Arama Sonucu
"" için 3750 öge bulundu
- Köşkün Beyefendisi (2)
ÖĞRETMEN HANIM'A VEDA Ege Üniversitesi Beyin Cerrahi Yoğun Bakım Servisi’nde iki ayını dolduran Nuray Hanım’ın durumu doktorları endişelendirmekteydi. Doktor Erkin, Doktor Umut, Doktor Devrim dikkatle takip ediyorlardı. Biri olmazsa biri, olmazsa diğeri; Öğretmen Nuray Hanım’ın iyileşmesi için her türlü yöntemi uyguluyorlardı. Sadece “stabilize” deyip umut verici şeyler söylemiyorlardı. Doktor Erkin “güzel şeyler söylemek isteriz fakat…” Doktor Devrim, “her şeye hazırlıklı olmak lazım…” Doktor Umut, “sizden daha çok üzülüyoruz,” diyorlardı. Nuray Hanım, tansiyonu düşünce dengesini kaybetmiş, merdivenin üst basamağından aşağı düşmüştü. Düşme şiddetli olduğu için, yardım talebinde bile bulunamamıştı. Başını merdivenin her basamağına çarparak kan revan içinde aşağı kadar yuvarlanmıştı. Nuray Hanım bir sona doğru giderken, umutsuzluk karabasan gibi çöküyordu Köşk’ün üstüne. “Her şeye hazırlıklı olmak lazım,” demişti doktorlar. Yoğun bakımdan bir türlü çıkamamıştı, azıcık gözünü açsa dünyalar onların olacaktı. “Dayan abla diyordu Doktor Erkin. Belki onlara sebep bu kadar dayanmıştı Nuray Hanım, kim bilir? Müdür Şakir: “Ne olur, elinizden geleni yapın, arkadaşımız göz göre göre elden gidiyor, hiçbir şey söylemiyor, söylemediğiniz gibi içimizi karartıyorsunuz. ne olur biraz yardımcı olun, yalvarırım!” “Müdür Bey, biz de çok üzülüyoruz. O, sizin arkadaşınız olduğu kadar, bizim de ablamız, suçlayıcı ifadeleriniz haksızlık! Kaç gecedir gözümüze uyku girmediğini biliyor musunuz, ne söylediğinizin farkında mısınız? Lütfen işimizi güçleştirmeyin!” Şakir Bey, farkında olmadan neler söylemiş, onları itham etmiş, duygusuz olduklarını ima etmişti. Birden aklı başına gelince: “Özür dilerim, Nuray’ı o halde görünce yanlış yaptım, sizleri üzecek şeyler söyledim. İnsan hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun; aklı ile değil de duyguları ile hareket edebiliyormuş, tekrar tekrar özür dilerim!” … Tansel’in yöneticilik görevine son veren vakıf yönetim kurulu vakit geçirmeden Şakir Bey’e yöneticilik görevini vermişti. Şakir’le birlikte okula bir yumuşama, insanlara bir güven gelmiştir. Öğretmeninden öğrencisine, çalışanına herkesin yüzü gülmeye başlar. Öğrenciler derslerin zorluğundan, çalışanlar işin ağırlığından, öğretmenler ders yükünden şikâyet etmiyorlardı. Şakir Bey, hiçbir yöneticiye nasip olmayacak bir teveccüh ile görevine başlamıştı. Daha o saat, bahçenin şenlikçi kuşları mutlulukla ötmeye başlamıştır. Bahçenin kızılçamları, servileri bir başka salınmaya başlamıştır. İşi bırakan Özkan daha o saat çağrılmıştır. Şakir Bey’in yönetici olması herkese tarifsiz bir heyecan vermiş. Bu heyecan börtü böceğe, ağacın dalına, ağacın dalından göğün mavisine; göğün mavisinden Sabuncubeli’nin yabanıl hayvanlarına, kızılçamlarına, mazı çalılarına, ahlâtından, armuduna, bir tekmil konuşan, konuşmayan canlılara kadar ulaşmıştır… Günler böyle akıp giderken Doktor Erkin, Nuray Hanım için yapılacak şeyin kalmadığına kani olmaya başlamıştır. Zaman, tamam olmuştur, varış çizgisi karşısındadır. Birden transport ventilatörün, diğer monitörlerin gösterge panellerinin düz bir çizgi haline geldiğini fark eder. Nuray Hanım, bu dünyadan ayrılıp kırklar diyarına doğru yola çıkmıştır bile. Doktor Umut’u, Doktor Devrim’i arayıp Nuray Hanım’ın vefat ettiğini haber verirken gözünün yaşı yanağından aşağı doğru süzülmektedir. … “Alo!” “Alo!” “Ben, Doktor Erkin!” “…” Sessizlik olur, Doktor Erkin bir şey söyleyecek olur, konuşamaz. Sadece “ben Doktor Erkin” demiştir. “Buyurun Doktor Bey, Okul Müdürü Şakir ben, Nuray’a bir şey mi oldu?” Bütün gücünü toplayan Doktor Erkin: “Şakir Bey, maalesef kurtaramadık, Nuray Abla’yı kaybettik! Çok gayret etti, hayata tutunmak için çok çalıştı; fakat olmadı. Darbeyi çok ağır aldığı için beynin kılcal damarlarının neredeyse hepsi patlamış ve beyin sapındaki yoğun kanama… Olmadı, yaşatamadık Nuray Abla’yı, başımız sağ olsun!”. Şakir Bey, bir kelime konuşamadan telefonu kapattı. Koltukta kaybolup hüngür hüngür ağladı. “Olmadı Nuray’ım, olmadı, her şeyi bırakıp gittin, ne yaparım ben şimdi, sen istedin diye geldim, sensiz burada ne yaparım ben? Sensiz bu okulun, bu hayatın hiçbir anlamı olmayacak…” Nuray ile Şakir iki dosttular, sevilerini ifade etmekten korkan, öte yandan da tarifsiz duygularla birbirlerine bağlanmış korkak birer âşıktılar. Kaybetme korkusu, var olan azıcık cesaretlerini de alıp götürmüştü. Nice tutkulu aşığın kavuşamaması gibi bir şeydi bu. Leyla’nın Mecnun’u, Mecnun’un Leyla’sı, Kerem’in Aslı’sı, Aslı’nın Kerem’i Arzu’nun Kamber’i, Kamber’in Arzusu ve Şirin’in dağları delen Ferhat’ın aşkı gibi, kavuşmaktan korkmuştular. Hem Fizan’da, hem de bir nefes gibi hemen yanı başındaydılar birbirlerinin. Korkunun gücü, ifadenin gücünü, insan olmanın ayrıcalığını, kişiliklerini yok edince kavuşmaktan korkmuşlardı. Şakir Bey, yerinden kalktı, ağır adımlarla odasından çıktı, ahşap merdivenlerden çıkarak, gitmeye hazırlanıyor gibi, bir daha hiç göremeyecekmiş gibi, okulun her bir noktasını milim milim gözden geçirmeye başladı. Bir daha hiç görüşemeyecek sevdalılar gibi zamanın bir saniyesi bile boşa gitmesin diye içine çekiyordu, duvarların, ahşapların, sınıfların havasını. Bu koridorda, bu köşede, bu döşemede, kokusu kalmıştır Nuray’ımın deyip doyasıya içine çekiyordu. Ondan geriye kalan her bir şeyi yüreğine alıp gidecekmiş gibi veda ayini yapıyordu adeta. Onsuz bu taş yapının hiçbir şey ifade etmeyeceğini düşünmeye başlamıştı sanki… Nuray Hanım, şehir mezarlığının en hakim noktasına defnedildi. Cenazeye en çok öğrenciler katılmıştı. “Öğretmen Hanım’a Veda” başlığı ile örgütlenmişlerdi. “Öğretmen Hanım’a Veda, Öğretmen Hanım’a Veda!” İlçedeki okullarda sınavlar yapılamadığı gibi dersler bile yapılmamıştı. Binlerce öğrenci, öğretmen bir tekmil Nuray Öğretmenlere sevgilerini ifade etmek için bir araya gelmişti…
- Yuf Borusu
Aksaraylı Câbir Paşa’yı bir zamanlar tanımayan yoktu; zevcesi, Cennetmekan’ın gözdelerinden mi, hazinedar ustalarından mı ne imiş… İşin içyüzünü bilenler, o kolunda taşıdığı kat kat sırmaları Saraylı Hanımın sayesinde kazandığını; yani, düğün olmadan evvel el öpmelik binbaşılığı, sonra da kandillerde, bayramlarda münasebet düştükçe kaymakamlığı, miralaylığı, livâlığı, Meşrutiyet’ten bir sene evvel de ferikliği yakalamış olduğunu hikâye ederler… Orduyu gençleştirmek sevdasına düşen akıllılar iş başına geçince, birçoklarıyla beraber onu da tekâüde sevkederek mağdurlar arasına karıştırdılar. İlk günler tekâüt muhassasâtıyla geçinmek kabil oluyordu. Doğruyu söylemek lazım gelirse, paşanın on para serveti de yoktur. Zaten Devr-i Saadet’te, harem-selamlık o koca daireyi eline geçen ihsanlar, maaşlarla ancak idare edebiliyordu. Bu musibetten sonra evin kadrosu kendi kendine küçüldüğünden ilk günleri tekâüt maaşı biraz işe yarıyordu. Sonra maîşet derdi sarpa sarıp da herkes başının çaresine düştüğü zaman, paşa da, ilk tedbir olarak köşkün selamlık tarafını kiraya verdi. Bu da derde derman olamayınca, zemin katını bakkal dükkânına tahvil etti. Ufak bir sermaye ile ticarete koyuldu. İş başa düşünce ne yapılmaz? Bak şu hayatın cilvesine! Bir zamanlar paşanın yanına kuş uçmazdı. Perde çavuşları, odacılar, yaverler, nöbetçiler, atlar, arabalar, dalkavuklar, arasında geçen debdebelerle; şimdiki kırk paralık bulama, altmış paralık peynir müşterilerine meram anlatmak arasında ne büyük tezat vardı. Hele o eskiden etek öpmek için fırsat bekleyenlerin bugünlerde yan gözle bakıp bıyık altından gülmelerini görüp de kalpler sızlamamak kâbil değildi. Fakat paşa, “sabrın sonu selamet” diyerek büyük bir metanet ile kendini bu hayata da alıştırdı, hatta biraz kanıksadı bile… Fakat günün birinde vesika şekerini tevzi ederken köyün sayılı sulularından, hatta azılılarından Takunyalı Fitnat namında bir kadın, ona bir bayrak açtı, bütün mahalleyi bir anda başına topladı. Fitnat’ın bir eli belinde, diğeriyle birtakım işaretler yaparak: — Seni istiskalar paşası, seni.. Aç gözünü, yoksa açarlar gözünü… Sen hükümet kapısında yetim hakkı yemeye alışmışsın. Galiba şimdi de mahalle bakkallığını mı yiyim yeri yaptın? Hiçbir şeycik demem. Benim gibi ağızsız, dul kadınların, saçı bitmedik yetimlerin beş, on dirhem şekeri sana kan olsun, irin olsun… Yüzünü halka doğru dönerek devam etti: — A dostlar, buna hangi can dayanır? Bizden ufaladığını bari hayırlı bir işte kullansa canım yanmaz… Bu kaparozlar, sokak sokak fink atan kokona kızlarının tango çarşaflarına, havaleli iskarpinlerine gidiyor… Hele dur sen, benim kafam kızmasın, yoksa… İnşallah o kokorozlar nasibimden geçmesin, eğer onları tükürüklere boğmazsam, bana da Fitnat demesinler… Câbir Paşa, bu vakadan sonra mahalle bakkallığına tövbekâr oldu. Makamını Karamanlı Bodos’a terkederek, ertesi günü tası tarağı topladı, kaçış hâlâ o kaçış. Tabiî boş durmak kâbil değil. Paşa birkaç gündür İstanbul’a geldikçe, işlere âgâh olmaya başladı. Hay Allah layığını versin! Meğer o, köyde, Takunyalı Fitnatlar, Belalı Ayşeler ile uğraşırken, açıkgöz tekâütler rahat kârın kolayını bulmuşlar da, onun haberi yok! Aştan kalanın kaşığı kırılsın. Paşa da derhal Ömer Âbid Hanı’nda bir yazıhane, ticaret tezkeresi vesaireyi yoluna koydu. Şimdi bir taklit tüccar da o olmuştu. Tüccar olmak bir şey değil, asıl işin tatlı tarafına bakalım. Tavsiyeler, himmetler, biraz da etek öpmelerle, paşam da, muradına nail oldu. Sizden laf çıkmaz, açıkçası ihracat vesikası işine kayırıldı. Allah bin bin bereket versin. Meğer fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin bu kadarcık olsun mükâfatı varmış. Hem ne hoş… Bu işin batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok. Arada sırada bir adam gönderip listeye baktırmak… Bu sefer de bize yarım vagon çıkmış, buna da bereket versin. Çağır Yasef’i, Halil Efendi ver aşağı, tut yukarı, bayıl paraları. Kısa günün kârı az olur. Paşam müsrif de değildir. Eğer iş devam etseydi, beş on para sahibi de olacaktı. Nerede?.. Kör talih geldi, ona da yetişti, günün birinde bu işin de modası geçti. Vesikacılıktan mahrum kalan bazı açıkgöz arkadaşlar iaşe dalaverelerine dâhil oldular, fakat paşam bir türlü bunun pundunu bulamadı. Bu kabiliyetsizliği az kaldı aile politikasını da bozuyordu. Çünkü kızlarıyla büyük hanım, kendisini açıktan açığa mıymıntılıkla itham ettiler. Paşada ne kabahat var? Her iş sık sık şeklini değiştiriyordu. O da ne yapacağını şaşırdı. Hakiki ticaretin hiç ehli değildi. Aczini bilmek de bir meziyettir. Paşa bu hallerle bocalarken, evdeki itibarı azaldıkça azaldı. Zavallı paşa hanımlara yaranmak için her şeyi yapıyor, kuyudan su çekiyor, bahçe suluyor, sebzevat ayıklıyor, yine makbul olamıyordu. Paşa, kendisini görenler tanımayacak kadar zayıflamıştı. O kuruluğa bir de karalık ârız oldu. Şimdi paşa eski ölçüsüne göre yapılan elbiselerinin içinde yabancı bir iskelet gibi kalmıştı. Evvela yakalık ve boyunbağını defetti. Sonra da yakın yerlere, bakkala çakkala, mahalle kahvesine entari ve hırka ile gider ve soranlara “Artık derviş olduk”, derdi… Mütareke, müsâlâha, derken işler bütün bütün değişti… Her geçen günle beraber yeni bir şekle giriyorduk. Yine herkesin lisanı kökünden döndü. — Kahrolsunlar, kaçmışlar, yahu neler oluyormuş da ruhumuz duymuyormuş. Oh olsun… Oh olsun… Eden elbet bulur, tıksınlar haini, assınlar katili, hamiyeti varsa artık çekilsin… Onu da bir adam zannettikti yahu. Sen kasavet etme birader, yine bu öksüz milleti yine bir mucize kurtarır…filan derken Bekirağa Bölüğü dolup dolup boşalıyor, katiller, kanlılar bacadan kaçıyor, kaçıyordu… Ama, şimdi ma-hüvelhakkını söylemeli. Mağdurlar da bucak bucak aranıyordu ya… (!) Hele şu cilve-i kadere bak. Meğer devlet kuşu yakınlara gelmiş de haberimiz yok. Bir sabah çarşı boyuna erken inenler, Câbir Paşa’yı senelerce sandık içinde durmadan açılmaz buruşukluklar peydâ etmiş, formaları kararmış, saltanat devirlerinin yadigârı olan paşalık esvabının içinde buldular. Şişmanlık günlerinin hatırasını saklayan bu esvabı paşa giymemiş, belki de içine düşmüştü. Hele seyf-i mücellâsını beline dolayan sırmalı kayışın hâsıl ettiği buruşukluklarla, bir insandan ziyade, bostan korkuluğuna benziyordu. O, bu halden bîhaber, yalnız öne doğru birkaç derece meyleden vücudunu doğrultmaya gayret ederek arada sırada boyalı bıyıklarına çeki düzen vererek, mehâbet-i askeriyesine yakışan bir gururla tren yoluna doğru ilerliyordu. Eskisi gibi sağdan sola selamlar saçıyor ve mukabilini de bekliyordu. Meğer hakkı da varmış. Hakikat bu geçiş, her günkü geçişlere benzemedi, herkes iki keçeli ayağa kalktı, adeta küçük bir merasim oldu. Paşa içinden: “Ah fırsat düşkünleri, ah!” diyordu. Bak, bak, her gün bir omuz silkmekle geçen aşinalar şimdi kandilli temennâlarla yerlere kadar eğilerek: — Efendim memuriyet-i cedîdenizde muvaffakiyetler temenni eder ve arz-ı tebrikat ederim. İrfan-ı âlînizi ihmal edenler cihana maskara oldular paşam…gibi yağlı ballı hulûslar savurarak geçip gidiyorlardı. Bunlar arasında yalnız biri fikrini değiştirmemişti. Tam paşa trene ayağını atacağı sırada yine en son sözü o, Takunyalı Fitnat söyledi: — Yürü bakkallar paşası, yürü… Yuf borusu seni bekliyor…
- Köşkün Beyfendisi
Resim öğretmeniydi Şakir Bey, mesleğinin piriydi. Şiir gibi konuşmasıyla insanların yüreğinden bir yakalar bir daha bırakmazdı. Sesi Mevlevi ayinindeki neyin naifliğindeydi. Cümlelerin etkisi onun dilinde katın katın artardı. Titizdi, sanatçı ruhu olduğundan mıdır, nedir renk uyumuna dikkat eder; güzel giyinirdi. Siyah ve lacivert başat renklerdi onun için. Lacivert pantolon giydiği gün, açık mavi bir gömlek, lacivert kravat olurdu tercihi. Okullar açılmış, yoğun bir tempo ile görevine başlamıştı Şakir Bey! Üç ay dolmadan orta şiddette bir depreme tutulmuşa döndü. Sorunu, sıkıntısı olmayan öğrenci o kadar azdı ki… Toplumsal çalkantılar, en çok onları etkiliyordu. Ekonomik sorunlar, sistemin derin çelişkileri, insanların daha, daha, daha çok talepleri birbirlerinin aşına, ekmeğine göz dikenleri, daha, daha, daha çok varsıl olma ihtirasları, ötekilerin daha, daha, daha çok aç kalmasına sebebiyet veriyordu. “İnsanın, insanı açlığa mahkûm etmesi aç gözlülüğün, rezilliğin dik alasıdır!” Köşk’ün bu seneki yeni konuklarından Şakir Bey, köşkün ilk yıllarının asıl sahibinin vakarındaydı. O tam bir beyefendiydi: Konuşması, iletişimi ile sıra dışıydı… Köşkün ahşap panjurlarının rüzgârda çıkardığı sesin ritmi, yeni bestelenmiş batı müziği formundaydı sanki. Köşkün Beyefendisi Şakir’in koridordaki yürüyüşü, tam bir beyefendilik örneğiydi: Hele ahşap merdivenlerden çıkışı ise “ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” diyen Ahmet Haşim’in melankolik ruhunu yeniden tarif ederek, yaşamak ne olursa olsun yaşamak, inadına yaşamak devrimlerin şahıdır diyordu... Şakir Bey’in atölyesi, çocukların kendini yabancı hissetmesine engel oluyordu. Anadolu’daki bir köy evinin sıcaklığında tefrişe edilmişti. Yere serilen minderler sıcaklığa, kucaklamaya ilk adım olmakla birlikte köşkün eski yıllarının fotoğrafı gibiydi. Şakir Bey, derse başlamadan önce öğrencileri yere serdiği minderlere oturtur, onlarla gündeme dair sohbet eder, ruhlarını yumuşatmaya çalışırdı. Atölyede, batı müziğinin büyük sanatçılarının Mozart’ın, Rodrigo’nun, Beethoven’in eserleri çalınırdı her daim. Şakir Bey duruşuyla, birikimiyle, insan ilişkileriyle, kısa zamanda dikkat çekmiş, arkadaşlarının güvenini kazanmıştı. Sene başı öğretmenler kurulunda arkadaşları disiplin kurulu üyesi olması için tamamı, onun lehine oy kullanarak, kurul üyesi olmasını sağlamıştı. Bundan sonra Şakir Bey, okulun her biriminde, her kurulunda, her toplantısında etkisi her birimdedir... Şakir Bey’in izinli olduğu bir gün sınıfı birbirine katan Atacan, okulu darmadağın etmiştir. Okul Müdürü Tansel Bey, Şakir Bey’in duruşu, birikimi, bin dokuz yüzlerin Eliza Sarayı’nın beyefendilerini çağrıştıran tavırları karşısında ezim ezim ezilmektedir. Gördüğü her yerde, göremezse Şakir’in odasına gider, “vıy vıy” konuşmasıyla gününü rezil ederdi. Şakir Bey’in metaneti, Tansel’i sakince dinlemesi, sağlı sollu yumruk yemiş boksör gibi serseme çeviriyordu. Tansel Bey, vakıf yönetim kuruluna, “Şakir Bey’e çok güveniyorsunuz, aslında o, bu güveni hak etmiyor, bakın bu çocuğu bir türlü kazanamadı, ben sürekli takip ediyorum, görüyorum ve biliyorum ki o dağınık, plansız biri. Yarın çocukları başımıza çıkarır görürsünüz, Tansel demişti de dersiniz… … Vakıf yönetim kurulunun, gelecek yıl yöneticiliğe Şakir’i düşündüğü kulaktan kulağa ta Tansel’e kadar ulaşınca, onun daha saldırgan davranışlar sergilemesi sonucunu doğurmuş, Şakir’e olan düşmanlığını daha da artmıştır. Hemen her gece Tansel’in rüyasına giren Şakir: “Sen seneye yoksun Tansel diyordu Şakir, ayağını kaydıracağım; sen seneye yoksun…” Bahçenin asırlık kızılçamlarının kuruyan iğne yaprakları esen her esintiyle, bahçeye yayılır, her sabah bahçeyi süpürmek de Özkan’ın görevidir sanki. Öteki çalışanlar, ellerine süpürge alıp bir kere bile süpürdüğü görülmemiştir. Yerde yaprak gören Tansel, “Özkan neredesin, görmüyor musun, ne bu pislik” deyip avazı çıktığı kadar bağırır. O an Özkan’ın kan beynine çıkar, “bir iş bulsam bir dakika durmam burada,” deyip illallah ederdi. “Atacan gibi çocukları yola getirmenin yolu disiplin mekanizmasını harekete geçirmekten geçer. Disiplinin olmadığı yerde eğitim öğretim olmaz. Ne yani anasının avutamadığı çocukları, biz mi avutacağız?” Böyle bakıyordu eğitime, böyleydi eğitim anlayışı. Sokaklarda, arka sokaklarda eğitim dışına atılan yüzlerce binlerce çocuk, Müdür Tansellerin eğitime bakış açısının eseridir. Tansel Bey, disiplin kurulunu toplayıp: “Arkadaşlar, raporunuzu hazırlayın, Atacan’ın okulla ilişiğini keseceğiz. Lütfen öyle bir rapor hazırlayın ki her şey kitabına uygun olsun, dosyamız ilçeden geri dönmesin, yoksa karışmam! Okullar böyle hasta ruhlu çocuklardan arınmalı, okumak isteyen çocukların okuma hakkını korumak, benim görevim olduğu kadar sizin de göreviniz!” “Yapamazsınız Müdür Bey, böyle bir anlayış var mı, bu anlayış elli sene öncesinin anlayışı! Bizim görevimiz, çocukları kazanmak, ne diyor Başöğretmen: “ Eğitimde kaybedilecek tek bir fert yoktur!” “Bildiklerinizi kendinize saklayın Şakir Bey, sen müdür olunca öyle yaparsın!” “Sen müdür olunca,” derken nispet yapar gibi daha dik söylemişti: “Sen müdür olunca!” “Benim müdür olmak gibi bir niyetim yok, hiçbir zaman da olmaz Müdür Bey, işimi seviyorum!” “Tartışmayalım, sözümün üstüne söz söylenmesinden nefret ederim!” “Pardon Müdür Bey, siz bilirsiniz, nasıl diyorsanız öyle olsun, müdür olan sizsiniz!” “…” Gece yağan yağmur kızılçamların, servilerin kuruyan, kurumaya yüz tutmuş yapraklarını yere sermiş, bahçe sıvamaca yaprakla kaplanmıştı. Sabah yataktan kalkan Özkan işe gitmekten vazgeçti. Tansel nasıl olsa verip bağıracaktı, “canına tak” demiş, yeter artık yüzünü görmek istemiyorum şu adamın deyip işe gitmemişti. Şakir Bey de artık Tansel Bey’le çalışmanın imkânsızlığını görmüş, yönünü, yolunu aramaya başlamıştı. Böyle bir yerde çalışmak demek, insanın kendini imha etmesi, onca birikimine haksızlık etmesi demekti. Onca araştırma yap, onca mücadele et, onlar böyle bir çırpıda silinecekse, kendini inkâr etmek değildi de neydi? Tansel Bey gece yastığa başını koyduğunda, Şakir’i elde etmenin, dediğini yaptırmanın yollarını çok düşünmüş, fakat uzaktan bile olsa onun Eliza Sarayı’nın beyefendileri gibi sınır koyan çizgisini aşamamıştı. Şakir Bey, Eski Yunan’ın kadın şairi Sappo’nun dediği gibiydi adeta: “Kızarmış nara benzersin Ağacın en yüksek dalında Unutulmuş, Hayır, ulaşılamamış!” Şakir Bey ile konuşan her kim olursa olsun, sözcüklerin, dilinin büyüsüne kaptırırdı kendini. Şakir’in etki gücüne kapılmamak için Tansel Bey, ondan uzak duruyor, söylediği her şeye hayır diyordu. Çalışanları canından bezdirmişti, uyguladığı baskıya dayanamıyorlardı. Kaç sefer okul yönetimine sıkıntılarını anlatmışlar, bir çözüm bulamamışlardı. “Tamam dedi Şakir Bey, benim aklıma bir çözüm geliyor. Dersten sonra yakında bulunan bir kafeye çağırdı öğretmen arkadaşlarını. “Bakın arkadaşlar bu böyle gitmez, ya benimle gelirsiniz, ya ben yalnız giderim, Tansel Bey’e dizgin vurmak, sizin kalem tutan o güzel ellerinizde, ona dizgin vurmak sizin o güzel beyninizde, ona dur demek, yeter demek, sizin o güzel yüreğinizde!” Herkes birbirine baktı, fakat kimse bir kelime konuşmadı, kafede başka kimse olmadığı için Şakir’in sesi kafenin her yerine sirayet etti. Şakir Bey ne diyordu, ne yani onların elinde, beyninde, yüreğinde olan neydi? “Yarın derslere girmiyoruz, sorunların çözümü için, yetkililere anlatmada ben sözcü olurum. Bu Tansel “gemi azıya aldı,”ona dur demek, bir dakika demek, ona iyilik yapmak demektir. Siz, eğitim gibi yüce bir görevi yerine getiriyorsunuz, Tanrı’nın gökten inse icra etmede en çok bahtiyarlık duyacağı bir mesleğin erbaplarısınız, üretimden gelen gücünüzü kullanmasanız daha çok sıkıntılar çekersiniz!” “Tamam dediler, tamam Şakir Bey dediler, yarın hiçbirimiz derse girmediği gibi, öğrencilerimizin, velilerimizin de destek vermesini sağlayacağız göreceksiniz,” dediler. Güneş Ankara istikametinden başını çıkarmış, çelik oklu ışınlar şehrin üstünde yerini almaya başlamıştı. Sabah serinliği sıcağa bırakmamıştı yerini daha. Bina gölgelerindeki serinlik hafiften insanın içini çımkıştırıyordu. Öğrenciler, sınıflara girmiş, yarım saat geçmiş, hiçbir öğretmen derse girmemişti. Bütün öğretmenler okul bahçesinde Atatürk Heykelinin önünde toplanmış, kararlı bir şekilde bekliyorlardı. Tansel Bey: “Arkadaşlar, zil çaldı, sınıflarınıza girin, bu yaptığınız suçtur, toplu isyandır, biraz sonra okula polis çağırmak zorunda kalacağım,” deyip tehdit etti. Öğretmenlerden hiçbiri Tansel’in dedikleri ile ilgilenmedi, söyledikleriyle, tehditleri ile baş başa bıraktı… … Vakıf yönetim kurulu eylemin üçüncü günüde Şakir Bey ve üç öğretmenle görüşüp isteklerini kabul etti. Daha o an, Tansel’in okulla ilişiği kesildi. Daha o an okulun bütün birimlerinde zafer türküleri söylenmeye başladı. Daha o an bahçenin tekmil çam ağaçlarının, servilerinin yüzü güldü, ağaçların devamlı konukları yeşil papağanlar, serçeler, kumrular ötüm ötüm öttüler. Tarihi köşk nice olaya tanıklık etmiş, neler görmüş, ne olağanüstülüklere sahne olmuş; lakin böylesini görmemişti. Öğretmeni, velisi, öğrencisi yekvücut olmuş, Tansel’in acımasızlığına karşı bir araya gelmişti. Bu durum ilk kez bir eylemin içinde olan kimi eğitimcileri ciddi olarak sarsmıştı… “Koşun koşun!” “Ne oldu, ne var?” “Koşun koşun!” “Nereye koşacağız?” Ahşap merdivenlerden çıkarken dengesini kaybeden Türkçe Öğretmeni Nuray Hanım, aşağı yuvarlanmıştı. “Koşun koşun, imdat, Nuray Hanım merdivenlerden aşağı düştü!” “Koşun koşun okulun en güzel öğretmeni!” “Koşun koşun gülen gözlü öğretmenimiz ölüyor koşun!” “Koşun koşun okulun en naif öğretmeni gidiyor!” “Koşun koşun biricik dostumuz gidiyor!” Türkçe Öğretmeni Nuray Hanım, Ege Üniversitesi Acil’de ilk müdahale yapıldıktan sonra, Beyin Cerrahi yoğun bakım ünitesinde tedaviye alındı. Bornova Anadolu Lisesi mezunu Nuray Hanım’ı, Beyin Cerrahi’nde Bal mezunu Doktor Erkin, Doktor Umut, Doktor Devrim titizlikle saat saat takip ediyorlardı… Bu kadar gerginliğe alışık olmayan Nuray Hanım, ani tansiyon düşmesiyle dengesini kaybedip merdivenin üst basamağından yuvarlanmıştı. Özgürlüğün bedeli ağır olur derler ya, Müdür Tansel’e karşı verilen mücadelede okulun en naif, en sevilen öğretmeni yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyordu. Şakir Bey, tarihi köşkün önünde Atatürk büstünün karşısına dizilmiş öğrencilerine: “Genç arkadaşlarım, evlatlarım, kıymetli öğretmen arkadaşlarım, huzur dolu günlere ulaşmak adına verdiğimiz mücadelede mutlu sona ulaştık. Ancak Nuray Öğretmenimiz yoğun bakımda. Şimdi herkesten rica ediyorum, sevgi dolu, iyilik dolu enerjinizi gönderin ona. Ben inanıyorum, Nuray’ımız tez zamanda bu mücadeleyi de kazanıp aramıza dönecek!” “Sevgili öğrencilerim, Nuray Öğretmen ne ister, öğrencileri başarılı olsun ister, Nuray Öğretmen ne ister, öğrencileri çalışkan olsun ister, Nuray Öğretmen ne ister, öğrencileri her daim hayatta iyi birer insan olsun ister, Nuray Öğretmen ne ister, öğrencileri ahlaklı olsun ister. Şimdi ona söz vermenizi istiyorum. Onun istediği gibi bir öğrenci olacak mısınız?” “Evet, olacağız, söz veriyoruz!” “Teşekkür ederim bütün kalbimle inanıyorum size!” Nuray Hanım’ın durumuna rağmen, sevinç türküleri söylendi bir ağızdan. Köşk’teki sevinç türküleri şehrin bir ucundan, ta öbür ucuna ulaştı, şehrin her yanında, sağında solunda Tansellerin huzuru kaçtı. Köşk’ün, taş yapısının içine sıkışıp kalmış şen şakrak nidalar, mutluluk günleri dile geldi...
- yoldan geçen öykü
Günlerden Pazar Hava sıcak mı sıcak… Haziran ’m son günleri… Televizyon programlarında iş yok; sen hastanede nöbetçisin, üstelik bugün benim doğum günüm. “Yoldan geçen ilk öyküyü çevireceğim.” dedim kendi kendime. “Bakalım, ne çıkarsa şansıma!” Öyle yaptım. Geçen ilk öyküyü çevirdim; açtım sokak kapısını, girdi içeriye. “Nasılsın, adın ne senin? diye sordum. “Bir Yaz Gecesi Rüyası” dedi, alçakgönüllü bir sesle. Şaşırmıştım. “William Shakespeare’in ünlü oyununun öyküsü mü yoksa? Ne rastlantı! dedim. “Hayır,” dedi o. “Başka ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası bu. İstanbul’un ünlü iş adamlarından Sadullah Büyükgöz’ün geçen gece Boğaz’daki yalısında gördüğü bir rüya… ” “Çok ilginç,” dedim, “Demek öyle… Yalısında gördüğü bir rüya… “Evet, sabaha karşı görmüş…” “Kişiler filân var mı içinde? “Çok kalabalık, ” dedi o. “Bir garden parti. İki yüz konuk var… Kuzu çevrilmiş, bir yanda soğuk büfe… Orkestra, dans… Üstelik siz de varsanız rüyam içinde arkadaşınızla birlikte gelmişsiniz. ” İşte bunu duyunca şaşırmıştım. “İyi ama, “dedim, “Ben Sayın Sadullah Büyükgöz’ü tanımam ki! İnanım adını da duymadım. Yani, Ankara insanıyız biz.. O yüzden. Yalısının yerini bile bilmem.” “Yalı Yeniköy’de”, dedi o, “lebi derya denize karşı…” Merakım giderek artıyordu. “Neymiş bu ‘Yaz Gecesi Rüyası’, sabırsızlanıyorum. Hadi başlayın anlatmaya…? dedim. “Tamam”, dedim, “Size içecek serin bir şey getireyim ilkin.” Kalktım, mutfağa gittim. Frijiderden bir şişe kola çıkardım, bardakları hazırladım, salona getirirken ayağım eşiğe takıldı. Tepsi bir yana fırladı, bardaklar öte yana. Hızla bana doğru gelen duvarı görebildim en son. Gözlerimi açtığımda, başıma bir kalabalık toplanmıştı. Endişe ile üstüme eğilen yüzlere hayretle baktım. Değişik parfüm kokuları, son model tuvaletler çarptı gözüme… Smokinli, kır saçlı bir beyefendi bana doğru yaklaşmıştı. “Nasılsınız hanımefendi? Sıcak dokundu size… Buyurun şu kolanyalı mendili koklayın, iyi gelir, ” diyordu. “Doktor da geldi işte!” dedi smokini, kır saçlı bey ve yana çekildi. Bir de baktım sen gelmişsin. Üstünde çok şık bir frak vardı. Yakanda beyaz bir karanfil… Nabzımı tuttun, saydın. “Yavaşça kalkabilirsin. Ani bir tansiyon düşüklüğü… Pek önemli değil, ” dedin. Doğrulmuştum. Elimdeki yelpazeyi yavaşça sallıyordum. Belli ki çok seçkin bir kalabalığın içindeydik. Çevredeki kadınların giysileri birbirinden güzeldi. Takıları göz kamaştırıyordu. Sarışın, boynunda o zamana değin gördüğüm en güzel gerdanlıklardan birini taşıyan, incecik; yaşı bile olmayan bir kadın yaklaşmıştı yanıma. “Çok geçmiş olsun hanımefendi. Yalımıza ilk gelişiniz. İnanın çok üzüldüm, ” diyordu. Sen kulağımın dibinde, belli belirsiz fısıldadın: “Ev sahibesi, Bayan Lusette Büyükgöz… İsviçreli…” Kadının elini tuttum. Dostlukla sıktım. “Ne olur üzülmeyin, geçti, bakın, iyileştim artık!” dedim. Orkestra valsler çalmaya başlamıştı. Senin koluna girdim, denizin kenarındaki büyük yüzme havuzunun çevresinde dolaşmaya başladık. Az ileride soğuk büfe açılmıştı. Garsonlar ellerinde içki tepsileri, çevrede fır dönüyorlardı. Zaman geceye yakın olmalıydı… Özel olarak bir dondurmacı da getirilmişti. Oyunlar yaparak konuklara dondurma sunuyordu. “Şu Maraş dondurmacısını sanki bir yerden gözüm ısırıyor,” dedim sana. “İyi bak, ” dedin gülerek. İyice baktım. Hintli Dilip’ten başkası değildi bu! Uzun çubuğu ile akıl almaz ustalıkla dondurmayı havada çevirip, bin bir oyun yapıyordu. Baktığımı görünce göz kırptı. Benim üstünde de çok şık bir tuvalet vardı. Şarap renkli güpur danteldendi. Bir omuzu açıktı. Tek kolu uzundu. Bu uzun kolun üstünde paha biçilmez takılar, Rus yapımı pırlanta değişik; altın, platin montürlü yüzükler gördüm. Havuzun kabinlerin oradaki bir boy aynasının önünden geçiyorduk. Şöyle bir göz attım; saçlarım tepeye toplamıştı, inciler ve pırlantalarla işlenmişti sanki tüm başım. Boynumda, altın ve gümüşten birbirine dolanmış iki yılanı gösteren bir gerdanlık vardı. Yılanlardan aşağı bakanın gözleri yakuttan, diğerinki zümrüttendi… Aynada kendimi görünce, topluluktaki en havalı kadın olduğumu anlamıştım. Yaseminlerle örtülü kameriyeden kulağıma şu konuşmalar geldi: “Rahmetli Süreyya Hanımın biricik torunu… Servet aileden geliyor… Yazılar yazıyormuş… Öyle dedilerdi. Yanındaki de birlikte yaşadığı operatör. Üstündekilerin tümünün sigortalı olduğu söyleniyor. ” “Evet, şu zümrüt ve pırlanta karışımı küpeler müthiş!” “Başında en az on beş milyonluk taş var!” Sustular “Amerika nasıldı efendim ?” diye bir soru geldi yanı başımdan. Döndüm baktım, iki bay bize yaklaşmışlardı. Göbekli olanı sormuştu soruyu. Saygı ile eldivenli elimi öptü. “Çok güzeldi, ” dedim. Bahçe kapısının oradan sesler duyuldu; hepimiz o yana döndük. Baktım; Hidayet Münir Sade, safari bir takım elbise giymişti. Platin saplı bastonunu uşağa verip, dosdoğru bana geldi. Tüm gözler üstümüzdeydi. “Ah, nasılsınız, nasılsınız? dedi. Benim elimi dudaklarına götürdü, beni dostça kucakladı. Kameriyeden bir fısıltı duydum. “Bir milyarder Kim olduğu tam bilinmiyor… Çoğu zaman yurt dışında. Müthiş para var adamda… ” Çevreyi izleyerek tebessümler dağıtarak ilerliyorduk. Uşaklardan biri yanıma yaklaşarak kulağıma eğildi. “Baron buradalar, efendim. Şu ağacın altındalar…?” dedi. Döndüm o yana. Mösyö Esterhaze, Panama keteninden yapılmış ceketini savurarak ayağa fırlamış. “Ben de sizin gruba katılabilir miyim?” diye sordu. “Pek tabiî Sayın Esterhaze. Şeref verirsiniz…” dedim. Hep birlikte kalabalığın içinde dolaşıyorduk. Ev sahibinin ve karısının gözleri üstümüzden ayrılmıyordu. Kameriye yeniden canlanmıştı. Kulak kabarttım. “İşte kardeşim, bunlar ulaşılmaz zenginler… Anlıyor musunuz? Şu baron denilen ihtiyarın parası saymakla bitmezmiş. Bak, bak meşhur Recep Bey işte şu. Bir bilim adamı… ” Bizi görünce. Recep Eğilmez oturduğu şezlongtan ayağa kalkmıştı. Saygı ile iki elime sarıldı. “Gördüğünüz gibi tezime devam ediyorum, ” dedi bana, hafifçe göz kırptı. Anlamıştım. Başımı salladım. O, çevreyi izlemeyi sürdürüyordu. Sen gittin, bana bir havyarlı kanepe getirdin. Biraz yedim, geçen bir garsonun tepsisinden bir bardak şampanya aldım. Usul usul yudumladım. Tek tek konuşmalar denizden gelen yel ile kulağıma ulaşıyordu: “Hiç buralarda gözükmezler… Bu gece hepsini bir arada görmek büyük şans… Hayret doğrusu… Hafta sonu, renkli basma iş çıktı desene!” Birden bire orkestra: “İyi ki doğdun!” parçasını çalmaya başlamıştı. Aydınlatılmış bahçede büyük bir alkış koptu. İki garsonun tekerlekli bir masanın üstünde taşıdıkları üç katlı, pembe doğum günü pastasını görünce şaşırdım. Herkes bana bakıp “İyi ki doğdunuz!” diyordu. Eğildim, tüm mumlan bir üfleyişte söndürdüm. Bir alkış koptu. Dönüp seni öptüm. Hidayet Münir elime kocaman bir paket tutuşturdu. Bal ıengi kurdelasını merakla açtım. “Hawai adalarının zümrüt, yakut ve inciden yapılmış ufak bir maketi! Size lâyık değil ama… Anımsıyor musunuz?” dedi. Başımı salladım. Gözlerim dolmuştu. Kutudaki maketi görebilmek için herkes çevreme toplamıştı. Beğeni sesleri, ‘inanılmaz! mırıltıları kulağıma geliyordu. Birden, maketin içinden yeşil bir papağan havalandı. “İnanılmaz bir şey bu, ” diye bağırdım. “Sizin için nedir ki!” dedi Recep Eğilmez. Bir dilim pasta uzattı bana. Frambuazlıydı. Harikaydı… Baktım, salonda oturuyorum. Karşımda, Yoldan Geçen Öykü. “Evet, sonra? Sonra ne oldu?” diye sordum merakla. “Sonra, Sadullah Bey uyandı, ” dedi o. ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’… Ne düşmüş be! Ne öyküymüş! Hiç unutmayacağım. Öykü gittikten sonra uzun süre düşündüm. Kapı çalındı. Sen gelmiştin! Şaşırdım. “Kaçtım nöbetten. Pazara uğradım. Sana güzel kiraz, şekerpare aldım. ” dedin. Gittik mutfağa yıkadık onları. “Doğum günün bugün senin, yoksa unuttun mu?” diye sordun. “Unutur muyum hiç!” diye bağırdım. Bana uzattığın armağan paketini açmaya koyuldum. (Nazlı ERAY, Hikâyeler 2, TDK, Ank. 2000.)
- Efendilik Deyince...
EFENDİ OLMAK Biri bizi çağırdığında “efendim” deriz, garsonlar kılığı kıyafeti düzgün müşterilerini “Buyurun efendim” diye karşılarlar. Biri övülürken “çok efendi adam” denilir. Bir zamanlar “efendim” siz konuşmayan, nazik ve kibar İstanbul efendilerine rastlardık, Artık hepsi de kayıplara karıştı... Anadolu’nun kimi yerlerinde kadınlar kocalarından söz ederlerken “efendim” derler. Bir türküde şöyle deniliyor: “Zeytinyağlı yiyemem aman/ Basma da fistan giyemem aman/ Senin gibi cahile ben efendim diyemem aman! Eskiden Babıâli’de kalem efendileri bulunurdu. Bir sözü anlamadığımız zaman “efendim?” diye sorduğumuzda “efendin kalem odasında!” diye dalga geçerler bu olayı anımsatarak ya da “efendiliği kim kaybetti de sen buldun?” diye alay ederler. Politikacı, devleti ve halkı soyan işadamı, mafya ve çete üyeleri ‘zengin olmanın birlikteliğinde’ buluşunca, bütün kutsal değerler sıfırlanıyor; efendimiz para oluyor, Ali Naili Erdem’e göre. Soner Yalçın “Efendi” adlı eserinde şu Balkan atasözüne yer verir: “Kardeşe kardeş gibi davranmayan, bir yabancıya efendi demek zorunda kalır.” Gelin şimdi de efendi sözcüğü nereden çıkmış, kime efendi denir, ona göz atalım biraz. Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, kitabında şöyle yazıyor: “Kelimenin aslı, eski Yunanca’da ‘authantes’, Rum telaffuzuyla ‘aftendis’ tir. Başlangıçta mutlak hakim demek veya bir kölenin ya da cariyenin sahibi olan kimse demekti. Eskiden ‘efendi’ kelimesi Türkçe ‘çelebi’ kelimesiyle yan yana ve onun yerine kullanılmış, daha sonra, okuma hayatında yükselmiş, ‘ilim ve irfan sahibi olmuşlara’ efendi denmiştir. Demokrasi, efendiler ve kölelerin olmadığı, kimsenin kimseye efendi ya da köle gibi bakmadığı bir rejimdir. Abraham Lincoln bu konuda, “Ben köle olmak istemediğim gibi, efendi de olmak istemem. Benim demokrasi anlayışım budur. Bunun dışında her şey, ne kadar az değişik olursa olsun, demokrasi değildir” diyor. William Lionpheles’e göre efendilik için son sınav; “Kendisine hiçbir çıkar sağlamayacak insanlara karşı da saygıda kusur etmemektir.” Balzac şu öğüdü veriyor: “Bilginin efendisi olmak için, çalışmanın kölesi olmalısın.” Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Dışarıdan Gazel” şiirinde acı bir gerçeği bakın ne diyor: “Ne olmuş, ne yapmışlar bize? Nasıl bağlanmış elimiz, kolumuz. Böyle giderse biline hep Mustafa Kemal’le bile yokuz. De yüreğim nice yanarsa yansın, Efendilerin yüreği buz.” Halet efendi, Moralı Osman Efendi’yi kıskanır, onu makamından azlettirir, rütbesini aldırır, kendisiyle uğraşmaktan zevk alırdı. Ama Osman Efendi, bayramlarda ziyaretine geldiği zaman merdiven başında karşılar, çok saygı gösterirdi. Niye böyle yaptığını soranlara şöyle dedi: “Evet, ben bu adamı sevmem. Rütbesini, mansıbını, malını aldım ama üzerinde öyle bir efendilik var ki, onu alamıyorum işte!” Asıl efendilik çalışmak, kimseye hakaret etmemek, ağırbaşlı ve nazik olmaktır ama bizde genellikle para babası, iyi giyimli kişiler itibar görürler, bey, beyefendi diye anılırlar... Atatürk, “Köylü milletin efendisidir” diyerek efendiliğin çalışmak, üretmek olduğunu vurgulamıştır. Millete hizmet etmeleri gereken kimi makam sahipleri ise efendi değil, vatandaşlara hizmet etmekle yükümlü olduklarını pek kabul edemezler... Bir de “evet efendim” ciler vardır. Kendilerinden üstün kişilere boyun eğerler de karılarına, aşağı tabakadan kişilere efendilik taslarlar, eziyet ederler... Ya şu çelişkiye ne demeli: Hırçın kişilere, efendi ol, efendilik sende kalsın, onunla bununla dalaşma, diye öğüt veririz de, hizmetlileri çağırırken alay eder gibi ve küçümsercesine, “Hasan Efendi”, “Ali Efendi” diye sesleniriz, onları beyliğe layık görmeyiz. Bernard Shaw, “köleliklerin en kötüsü efendiliktir” diyor. Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir. Sevgililer kalbimizin efendisi olarak nitelendirilir. Bir Türk filminin adı “Kalbimin Efendisi” adını taşıyor. Şimdi de “Yüzüklerin Efendisi” var... Divan edebiyatında sevgililer efendi, sultan, âşıklar ise kul köledirler. Nedim bakın ne diyor bu konuda: “Dövülmeye sövülmeye kovulmaya billah/ Hep kailim amma ki efendim senin olsam”... Bir başka şiirinde ise sevgilisine, “Gözüm canım efendim devletli sultanım” diye sesleniyor. Osmanlılarda efendilik bir özelliktir: Ahmet Mithat Efendi, Dede Efendi gibi. Efendi kişilere “çelebi” de denir: Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi... Ahmet Mithat Efendi, “Felatun Beyle Rakım Efendi” adlı romanında efendiyle beyi karşılaştırır, efendiden yana tavır koyar. Felatun Bey, Batı hayranı, züppe bir kişidir, hiçbir işte başarılı olamaz, alay edilir. Rakım Efendi ise hesabını kitabını bilen, batıyı körü körüne taklit etmeyen, aklı başında bir kişidir, her zaman ve her yerde başarılı olur, sevilir sayılır... Atatürk, nutuklarında milletvekillerine “efendiler” diye seslenmiş ve insanlık özelliklerini yitirmemiş kişilerin başlarına isteyerek yabancı bir efendi getirmek istemelerinin olanaksız olduğunu belirtmiştir. Günümüzde Amerika dünyanın efendisi gibi davranıyor ve çoğu insanlar(!) buna hiç ses çıkarmadıkları gibi kayıtsız şartsız itaat ediyorlar efendilerine. Bencillikten, çıkarcılıktan ne kadar uzaklaşırsa kişi; efendiliğe, beyliğe o kadar yakınlaşır,
- DAVA...
Dar gelirli, bol giderli olduğu belli olan yoksul giyimli ve yılgın bakışlı bir kişi yazıhaneden içeri çekinerek girdi. Karşısına çıkan avukata kendisine bir şey danışmak istediğini söyledi. Avukat, “Konu nedir?” diye sorunca kekeleyerek “işkence” dedi. “Hapiste mi işkence gördünüz?” “Hayır, Etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmayan bir vatandaşım ben. Hapishanenin yanından bile geçmiş değilim.” “O zaman, karakolda işkence ettiler size.” “O da değil beyim. Yasalara harfiyen uyan bir vatandaşım. Karakolun yerini bile bilmem. Bu yaşıma kadar tanık olarak dahi karakola düşmedim.” Avukat dudak bükerek adamın yüzüne baktı: “Öyleyse nerede gördünüz bu işkenceyi? Merak ettim. Anlatın bakalım” dedi. Adam içini çekerek söze başladı: “Her gün, her yerde işkence ediyorlar bana, benim gibilere. En büyük işkenceyi politikacılardan görüyoruz. Muhalefette doğru söylüyorlar ama iktidara geçince şaşıyorlar. Verdikleri sözleri tutmuyor; umduğumuz dağlara kar yağdırıyorlar. Sorunlarımıza çözüm arayacakları yerde birbirleriyle kavga ediyor, çekişiyorlar. Enflasyon düştü diyorlar alay eder gibi ama her gün zam yapılıyor yiyecek içeceklere. Havanda su dövdükleri yetmemiş gibi, nutuk atarak, her yeri güllük gülistanlık göstererek bizi kandırıyorlar. Güller onların oluyor, dikenleri bize batıyor. Kafa ütüledikleri yetmemiş gibi bir de lafla peynir gemisi yürütüyorlar. Evet, yürütüyorlar efendim, yürütüyorlar...” Avukat bir şey diyecek oldu, adam bir el hareketiyle onu susturdu: “Daha söyleyeceklerim bitmedi. Dinleyin hepsini de ona göre konuşun” diyerek sözlerini sürdürdü. “Ben sporu çok severim. Nafakamdan kesip maçlara gidiyorum, hep hayal kırıklığına uğruyorum. O kadar eziyet çekiyoruz ama güzel bir oyun yerine kör dövüşü seyrediyoruz. Milyarlık topçular bize keçiboynuzu çiğnetiyorlar. Stadyumlarda toplu işkence yapılıyor seyircilere. Zevk alamıyoruz oynanan oyunlardan. Kahroluyoruz!” “Haklısınız ama elden ne gelir. Suç onlarda değil, Böylelerine yüz verenlerde.” “Belki düzelirler diyor, sabrediyoruz ama sonuç sıfır. Neyse, bir başka şikâyetim de medyadan. Bizim sesimiz, gözümüz, kulağımız olacakları yerde magazin yıldızlarının rezaletlerine, çıplak fotoğraflarına yer veriyorlar sayfalarında, ekranlarında. Felaket ve kaza haberleriyle, politikacıların incir çekirdeğini doldurmayan demeçleriyle içimizi karartıyorlar.” Adam susunca avukat: “Söyleyecekleriniz bitti mi?” diye sordu. “Evet, bitti sayılır” dedi adam. “Aslında söyleyecek sözüm çok ama...” “Haklısınız bu yakınmalarınızda” diye konuştu avukat. “Haklısınız ama benim bu konuda yapacak bir şeyim yok ki, niye anlattınız bunları bana?” “Artık sabrım taştı” diye bağırdı adam. “Başımıza bu dertleri saran ilgilileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikâyet etmek, haklarında dava açmak istiyorum. Bana bu konuda yardımcı olursanız sevinirim.” Avukat acı bir gülüşle adamın yüzüne baktı. Ne diyeceğini bilemedi.
- Kirli Karanlık
Öyle bir köye düştü ki yolumuz Uçurumdur sağımız solumuz Her yere beton dökmüşler Bahçeleri bozup karanlığımızı çoğaltan Apartmanlar dikmişler Güllerimizi kurutarak dikenleri yeşertmişler Kalmamış zerre kadar toprak Birkaç ağaç var kıyıda köşede Onlar da körelmiş, yok tek bir yaprak Sevgi kirletilmiş, dostluk sürgüne uğramış! Rant kurbanı güzellik Her şey kaba saba Hiç acımadan ve de zevkle Teslim ediliyor kuzular kasaba… **
- KİMİ EVLERDE
Kimi evlerde ışıkları erken yakarlar bu günlerde… Karanlık başka anlamdadır… Sabahlara kadar uyumaz büyükler… Gece karanlık… * Kimi evlerde sessiz konuşurlar bu günlerde… Bir haber bekler gibidir herkes… Babaanne fısıldar arada bir: “Bugün günlerden ne?..” * Bazı günleri sevmezler… Salı… Çarşamba… Perşembe… Umutlar kesilmişti o gün kimi evlerde… * Kimi evlerde ateşi sevmezler bu günlerde… İçlerindeki kor yeterlidir… Ve aş… Ekmek… Sofra… O boş sandalye… Bu akşam da eksik konulan tabağın yerine bakıp da, tıpkı o kömür ocağı gibi durup durup yanar yürekler, sofra başlarında sessizce ve birbirlerine bakmadan ağlaşırlar kimi evlerde… * Yavaş yavaş unutur insanoğlu böyle acıları… Önce ağlayanlar, sonra ananlar, en sonunda da hatırlayanlar her gün biraz daha azalır… Sönmeyen ateş var mıdır?.. Hele zibidinin derdi başkadır… Ama ortalık kararmaya başladığında akşam üstleri… Kuşlar yuvalarına doğru uçtuğunda… Özleyen yüreklerde vardiya yeniden başladığında… Baştan tutuşur ocak… Bir alev yükselir kimi evlerde… * Kimi evlerde artık siyahı sevmezler bu günlerde… Camın önündeki kırmızı çiçek… Beyaz badanalı odalar… Al yazmalar… Sarı hırka… Perdelerin ucu pembe kanaviçe… Ama renklerin tümü gitmiştir artık… Sevgililer koyu ağlar… Kaç gündür avuçlarına dökülen damlalar zifiri siyahtır kimi evlerde… Not: SÖZCÜ Gazetesi / 2.11.2020
- Yaramaz Çocuk
İvan İvaniç Lapkin yakışıklı bir delikanlıydı. Anna Semyonovna Zamblitskaya ise burnunun ucu hafifçe yukarı kalkık, güzel bir genç kız. İkisi birlikte dik bayırdan aşağı inip oradaki küçük bir sıraya oturdular. Sıra körpe bir salkım söğüdün sık dalları arasında, ırmağın tam kıyısındaydı. Gençler için ne uygun bir yer! Burada bütün gözlerden uzaksınız. Sizi yalnızca balıklarla suyun üstünde yıldırım hızıyla koşuşturan su örümcekleri görebilir. İki genç oltalarını, yemlik kurt dolu kutularını, balık avlamaya yarar öbür avadanlıklarını getirmişlerdi. Sıraya oturur oturmaz hemen balık avına koyuldular. Lapkin çevresine bakındı. – En sonunda yalnız kalabildiğimiz için öylesine sevinçliyim ki! dedi. Anna Semyonovna, size çok söyleyeceklerim var… Sizi ilk gördüğüm zaman… hey, oltanıza balık vuruyor… yaşamın anlamını, uğruna dürüstçe, seve seve tüm çalışkan varlığımı adayacağım putumun kim olduğunu anladım… Büyük bir balık olmalı… vuruyor, vuruyor… Sizi gördüğüm ilk gün gönlümü kaptırdım, sizi çıldırasıya sevdim. Oltayı hemen çekmeyin, zokayı iyice yutsun… Sevgilim, yalvarıyorum, söyler misiniz? Siz de benim sizi sevdiğim kadar değilse bile… hayır, layık değilim buna, o kadarını düşünemem zaten… gene de… şimdi çekin! Anna Semyonovna oltayı tuttuğu elini hızla yukarı kaldırıp çekti, bir çığlık attı. Havada gümüş yeşili bir balık parlıyordu. –Aman Tanrım, kocaman bir sudak balığı!…Çabuk çıkar! Ah, ipi kopardı! Balık zokadan kurtuldu, otlar üzerinde birkaç kez zıpladıktan sonra doğanın koynuna, ırmağın serin sularına “cump” diye atladı. Onu tutmak için yekinen Lapkin balığın yerine, her nasılsa, Anna Semyonovna’nın elini yakaladı, istemeyerek dudaklarına götürdü… Genç kız elini çekmeye çalıştıysa da geç kalmıştı, ikisinin dudakları birleşti. Sanki istemeden olan bir şeydi bu. Ama ilk öpücükten sonra başkaları geldi; ardından yeminler, söz vermeler, mutluluk dolu dakikalar… Şurası bir gerçek ki, yeryüzünde salt mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk kendi zehirini içinde taşır ya da dışarıdan başka bir şey işin içine karışıp onu zehirler. Burada da öyle oldu. Gençler öpüşürlerken yakınlarda bir kahkaha koptu. Başlarını çevirip baktılar, bakar bakmaz da donakaldılar. Irmakta yarı beline değin suya girmiş, çıplak bir oğlan çocuğu duruyordu. Anna Semyonovna’nın kardeşi, ortaokul öğrencisi Kolya’ydı bu. Çocuk, iki gence gözlerini dikmiş bakıyor, hain hain gülümsüyordu. – Ya, demek öpüşüyorsunuz? İyi! Anneme söyleyeyim de görün! Lapkin kızarıp bozararak; – Ben de sizi akıllı bir çocuk sanırdım, diye kekeledi. Başkalarını gözetmek mertliğe sığmaz. Müzevirlik ise daha da kötü, iğrenç, aşşağılık bir davranıştır.. Umarım siz mert, soylu bir insan olarak… Mert çocuk; – Bir ruble verirseniz söylemem, dedi. Yoksa yandınız gitti Lapkin cebinden bir ruble çıkarıp çocuğa uzattı. Çocuk parayı ıslak avucuna sıkıştırdıktan sonra bir ıslık çaldı, yüze yüze oradan uzaklaştı. İki gencin artık öpüşmeye istekleri kalmamıştı… Ertesi gün Lapkin kentten Kolya’ya resim boyasıyla lastik bir top getirdi, Anna Semyonova ise kardeşine biriktirdiği boş ilaç kutularını verdi. Ardından armağan olarak köpek başlı bir çift kol düğmesi geldi. Bütün bunlar yaramaz çocuğun öylesine hoşuna gitmiş olmalı ki, başka şeyler elde etmek için gençleri gözetlemeyi sıklaştırdı. Lapkini ile Anna Semyonovna nereye giderlerse o da peşlerinden ayrılmıyordu. İki gencin baş başa kalması olanaksız gibiydi. Lapkin dişlerini gıcırdatarak; – Alçak! diye söyleniyordu. Yaşı ufak ama tam baş belası! Bu gidişle bakalım başımıza daha ne işler açacak! O haziran ayı boyunca Kolya sevdalılara soluk aldırmadı. Onları annesine haber vermekle korkutuyor, nereye gitseler adım adım izliyor, durmadan yeni armağanlar istiyordu. Aldığı ufak tefek şeyleri az bulduğu için sonunda cep saati istemeye başladı. Elden ne gelir, gençler ister istemez oğlana bir cep saati alma sözü verdiler. Bir gün öğle yemeğinde sofrada hep birlikte ballı çörek yenirken Kolya birdenbire bir kahkaha attı, bir gözünü kırparak Lapkin’e şöyle dedi: – Nasıl, söyleyeyim mi? Lapkin kıpkırmızı kesildi, tabağındaki çörek yerine peçeteyi çiğnemeye başladı. Anna Semyonovna ise ayağa fırladı, kendini başka bir odaya attı. Ağustos sonuna, yani Lapkin’in Anna Semyonovna’yı resmen istediği güne değin aynı şeyler sürüp gitti. Ama Lapkin kızın ana babasıyla evlilik konusunu konuşup onların onayını aldıktan sonra ilk işi bahçeye fırlayıp Kolya’yı aramak oldu. O günkü mutluluğunun üzerine ikinci bir sevinç daha eklenmişti. Yaramaz çocuğun yakasını eline geçirdiğinde az kalsın sevincinden ağlayacaktı. Oğlanın kulağına o öfkeyle yapıştığında, kardeşini aramakta olan Anna Semyonovna da yetişip çocuğun öbür kulağına yapıştı. Kolya ağlayıp; – Anacığım, ne olur, yapmayın! Kulunuz, köleniz olayım, bağışlayın beni! diye yalvardıkça iki sevgilinin yüzlerindeki sevinci görmeliydiniz. İki sevdalı, birbirlerini sevmeye başladıklarından beri, Kolya’nın kulaklarını çektikleri o an kadar mutlu olmadıklarını birçok kez anlatıp durdular…
- Amerika'yı Yapan Mimar
İstanbul, 15 Kasım 1963 Sevgili Kardeşim Zeynep, Mektubunu alınca çok sevindim. Sağol. Doğrusu, Ankara’daki okula gidince bizi unutursun sanıyordum. Mektubunu sınıfta bütün arkadaşlara okudum. Hepsi de sevindi. Sana selam yazmamı söyledi. Ben de verdiğim sözü tutuyorum. Burda geçen önemli olayları sana yazacağım. Sen burdan gittikten biriki gün sonra, hiç unutamayacağım bişey oldu. Onu anlatayım sana. Öğretmenimiz bir sabah, okula müfettiş geleceğini söyledi. Çok heyecanlıydı. Ama biz daha çok heyecanlandık. O gün müfettişin, burda yakınlarda olan başka okullara da gittiğini duyduk. Başka okullardaki arkadaşlarımıza, müfettişin ne yaptığını sorduk. Onların söylediğine göre, müfettiş her girdiği sınıfta öğretmene, “Bir problem yazdırın da öğrencileriniz çözümlesin,” diyormuş. Sonra, yine öğretmene, öğrencilere bir şiir yazdırmasını söylüyormuş. Yazılanları gözden geçiriyormuş. Ondan sonra, bikaç öğrenciye hep aynı soruları soruyormuş. Sorduğu sorular da şunlarmış: “Amerika kaç yılında keşfedildi?”, “En çok sevdiğin insan kimdir?”, “İstanbul’u kim fethetti?”, “Süleymaniye Camisini kim yaptı?” Öğretmenimiz bize yeni defterler aldırttı. Karatahtaya çok zor bir problemle çözümünü yazdı. -Bunu defterinize olduğu gibi geçirin! dedi. Hepimiz defterlerimize, karatahtadaki o problemin çözümünü geçirdik. Sonra öğretmenimiz, karatahtaya bir de şiir yazdı. -Bunu da defterinize dikkatle geçirin! dedi. Şiiri de yazdık defterlerimize. Sonra öğretmenimiz terlerimize baktı. Doğru yazıp yazmadığımızı denetledi. Yanlış yazılanları düzeltti. - Çocuklar, Müfettiş Bey dersanemize gelirse, ben size bu problemle bu şiiri yazdıracağım... dedi. Bütün bu işler olup bittikten sonra, — Şimdi de bazı soruların cevaplarını öğreneceksiniz \ Müfettiş Bey kaldırıp sorarsa birinize, makine gibi çabuk cevap vereceksiniz... dedi. Sonra bize, soruları ve cevaplarını ezberletti. — Amerika kaç yılında keşfedildi? Hep bir ağızdan bağırıyorduk: — 1492. — Dünyada en çok sevdiğin kim? Bu soruya herkes başka türlü cevap verdiği için bir uğultu-gürültü yükseliyordu. Kimimiz “Atatürk”, kimimiz “annem” ya da “babam” diye bağırıyorduk. Sonra öğretmenimiz üçüncü soruyu soruyordu: — İstanbul’u kim fethetti? Şıp diye cevabı yapıştırıyorduk: — Fatih Sultan Mehmet. Öğretmenimiz sorusunu bitirmeden, ezberlediğimiz — Süleymaniye Camisini kim yaptı? Cevabı, hep birden bağırıyorduk: — Mimar Sinan... İki gün hep bu sorularla cevaplarını ezberledik. Öğretmenimiz sık sık “Sakın unutmayın ha!” diyordu. Ben artık içimden, arka arkaya cevapları diziyordum: “1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492. Babam...” Öyle alışmıştım ki, nerde olsam, elimde olmadan, bu cevapları sırasıyla mırıldanıp duruyordum. Bir sabah annem, _ Hasta mısın? diye sordu. — Değilim... dedim. — Bütün gece, 1492, Babam, Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan...” diye sayıklayıp durdun da, ateşin yükseldi sandım... dedi. O gün ilk derste müfettiş sınıfımıza geldi. Bilirsin, ben öyle çok heyecanlı değilimdir ama, nedense o gün çok heyecanlandım. Titriyordum heyecandan. Belki de öğretmenin heyecanı bana geçmişti. Çünkü onun ellerinin titrediğini gördüm. Müfettiş, — Öğrencilerinize bir şiir yazdırınız... dedi. Bunun üzerine öğretmenimiz bize, — Yazın! dedi. Daha önce defterlerimize yazdırdığı şiiri okumaya başladı. Şiir, önceden defterlerimizde yazılıydı. Arkadaşların çoğu şiiri bile yazmıyor, yazarmış gibi yapıyordu. Öğretmenimiz şiiri okumasını bitirdi. Müfettiş, teker teker defterlerimize baktı. Hiçbirimizinkinde imla yanlışı bulamadı. Öğretmenimize, — Teşekkür ederim, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, dedi. Solumdaki sırada oturan Cengiz’in defterine bakmamıştı. — Bakayım defterine... dedi. Cengiz defterini uzattı. Müfettiş, — Bu ne? dedi. — Şiir efendim. Müfettiş, — Bu nasıl şiir? diye bağırınca, başımı uzatıp yan gözle baktım. Cengiz heyecandan yanlışlıkla, şiir yazılı diye önceden matematik probleminin yazılı olduğu sayfayı açmış — Nerde yazdığın şiir? Az kaldı, Cengiz şiir yazılı öbür sayfayı açacaktı. Müfettişin arkasına gelen öğretmenimiz, eliyle, gözüyle işaretler yapmaya başlayınca, Cengiz durumu anladı. — Şiiri yazamadım efendim... dedi, öğretmenimiz hâlâ eliyle Cengiz’e işaretler yaparken, Müfettiş birden geriye döndü. — Bir de matematik problemi yazdırın da çözümlesinler, dedi. Öğretmenimizin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Müfettişin önce problem yazdıracağını, sonra şiir yazdıracağını sanıyorduk. Bize öyle söylemişlerdi. Müfettiş soru sırasını değiştirince Cengiz de şaşırmıştı. Cengiz’in defteri müfettişin elindeydi. Onun için öğretmenimiz eskisinden başka bir problem yazdırdı. Matematikten hep pekiyi alırım, bilirsin. Artık öyle şaşırmışız ki, problemi ben bile çözümleyemedim. Defterlerimize bakan müfettiş suratını buruşturdu. Öğretmenimiz çok utanmıştı. İçimden, “Müfettiş, ah, beni kaldırıp sorsa da makine gibi cevaplar versem,” diyordum. Öğretmenimizin yüzünü ağartmak istiyordum. Kendi kendime boyuna: “1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492...” diye mırıldanıp duruyordum. Sanki içimden geçenleri okumuş gibi, müfettiş bana, — Sen kalk! dedi. Sevinçle fırladım. Sonradan bana arkadaşların söylediğine göre, müfettiş, — Kaç yaşındasın? diye sormuş. Ben heyecandan soruyu anlayamadığım için, Amerika’nın keşfini soruyor sandım, — 1492 efendim... diye bağırdım. Şaşkınlıktan gözleri büyüyen müfettiş, — Neee? Kaç yaşındasın? diye bir daha sordu. Ben de, doğru cevap verdiğimi sanarak, — 1492 efendim... diye daha yüksek sesle bağırdım. Müfettiş, — İstanbul’u kim fethetti? diye sormuş. Ben ezberlediğim cevap sırasına göre, _— Babam... dedim. Müfettişin, soruların sırasını değiştireceğini önceden hiç düşünmemiştim. Müfettiş ayağını yere vurup bağırdı: — İstanbul’u kim fethetti, diye soruyorum. — Babam, efendim. — Senin baban kim?.. — Mimar Sinan. — Ağzından çıkanı duymuyor musun oğlum? Babanı soruyorum, Mimar Sinan diyorsun. İşte ancak o zaman kırdığım potu anlayabildim. Ama heyecandan, müfettişin de bağırmasından öyle şaşırmıştım ki, bitürlü kendimi toparlayamıyordum. — Peki, Mimar Sinan ne yaptı? Artık büsbütün şaşırmıştım. O şaşkınlıkla, — İstanbul’u fethetti efendim... diye bağırdım. — Kim? Sözde yanlışımı düzeltmek için, — Mimar Süleyman... dedim. — Süleymaniye Camisini kim yaptı öyleyse? — Sultan Sinan Fatih... Kelimeleri birbirine karıştırdığımı sezinliyordum ama artık toparlanamıyordum. Müfettiş öyle kızmıştı ki, kızgınlıkla o da şaşırıp, — Oğlum, dedi. Amerika’yı yapan Mimar Sultan Mehmet’tir, Süleymaniye Camisini de keşfeden Fatih Sinan’dır. Çocuklar kendilerini tutamayıp kıkırdayarak gülüşmeye başlayınca, müfettiş yanlış söylediğini anladı. Yanlışını düzeltmek istedi: — Yani Sinaniye Camisini Mimar Süleyman yaptı, Fatih’i Mimar Sultan Mehmet fethetti demek istiyorum. Yine yanlış söylediğini anlayıp, — Beni de şaşırttın be çocuk!., dedi. Kızgınlıkla başını sallaya sallaya, kapıyı hızla çarpıp dersaneden çıktı. Dersanede çıt yoktu. Bisüre sonra öğretmenimiz, — Yazıklar olsun!., dedi. Bu sözü, bana mı, müfettişe mi, yoksa kendisi için mi söylediğini anlayamadım. Bu olayın beni nasıl üzdüğünü anlatamam. Her hatırlayışımda utanıyorum. Oysa çabuk çabuk cevaplar verip, öğretmenimizin yüzünü ağartmak istemiştim. Söz verdiğin gibi, sen de bana orada olup bitenleri yaz, e mi? Mektuplarını bekliyorum. Ben de sana başarılar dilerim kardeşim. Sınıf arkadaşın Ahmet Tarbay
- BURSA’DAKİ SON BİNEK TAŞI
Geçmişten kalan izler, zaman içinde sessiz-sedasız gözümüzün önünden yitip, gidiyorlar. Yıllar sonra, “Buradaki çınar ağacı, su içtiğim çeşme, gidip çay içtiğim kahve, eski sur duvarı, sivil mimari örneği ahşap bina nerede, hepsi yok olup gitmiş” diye hayıflanırsınız. Şaşkın vaziyette “Ne zaman yıkıldı, kesildi, kapandı” diye kendinize sorarsınız. Gündelik hayat sizi içine çekip, dış dünyadan soyutlamıştır. Bursa’da sayısız tarihi çeşmeler, hanlar, hamamlar, mescitler, hazireler, asırlık çınarlar, sivil mimari örneği yapılar yok olup gidiyor. Restorasyon faciaları ayrı bir yazı konusu. Osmangazi Türbesinden çalınan sanduka örtüsü kim bilir şimdi nerelerdedir? Dolmuşların Cumhuriyet Caddesi’ne çıkmak için geçtikleri Tahıl Han’ın ahşap kapıları yıllar önce bir anda kaybolup gittiler. Maalesef eski eser kaçakçıları caydırıcı ceza almıyorlar. Soyulan, avizeleri, şamdanları, para eden (!) tüm yadigârlar çalınıyor. Bir çini çalmak için onlarca çiniye zarar veriliyor. Köy mezarlarından tarihi mezar taşları çalınıp duruyor. Bu kültür katliamcılarına verilen cezalar çok komik olduğu için çeteler icraatlarına devam ediyorlar. Diğer yandan aşırı göçler şehirlerin ruhlarını yok etti. Rant uğruna sit alanları, sivil mimari örnekleri yok ediliyor. Çok katlı iş merkezi dikmek için tarihi camiler, Doğan Bey Camisinde olduğu gibi yerinden kaydırılıyor; yıkılıp, yeniden yapılıyor. Yada Diyanet vakfı, eski bir hazire üzerine bina dikmekte beis görmüyor. Osmanlının kentleri ticaret, yerel sanayi merkezleri olduğu kadar, birer eğitim ve kültür merkezi özelliği olarak çevrede yaşayanlar için çekim merkeziydiler. Nahiye (karye), kaza gibi yerleşimler ticari yollar üzerine veya yakınlarını kurulurdu. Kentlere gelenler at, katır, eşek, deve, at veya öküz arabalarını kullanırlardı. Tabiî ki çoğunlukla binek tabir ettiğimiz at-eşek ve katır kullanılırdı. Binek hayvanlarına da çuval, küfe, büyük heybeler konularak ticari mallar taşınırdı. Bunların üzerine de binmek, inmek gerekiyor. Herkeste bir sıçrayışta bineğine binecek süvari yeteneği yok. Rus Beyzadelerinin at uşakları varmış, beyleri ata bineceği zaman atın önüne yatarlarmış. Beyleri de üzerlerine basıp atına binermiş. Hanların, çarşıların, önemli meydanların olduğu yerlerde gelen-giden insanların rahatça bineklerine binmesi için binek taşları konulmuştur. Kimisi, küçük bir sütun, kimisi merdiven şeklinde; çok basit, kimisi, kimisi çok süslü çeşit, çeşit binek taşları yapılmış ki insanlar rahat etsinler diye. Hanlar, hamamlar, eski çarşılar birer birer yıkılıp, giderken yanlarında binek taşlarını da götürdüler. Meydanlar düzenlenip, yenilenirken dozerler kalanları da yok ettiler. Bursa’nın son binek taşı yıllardır aynı yerde duruyor. Kendisiyle 1992 yılında tanıştım. Heykel semtinde, Hoca Alizade Mahallesi’nde oturduğum evin sokağındaydı. Necati Bey Kız Meslek Lisesi’nden aşağıya inen caddeyle, oturduğum Beğendi sokağın birleştiği köşedeki ahşap evin önünde asırlara meydan okurcasına duruyor, Sadece yolun her asfaltlanmasında biraz daha gömülüyordu. Bir gün ahşap evin çökmüş olduğunu gördüm. Aylar sonra enkaz temizlendi, boş arsa tahta perdeyle çevrildi. Kısa sürede tahta perde çeşitli afiş ve ilanlarla doldu. Binek taşı mahzun, mahzun geçen zamana şahitlik ediyor, belki de “Son günlerim geldi” diye düşünüyor. Yakında inşaat izni alınır, temeli kazacak dozerin kepçesiyle kırılacak, molozları taşımak için gelen bir kamyona yüklenerek kaybolan diğer taşların akıbetine uğrayacak. Bursa’yla ilgili diğer yazılarımı www.belgeseltarih.com sitesinden okuyabilirsiniz.
- ŞİİR NOTLARI-4
Dağa baktım, onu gördüm teninden savrulan ıtır çamlara mı akrabaydı? Son virajlarındayım ömrün ötesi sonsuz uçurum kanatsız kuşlar ülkesi Günlerin hengamesinden öyle usanmıştım ki giderayak çıktı karşıma Sessiz türküler içindeyim öpmeden ölmek yasak fesleğenin gözlerini Dalgalar bir yandan şarap bir yandan baharca dolsun ömrüme Sakla beni Tenedos dudakları üzüm kokan bağlarının arasında Ahşap bir masada bekleyene ıssız adamdan armağan suları menevişli yaz bırak …
- YAZGILI
Biten bitmeye yazgılı, Kalan kalmaya Avuç avuç sunduğum güzellikleri Paçalarımdan zar zor topluyorum şimdi Hayatımızın düşüncelerimizden oluştuğunu söylemiş Buddha, İyi niyetin henüz sömürülmediği çağlarda Ey Mara’nın yolcusu, bencil günahların Kötülükler doğuran yanılgının heveslisi, Çıkar o kutsal elbiseyi! Sen ayaklarınla çiğnerken güzellikleri Talih kolundan tutuyor Eskimiş bir kör bıçaksın Maya’nın sahte oyunlarında Hani deneyimler olgunlaştırırdı insanı? Sen büyümemişsin hâlâ
- Ah eşeklik Vah eşeklik!
Semer, eşeğin yük ya da insan taşımak için sırtına vurulan palandır. Bir atasözümüze göre, eşeği dövemeyen semerini döver. Ünlü bir sözde şöyle deniliyor: “Bir biri size eşek diyorsa kulak asmayın ama giderek beş kişi eşek diyorsa, artık kendinize bir semer almanın zamanı gelmiş demektir.” Ortalıkta semersiz dolaşan eşekler bu öğüdü niye dinlemiyorlar acaba; yoksa semercileri zengin etmekten mi korkuyorlar? Ziya Paşa da kötü asıllı kişilerin üniformayla, büyük mevkilere gelmesiyle eşeklikten kurtulamayacaklarını vurguluyor ve altın işlemeli semer vursan eşek yine eşektir, diyor. Sami N. Özerdim, “İnsan Bu, Bilinmez” yazısında bu konuya bakın nasıl değiniyor: “Ziya Paşa, ‘Zerduz palan ursan eşek yine eşektir” demiş. Yanılmış. Eşeğin sırtındaki palanın cinsinden hiçbir zaman haberi olmaz. Gerçekten, o her zaman eşektir. Ama bilinen erdemleriyle! Kimseyi küçümsemez. Ne genel yazman tanır- daha doğrusu takar- ne de genel müdür! Kime böbürlenmiş ki eşek? Kime tepeden bakmış ki? Biz insanların budalalığıdır hayvanlara sataşmak!” Eşek deyip geçmeyin. Bakın ne olmuş: 1938 yılında Milton kasabasının belediye başkanı, seçmenlerin düşünmeden, sonuçlarına aldırmadan, laf olsun diye oy kullandıklarını kanıtlamak için bir eşeği aday gösteriyor, oy pusulasına da eşeğin resmini koyuyor. Seçim günü eşek, oyların yüzde elli birini alarak seçiliyor… Çok şükür, bizde böyle eşeklik yapan yok!
- ŞİİR NOTLARI-3
-3 Son ilmeği atıyor hüzün Bestenigâr makamında bir güz iniyor sulara Ömrüme giysiler biçiyorum sonsuzun kumaşından Dalgalar derine dalıyor ben gönüllü vurgunlara Hangimiz deriniz ey güzel su? koynunda uyuyacağım tenin cehennem olsa da Baharın kapısında bizden uzaklaşan fırtınalı o ırmakta kaldı aklımız aşkın imbiğinden süzüleni sorar gibisin …
- EKSİK KALIŞLAR
Bugünün eksik kalışları Yarım kalacakların emaresi Hayali zihninde oldurana Başlayanı bitirmek haram Ezelden iyi niyetli Doğarken tutunmuş olumluya Benliğini törpülemeye hazır Devleşen mâşuğun karşısında Etrafımı sardığın fanusun parçaları Tuzla buz ayaklarımın altında Yürüdüm tabanları kanasa da Aslında hiç başlamamıştır Yarım kalan Her çaba beyhude bir yara Cümlelerin sivri diken Batıyor en ücra noktalarıma İnsan en fazla kaça bölünür Kesilince ortadan? Kanıyorum darbelerinden Gözlerimde yaşlarla Ağlayan henüz vazgeçmemiştir Umut bazen en büyük cefa
- EZGİLERİ SUSTURULAMAYAN BİR YÜREK: RUHİ SU
“Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi”… Çarpık düzen ve bununla birlikte halk kültürünün yozlaşmaya yüztuttuğu bir dönemde bütün zorlukları göze alarak geçmişin direncini taşıyan kültür mirasını sahiplenen ilk isimdir Ruhi Su. Halkıyla bütünleşmek, sanatçı yönüyle toplumsal sorunlara karşı bilinç uyandırmak adına çıktığı bu zorlu yolda kendisine ödetilen bedel baskı ve yıldırmalarla geçen koca bir yaşam olmasına rağmen çok iyi bildiği ve geliştirmeyi başardığı geçmişten aldığı direniş geleneği onurlu duruşundan hiç ödün vermemesini sağladı. Aramızdan ayrıldığı 20 Eylül 1985’ten bugüne tam 20 yıl geçti… Muhalif müziğin sesi 1960’larda yükselir. Köroğlu, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi ozanlara dayanan muhalif halk müziği geleneği o yıllarda yeniden etkinliğini Ruhi Su sayesinde sürdürür. Dünya müziği ve geleneksel halk müziği arasında bir köprü kurma misyonunu başarıyla yüklenen usta ozan sergilediği devrimci duruşuyla da tıpkı Pir Sultan gibi, Dadaloğlu ve Köroğlu gibi egemenlerin hedefi olur. 1951 yılında tutuklanıp aylarca işkenceler görür. Tam 5 yıl değişik hapishanelerde tutsak edilir. Sonra sürgün, gözaltı… Yurt dışına tedavi görmek için gitmesini bile engellerler. Bugün az sayıda devrimci sanatçının örnek aldığı Ruhi Su hala bu devrimci duruşun, direnişin en başta gelen sembollerinden birisidir. “Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyordum” diyordu her şeye karşın Ruhi Su bir yazısında. Bir ülkenin suyu ve toprağı kadar değerli varlığı olan türkülerine baskı görenin yanında saf tutarak sahip çıkmıştır… Ruhi Su yaşamını da karşısına dikilen bütün güçlüklere ve engellemelere karşın bir sanat yapıtına dönüştürebilen bir insandı. Görkemli başarısında geçmişten bir başka halk sanatçısında övdüğü sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratma gücüne olduğu kadar halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmeyeceğine duyduğu inancın da payı büyüktür. 1912 yılında Van’da doğmuştu. Anasını, babasını hiç görmedi. Çocukluğu Adana’da, Çukurova’da, Toroslar’da geçti. Van’dan Adana’ya bir aileye geldiğinde çok küçüktü. Ailesi çok yoksuldu. Altı yaşına geldiğinde Adana’yı Fransız ve İngilizler işgal etmiştir. Bu yüzden Toroslara sığınırlar. Oradan oraya göçerler. Sonra tekrar Adana… Asıl adı Mehmet olan Ruhi Su 10 yaşındadır o zaman. Sonra bir öksüzler yurduna verilir. O günden sonra da hep yatılı okur. Müzik yaşamı da öksüzler yurdunda başlar. 1925 yılında Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştu. Türkiye’deki tüm öksüzler yurtlarına bir bildiri yollanır, “müziğe hevesli, istidatlı çocukları bize yollayın” denir. Bu sınavlara girip kazanır Ruhi Su. Ama Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir başka tamim daha gönderilir, “okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek” diyorlardı bu kez. Ruhi adı da Adana’dan ayrılmadan önce muayene sırasında doktorlar tarafından konmuştu Ruhi Su’ya. Askeri lisedeyken çalıp söylemeye, bir yandan da sevmediği askeri okuldan ayrılmanın yollarını aramaya başlamıştır. Okuldan kaçıp Ankara’ya gider. Cebinde sahte bir kimlik, yüreğinde sonsuz bir sevinç ve umutla gittiği yolun sonunda yanında iki inzibatla İstanbul’a döner. Kaçtığı için hapsedilmiştir. Daha sonra çürüğe çıktığından Halıcıoğlu Askeri Lisesi ile ilişkisi kesilir, Adana’ya, öksüzler yurduna geri gönderilir. Oradan da Adana Öğretmen Okulu’na… Müzik sevdası ağır basmıştır Usta’nın. Ankara’daki o tek müzik okuluna gitmeyi düşler. Adana’da o yıllar yaz geldiğinde öksüzler yurdunda kalan çocuklar evlerine gönderilirdi. Evi olmayanlar da Konya’ya aynı okula gönderilirdi. Orada Ruhi Su’nun sesini duyan okul öğrencileri “mutlaka Ankara’ya gelmeye bak” demişlerdi Ruhi Su’ya. Birisinden bir keman ödünç alıp bir otel odasında gece gündüz çalışır. Sınav günü gelip çatınca girdiği her dersin sınavını başarıyla verip sonunda Ankara Müzik Öğretmen Okulu’na girer. Orta Eğitim Müdürü büyük eğitimci Hasan Ali Yücel’dir o yıllar. 1936’da Ankara’da Riyaseti Cumhur Orkestrası kurulmuştur. Ankara Müzik Öğretmen Okulu’nu bitiren Ruhi Su da girer konservatuvara, 1942 yılında opera bölümünden mezun olur. Radyolarda türkü söylemeye başlar. Radyodaki programları çok tutulur. Radyo programları tutulmasına tutulmuştur ama senin için şöyle şöyle diyorlar diyenler halk türkülerini söyleyen, seslendiren Ruhi Su’yu, 1952’de hem radyodan hem de operadan kopartmışlardı. 1952 yılında cezaevine girer, 5 yıl hapis yatar. Siyasal düşünceleri yüzünden girdiği cezaevinden 1957’de çıkar. 1960’ta İstanbul’da türkü söylemeye başlar. Bu sıralarda “Bitmeyen Yol” filminde söylediği türküdeki Serdari’nin “Halimiz ne olacak kısa çöp uzundan hakkını alacak” şeklindeki sözler hakkında kampanyalar açılmasına bile neden olacaktır. Sanat yaşamı boyunca 16 45’lik plak, 12 uzunçalar plak doldurdu. Kendi şiirlerinin yanısıra Nâzım Hikmet’ten, Türk halk ozanlarından ve diğer şairlerden çeşitli şiirleri besteledi. Şiir, yazı ve konuşmalarını 1975’te basılan “Ezgili Yürek” adlı kitabında topladı. Anısına hazırlanan “Ruhi Su’ya Saygı” kitabı da 1986’da yayınlandı. Ruhi Su “Halkımın desteğini gördüğüm için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım” diyordu. Genç yaşlardan başlayarak dünyaya bakış açısı sanatını, sanatçı duyarlılığı da dünyaya bakış açısını geliştirmiş, biçimlendirmiş ve güçlendirmişti. Yaşamı boyunca yılmadı. Sesi, sazı ve türkülerle yaşadı. 1985’te aramızdan ayrıldığında Türkiye halkına bağlılığını benzersiz bir eylemle, bu halkın müziğini evrenselliğe ulaştırarak kanıtlamıştı. Devrimci müzik nedir sorusuna karşılık “Halkın özlemleridir. Ekmekten aşka kadar halk neyin özlemini çekiyorsa odur” diyordu. Dadaloğlu’nda da, Köroğlu’nda da, Pir Sultan’da da bizim halkın özlemi, dertleri ve sorunları dile geliyor demişti. Ruhi Su da diğer bütün halk ozanları gibi halk kaynağından beslenmiş bir ozan. Ama bir farkla o bir yandan halk kültürünü araştırıyor, geçmişin şiirlerini, türkülerini ortaya çıkarıyordu. Bir yandan da bunları çağdaş bir yorumla halka sunmaya çalışıyordu. Ruhi Su’nun gür sesli yalın söyleyişi, türkülere bir canlılık, tazelik ve renklilik getirmiştir. Hem O’nun halka olan saygısını hem de halk kültürüne olan sevgisini ortaya koymuştur. Ruhi Su, 1960-1970’li yıllar arasındaki kuşağın bir kesiminin türkülere getirdiği yoz anlayışı kırmış, kan ağlayan ağıtlara, yiğitçe başkaldıran koçaklamalara, derin insancıllık yüklü nefeslere yeni bir soluk getirmişti. Çünkü Ruhi Su’nun sesi kabukları kırıp öze giden, özle sözü bir eden bir sesti. Halk türlü baskılardan türkülerde kurtulur, içini türkülerle döker. Ruhi Su’nun türkülere getirdiği katkı, yanıklığı uyanıklığa çeviren bir ses ve saza bile başını eğmeden, göğsünü gere gere bir söyleyişti. Yorumculuk yönüyle de öne çıktığı 1960’lı yıllardan sonra bir ekol haline gelmişti. 1940’larda başladığı müzik çalışmalarına da 1952-57 yılları arasında tutukluluk yüzünden ara verir. Türküleri bir konu çevresinde toplar ve toplumcu şairlerin yapıtlarını da besteleyip yorumlardı. 80 sonrası ortaya çıkan müzik gruplarında Ruhi Su’nun etkisi görülür. Ruhi Su’nun kendinden sonra gelenleri etkilemesinin nedeni türkülerdir. Diyar diyar gezip derlediği türküler… Ruhi Su’ya kadar türküler sadece o zamana kadar gelen, geleneklere bağlı kalan klasik bir yöntemle “derleme“ usulü ele alınıyorken Ruhi Su, müzikte çağdaşlaşma adına yorum ve derlemede farklı arayışlara girmiştir. O, ardından gelenlere halk türkülerinin alışıldık kalıpların dışında da sunulabileceğini kanıtlamayı bilmiştir. Türkülere kendinden bir şeyler katan Ruhi Su, birçok konuda türkülere titizlikle eğiliyor, tarihsel serüveni içinde köklerine inip bugüne taşıyordu. Her türküde koyduğu katkı geleneği gelecekle buluşturuyordu. Ruhi Su demek halk türkülerinin teorisini ve pratiğini birlikte ve en iyi haliyle işleyerek ortaya koymak demekti. Anadolu’nun geleneksel enstrümanı olan ince sazıyla bas-bariton bir ses bu kadar birlik ve beraberlik çağrıştırıp yakışabilirdi. Ruhi Su’ya göre ses müzikte en önemli ögeydi. Sözü söz eden meramı ifade de en başta gelendi. Bu nedenle çoksesli müzik arayışlarının başına “insan sesini” koymuştur. Onunki ne geleneksel olarak kısır bir halk seviciliği ne de körü körüne çağdaşlaşma adına batılı anlamda müzik anlayışı değildi. Anadolu’daki müzik kültürünün özüne sadık fakat halkın beğenisini yüceltecek bir eğilimdi. Müzikteki gelişme ve değişimi eğitime, bu alandaki zengin kültürel birikimin çağdaş kültüre dönüşmesine bağlıyordu. O’na göre bir yerde türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa, oradaki koşullar o oranda çoğalmış demekti. Türkülerden korkulması boşuna değildi. Halkı türkülere katmak, geçmiş kültürü çağın beğenisiyle ve diyalektik bir yöntemle yığınlara taşımak ve türkülerle tek ses olmaktı amaçladığı. Geçmişten yansıyanı bugünkü ile karıştırmak, günümüzde geçerli olan gerçek yaşamdan izlerle yaşatmak ve sonra haykırmak. Ruhi Su’dan yansıyan buydu işte. Bu yüzden sevilmişti Ruhi Su. Ve genç kuşakların belleklerinde bu nedenle yaşıyor. Ve bu nedenle ezgili yüreğinden taşan ses kulaklarımızda yankılanmaya devam ediyor. Ölümünden tam 20 yıl sonra bile… * Temel Kaynak: Ezgili Yürek, Ruhi Su, Adam Yayınları 1985.
- ASKER ÇOCUĞU
Babasını ilk kez sinemada görmüştü. Beş yaşında ya var, ya yoktu o zaman. Beyaz, büyük ağılda geçmişti bu olay. Koyunlar her yıl orada kırkılırdı. Arduvaz damlı bu ağıl, sovhoz evlerinin ta gerisinde, dağın eteğinde, yolun yakınındaydı. Hala duruyor yerinde. Ağıla, annesi Cihangül'le gelirdi. Sovhoz Postanesi'nde telefoncu olan annesi, her yıl koyun kırkma zamanında yardımcı işçi olarak çalışırdı orada. Bunun için yıllık iznini kırkma zamanına rastlatır, ekin ekme ve koyunların kuzulama dönemlerinde yaptığı fazla mesaileri de yıllık iznine ekler, böylece kırkma işinin son gününe kadar çalışırdı. Tabii bu iş için ek ücret alırdı ve bu da az sayılmazdı. Onun gibi bir asker dulu için, fazladan kazanılmış her kapik çok değerliydi. Gerçi ailesi kalabalık değildi, oğlu ve kendisinden ibaretti, ama, yine de bir aileydi ve bu ailenin de ihtiyaçları vardı: Kış bastırmadan yakacak odun, fiyatlar anmadan un tedarik etmesi, üstlük-başlık, ayakkabı ve daha birçok şey alması gerekiyordu... Evde çocuğa bakacak kimse bulunmadığı için onu da götürürdü çalıştığı yere. Çocuk için pek mutlu günlerdi o günler: Kırkıcıların, çobanların, uzun tüylü çoban köpeklerinin arasında, toza toprağa bulanarak, bütün gün koşar, oynardı. Ağılın avlusuna gezici sinemacıların geldiğini ilk gören, bu mutlu olayı bağıra çağıra herkese ilk duyuran o olmuştu: - Sinema geldi! Sinema geldi, sinema! Film ancak işten sonra ve hava kararınca gösterilecekti. O da bu saati, sabırsızlıktan çatlayacak hale gelerek beklemişti. Beklediğine kavuşmuştu sonunda. Film, savaşı anlatıyordu. Ağılın dip tarafında, iki direk arasına gerilen beyaz perdede savaş başladı: Top-tüfek sesleriyle yer gök inliyor, füzeler vınlayarak ve ışıklı bir iz bırakarak yükseliyor, patlamalardan çıkan alevler karanlığı delik deşik ediyor ve ilerleyen askerler hemen yere yatıyorlardı. Sonra füzeler sönüyor ve öncü askerler kalkıp yine atılıyorlardı ileriye. Gecenin karanlığında makineli tüfeklerin tarrakası öyle şiddetliydi ki çocuğun nefesi kesiliyordu heyecandan. İşte savaş buydu! Çocuk ve annesi öteki seyircilerin gerisinde yün balyalarının üzerine oturmuşlardı. Perde oradan daha iyi görünüyordu. Çocuk, Sovhozun öteki çocukları gibi ön sıraya geçip yerde oturmak istiyordu, hatta öne geçmek için davranmıştı ama, annesi sen bir çıkışla engel oldu: - Otur yerinde! Sabahtan akşama kadar koşuyorsun, biraz da benim yanımda kal! Ve çocuğu kucaklayıp dizlerine oturttu. Projeksiyon aygıtı çıtır çıtır işliyor, savaş devam ediyordu. Seyirciler, sinirleri gergin, olayları izliyorlardı. Annesi derin derin iç çekiyor, arada bir korkuyla yerinden sıçrıyor, bir tankın namlusu üzerlerine döndüğü zaman onu daha çok sıkarak çekiyordu böğrüne. Yanlarında oturan bir kadın da, dilini şaklata şaklata konuşuyordu durmadan: - Aman Tanrım! Aman Tanrım, ne oluyor! Çocuk pek korkmuş değildi. Aksine Nazilerin vurulup düştüğünü görünce pek seviniyordu. Ama düşen bizim askerler olunca, az sonra kalkıp yine ilerleyeceklerini düşünüyordu onların. Genel olarak savaşta vurulup düşmeler pek eğlenceli, tıpkı çocukların savaş oyunundaki gibi oluyordu. Var gücüyle koşarken, birden çelme takmışlar gibi düşmesini o da biliyordu. Gerçi yüzü bacağı sıyrılıyor, canı yanıyordu ama bunun pek önemi yoktu. Az sonra yine kalkar, hiçbir şey olmamış gibi yine hücuma geçerdi. Ama, filmde vurulup düşenler bir daha kalkmıyor, düştükleri yerde hareketsiz bir karaltı, bir tepecik gibi kalıyorlardı. O, karnına bir kurşun yiyenler gibi düşmesini de biliyordu. Karnından vurulanlar hemen düşmüyor, elleriyle karınlarını tutuyor, sonra eğiliyor, ellerinden tüfeği bırakarak yavaşça yere yıkılıyorlardı. Bundan biraz sonra da, ölmediğini duyurarak yeniden doğruluyor ve saldırıya geçiyordu. Ama filmde, böyle düşenler de kalkmıyorlardı bir daha yerlerinden. Projeksiyon aygıtı çıtır çıtır ses çıkararak çalışıyor, savaş sürüyordu. Derken, ekranda topçular da göründü. Bunlar, yaylım ateşi altında ve toz duman arasında, bir tanksavarı bir vadinin yamacından yukarı doğru sürüklüyor, görerek ateş etmek için mevziye sokmaya çalışıyorlardı. Ama yamaç dik ve yüksekti. Göğün yansına ulaşıyordu neredeyse. Bu geniş, yüksek yamaçta, bir avuç topçunun çevresine ardarda mermiler düşüyor, koyu kara bir toz bulutu kaldırıyordu. O topçuların canlarını dişlerine takarak hareketlerinde, insanın yüreğini oynatan, gururla dolduran, aynı zamanda acı veren bir şey vardı ve korkunç, büyük bir olay bekleniyordu sanki. Tanksavarı yukarı çıkarmaya çalışanlar yedi kişi kadardı ve elbiseleri yırtılmış, lime lime olmuştu. Bu yedi kişiden biri Rus'a benzemiyordu. Eğer annesi uyarmasaydı çocuk bunu belki fark etmeyecekti: - Bak, bu senin baban! demişti annesi. İşte o andan itibaren o asker onun gerçek babası oldu. Ve sonra, film baştan sona, onun babasından söz etti. Asker babası gençti. Sovhozun gençleri gibi o da küçük boylu, yuvarlak yüzlü, keskin bakışlıydı. Ama, yüzündeki toz ve çamurdan dolayı gözlerinin parlaklığı bir tuhaf görünüyordu. Kasılmış, toplanmış, bir kedi gibi atılmaya hazırdı. Omuzunu tanksavarın tekerleğine dayayarak askerlerden birine yüksek sesle bağırdı: - Mermiler! Çabuk! Ve onun sesini, yeni bir güllenin gürlemesi yuttu. -Anne, benim babam mı o? -Ne dedin? Rahat dur yerinde! Kadın soruyu anlamamıştı. Çocuk üsteledi: -Ama onun babam olduğunu söyledin bana! -Elbette, o senin baban, ama şimdi sus, başkalarını rahatsız etme! Kadın niçin öyle söylemişti? Amacı neydi? Belki düşünmeden, öylesine söyleyivermişti. Herhalde o asker ona kocasını hatırlatmış, çok etki¬lenmiş olmalıydı. O küçük budala da inanmıştı buna. Öyle duygulanmış, bu birdenbire gelen ve o güne kadar tatmadığı sevinç onu öyle coşturmuştu ki, şimdi asker babası ile övünüyor, çocuksu bir gururla dolup taşıyordu. İşte babası bu idi ve baba dediğin de böyle olurdu! Öbür çocuklar bazen ona babası olmadığı için takılıyorlardı ama, babası vardı işte! Görsünlerdi şimdi! Çobanlar da görsünlerdi! Bu çobanlar, dağdan dağa göçen bu insanlar., çocukları hiç anlamıyorlardı. Oysa koyunları kırkma merkezine getirmeleri için onlara yardım eder, boğuşan köpekleri ayırmak için koşar, ama onlar hep soru sorarlardı. Ne kadar çoban varsa hepsi de aynı soruyu sorardı: -Hey yiğit, adın ne senin? -Avalbiyek. -Peki, kimin oğlusun? -Toktosun'un oğluyum ben! Çobanlar önce Toktosun'un kim olduğunu bilmezlerdi. Atlarının üzerinden eğilir: - Toktosun mu? Hangi Toktosun? derlerdi. Annesi soranlara böyle cevap vermesini istemişti. Artık gözleri görmeyen ninesi de babasının adını asla unutmamasını emretmişti ona. Hatta bunun için kulaklarını da çekiyordu acımasız kadın... - Hımm, dur, dur hele, demek sen telefoncunun, postanede çalışan kadının oğlusun? -Hayır, diyordu çocuk, ben Toktosun'un oğluyum! Çocuk böyle cevap vermekte direnince, çobanlar da yavaş yavaş durumu kavrıyorlardı: - Doğru ya, sen Toktosun'un oğlusun. Yiğit bir çocuksun sen. Bakalım. babanın adını biliyor musun diye sınamak istedik seni, sakın gücenme yiğidim. Biz bütün yılı dağda geçiriyoruz, siz çocuklar da ot gibi çabuk büyüyorsunuz, tanımak zor oluyor doğrusu. Sonra çobanlar kendi aralarında konuşup onun babasını hatırlamaya çalışırlardı. Toktosun pek genç iken gitmişti cepheye, birçoğu onu unut¬muştu bile. Ama dünyada bir çocuk bırakmış olması yine de iyi bir şeydi. Çünkü niceleri henüz evlenmeden cepheye gitmiş, orada kalmış ve adlarını yaşatacak bir evlat bırakmamışlardı. Annesi çocuğa "Bak, işte senin baban" diye fısıldadığı anda, ekranda¬ki asker onun gerçek babası olmuştu artık. Çocuk onu şimdi öz babası olarak düşünüyordu. Gerçekten de o asker, babasının cepheden gönderdiği resme çok benziyordu. O fotoğrafı sonradan büyüterek camlı bir çerçeveye koymuşlardı. Ve Avalbiyek babasına bir oğulun gözleriyle bakıyor, çocuk kalbi o güne kadar buruk bir sevgiyle doluyordu. Filmdeki babası da sanki oğlunun hiçbir hareketini kaçırmadan kendisini seyrettiğinin bilincindeydi. Ve sanki ekrandaki kısa hayatında görünerek, oğlunun kendisini hatırlamasını, artık bitmiş olan o savaşta ölen babasıyla gurur duymasını istiyordu. O andan itibaren savaş, küçük çocuk için eğlenceli olmaktan çıkmıştı, insanların vurulup ölmeleri hiç de komik değildi. Hayır, asla bir oyun değildi savaş! Çok daha ciddi, kaygı verici, korkunç bir şey olmuştu savaş onun için. Ve hayatında ilk kez bir yakını için, her zaman yokluğunu hissettiği bir adam için korkuyordu. Projeksiyon aygıtı çıtır çıtır sesler çıkararak çalışıyor ve savaş devam ediyordu. Gözleri önünde tanklar hücuma geçiyor, tırtıl tekerlekleriyle toprağı yararak, dehşet saçarak ilerliyor ve ateş ediyorlardı. Bizim topçular olanca güçleriyle tanksavarı itiyor ve çocuk oturduğu yerde "Daha çabuk! Daha çabuk! Tanklar geliyor!" diye çırpınıyordu. Sonunda tanksavarı istedikleri yere çıkardılar ve fındık ağaççıklarının arasına yerleştirdiler ve başladılar tanklara nişan alarak ateş etmeye. Tanklar da karşılık verdi. Çok tank vardı ve durum korkunçtu. Çocuk kendisini savaşın ortasında, bomba sesleri ve ateş çemberi içinde hissediyordu. Tanklar kara bir duman çıkararak yandığı, tırtıl palet¬ler parçalanıp oldukları yerde kör kör dönmeye başladıkları zaman, hop oturup hop kalkıyordu annesinin dizleri üzerinde. Ama tanksavarın yanındaki askerlerden biri vurulup düşünce, kımıldamadan, top gibi büzülerek öylece kalıyordu. Sayıları gittikçe azalıyordu topçuların. Annesinin yüzü kıpkırmızı, gözyaşları oluk oluktu. Projeksiyon aygıtı çıtır çıtır çalışıyor, savaş devam ediyordu... Şimdi çarpışmaların en çetin, en amansız anları başlamıştı. Tanklar gittikçe daha çok yaklaşıyordu. Babası, tanksavar başında kuytuya eğilmiş, sahra telefonunun ahizesine bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu ama o uğultu ve gürlemeler arasında söylediklerini duymak ne mümkün! Bu sırada tanksavarın yanındaki erlerden biri daha vuruldu. Vurulup düşen asker tekrar doğrulmak istedi ama doğrulamadı. Siyah-beyaz filmde kapkara görünen ve toprağa yayılan kendi kanları üzerinde uzanıp kaldı. Şimdi topun başında sadece iki kişi kalmıştı: Babası ve bir asker daha. Topu ateşlediler, sonra arka arkaya iki atış daha yaptılar. Ama tanklar durmuyor, saldırıdan vazgeçmiyordu. Bir mermi topun tam yanına düştü. Düştüğü yerde önce alevler görüldü, sonra koyu karanlık... Bu kez yerden yalnız bir asker kalka¬bildi. Bu, onun babası idi. Babası tek başına geçti topun başına. Mermiyi sürdü ve ateş etti. Son atıştı bu. Yeni bir patlamanın tozu dumanı doldurdu ekranı. Top isabet aldı ve parçalanıp fırladı yan tarafa. Ama babası hala sağdı. Düştüğü yerden yavaşça kalktı ve tanklara doğru yürüdü. Yanıklar içindeydi. Lime lime olmuş elbisesinden dumanlar çıkıyordu. - Dur, baba, dur! Geçemeyeceksin oradan! Babası el bombasını kaldırdı, bir an öyle durdu. Yüzü nefret ve acıdan allak bullak olmuştu. Annesi oğlunu öyle güçlü sıkmış, göğsüne çekmişti ki, çocuğun nefesi kesilecekti neredeyse. Annesinin kollarından kurtulup babasına doğru atılmak istedi ama, üzerine yaylım ateşi açılan babası, olduğu yerde, kesilen bir ağaç gibi devrildi, yuvarlandı. Yine de kalkmak isterken sırt üstü düştü, kolları iki yana açılmış olarak öylece kaldı... Projeksiyon aygıtı sustu. Savaş bitmiş, film de bitmişti. Projeksiyonu çalıştıran adam ışıkları yaktı ve filmi makaraya sarmaya başladı. Ağıl ışığa boğulunca seyirciler gözlerini oluşturdular, sinema ve savaş dünyasından gerçek hayata geçtiler. O sırada çocuk yün balyasının üzerinden yuvarlanıp indi ve başladı sevinç çığlıkları atmaya: - Hey çocuklar, gördünüz mü, o benim babamdı! Benim babam! Babamı öldürdüler!... Böyle bir davranışı kimse beklemiyor, ne olduğunu, niçin böyle yaptığını kimse anlamıyordu. Küçük çocuk zafer naraları atarak, perdeye, çocukların oturduğu ilk sıraya doğru koşuyordu. Arkadaşlarına onun babası olduğunu kanıtlamak ve onların yargısı en önemli şeydi onun için. Babasını daha önce hiç görmemiş olan bir çocuğun neden böyle bir kutlama, sevinç coşkusu içinde olduğunu hiçbiri anlamamıştı henüz. Herkes, hiçbir şey anlamadan susuyor, şaşıp kalıyor ve omuz silkiyorlardı. O sırada projeksiyoncunun elinden film kutusu düştü, madeni bir ses çıkardıktan sonra yuvarlanıp ikiye ayrıldı. Ama bu olay da kimsenin dikkatini çekmedi. Hatta projeksiyoncu bile onu düştüğü yerden almak için acele etmedi. Ama o, ölen askerin çocuğu, bağırmaya devam ediyordu: - Gördünüz değil mi? O benim babamdı işte! Onu öldürdüler! İnsanlar şaşkın ve sessiz durdukça o coşuyordu. Onların niçin kendisi gibi sevinmediklerini, babasıyla gurur duymadıklarını da anlamıyordu çocuk. Onun bağırmasına canı sıkılan yetişkinlerden biri: - Şşşt! Yeter artık, öyle konuşma! dedi. Bir başkası da ona karşı çıktı: - Ne yani? Babası cephede ölmemiş miydi? Belki söyledikleri doğrudur. . Bir öğrenci de ona işin doğrusunu söylemeye karar verdi: - Ne diye bağırıp çağırıyorsun? O senin baban değil, sadece bir aktör! İstersen sinemacıya sor! Büyükler çocuğun güzel ama buruk hayalini kırmak istemiyorlardı. Projeksiyoncunun doğruyu söyleyeceğini sanarak dönüp ona baktılar. Ama projeksiyoncu duymazlıktan geldi, burnunu aygıta sokmuş, çok işi varmış gibi onunla uğraşıyor ve hiç ses çıkarmıyordu. - Hayır, o benim babamdı, öz babam! dedi çocuk. Asker çocuğu iyice coşmuş, yatışmıyordu. Yanındaki çocuk sordu: -Senin baban mı? Hangisiydi o? -Elinde bir bomba ile tankın üzerine yürüyen! Onu gördün değil mi? Vuruldu ve şööyle düştü.. Böyle derken kendini yere atmış, babasının nasıl vurulup düştüğünü göstermişti. Tıpkı onun gibi yapmış, ekranın önünde, kollarını iki yana uzatarak sırt üstü yatmıştı. Seyirciler gülmekten kendilerini alamadılar. Ama çocuk gülmüyor, gerçekten ölmüş gibi öylece yatıyordu. Rahatsızlık veren bir sessizlik oldu yine. Bunun üzerine yaşlı çobanlardan biri suçlayan bir sesle: - Hey Cihangül! Ne demek oluyor bunlar? Aklını mı kaçırdın sen! diye bağırdı. O sırada, üzgün, ciddi, gözleri yaşla dolu Cihangül'ün oğluna doğru yürüdüğünü gördüler. Kadın çocuğun yanına geldi, onu kaldırdı ve yavaş bir sesle: - Kalk yavrum gidelim, evet, o senin babandı, dedi ve onu ağıldan çıkardı. Gökte ay epeyce yükselmişti. Uzakta, lacivert karanlığın ötesinde, dağların beyaz dorukları görünüyordu. Aşağıda ise uçsuz bucaksız bozkır, uçsuz-bucaksız kara bir uçurum gibi dinleniyordu. İşte o sırada ve hayatında ilk kez, çocuk bir yakınını yitirmenin acısını duydu birdenbire. Babası cephede vurulup öldüğü için, haksızlığa uğramışlığın isyanı, mutsuzluğu, dinmez üzüntüsü kapladı içini. Annesine sarılıp onunla birlikte hüngür hüngür ağlamak istedi. Ama annesi hiçbir şey söylemiyor, o da onun yanında göz yaşlarını geri çevirerek, yumruklarını sıkmış sessizce duruyordu. Uzun zaman önce savaşta ölmüş babasının, o andan itibaren onunla, onun içinde yaşamaya başladığını anlamıyordu çocuk. (Bütün Eserleri 7, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1992)
- şiir notları
Hiç mi yanmadı ‘ruh ikizim’ diyen öpülesi dudakların Cehennem bir yüreğe su olduğunu sanırdım Ay sabaha dönerken sarmaşığın aşk hali dökülürdü dilinden Ömrüme sarılan gözlerine en saf yanımla inanırdım
- G E L İ N C İ K Y A
1. Ben İlkokulda, kalbimi gelinciklere yaklaştırmada birinciydim. O zaman daha, Konya, Konya olmamıştı: Siyah beyaz fotoğraftı uzayda, danseden dervişlerin yüzü hariç: Çünkü onların yüzleri ve ayakları gelincik yapraklarıyla ovulmuştur, daha iyi dönsünler diye. 2. Hangi sokağa, hangi parka çarpsam, bir şey olmazdı bana: Çünkü benimle çarpıştığında her şey, bembeyaz bulut olurdu: Bu yüzden yumuşacıktır, İzmir’in sokakları ve parkları. İzmir zaten her gece uzaydan dünyaya dökülen yıldız tozları değil midir? 3. Çok meraklı bir çocuktum ilkokulda, her deliğe parmağını sokan. Kuran kursundan bile attılar beni, her şeyin anlamını sorduğum için: -Dinozorlar artık neden uçamıyorlar hocam? -Balıklar bizim abimiz mi? -Gelincikler cumartesi günleri neden hep firarda? 4. Dünyanın en küçük camisi Bitez’de, şapka gibi asılı denize: geceleyin gizlice çaldım onu,şekerci dükkânından akide şekeri çalar gibi. Ya yakalansaydım, Allah kızar mıydı? - Portakal bahçesi mi yapardı beni? 5. Ne güzel! Tüm portakal bahçeleri kardeşim olurdu: Mandalina bahçeleri sevgilim, nar bahçeleri de kaçak aşkım. Ama biliyorsunuz, gelincik tarlaları bahçe değil, bıçaktır Yeryüzüne uzaydan fırlatılmış. 6. Ne zaman dahil oldum dünya nüfusuna bilmem. Belki de Atlas dağlarında at sırtında dolaşırken girdim dünyaya. Başka gezegenden çalındığım kesin. Bir gelinciğin içinden fırlatıldım dünyaya. 7. Babam sarışın bir süvari başçavuşu. Yıllarca gitti geldi eve, hiç atını ve yüzünü görmedim. Öldüğünü bile haber vermedi bana. İki kardeşi vardı, serbest güreşte dünya şampiyonu, 50’li yıllarda. Vurdular mı rakiplerinin sırtlarını mindere, kıvılcımlar çıkarırlardı: Sonra seyircileri selamlarlar, kulaklarının ardında bir çift gelincik. 8. En çok annemi sevdim ben, incecik esmer bir kadın: Gözleri ışıklı kahverengi, Ege ve dünyalar güzeli. Öptü mü beni, bulutlara çarpardı saçlarım. Elimden tutup Gelincikya’yı gösterdi bana. Bu yüzden olsa gerek, ışıklı kahverengi gözlü kızlar titretti beni hep. Bir de gelincik ya. * maviADA ANILAR, OLİMPOS Dergisi,2010 Bahar