ekim 2019) www.zekisarihan.com

  • hayatın içinden

    İŞŞİZ ve EVSİZ! Arabanın teknik kontrolünü yaptırmış eve dönüyordum. Ankara Karşıyaka'dan Ķonutkent'teki semtimize doğru yol alırken tam bir dönemeci almıştım ki köylü olduğu anlaşılan kara kuru bir erkek el kaldırdı. Yolda kalıp araç bulamamanın ne demek olduğunu herkes bilir. Bu nedenle el kaldıran adamın biraz ilerisinde arabayı kenara çektim. Arka koltuklardan birine oturunca "Nereye gidiyorsun?" diye sordum. "Etimesgut'a" dedi. "Ama ben oraya gitmiyorum. Konutkent'e gidiyorum" dedim "Yol ayrımında inerim. Oradan ötesini dolmuşcular götürür" dedi. "Buraya nasıl ve neden geldiniz?" "Geçtiğimiz benzin istasyonuna bir eleman alacaklarını duydum. Etimesgut'tan buraya yarım gün yürüdüm. Fakat elemanı almışlar. Elim boşa çaldı!" "Nerede kalıyorsun?" "Geceleri istasyonda yatıyorum." "Karnını nasıl doyuruyorsun?" "Karakoldaki polislerle akşam yemeklerini yiyorum" dedi. Sabah ve öğleyin ne yediğini soramadım. Belki bir şey yemiyor, belki de ekmekle idare ediyordu! Anlattığına göre Yozgat'ın merkez köylerinden birinden gelmişti. Bir kızından başka kimsesi yoktu. O da evlenmişti. Ankara'ya geleli bir buçuk ay olmuştu. Benden para istemedi. Bu tutumunu takdirle karşıladım. Demek ki alnının teriyle kazanmak istiyor, iş arıyordu... "Seni Etimesgut ĺstasyonuna kadar götürmek isterdim ama yolu bilmiyorum, kusura bakma!" dedim. "Zararı yok. Buradan dolmuş geçiyor. Onlardan rica ederim" dedi. Onu yürüseydi iki saatte gidebileceği bir noktaya götürmüş olmakla sanki küçük bir insanlık görevi yapmıştım ama memlekette bu halde kardeşlerimizin varlığı yiyip içtiklerimizin boğazimıza dizilmesine neden oluyor... Yolu Etimesgut İstasyonuna ďüşen varsa bir sorsun geceleri hâlâ orada banklar üzerinde yatan ve karakol polislerinin akşam sofrasına kattıkları Yozgatlı bir vatandaş var mı? Anlattığım karşılaşma 11 Eylül günü olmuştu. (4 Ekim 2019)

  • maviADA Güz Şarkıları

    Klasik Müzik Düşkünleri, FIRSAT ayağınızda... maviADA'nın güncellenen eşsiz GÜZ ŞARKILARInı dinlediniz mi? Dünya müzik tarihinin en görkemli müziklerini ÜYELERİMİZ için derledik. Dinleyin, indirin, kaydedin... Resme TIKLAYIN... *

  • Gençlerin Hayalleri

    Biz gençlerin çok hayalleri vardır. Her saniye, her dakika, her an ve nerede olursak olalım hayal kurabiliriz bu hiç değişmez. Bazılarımızın en büyük hayali sevdiği bir ünlüyle tanışmaktır mesela bazılarımızın ise o yıllardır beklediği filmin vizyona girmesi. Kiminin hayali o yolda bulduğu küçücük kediyi evine almaktır kiminin ise bir kutu çikolata... Hayalin büyüğü küçüğü yoktur hayal hayaldir ve sen hayal kurabildiğin sürece kendini mutlu ve güçlü hissedersin. Hele bir de o hayalini gerçekleştirdin mi senden mutlusu yoktur bu dünyada. Örneğin eskiden paranın değeri çok fazla olduğu için hemen her şey bir anda alınmazmış. Ayakkabı ihtiyacın mı var ilk onun için para biriktirilmesi gerekir hatta belki de yediklerinden kısman gerekirmiş daha sonra alınırmış. Ki bu yüzden çocuklar günlerce, haftalarca belki de aylarca o ayakkabıyı bekler ve onun hayaliyle uyurmuş. Hayal kurdukça o ayakkabın değeri artar ve bu da insanı çok mutlu eder bence. Düşünsenize uzun süredir hayalini kurduğunuz şey gerçekleşiyor. Şimdi ise öyle mi bir ayakkabı istiyoruz hemen alınıyor şu montu istiyorum diyorsunuz bir bakıyorsunuz üzerinizde. Böyle oldukça daha çok çabuk tüketiyoruz ve hiçbir şeyin değeri kalmıyor. Bu süreç devam ettiği sürece bizlerin de hayal kurma isteği gittikçe azalıyor ve bazen de tamamen bitebiliyor. O kadar çok şey konuştuktan sonra şimdi de gerçeklere gelelim.'GENÇ HAYALLER' araştırmasına göre gençlerin en büyük hayali iyi bir üniversite kazanıp iyi bir meslek sahibi olmakmış. Peki, sizce de öyle mi? Örneğin sizin en büyük hayaliniz ne? Bunu hiç düşündünüz mü? Hadi diyelim sizin de en büyük hayaliniz iyi bir meslek sahibi olmak. Ama bu sizin kararınız mı? Ailenizin kararı mı? Bizim gençlerin en büyük sorunu da budur işte. Kendi istedikleri mesleği yapmak isterler fakat ailesi tarafından hep uyarılırlar. O mesleği yapıp ne yapacaksın, diye. Ailelere göre onların çocukları sadece doktor, avukat, öğretmen, mühendis veya mimar olabilirler. Hâlbuki öyle mi etrafımızda o kadar çok güzel meslek var ki. Diyelim ki bir öğrenci ailesini dinledi ve doktor oldu. Bakalım işin de mutlu mu? İşini seviyor mu? Sonuçta ailesi çalışmıyor o işte kendisi çalışıyor. Bu bizim hayalimiz olmaktan çıkıp ailemizin hayali oluyor. Ama bu hayat bizim ve bu hayatı bizim hayallerimiz şekillendirebilir. Benim görüşüm bu şekilde peki sizin görüşünüz nedir? Arkadaşlar diyeceğim o ki siz siz olun asla hayal kurmaktan korkmayın çünkü bizi var eden hayallerimizdir. Ne olursa olsun sizin içinizde küçücük bir hayal varsa işte bu hayal sizi ayakta tutar. Hayallerinizden asla vazgeçmeyin ve onun uğrunda savaşın. O hayalimizdeki şeyi gerçekleştiremesek bile hiç değilse hayalini de kurmadık demeyiz. Ne demiş Albert Einstein: 'MANTIK SİZİ A NOKTASINDAN B NOKTASINA GÖTÜRÜR HAYAL GÜCÜ İSE HER YERE '

  • ZİL ÇALDI

    Uzun gibi gözüken, ama her güzel gibi çabuk biten YAZın ardından GÜZ hiç nazlanmadı; rüzgarıyla, yağmuruyla, ürperten havasıyla geliverdi. Çiçekler solmaya, yapraklar dökülmeye başladı. Şimdi sokakları dolduran çocuklar güz çiçekleri gibi, tomurcuk tomurcuk... Dökülen yapraklara tezat, dünya çocuklarla mevsim çiçeklerini açıyor. Okullar açıldı, ilk günler hızla geçti. Telaş, uyum, koşturmaca... derken zamanın hızı herkesi şaşırtıyor. Geleceğini belirleyecek sınava hazırlanan lise son öğrencileri, her zilde zamanla ve vicdanlarıyla olan yarışı hatırlıyorlar. Yerinde duramayan mini mini birler, zorlu sınavdan sonra liseye başlayan gençler... Onlar meyvelerini gelecek mevsimlerde verecek güz çiçekleri. Her öğretim yılının başlangıcında heyecan duyan sadece öğrenciler değildir. Mesleğinin kaçıncı yılında olursa olsun sanki ilk günmüş gibi telaşlanıp, öğretme isteğinde olan öğretmenler de var. Bu ateş yürekte yandığı sürece faydalı olunur diyerek yola devam etmek gerekir. İlk gün tebeşiri eline alıp derse başladığınızda– tatilde neler yaptığımızı anlatmayacak mıyız? Diyen öğrencileriniz olursa, tatlı dille gönüllerini alıp, konuyu anlatmaya başlayabilirsiniz. Üç ay öncesine kadar hiç büyümeyecek gibi gelen öğrencilerinizin davranışlarında ki değişimi görüp sevinebilirsiniz. Üniversite sınavını kazanan öğrencilerinizin isimleri okunduğunda en özel hediyeyi almışsınızdır. Folklor ekibinin oyununu seyrederken keyif almak gurur duygusuna dönüşür. İşte o anda öğretmen olmaya karar verdiğiniz yıllara geri dönersiniz. Tıpkı benim gibi. Seksenli yıllarda genç olmak; anlatılmaz, yaşanır. Okuldan sonra arkadaşlarla geçirilen en güzel saatler. Bağıra çağıra söylenen şarkılar, ezberlenip okunan şiirler, mahalle aralarında oynanan oyunlar. Ders çalışma bahanesiyle evlerde buluşup, muhabbete doyamayanlar; günümüzün mutlu olmasını bilen yetişkinleri olarak aranızdalar. Sınava hazırlanmak o yıllarda da zordu; tek fark gençliğimizi yaşamayı da biliyorduk. Aileden gelen destek ‘’sen yaparsın’’ sözüydü. Koşulsuz sevgi eve takdir belgesinin getirilmesine bağlı değildi. Kızların hepsi duru güzel, erkekler yağız ve yakışıklı delikanlıydı. Gözü açılmamış kedi yavrusu misali üniversite kapısından içeri girip, aynı masumiyetle mezun olanların sayısı fazlaydı. Gazete ve kitap okumak her yaş için keyif vericiydi. Kütüphane arkadaşlığı hiç konuşmadan sessizce aynı ortamda ders çalışabilmekti. Sınav zamanında anlamadığın konuyu sorduğunda anlatarak iyiliğini düşünen arkadaşlarının olmasıydı. Tuttuğu takımın oyuncularının resimleriyle kaplanan defterlerle okula gitmek modaydı. Kıyafetlerin markasına bakılmazdı: Temiz olması yeterliydi. Yemekhanede ki yemeği paylaşırken yaşanan sevinç çok değerliydi. Otobüs bekleme kuyruğunda yapılan sohbetler terapi niteliğindeydi. Şimdiki gençlere o yıllarda yaşanan güzellikleri sunamadığımız için üzülüyorum. Heyecan, merak, öğrenme isteği yerine gelen olumsuz duygular harekete geçmelerine engel oluyor. Sosyal etkinlik yapacak zamanı ve gücü bulamadıkları için yaşayamadıklarıyla büyüyorlar. Önümüzdeki senelerde yaptıkları her olayı güzellikle hatırlayacakları anılar yaşamalarını diliyorum.

  • ANA YÜREĞİ

    Çocukları PKK’ya katılmış Kürt analardan bir kısmı, bir süredir Diyarbakır HDP İl Başkanlığı önünde oturarak HDP yetkililerinden evlatlarının kendilerine teslim edilmesini istiyor. Bu işe tek başına katılan ilk ananın oğlu evlenmeye zorlandığı için evden kaçtığını ve gizlendiğini belirtince eylem sona ermişti. İl binasında oturmaya devam eden ve sayıları giderek artmakta olanların da iddiası, çocukların dağa çıkmasında HDP’lilerin aracılık yaptığı, dolayısıyla onların eve dönmelerini de ancak HDP’lilerin sağlayabileceği yolundadır. 1980’lerden beri evlatları kaybolan, öldürüldüğü zannedilen fakat ölüsüne de ulaşamayan anneler de uzun süredir Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünü mekân tutmuş kalabalık bir gruptular. Bunlara Cumartesi Anneleri deniyor. Orada oturmaları polis tarafından yasaklanınca İnsan Hakları Derneği’nin önüne taşındılar ve 754. kez ellerinde fotoğraflarını tuttukları evlatlarının encamını sordular. İşin ilginç tarafı bu anaların da önemli bir kısmının Kürt olduğu anlaşılıyor. Cumartesi Annelerine gaz sıktıran İçişleri bakanının Diyarbakır'daki annelerin yanında oturarak destek vermesi, her şeyi açıklamaya yetiyor. Diyarbakır’daki eylemin Cumartesi Annelerinden kopya edildiği açık. Bu iki eylem de müzmin Kürt sorununun ana yüreğinde açtığı derin yaranın ifadesinden başka bir şey değildir. O ana yüreğidir ki, dokuz ay karnında taşıdığı, bin bir emek ve sevgiyle büyüttüğü, soyunun sürmesinde güvence gördüğü evlatlarını daima yanı başında görmek ister. Evladı gurbete, askere giderken de zorunlu olarak evlenip aileden ayrılırken de gözyaşlarını tutamaz. Bu nedenledir ki evlat acısı başka hiçbir acıya benzemez. Tavuklardan farelere, aslan ve kaplandan tavşanlara kadar doğal hayatta gördüğümüz dişilerdeki yavrularını korumak için her türlü tehlikeyi göze alma yetisi, doğanın dişilere bahşettiği ortak bir özelliktir. Diyarbakır’daki oturma eylemi üzerine harekete geçen iktidar çevrelerinin tutumu ise soru işaretleriyle doludur. Onların ana yüreğinin acılarını dindirmek diye bir kaygılarının olmadığı, şimdiye kadar yürüttükleri savaşçı politikalardan anlaşılıyor. Hiçbir şüphe yok ki, bundan sonra bütün anaların yürek acısı, Türkiye, insan haklarına dayalı, demokratik ve barış içinde yaşanan bir ülke olduğu zaman dinecektir. Ülkenin batısından duyulamayan daha ne çok ana feryadı, Doğu ve Güneydoğu’daki evlerde ve mezarlıklarda göklere yükselmiştir. Diyarbakır’daki oturma eylemi, iktidar bloğunun uzun süredir başarmaya çalıştığı ve beka meselesi saydığı bir çabanın merkezine oturmuş gibidir. Amaç CHP ile HDP’nin arasını açarak HDP’nin ittifak dışına atılması, Meclis’e girmesinin önlenmesi, böylece Meclis çoğunluğunun Cumhur İttifakı tarafından elde edilmesi ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de garantiye alınmasıdır. Bu olay hakkında CHP ve HDP’'den, özellikle Selahattin Demirtaş tarafından yapılan kapsamlı açıklamalar doyurucudur. Bu oturma eyleminin yol açtığı olumlu bir sonuç vardır ki bu, Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüşlerin yeniden dile gelmesine vesile olmasıdır. Şurası bilinmelidir ki, HDP, dağa çıkan gençleri geri döndürecek bir kudrete sahip değildir. 1970’lerden beri binlerce Kürt gencinin dağa çıktığı, alınan bütün güvenlik önlemlerine rağmen dağa çıkma akımının durdurulamadığını devlet de görüyor. Bunun tarihsel ve sosyal derin nedenleri var. Bütün yurttaşları üzen ve kaygılandıran bu iç savaşın durdurulması için sorunun kaynağına inmek ve buna göre bir çözüm projesini hayata geçirmek gerekiyor. Dünyada bu konudaki tecrübeleri incelemek bile yeter. NOT: Dün Fatsa'da idim. Bugün de köyümdeyim. Kiminle iki laf ettiysem bu konudaki görüşünü sordum. Verilen yanıtlar şaşırtıcı derecede birbirine benziyordu ve yukarıda yazdıklarıma uygundu. Milletimizin ferasetine hayran kaldım. (Beyceli, 17 Eylül 2019)

  • Türkiye'nin Yurtdışındaki Üsleri ve Askerleri

    1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ve demokratik haklar ortamında sol ve antiemperyalist düşünce ve akımlar her alanda sahne aldı. 1965 ve sonrasındaki öğrenci hareketleri, özellikle de ABD aleyhtarlığı tavan yapmaya başladı. 6. Filoyu protesto gösterilerinden tutunuz, bankaların, petrolün millileştirilmesi ve ABD üslerinin kapatılmasına kadar çok geniş bir yelpazede gösteriler yapılıyor ve yazılar dergiler kitaplar bildiriler yayınlanıyordu. ABD - NATO üsleri tam bir hedef durumunda idi. Hele İncirlik’e giden generalimizin çok alt düzey bir subay tarafından üsse sokulmayışı, bu tartışmaları daha da alevlendirmişti. Ayrıca bu üsler olası bir NAO-ABD, Sovyet -Varşova çatışmasında hedef olacak ve nüklear bombalarla vurulabilecekti. Türkiye risk altındaydı. Her ne kadar bu üsler Türkiye için Sovyet tehdidine karşı bir şemsiye olarak gösterilse de. Bu yoğun eleştiriler karşısında Başbakan Demirel “Türkiye’de üs yoktur, tesis vardır” diyerek konuyu yumuşatmaya çalışıyordu. O köprülerin altından çok sular aktı.Türkiye ABD ve NATO’ya rağmen Kıbrıs’a asker çıkararak oradaki soydaşlarımızın katledilmelerine engel oldu.Hak hukuklarını koruma altına aldı. Derken Pakistan’a Afganistan’a asker gönderdik. Özbek general Raşid Dostum’u destekledik. Türkiye’de zaman zaman ağırladık. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yakın çemberimizde olaylar hızla gelişti.Bosna-Hersek, Arnavutluk, Azerbaycan gibi dost ülkelere de gerek NATO çerçevesinde ve gerekse ikili antlaşmalar gereği askerler gönderdik. Buralarda üsler kurduk. Bu tarihimizin misyonu olduğu kadar, dost ve kardeş ülkelere el uzatmanın ve büyük bir devlet olmanın kaçınılmaz zorunluluğuydu. Bir zamanlar başka ülkelere kapılarını açan, üs kurduran Türkiye, şimdi yabancı devletlerde üsler kuruyor askerler bulunduruyor. Yabancı üslere karşı çıkanlardan, bizim başka ülkelerdeki üslerimize itiraz edenler yok. Demek ki bakış açıları da zamanla değişiyor. Nasıl değişmesin ki, düne kadar Rusya dediğimizde hemen “Gomünistlar Moskova’ya” denilirdi. 6.Filoyu protesto ettiğimizde Milli Türk Talebe Birliğinin mücahitleri, bugünkü Milli Görüşçüler bizlere VATAN HAİNİ diyerek saldırıyor, dövüyor ve hatta öldürüyorlardı. Şimdi o kadrolar iktidardalar. Rusya ile can ciğer kuzu sarmasılar. Ve ticari, ekonomik ve askeri alanda projeler geliştiriyorlar. ABD ise özellikle bu kesimler tarafından ŞEYTAN olarak nitelendirilmektedir. Aşağıda sizlere Türkiye’nin üs kurup asker bulundurduğu ülkeleri ve askerlerimizin sayısını veriyorum. İlginizi çekeceğine eminim. KOSOVA : 400 ARNAVUTLUK DENİZ ÜSSÜ : 124 LÜBNAN : 100 KKTC : 50.000 SUDAN : Suvadis Adası Türkiye ‘ye tahsis edildi IRAK : 2900 (10 üs) KATAR : 300 SOMALİ : 200 AZERBAYCAN : 70 üs ancak asker sayısı değişken AFGANİSTAN : 2000 SURİYE : 5000 12 üs BOSNA HERSEK : 250

  • Daha Kötüsü Olamaz

    Tayyip Erdoğan’la yollarını ayıran bazı siyasetçilerin yeni partilerle milletin karşısına çıkma hazırlıkları uzun süredir gündemde. Hiç de acele etmiyorlar. Erdoğan’ın biraz daha yıpranmasını bekliyor gibiler. Buna karşılık Erdoğan bunların siyasette hiçbir varlık gösteremeyeceklerini ileri sürüyor. Seçimlerde alabilecekleri birkaç puanla onun oyunu yüzde ellinin altına düşürüp iktidarına son vermek istediklerini tekrarlayıp durmasına bakarak bu yeni partileşmelerden kaygı duyduğu da anlaşılıyor. Kurulduğu günden beri, AKP’nin gidişini beğenmeyerek ondan kopan bazı kişiler oldu. Bunlar ya kenara çekildiler ya da başka mecralarda yollarına devam ettiler. Genel başkanlık için Erdoğan’ın karşısına çıkabilen kimse olmadı. O da böyle bir duruma izin vermeyeceğini, en yakınlarındakileri tırpanlayarak ya da onları çeşitli yollarla memnun ederek gösterdi. Türkiye tarihinde sayısız parti kuruldu. Bunlardan yönetim düzeyinde veya üyelerden pek çok istifa oldu. Bazı partiler de üyelerinden bazılarını disiplinsizlik yaptıkları, farklı bir programı savundukları gerekçesiyle ihraç etti. Bir parti zor duruma düştüğü zaman paçasını kurtarmak için ondan istifa eden de çok insan olmuştur. Bu kişiler yeni dönemin getirdiği ağır yükü omuzlayamayacak olanlardır. Parti varlığı, kayıtlı üyelerden ibaret de değildir. Onların bir taraftar kitlesi de vardır. Falan veya filan partili diye tanınan milyonlarca yurttaş, bir partinin üyesi değil taraftarıdır. Zaman gelir bu kitleler de partilerinden soğur, bıkar ve hatta karşısına de geçerler. Bu nedenle iktidar partisi bir bakmışsın ki sonraki seçimlerde muhalefete düşmüş, çok geçmeden de siyasi hayattan silinip gitmiş. İkinci Meşrutiyet’ten (1908) beri, şimdi mezarında yatan ve bir Fatiha okuyanı bile bulunmayan birçok partimiz vardır. İTTİHAT TERAKKİ’NİN SONU İkinci Meşrutiyet günlerinin kısa süren çok partili dönemini ortadan kaldıran, kendisi dışındaki partilere yaşama hakkı vermeyen İttihat ve Terakki’nin durumu ise daha farklıdır. O uyguladığı şiddet, savaş ve yolsuzluk politikalarıyla o kadar düşman kazanmıştı ki, 1918 Mütareke koşullarında son kongresini toplayarak kendisini feshetti. Partinin birinci derecede yöneticileri ülkeden kaçtılar. Mustafa Kemal Paşa da bir zamanlar bu partinin üyesi idi. İyi ki bu partiden zamanında ayrılmış, yoksa o da maceracı politikaların sonucu olarak yurt dışına kaçacak, belki de Enver, Talat, Cemal Paşalar gibi yurt dışında can verecekti. Gerçi, partinin ikinci derecede elemanlarıyla Teceddüt Partisi kurulmuşsa da bu parti bir varlık gösteremedi. İttihat Terakki’nin eski yönetici ve üyelerinden çoğu Anadolu Hareketinde yer aldılar ve sonra CHP’de faaliyet gösterdiler. CHP’DEN AYRILANLAR Siyasi hayatımızın en uzun ömürlü partisi CHP, doğurganlığı ile tanınır. İçinde birçok sınıf ve siyaset barındırdığı için bu partiden zaman içinde yeni partiler çıktı ki bunların ilki Demokrat Parti’dir. CHP de İttihat Terakki gibi maceracı ve savaşçı olmamakla birlikte hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmış, millet onun iktidarı yıllarında yoksul kalmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan yeni uluslararası düzene uyup uyamayacağı da şüpheliydi. CHP Meclisin uzun süre milletvekilliği maaşı alan, bu partide başbakanlığa varıncaya kadar yönetim görevlerinde bulunan bazı kişiler, kendi hesaplarını vermeden, fırsat bu fırsattır diyerek yeni partileri Demokrat Parti’yi kurdular ve 1950’deki ilk serbest seçimlerde iktidar oldular. Sağcı komutanların politikalarıyla uyum sağlamak için CHP’den istifa ederek yeni bir parti kuran Turhan Feyzioğlu ise fazla bir varlık gösteremedi. Fakat partilerin kimsenin tapulu malı olmadığını gösteren en ibretlik olay, partinin kurucularından genel başkanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan İsmet İnönü’nün Ecevit’e yenik düşünce parti üyeliğinden ayrılmasıdır. ERDOĞANLARIN AYRILMASI Türkiye siyasetinde ikinci ana damar Hürriyet ve İtilaf’çılıktır. Kısmen liberal politikasıyla Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Doğru Yol, onun varisleridir. Bu mirasın din politikasını koyulaştırarak kurulan Saadet, Millî Nizam, Refah gibi adlar taşıyan Erbakan’ın önderliğindeki partiden Erdoğan ve arkadaşlarının istifa etmesi ve Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla yeni bir parti kurmalarının nedeni, dönemin iç ve dış koşullarıyla ilgilidir. Şöyle ki, İslam dünyasındaki İslam radikalizmi Batı’yı kaygılandırmaktaydı. (Afganistan ve Irak’ta olanlara bakınca bu kaygının yersiz olmadığı da anlaşılır.) Öte yandan siyasette aktif bir ortak durumunda olan Ordu da Erbakan iktidarının önünde bir set durumundaydı. 28 Şubat muhtırasını hatırlayalım. İşte bu koşullar içinde Avrupa ve Amerika’ya, Orduya güvence veren iş bilir dinciler, kendilerinin demokrat, liberal olduklarını, Türkiye’nin temel yapısını koruyacaklarını, hatta hak ve özgürlükleri genişleteceklerini, yalnızca muhafazakâr olduklarını söyleyerek kaygıları yatıştırmaya çalıştılar. Sandıklardan aldıkları desteği öne sürerek adım adım bu hedeflerinden uzaklaştılar. Fetullahçılıkla ortaklık yaparak Türkiye’nin başını belaya soktular. Sonra onunla mücadele bahanesiyle ortada ne anayasa, ne parlamento, ne hukuk kaldı. En sonunda tek adam rejiminde karar kıldılar. İçte ve dışta yürüttükleri savaşçı politikalarla bir koalisyon ortağına kavuştularsa da iç barışı dinamitlediler. Bu politikaların şimdiye kadar AKP’ye oy veren kitlelerde neden bir isyana sebep olmadığının ekonomik büyüme ve sosyal politikalarla ilgisi vardır ama nihayet bunun sonu da gelmiş görünüyor. Devletin bütün kaynaklarını ve bütün devlet kurumlarını partinin hizmetine koşarak ayakta kalmaya çalışan AKP için Cumhuriyet mitingleri ve Gezi eylemleri sona yaklaşılmakta olduğunun işaretleri idi. 31 Mart yerel seçimleri ve 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçimleri, sonun başlangıcı olduğunu gösteriyor. BUNDAN DAHA KÖTÜSÜ OLAMAZ Geçmişte AKP’de etkin rol üstlenmiş de olsalar, bundan böyle Erdoğan politikalarının sorumluluğunu üstlenmek istemeyen ve gelecekte oluşacak siyasi platformda yer almak isteyen bazı eski AKP’lilerin ve onlara katılacak olanların politikada başarılıp olup olamayacağı peşinen söylenemez. AKP bir süre daha başarı hikâyeleri, Müslümanlık ve ırkçılık politikalarıyla ve Kürt düşmanlığı ile bir kitleyi elde tutmaya çalışacaktır. Yeni kurulacak partilerin programlarında ne vardır? Henüz açıklanmadıkları için bilmiyoruz. Bektaşi’nin henüz tatmadığı şarap için “Bu daha iyi” demesi gibi, AKP’nin politikalarından daha kötüsü olamaz. AKP içinden yeni partilerin çıkması, demokratik muhalefetin ve halkın yararınadır. Devrimcilerin, Halkçıların ve özgürlükçülerin yapacağı şey, son referandum ve seçimlerde aralarındaki dayanışmayı bozmadan bugünkü gidişle mücadeleyi hızlandırmalarıdır. Gelişmeler, her şeyin daha iyi olacağını gösteriyor.(3 Eylül 2019) Öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • YAŞAM GÜZELİ

    Bir düşünsene hangisi o?.. Hangisi YAŞAM GÜZELİ?.. Aydınlık, yanıltmayan, düşlerinize izin vermeyen keskin ve net bir yaşam gerçeği mi? Yoksa belki de aslıyla hiç ilişkisiz, ama sandığımız, anlamlar yüklediğimiz öteki hal mi? Birini seçmek zorunda kalsanız hangisini yeğlerdiniz? Bir gün doğumunu mu, bir gece vakti ayışığında yakamozlanan, meltemiyle serinleten, ne var ki burun direğinizi kıracak kokularla yüklü İzmir körfezi halini mi? Bir bebeği mi, Feto'yu ya da bilmem neyi başımıza bela eden anlı şanlı yetişmiş, ergin zengin ve kodaman ve kocaman adamları mı? 15 dakikaya bir ömrü feda etmeyi mi, tek başına sereserpe yatacağınız yataklarınızı mı? Bir anlık performansıyla en orjinalınden sandığın bir de bakıyorsun çakma Mahmutpaşa malı çıkıyor... ah gözüm... gibi oluyorsun.... O hali mi? Hemen yanıtlamak zor değil mi? Oysa onlarla ayakta kalıyoruz. Gel de sevme onları... Yaşamı yaşanılır kılan YAŞAM GÜZELLERİNİ? YAZ BENİ DER YA HAYAT ! ya da anlat, der ya... Öyle yap ki, fransız meşesinden bir fıçıya yatırılmış iki bin yıllık destansı bir Homeros şarabı tadım olsun... Şifrelerin ve kodların oldu hep: Yani diyorsun ki; beni içen sen olma... Öyle ya ömrüm yetmez. Çalış, üret, ama kullanma... Kanatır bu, hem de atardamarından hayatın... Giremeyeceğin bir ülken, kocaman bir yalnızlığın ve düşlerin olsun... Alınganlığını büyütme; nasıl bir yoldan geldin biliyorum. Ama şimdi bakmak ve beklemek zorundasın... Göğün katlarına kurulu sadece iki kişinin bekleyebileceği bir balkonda beklemenin zorlayıcı ve romantizmi öldüren bir tadı var diyorsan, bak karagözünden balığın, börülcesinden mezen var... Bu YAŞAMGÜZELİnin tadını çıkarmalıyım diyerek içkiyi istemeyen sensin... Şimdi susuzluk ne ki? SAKLA... Ne ince düşünmüşsün ve ne kadar çok... Yaşamın insan düşüncesiyle ve inceliğiyle ancak lükse döndüğünü görmen ne güzel, ama bilmiyorsun ben de gördükçe hasretim artıyor... Çünkü sen bir YAŞAMGÜZELİsin... Görüp de dokunamamak,sabrın da ötesi... Anlatacak çok şey olsa da ya da hiçbir şey olmasa da düşlerimle büyütüp destan yapacağım, giremediğin DAĞILICASI, onca güzelliğine karşın niyeyse hep yalnızlığa büyüyen GÜLİBRİŞİM, yıldızlarla paylaşılan balkon, kendini zehirleyen bir kırılganlık, titreyen mum alevi, boğulmaya yüz tutmuşken uzanır gibi duran elin, Ege'yi öteki denizden bıçak gibi kesip ayıran dağlarda ARAYIP DA BULAMADIĞIN halim... ya öteki?.. DANTE'nin CEHENNEMİ'ne götürülecek kadar bile görmediğin performansım, yani güldüren halim... AH! SEN Kİ BÖYLESİNE RASYONEL, İÇTEN ve ÖYLESİNE GÜLDÜREBİLEN BİR MASALKEN ANLATMAM MI? NE VAR Kİ aklımın öncelerden alıp ekleye ekleye güzellediği SEN, öyle KYBELE gibi dururken, bana sadece bak ve dinle düşerken, bu iki kişilik balkonda depremi beklemem niye?.. Önce yaşasam, sonra dinlesem seni... Hani o ilk yaşama anından sonra zamana gereksinmem olacak ya, o zaman dinlesem... Yıldızlarına yaslanıp dinlesem ... DİRİLENE KADAR, yeniden... Sen ki yaşam ustasısın, bilmiyor muydun o arayı?.. Tanrının dişiye ceza, erkeğe ödül yazdığı o arayı... Ama şimdi beklemeli... Beklemek kendini oldurmanın ve hazırlanmanın bir yolu... Hazırlanmak bu kadar uzun sürmüşken mi? Sözcüklerin kulaklarımda uğultu, vaat ettiklerin sanki sana ulaşmayı olanaksız kılacak gibi... Yani GELDİN,GÖRDÜN, GİTTİN ... olacak gibi... MENÜde ben yokum hali... Bir de DİNLE diyorsun... SEÇİMİN değilsem kabullenmem zor olmaz, ama DİNLEMEMİ İSTEME şimdi, bak o zor.... Umutsuzluğum kör sağırlığıma dönmüş... Meşe ağacından bir fıçıda bin yıl damıt beni, şıraya dönmeyeyim beklet; gün ışığı görmeyen odalarda yatırıp sakla, tortulaşmasın tadım, düşlerini büyüt, sabrını çoğalt. DELİRT SABRINI... Anlıyorum ki, bir ikili hayatta ŞARTSA bile KENDİN olmak, bir hayat mayat meselesiyse bile kendin kalmak önemli... Olduğunda da ötekine mutlaka dört el sarılacağı bir umut bırakmak... Beklemek ve hayal kurma şansı... O umuttur, bir canavara dönebilecek kediyi köşeye sıkıştırmayan; hayal kurma şansını veren ve bekleten odur işte ... Hiç gitme derim ya,ama mecbursan, dört yanım duvarken bile bir dokunuşla cennet kılan, hem de en incelikli halinden ve okşanmaya en muhtaç yerimden dokunmayı bilen becerin yanında olsa da yine de duyan ve gören ve düşünen yani insan halimi sula, güneş gören bir yere bırakıp... öyle git, gideceksen... Dönecek ülke, benim bu zindan yalnızlığımı öldürmeye yetecek bir umudum ve seni güzelleştirecek düşlerim olsun. Diyorsun ki; İLYADA'da TRUVA DESTANI başından değil, 9.bölümden başlar ve GECENİN ÖTESİ hep vardır; kaygılanma GÜZEL OLACAK.... Umudum olsun işte... Beklerim... Çünkü sen bir YAŞAMGÜZELİsin. Yanılma payı çok yüksek, hepsi birer "Ahmet Haşim gecesi"... Yalan çoğu, gözünüzün, aklınızın uydurması, bir yanılsama, öte yüzüyle serap... Yine de nasıl oluyorsa kendimizi katmamıza olanak veren, anlamlar yükleyip bizim yaptığımız o sisli hal , o geceli, karanlığa yatkın ve o alacakaranlık hali bizi mutlu eden sanki...YAŞAM GÜZELİ saydığımız... O anlar belleğimize kazınan, anıları yaratan, yineleyerek yaşamaya çalıştığımız ve hayata tutunmamızı sağlayan baharlar gibi...... Öteki hal yani rasyonel hayat, doyurulmuş bir benliği ve zora gelmeyen bir kalbi idare eden sıradan mevsimler sanki... Hepsi ayrı bir güzel... Yine de karşı koyma yeteneğimizi artıran, hasretimizi ayağa kaldırarak motive eden YAŞAM GÜZELLERİ bizi ayakta tutan...Az da olsalar, sırtınızdan kanatlar çıkaran onlar.. * Tıpkı o güzel insanlar gibi... İnsan denizinde ne kadar azlar... Ama bir denk gelirsen... Yepyeni anlamlar yükleyebileceğine bir denk gelirsen... Aklın rasyonel gerçeğini bir yana atıp ona umut ve gelecek ve aklını da zorlayan ama sanki sahiciden sahici gibi bir vaat etme yeteneği yüklersen o zaman da AŞK başlıyor...Bir esir olma hali... Ne ilginç... Kendi esaretine böylesine düşkün, sorarsan akıl küpü insan... El öptürecek kul ararken, öteki yanıyla öpecek eller arayan yarı tanrılar... Tanrının mucizesi düşünen, akıllı, bilge, aristokrat ,ciddi ama bir o kadar zavallı ve absürt insanlar... Seni sevmemek mümkün mü?...ve o inanmasa ardından milyonların gittiği dinler ve peygamberler nedir ki? ..VE BİZDEN 'BEN'İ YARATANLAR; en çok KİTAPLAR... Olmasaydılar, Yunus diyesi bir ten kafese döneceğimiz; eşsiz dağlarımızı, derin vadilerimizi, aydınlık göklerimizi yaratan ve bizi donatanlar... insanın ezelden ebede en büyük yaratımı; KİTAPLAR... Asla doymak bilmeyen yol arkadaşları, memnun edemediğiniz dostunuz, ömrünüzü harcasanız da ödeyemediğiniz diyet değil... Hep bekleyen ve sadece ötekine asla tahammül edemeyen ve istemeyen böylece de kendiniz olabileceğiniz SAATLERİ yaratan eşsiz sevgililer.. YAŞAM GÜZELİ BİR BAŞYAPIT; İNSANIN SEVME HALİ.... "...Bir anlık performansıyla en orjinalınden sandığın bir de bakıyorsun çakma Mahmutpaşa malı çıkıyor... ah gözüm... gibi oluyorsun." * Ya senin tercihin hangisidir? anlamaya çalışıyorum... belki de sorum kendime? Ama yanıtı zor bir soru olduğu gerçek... belki insan komplike; hepsiyle oluşuyor ve kendini olduruyor... Belki, ama düşlerin olmadığı bir yaşam çok renksiz olmaz mı? Keşke duruma göre ikisini de becerebilsek... keşke... aslında beceriyoruz... o yüzden mevsimler gibiyiz ya... ne güzel bir betimleme... mevsimler gibiyiz doğru... ama galiba en çok sonbaharı yaşıyoruz... ondan değil mi YAZ bitti diye telaşımız… niyesi belli, yaz hayallere izin veren bir mevsim... olmasa bile olabilirlik hissi yok mu? Olmaz mı, var tabii ama o his de tıpkı yazın sıcağı gibi bazen insanın canını yakıyor... Hayalin gerçek olsun istiyorsun, sonra bir bakıyorsun yok... ama olacak diye beklerken... halini düşün...nasıl da adrenalin yükseliyor, bazen de hormonlar deliriyor... O umutla bir adama ya da bir kadına kırk yıl vaat ediyorsun...onbeş dakikaya bir elli yıl... nasıl bir akılsa?.. hayali üretmek sonra adam etmek... adrenalin ve hormonlar... onlar bile hayal... Bir anlık performansıyla en orjinalınden sandığın bir de bakıyorsun Mahmutpaşa malı çıkıyor... ah gözüm... gibi oluyorsun... ya da kucağına en sıcağından çay dökülmüş benim gibi... hayat çok manyak bir şey ... Ve belki o on beş dakika bir ömre bedel... akıl tutulması bu olsa gerek... aynı zamanda da matrak... güzelmiş... dur buna göre de bir yaşam güzeli bulayım... yazmaktan kurtulurum... sevişen ama porno olmayan bir çift resmi gerek... çünkü o da yaşam güzeli, hem de başyapıt... SEVİŞMEK... yaşam güzeli bir başyapıt... DİYORSUN Kİ; bir şans ver bana, tam lacivert olmadan BİTMELİYİM... DOĞAM BU: Şaşırırsın, çok şey değişti elbet, renklerimiz yaşımız, ömrümüz, dile kolay... Ama şimdi en sonuncuyu en çok anımsıyorum ve bir kadife eldiven gibi saran sıcaklığını özlüyorum... orda mı ömrümce kalsaydım... İnsan oğlu doyumsuz, karaya çıkmayı bilmiyor. Gitmen gerekti, gittin… Yeni türkülere de çalışmak lazım. Kal demeyişine sevindim... Bir ülke istemiyorum salt, artık bütün ülkeleri istiyorum...Benim olsun diye değil, inanılmaz bir meraktan... Onların senden başka ülke olduğunu fark etmemiş olmaları ya da şansları olmayışı ne güzel, sevinmelisin bence, Yoksa öyle kös kös yalnızca seni bekleyerek bahar mı gelir ? Çok gerçekçisin… Bu kadar gerçekçi olup yine de her kezinde başka birine hem de aynı aşkla sarılmayı bilmek …kolay değil… Yine de çok inandım, biliyor musun… Ama şimdi bu güzel yalana inanmam için bir tek neden yok... Bu olsa olsa karşındakinin boynuna atılan bir kement... çoğunun takıntıları, eşleri, sevgilileri hep vardı... Sadece YAŞAM GÜZELİydim... Saksıdaki CAMGÜZELİ gibi… O da bir şey, bazı güzellikleri elde tutmak iyi değildir, altın suyuna batırılmış mangır gibidir, çoğu... Sanması güzeldir. kaplaması akınca.. belki o yüzden naftalin kokulu uzak sandıklarda saklar kadınlar... su görüp kaplaması akmasın diye mi yani… akıllıymışlar. Bana yani arkaik bir arabaya, son model frenler takıyorsun… Heyecanlanma, gaza gelme, o kadardı diyorsun… Anlıyorum, senin için eğlenceli, biraz farklı biraz adrenalin biraz, hormon, biraz öteleri gösterenden öte bir şeyim biliyorum. Epey arkadaş, epey güvenilir, epey anlar, epey sevilebilecek... de… Ama emin değilsin Güldürürsün, kalbinin de kodları varsa ve ben Matrix değilsem nasıl emin olurum… Hem niye bu benim çaresizliğime dönüyor. Taşlar bağlanıyor, köpekler salınıyor. Kokuma delirmiş azgın köpekler… Ama sorum o değil, bunları biliyorum, ama daha ötesi miyim? Ötesi olsaydı ne olurdu? Olmayacak bir dua şimdi… Dua tutmayacak diye camiyi yıkmanın da bir alemi yok, yine de bir tadı var, huzuru var, yaşanmalıydı yaşandı… Acıtıcı bir rasyonellik bu… gerçeğinin farkındasın ,ötekinin de... yalana hiç ihtiyacın yok... Tuttuğunu adam gibi tutuyorsun... Bunu biliyorum da içim ürperiyor, satır aralarında ben herkese öyleyim diyorsun diye, bak o zaman morarım...yoksa hala mavi mavi gülümsüyorum... As'lolan o... belirgin gösterge o; sana gösterdiği özen... Değerin de ederin de o; gerisi hikaye... BENCE... YANİ TANIM DEĞİL. Bu doğru, kabullenmek doğaya aykırı…ama doğru, yüksek heyecanı da ondan… GELECEĞİ yok, DOĞASI bu… Heyecanı ve vazgeçilmez hali de... GÜN iyice laciverte dönmeden mecburum; ateş topu da olsam SÖNMELİYİM…

  • Zil Çalıyor, Aman Geç Kalmayalım!

    Zil Çalıyor! Zil bizi sınıflara çağırıyor. Öğrencilerimiz gelmişler. Tertemiz urbalarını giymişler, saçlarını taramışlar. Türlü renklerde, mis kokulu bir çiçek tarlası gibi. Sınıfta küçücük yürekleri gümbürdeyerek bizleri bekliyorlar. Kızlı oğlanlı, yumurcağı, delikanlısı, uslusu, yaramazı, cingözlüsü, çokbilmişi… Daha birkaç ay önce ayrılmıştık. Ne kadar da özlemişiz birbirimizi. Yenileri de var içlerinde. Tozlu köy meydanlarında yalınayak oynadılar; mal güttüler, ekin, fındık başakladılar, pamuk topladılar, bostan beklediler; yurdumuzun ak köpüklü derelerinde, çamurlu göletlerinde çimdiler. Kumsallarda yandılar; tatil kitaplarını karıştırdılar. Ders çalıştılar. Şimdi sınıflara doluşmuşlar bizi bekliyorlar. Kafaları dinç, bembeyaz bir defter gibi. Ne adam vurmasını biliyorlar, ne kaçakçılık yapmasını, ne insanlara işkence etmesini, ne yurdu bölmesini… Yalan söylemsini bile beceremiyorlar. Önlerinde sayfaları açılmamış kitaplar, yazılmamış defterler, yeni sivriltilmiş kalemleriyle, en doğruyu, en güzeli, en yararlısını öğrenmeye hazırlar. İkişer üçer oturmuşlar. Işıl ışıl yanan gözleriyle. Zil çalıyor. Zil heyecanımızı artırıyor. Bir dindarın sonsuz bir huşu ile ibadet evine girmesi gibi gireceğiz dersaneye. Ders planlarımızı yaptık, kafamız dinlenmiş. Onlara neyi, nasıl öğreteceğimizi biliyoruz. Hiçbir dakikamızı boşa harcamayacağız. Minicik ellere kalem tutmasını, hecelemeyi öğreteceğiz. Güzel Türkçemizi okutacağız. Başka ülkelere, dünyalara pencereler açacağız. Henüz kilit vuramadığımız nehirlerimizi, üzerinde alacalı ineklerimizin, tekerlek kuyruklu koyunlarımızın otladığı yaylalarımızı, başından kar kalkmayan dağlarımızı, içlerinde alabalıkların oynadığı göllerimizi, üzerinde sebzeleri çürüttüğümüz verimli ovalarımızı, solucanı, kurbağayı, kurdu-kuşu bilecekler. Halkı, insanları sevmesini öğrenecekler. Katillere, kan emicilere, istilacılara karşı nefret dolacaklar. Pir Sultan’ı, Bedrettin’i, Karayılan’ı, Rahime Onbaşı’yı, Şahin Bey’i, Mustafa Kemal’i, özgürlüğü, hak aramasını, haksızlık yapmamasını öğrenecekler. İstiklal Marşımızı, dostluk şarkılarımızı, hep daha güzel bir dünyanın kurulmasını özleyen sevinçli, dertli, kederli türkülerimiz öğreteceğiz onlara. Saymayı, eşyaya biçim vermeyi, doğanın gizlerini ve doğaya hükmetmeyi öğrenecekler. Bilimi öğrenecekler. Düşünmesini bilecekler. Geçmişi öğrenip geleceğe hazırlanacaklar. Bu güzelim yurdu cennet yapacaklar. Zil çalıyor! Zil bizi sınıflara çağırıyor. Aman arkadaşlar, geç kalmayalım. Yoksa bu güzel yüzlü çocuklar kurtların eline düşer. Sevmeyi öğrenemezler, saymayı öğrenemezler. Şefkate, hoşgörüye alışamazlar. O ak kâğıtlara kara yazılar yazılır. Halkın geleceğini de karartan yazılar. Geçen yıllar bizleri derslere geç bırakanlar oldu, önümüze dikilenler oldu. Nice körpe delikanlı da kendini helak etti. Eylül geldi. Şimdi gene karatahtanın başındayız. Çocuklar bizi, dinliyor, köylüsü, kentlisi, işçisi, memuru, esnafıyla halk bizi dinliyor. İlkbahar çiftçinin ekim ayıdır, son bahar bizim. Ne ekersek onu biçeriz. (9 Eylül 2019) (Öğretmen Dünyası’nın 1 Eylül 1981 tarihli 21. sayısının başyazısıdır) Fotoğraf, Siirt’in arka sokaklarında Nisan 2019’da çekilmiştir.

  • ÇEŞME

    Adının dünyaca bilindiği, Arnavut kaldırımı yollarında yerli yabancı turistlerin gezindiği memleketim Çeşme'yi herkes bilir. Turistik, İzmir'e yakın, keyifli, güzel bir yer. Bu kadar...mı? Örneği çok olan bir sahil ilçesi. Böyle bilinmek Çeşme'yi kimliksiz yapıyor geliyor bana. Oysa Çeşme bir memleket de... Benim memleketim. Bir de öyle okuyun olmaz mı? Bir çocuğun anısı, bir annenin anıları, bir yetişkinin hasreti olarak... Çeşme'de çocukluğumda evlerde akan suyun tadı yavandı. Oysa her sokak başında bulunan çeşmelerden buz gibi, tadına doyamadığımız sular akardı. Bu suları her gün bidon ve kovaları doldurup eve taşırdık. Çocukken oyun arası susadık mı bir koşu gider kana kana çeşmenin ağzından suyumuzu içerdik. Evlerinin avlusunda kuyusu olanlar kuyu suyunu temizlik için kullanırlardı. Deniz, evlerin çok yakınlarında olduğundan kışın zemin katları su basardı. Herkes buna alışık olduğu için üst katları yaşam alanı yapmışlardı. Çocukluğumda söylediğim şarkıların ezgisi rüzgara karışırken elimdeki taşları kaydırarak denize atar, hayaller kurardım. Tıpkı akrabalarımın tarlaya ektikleri bamyaya ilk can suyunu vermeleri gibi ben de iç dünyamı besliyordum o zamanlar. Mavinin en güzel tonlarını görmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok. İzmir’den 90 km uzakta olan Çeşme’ye ulaşım artık çok kolay. Otabandan geldiniz mi kırk dakikada burdasınız. Üçkuyular’dan kalkan otobüsler sizi bekletmeden, etrafı seyrede seyrede ister Alaçatı’ya isterseniz Çeşme’ye ulaşmanızı sağlayacaktır. Denize nerede gireceğiz derseniz seçenekleriniz çok fazla. Suyun sıcaklığına göre Ilıca, Şifne, Yıldız Burnu, Paşa Limanı, Tekke Plajı, Fener Koyu, Kocakarı Plajı, Estimbel ılıktır. Çiftlik Köy, Altınkum, Pırlanta, Ovacık Çatal Azmak, Alaçatı Çark Plajı, Delikli Koy soğuk suları sevenler içindir. Sabah 10'da kalkıp akşam 18'de dönen tekne turlarına katılarak birbirinden güzel koylarda denize girerek , müzik eşliğinde eğlenerek, en güzel resimleri çekerek anı biriktirebilirsiniz. Akvaryum koyu ve Eşek Adası’nda denize bir kere giren çıkmak istemez. Çeşme’nin bitki örtüsü görenleri biraz şaşırtacaktır. Gölge verecek çok ağaç bulamazsınız. Kavurucu sıcaklarda beyaz tenliyseniz tedbirinizi almadan güneşe çıkmayasınız, yoksa amele yanığıyla gezinir durursunuz benden söylemesi. Ağaç yok dediğime bakmayın. Buraya özgü incir çeşitleri; midilli, karabokunya, bardacık ağaçlarının yanı sıra dut ve çekirdeği ile beraber yiyebileceğiniz lokum tadında elma ağaçları vardır. Karadut toplarken ellerinizin kıpkırmızı boyanmasına aldırış etmeyin, yaprağı imdadınıza yetişecektir. ​ Dağlarında açan çiçekler her yerde bulunmaz. Toparlak adında mor renkli çiçek bahar aylarında taşlık ve dikenli yerlerde çıkar. Toparlak ile mis kokulu nergis ve papatyaları aynı demet içinde toplayıp seyrettiğinizde yaşama sevinciniz coşar. Ara sokaklarda yürürken evlerden şen kahkahalar duyarsanız şaşırmayın. Yaşı yetmişi geçmiş ama gönülleri genç Çeşmelilerin bağıra çağıra muhabbet edip gülmeleri meşhurdur, zamanla alışırsınız. Pazardan alışveriş yaparken ‘Cancağazım ne istersin?’ diye soran da olur, ‘More almaz mısın bizden bir kavuncuk?’ diyen de. Kelle peynirinin ve Kopanisti’nin tadını bilen bilir bilmeyen yedikten sonra öğrenir. Rakı, şarap içenlere en iyi mezedir. Çeşme’nin mantısı ezber bozandır. Hamura konan kıyma kapatılıp yağda ya da fırında kızartılır, yoğurtlanır, afiyetle yenir. Katmerinin tadını tatlı seven balla, tuzlu seven rende kelle peyniriyle yedikten sonra üstüne sakızlı kahve içer bir de fal kapatır. Turunç reçelini yapmayıp portakal niyetine taze yemeye kalkan olmasın, uyaralım çok acıdır. Pazarda domatesi ve kavunu koklayarak, karpuzlara teker teker vurarak alan birisini görürseniz bilin ki oralıdır. Yaz dışında da yolunuz düşerse buralara oğlak etli şevketibostan, enginar dolması ve ekmek dolması yemeden dönmeyin. Sakızlı dondurma dört mevsim olduğu için canınız ne zaman çekerse yiyebilirsiniz. Hediye olarak sakız reçelini eşe dosta hediye götürebilirsiniz. Çeşme’ye gelip kaleye çıkmazsanız gezi eksik kalır. Basamakları sayıca çok olsa da en tepeye çıkıp, kollarınızı iki yana açıp, denizi kucaklarcasına yaptığınızda savaşı kazanmış komutan hissine kapılabilirsiniz. Kale kapısının önündeki Cezayirli Gazi Hasan Paşa’ya önce selam verip, aslan heykelinin yanında resim çekilin ki herkes Çeşme'de olduğunuzu bilsin. Çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği, yaşamaktan keyif aldığım, her geldiğimde hayata dair nice güzel anılar bıraktığım Çeşme anlatılmaz yaşanır diyerek sizlere birkaç ipucu vereyim istedim. ‘’EN GÜZEL HAYALLER ÇEŞME’DE GERÇEKLEŞİR’’ diye dağlara yazılmışsa doğruluğunu ispatlamaya herkesi bekleriz. Sevgiyle kalın...

  • DÖKÜNTÜL BÖLÜNÜŞLER

    Deniz sürgüsünde yalınayak masalların Heybesinde ölümcül cam perde Çürük renklerden yontu bir laciverdin Övünçsüz içilmiş sıralarında kahveleri Belinde geri çıkarılan yedi kuleli saatlerin Yanmış sudan korkul yalınlayan vaatleri. Gece çatırdamalarında donmuş mekânların Dilsiz şarkılarında gramofon çiçekleri.

  • Sayın Mansur Yavaş'a Bir Hatırlatma

    Sayın Yavaş, Ankara Belediye Başkanlığınızı kutlamakla sözlerime başlayayım. Sizi zorlu görevlerin beklediğini, bunları başaracak azim ve deneyime sahip olduğunuzu herkes biliyor. Önceki dönemlerde Ankara Büyükşehir Belediyesinde yapılan yolsuzluk ve israfı ortaya çıkarmakla işe başlamanızı takdirle karşılamayan yoktur. Çalışmalarınızda güç alacağınız biricik kuvvetin Başkent halkı olduğunu takdir etmeniz, başarınızın güvencesidir. Sayın Başkan, önceki seçimde Belediye Başkan adaylığınız sırasında neden size oy vereceğimi böyle bir yazıyla ilan etmiş ve sizinle olan ilişkimizi de anlatmıştım. 0 tarihlerde genel başkanı olduğum Ulusal Eğim Derneğinin kentlerimizin caddelerinde dil kirliliği yaratan yabancı dilden işyeri levhalarına karşı bir kampanya açmış, bildiriler yayımlamış, imza kampanyaları düzenlemiş, hatta Ankara’da birkaç semti gezip işyerleriyle görüşerek levhaları Türkçe olanlara birer teşekkür plaketi bırakmış, ötekileri de uyarmıştık. Siz o tarihlerde Beypazarı Belediye başkanı idiniz. Aynı çabayı Beypazarı’nda gösterdiğiniz için hem Türk Dil Kurumundan hem Dil Derneğinden ödüller almıştınız. Ulusal Eğitim Derneği’nden üç arkadaş, sizi ziyaret ederek hem kutladık, hem de Beypazarı’ndaki başarınızı yerinde görmek istedik. Makamınızda bize gösterdiğiniz belgeselle Beypazarı’nın çehresini nasıl değiştirdiğinizi anlattınız. Yabancı dilden işyeri levhası asan esnafı da tek tek ziyaret ederek onları nasıl ikna ettiğinizi de öğrendik. Sonra yanımıza meslek yüksek okulundan bir rehber vererek Beypazarı’nı gezmemizi sağladınız. Daha sonra sizi derneğimizin bir cumartesi konferansında konuk ettik. İzleyiciler de Beypazarı’ndaki başarılarınızın sırrını öğrendiler. Bu toplantıda derneğimize de üye olmuştunuz. Bu üyelik sürseydi şimdi Büyükşehir Belediye Başkanı olan bir üyeye sahip olacaktık. Her neyse… Bu açık mektubu yayımlamamın nedeni, Beypazarı’nda yabancı dilden işyerleri için yaptığınız çalışmayı Ankara’da yapmanızdır. Seçimi kazanmanızdan sonra derneğimizin Nazım Mutlu başkanlığındaki yönetim kurulu, sizden bir görüşme isteğinde bulundu. Görüşebilselerdi bu talebi içeren bir dosyayı da sunacaklardı. Zamanınız o kadar dolu olacak ki, bir yanıt bile veremediniz. Gene de vakit çok geçmiş değil. Geç olsun da güç olmasın. Sayın Yavaş, Ankara esnaf ve tüccarını ikna etmenin Beypazarındaki kadar kolay olmadığını tahmin ediyorum. Ancak dil kirliliği, büyük kentlerimizde millî değerlere bağlı insanlar için dayanılamaz bir durum almıştır. Bu önemli işin altından kalkabilmek için kamuoyu desteği şarttır. Bu desteği en geniş kesimlerden alacağınızdan emin olunuz. Sizin Ankara’da işyerlerini tek tek gezmeye zamanınız yetmeyeceği için Belediye adına bunu gönüllü yapacak ekipler kurulabilir. Esasında işyeri açma izni Belediye’den onay almaya bağlı olduğundan bundan sonra açılacak işyerlerinin adları konusunda Belediye’nin izin verip vermeme yetkisi vardır. Bu hizmeti, İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Antalya gibi belediyelerden önce sizden istememin nedeni konuya olan yakınlığınızı bildiğimdendir. Sizin açacağınız kampanya kuşkusuz bütün belediyeleri etkileyecektir. İşyeri levhalarının Türkçe olmasını isterken şunu da belirtmek isterim ki, istediğimiz Göktürk veya Çağatay Türkçesi değildir. Halk dilinde kullanılan, halkın anlayacağı, konuşulan Türkçedir. Ne yazık ki yabancı markaların adını değiştirmek elimizde değildir. Bir de yabancıların nüfus yoğunluğunu oluşturan yerleşim yerlerinde Türkçeleri ile birlikte yazılmak şartıyla o dili konuşanların anlayacağı levhalara da izin verilmelidir ki Ankara’da böyle bir yabancı nüfus kitlesi zaten yoktur. Sayın Yavaş, bu bir halklaşma, halkın değerlerini koruma hareketi olacaktır. Dillerini güvence altına almayan topluluklar, dağılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Selam ve saygılarımla. (4 Ağustos 2019) zekisarihan.com

bottom of page