Arama Sonucu
"" için 3745 öge bulundu
- Tuvalet Kafe
Sanatçılar sınırlarda yaşayamaz, derler. Yaratıcılığın sınır tanımazlığı mı yoksa mekânın sınırsızlığı mıdır anlatılmak istenen bilinmez. Belki de herkese göre değişen bir sınır vardır, kendi içinde genişleyen ya da kendine doğru daralan… Bir de kendi evinin sınırları içinde daralarak büyüyen, büyüdükçe çoğalan ve sonra odalardan taşan insanlar vardır. Bu öyle bir yerdir ki kendi cennetinizdir lâğım sularının temizleyip, hayatın son deliğini kendinize mekân ettiğiniz. Çok ahım şahım bir ikilem değildir bu sizin ki, sadece olmak ya da olmamak noktasında seçim bile yapamadan içinizi boşalttığınız yerdir. Sonra sifonu çeker, ellerinizi yıkarsınız. Bazen de ellerinizi küçük lâvaboda yıkayıp en güzel öykünüzü yazarsınız, aşk adına. Ya da en güzel resminizi yaparsınız yeşil ağaçların, mor çiçeklerin, kırmızı gelinciklerin olduğu… Arada kokusunu bile alırsınız doğanın yeşilinin… Beynimde onca düşünceyle kapıdan içeriye girerken, birçok evli kadının aksine aklımda, ne mutfakta yapacağım güzel yemekler, ne misafirlerimi ağırlayacağım salonun nasıl olduğu, ne de sevdiğim adamla birlikte yatacağım yatak odasının şekli vardı. Aklımı fikrimi çalan ve benim olduğuna, bir tek benim olduğuna inandığım bir düşünce vardı ki, o da çalışma odası olarak bana verilecek yerin neresi olduğuydu. Kapıdan girip odaları dolaşırken, altı aylık eşim önde, ben arkada tıpkı fethettiği toprakları gezen bir asker edasındaydık. Yeni evliydik ve kendimize yıllar boyu oturacağımız, çocuklarımızı büyüteceğimiz, güleceğimiz, eğleneceğimiz harika bir ev almıştık. Daha doğrusu eşim almıştı. Benim hiçbir şeye elimi sürmeme izin vermemişti. “Hepsini ben hallederim. Sen yorulma. Ben her şeyi düzenlerim sen öyle gelir; yerleşirsin,” demişti. Ne kadar şanslı olduğunuzu düşünmez misiniz? Salon yeni aldığımız mobilyalarla dekorasyon dergilerinden fırlamış gibiydi. Oturma odası, onun istediği gibi döşenmişti. Sadece oturulmak için. Küçük odaya girerken bir an gözlerimi kapatıp, işte şimdi bana sürpriz yapacak. Burası da senin odan, diyecek diye heyecanlanmıştım. Ama daha odanın kapısında; “Hayatım, burası da misafir yatak odası. Annemler, ablamlar geldiğinde ya da başka misafirlerimiz geldiğinde burada kalırlar,” demiş ve beni bir yatak, bir komedin ve küçük bir gardırop olan odaya sokmuştu. İçimden, Tanrım bir oda daha olmalı, diye geçiriyordum ümitsizce. Evet vardı… Orası da yatak odasıydı. Yatak odasının düzeni, mobilyalar inanılmaz güzeldi. Yatağın çevresinde dolanıp kendimi yayları harika yatağa bıraktım. Bir an için kendime ait oda fikri aklımdan uçup gitmişti. Tüm bedenimle yatağı sahiplenirken karşıdaki duvarda duran resimle irkildim. Anlamsız bir bakışla öylece kaldım. Eşim bu anlamsız bakışımdan mı yoksa zaten söyleyecekleri vardı da ondan mı bilinmez fazla gecikmedi. “Buraya babamın resmini astım. Benimle gurur duysun istiyorum. Çerçevesi çok güzel olmuş, değil mi?” dedi gülümseyerek. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Haklı olduğunu düşünmek istiyordum. Adam haklı. Altı yaşında babasını kaybetmiş. Bu yüzden de onun için çok önemli baba, diyordum durmadan içimden, ama… Babasının onunla; bu yatak odasının duvarında asılı olarak, yatağı seyrederek gurur duyması fikri bile yüzümün kızarmasına neden olmuştu. Neyle gurur duyacaktı? Baktığı yer yatağımızdı… Bu şoku üstümden uzun süre atamadım. Sonunda evin tamamını gezmiştik. Bana ait oda yoktu. Odaların hepsi yeteri kadar dolmuştu. Sızlanmak, bir şey talep etmek niyetinde değildim ama ağzımdan kelimeler dökülüverdi. “Hani benim odam? Resim yapmam, yazı yazmam için bir oda ayarlayacaktın.” dedim. Gülümseyerek yüzüme baktı. “Sen ciddî miydin?” Nasıl yani oldum? Ne istemiştim ki? Alt tarafı küçük bir oda istemiştim. Öykülerimi yazabileceğim, kitap okuyabileceğim ve resim yapmak için… “Evet. Sen de tamam demiştin bana. Unuttun mu?” Eşim hala dudağında o yamuk gülümsemesiyle yüzüme bakıyordu, inanılmaz bir şey söylemişim ya da istemişim gibi. “Ben evde yağlı boya yapmanı istemiyorum hayatım. Bir kere çok kötü kokuyor. Hem bu sağlığına da zararlı. İlerde çocuklarımız olduğunda onlara da zararı dokunabilir.” Çocuklarımız olduğunda yapmam ama şimdi yapmak istiyorum, diye haykırmak gelmişti içimden ama yapamadım. “Yazı yazmaya gelince. O deli saçması şeyleri nerede olsa yazarsın zaten. Etrafı dağıtmamak koşuluyla mutfak masasında yaz olmaz mı?” dedi. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Olmaz desem ne olacaktı ki? “Ben edebiyatla uğraşmayı seviyorum. Bir gün arkasında fotoğrafım olan bir kitabım olacak. Göreceksin, bak.” dedim. Eşimin yüz kasları sinirli bir şekilde seğirmeye başladı. Bu kaprisi çocukluğuma vermiş olmalı ki, sakinliğini korumaya çalışarak, “Canım, artık sen evli bir kadınsın. Bu yüzden başka şeylerle ilgilenmek yerine evinle, kocanla ilgilensen daha iyi olmaz mı?” “Ben her şeyle ilgilenebilirim. On dokuz yaşındayım diye birçok şeyi aynı anda yapamayacağımı sanıyorsan aldanıyorsun,” dedim, dedim amasına, içimde büyük bir korkuyla. Babasına ilk defa karşı çıkan bir çocuk gibi. Bu sesime de, hareketlerime de yansımıştı. Eşim yanıma gelip başımı okşadı. “Tamam kuzum. Bakalım becerebilecek misin bunların hepsini? Şimdi sana rahat rahat çalışabileceğin bir yer bulacağım.” Bu söyledikleri, sadece sinirimi yatıştırmak içindi diye düşündüm. Yeni bir oda mı ekleyecekti eve. İçimde kabaran sinire ve gözlerime hücum eden yaşlara engel olmaya çalışıyordum. “İşte, burayı istediğin gibi yerleştir. Burada resimde yapabilirsin yazı da yazabilirsin.” Dediği yere doğru kafamı uzattım. Gözlerim kararmıştı birden. İçimdeki heyecan son kelimenin ve gözlerimle algılamaya başladığım yerin görüntüsüyle allak bullak oldu. Küçük tuvaletin kapısının önünde durmuş eşimin bana oda diye söylediği yere bakarken ağlamaktan çok gülecek gibi olmuştum. “Burası mı?” “Burası işte. Küçük bir oda sayılır. Sen kendine göre düzenle. Ne istersen alabilirsin. Hadi bakalım bu işi de çözdüğümüze göre artık akşam yemeğine gidelim. Karnım çok acıktı.” O gün tuvaletin içinde, o küçük hacet giderme odasında ne yapacağıma kuşkuyla bakmıştım. Her gece sevdiğim adamla yatak odasının o güzel yatağına yatıp onun benim, benim de onun olduğumuz saatleri, gururla bakan babasının fotoğrafının karşısında sanki bir görevmiş gibi yerine getirdikten sonra, kimsenin beni görmediği, doğal olarak gururlanmadığı o küçük odaya çekiliyordum. Hayallerin, odaların dışına çıktığını, dışarıdaki dünyanı sessizce içeriye girip lavabonun kenarına oturduğunu hatta sifonun gözlerini dikip beni seyrettiğini biliyordum. Tuvalet deliğinden yeni bir dünyaya giriş olabilirdi ama ihtimali eşim ortadan kaldırmak için tıkamıştı. Belki o da buradan gizlice başka yerlere kaçabileceğimi düşünüyordu. Tuvalet Kafe’nin kapısına kocaman süslü harflerle yazmıştım. Burası Benim Odam. İzinsiz Girmeyin. Her ne kadar eşim dalga geçip, “Senden izinsiz kim niye girsin ki tuvalete,” demişti. Haklıydı… Yıllar sonra bu hikayeyi anlatırken çok gülmüştüm. Bu kadar ilginç olacağı aklıma gelmemişti. O kadar uzun zaman geçmişti ki, on dokuz yaşında evlendiğim adamdan on bir yıl sonra boşanmış. Üç yıl sonra, arkasında resmim olan ilk kitabımı çıkarmıştım. Bu arada iki karma sergi ve üç kişisel resim sergisi açmıştım. Tuvalet Kafe ise aklımın bir yerinde öylece kalmıştı. İlk kitabımı elime alır almaz yaptığım ilk iş, eski eşim ve karısına; “Sevgili Tuğçe ve Tolga’ya hayat boyu mutluluklar dilerim” diye imzalayıp göndermek olmuştu. Eski eşim, ilk öyküyü okur okumaz babamı arayıp; “Kızın neler yapıyor gördün mü, baba?” demiş. Hâlâ babama, baba deme cesaretini, galiba benim on bir yıl boyunca ona dayanma sabrım verdi. Babam da hâlâ yeni bir damat edinememenin verdiği hayal kırıklığı ile hiçbir bağlantısı kalmayan bu adamın baba, demesini kabul ediyordu. “Biliyorum oğlum, biliyorum. Bırak ne hali varsa görsün. Kendi kendine bir şeyler yapıyor işte,” demiş. Kendi kendime yaptığım şeylerden hep memnun olmuşumdur. Ama eşimin, pardon ex-eşimin bana yaptıklarını da hiç unutmuyorum. Belki ona buradan kocaman bir teşekkür gönderebilirim. Beni, evimin taşrasına sokarak aslında kocaman bir dünya yaratmama neden olduğu için.
- 53 YIL SONRA TEMİZE ÇIKTIK
Beyceli yürüyüş grubu Fatsa’nın Beyceli köyü yolu Belediye tarafından asfaltlanmış. 7 km. kadar olan köy ana yolunun asfaltı bitince cami önünde bir tören düzenlenmiş. Ordu ve Fatsa Belediye başkanlarının katıldığı törende Fatsa Belediye Tiyatrosu da on 10 dakikalık bir piyes oynamış. Piyesin konusu 53 yıl önce Ordu’ya kadar yaptığımız iki günlük “Yol Yürüyüşü.” Bu yol yürüyüşünün kararı, şimdi tören yapılan aynı caminin avlusunda bir Cuma namazından sonra alınmıştı. Ordu ilinde, hatta Türkiye’de köylülerin yaptığı ilk yürüyüş olan bu eylem için yasaların gereği olarak bildirimleri yapılmış olmasına rağmen zamanın Fatsa kaymakamı zorluk çıkarmış, Ordu valisi ise yürüyüşü engelleyememekle birlikte bundan hoşlanmamıştı. Bu yürüyüş, köylülerin belleklerinde unutulmaz bir iz bıraktı. Bunun kanıtlarından biri birkaç yıldır köyde düzenlenen kültür şenliklerinde, şenlik alanına bu yürüyüşü temsil eden büyütülmüş birkaç fotoğrafın asılması. Fakat yürüyüş zamanın iktidarı tarafından cezasız bırakılmadı. Dört kişilik tertip komitesi mahkemeye verildi ve birkaç günlük ertelenen hapis cezalarıyla kurtuldular. Fakat ben kurtulamadım ve iki ay sonra sorgusuz sualsiz, Fatsa’da görev yaptığım köyden Siirt ili emrine sürgün kararım çıktı. Türkiye’de bir ilk olması ve Fatsa’da 1960 sonrası köylü hareketleri içinde önemli bir yere sahip olması açısından onu 2008’de “Bir Ömür Böyle Geçti-Türkiye’de İlk Köy Yürüyüşü” adıyla kitaplaştırdım. Yürüyüşe katılan 126 kişiden hayatta kalmış olanlara da dağıttım. Beyceli’de en çok okunan kitap herhalde budur… Bu yürüyüşün bir belgesele dönüşmesi, söz verenlerin cayması nedeniyle gerçekleştirilemedi. Hemşerimiz Kadir İnanır’a kitabı gönderip onun bir filmini yapmalarını önerdiysem de “Film konularını ben saptamıyorum” diyerek ilgilenmedi. Kitabı ileteceği bir film yönetmeni yoktu demek ki? “Bari onu 50. yılında köyde ve Fatsa’da bir etkinlikle analım,” dedimse ve bunun için bir etkinlik planı yaptıysam da o zamanki köy muhtarının “Kaymakam sonra beni sorumlu tutar,” demesi, bütün ülkede uygulanan olağanüstü yönetim nedeniyle cesaretin kırılması nedeniyle bu anmayı da gerçekleştiremedik. Bu durum beni pek düşündürdü ve 50 yıl önce yaptığımız bir yürüyüşün bu iktidar döneminde anmasını bile yapamadığımızı anlatan “50 Yıl Önce, 50 Yıl Sonra” başlıklı bir yazı paylaştım. Taşınan pankartlardan biri İADEİ İTİBAR Şimdi sıkı durun! Fatsa Belediyesi Tiyatro Ekibi, cami önündeki törenden bir gün önce köydeki bir arkadaşımıza telefon etmiş. Bu yürüyüş hakkında bilgi almış ve törende bu yürüyüşü canlandırmışlar. Yürüyüşü gerçekleştirenlere şükranlarını sunmuşlar, bunun törene katılan herkes tarafından alkışlandığı yayımlanan video çekiminde görülüyor. Benim adımı da anmışlar. Dolayısıyla mesleğinin henüz üçüncü yılında bir köy öğretmeni olarak görev aldığım bu eylemden ötürü yürüyen köylülerle birlikte temize çıkmış oldum. Bu yürüyüşün on dakikaya sığmayacak önemli bir hareket olduğunu ve belgesel filmini de çekmek istediklerini söylemişler. Ordu Belediye Başkanı, o yürüyüşün demokratik bir hareket olduğunu anlatmış ve filmin çekimine Beyceli’den başlanmasını önermiş. Böylece, Adalet Partisi’nin iktidarı zamanında ve o iktidarın milletvekilleri ve idare mekanizmasında görev alanlar tarafından suçlanan Beyceli Yol Yürüyüşü’nün itibarı, AKP iktidar mekanizması tarafından iade edilmiş! Bunu, Nazım Hikmet gibi yıllarca eziyet edilen bir şairin, bazı şiirlerinin sağcı politikacılar tarafından seçim meydanlarında okunmasına benzetebiliriz. Ne demişler, “Yemeyenin malını yiyiverirler.” Köylülerimiz, ilk yola kavuştukları günkü gibi, yolun asfaltlanmasından sevinç duymakta haklıdır. Yol kıyılarına drenaj yapılmamış ve yol biraz darsa da. Bazı yerlerde kalınlığı 8 cm. olan asfaltın ağır vasıtaların tekerlekleri altında çabuk bozulma ihtimali olsa da. İktidarların bu gibi alt yapı yatırımlarından ötürü övünmesi doğaldır. AKP Hükümetinin merkezî ve yerel organlarına “18 yıldır neden yapmadınız?” demenin bir anlamı yoktur. Köylüler konukseverdirler. Dışarıdan gelen görevlilere karşı saygıda parti ayırımı yapmazlar. Bu zaten doğru bir muhalefet biçimi değildir. Beyceli köyü beş mahalleden oluşuyor. Ana yol gibi bu mahalle yollarının asfaltlanması da bir ihtiyaçtır. Bu bakalım hangi iktidara nasip olacak?
- NÂZIM HİKMET İYİ İNSAN
'Bana yeter yirminci asırda olduğum safta olmak bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir âlem için'... Şiirlere kendine özgü ses ve sazıyla adeta can veren usta Ruhi Su Nazım Hikmet’in eserlerinin bestelenmesi konusunda “Aydın bir ozanın şiirini bestelemek kolay bir iş değil” der ve ekler “Ezgili Yürek”te; “Memleketimizde bilimin ve bilim adamının boş kalan yerini sanat ve sanat adamı almış, toplumun sorunlarını bir bilim adamı gibi incelemek zorunluluğu duymuştur. Batıdaki gelişme içinde toplum düzeninin kurallarına aykırı gelen düşüncelerinden dolayı işkence gören, ölüme mahkum edilen bilim adamlarına karşılık bizim memleketimizde çoğunlukla hep sanat adamları sürülmüş, hapsedilmiş, işkence görmüş ya da öldürülmüştür. Memleketimiz için ne yapılmışsa sanat adamının eliyle yapılmıştır”… Ne güzel iki büyük usta devrimci sanatçıyı aynı albümde buluşturan türkülerini dinlemek, Süvarinin Türküsü’nü, Nazım Türküsü’nü ve Karayılan’ı... Ruhi Su ve Nazım Hikmet yaşamları boyunca bir yandan çeşitli baskıyla zorluklara göğüs germiş diğer yandan çevrelerine örülen kalın duvarlara rağmen bunu aşıp beslendikleri ulusal ırmaktan evrensel boyutlara taşabilmişlerdir. Türkiye insanının sesini bütün dünyaya duyurup sanatçı görevlerini başarıyla yapmışlardır. Ancak ne acı ki her iki sanatçıya da yaşamları boyunca uygulanan baskı ve çıkartılan türlü engeller günümüzde de sürüyor. İnatla sürdürülen “vatandaşlık” ile ilgili tartışmalar, şiirlerini okudukları için tutuklamalar, yasaklamalar devam etmekte. Kimi 2001’lerde olduğu gibi “yurdu terk eden bir vatan hainidir” diyor, kimi zaman da “ulusal bir şairdir” diyenleri 1968’lerde olduğu gibi linç etmeye kadar vardırıyorlar sataşmalarını… Ve günümüzde ülkemizdeki tabloya bakıp da kimin vatan haini kimin olmadığına karar vermek zaten o kadar zor değil. Nazım gibi yurtsever aydınlarımıza sataşmak yerine yazdıklarına baksalar gerçekten anlayacaklar, çünkü bugün yüzde 82’si Nazım Hikmet’le aynı hisleri paylaşmıyor mu bu ülke insanının: “Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim”… Nazım hem gerçek bir yurtseverdir, hem de ithamcıların hiçbirinin olmayacakları kadar İnsancıl, barışsever ve anti-emperyalisttir çünkü… Çünkü Nazım’ın şiirinin asıl özü Mehmet H.Doğan’ın da dediği gibi “sevgiyle, saygıyla, güvenle yanaştığı Türk halkıdır”. Onu, akıp giden yaşam ırmağı içinde sevgisi, kavgası, büyüklüğü, zavallılığı ile somut bir biçimde ortaya koyar. Ulusal gerçekten evrensel insan gerçeğine ulaşır… 22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi’nin “Uluslar arası Barış Ödülü” Türkiye’den Nazım Hikmet’e verilmişti. Ödül alanlar arasında bulunan dünyaca ünlü şair Pablo Neruda, Zekeriya Sertel’e Nazım Hikmet’i göstererek şöyle diyordu: “Bu adamın kadrini bilin. Biz onun yanında şair bile sayılmayız”… Bir yaşamla beraber halkına adadığı kitaplar, seslendirdiği plaklar uzun bir süre yasaklanmıştır. Dünya çapındaki şiirleri cezaevlerinde, sürgünlerde yazılmıştır usta ozanın; “Memleketimden İnsan Manzaraları” bunların başında gelir. "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" gibi plağa okuduğu şiirler Nâzım Hikmet'in ününün sanat çevrelerini aşmasını sağlayan ilk ürünlerdir. Hayatı boyunca sosyalizme bağlı kalan Nazım Hikmet Bursa cezaevindeki okumalarında tanıyıp etkilendiği ve ortak mülkiyeti savunan ilk tarihsel kişilik Şeyh Bedreddin ve yoldaşlarıyla ilgili destanıyla üzerinde tam üç yıl çalıştığı Anadolu insanıyla coğrafyasının Kurtuluş savaşı yıllarındaki durumunu anlattığı önemli bir yapıt daha ortaya çıkartacaktır: “Kuvayi Milliye Destanı”... İki binlerin başında Nazım Hikmet’le ilgili TV programlarında vs. eleştirilerde sık sık dile getirilen “Karayılan” isimli Antepli bir milli kahramanın hakkında yazdıklarını doğru değerlendirmek için onun hakkında Kuvayi Milliye Destanı’nda bahsi geçenlere iyi bakmak gerekir. Karayılan’da sözedilen aslında Anadolu insanının kahraman olduğunu ancak herşeyden yoksun ve yoksul bırakıldığını, eline fırsat geçirdiğinde ve çaresizlikten kurtulduğunda her şeyi başaracağını ve başardığını, Anadolu’nun kurtuluş zaferinin de halkın eseri olduğunu dile getirmekte. Zaten destanın sonunda da açıkça ifade eder Nazım Hikmet: Ve biz de burda bitirdik destanımızı. Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların mâceraları vardır... Yine televizyon programlarında Nazım Hikmet’e dönük karalayıcı eleştirilerden diğer ikisi de, Nazım Hikmet’in Harp Okulu öğrencilerini kışkırttığı yolundaki iddiayla yurttan kaçışıyla ilgili iddiadır. 11 Mart 1938 tarihinde Harp Okulu komutanlığınca hakkında soruşturma açılan ve daha sonra aynı duruşmada şair Nazım Hikmet’le birlikte yargılanacak Harp Okulu öğrencilerinden A.Kadir “1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet” adlı kitapta yazdığı önsözde “O zamanlar, ta 1938’lerde Alman faşizmi azgın bir hale gelmişti. Ortadoğu’da tam bir egemenlik kurmuştu. Harp Okulunda kitap okumaya meraklı bir avuç genç vardı. Bu gençler ırkçı ve Turancı bir başka grubun hışmına uğradı. Harp Okulu, Ankara allak bullak oldu. Bugün yarın darağaçları kurulacakmış gibi hava esti ortalıkta. Sorgular sualler, mahkemeler derken bu çocuklar kabahatli kabahatsiz kurunun yanında yaş misali gürültüye gittiler. Kimi hapis cezası yedi, kimi alaya çıkarıldı, kimi katip sınıfına ayrıldı. Bunlar içinde sosyalist fikirler taşımak şöyle dursun dünyadan habersiz olanlar bile vardı. Ama bu olayın asıl acı yanı o zaman 37 yaşında olan şair Nazım Hikmet’in bu gençlerin varlığından bile haberi yokken tevkif edilerek onlarla birlikte muhakeme edilmesi ve 15 yıla mahkum olmasıdır” diyordu… Nazım Hikmet ise o sıralar 1933’te girdiği ve 1,5 yıl tutsak kaldığı Bursa Cezaevinden Sultanahmet Cezaevine gönderilmiş ve çıkan afla serbest bırakılmıştır. 1936’da yapılan başka bir değişiklik ceza yasasıyla ilgiliydi. Faşist İtalyan yönetimindeki ceza yasasından alınıp Türk ceza yasasına konan ve daha da ağırlaştırılan 141 ve 142. maddeler yasalaştırılmıştır. Buna göre toplumsal sınıflardan sözetmek bile ağır hapis cezasıyla sonuçlanacaktı. Turgay Fişekçi ise 1938’deki bu olayı Nazım Hikmet adlı kitabında “Büyük Oyun” başlığı altında şöyle anlatır: “1936 yılı sonlarında bir harp okulu öğrencisinin üzerinde resmi üniformasıyla İpek sinemasında kendisini ziyarete gelmesi, ardından bir provokasyon geleceği kuşkusuyla Nazım’ın çok canını sıktı. Hemen polis müdürlüğünü arayarak ‘kendi halimde, ailemin nafakasını çıkarmak için çalışıyorum. Kimsenin etlisine sütlüsüne karıştığım yok. Yine de beni taciz ediyorsunuz. Rica ederim çekin bu adamları’ dedi”… 1937’nin 3 Aralık günü şeker bayramı öncesidir. Nazım ile Piraye çocuklara armağan almak için alışverişe çıkmışlardır. Evlerine döndüklerinde Ömer Deniz adlı bir harp okulu öğrencisi kendilerini beklemektedir ve o sırada evde bulunan Nazım Hikmet’in üvey annesine “Nazım Hikmet bana randevu verdi” diyerek eve girmiştir. Nazım Hikmet yine başının derde gireceğini düşünerek geleni başından savar. Yeniden siyasi polise telefon edip Harbiyeli kılığında gelen ajanlarını geri çekmelerini ister. Aslında Ömer Deniz’le A.Kadir ve diğer gençler edebiyata, okumaya düşkündü. Nazım Usta’nın kitaplarını okuyup hayran olmuşlardı ve bu ilgilerini sadece okulda bulunan başka arkadaşlarıyla da paylaşıyorlardı. 5 Ocak 1938 Salı günü harp okulunun öğrencileri arasında yapılan bir genel aramada 20 kadar öğrenci dolabında başka kitaplarla birlikte Nazım Hikmet’in kitapları da bulunmuştur. Sorguya tutulan öğrencilere yöneltilen en önemli soru Nazım Hikmet’le Ömer Deniz’in konuştuklarıydı. Aslında oyunun planları önceden hazırlanmıştır. Savaşın yaklaştığı, faşizmin bütün Avrupa’da güçlendiği ve Türkiye’de de kendine yandaşlar bulduğu bir sırada kitaplarıyla faşizm düşmanlığı yapan Nazım Hikmet’e bu özgürlük tanınamazdı ya daha önce yargılanıp bir suçunu bulamayan mahkemeler onu serbest bırakmıştır ama bu kez askeri mahkemeyle kalıcı sona mutlaka ulaşacaklardı. 17 Ocak akşamı Nazım yeni bir dergi tasarısı üstünde konuşmak için yakınlarından birisine gittiği esnada evi ve işyeri basılır. Bulunduğu yer öğrenilince oradan da alınıp polis merkezine götürülür. Ardından Ankara’daki merkez komutanlığına teslim edilen Nazım Hikmet askeri cezaevindeki tek kişilik bir hücreye konacaktı. Birisinin yargıç, dördünün ise subay olduğu askeri mahkeme heyeti 29 Mart günü gizli yaptıkları duruşmayla “Askeri isyana Teşvik” suçundan Nazım Hikmet’i 15 yıl ağır hapis cezasına mahkum eder. Buna aynı iddiayla Donanma Komutanlığı’nın 20 yıl hapis cezası da eklenir. Hakkındaki 2 hüküm birleştirilip toplam 28 yıl 4 aylık cezası Mayıs ayında askeri temyizce de onaylanır. Sırayla Ankara Cebeci’den sonra İstanbul Sultanahmet, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde toplam 13 yıla yakın kalır. Kuvayi Milliye Destanı da işte bu üç cezaevinde 1939-41 arasında yazılıp tamamlanmıştır. Ancak tefrika edilebilen kitabı 1965’te yani yaklaşık 25 yıl sonra Yön Dergisi’nde yayınlanabilmiştir. Nazım Hikmet’le ilgili ortaya atılan iddialardan biri de yurt dışına çıkışlarıyla ilgili olandı. Nazım Hikmet yaşamı boyunca üç kez yurt dışına çıkar. İlki 1921 yılında gerçekleşmiştir. İstanbul’un işgal altında olduğu yıllardı. Nazım Hikmet coşkulu şiirler yazıyor ve gençleri vatanın kurtuluş mücadelesine davet etmekteydi. Kendisi de ulusal kurtuluş hareketlerine katılmak için Ankara’nın çağrısı üzerine yakın arkadaşı Vala Nurettin’le yanlarında Faruk Nafiz Çamlıbel ve Yusuf Ziya Ortaç’la birlikte İstanbul’dan yola çıkmışlar, önce Anadolu’ya silah kaçıran bir vapurla İnebolu’ya geçmişlerdi. Burada izinle bekledikleri sırada Almanya’da öğrenim görmüş ve o yıllardaki spartakist hareketten etkilenen gençler vasıtasıyla sosyalist düşüncelerle tanışmışlardı. Sosyal Demokrasi Partisi’nin radikal sol kanadını temsil eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebneck önderliğinde spartakistlerin çıkışı 1918’de Almanya’da bir devrimle taçlanmamıştır ama devrimcilerin belleklerinde iz bırakan Avrupa’daki önemli bir tarihsel kalkışma sayılır. Ankara’ya ulaştıkları sıralarda ise Sovyetler’den övgüyle sözedilmektedir. Sovyet Rusya Lenin önderliğinde Türkiye’yi parçalamak isteyen emperyalistlerle ortaklık eden Çarlık yönetiminin bütün anlaşmalarını açığa çıkartıp Büyük Millet Meclisi ile bir işbirliği anlaşması bile imzalamıştır. Yazdıkları İstanbul’da ses getiren, M.Kemal Paşa’yla tanıştırılan Nazım Hikmet Vanu’yla birlikte Bolu’ya öğretmen olarak atanmıştır. Öğretmen olarak tayin edildikleri Bolu’da tanıştıkları Ağır Ceza Yargıcı Hilmi Ziya da sosyalist görüşlü biriydi onun etkisi ve Fransız İhtilali hakkında öğrendiklerinin tesiriyle Trabzon üzerinden önce Batum’a ardından da Tiflis’e gitmeye karar verirler. Nazım Hikmet Tiflis’te tanıştıkları öteki Türkiye komünistleriyle beraber Moskova’ya doğru yola çıkar. 1924 yılında da yurda geri döner, Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar. Nazım Hikmet’in yurt dışına ikinci çıkışıysa 1925 yılında olur. Bunun nedeni ise Doğu Anadolu’da patlak veren Şeyh Sait isyanıydı. Hükümet isyanı bastırmak için “Takrir-i Sükun” adlı bir yasa çıkararak olağanüstü yetkiler kazanır. Bu yasayla isyanla ilgisi olmayan solcular da baskıyla karşılaşır ve “Orak-Çekiç” ile “Aydınlık”ın da aralarında bulunduğu birçok dergiyle gazete kapatılıp sorumluları tutuklanır. Kendisinin de tutuklanacağını anlayan Nazım Hikmet önce İzmir’e sonra tekrar İstanbul’a dönerek buradan Sovyetler Birliği’ne gider. TKP üyelerinden 38 kişi Ankara’da İstiklal Mahkemesi’nce yargılanarak çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. Nazım Hikmet’e de yokluğunda 15 yıl hüküm giydirilmişti. 1926 yılında çıkarılan aftan sonra yurda dönmek için yaptığı başvurulara olumlu cevap alamayan usta şair 1928’de yurda döndüğü gibi tutuklanır ve Hopa Cezaevine kapatılır, çıkarıldığı duruşmada ise yazdıkları hakkında suç unsuru bulamadıkları için serbest kalır. Resimli Ay dergisinde yazmaya başlar ve “Putları Yıkıyoruz” adlı yazı diziyle de dikkat çeker. Putlar dediği kemikleşmiş edebiyat anlayışının temsilcileri olan eski kuşak yazarlardı. Resimli Ay dergisinin Haziran 1929 sayısında yayımlanan dizinin ilki “Dahi-i Azam” yani büyük adam olarak adlandırılan şair Abdülhak Hamit üzerineydi. A.Hamit o yıllarda neredeyse Shakespeare’le kıyaslanıyordu. Nazım Hikmet eleştirisinde Shakespeare’i büyük sanatçı yapan özelliğin feodalizmin yıkılışı ve kapitalizmin doğuşu yıllarında yaşamış olmasına karşın her iki toplumsal düzene de karşı çıkmış olmasında bulunduğunu söyleyerek, Abdülhak Hamit’in onun ancak karikatürü olabileceğini ifade etmiş, içinde yaşadığı Osmanlı toplumunun özelliklerini evrensel bir dille anlatabilmiş olsaydı dahiler arasında yeralabilirdi demiştir. Bu eleştiriyi kabul edenlerden en başta gelen Abdülhak Hamit’in kendisi oldu. Temmuz 1929’daki dizinin ikincisi, o yıllarda gene ulusal şair olarak gösterilen Mehmet Emin Yurdakul üzerine yazılmıştı, “Mehmet Emin Efendiye” başlığını taşımaktaydı. M.Emin Yurdakul’un Türkçeyi bile güzel kullanmadığını belirtiliyor ulusal kurtuluş savaşını yaşamış bir şair olmasına karşın mücadelenin sesini duyuramayan birinin ulusal şair sayılmayacağını söylüyordu. Bu yazılar dönemin bütün ünlü yazarlarınca tepkiyle karşılanmış fakat Nazım cesaretle dile getirdiği düşüncelerle takdir de edilmiştir. Nazım Hikmet’in üçüncü ve yurttan son çıkışı ise bir daha dönmemecesine gittiği Moskova’daki 3 Haziran 1963’te ölümüne kadar sürecek olan 1951 yılındaki çıkışıdır. 1930’lu yıllarda Nazım Hikmet’in ünü iyice artmıştır. Öyle ki artık şapkasından gömleğine, yürüyüşünden şiirine kadar onunla ilgili her şey ilgi uyandıracaktı. Türkiye’deki yönetim ise tam tersine bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. 1950 yılında Nazım Hikmet’in özgürlüğe kavuştuğu yıllarda dünya iki kutba ayrılmıştır. ABD’de yaşanan McCarty dönemi Türkiye’ye de yansır. En küçük hak talebi kovuşturmaya uğrar, tabii N.Hikmet’te. Onunla ilgili tekrar hapse atılacağı, yazı yazdırılmayacağı söylentileri dolaşır. O dönem yurtta adeta tam bir “kızılelma koalisyonu” kurulmuştur. Milli şef rejimini sürdürmek isteyenlerle “kahrolsun komünizm” sloganları atanlar birleşmişlerdir. Çünkü komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hem 1931’de hem 1933’te iki kez kovuşturmaya uğramıştı. İlkinde aklanmış, ikincisinde ise tutuklanıp Bursa Cezaevine konmuştu. Son tutuklanışı ise meşhur 1938 Harp Okulu Olayı ile olanıydı. Bursa cezaevindeyken mecliste haklarında çıkan af tasarısı engellenince açlık grevine başlamıştı. Açlık greviyle kamuoyunda destek bulan Ahmet Emin Yalman’ın “Vatan” gazetesinde başlattığı adli hataya kurban gittiği yolundaki kampanya 100 kadar siyasi hükümlünün salıverilmesi için bazı aydınların imzaladıkları dilekçeyle birleşince 1950’deki aftan yararlanıp hürriyetine kavuşabilmişti. Bütün dünyaya yayılan “Nazım’a Özgürlük” kampanyası ses getirip serbest kalmasına rağmen cezaevinden çıktıktan sonra bir yandan geçimini sağlamakla uğraşırken tam anlamıyla özgürlük de yaşayamaz, artık sürekli izlenmektedir. 26 Mart 1951’de oğlu Memet doğar. Birgün kendisine askerlik yapmamış olduğu bu nedenle askere gönderileceği de bildirilir. Her ne kadar Deniz Harp Okulu mezunu olduğunu ve sağlık nedeniyle çürüğe çıkarıldığını açıklarsa da gerekçeleri kabul edilmez ve sağlam raporu verilip Zara’ya gideceği tebliğ edilir. 2 Nisan 1948’de öldürülen Sabahattin Ali’nin akıbetine uğrayabileceğini düşünen dostları kendisi için de böylesi planlar yapıldığını anımsatarak onu uyarmışlardı. Askerde bulunduğu yerde vurulacağı ve sonrada kaçıyordu şeklinde bir açıklama yapılacağı konuşuluyordu. Bütün bu söylenenlerden sonra ülkeden kaçmaktan başka bir çözüm bulamıyordu, Nazım Hikmet. TKP Moskova’ya “Nazım legal alanda yararlı olabilir” diye bir rapor yazar. O sıralar Amerika’daki üniversite öğreniminden yeni ülkeye dönmüş kızkardeşinin nişanlısı olan Refik Erduran Nazım Hikmet’e kendisini bir deniz motoruyla kaçırabileceğini söyler. N.Hikmet bu öneriyi bir süre düşündükten sonra kabul eder, bir süre günlük hayatını sürdürür, hiç kimseye bir şey açıklamaz. Eşi Münevver’e askerlik işi için Ankara’ya gideceğini söyler ve 17 Haziran 1951 Pazar günü sabahı saat 4’te izlendiği evden gizlice çıkarak Refik Erduran’la sözleştikleri Tarabya’ya gider. R.Erduran motorla Tarabya’ya gelerek Nazım Hikmet’i rıhtımdan alır. Önce Boğaz’da geziyormuş gibi güneye sonra karşı kıyıya sürer. Bu sırada boğazdan geçen bir geminin ardına takılarak kuzeye yönelirler. Karadeniz’e çıktıklarında amaçları Varna’ya gitmektir. Ancak Romanya bandıralı bir Şilep’e rast gelirler. Planları değişir ve gemiye yanaşırlar. Nazım Hikmet gemidekilere Fransızca ve Rusça seslenerek şair Nazım Hikmet olduğunu ve gemiye binmek istediğini söyler. Gemi durur ancak N.Hikmet bir türlü içeri alınmaz. Gemidekiler durumu Köstence’ye bildirmişler, orası Bükreş’e, Bükreş’te Moskova’ya sormuştur, olumlu yanıt gelene kadar bekletildikten sonra gemiye alınmıştır. Nazım Hikmet gemiye binip yemek odasına gelir gelmez duvarlarda asılı “Nazım Hikmet’e Özgürlük” yazılarını görür. Bükreş radyosu da 20 Haziran 1951 günü akşam yayınında Nazım Hikmet’in Romanya’da bulunduğunu tüm dünyaya duyurur. 29 Haziran 1951’de de uçakla Moskova havaalanına inen N.Hikmet’i Yazarlar Birliği Başkanı Konstantin Simonov ve diğer Sovyet yazarlar çiçeklerle karşılamışlardır. Her şeyden önce Nazım’ın sanatını harmanlayan kuşku yok ki yaşamının ilk yıllarından itibaren tanıdığı ulusal değerlerle ileriki yıllarda edindiği toplumcu politik kimlik olmuştu. Çağının başta fütürist ve konstrüktivist olmak üzere bütün şiir akımlarından yararlanmış ve denemiş olmakla birlikte sanatsal duyarlılığı sayesinde aynı zamanda duygusal-toplumcu bir kişilikle en güzel şiirleri yazmış, insanla ilgili bütün duyguları anlatmıştır: “Anadolu’ya geçtim. Millet sıska, nuhtan kalma silahı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim” diyordu… Emperyalist-gerici saldırılarının arttığı günümüzde solcu Nazım’dan rahatsızlık duyulmasının sebepleri ortadadır. 25 Temmuz 1951’de vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Kızkardeşi A.Samiye Yaltırım’ın şaire vatandaşlık hakkı verilmesine ilişkin açtığı ve 1992’de reddedilen dava kararının sanatçının sevenlerinin nezdinde hiçbir önemi yoktur. Sevenlerinin gönlünde o kadar ne Nazım’a “Vasiyet”inde çok görülen çınarlı bir mezar yeri, ne de onu meze yerine koyan şatafatlı törenlerin hiçbir değeri yoktur. Nazım zaten içi insan sevgisi dolu bir yürek ve halkının kavgasıyla yüklü bir bilinçle Anadolu’da koskoca bir çınar olarak sonsuza dek yaşayacaktır. Televizyon programlarındaki eleştirilerde Nazım Hikmet’le ilgili olarak soyadına, oğlunun sözlerinden, uyruğuna, hayatını paylaştığı kadınlara ve Mustafa Kemal’le ilgisine dair birçok şey yazılıp söylendi. 2000’lerin başında bile bunlara takıldılar. Artık hakkında atıp tutanlara yazılıp söylenenlere ustanın şiirleri en güzel yanıttır, tabi ki bütün bu iddialar onun büyük bir şair ulusal bir değer, evrensel bir sanatçı olmasına mani olamayacak… Bütün dünyaya malolmuş devrimci sanatçı kişiliği, şiirleri ile önemli bir kısmını duvarlar ardında geçirmesine karşılık düşüncelerinden taviz vermeyen savaşçı üretken kimliğiyle koca bir yaşamla içi sevgi dolu bir insanı anlatmak o kadar güç ki. Belki de şair hakkında biyografi yazan Turgay Fişekçi’nin sözleriyle özetlemek en güzeli: “Nazım Hikmet İyi İnsan”… TAMER UYSAL
- TOM AMCA’nın Kulubesi
Ayda bir kitap okuyup tanıtma görevi verdiğim ortaokul öğrencileri, Tom Amca’nın Kulübesi’ni pek severlerdi. Vicdanı henüz kirlenmemiş hangi insan, apaçık zulüm olan ırk ayrımcılığı karşısında tepkisiz kalabilir? Amerikalı kadın öğretmen Harriet Beecher Stowe’nin 1852’de yayımlanan kitabı neden yayımlandığı yıl 300.000 adet satıldı? Neden dünyanın hemen bütün dillerine çevrildi? Çünkü başta Amerika olmak üzere yeryüzünde ırkçılığın varlığına rağmen, buna karşı olan yüz milyonlarca insan da vardı. 19. Yüzyıl aydınlanma yüzyılıydı. Kölelik dönemi sona eriyor, bunun yerini insanların ırklarına, renklerine, dil ve dinlerine bakılmaksızın eşit olduğu görüşü yaygınlaşıyordu. Kapitalizm gelişiyordu ve köleler, emeklerini kime isterlerse ona satacakları bir iktisadi sistemin işçileri haline geliyordu. ABD’nin özgürlükçü Kuzeyi ile köleci güneyi arasındaki iç savaşı kapitalist Kuzey kazandı. Uluslararası birçok temel belgede yasaklanmasına rağmen ırkçılık ne ABD’de ne dünyanın başka yerlerinde son buldu. NAZİ Almanya’sında doruk noktasına çıktı ve başta Yahudiler ve Çingeneler olmak üzere Alman olmayan milyonlarca insanın hunharca öldürülmesine yol açtı. IRKÇILIĞIN KAYNAĞI Irkçılığın nedeni doğrudan veya dolaylı olarak iktisadidir. Kendilerinin doğuştan diğer topluluklara karşı üstün yaratıldığına inanan bir topluluk, ekonomik kaynakların adil paylaşımını reddeder. Bu “hak”larını güvence altına almak için diğer topluluklara siyasi olarak da hükmetme yoluna gidereler. Çoğu zaman bunu anayasalara ve yasalara da işlerler. Irkçılığın yumuşatılmış biçimi milliyetçiliktir. Çoğu zaman yurtseverlikle karıştırılan, gerçekte ise yurtseverlikten çok farklı olan milliyetçilik, kendi milletinin başka milletlerin hâkimiyeti altında ezilmesine karşı olmaktan başlar, kendi milletinin diğer milletlerden üstün olduğunu ileri sürmeye, hatta diğer milletleri boyunduruk altına alma hakkı olduğu düşüncesine kadar uzanır. TÜRKİYE’DE IRKÇILIK YOK MU? Irkçılık, insanları ten rengine göre sınıflayıp bunlardan birinin diğerlerine karşı üstünlüğünü savunmaktan ibaret değildir. Bu tip bir ırkçılık insanlık tarafından lanetlendiği için birçok ırkçı, sözde bu tip bir ırkçılığı reddedip kendi ideolojilerini gizleme yoluna gidiyor. Hürriyet gazetesi ABD’deki ırkçılık olayı üzerine Türkiye’deki birkaç Afrika kökenli ile görüşmüş. Bunu Türkiye’de ırkçılık olmadığı başlığı ile vermiş. Türkiye’deki siyah tenlilere karşı ABD’deki gibi bir ırkçılığın olmamasının nedeni, siyahîlerin sayısının Türkiye’de çok az olması ve beyazların ekmeğine ortak olma gibi bir tehlikenin bulunmamasıdır. Bunun yanında Türkiye’de ırkçılık başka topluluklara ve başka biçimlerde hem de geniş çapta yürürlüktedir. Türkiye’deki ırkçılık, adında milliyetçilik olsun olmasın birçok parti ve kurumun ruhuna sinmiş durumdadır. Türkiye’de yaşayan insanların tamamına yakını Kafkas ırkına mensuptur, yani beyaz tenlidir. Bu nedenle Türkiye’deki ırkçılık ABD’deki gibi ten rengi üzerinden değil, etnik topluluklar üzerinden yapılıyor. Hitlerin ırkçılığı da ten rengi üzerinden değildi. “Benim dinimden olanlar ve olmayanlar” sınıflaması da bir çeşit ırkçılıktır. Bu anlayışa göre benim dinimden olanlar, diğer dinlere mensup olanlara üstündür. Onları yönetme hakkına sahiptir. Dolayısıyla ekonomik kaynaklara hâkim olmak benim dinimden olanların hakkıdır. Devlet benim dinimden olanları korur. Onların teşkilatlarına kaynak ayırır ve siyasi olarak da onları kayırır. Irkçılığın başka bir biçimi “Benim milletim ve ötekiler” anlayışıdır. Ekonomik kaynaklar benim milletimin (gerçekte burjuvazinin) emrindedir. Toplumu yönetmek de benim milletime mensup olanlar (gerçekte onun hâkim sınıfları) tarafından yapılacaktır. Anayasalar ve yasalar buna göre hazırlanmıştır. Eğitim buna göre düzenlenmiştir ve milyonlarca insanın çocukluktan başlayarak kültürü ve psikolojisi buna göre biçimlenmiştir. Herkes buna boyun eğerse ne âlâ. Değilse kırk katırla kırk satırdan birini seçmek zorundadır! IRKÇILIĞIN PANZEHİRİ HALKÇILIK Sınıf mücadelesinin bastırıldığı, emekçilerin sınıf bilincinden uzaklaştırıldığı koşullarda halk kitlelerini ırkçılığın içine çekmek, onları birbiriyle vuruşturmak çok kolaydır. Siyasi cehalet ırkçılığa fidelik görevi yapar. Irkçılığın kökeni, basit bir kabileciliğe dayanır. Bunun başka bir adı aşiretçiliktir. Doğu ve Güneydoğu’da bir dayanışma işlevi gören aşiretçilik, devlet merkezinde kan bağını ifade etmekten çıkarak bir kültür temeli üzerine bina edilmiştir. Bu kültür içinde bölünmüş sınıfların iktidar mücadelesi, artık bir ırkçılık olmaktan çıkarak sınıf mücadelesi haline gelir. Bu çapraşık sorunların altından kalkabilmek için insanlara bakış açımızı dil, din, kültür, renk üzerinden değil, sömürenler ve sömürülenler, ezenler ve ezilenler, çalışanlar ve çalışmadan yiyenler olarak yeniden düzenlememiz gerekir. Irkçılık zehrinin ilacı halkçılıktır. Irkçılığı yeryüzünden silmek için emekçilerin iktidara gelmesinden başka çözüm yolu yoktur. Üstünlük, şu veya bu renkte, din veya dilin mensuplarında değil emekçide olacaktır. Amerika’da da Türkiye’de de. Emek en yüce değerdir. O zaman geçmişte ırkçılık yapanların kendileri veya evlatları, topluma çektirdikleri acılar nedeniyle diz çöküp özür dilemek zorunda kalacaklardır. (6 Haziran 2020)
- #insanyerinibilsin
Beş bin arkadaşımın en az üç bini kadın... Bazılarının #erkekyerinibilsin akımına kapılarak inanmadıkları değerleri savunmalarını gördükçe inanın tebessümle karşılıyorum... Bütün erkekler aynı...Hepsi öküz dedikten hemen sonra erkek nasıl yerini bilecek? Bütün erkekler aynıysa bu farkındalık çabası neden? Sen eşitlik mi istiyorsun yok sa imtiyaz mı? Kadınlar için kullanılan atasözlerini ters çevirip paylaşınca öküz diye suçladığınız erkekler Einstein'e mı dönüşecek? Daha önce defalarca yazmışsın... Erkek dediğin kadınına sahip çıkacak, onu koruyup kollayacak.!! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.! Kadın kadına eşit misiniz ki de erkeklerle eşitlik istiyorsunuz? Hani kadınların en büyük düşmanı yine kadınlardı? Atatürk kadınlara bu hakları verirken eşitlikten ziyade eşdeğerliliği ön plana çıkartmaya çalıştı hayatı boyunca... Salt eşitlik üzerine olsaydı ölüm riski yüksek işlerde erkeklerle birlikte kadınların da çalışmasını teşvik ederdi... Somada ki maden kazasında 301 madencimiz rahmetli oldu ve hepsi erkekti... Evde bekleyen eşleri onları romantik oldukları için seçmedi... Ya da sık sık hediye aldıkları için... İşi var sigortası var diye seçildiler onlar... Bu ülkede erkeklerde eziliyor değerli kadın arkadaşlarım... Ben kocama muhtaç değilim ayrı bir şey... Hem ona muhtaç olmayı tercih edip hem de imtiyaz istiyorum demek ayrı bir şey... Kadın kocayınca koç olur, erkek kocadıkça hiç olur" demekle farkındalık olmuyor, iğrenç bir ironi oluyor... Erkek hesap ödemek zorunda, Erkek nafaka ödemek zorunda, Erkek evine bakmak zorunda diyor ve buna da gönülden inanıyorsan, bütün erkekler öküzdür de demeyeceksin o zaman... Erkekler size; Çirkin kadın yoktur, fakir kadın vardır deseler hoşunuza gider miydi? Her şeyden önce eşdeğeriz ve önce insanız...
- TARIM İŞLERİNE EL ATTIM!
Koronalı Hayatın Günlüğü-3 9 NİSAN 20020 Perşembe: Sokağa gelen bir sebzeciden sebze alırken ilk kez maske taktım. Maskeyi Şenal’ın eczacısı dün kurye ile adresimize göndermişti. Korgan’da bizim köylerde de hissedilen 4.1 şiddetinde deprem olmuş. İndependent Türkçe’de, “Millî Mücadele’de İstanbul’da Açılan Dayanışma Kampanyaları” başlıklı araştırmam yayımlandı. Gazete, kitap okudum, bir süredir alışkanlık haline getirdiğim bulmaca çözdüm. Maalesef bilgisayarda epey oyalandım. 10 NİSAN 2020 Cuma: 31 Büyük kentte 10 Nisan saat 24.00’ten 12 Nisan saat 24’e kadar 48 saat sokağa çıkma yasağı getirildi. Bu kentlerde paniğe kapılanlar marketlere hücum etti. Böylece sokağa çıkma yasağından elde edilecek temassızlık faydası bir gecede heba edildi. Bütün Dünya’nın Nisan sayısı gelmedi. Ufuk Akyol’a dün derginin basılıp basılmadığını, mayıs sayısı için yazı isteyip istemediklerini sormuştum. Verdiği yanıtta kitabevleri kapandığı için dergiyi abone sayısı kadar bastıklarını bildirdi. Mayıs sayısı için yazı göndermem konusunda bir not yok. Ben de yazmamaya karar verdim. Bugün yedi sigara içtim. Bahçede “tarım işleriyle” uğraştım. Sebzeliğin toprağını inceltmeye çalıştım ve iki uzun saksıya geçen yıllardan kalmış sebze tohumları ektim. Ankara İncesu Lisesinde aynı yıllarda birlikte çalıştığımız emekli Türkçe öğretmeni Tezer Ergezer ölmüş! 11 NİSAN 2020 Cumartesi: İki günlük sokağa çıkma yasağının ilk günü. Ortalık sakin ve ılık bir hava var. Gazete ve ekmek gelmedi. Bahçede kitap okudum. Çiçek açmış armut ağacının dibinde kitap okurken çektirdiğim fotoğrafı “Kitap okumak da yasak değil ya!” notuyla paylaştım. Facebook arkadaşları pek ilgilendiler. İndependent Türkçe’de bu kez de Millî Mücadele Yıllarında Anadolu’da Açılan Yardım Kampanyaları” yazım yayımlandı. 12 NİSAN 2020 Pazar: Önceki gün aniden sokağa çıkma yasağını ilan eden Süleyman soylu, milletin panik halinde marketlere koşmasındaki sorumluluğu üzerine alarak istifa ettiğini açıkladı ise de istifası Erdoğan tarafından kabul edilmedi. Gazeteler bugün de getirilmedi. Akşam, “Korona Salgınının Öğrettikleri” başlıklı 12 maddelik bir yazımı paylaştım. Karapınar’da Naim Aydınbelge, Eskişehir’de Aydın Nefesoğlu ve İstanbul’da Ender Helvacıoğlu ile haberleştirdim. Ender abonesi olduğum Bilim ve Gelecek dergisinin bu ay kâğıt baskısını yapmadıklarını bildirdi. Kiraz ağacım da çiçeklenmeye başladı. 13 NİSAN 2020 pazartesi: Bugün 34.456 test daha yapmışlar. 4.093 “vaka” saptamışlar. 98 kişi ölmüş. Ölü sayısı 1.296’ya çıkmış! Sokaktan geçen bir kamyonetten sebzeliğe ve güllerin dibine çuvalı 20 liradan üç çuval koyun gübresi döktürdüm. Ayhan’la uzun bir telefon görüşmesi yaptım. Siyasi durum ve Erdoğan’ı hararetle desteklemekte olan parti hakkında görüşlerimi anlattım. Dinledi. 14 NİSAN 2020 Salı: İki gündür, 1992’de Azerbaycan’a yaptığımız bir eğitim gezisinin izlenimlerini Öğretmen Dünyası’nın Ocak 1993 tarihli sayısından bilgisayara geçtim. Bir yazıyı yeniden yazmak can sıkıcı ise de onun “Gezen Tilki Yatan Aslan” adını verdiğim gezi yazıları dosyamda bulunmasında yarar görüyorum. Dersim’in Kayıp Kızlarını okumaya devam ediyorum. Kiraz ağacımız beyazlara büründü. Bitkilerin üzerinde doğanın harikalarını düşünüp derin hikmetlere dalıyorum. Bugün Koronadan 107 kişi daha ölmüş! Yeni olarak 4.062 olay saptanmış! 15 NİSAN 2020 Çarşamba: Hava gene soğudu. Yağmur çiseledi. Sebze tohumları için saksılarda yaptığım yastık dörde çıktı. Tohumların çimlenmesini dört gözle bekliyorum. Bugün de 115 kişi ölmüş. 4.281 yeni vaka saptanmış. Salgın nedeniyle 1930’lu yıllara dönmek gerektiğini önerenlere karşı (daha çok Cumhuriyet gazetesinde yazıyorlar), “Çözüm Halkçılıkta” başlıklı yazımı yazarak paylaştım. Beyceli’de dün ölen Ali Akyüz’ün cenazesini kaldırmışlar. İlkokul’dan aynı yıl mezun olduğumuz ağabeyi Osman Akyüz’ü arayarak başsağlığı diledim. Cenazeleri camiye de götürmeden alelacele defnettiklerini anlattı. Yakınlarından bazıları cenaze namazına katılmış. İnfaz Yasası’ndan yararlanan mahkûmlar salıverilmeye başlandı. Gazeteciler ise bırakılmıyor! Aslıhan Sarıhan Özakay’la ve eşi Ali ile görüşerek hatırlarını sordum. Bursa’dan arkadaşım Necati Yentürk arayarak Şenal’a oğlunun cumhurbaşkanına hakaretten aldığı cezanın infaz yasasına girip girmediğini öğrendi. 16 NİSAN 2020 Perşembe: Bugün de 125 kişi ölmüş! Yeni 4.801 “vaka” saptanmış. Diğer devletler arasında kötü durumdayız. Çalışırken dayanamayıp sigara orucumu bozmak zorunda kaldım. 17 NİSAN 2020 Cuma: “17 Nisan Duyguları” yazımı paylaştım. Bugünkü Cumhuriyet ve Birgün gazetelerinde Enstitülerle ilgili yazılar, sosyal medyada paylaşımlar okudum. Enstitülerin yeniden açılmasını ciddi ciddi isteyenler var! Bu tartışmanın yıllar önce bittiğini sanırdım, şaşkına uğradım. Gezi yazılarımı “Yurt içi” ve “yurt dışı” bölümlerine ayırıp sıraya koydum ve düzeltmeye başladım. Hem ayaklarım açılsın diye hem de saksıya ektiğim tohumların bitip bitmediğine bakmak için bahçeyi günde birkaç kez dolaşıyorum. Henüz hiç biri boynunu uzatmadı. Köyden getirtip geçen yıl diktiğim kokulu Karadeniz üzümün yaprakları da pembe tomurcuklarını göstermeye başladılar. Bugün de 126 kişinin öldüğü açıklandı. 18 NİSAN 2020 Cumartesi: Yeniden iki günlük sokağa çıkma yasağı başladı. Dün paylaştığım “17 Nisan Duyguları” yazımdan ötürü emekli rehber öğretmen Atanur Güneysu telefon etti.Hakkımdaki düşüncelerini bir kez daha anlattı. Ben bu topluma lazımmışım, bu nedenle sağlığıma dikkat etmeliymişim. Eski arkadaşlarımızdan yıllardır görüşmediğimiz Hatice Maviş’le telefon görüşmesi yaptık. Terme’den de yeğenim Ayla aradı. Cemal Türkmen Şeyh Sait İsyanı sırasında öldürülen Zeki Dündar’la ilgili bazı belgelere ulaşmış. Bu metinleri yeni yazıya çevirmemi istiyor ama zor! Yaklaşık bir saniye kadar süren bir baş dönmesine uğradım. Eskiden bununla daha sık karşılaşırdım. Akşamüstü de bana bir titreme geldi! Gece rüyamda rahmetli Erol ağabeyimi gördüm. 19 NİSAN 2020 Pazar: Evin çevresinde ve bahçede dolandım. Eskişehir yolundan çok seyrek araç geçiyor ve bunlar da durdurulup denetleniyor. Ayak parmaklarımdan birini arı soktu. Neyse ki parmağım şişmedi. İzmir’den Serkan Sarıhan, Ordu’dan sınıf arkadaşım Galip Şahin aradı. Galip balcılık yapıyor. Kargo ile iyisinden beş kilo bal göndermesinde anlaştık. Macaristan’dan küçük oğlumuz Işık telefon etti. Bizim ona ihtiyacımız olduğunu düşündüğünden gelmek istiyormuş. İhtiyaçlarımızı telefonla giderdiğimizi söyleyerek gelmemesini söyledik. Bugün biraz rahatsız gibiyim. (30 Mayıs 2020) zekisarihan.com
- Ölü Bir Çocuğa Gazel
Her akşam üzeri bir çocuk ölür, her akşam üzeri Granada’da. Her akşamüzeri yerleşir de su dostlarıyla konuşur baş başa. Yosundan kanatları var ölülerin. Bulutlu yel ve duru yel yan yana süzülen iki sülündür kuleler üstünde, gündüzse yaralı bir oğlan. Havada kalmazdı tek kırlangıç gölgesi şarap mağarasında rastlayınca ben sana, tek bulut kırıntısı kalmazdı yerde sen ırmakta boğulup gittiğin zaman. Yuvarladı vadi köpeklerle süsenlerini bir su devi yıkılınca dağlara. Gövden, ellerimin mor gölgesinde, bir soğuk meleğiyle, kıyıda cansız yatan * Federico Garcia Lorca 5 Haziran 1898 - 19 Ağustos 1936 1898 yılında, İspanya'nın Granada bölgesindeki Fuente Vaqueros kentinde doğan İspanyol şair Lorca, yüzyılının en büyük iki İspanyol şairinden biri olarak kabul edilir. Lorca'nın başarısında çocukluğunun büyük payı vardır. Granada'nın Fuentevaqueros kasabasında, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Lorca'nın babası ateşli, canlı, neşeli bir adam; annesi ise sessiz ve ağırbaşlı bir kadındı. 1928'de yazdığı Romancero gitano (Çingene Baladı) ile ün kazanan Lorca, Salvador Dali ile birlikte İspanya'nın çağdaşlaşması için çalışan sanat adamlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiirde, politikada ve ahlak anlayışında modernliğin savunucusu olan Lorca, eşcinsel tercihi nedeniyle Katolik Kilisesi ile arasının açılmasına neden olur. 1918'de, burjuva sınıfını, yeryüzünü şiirle doldurmuş olan İsa'yı katletmekle suçlayan Lorca, geçtiğimiz günlerde gelmiş geçmiş en başarılı edebiyat eseri seçilen Cervantes'in Don Quixote (Don Kişot) 'u bir İsa figürü olarak ele alanlara katılır. Şair kavramını acılar çekmesi gereken bir kimse ile özdeşleştiren Lorca, İsa'nın hem katledilişini kınar, hem de kanının akması gerektiğini ifade eder. 'New York'ta Bir Şair' adlı eserinde Manhattan'ı, cesede doymayan bir mezbahaya benzeten Lorca, 'hayvanların can çekişenler için öldürülüşünü' kaleme alarak kafasındaki batı anlayışına yönelik eleştirel yaklaşımlarını göz önüne serer. Lorca ve 'Deli' lakaplı Salvador Dali, vücuduna saplanan oklar ile tasvir edilen Katolik Ermişi Aziz Sebastian'ı Aziz Yansızlık olarak yapıtlarında tasvir ederler. Dostlarınca apolitik bir sanatçı olarak nitelenen ve herhangi bir görüşe organik bağlarla bağlanmayan Lorca, yazdığı Yerma ve Bernarda Alba'nın Evi isimli oyunlarda ise Katolik Kilisesi, yükselen Nazizm ve milliyetçilik akımlarına karşı olan tutumunu yansıttı. Giyim kuşamında ve evinin dekorasyonunda ölüm ile özdeşleştirdiği beyaz rengi tercih eden şair, burjuva tarzı zevkler ve milliyetçilik ile çatışan çalışmalar yapmakta ve Franco'cuları masumiyeti katletmekle suçlamaktaydı. Şiirlerinin yanısıra tiyatro için yazdığı ve sahnelediği oyunlarla da ünlenen Lorca, eserlerinde hastalık hastalığını ve ölümü üzerine senaryolarını Kanlı Düğün (Blood Wedding, 1935) , Yerma (1937) ve şiirlerinde başarı ile yansıtmış; ölüm - yaşam, verimlilik - kısırlık gibi çelişkiler arasındaki inişli çıkışlı çizgiyi başarı ile yakalamıştır. 19 Ağustos 1936'da doğduğu yörede Franco'nun adamları tarafından öldürülen Lorca, uluslararası camiada -özellikle de bir dönem yaşadığı Arjantin'de oldukça büyük bir yas ve öldürülüşüne duyulan tepki ile- alanında idolleşmiş, saygın fakat marjinal bir edebiyat adamı olarak hatırlanmaktadır. Eserlerinin dünya çapında tanınmasının sebebi Lorca'nın geleneksel İspanyol kültürü ile çağdaş yaşamın sorunlarını içtenlikle işlemiş olmasıdır. Şiirlerindeki yaşama coşkusunu, doğa sevgisini, hüzün dolu duyguları her insan tanır ve kendine yakın bulur. Lorca'nın sade ve derinlikli şiirleri, geniş kitlelerce kabul görmüştür. Sürrealist bir ressam olan Salvador Dali ve yönetmen Luis Bunuel 'in yakın arkadaşıdır. Eserleri Impresiones y paisajes (Impressions and Landscapes, 1918) Poema del cante jondo (Poem of Deep Song, 1921) Libro de poemas Book of Poem, 1921) Oda a Salvador Dali (Ode to Salvador Dalí, 1926) Canción de jinete (Songs, 1927) Primer romancero gitano (Gypsy Ballads, 1928) Poeta en Nueva York (A Poet in New York,) Llanto por Ignacio Sánchez Mejías (Lament for Ignacio Sánchez Mejías, 1935) Seis poemas gallegos (Six Galician poems, 1935) Diván del Tamarit (The Diván of Tamarit, 1936) Sonetos del amor oscuro (Sonnets of Dark Love, 1936) Primeras canciones (First Songs, 1936) Tiyatro El maleficio de la mariposa (The Butterfly's Evil Spell, 1919-1920) Los Títeres de Cachiporra (The Billy-Club Puppets, 1922-1925) Mariana Pineda (1923-1925) La zapatera prodigiosa (The Shoemaker's Prodigious Wife, 1926-1930) Amor de Don Perlimplín con Belisa en su jardín (The Love of Don Perlimplín, 1928-1933) El público (The Public, 1929-1930) Así que pasen cinco años (When Five Years Pass, 1931) Retablillo de Don Cristóbal (The Puppet Play of Don Cristóbal, 1931) Bodas de Sangre (Blood Wedding, 1932) (Kanlı Düğün) Yerma (1934) Doña Rosita la soltera (Doña Rosita the Spinster, 1935) Comedia sin título (Play Without a Title, 1935) (yarım) La casa de Bernarda (The House of Bernarda Alba, 19 Haziran 1936) Kısa Oyunlar El paseo de Buster Keaton (Buster Keaton goes for a stroll, 1928) La doncella, el marinero y el estudiante (The Maiden, The Sailor and The Student, 1928) Quimera (Dream, 1928) Senaryo Viaje a la luna (Trip to the Moon, 1929) / DERLEME/ Kaynak, İNTERNET
- Amerika Türkiyeye Niye Gelir?
Amerika Türkiye’ye niye gelir? Bir şiirle ve bir iki sözle örnek vererek gireyim. ilkinde M. Akif diyordu ki: Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? "Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Bunun adı Kıssadan Hisse. Hegel ve onun düşüncesini geliştiren Marx da diyorlardı ki: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…” Geçen TBMM’nde yaptığı konuşmada İ. Kesici’nin hatırlattığı bir söz daha var. Gelelim ona, o da çok önemli. İngiltere'nin eski başbakanlarından Lord Palmerston'un bir sözü. Palmerston, “İngiltere’nin ezeli ve ebedi dostları yoktur değişmez menfaatleri vardır.” diyordu… Akla 68 olaylarını getiriyor bu söz.. NATO’nun üs olarak kullandığı Türkiye’ye Amerikan savaş gemisi geliyor ya, bir yanda onları kovalayan devrimci öğrenciler, bir tarafta devrimcilere saldıran gericiler.. Amerika niye gelir Türkiye’ye, zaten incirlik üssüne konuşlandırdıkları füzeler vardı ya... Deniz Gezmiş’in o yıllarda dile getirdiği söz vardı: 35 milyon metrekare vatan toprakları işgal altındayken, bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür... Ve ekliyor Deniz Gezmiş... Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum.. Amerika Türkiye’ye ne diye gelir... Belki bir ironi gibi... Geçen burada yazmıştım bunu. Ne yazık ki ABD’de yetişip bu ülkeye gelen herkes bir şekilde asimilasyona uğramış olarak memlekete geri dönüyor ve bir süre sonra bu halktan gerekli ilgiyi görmeyince gerici güruha katılıp gönüllü bir ABD elçisi gibi aşkı depreşiyor sayıklamaya başlıyor. Bu kişinin sürekli sağda solda adı anılmaya da başlıyorsa bir süre sonra o kişi sapıtmaya başlıyor. Yani gerçekten bir medya maymununa dönüşüyordu... Yılmaz Güney’in şahsında da buna benzer tartışmalar yaşatılmıştı. O zaman E. Kürkçü’den bir alıntı yapmıştım. "Kitlesel tüketim ve ideolojisini yeniden üretmek için hergün okur ile izleyicileri aptal yerine koyarak konuşup yazmak zorunda olan medyanın yazarları sonunda kendileri aptallaşma riskiyle yüzyüze kalıyor. Güneyle ilgili tartışma bu riskin gerçeğe dönüşme olasılığının yüksekliğine yeni bir kanıt sadece.” diyordu Kürkçü. Güney’in o günlerde aleyhine yazanlar bugün yine aynı saftalar çünkü. Ve o isimler yine aynı isimler... Tarafsız görünmekten daha zordur tarafsız gibi yazmak… Kolay değil. O günlerde ben de Yılmaz Güney’i savunan yazılar yazmıştım. Yine yazarım... ABD’yle haşır neşir olan o isimlerin o zamanlar söylediklerini hafızalardan bir yoklayayım; bunlardan birisi... Ş. Eygü… Diyordu ki: Sovyetlerden çok ABD’ye yakın olduk... Arabistan’da yıllarca yaşadığını, bu tip söylevleri buradan verdiğini bildiklerimizden biri… Sonra... Yıllar sonra.. Yine orda bankalardan birinde idarecilik yapmış biri ülkenin başına geliveriyordu... Bu kişinin adı arşivlerde 68’lerde Denizlerin yine karşısında olan bir isim olarak görünür... Heyhat!.. Gelin de tarihin gerçekten tekerrür ettiğine inanmayın şimdi.... H. Cevizoğlu yakın zamanda bir kitap yazmıştı. Adı “1919'un Şifresi”... Belge ve fotoğraflarla desteklenen bir kitap... Çok satan kitapları alıp okumak gibi bir adetim yoktur ama sözkonusu sürekli böyle gündem oluşturan konular olunca alıp okumak gerekiyor, tekerrür ya... Şöyle diyor kitapta: "Satış rekoru kıran, uzun zaman 'en çok satan kitaplar' listesinin başında yer alan 'İşgal ve Direniş (1919 ve Bugün)' adlı kitabımı yazarken, çok ilginç bir gerçekle karşılaşmıştım. 1919'da ülkemizi işgal eden sömürgecilerin arasında ABD'yi gördüm!... Oysa, hiçbirimiz okul yıllarından bu yana ABD adını duymadık!... İşgalci ülkeler olarak Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya'yı biliyor, onların yaptıklarını okuyorduk. Sanki, 'gizli bir el'(!) resmi tarih kitaplarımızdan ABD adını kazıyıp, çıkarmıştı!.." Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu İttifak Devletleri yanında, ABD ise İtilaf Devletleri yanında yer aldı ama birbirlerine savaş ilan etmediler. Fakat Çanakkale Savaşı sırasında ABD savaş gemileri İtilaf Kuvvetleri’nin savaş malzemelerini taşıyıp Osmanlı’nın Anadolu’da kalan topraklarının işgaline yardımcı oluyordu. ABD’nin işgale yardımı lojistik destekle sınırlı kalmadı. İzmir’in işgaline USS Arizona ve üç tane savaş gemisiyle koruma sağladı. 1922’de ABD savaş gemileri Samsun ve Trabzon’u bombaladı… Kısaca ABD Kurtuluş Savaşı’nda ülkemizin işgaline katılmıştı. Çok derinlere inmeye gerek yok. Resmi tarihler yazsa da yazmasa da, onlar inansa da inanmasalar da tarihsel gerçeklik ortada… Dün Osmanlının başına bela olan İngiltere ne ise bugün ABD başka ne?... Hiçbir fark var mı?.. Lord Palmerston'un lafını biliyorsunuz... Vahdettin’in sözlerinden birisini hatırlatayım... Diyor ki milli kurtuluş savaşını yürüten ve hain olarak suçlayıp haklarında idam hükmü verdikleri M. Kemal ve arkadaşlarının mücadeleleri hakkında: “Bir avuç serseri başarı sağladı. Az sayıdaydılar ama halkın uysallığından yararlanıp üzerine çöktüler. Aralarında bir tane bile gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler padişaha sadıktır. Onlar, padişahın tutuklu olduğunu anlatan uydurma öykülerle uyutuluyor!..” Oysa onlar sadece kendilerini vazifeye amir kılarken halkı ise koşulsuz bir sadakate (Ululemre itaate) vazifeli kılmışlardı… Marx, “Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i”nde, ilkinde Napolyon Bonapart’ı ikincisinde de III. Napolyon’u kastederek söylemişti yazının başındaki o ilk sözü. "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar." diye de ekler. Elbette haklı bir mazeret olmaksızın savaşların hiçbir gerekçesi olamaz, olmamalı da. Oktay Akbal, “Barış istemek, ama savaşımdan korkmamak!.. Barış durup dururken yaratılmaz. O nice savaşımlarla elde edilen bir değerdir.” diyordu… M. Kemal ve arkadaşlarının mücadeleleri zaferle sonuçlanmış teslim olan Padişah, İstanbul Hükümeti ve taraftarları ise ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı… M.Kemal daha sonra Söylev’de "Hakimiyet ve saltanat kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Hakimiyet ve saltanat kuvvetle kudretle zorla alınır. Osman oğulları Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına zorla el koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanata isyan ederek kendi eline almış bulunuyor.” diyerek altını çiziyordu bu sonucun… Türkiye-ABD arasında ikinci ihtilaf 16 mart 1964’te Kıbrıs’taki silahlanma konusunda yaşanır. Türkiye’nin NATO’dan bağımsız hareket etmesine ABD karşı çıkar ve Türkiye tarafına “Johnson Mektubu” diye de bilinen sert ve alaycı bir üslupla yazılmış bir mektup iletilir. O günlerde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan İsmet İnönü’nün Time dergisine verdiği demeç şöyledir: “Kıbrıs'taki bu haksız durum devam eder, Müttefikler bizi yalnız bırakır, NATO yanımızda olmaz, anlayışsızlık hüküm sürer, Türk azınlık ezilir, bu böyle devam ederse, günün birinde Batı'nın bu savunma sistemi yıkılır, yeni şartlarla yeni bir sistem ve dünya kurulur, Türkiye de bu yeni dünya içinde yerini bulur.” Çok gerilere gidip uzatmayacağım ama son yazdığım yazılardan birinde de buna işaret etmiştim. Antik Roma’yı, Bizans’ı batıran ne ise Osmanlı’yı çökerten de aynı kafadır: Adaletsiz bir mülkiyetle bölüşüm düzeni... Antik Roma ve Bizans nasıl ki kendini çökerten saikleri, halklara sırt dönüp din yoluyla bertaraf etmeye çalışıp muvaffak olamadı ise Osmanlı da devşirmeleri payanda yaparak tebaasını o aynı yolla avutamamıştır... Sermet Çağan bir oyununda (Ayak Bacak Fabrikası) der ki "İnsan aç kalmaya görsün, din artık onu avutamaz."… El oğlu da yine tankı topu tüfeğiyle bunu bilerek geliyor. Tarih tekerrürdür ya… Amerikan özgürlüğünden kastın ne olduğunu bu halkın da daha iyi anlamış olması gerekir şimdi. Gelmesi kaşının gözünün hayrına değildir çünkü... * 17 Mayıs 2020
- Koronadan Temize Çıktık
-Koronalı Hayatın Günlüğü-2- 29 MART 2020 Pazar: Ankara Tabip Odası Başkanı Vedat Bulut’a telefon ederek hatırını sordum. Prof Ahmet Saltık ve Tekirdağ’dan Hasan Akarsu ile de telefonlaştım. Korona salgını ile ilgili kaygılar artıyor. Bir kentten diğerine gitmek için valiliklerden özel izin almak gerekiyor. Sokaklar daha da ıssızlaştı. Büyük çoğunluk evlere kapandı. Sigara sayısı üçe çıktı! 30 MART 20120 Pazartesi: Bugün Kızıldere katliamının 40. Yılı. “Ertan Öleli 40 Yıl Oldu” başlıklı bir notumu facebookta paylaştım. Gece yarısına kadar 600 beğeni, 55 paylaşım, 179 yorum aldı. Akrabalardan beşi de Ertan’ı unutmadıklarını anlatan paylaşımlarda bulundular. Samsun’dan Cemil Baskın aradı. Atakum Belediyesi’nin Kurtuluş Savaşı Gençliği’ni basmaları mümkün olmayacakmış. Trabzonlular Derneğinden basmak istemişler ama salgın nedeniyle onlarla da bağlantı kopmuş. Baskın hazırlamak istediği Akpınar Köy Enstitüsü ile ilgili kitap için benden belge yardımı istedi. Bazı yayınlardan söz ettim. Hüsamettin Yaylaçiçeği Ordu’dan, Fahrettin Gencay İzmit’ten aradılar. İlkokul Öğretmenim Kâzım Genç de Samsun’dan aradı. Kalp ameliyatı geçirdiğini söyledi. Sigara sayısı beşe çıktı, maalesef! Koronadan ölenlerin sayısı da 169’e çıktı. 31 MART 2010 Salı: Koronadan ölenlerin sayısı 2.014’ü buldu! Sayı katlanarak artıyor. Gazete tirajları geçen hafta 100.000 düşmüştü, bu hafta 189.000 daha düşmüş. Yeğenim Sabri, Cizre’den Kemal Cingü, Siirt’ten Cindi Eren’le görüştüm. İstanbul’da köylüm Mehmet Dik’le de uzun bir görüşme yaptım. 1 NİSAN 2020 Çarşamba: Sağlık Bakanı Koronadan ölenlerin sayısının 277’e çıktığını açıkladı. Virüs, bütün illere bulaşmış! En büyük hasta grubu 8.000’in üzerindeki sayı ile İstanbul. Sinirler geriliyor. Bu hastalık başlayalı beri Türkiye’de 18 kadın cinayeti işlenmiş. Çin’de boşanmalar yüzde 25 artmış. İtalya, İspanya, ABD yanıyor! Erdoğan’ın Belediyelerin yardım toplamasını yasaklaması üzerine, Kurtuluş Savaşı’nda Hilali Ahmer’in açtığı yardım kampanyalarını anlatan bir yazı hazırladım. İbrahim Belek öğretmenimin hatırını sordum. Çanakkale’den Ahmet Erdoğdu telefon etti. Türk Tarih Tezi hakkında görüşlerimi sordu. Yeni çıkan bazı kitaplar hakkında bilgi verdi. Gözlerim yorgun… 2 NİSAN 2020 Perşembe: Salgın karşısında millî seferberlik gerektiğini anlatan ve Hükümetin CHP’nin yönetimindeki belediyelerin yardım toplamasına engel olan tutumunu “Bari Engel Olmayın” yazımda anlattım. 1921’de İstanbul’da cephe için açılan yardım kampanyasını örnek verdim. Akademisyen Ümit Polat telefon ederek gelecek yıl 1921 Maarif Kongresi’nin 100. yılı nedeniyle bir etkinlik düzenlenmesi niyetlerini anlattı ve bu konuda görüşümü sordu. Bütün bildiklerimi ve ulaşabildiğim kaynakları “1921 Maarif Kongresi” kitabımda anlattığımı söyledim. Bugün 79 kişi daha ölmüş ve ölü sayısı 356’ya çıkmış. Saptanan hasta sayısı ise 18.135. 3 NİSAN 2010 Cuma: Ölü sayısı 425’e çıktı. Yeni bir takım önlemler ilan edildi. 65 yaş üstündekiler gibi 20 yaşın altındakilere de sokağa çıkma yasağı ve 31 kente araç giriş çıkış yasağı getirildi. Erdoğan’ın, açtığı yardım kampanyasını Atatürk’ün Tekâlif-i Milliye’sine benzetmesi karşısında dayanamadım ve bu ikisinin farklarını anlatan bir yazı hazırlayarak paylaştım. Ayhan’ın Güney Doğu Asya ülkelerindeki gezi izlenimlerini anlatan Çiçekler Ülkesi kitabımı bitirdim. Emre “Ateşim var!” deyip duruyor. Ateşini ölçmek için evdeki dereceyi arayıp buldum fakat elimden düşerek kırıldı! 4 NİSAN 2020 Cumartesi: Altunbilekler’e telefonla yaptığımız siparişi gene Büyükşehir’in görevlendirdiği bir kurye getirdi. Onun poşetleri kapıda teslim ederken fotoğrafını çekerek paylaştım. Hem bu fotoğraf hem de Tekâlif-i Milliye ile Erdoğan’ın kampanyası arasındaki farkları anlatan yazım çok ilgi gördü ve görmeye devam ediyor. Okul arkadaşım Ahmet Kaban’a telefon ettim. Ben onu İstanbul’da biliyordum. Yasak başlamadan önce İstanbul’dan kaçarak kapağı köye atmış. İzmit’ten Ahmet Öztürk aradı. Sigara orucunu bozdum sayılır. Ölüm sayısı 501’e yükseldi. 5 NİSAN 2020 Pazar: Emre “Ateşim var!” diyor. Şenal tanıdığı doktorları harekete geçirmiş. Hastaneye gitmesi öneriliyor ama bu da sakıncalı. Literatür Yayınları sahibi Kenan Kocatürk’le konuştum. Yayınlar durmuş. İleri Köy Peşinde kitabımın yayımı tehlikeye girmiş. Hayırlısı olsun! Atanur Güneysu ve Ayhan aradı. Aynur Yılmaz ve öğretmen okulundan öğretmenim Nursel Gürler (Köristan) ile görüştüm. 6 NİSAN 2020 Pazartesi: Emre’nin “Ateşim var” şikâyeti üzerine Şenal ve benim de ağız ve burundan sürüntü aldılar. Gece yarısından sonra gelen mesajda tahlillerin negatif çıktığı belirtildi. Rahat bir nefes aldık. Bankamatik kartımı verdiğim Emre, en yakın bankamatikten 3.000 kira çekerek getirdi. Akrabalardan beşi ile telefonlaştık. Köydeki yeğenim Selin, sıkılmış, İstanbul’daki işine dönmek istiyormuş. Onu vazgeçirmeye çalıştım. 7 NİSAN 2020 Salı: Şırnak’tan Osman Yeren aradı ve yardımların partizanca dağıtıldığından yakındı. Bugün sadece yedi sigara ile yetindim! Dersim’in Kayıp Kızları’nı okuyorum. İçim eriyor. 8 NİSAN 2020 Çarşamba: Bugün 87 kişi daha öldü. Hasta sayısı 38.226’ya çıktı! Yoğun bakımda 1.492 kişi yatıyor! İyileşenlerin tamamı ise 1.846. Kurtuluş Savaşı’ndaki dayanışmaya örnek olarak “Yamalı Gömlek” yazımı paylaştım. Bacaklarım açılsın diye bahçede birkaç kez dolandım. Küçük elma ve armut ağaçlarım çiçek açtı. Kiraz tomurcukları patlamak üzere. Emre ile zarları ve pulları ilaçlayarak tavla oynadık. (28 Mayıs 2020) zekisarihan.com --
- YATIR
Harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını, avlularına odunlarını istif eden halk, hükümet konağı altındaki sıra kahvelere toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılardı. Yenecek ve yakacak ne lazımsa eylül içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir zihin, rahat bir yürekle girmek memleketin âdetiydi. “Etlik” dedikleri bu müddet kırk gün sürer, kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra getiren bir hazırlıktır giderdi. Bacaların boğula tıkana tüttüğü, kazanların taşa köpüre kaynadığı, evlerin sucuk; dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü, telaşlı günlerin arkasından ortalığa, güz yağmurlarıyla başlayan derin bir uyuşukluk çökerdi. Artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların çalışması biterdi. Dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk kahvelere dolarak -vakitlerini nargile köpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık. fasılaya uğrayan mânâsız sohbetlere dalmakla geçirirdi. Dışarı ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, Kasım içinde kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz versin; ister kar adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın dünya ile alâkasını kessin, onlar iri sac sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler çekerek kendi âlemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi. Lâkin bu sene çoktan beri başlayan odun sıkıntısı artık kıtlık derecesini bulmuştu; sobaların kızaracağı, odunların parlayacağı şüpheliydi. Zira girdiği köyde boynuzlu bir çift hayvan bile koymayan yaman bir veba, bu civarı eli böğründe bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. On sekiz saat ötedeki ormandan kasabaya odun indirecek acar öküzler nerede? Derileri tulum, kemikleri tarlaların etrafına çit olmuştu… Harbe raslayan bu yılda, zaten delikanlılar da azalmış, köyler boşalmıştı. Merkeplerinin sırtına beş, on çürük dal vuran kadınlar vaktiyle bir arabaya istedikleri parayı alamayınca mallarını satmıyorlardı. Daha kimse odununu alamamış, bir çare bulamamıştı. Bu sene odun kıtlığı çok can yakacak, çok ocak söndürecekti. İki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı, yakacak bulamadığından kapatmaya mecbur olan İliştir Nuri: – Ah şu Maslaktaki orman!… Ne etsek de köylüyü kandırsak? Kasabaya dört saat… Benini hamama da yeter, sizin evlere de!… Diye iki de bir de söyleniyor, bir yol gösteriyorsa da kimse yanaşmıyor, kimse bunun çıkar bir iş olduğuna kanmıyordu. Zira içinde bir yatır, yani bir mezar, bir evliya vardı ve manevî silâhlarıyla bu ormanı hükümetin korucularından ve yasaklarından daha iyi koruyordu .Bir dalı kopmamış, bir ufak kütüğüne balta dokunmamıştı. Dağların ağaçlarla örtülü olduğu feyiz zamanlarından yadigâr gibi kalmış; çıplak tepeler, kayalı yamaçlar arasında gözleri dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik vermişti. Yanındaki köy halkı, Maslaklılar, iki gün öteden odun getirir, tezek kurutur, saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırından geçirmezdi. Mescidin minberini yakmakla bu ormanın ağacını baltalamak arasında bir fark görmüyorlardı. Hele biri, bir yabancı ilişsin alimallah, hükümet zindana atacak olsa bile gene parçalarlardı. Bu, küçük bir çam ormanı idi. Yazın kasabanın boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak gölgesinde serin günler geçirirlerdi. Tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmayan reçine kokulu berrak sızıntısıyla bu ziyaretçilere iştah, şifa verirdi. Suyun yanında dedenin kabri vardı. Halk özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti. Gül dikmişler, fener de koymuşlardı. Tam beş tarafında güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. Renk renk paçavralarla donanmış olan eğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir fidanına benzetiyordu. Fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış, şemalı kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti. Devrilmiş bir pirinç şamdan ,dipleri kırık iki, üç kandil mütemadiyen dökülen kuru çam yapraklarıyla her gün biraz daha örtülüyordu. Yıllar yaşamış,yorgun edalı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin basma dolmuşlar, en sakin havada bile işitilen ahret fısıltılarıyla dervişler gibi, biteviye zikrederlerdi. Ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, bir tesir vardı.; İste İlistir Nuri’nin Maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu. İliştir, memleket lisanında süzgeç demektir. Bu lâkap belki yüzünün delik deşik denecek kadar çiçek bozuğu olmasından verilmişti. Vaktini kahvelerde, gezmelerde, rakı âlemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşardı. Kendine mahsus bir kuşak sarışı, bir püskül sarkıtışı, hele diz kapaklarım dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki. Kasaba halkını katıltırdı. Zaten herkesin mizacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza ahalisinin dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu. Kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar, bildiklerini ona söylerler, anlayacaklarını ondan öğrenirlerdi. Etraftaki üç vilâyetin haberlerini fazla ilâvelerle büyütüp kahve kahve yayan hep Nuri idi. Kırk yılda bir, bir iş tutayım demiş, hamamcılığa karar vermiş, fakat odun yokluğuna rasgelerek bu aksilik onu bu daha kâr peşinde koşmaktan vazgeçirmişti. Bir çare bulamazsa hamam, ona tarlalarını sattıracak, İlistir’i batıracaktı. Haftalardan beri çare arıyor, dalgın dalgın dolaşıyordu. Arkadaşları şakalaşıyorlar : – Şeytanın bilmediğini bilirdin ülen İliştir, halâ ormana bir çark takamadın mı? diyorlardı. Güz içinde fırtınalı bir yağmur iki günde ağaçları yapraklarından soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz takkelerini giydirmişti. Tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba kış halini çoktan almıştı. Galiba, bu sene, soğuk aman dedirtecekti. Bu taraflarda, bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu. Bembeyaz, dümdüz ova ortasında kasaba her gün biraz daha gömülerek insana âdeta, böyle örtüle ezile, siline ufala bitecek, bahar gelince eriyen karların içinde bulunmaz olacak hissini verirdi. Nisan yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen kasabanın dolambaç, dar sokaklarında dört, beş ay hayat, hareket kesilir; ne kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları duyulurdu. Yalnız, bazı günler bir tabut arkasında mezarlığa yollanan ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lâkırdısız geçip giderdi. Sonra gene sükût, karların büsbütün derin, korkunç ettiği bir durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi. Kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz can veren bacalardı. Rüzgârın önüne katılarak yassılana uzana, genişliye serpile daima hareket eden dumanlar, uzaktan, bu donmuş ova ortasında kemiklerinin içi titreyen garip yolculara ne keyifli görünürdü. Halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmeyecek, ocak içleri rüzgârlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene homurdanamayacaktı. Bir gün Nuri sevinçli bir yüzle kahveden içeri girdi, oturan halkı,çekmece başındaki mal sahibine şöyle bir daire işaretiyle göstererek: – Yap ağalara benden birer kahve!…dedi. Ne olmuştu? Soranlara: “Hiç diyordu, öyle de battık, böyle de, bari ahbap kazanalım!…” Öbürleri şüpheleniyorlar: “Bir iş çevirdi amma nasıl anlasak” diye düşünüyorlardı. Anlaması uzun sürmedi; ertesi gün gelen bir haber kahvelerde çalkalandı, halkı dışarı uğrattı: Maslak ormanından, hemen de yatırın tam etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca İlistir’in hamamına istif edilmişti. işitenler: – Etme be, gerçek mi? diye şaşarak fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı. Haber doğruydu. Külhanın istinasını getirecek kadar çıralı, kalın, sağlam kütükler birbirlerine dayanmış; çiseleyen yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir koku bırakarak bekliyorlardı. İliştir kasabanın pazar yerinde bir sabah Abdi Hocaya rasgelmişti. Abdi Hoca, Maslak köyünden ak sakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir adamdı. Elinden teşbih, ağzından dua düşmezdi. Ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla «Çiçek» ismini verdikleri frengiye nefes eder, tütsü yapardı. Zelzele gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak gibi kerametimsi halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir mevkie çıkarmıştı, İstanbul zelzelesini ayni gün, ayni saatte, güya hissetmiş, kahvedeki minderli, pöstekili hususî köşesinden yarı uyku, yarı vecd içinde sessiz dururken birden: -Aha yazık oldu gözüm yere…diye haykırmıştı. Belki bunu kasabada Belediyenin yıktırdığı eski kadı köşkünü hatırlayarak söylemişti; fakat ertesi günü vak’ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde Abdi Hocanın : -Aha yazık oldu gözüm memlekete…Dediğini yaymışlardı. Onlar hocalarıyla övünürlerdi. İşte İliştir’in rasgeldiği Abdi Hoca böyle yarı ermiş bir köylüydü. Hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. Hoca bu hürmete mukabil tespihsiz sol eliyle İlistir’in arkasını sıvadı, geçtiler. Fakat bu tesadüf Nuri’nin zihninde derhal bir aydınlık hâsıl etti; sanki haftalardan beri kafasının içini, çekmez bir ocak gibi dolduran isler, dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu. “Acaba, diyordu, kandırabilir miyim?” Geri döndü, pazar yerini altüst ediyor, aranıyordu, nihayet gördü: Abdi Hoca, halkın selâmlarına yarı buçuk cevaplar vererek ağır ağır gidiyordu. Koştu, bir şey söylemek ister gibi önünde durdu. Elleri göğsünde, gözleri yerde, korkar gibi bekliyordu. – Ne var İliştir, bir müşkülün mü var? İliştir ara sıra, alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten hacı olup olmadıklarına, domatesin hınzır eti kadar günah sayılıp sayılmayacağına dair zor sualler sorar, tâ köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı yağacaksa boş yere bağları belletmiş olmamak için danışmaya geldiğini söylerdi. Fakat bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı ki hoca kanar, İlistir’i kendi kerametine inananların en sadığı sayardı. Bu gün: -Söyle bakalım, ne danışacaksın? Sualine karşı biraz kekeledikten, öksürerek vakit kazandıktan sonra anlattı: Üç gecedir biteviye rüyasında kendisini karanlık, sık bir orman içinde kaybolmuş görüyormuş: amma ne orman?… Sağına dönüyor, ağaçlar önünü kapatıyor, soluna koşuyor, dallar ayaklarına dolanıyormuş… Kan ter içinde böyle uğraşırken birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor: -Bekle oğlum, Abdi Hoca yakında seni de feraha çıkaracak beni de…diyormuş… Böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları okunuyormuş. Merak etmiş, Kadiri şeyhine uğramış, anlatmış; bir iyi dinledikten sonra demiş ki: – Bunu git ehlinden, hocadan sor; elbette Maslak Dede benden, senden evvel o cennetlik zaten malûm olmuştur. Evliyalar karanlık, izbe yerlerden, illâ çam korusundan hiç hazzetmezler. Onlar servi ile gül severler; vaktiyle ben Malatya’da dervişken bir veli hepimizin rüyasına girer, “Ferahlatın beni!” diye seslenirdi. Türbesinin etrafındaki ağaçları baltalamadıkça bizi rahat bırakmadı. Belki bu da öyle bir şeydir, Allahü âlem bissavab… Ben de üç gecedir aynı rüyayı görüyorum… Yine Abdi Hoca bilir… Abdi Hoca şaşalayarak dinliyordu, iliştir vakit kaybetmeden saf bir çehre ile hemen sordu: «Hocaya da malûm olmuş muydu?» Bunu merak ediyordu. İliştir Nuri’nin bu sade, fakat cevap isteyen suali karşısında hoca yutkundu: düşündü. Hayır, diyemezdi, İliştir’e, Kadiri şeyhine, belki de daha başkalarına görünen velinin ona daha evvel görünmesi icap etmez miydi? Hem mademki onlara da Abdi Hocanın ismini vererek zahir olmuştu, vukufsuz görünmek dal budak salan şöhretine tâ dibinden bir balta vurmak demekti… îyisi mi, baltayı ormana vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yayıp gezeceği ehemmiyetli bir iş, bir keramet göstermemişti ara sıra kendisinden bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu bir vesile idi; istifade etmeliydi. Manalı yapmaya çalıştığı bir tebessümle, vakarını bozmadan İliştir’in arkasını bir daha sıvadı: -Sen rahat ol, oğul. Ben dedenin emrini çoktan aldım!. Dedi; dudaklarında tehlil, parmaklarında teşbih, uzaklaştı. İliştir, sevincinden bastığı yeri görmeyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz gibi: – Yap ağalara benden bir kahve!…diye haykırdı. Ertesi, gün Maslak köylüsü, Abdi Hocanın: «Haydi evlâtlar, bize vazife göründü!» diye verdiği emri, itirazı hatırından geçirmeden yerine getirmeğe koşmuşlar, asırlar görmüş azametli çamlara, dinî bir tevekkül ve sevinçle baltalarını sallamışlardı. Akşama mezarın etrafında iki dönüm kadar yer açılmıştı. Odunun fazlasını satarak türbeye bir lahit yaptırmayı düşünürlerken iliştir yetişmiş, hemen pey sürerek elli at yükünün pazarlığını bitirmişti. İşte külhanın önüne yığılan odunların hikâyesi bu idi. Lâkin bir defa kudsîliği ve ruhaniliği kaybolan mezar artık eski kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. O güzel çam korusundan üç sene sonra çıplak bir tepe ile çıplak bir mezar kalmıştı. Kaynak bile damlalarını azalta azalta nihayet, bir temmuz içinde kurumuş, kaybolmuştu; sanki o reçine kokulu parlak suyunu çamların damarlarından çekip çıkarıyor, çamların usaresini topluyordu. Hattâ Rumeli muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede türbenin yeşil parmaklığını da sökmüşlerdi. Bunu işiten Abdi Hoca: -Dünyanın şerri arttı, Maslak Dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor. Diye tevile kalkışmıştı amma, şöhreti gittikçe azaldığından buna kulak asan olmadı.
- Karanlık Bir Dehlizden Geçiyoruz
CORONALI Hayatın Günlüğü-1 / -Fotoğraf: Zeki Sarıhan Sokağa çıkma yasağı olduğu günlerde Konutkent'ten geçen Eskişehir Yolu- / 10 Mart 2020 Salı: Türkiye’de ilk Koronavirüs hastası saptandı. Bütün Dünya Dergisinin Nisan sayısı için Umutsuz Bir Yedek Subayın Anıları yazımı hazırlayarak gönderdim. “Eğitim-Sen ile Eğitim-İş Birleşmeli mi?” yazımı gözden geçirerek paylaştım. “Doğru Oturalım Doğru Konuşalım” adını verdiğim dosyamdaki yazılarımı düzeltmeye devam ettim. Otuz baş saattir, sigaradan uzaktayım. Kendimi bir boşluktaymışım gibi hissediyorum. 11 Mart 2020 Çarşamba: Sigarayı bırakalı iki günü geçti. Ha bire bir şeyler atıştırıyorum. Huzursuzum. Alışacağım. “Eğitim-İş’le Eğitim-Sen Birleşmeli mi?” yazıma gelen notlardan Eğitim-İş’lilerin birleşmeye karşı olduğu anlaşılıyor. Kendisini arkadaşlıktan sildiğim halde, Eğitim-İş içindeki bir grubun mensubu olan BT, gene ayakaltında dolaşıyor. Sayfama koyduğu notlarda hakaret ediyor. Notlarını sildim. Macaristan’dan gelecek oğlumuz Işık, biraz ateşi olduğu için havaalanında alıkonup tecride alınacağı kaygısıyla uçak biletini iptal edip gelmekten vazgeçti. Site çevresinde küçük bir gezi yaptım. 12 Mart 2020 Perşembe: “Doğru Oturalım Doğru Konuşalım” adını verdiğim dosyadaki yazıları yani bir tasnife tabi tuttum. 74 yazıyı “Karanlığın İçinden” dosyasına, 60 yazıyı “Doğru Oturalım Doğru Konuşalım”a, 29 yazıyı “Eğitim” dosyasına ayırdım. Korona virüsü dünyada yayılmaya ve can almaya devam ediyor. Bizde de Külliye’de toplanan yetkililer bir dizi karar almışlar. Okullar tatil ediliyor, maçlar seyircisiz yapılacak, yurt dışına çıkışlar sınırlandırılacak. Belediyeler toplu taşım araçlarını ilaçlıyor. Bugün de sigara içmeden durabildim. 13 Mart 2020 Cuma: “Karanlığın İçinden” dosyamı düzenlemekle uğraştım. Türkiye’de Korona virüsü kapmış kişilerin sayısı 5’e çıkmış. Olağanüstü önlemler alınıyor. Pazartesinden başlayarak okullar tatil edilecek. Hastanelerde hasta ziyaretleri sınırlanıyor. Bazı ülkelere havayolu ile ulaşım durdu. Işık’la telefon görüşmemizde sağlığının yerinde olduğunu öğrendik. Birbirimize salgından korunmak için tavsiyelerde bulunduk. 470 TL.lik market alışverişi yaptık. Beyceli’de yaştaşım olan ve yıllarca önce ölen Mustafa’nın eşi Ayşe ölmüş. Oğullarından birini arayarak başsağlığı diledim. 14 Mart 2020 Cumartesi: Koronaya karşı önlemler sıkılaştırılıyor. Ailece, Çayyolu semt pazarına giderek meyve ve sebze aldık. Bir pazarcıdan geçen hafta olduğu gibi 10 liraya bir kilo töngel aldım. Böylece köyümün tadını damaklarımda hissettim. 15 Mart 2020 Pazar: Fatsalıların Gölbaşı Nilda Restoranındaki pideli sabah kahvaltısına gitmedik. Geçen yıl köyden getirttiğim kokulu Karadeniz üzüm kökleri yeşillenmeye başladı. Bunlardan biri için dört kazık çakarak bir sergen yaptım. Tanıdığım kişilerin ölümleri için yazdığım yazılardan oluşan “Ölenle Ölünmüyor” dosyasını düzenlemeye devam ettim. Independent Türkçe, “Talat Paşa’nın Katli Türkiye Basınında” yazımı yayımladı. 16 Mart 2020 Pazartesi: Toplumsal yaşam, Korona nedeniyle iyice kısıtlandı. Hacdan dönenler karantinaya alındı. Öğretmen Okullarının Kuruluşunun 172. Yıldönümü nedeniyle Etem Nejat’ın “Öğretmen Okullu Gençlere” yazısını paylaştım. Hava soğudu. Dışarı çıkmadım. 17 Mart 2020 Salı: Devrim Topses’in facebooktaki duyurusundan babası arkadaşım Gürsen Topses’in öldüğünü öğrendim. Cenazesi Karşıyaka’dan kalkacaktı. Salgın nedeniyle cenazeye gidemedik. Sonradan öğrendiğime göre cenazeyi Devrim, annesi ve bir yakınları olan üç kişi kaldırmış. Cami avlusunda başka cenazeler nedeniyle bulunanlar tabutun altına girerek yardım etmişler. Bu görüntüye ayrıca üzüldüm. Yazı dosyalarında düzeltme, bulmaca çözme, belgesel ve haber izleme ile geçen bir gün. Köyümüze gene çok kar yağmış. Koronadan Türkiye’de ilk ölüm. Hasta sayısı ise 98’e çıkmış! 18 Mart 2020 Çarşamba: Şenal kalbinde bazı rahatsızlıklar hissetmiş. Güven Hastanesinde bazı tetkikler yaptırdı. Yarından sonra gene gidecek. Oğlum Emre ile Gürsen Topseslerin Yaşamkent’teki evine başsağlığına gittik. El sıkışmadık, ellerimizi kolonya ile sildik ve birbirimize biraz uzak oturduk. Başsağlığına da kimsenin gelmediğini öğrendik! Gürsen, son günlerinde çok acı çekmiş! Koronadan ölenlerin sayısı ikiye çıkmış, teşhis konanların sayısı da 98’den 200’e yaklaşmış! Şimdi Türkiye’nin gündeminde tek konu Korona salgını. Televizyon programlarında artık uzman doktorlar konuşuyor. Hepimize kendimizi sosyal hayattan tecrit etmemiz öneriliyor. Karanlık, endişe verici bir dehlizden geçiyoruz. 19 Mart 2020 Çarşamba: Akrabalar, hal hatır sormak ve öğütlerde bulunmak için birbirlerini arıyorlar. Bugün de yeğenlerim Sabri ve Özgür Fatsa’dan telefonla arayarak durumumuzdan bilgi aldılar. Ben de Terme’deki 85 yaşındaki Feride ablamı arayarak kendisine dikkat etmesini öğütledim. Kültür Bakanlığı Yayınlar Dairesi, bir süre önce verdiğim dilekçeye karşılık olarak “Unutulmayan Öğretmenler” kitabımın dizgisini CD halinde gönderdi. Meğer bunu daha önce de almışım! Kitabın dizgisi varsa yeni baskı yapacağını Pegem Akademi’den söylemişlerdi. Gece kar yağmış ve bayağı tutmuş. Gündüz eridi. 20 Mart 2020 Cuma: Biten ilaçlarımı, doktora yazdırmadan eczaneden aldırdım. Ankara’da 1922 Nevruz Kutlamaları ile ilgili yazımı yeniden düzenleyerek Independent Türkçe’ye gönderdim. Yazının eki iki fotoğrafı, “Halkların Kardeş Olduğu Zaman” başlığı ile facebookta da paylaştım. 21 Mart 2020 Cumartesi: Güneşli, güzel fakat serin bir hava. Koronadan ölenler 21 olmuş. Tansı konulmuş hastaların sayısı ise bine yaklaşmış! Hükümet 65 ve üstü yaşlılarla kronik hastalığı olanların evden çıkmalarını yasakladı. Ben zaten evden çok seyrek çıkıyordum. Ama artık kendimi hapis gibi hissedeceğim. İndependent Türkçe’de yayımlanan yazımı, kaynak göstererek paylaştım. Öğretmen Dünyası yıllarını yazmak için 28 konu başlığını not ettim. 22 Mart 2020 Pazar: Koronadan hasta sayısı katlanarak artıyor. Sokaktaki insanlar azalmış. Heyamola yayınları Sahibi Ömer Asan’ı arayarak Kuzey Kore ile ilgili kitabımla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordum. “Gönder bakalım” dedi. Neyse ki, kitap yedek arşivimde bir nüsha varmış. 2008’deki Kuzey Kore gezimdeki günlüğümün çıktısını da alarak buna ekledim. İlk fırsatta postalayacağım. Şenal perdeleri yıkadı, onları astım. 23 Mart 2020 Pazartesi: Korona salgını gitgide daha da ciddileşiyor. Ölü ve hasta sayısı artıyor. Sağlık bakanı her akşam açıklama yapıyor. Hava güzel ama moral iyi değil. İşin şakaya gelir yanı yok! Hastalık karşısındaki durumumuzu paylaştığım “Bir Rüyada Gibiyiz” başlıklı yazımda anlattım. Bahçede gazete okudum. 24 Mart 2020 Salı: Ayhan’ın bu yıl basılan “Asya Kaplanları” gezi kitabını okumayı bitirdim. Canım çok sigara çekti. Işığın odasında bir paket puro buldum. “Bir sigaradan bir şey olmaz” diyerek içinden bir puro alıp yarısını öğlen, yarısını da akşam içerek vücudumun nikotin ihtiyacını onunla gidermeye çalıştım. Bunu evdekilere söylemedim. 25 Mart 2020 Çarşamba: Komşumuz Zuhal Hanım, “Dışarıdan bir şeye ihtiyacınız varsa söyleyin” deyince Heyamola Yayınlarının İstanbul’daki adresine Kore kitabımı postalattım. Üç akrabama telefon ettim. Tek konu koronavirüs! 26 Mart 2020 Perşembe: “Bu kriz ne ile sonuçlanır?” başlıklı yazımı yazıp paylaştım. “Meş’um Mütareke…” kitabından okudum. Evde hapsedilmiş hissini yaşıyoruz. Hükümetin salgını önleme çabaları yetersiz kalıyor. Gelecekle ilgili belirsizlikler birçoğumuzu karamsarlığa itiyor. Sigaradan uzak durmak için ağzım boş kalmıyor. En çok da kabuklu fıstık yiyorum. Çok da pahalı! 27 Mart 2020 Cuma: Salgına karşı yaşam sıkılaşıyor. Bugün Bilim Kurulunun aldığı ve Erdoğan’ın açıkladığı kararlara göre bütün yurtta uçuşlar durdu. Şehirlerden ayrılmak valilerin iznine bağlandı. Valiliklere karantina yetkisi tanındı. Rize’de bir belde ve 12 köyde karantina başladı. Salgın, İtalya, İspanya, İngiltere ve ABD’yi kasıp kavuruyor. Türkiye’de ölü sayısı 92’ye yükseldi. Sağlık personeli gece gündüz çalışıyor. Altunbilekler Mağazasına telefonla bazı siparişlerde bulunduk. Bunu getiren motosikletli kurye Büyükşehir Belediyesi tarafından görevlendirilmiş. Komşumuz Vedat’tan bir adet sigara alarak içtim! 28 Mart 2020 Cumartesi: Bugün Emre’nin sitenin marketinden aldığı sigaradan iki tanesini içtim! Erdoğan’ın salgın karşısında milleti hükümete maddi yardıma çağırması üzerine, hazinenin tamtakır hale getirildiğini anlatan “Kefen Paramıza Ne Oldu” yazımı paylaştım. Köy Enstitülülerin son temsilcilerinden Nedim Menekşe’nin öldüğünü haber aldım. Onun bana imzalayarak gönderdiği “Köy Enstitüleri Gerçeği” kitabının kapağıyla bu haberi facebookta paylaştım. Ailesini arayarak başsağlığı diledim. (26 Mayıs 2020) zekisarihan.com --
- Kargo
Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun. Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun! Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun. Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun. Buraya, küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın. Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse sen osun. Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, aklında bulunsun. Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun. Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun! Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça, (bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun. Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat midene dostluk olsun. Şuraya Youtube’dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun. Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun. (Fakir Kene, 2016) / Birhan Keskin: (d.1963 Kırklareli) Türk şair, yazar. 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. İlk şiirini 1984 yılında yayımladı. 1995-98 yılları arasında arkadaşlarıyla birlikte Göçebe dergisini çıkardı. Çeşitli yayın kuruluşlarında editör olarak çalıştı. 2006 Altın Portakal Şiir Ödülü'nü Ba adlı yapıtıyla alıp Gülten Akın'ın ardından bu ödülü kazanan ikinci kadın şair oldu. Eserleri Delilirikler (İskenderiye Kütüphanesi Yayınları, 1991) Bakarsın Üzgün Dönerim (Era Yayıncılık, 1994) Cinayet Kışı + İki Mektup (Göçebe Şiir Kitapları, 1996) Yirmi Lak Tablet + Yolcunun Siyah Bavulu (YKY, 1999) Yeryüzü Halleri (YKY, 2002) Kim Bağışlayacak Beni, (Metis Yayınları 2005) Ba, (Metis Yayınları 2005) Y’ol, (Metis Yayınları 2006) Soğuk Kazı, (Metis Yayınları 2010) Fakir Kene, (Metis Yayınları 2016 / DERLEYEN: Nurdan B. ALADAĞ
- Şimdi Sevişme Vakti
Çıplak heykeller yapmalıyım. Çırılçıplak heykeller Nefis rüyalarınız için Ey önünden geçen ak sakallı kasketli, Yırtık mintanından adaleleri gözüken Dilenci Sana önce Şiirlerin tadını Aşkların tadını Kitaplardan tattırmalıyım Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden... Şu oğlan çocuğuna bak Fırça sallıyor Kokmuş manifaturacının ayağına Dörtyüzbin tekliğinden On kuruş verecek. Seni satmam çocuğum Dörtyüzbin tekliğe. Ne güzel kaşların var Ne güzel bileklerin Hele ne ellerin var, ne ellerin Söylemeliyim Yok Yok... meydanlarda bağırmalıyım, Bu küçük Güllerin buram buram tüttüğü Anadolu şehri kahvesinde Kiraz mevsiminin Sevişme vakti olduğunu. Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım. Baygınlık getiren şiirler. Kiraz mevsimi, kiraz Küfelerle dolu pazar. Zambaklar geçiriyor bir kadın. Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını Belediye kahvesinde hakla o eski, o yalancı O biçimsiz bizans şarkısı. Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem Nasıl etsem, nasıl yapsam da Meydanlarda bağırsam Sokak başlarında sazımı çalsam Anlatsam şu kiraz mevsiminin Para kazanmak mevsimi değil Sevişme vakti olduğunu... Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını, Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam Boş geçirdiğim bağırmadığım sustuğum günlere Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun Oğlu bir şiir okusa Karacaoğlan'dan Orhan Veli'den Yunus'tan, Yunus'tan...
- Anne
Gittiğin gün Binlerce kanlı ok Saplandı yüreğime Ruhumun acısını dindiremiyorum Anılarınla avunmaya çalıştım Sana ait izlerde Küçük pencerenden yolumu gözlerdin hep Biraz geç kalışımda Sitemler ederdin çocuklar gibi Ne çok severdin Sardunya kokulu bahçeni İncir ağacının gölgesinde sohbet etmeyi Artık bahçen de ıssız anıların da Sardunyaların da kurudu Yokluğunda Yavaş yavaş izlerinde kaybolmaya başladı O küçük evinden Benim kayboluşum gibi ANNE
- DEDİKODU
Kim söylemiş beni Süheylâ'ya vurulmuşum diye? Kim görmüş, ama kim, Eleni'yi öptüğümü Yüksekkaldırım'da, güpegündüz? Melâhat'i almışım da sonra Alemdar'a gitmişim, öyle mi? Onu sonra anlatırım fakat Kimin bacağını sıkmışım tramvayda? Güya bir de Galata'ya dadanmışız; Kafaları çekip çekip Orada alıyormuşuz soluğu; Geç bunları, anam babam, geç; Geç bunları bir kalem; Bilirim ben yaptığımı. Ya o, Muallâ'yı sandala atıp, Ruhumda hicranın'ı söyletme hikâyesi?
- Kutlayacağım Doğum Gününü Sessizce
Denizlerden bir rüzgar esecek acı acı Oturup seni düşleyeceğim Gözlerimde bulut bulut dağılırken hatıralar Unutulmuşluğun acısını bir kez daha duyacağım yüreğimde Martılar ağlayacak çaresizliğime Günler aylar yıllar derken aklar karışacak sarı tellere Ümit bahçemin yeşil duvarları yıkılmış Nokta nokta büyürken geceler ortasında sensizliğim Ürkek bakışlarım takılacak bir takvim yaprağına Neresinde olursam olayım zamanın Kadehler kaldıracağım yıldönümüne Uzaklarda olsan da hayalin yanıbaşımda Tutacaksın ellerimi o günlerdeki gibi Loş ışıklarda dansedeceğiz sarmaş dolaş Ufacık hediyeni bırakacağım avuçlarına Okşarken sonbaharın rüzgarları saçlarımı dalga dalga Loş ışıklar sönecek gözlerimde bir bir Son soluğu alırken dudaklarım Uzatacağım ellerimi tutmasan da Neresinde olursan ömrümün farketmez Kutlayacağım doğum gününü sessizce Necla Demir 30.11.2019
- Kiraz Mevsimi
Kiraz mevsiminde rakı içmedim Yatmadım olmadık kuytuluklarda Serumlarla doldur boşalt yaparken bedenim Bekledim sessizce gönlümün ücralarında Dünyaya yine de bir ağırlıkmış hacmim İzmit'te bir sevgili, ölüm oruçlarında iki çocuk yitirdim Ne ilgisi var, Türkiye buralar Alnımı toprağa yapıştırıp yürüdüm Şairler, hükmüm bir kör tırnak kadar Kalksam attığım her adım kan kuyusu Otursam sağım solum uçurum Kimyama derbeder hayatlar karışıyor Ölsem sanki buğum camlarda yaşıyor Kiraz mevsiminde rakı içmedim Demek ki İstanbul bana böyle yakışıyor... Foto: Aycan Aytore
- Biz Sevdik
Hiç sarılmadık birbirimize Kokun sinmedi üzerime Aşkı gözlerimiz anlattı Kaçamak bakışlarla öylesine. Elele dolaşmadık şehrin sokaklarında Çocuk gibi sahilde koşmadık yalınayak Geceleri öpüşmedik ay ışığında Çimenlere uzanıp bakamadık yıldızlara Küçük yer; nasıl da korkak... Bir müzik eşliğinde Kadehlerde aşkı çoğaltmadık birlikte Aşk şarkıları söyleyerek, Çılgınlar gibi dans da etmedik. Sevişmek mi; hayali bile uzak… En güzeli de belki buydu Biz sadece sevdik
- Boz Eşek
Dereden su taşıyan çocuklar dağ yolunda bir ihtiyar adamın yattığını haber verdiler. Bir boz eşek de, başıboş, oralarda dolaşıyordu. Hüsmen Hoca: — Varıp bakalım, dedi. Akşam yakındı, iki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltiklerden kalkan kokulu, ağır bir duman yayılıyordu; gövdeleri yarılmış, yanmış beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında, güneş bulanık bir ışık bırakarak arkların durgun sularını yer yer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli, rutubetli ova ortasında bulutlu göğün yarıklarına benziyor; yavaş yavaş bulanıyor, sönüyor, örtülüyordu. Üç köylü, arızalı, çamurlu bir patikadan ağır ağır, birbiri arkasından çıkıyorlardı; içlerinden biri, sakalı bir at gibi, fena fena öksürüyordu. Evvelâ boz merkebi gördüler. Fundaların ortasında, tozlu, topraklı bir yer bulmuş, galiba birçok tepinmiş, yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir eda ile yan gelip oturuyor, batan güneşi kayıtsızca seyrediyordu. Hoca: — Hadi nerdesin yolcu! Diye seslendi. Ötede, arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar, mecalsiz bir adam, sık sık soluyor, gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek işaretler ediyordu. “Nen var? Ne oldun dayı?” suallerine sesten ziyade nefese, soluğa benzeyen üfürüklü bir hırıltıyla anlaşılmayan cevaplar veriyordu. Köylüler, ölüyor sanarak çömelmişler, bekleşiyorlardı. Lâkin hasta iyileşiyor, canlanıyordu. Abanî sarıklı, mor cübbeli, fukara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların güneşiyle kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş kapaklarının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki, insana bir çocuk bakışıyla dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş bu çehreye bir renk, bu gözlere bir fer geliyordu. Aynı vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün sedasıyla bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan geldiğini, uzaklara gideceğini anlatıyordu. Hüsmen Hoca'nın: “Odaya götürün, yatsın!” teklifi üzerine yardım edip, eşeğe bindirdiler, iki tarafından tutarak, düşmesine meydan vermiyorlar, taşlar, topraklar kaydırarak, bin zorlukla iniyorlardı. Güneş gitmiş, arklardaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine dayayarak çoktan uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne pencerelerinde bir ziya, ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu. Gelenlerin şamatası üzerine kapılardan tek tuk çehreler uzandı. Ahırlarda inekler böğürdü. Hüsmen bağırıyor: — Neredesiniz be! Hele çıkın, misafir geldi! Diye haber veriyordu. Şimdi, ellerindeki çıralarla her taraftan beyaz bez donlu birçok insanlar çıkıyor, duman ve ışıktan mürekkep bir hâle içinde, karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında hâreler koşturarak şaşkın şaşkın misafir odasına doğru geliyorlardı. Burası, en yakın kasabaya iki gün uzakta, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran, bir köyü idi. Bir vilâyetten diğerine geçen arabasız yolcular, bazan, havalar çok kurak gidip Kızılırmak geçit verirse, şoseyi bırakırlar ve kestirmeden bu köye uğrayarak iki gün yol kazanırlardı, işte, senede bu vesile ile beş on kişi, beş on fakir, böyle hüzünlü bir saatte, yorgun argın gelir, kapılarını vururdu. O zaman muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası ise ona haber gönderir, kendisi de, ocağında, yaz kış, sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına yolcuyu yerleştirirdi. Köy, dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi. Hasta sakinleşti. — Göğüs, diyordu. Böyle, ikide bir tutar. Köylülerden biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların alevi vurmuş, içindeki, bir sabun köpüğü gibi rengârenk kabarıyordu. İndirdiler; ihtiyara bir tas verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir “Elhamdülillah!” diyordu. Köylüler, ta karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen gözleri küçülmüş, bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı. Hıçkırık kesilmiyor, bilâkis, sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle; “Gelin, yaklaşın!” diye işaret etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafını aldılar. Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu. Hüsmen'in ikide bir de: — Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız! Dediğini duyuyorlardı. Birden, ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz kalktılar. Hüsmen: — Hakka kavuştu! Diye mırıldandı. Ocakta kütüklerden biri çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarda bir inek uzun uzun böğürüyordu. Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinde dizili sekiz altını ile boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu. Mezarlıktan dönen köylüler, ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri nasıl yerine getireceklerini kestiremiyorlar, asmanın altında birleşip söyleşiyorlardı. Nihayet, bir defa kazaya varıp hâkimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Hüsmen merkebi yanma alıp yola çıkacaktı. Hayvan, bir ehemmiyet kesp etmişti: önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar: “Boz eşek suya götürüldü mü? Arpası döküldü mü?” diye birbirlerinden soruyorlardı. Bir sabah Hüsmen Hoca'yı alaca karanlıkta hep birden değirmenin önüne kadar götürdüler, selametlediler. Boz eşek, Hoca'nın merkebine bağlı, kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz, arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir güneş, palanının soluk keçesini kadife gibi parlatıyordu. Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç başakları ile arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında görünmez olunca kurak, düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene, hatta iki cılız söğüdün gölgelediği bir subaşına bile uğramadan, ıssız, kavruk, devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz aşılıyor, tepesine yaklaştıkça serin bir rüzgâr-la beraber lâtif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil, sulak ve feyizli, göze görünüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz düz bir şose kıvrıla kıvrıla dönerek dağlara tırmanıyordu. Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı. Minimini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Lâkin ikmal edilmemişti. Sıvanmayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasızdı. Tahta örtülerle kapatılmıştı. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde de amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma, elan öyle haliyle duruyordu. Bina çoktan haraplaşmıştı. Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca tâ baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutturarak anlatıyordu. Hikâyesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nargilesini höpürdeten bir sakallıya: — Ne o, Hoca efendi, sabah keyfi ini? Diye sesleniyordu. Kadının izinle İstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da kaymakama işi anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık çoraplı ayakları ile çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı. Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı, işin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden: — Çağırın çavuşu! Diye seslendi: Beş gündür, Hüsmen Hoca, önüne gelen adama derdini anlatarak, kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı: — Gitsin de, iki hafta sonra gelir; işi kadıya bırakalım! Dedi, kandırdı. Zaten buranın kadısı namlıydı. Kabak Kadı derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki, halk bayılırdı! Aynı yollardan, aynı halde boz merkep terkiye bağlı, döndüler. Hüsmen Hocanın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu; “Mübarek yere bağlı, bakmak borcumuz!” diye çok görmediler. Hüsmen de yorgunluğundan şikâyet etmiyor, Hak uğrunda çalışmak ona yol mihnetlerini unutturuyordu. Lâkin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeğe mecbur oldu. Kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu, Hoca'ya çıkışmış: — Hödük herif, acelen ne? Demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanılmayacağından şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı. Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle, merkep arkada, oldu. Uzaktan, keskin gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş, köye yaymıştı. Halk şimdi şaşırmış, merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden ferah bir şada ile: — Ne ettik be, şahit götürecektik! Diye bir hamlede meseleyi anlattı. “Sahi, nasıl düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yazacaktı ya, haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi...” Boz eşek, ara sıra yaptığı yüksüz seyahatlere karşı, önüne dökülen bol yemden yiye yiye semiriyor, hırçınlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti. Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selametlerinken yeni doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozları parlatıyor, yaldızlı bir bulut içinde yokuşu tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere kalkıyor gibi görünüyordu. Boz eşek bir daha dönmedi. Köy halkı, yazılan hüccetlere, basılan mühürlere bakarak merkebin ikramlar göre göre, yavaş yavaş, yüksüz ve eziyetsiz ta Hicaz'a kadar gideceğine, orada Zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hatta Küsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, itikadı pekleşmişti. Zaten, hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellit bir sevinçle sık sık merkebin lâfını ediyorlar, ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını anlatıyorlar, birbirlerini kandırıyorlardı. Lâkin vakanın yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Küsmen Hoca aptallaşmış gibi dönmüştü. Pazar yerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir “Savulun değmesin!” nidası duymuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı, altında boz merkep, arkasında mahut turuncu maşlah, iri gövdesini sarsan bir süratle etrafa selâmlar dağıtarak geçip gitmişti. REFİK HALİD KARAY (Memleket Hikâyeleri, 1940)
- AL EYVANDAN SONRA
Uyandığımda, penceremden içeriye şerit gibi uzanan gün ışığının içerisinde kaybolduğumu fark ettim. Yatakta oturdum biraz, günümü nasıl geçireceğimi düşündüm. Mutfağın sıcak ve anaç kollarına sığındığımda, sert bir kahve içip yeniden uyanmak istedim. Mahalle manzaralı kahvaltı masasında, kahvemi yudumlarken, buzdolabının tepesinde, son okuduğum kitabı fark ettim. Önceki akşam, su içmeye geldiğimde koymuş olmalıydım. Alıp devam ettim sarı sayfalarda gezinmeye... Altını çizdiğim en son cümleye ilişti gözüm: "Yereli evrensele ulaştıranlar, dünya vatandaşıdır." Yarım saat sonra bitti kitap. Sırada bekleyen kitabımı çantama koydum, duvara asılı kavalımı yanıma alıp bisikletime bindim. Şehrin uzağında ormanlık bir tepeye gittim. Oldukça ıssızdı.. Kafa dinlemek için birebirdi aslında. Kendime oturacak bir yer ararken duydum o ağacın feryadını... Yardım dilenen sese yaklaşınca, sevgilisinin adını ağaca kazıyan oğlanı gördüm. Kız ise bu onurlandırıcı eylemi seyrediyor, siyah rujlu kocaman dudaklarının arasından, kahkahalar kusuyordu ağacın üzerine... Sürmeli gözlerine, acılar içinde kıvranan ağacın görüntüsü yansıyordu. Feryadı içime oturdu bu canlının. Hemen varıp yanına, sarıldım gövdesine... Teselli ettim onu... "Melek" isminin kazındığı yere avuçlarımı sürdüm merhem yerine... Beni deli zannedip kaçtı sevgililer... Dalları kırık, kabukları yolunmuş, gövdesi oyulmuş bu ağacın yanından ayrılmadım. Derdiyle dertlendim. Dizinin dibine oturdum. Sırt sırta verdik şehre bakan tepenin üzerinde. Diğer ağaçlar, yasımızı tuttu. Kavalımı elime alıp, bizi anlatan ezgiler saçtım şehre doğru... Üfledim, üfledim, üfledim... "Kalk artık, ıslandın..." dedi içimden bir ses... Yağmur, gittikçe artıyordu. Çantamı kapıp bisikletimi bağladığım yere gittim. Neden sonra kırık kilidi fark ettim yerde... Yürümek zorundaydım eve kadar. Yanıma hiç para almamıştım. Ne zaman kendimi tabiatın kollarına bıraksam, böyle yapardım. Doğada parasız, daha özgür olacağımı düşünürdüm. Cüzdanım, benden habersiz, evde, komodinin üzerindeydi. Yürüyordum ıslak adımlarla... Saçlarımdan damlıyordu yağmur... Yanımda, bisikletimi çalan adam da vardı. Hiç konuşmuyordu benimle... Sadece gülümsüyordu siyah dişleriyle.. O ıslanmıyordu hiç... Çocukken izlediğim kötü bir çizgi film karakterine benziyordu. Bisikletin pedallarını hızlıca çevirip uzaklaştı yanımdan... Giderken günahları dökülüyordu ceplerinden. Bir bulut, alıp götürdü onu kötülükler ülkesine... Yağmur başlamasaydı, şehir manzaralı tepede kaval üfleyecektim saatlerce. Sonra açıp kitabımı, yeni bir romanın kucağına atacaktım kendimi. Ama bu yağmur, bereketiyle gelmemişti. Nereden baksan üç saatlik bir yolum vardı. Yürü yürü bitmeyecekti... Kavalın sesi hâlâ kulaklarımdaydı. Yanık bir Anadolu türküsü üflemiştim en son... Etkisinden kurtulamamışım ki yürürken sözleri dolanıyordu dilime: Ana beni bir çocuğa verdiler Verdiler de günahıma girdiler Toplumun değer yargılarına kurban edilmiş bu kadını düşünmeye başladım yürürken... Hayallerini, umutlarını çalanları düşündüm. Bu türden bir hırsızlığın yanında, bisikletimin çalınması, hiç acıtmadı içimi... Al eyvanına yatak serdim yumuşak Emmim oğlu yanıma geldi bir uşak Öpmesi yok, sevmesi yok konuşak Unutmak istedim hemen. Bir yanım sızlıyordu sanki... Bağrıma bir yük bindi. Yürümekte güçlük çekiyordum. Bilinçaltıma ittim gelini... Yürüyordum.... Yağmur, kesildi... Islak kaldırımların sessizliğine bırakıp kendimi, ilerliyordum. Etrafta kimse yok sandım. Görmemişim yol kenarında bekleyen kadınları... Onlara yaklaşmak istemedim. Karşı kaldırıma geçtim. Uzaktan uzağa gözlemledim onları. Önünde duran arabalarla pazarlık yapıyorlardı sanki... Neydi bu kadınları onlarca erkeğin paralı kucağına iten? Onları da istemedikleri bir hayata itenler olmuş mudur? Türküdeki gelin gibi... Sahi, bu kadınlar gelinlik giymiş midir hiç? Görünmeyeni sorgularken görünenin karşısında çarpıldım bir anda. Bedenini pazarlığa çıkaran bu kadınlar, yolu kestiler. Soyunmaya başladılar. Bir dans ekibi kadar uyumlu hareket ediyorlardı. Elbiselerini onları seyredenlere doğru fırlattılar. Birinin pantolonu, önüme düştü. Herkes, onların çıplak bedenini seyrediyordu. Şuh bir kahkaha attılar topluca. Ardından hep beraber siyah bir gelinlik giydiler. Türkünün yüzünden oldu bunlar. İyi değilim galiba. Bir yanım sızlıyordu sanki. Bağrıma bir yük bindi. Yürümekte güçlük çekiyordum. Bilinçaltıma ittim bu kadınları. Yürüdüm... İki saattir yoldaydım. İleride, yol kenarında, yemyeşil bir park gördüm, bir bank bulup oturdum. Burası oldukça dingindi, içindeki insanlar gibi... Arada bir çocuk sesleri saplanıyordu sessizliğe, o kadar... Hatta bu sakinlikte, bir bebeciğin nefes alıp verişini bile duyuyordum. Büyüsü her an bozulabilecek bir uykudaydı. Meydanda biriken güvercin sürüsünü delerek dört nala giden atlılar gibi koştu parkın yaramaz çocukları... Ağızlarında düdüklerle bebek arabasına doğru, bir kaleye saldırır gibi geliyorlardı. "Bi-biiiip... Dü-düüüt...Hah-hah-haaa... Heh-heh-heeee..." Bir kılıç gibi kaldırdım elimdeki kavalı..."Yavaaaş..." dedim bağırmamaya çalışarak, "Yavaaaş çocuklar... Bebeği uyandıracaksınız!" Uzaklaştılar kendilerini uyardığımı görünce... Öylesine korktum ki bebeğin uyanmasından, uykusu pekişsin diye, kavalımla bir ninni üfledim ona. Tiz ve rahatsız edici sesler, çocuk kahkahaları tekrar duyuldu. Düdük sesleri, konvoy arabalarının kornalarına karıştı. "Düüütttt, dü-düüüüttttt... Düt-düt-düüüüüüüt... Biiippp... Bi-biiiipppp..." Bebeğin annesi, iç güdüsel bir hamleyle fırladı oturduğu çimlerden. Susturmaya çalıştı bebeği. Bir yandan da caddeyi kesen konvoyculara dikti bakışlarını. Konvoyu yürüten araba, yolu kesmiş; teybi son ses açmıştı. Takım elbiseli adamlar, arabadan iniyor, oyun havaları ve korna sesleri eşliğinde caddenin orta yerinde oynuyorlardı. Bebeğin iniltisi, çarptığı bütün sesleri kesiyordu. Kadın memeyi verince ağzına, sustu; rahatladı. O an, bir öfke ve hararet bulaştı sanki annenin tenine... Fakat bu geleneksel eylemi kabullenişi, onu sinirlenip haykırmaktan alıkoyuyor gibiydi. Aklına kendi düğün konvoyu gelmişçesine dalmış bakıyordu. Polisi aradım. Gereğinden fazla neşelenen vatandaşların trafiği felç ettiklerini, ambulansı dahi engellediklerini bildirdim. Plakalarını bile söyledim. Kendi düğününde de konvoy âdetini yerine getirdiğini düşündüğüm polisler, bu kültürel rahatsız etme etkinliğinin olabilirliğini hiç sorgulamadıklarından olsa gerek suç mahalline gelmediler. Art arda dizili konvoy arabaları, bir ip olup karşı apartmanın balkonuna çıkan pijamalı, solgun yüzlü, uykudan yeni uyanmış gibi gözlerini ovuşturup küfreden yaşlı bir adamın boğazına geçti. Konvoycular ipin ucunu çekip onu boğmaya çalıştıkça yaşlı adam, onlardan kurtulmaya çalışıyordu. Kendimi hiç de iyi hissetmiyordum. Parkı derhâl terk etmeliydim. Bebeği, konvoycuları ve yaşlı adamı bilinçaltıma atmak istedim. Yürüdüm... Adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Bir caminin önünden geçiyordum. Ezan okunuyordu. Bir turist, caminin yanı başındaki otelin penceresine çıkmış; hoparlörden yükselen sesi arıyordu ürpererek... Caminin önündeki kalabalık, ezanla birlikte ibadethaneye yöneliyordu. Kimisi, kucağında günahlarla giriyordu içeriye... Kimisi de çıktığında geri almak üzere ayakkabılığa bırakıyordu günahlarını, çamurlu pabuçlar arasına... Bazılarının yüzü, yol üstündeki kadınlarla pazarlık yapanları andırıyordu. Yürüdüm... Şehir merkezine ulaştığımda, meydanı kaplayan kocaman bir bayrağın üzerine bıçaklarla "VATAN, SANA CANIM FEDA..." cümlesini kazıyan adamlar gördüm, epik şarkılar eşliğinde... "Beyler.." dedim, "Bırakın o bıçakları..." Bir yabancıymışım gibi baktılar bana... Büyük harflerle "TERK ET BURAYI..." dediler. İçlerinden biri, üzerime geldi. Kavalımı elimden aldı, diziyle ikiye bölüp önüme attı. Dakikalarca kırık kavalı seyrettim yerde... Kalbim kırık, terk ettim meydanı... Yağmur, yeniden bastırdı. Biraz daha hızlanmalıydım. Kimse yetişmesin istiyordum bana... Koşuyordum, var gücümle koşuyordum. Koştukça ıslanıyor, ıslandıkça hızlanıyordum... Kendimi eve attığımda rahatladım. Kapıyı kilitleyip sürgüledim hemen... Oturma odasına girdiğimde kalbim duracak gibi oldu. Siyah dişli hırsızı gördüm. Büyük bir refleksle kapıyı suratına kapayıp salona attım kendimi. Gördüklerim karşısında dilim tutuldu. Siyah gelinlik giyen kadınlar, konvoycularla sevişiyordu. Yatak odasına koştum, yatağımda uyuyan bir bebek vardı. Nefes alamadım... Bebek uyanmasın diye ayak uçlarıma basa basa çıktım. Bu kez balkona attım kendimi... Boğuluyor gibiydim. Bugün yaşadıklarım zehirlemişti beni... Balkon demirine yaslanıp rahatlamak isterken çok daha rahatsız oldum. Bir oluktan geçer gibi dakikalarca aktı midemdekiler... Fakat midemden değil, sanki beynimden boşalıyordu her şey. Omzuma dokunan bir el, baştan aşağıya titretti vücudumu: "Evladım..." dedi yaşlı adam solgun yüzüyle, "Keşke bu kadar kusmasaydın bu öykünde... Neyse, pijamaların... Biraz uyumak, iyi gelecektir sana..."