top of page

Arama Sonucu

"" için 3752 öge bulundu

  • SINIF ÖĞRETMENİ

    Tanzimat’ın ilanından dokuz yıl sonra 1848’de kurulan Öğretmen Okullarının geçtiğimiz 16 Mart’ta 170. yılını kutladık. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor! Mahalle mektebi ve Medrese’nin devirlerini doldurdukları ve toplumun ilerlemesinde ayak bağı oldukları bir dönemde açılan öğretmen okulları, ülkenin çağdaşlaşmasında ve toplumun modernleşmesinde Tıbbiye ve Mülkiye ile birlikte öncü bir rol üstlendiler. Türkiye’de öğretmen tipini yakın zamana kadar kafasında aydınlık düşünceler taşıyan kadın ve erkek öğretmenler temsil ederlerdi. Tevfik Fikret’in daha 1910’da yazdığı Darülmuallimîn Marşı’ndaki ifadeyle “Düşünce ordusu, bilgi ordusu, ışık ordusu” idiler. İsmail Hikmet Ertaylan’ın “Öğretmen Marşı”nda alınlarında bilgilerden bir çelenkle, cehalete karşı candan bir savaş açmışlardı. Şimdi de öyle midir? Öğretmenliğimiz ne haldedir? İyi yetiştiriliyorlar mı; öğrencileri için gerekli özveriyi gösteriyorlar mı? İdealleri nedir? Yoksa Türkiye’de öğretmenlerin artık bir idealleri yok mudur? Eski öğretmenler, durumdan hoşnut olmayan veliler yalnız 16 Mart anmalarında değil, dost ve arkadaş sohbetlerinde de epeydir bu sorulara yanıt arıyor. 17 Mart günü Ulusal Eğitim Derneğinde biri emekli, biri çalışan iki öğretmenin ve iki öğretmen adayının katıldığı toplantıda konu ele alındı. Biz dinleyicilerinden bazıları da soru ve görüşlerimizle katkı yapmaya çalıştık. Orada birkaç dakikada özetle dile getirdiğim görüşlerimi burada biraz daha açarak anlatayım: SINIFIN ÖĞRETMENİ “Malum olduğu üzere” diyeceğim ama malum olduğundan o kadar da emin değilim. Çünkü öğretmenlik hakkında söylenen hamasi sözler ve geçmişe özlem genellikle bu “sınıfın öğretmeni” kavramının üzerini karartıyor. Bu arkadaşlar öğretmenleri “Cumhuriyet’in öğretmeni” ve “cumhuriyet’in öğretmeni olmayanlar” diye ikiye ayırma alışkanlığındadırlar. Bu öğretmen tiplerinin hangi sınıfın öğretmeni olduğu üzerinde durulmaması, toplumun en yalın bir gerçeği olan “sınıf” kavramının öcü gibi görülmesindendi. Fakat bu yasaklar kalkalı çok oldu. Şimdi daha sosyolojik kavramları kullanmamız gerekmez mi? Siyasi iktidarla eğitim arasında kopmaz bir bağ vardır. İktidarı ele geçiren her sınıf, bu iktidarı ayakta tutacak kuşaklar yetişmesini ister. Bunu yapacak olanların başında da öğretmenler gelir. Muhalefette kalan sınıflar da -eğer kendileri için sınıf olabilmişlerse- iktidarın eğitim politikalarına direnirler. Günümüz politikalarından örnek verecek olursak, iktidardaki sınıf, Osmanlılığı diriltmeye fetih savaşlarında şehit olmaya can atan, emir kulu kuşaklar yetiştirmeye çalışıyor. Bunu uygun gören öğretmenleri de el üstünde tutuyor, onları eğitim yöneticisi yapıyor. Eğitim sendikalarından en kalabalık olanı iktidarın dümen suyundaki böyle bir sendikadır! Bir de toplumun ezilen ve emekçi tabakalarını oluşturan sınıfların kendileri için sınıf olduğu bilincine ulaşmış kesimleri ve onların tarafını tutan öğretmenler var ki, fetih politikasından nefret ediyorlar. Halkların kardeşliğinden yanadırlar ve emekçilerin iktidara gelmesini savunuyorlar. Emeklilik ve meslek dışına atılmalar nedeniyle bunların sayısı giderek azalıyor ve baskı altında olduklarından seslerini de fazla çıkaramıyorlar. Öğretmenlik, çok uzun yıllar, taşıdıkları değerler bakımından iktidardaki burjuva sınıfının hizmetinde bir meslek olmuştur. Bu değerler, geçmiş ve halen de yaşamakta olan feodal değerlerden daha ileri bir toplumu temsil ederler ama o kadar. Daha ileriye gidebilen öğretmenler de vardı. Etem Nejat bunu daha 1921’de canıyla ödedi. Sabahattin Ali, emekçileri savunan görüşlerinden ötürü mesleğinden atıldı. Rıfat Ilgaz, 1940’larda “Sınıf” diye bir şiir kitabı yazdığı için aynı sonuçla karşılaştı. Sınıf yoktu! Sınıf tehlikeliydi! Sınıf yasaktı ama toplum gene de sınıflardan oluşuyordu. Bunlardan burjuva-bürokrat ve toprak ağaları iktidarda, köylüler, işçiler ve şehir küçük burjuvazisi tarlada, fabrikada, tezgâh baçında ve okuldaydı. Köy Enstitülerinde bazı çocuklar, içlerinden geldikleri köylülerin tarih boyunca sömürülüp ezildiğini dile getirmeye başladılar diye enstitüleri hizaya getirmek için önlemler aldılar. 1960’tan sonraki kitlesel uyanışta öğretmenlerin çoğu artık o eski hamasi nutukların öğretmeni değillerdi. Kendileri zaten emekçiydi ve ancak emekçi sınıfların çıkarlarına göre gençler yetiştirebilirlerse kendilerinin de toplumla birlikte kurtulacaklarını anladılar. TÖS başkanı Fakir Baykurt öğretmenlerin “devrimci tavırlı” kuşaklar yetiştirmekle görevli olduklarını anlattı. Sayıları azalmakla birlikte hâlâ o mirası koruyan öğretmenler var. Başımızdaki hükümet ve onun temsil ettiği sınıf, iktidarlarını devam ettirebilmek için eğitime olağanüstü önem veriyor. Bununla istediği kuşakları yetiştirebilecek midir? İşte bunun güvencesi yoktur. Çünkü o program, emekçilerin somut talepleriyle çatışıyor. HALKIN İLERİ ATILMASINA BAĞLI “İyi öğretmen” kuşağının kaybolduğundan yakınıyoruz. Bizim “iyi öğretmen”den kastımız, yalnız derse zamanında giren, ders materyallerini yerine göre kullanan, düzgün konuşan öğretmenle sınırlı olamaz. O, bütün hal ve hareketlerinde ezilenleri düşünen ve onların hak ve çıkarlarını genç kuşaklara aşılayan öğretmendir. Bunların sayısı azalıyorsa, bunun nedeni toplumdaki bozulmadır. Bu koşullarda umudu eğitim fakültelerine bağlamak boş bir hayaldir. Toplum, 1960’lardaki gibi zincirlerinden boşanırcasına ileri atıldığı zaman devrimci tavırlı öğretmenlerin sayısı da artacaktır. “Sınıf öğretmeni” bazılarının karikatürize ettiği gibi öğrenciler karşısında bir propagandist değildir. Onun hangi sınıfın öğretmeni olduğu bütün hal ve hareketlerinde kendini belli eder. Öğrenciler arasında uyguladığı adalet, demokrasi, onlara verdiği sorumluluk, gösterdiği ihtimam, birlikte çalışma alışkanlığı, araştırmaya yöneltmesi, onları ilerici kültürle tanıştırması geleceğin toplumunu yönetecek halkın öğretmeni olduğunun kanıtıdır. “Sınıf öğretmeni” yani halkın öğretmeni, taşıdığı heyecanla kendini çabuk yetiştirir. (19 Mart 2018) zekisarihan.com

  • Ben Öğretmenim

    Varsın buz kessin ellerim, ayaklarım Varsın kar, tipi, boranlar olsun yollarda Varsın patikalardan yürüyeyim. Varsın mayınlar olsun, Uçurumlar olsun kardelen yollarında Ben bilirim, aydınlık nasıl beklenir; arkama bakmaz yürürüm. Toprak çatlağı minik elleri, Solgun kırçiçeği yüzleri Harman yerlerindeki sarı başakları Tarlalardaki kara gözleri Ya da Işıltılı semtlerde sevgisiz büyüyenleri, Kalabalıklarda yalnız yaşayanları,… Ben bilirim, Karbeyaz düşleri saklı bende. Toprağa düşen tohum ne beklerse var olmak için, Okul yolundaki çocuk da onu bekler. Ben bilirim, Dağları,ovaları ve kentleri yeşertecek onlar Beyaz güvercinler olup barış için uçacak onlar. İlk öğrendiklerim hep aklımda: “ABC…, Ali koş. Zeynep ip atla. Umut erken uyan, aydınlığı yakala. Biz tüm insanları seviyoruz.” Ali de Ayşe’yi çok seviyor. Aliler, Ayşeler ne kadar çok severse birbirini Düşmanlıklar ve yalnızlıklar, O kadar uzak olacak dünyamızdan. Ben öğretmenim. Her şeyin başı sevgi,biliyorum. “Hepinizi çok seviyorum” ile Başlamalıyım her gün derslerime. Sözde kalmamalıyım. Gerçek olmalıyım: Derste, koridorda ve sokakta. Kedisine araba çarpan Mehmet ile üzülmeliyim, Fatma ile ağlamalıyım. Babası işten atılan Özgür ile simitimi paylaşmalıyım, İş ve aş için kafa yormalıyım. Barış,özgürlük ve adalet için şiirler yazan Umut ile coşmalıyım. Ezgi ile neşe dolmalıyım, Kelebeklerle yarış ediyor; Çiçeklere basmadan. Papatyaları suluyor, Karıncaların yollarını temizliyor. Yaralı bir ceylanla gözyaşı döküyor, Elif. Benim de gözlerim pınar olmalı. Fikriye, Arya, Tuğba ve Yağmur Hep bir ağızdan şarkılar söyleyip, Resmini yapıyorlar daha güzel günlerin. Kapıları, pencereleri sonuna kadar açmalıyım Kelebekler, güvercinler ve arılar olup kanatlansın Öğrencilerim. Rüzgarlarda salına salına Yağmurun, karın dinmesini beklemeden Güneşli bir gökkuşağı gününde gibi Çiçek ten çiçeğe konsunlar, Zeytin dalları götürsünler Silahların patladığı tüm ülkelere Ve buğday taneleri saçsınlar yoksulların topraklarına. Ben öğretmenim, Doğanın kara kalemiyim, tebeşiriyim Doğayı tüketmeyi değil Onunla dost olmayı, Yaşamı paylaşmayı öğretmeliyim. Bilirim ve öğretirim: Gerçek bilimde, Güzellikler felsefede ve sanatta, Gelişim özgür beyinledir. Bilirim ve söylerim: Ben ve emeğim özgürse Bilim, sanat,felsefe ve yarın özgürdür. Çocuğun karbeyaz düşleridir Benim sevgi dolu yüreğim Hem öğrenir hem öğretirim, Ben öğretmenim. * fazlası için bakınız, maviADA MÜZE *

  • ÖĞRETTİN Mİ?

    Sevgili meslektaşım, Öğretim yılı göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Sevgili öğrencilerinin ellerine karnelerini verip evlerine gönderdin. Dinlenmeye hakkın olduğu halde onlardan ayrılırken içinde bir yangı hissettiğine eminim. Öğretmenliği diğer mesleklerden ayıran da işte bu duygudur. Bir sınıfın veya bir dersin sorumluluğunu üstlenmiştin. Bir ders yılı küçüklerin minik ellerinden tutarak çizgi çekmeyi, harfleri yazmayı öğrettin, rakamları tanıttın. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme yaptılar. Şarkılar söylettin, resimler boyadılar, Ülkenin ve dünyanın geçirdiği maceralardan söz ettin. Yurdunun bölgelerini, komşu ülkeleri, kıtaları tanıttın. Haritalar çizdirdin. Fakat sevgili meslektaşım, onlara öğretmen gereken başka şeyler de vardı. Bir yıllık alın terini ve göz nurunu gözden geçirip bir değerlendirme yapman de gerekir? Şu sorulara yanıt vermek için: Öğrencilere mensup oldukları milleti tanıtırken, dünyada başka milletler de bulunduğunu, bütün milletlerin haklarının eşit olduğunu da öğrettin mi? Milli açgözlülüğün milletleri birbirine düşman hale getirdiğini, oluk oluk kanların akmasına neden olduğunu da öğrettin mi? İnsanlığın barış içinde bir arada yaşaması için beyinlerine ve yüreklerine insanlık tohumunu ektin mi? Öğrencilerine, toplumun sınıflardan oluştuğunu, sınıflar arasında büyük adaletsizlikler bulunduğunu, yoksulların insan haklarından yararlanamadığını anlattın mı? Onlara daima hak ve adaletten yana olmayı, zalimlere karşı mazlumların yanında saf tutmayı telkin ettin mi? Herkesin düşüncelerini özgürce dile getirmesi gerektiğini, düşüncelerinden ötürü kimsenin suçlanamayacağını, doğru görüşlere ancak tartışarak ulaşabileceğimizi öğrettin mi? İnsanlığın bütün buluşlarının ve bin yıllar boyunca yarattığı kültürün, sanatın kitaplarda bulunduğunu söyledin mi? Okuma alışkanlığı kazandırabildin mi? Kişilik sahibi olabilmeleri için ezberlemekten uzak durmalarını, kendine özgü düşünceler taşıyabilmelerini ve bunları savunabilmeleri gerektiğini hissettirebildin mi? Yurdumuz, halkımız ve bütün insanlığın sorunlarını dert edinen bir ülkü sahibi olabilmeleri, daha adil bir toplum ve daha temiz bir dünya için görev alacak bir bilinç aşılayabildin mi? HİÇ BİR ZORLUK SENİ ENGELLEYEMEZ Sevgili meslektaşım, Bütün bunları yapman için kimseden izin almam gerekmez. Hiç bir müfredat, hiçbir emir ve genelge senin bu görevleri yapmana engel olamaz. Eğitim ortamın ve ders kitapları yetersiz, velilerin bilgisiz ve ilgisiz olabilir. Bir fikir emekçisi olarak senin de sorunların bulunabilir. Hiçbir sorun, seni yarının Türkiye’sini kuracak insanlar yetiştirmeni engelleyemez. Değil mi ki öğretmensin ve değil mi ki senden feyz, seni kendine örnek alacak öğrencilerinle birliktesin. Senin sınıfa girişin, çocuklara ve gençlere seslenirkenki ses tonun, güler yüzlü ciddiyetin, disiplinli çalışman, sorumluluk duygun, sınıfta uyguladığın adalet, genç ruhlar üzerinde silinmez etkiler bırakır. Her durumda ve her koşulda, kutsal görevin devam ediyor. Genç beyinlere ekeceğin tohumların bir kısmı, bir mevsimde yeşeren bitkiler gibi kendini gösterir. Bazılarının meyvesini yıllar sonra alacaksın. Sorun çözmek istedikleri zaman senin tutumun gözlerinin önüne gelecek: “Öğretmenimiz olsa nasıl düşünürdü ve davranırdı?” diye akıllarından geçecek. Hayatın labirentleri içine dağılıp gidecek öğrencilerinin büyük çoğunluğunu belki bir daha göremeyeceksin ama sen onlarda yaşayacaksın. O zaman sen ve onlar, ders yılı sonunda öğrencilerin ellerine verilen başarı belgelerinden çok, bilimin gösterdiği yoldan ayrılmayan, aydınlanmış, hak ve adaleti elden bırakmayan bir toplum olmadaki çabalarınızla iftihar edeceksiniz. (16 Haziran 2019) Diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • ...ve Öğretmen Ölür

    -Halil Serkan Öz, müzik ve edebiyat sevdalısı bir matematik öğretmeniydi. 2015 yılının Nisan ayında, Yalova’da “kılık kıyafeti ve sakalı” nedeniyle vali tarafından öğrencilerinin önünde azarlandıktan kısa bir zaman sonra öğrenciler tarafından organize edilen “Öğretmene Saygı Yürüyüşü”nde kalp krizi geçirerek yaşama veda etmişti.- 21. yüzyılda yaşamakta olduğumuz şu tarihsel süreç, şüphesiz insanlık tarihinin günümüze kadar olanının biriktirilmesiyle oluşan tarihtir. Homo Sapiens’in tarih sahnesine çıkmasıyla canlılar dünyasında farklılaşma süreci de başlamış oldu. Akıl sahibi ya da aklını daha becerikli kullanabilen homo spiens, gelişen tarihsel süreçte elleri aracılığıyla toprakla ve çevresindeki nesnelerle ilişkilendikçe yani emekle tanıştıktan sonra insanlaşma süreci bir üst aşamaya geçmiştir. Biyolojik canlılığını sürdürme kaygısı birincil olan o günün insanı için karnını doyurma, hava koşullarından ve diğer hayvanların olası saldırısından korunmak için güvenli bir sığınaktan başka bir lüksü yoktu. Mutluydu, anlayacağımız. Yerleşik hayata geçilmesi ve emeğin gücü ve bilinci içerisinde ‘zoon politikon’ olan insan başka insanlarla birlikte yaşama ilişkileri de kazanıyor. Ötekiyle var olma bilinci onu daha mutlu, cesur paylaşımcı ve özgür kılmaya başlamıştır. İlkel toplum insanı tamamen doğa ortamında olduğundan çevresindeki insan ile birlikte tüm nesneleri kendinden sayıyor, değer veriyor ve paylaşıyordu. Ne hiyerarşi, ne iktidar mücadelesi ne de savaşlar. Savaş, birlikte beslenebilme, korunabilme ve topluluğun güle oynaya yaşamsal etkinlikleri için doğal işbirliği içinde çalışmaktı. Ne zaman ki işbirliği ve ortaklık bozuldu, mülkiyet ve iktidar ilişkileri başladı ve doğa ortamından kopuşlar yaşanmaya başladı; insanın değerleri de farklılıklar arz etmeye başladı. Kendini, içinde yaşayıp var olduğu doğanın bir parçası sayan ve bölüşen insan; köleci, feodal ve kapitalist toplum sistemleri içerisinde doğaya, kendi emeğine ve toplumsallığa yabancılaştırıldı. Diyalektik tarihsel süreçte içinde kendi edimlerini hızla sürdürmekten geri durmayan insan/insanlık, nihai özgürlüğe ulaşma mücadelesinden de hiç geri durmamaktadır. İlkel toplumun doğa koşullarındaki paylaşımcı ve barışçı temelini, gelişmiş bir üretim ve toplum ilişkileriyle örerek bölüşümcü, özgür ve demokratik yaşam ideali insanlığın büyük çoğunluğunun özde talebidir. Bu gerçek oluncaya kadar, yani ‘tarihin sonu’ gerçeği ile buluşuncaya kadar onurlu insanlık iddialarının peşinde olacaktır. Eğitim, öğretim alanındaki üretim de şüphesiz bu demokratik dönüşüm önemli bir kaldıracı olacaktır. Tarih sınıflar mücadelesinin tarihidir, ancak kozmozdaki tüm canlılar ile birlikte doğa ve tüm yaşam mekanlarının estetik korunumu için mücadele etmek kahramanlıktır. Kahramanlığı ‘salt kendi özgül isteklerinin dışına çıkma’ olarak ifade ediyorum. Tüm insanlığın ve doğanın faydasına olan kazanımlar örgütlü kitlelerin ortak çabasının ürünüdür elbet. Ancak mücadele eden henüz çoğunluk olmadığı için koşullar kahramanlığın özgürleştirdiği ve örgütlenme motivasyonu oluşturduğu koşullardır. Ortak insanlık talepleri ve gereği tüm insanlığın ortaklaştığı bir alan olana kadar kahramanlık kurumsal bir realite olarak varlığını sürdürecektir. Bu kısa insanlık tarihi özetinden sonra konuya gelelim. Ve Öğretmen Ölür! başlığı altında özellikle son 35 yıllık süreçte öğretmenin mesleki, kamusal, ekonomik ve sosyal konumuna kısa bir göz atmak istiyorum. Öğretmen profilini incelediğimizde, öğretmenlerin ve öğretmen adaylarının büyük çoğunluğunun yoksul ailelerden ya da orta kesim diyebileceğimiz ailelerden geldiğini görmekteyiz. Bunun temelinde de eğitim sisteminin çarpıklıklarının sonuçları da olsa, esasen gönüllülük ekseninde bir istektir, öğretmen olmak. Bizler öğretmenlik mesleğini, sadece hazır bilgileri aktaran ve siyasi iktidarların mevcudiyeti ve geleceği için istendik davranışlar aşılayan bir meslek olarak görmüyoruz. Öğretmenlik mesleğinin anlamı bizim nazarımızda her şeyden önce: ana okulu öğrencisinden itibaren kendimize eşit görme anlayışı içinde, empati gösterme, ortak duyu içinde olabilme, bilgileri paylaşma ve tecrübe fazlalığımızı günümüz anlayışı içinde geliştirerek çocuk ve gençlerin dengeli, sağlıklı, paylaşımcı ve mutlu birer toplum bireyleri olması içindir. Önceliklerimiz aydınlık yarınlar için, mazeretler üretmeden var olan koşulları sıcaklığımız, güler yüzlülüğümüzle inadına lehte bir duruma çevirerek, en üst düzeyde bilgi ve beceri kazanmış özgüveni yüksek, özgür, yaratıcı ve sorgulan toplumsal bireylerin yetişmesi için azami çabayı göstermektir. Bir taraftan mevcut koşullarda işimizi en iyi şekilde yaparken, gerek eğitim ortamlarının çağın gereklerine göre donatılması, gerekse öğretmenlerin özlük, ekonomik ve sosyal haklarının insanca bir seviyeye yükseltilmesi için mücadele etmekteyiz. Bu niyetle görev başında olan öğretmen arkadaşlarımız 12 Eylül askeri darbe öncesi ve darbe sonrasında mevcut iktidarların hep hedefi olmuştur. Gerici, ırkçı, piyasacı, mezhepçi, ezberci, biat eden ve nesneleştirici eğitim ortamının karşısında olduk her zaman. İlerici, çağdaş, kamusal, nitelikli, demokrat, bilimsel, dayanışmacı, toplumcu, öğrencileri, işgörenleri ve diğer çalışan personeli özneleştiren bir dönüşüm hedefi ile mesleğimizi icra ettik, ediyoruz. Bireyin,toplumun ve ülkenin faydası için sergilediğimiz praksis nedeniyle her dönem soruşturmaya, kovuşturmaya, sürgün ve görevden alınmalarla karşı karşıya geldik. Korkmadık, yılmadık. Biz korkup yılarsak, çocukların özgür gülüşleri tutsak olur çünkü. Ülkemizde her totaliter dönemde en çok saldırıya uğrayanlar arasında mutlak ikinci sırada biz öğretmenler olmuşuzdur. 12 askeri diktatörlüğü 3 bin 854 öğretmeni ve 120 öğretim görevlisini görevden alınmıştır. Yüzlercesi tutuklanmış, işkence görmüştür. Yasal dernekleri ve sendikaları kapatılarak yöneticileri cezalandırmışlardır. O dönemki öğretmen arkadaşlarımız da korkmamışlar, yılmamışlardır. Çünkü korku ve yılgınlık coğrafyamızı daha da karartacaktı. Ekonomik sorunlarını, borçlarını, sıkıntılarını öğrencilerden gizlemeye çalışan öğretmenler, çoluğuna çocuğuna ve evlerdeki diğer yakınlarına da yetebilmek için ek iş yapmak zorunda oldular. Mesai sonrası taksilerde gece sabahlara kadar şoförlük yapıp uykusuzluklarını gizlediler. Bazen de velileri müşteri olarak arabalarına bindiler, utandılar belki ama başları yere düşmedi. Pazarda, manavda ve otobüs bilet bürolarında çalışırken öğrencileri ile karşılaştılar üzüldüler, ancak başlarını yere eğmediler. Bu gerçekleri onlardan gizlemediler. Bu koşulları hep birlik olup değiştirebilme gücünde olunabileceğini yeri geldiğinde anlattılar. 1990’lı yıllarda kapitalist küreselleşme rüzgarlarının estiği koşulların güzellemelerine karşı gerçekleri, velilerine ve öğrencilerine anlattılar. Eğitimin, sağlığın ve kamu üretim yerlerinin özelleştirmelerine karşı uyarıları, bilinçlenmeyi ve karşı duruşu en etkin yapanlar yine benzer nitelikteki öğretmenlerdi. Okulları ticarethane, öğrenci ve velileri de müşteri gören TKY( Toplam Kalite Yönetimi) uygulamalarına, onlarca ad altında kamu okullarında öğrencilerden zorla para toplanmasına, ilkokullarda rant amaçlı dergi-kitap pazarlanmasına, hep karşı çıkan bizlerdik. Korkmadık, yılmadık. Çünkü temel insan hakkı olan hizmetler para ile satılıyordu. Öğretmenlik mesleğini ekonomik ve sosyal anlamda değersizleştiren anlayışlar bu değersizleştirmeyi normalleştirmek için daha da ileriye gittiler. Öğretmenleri güvencesiz olarak daha az bir ücret ve kısıtlı haklarla sözleşmeli, ücretli çalıştırmaya başladılar. Binlerce atanamayan öğretmenlerin seslerini, çığlıklarını duymak istemediler. Biz arkadaşlarımızın sesi olduk. Yoksa hepimizin sesi kesilecekti. Son on iki yıldır eğitimde mevcut uygulamalara ek yıkım uygulamaları geldi. Eğitim sistemi, atanan yeni idarecilerle, yeniden basılan kitapların diliyle, 4+4+4 okul sistemi ve okullara açılan mescitlerle çocuklar ve gençlik, özgür, demokratik, laik, kamusal ve evrensel eğitimin değerlerine yabancılaştırılmak istenmektedir. 4+4+4 uygulaması ile sermayenin hizmetine çocukların işgücü olarak terk edilmesi ve kız çocuklarının örgün eğitim dışına rahatça çıkabilme planlamalarıyla evlilik, yani çocuk gelinler olmaları teşvik edilmektedir. Karşı durduk, gaz yedik, coplandık, yerlerde süründürülüp, dövüldük, ancak korkmadık, yılmadık. Çünkü çocuk ellerinde nasırlar, çocuk ellerinde gelin kınaları utancına ortak olmadık! Akp iktidarı döneminde en çok itibarsızlaştırma amaçlı algı operasyonları öğretmenlere karşı uygulandı. Çünkü genç nesillerin bilgi, duygu ve tutum alışlarında öğretmenlerin konumu çok önemliydi. Bu yüzden korkutulmalı ve yıldırılmalıydı. İktidarın en önemli aracı olan şiddet sarmalı ile yaşam alanlarının her noktasında karşılaşmak olası hale gelmiştir. Akp’de öne çıkmış kimselerin öğretmenlere sarf ettikleri sözlerden örnekler verdiğimizde niyetlerini okumakta çok zorlanılmadığı görülecektir: “ Ateist, komünist öğretmenlerin defterini dürün” İzmir Milli Eğitim Müdürü Vefa Bardakçı “ 15 saat derse girip sonra pispirik oynuyorlar” Eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik “Ben öğretmen adaylarını Eminönü’nde bekleyen güvercinlere benzetiyorum. Bekliyorlar ki önlerine biri yem atsın. İşte bu yüzden çocuklarımın memur olmasını hiç istemedim.” Eski Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer “ Haftalık 15 saat karşılığında diğer memurlardan daha fazla maaş alıyorlar ve iki ay tatil yapıyorlar. Bu haksızlık değil mi? ‘Atama yoksa oy da yok’, diyen öğretmene “ al o oy senin olsun, nerede kullanırsan kullan.” Eski Başbakan R.Tayyip Erdoğan Totalitarizm, her dönemde çeşitli bahanelerle 1980 öncesi TÖS ve TÖB-DER’li, 1990’lı yıllardan itibaren de EĞİT SEN VE EĞİTİM SEN’li öğretmenleri hedef gördü, hedef gösterdi ve itibarsızlaştırmak için yoğun çaba harcadı. Kılık kıyafet yönetmeliği ile hem öğrencilere hem biz öğretmenlere tek tipleşmenin ve itaatin sembolleri olan üniformalar zorunluluğu getirdi. İktidarın şehveti olan itaatin, tek tip ideolojinin ürünü ve yabancılaşmanın aracına hayır dedik. Faucault, “İktidarın bütüncül değil, parçacıl olduğunu ve iktidarın kendisini meşrulaştırırken doğrudan güç kullanmak yerine kendisini temsil eden bu kurumlar aracılığıyla yaptığını ifade etmektedir”. Ayrıca; “toplumsal örgütlenmenin akılcılık tarafından değil; iktidar tarafından oluşturulan bir yapılanma” olduğunu ifade etmektedir. Piyasacı, baskıcı, ötekileştirici, mezhepçi, anti-laik, paralı ve ezberci eğitim sisteminin tüm uygulamalarına karşı çıkıyor, özgürlükçü, bilimsel, parasız, anadilde laik eğitimden yana olduğumuzu bir kez daha haykırıyoruz. Özgür kılık kıyafetinden dolayı ' iktidar' ın kalbi ve beyni nefret dolu valisinin öğrencileri karşısında hakaretine maruz kalan Halil Serkan öğretmen arkadaşımız, bu saldırıya sessiz isyanıyla, 'ölümü' ile karşı koymuştur. Değerlerimiz ve onurumuz için HALİL SERKAN ÖZ ÖĞRETMEN olup ölüyor, özgürlük ve demokrasi yolunda yürümeye devam ediyoruz. Ve öğretmen ölür, ancak boyun eğmediği hafızalarda yer eder, ölümsüzleşir!

  • Bir Şair Öykücü Öğretmen: Muzaffer Kale

    ŞİİRLERİYLE TANIDIĞIMIZ MUZAFFER KALE, 62. Sait Faik Hikâye ödülünün de sahibi. Kale’nin başta şiir olmak üzere edebi çalışmaları, 1981’den beri farklı edebiyat dergilerinde yayınlandı Çocukluğu Bodrum Bahçeyakası köyünde geçen eğitimci, şair ve yazar Muzaffer Kale, Edebiyat öğretmeni olarak farklı illerde görev yaptı. Öğretmenlik mesleği süresince eğitim emekçilerinin sendikal hak ve özgürlükleri ve laik, bilimsel eğitim mücadelesi içinde de olmuştur her daim. İzmir’de yaşayan emekli öğretmen, şair ve yazar Kale, toplumsal yaşama karşı sorumluluğunu, her anını yeni bir yazınsal üretimle çoğaltma kaygısı ve pratiği ile, de yerine getirmeye çalışıyor. Şiir kitaplarıyla tanınan Muzaffer Kale’nin ilk öykü kitabı ’Güneş Sepeti’ dönemin ateşten sıcaklığına bir avuç su serpiyor. Sanatçılara özgü olan ayrıntıların derinliğine inebilme ve orada ‘görünmez olanı’ görüp çelişkileri başka bir açıdan gösterebilme anlamında da da nefes aldıran yer oluyor. Kısa kısa öyküler kaleme almış olan Muzaffer Kale, sıradan yaşamı sorgularken, adı konmamış koşuşturmalar arasında ıskalanan güzelliklere de ayna tutuyor. Yalın ve duru bir dil kullandığı kısa öykülerinde, edebiyatın yaşama kattığı renkleri gösterebilme kaygısını başarı ile gösteren Kale’yi kutluyoruz. Çok şey söylenebilir ve yazılabilir Muzaffer Kale’nin kitapları hakkında. Kayıp Saklambaç adlı şiir kitabı hakkında birkaç cümle dillendirmek istiyorum. Kayıp Saklambaç kitabı şairin ‘hikmet burcu ‘ kitabıdır. Şiiri yaşamın her alanına dâhildir. Bu coğrafyanın değişmez yazgısı olan zulüm, katliam ve baskılar dizelerine yansır. Artık Onları Kimse Bulamaz şiirinde: Savaşın acısını, ağrısını ve hüznünü duyar şair. “Çoğu zaman birlikte yaşar kaybolanlar, yüz yıl sonra ortaya çıkar bu sıradan gerçeklik bulunan toplu mezarlarda. Kayıplar, yaşamak için olduğu gibi aynı ölmek için de bir araya gelirler.” Uzun Zaman Bir Şarkı, adlı şiirinde de savaş karşıtlığı iz bırakır belleklerde… “savaştan dönenin yarısı toprağın altındadır/ sözlerinin yarısı ölü, yarısı yaşayan...’, ‘ savaştan dönen için haklı ne haksız ne/ neyin bir türlü sonuna gelinmiyor/ neden başlamıyor artık başlaması gereken’,’ savaştan dönenin yarısı toprağın altındadır’, ‘savaştan dönen hep dışardadır’, ‘savaştan dönen için söylenmiş / sözlerden çok asla söylenmemiş/olanlar önemlidir,/kim söyler onları da!”

  • Öğretmen Okulları 171 Yaşında

    CAHİT KÜLEBİ’NİN HUYSUZLUĞU 19. Yüzyılın başlarında, böyle giderse Osmanlı Devletinin kurda kışa yem olacağı anlaşıldığından, devleti yönetenler Avrupa’ya bakarak devleti yenilemeye karar verdiler. 1839 Tanzimat’ının 11. yılında (16 Mart 1848) ortaokullara öğretmen yetiştirmek amacıyla Darulmaallimât’ı kurdular. Nerdeyse o tarihten yakın zamana kadar devletin ve milletin kurtuluşu için öğretmenlere bel bağlandı. Eğitimin ve öğretmenin kurtarıcı rolünü anlatan yazılar yazıldı, şiirler düzüldü. Gene de nedense bu şiirlerin bir kitapta toplanması oldukça geç bir tarihi buldu. Ulaşabildiğimiz kaynaklara göre ilk öğretmenlik şiirleri derlemesi Osman Özbek’e aittir ve 1958 tarihini taşımaktadır. 1958’de girdiğim Akpınar İlköğretmen Okulunda Türkçe öğretmenimiz Mustafa Şahin, 25 Şubat 1961 günü, sınıfımızdan bir grup öğrenciyi toplayarak yeni bastırdığı Öğretmenlik Şiirleri Antolojisi kitabındaki yanlışları göstererek bunları bize tek tek düzelttirdi. Kitap Samsun’da basılmıştı ve anlaşılan son denetimden geçmeden bir hayli dizgi yanlışıyla çıkmıştı. Bu konuda hiç bir dizgiciye, hatta kendine bile güvenmeyeceksin. Daha sonraki yıllarda öğretmenimin kitabı 4 baskı yaptı, bu konuda başka derlemeler de yayımlandı. 1983’te meslekten atılıp da öğretmenler için yayınlar yapacak bir yayınevi kurduğumuzda, yayımlamayı düşündüğümüz kitaplar arasında en güzel öğretmenlik şiirlerini toplayan bir “güldeste” (antoloji) de vardı. Daha önce yayımlanmış antolojileri arayıp buldum. Varlık, Türk Dili gibi edebiyat dergilerini taradım. Kaynağı gösterilmemiş şiirlerin ilk nerede yayımlandıklarını saptayarak şiirlerin altına yazdım. Bizde pek âdet değildir ama bir şiiri veya metni bir kitaba alıyorsanız, yazarı veya şairinden izin almalısınız. Bu hem yasal bir zorunluluktu, hem de bir incelik gereğiydi. Bu nedenle yaşadıklarını tahmin ettiğimiz şairlerin telefonlarını bularak onları arayıp şiirini antolojiye koymam için izinlerini istemeye başladım. Hiç biri itiraz etmediği gibi bundan memnun da oldular. Biri dışında. O şair 20. Yüzyılın en büyük şairlerinde biriydi. Biz öğretmenler ve elbette bütün okurları onu çek severdik. Buram buram memleket kokuyordu. Su gibi akan bir dili vardı. Benim daha öğretmen okulu yıllarında ileride kendileri gibi olmak istediğim üç kişiden biriydi. Biri Varlık dergisini yayımlayan Yaşar Nabi, biri halk bilgisi derlemecisi Cahit Öztelli, üçüncüsü de O, yani Cahit Külebi… Bütün öğretmenliğimiz sırasında sınıflarda onun şiirlerini okumuş, okutmuştuk. Köy Öğretmenleri adlı şiiri ders kitaplarına da alınmıştı. Üstelik onunla dosttuk da. Bu dostluk, ben 1967-1970 yıllarında Gazi Eğitimde öğrenciyken eşi bir ara tarih dersimize geliyordu. Milli Eğitim Müfettişi olan Külebi beni eşinin okuldan götürdüğü haberlerden tanıyordu. “BEN MARKSİST DEĞİLİM!” Kapatılan Türk Dil Kurumunun son genel sekreteri olduğu dönemde (1982), ara sıra onu Kurumda ziyaret ederdim. Külebi, beni mahcup edecek bir tarzda karşılar fakat daha sohbete başlamadan ilk sözü şu olurdu: “Zeki Bey, bak ben Marksist değilim!” Niçin söze böyle başladığına hep hayret ederdim. Ben onu bir Marksist olduğu için değil, iyi, halkçı bir şair olduğu için seviyordum. (Gene de laf aramızda ben onun Marksist olduğuna eminim…) Sonra Kurumun yeni çıkan kitaplarından vererek beni uğurlardı. Köyümden gönderdiğim atasözleri, deyimler ve köyde kullanılan araçların adlarını derleyip gönderdiğim için Karumun yardımcı üyeliği gibi bir sıfatım da vardı. (Ömer Asım Aksoy'un Atasözleri Sözlüğü ve Deyimler Sözlüğü kitaplarında bunlar yer almıştı.) Külebi’nin bu Marksizm takıntısını yalnız bana değil âleme de duyurma isteğini 1985’te Cumhuriyet Kitap Kulübü’nün Ankara’da düzenlediği bir kitap fuarında yaptığı uzun konuşmada şu sözleri de açığa vuruyordu: “Biz sosyal demokratlar, Marksistlere hizmet ediyoruz.” Bana da ona teşekkür etmek görevi düşmüştü… Yaşayan en büyük ozanlarımızdan biri olan Külebi’yi okul’a davet etmek, sınıfta öğrencilerle tanıştırmak istedim. Okul müdürü bunun için Millî Eğitim’den izin almamız gerektiğini söyledi. Milli Eğitim ise izin vermedi! Kenan Evren’in hot zotçu Atatürkçülüğü ve Turgut Özal’ın gericiliği eğitimi çoktan bitirmişti! Yeniden 1984’e dönmek üzere, şu bilgiyi de sunmalıyım. Onu 1994’te Öğretmen Dünyası’na getirerek bir sanat şöleni yaşadık. Hastalığının arttığı 1997 yılının Mayıs ayında onu derginin kapak konusu yaptık. 20 Haziran 1997’de aramızdan ebediyen ayrıldı. Ankara dışında olduğum için sevgili Külebi’yi uğurlayanlar arasında olamayışıma üzülür dururum. Temmuz 1997 tarihi sayımızda onu anlattım. NEDEN İZİN VERMİYORDU? Külebi’nin Öğretmenlik şiirleri antolojisine şiirini basmamıza izin vermeyişinin nedeni, telif hakkı istemek falan değildi. Derginin bir ara yazı işleri müdürlüğünü yapmış olan Satı Erişen’le Türk Dil Kurumunda birlikte çalıştıkları yıllardan kalan bir hesaplaşmaydı. Neden birbirlerin dargınlardı bilmiyorum. Fakat kitap Öğretmen Dünyası’nın değil, Öğretmen Yayınlarının kitabı olacaktı. Doğruyu söylemek gerekirse Satı Erişen de çok değerli bir eğitimciydi ve çok da kibardı. Fakat Külebi, Nuh diyor, peygamber demiyor, Satı Erişen’i ileri sürerek şiirini basma iznini vermiyordu. Onun o güzel iki şiirinin bulunmadığı antoloji çok eksik olurdu. Bir hayli uğraşmalardan sonra, ikna olmamış da olsa, hatır gönül bu izni verdi. Kitaba onun Köy Öğretmenleri-1 ve Köy Öğretmenleri-2 şiirlerini aldım. Kitap 1984’te, 1991 ve 2007’de üç baskı yaptı. Öğretmenlik ruhu kalmadığı için artık 30 yıldır yeni öğretmenlik şiiri yazılmıyor. Kitabın da alıcısı kalmadı. Yeni hükümetimiz de zaten 16 yıldır memleket evladını ve milletin geleceğini imamlara havale etti. (15 Mart 2019) zekisarihan.com

  • ÖĞRETMEN VE DOZER

    Eğitim, insanlığın ilk devirlerinden beri hep çok önemli olagelmiştir. Doğal olarak eğitimin yalnız okullarda verildiğini düşünmeyelim. Okullar olmadan önce de, okullar varken de eğitim var olmuştur. O, mevcut kuşakların, kendi ihtiyaç ve alışkanlıklarını yeni kuşaklara aktarma işidir. Ananın kızına, babanın oğula, arkadaşlarının birbirlerine ve öğretmeninin öğrenciye öğrettikleri de eğitimdir. Bu biçimlendirme sendika, dernek ve vakıfların üyelerine, gazete ve televizyonların izleyicilerine ve okurlara öğrettiklerini de kapsar. Kısaca, bütün insanlık başından beri bir eğitim süreci içindeyiz. Bundan uzak durmanın imkân ve ihtimali de yoktur. Fakat bu, her eğitimin iyi ve yararlı olduğu anlamına gelmez. İnsanlığın mutluluğu, refahı ve barış içinde yaşamasını isteyen insanlar da, zalim, kan dökücü, sömürücü ve yalancı insanlar da bu özelliklerini eğitimle kazanmışlardır. Burada eğitimin sınıfsal karakteri ortaya çıkar. Her sınıfın eğitim görüşü farklı, hatta bazılarınınki birbirine zıttır. Bu, toplumun her bireyinde ortaya dökülen bir özelliktir. İktidarda bulunan sınıf, bütün milletin, bu sınıfın çıkarlarını gözetecek biçimde eğitilmesini ister. Buna göre programlar yapar, öğretmen yetiştirir ve öğretmenlerden bunları genç kuşaklara aktarmasını ister. İster feodal, kapitalist sömürücü bir sınıf olsun, ister iktidarı ele geçirmiş emekçi sınıf olsun, bu gerçek değişmez. Türkiye’de emekçiler hiç iktidar olmadıkları için onların böyle bir program yapma imkânları olmadı. Buna karşılık, eskiden beri eğitim sistemi içinde görev alıp da sermayedarların değil, halkın çıkarını gözeten ve buna göre öğrenci yetiştiren çok öğretmen olmuştur. Denebilir ki, kendileri de birer emekçi oldukları için öğretmenlerin çoğu, bilinç sıçraması olan dönemlerde böyle bir tavır almışlar, dernekleri ve sendikaları yoluyla da gerici eğitime karşı durmuşlardır. Hükümetlerle bu öğretmenler arasında daima bir gerginlik olmuştur. ÖĞRETMENİN DEĞİŞTİRME GÜCÜ Kötü bir eğitim sisteminden geçmiş insanların, kendi mantıklarını ve dışarıdan öğrendiklerini de kullanarak iyi birer insan olmaları mümkündür, ama bunu öğretmenlerinden kapanların sayısı azımsanamaz. Fakat öğretmenliğin toplumu dönüştürme gücü nedir? Bu konuyu sorgulamakta fayda vardır. Çünkü Türkiye’de son 150-200 yıl içinde bu dönüştürme gücüne aşırı bir görev yüklenmiştir. Buna göre, Türkiye’nin kurtuluşu, kalkınması eğitimle mümkündür. Her sınıfın temsilcileri kendi çıkarları doğrultusunda bir eğitime önem vermekle birlikte ülkenin eğitimle kurtulacağı daha çok Batıcı bürokrat burjuvazinin görüşüdür. Bunun nedeni, imparatorluktan devraldıkları feodal eğitimin yerine modern bir eğitimi ülkeye onlar getirmişlerdir ve eğitim, onların ideolojisine yapışmış bir kavramdır. Bütün bir Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemini eğitimin toplumu kurtaracağı söylemiyle yaşadık. Fakat görüldü ki öğretmenler, milleti ve memleketi kurtaramadılar. Bu kurtuluştan ülkenin bağımsızlığını, halkın bilimle aydınlanmasını ve emeğin kurtuluşunu kast ediyoruz. Köy Enstitüleri bir on yıl daha devam etseydi, Türkiye’nin kurtulabileceğini söyleyenler vardır. Öğretmen okulu mezunu olsun, Köy Enstitüsü mezunu olsun, başka bir kaynaktan gelmiş olsun, aydın bir öğretmenin 20-30 yıl bir köyde çalıştığını farz edelim, ki çalışanlar da vardır veya bu 20-30 yıl içinde köyde birbirlerini değiştirmişlerdir, köyde ne gibi büyük değişiklikler yapabilir? Uyguladıkları ilkokul programıyla okuryazar öğrenci yetiştirebilirler, açacakları gece kurslarıyla yetişkinlere de okuma yazma öğretebilirler. Daha da başarılı olanları helaların üstünü kapatmış, köye ağaç fidanları getirmiş olsun. Bunlarla köyün ekonomik ve sosyal hayatını değiştirmek mümkün olabilir mi? Köylerde çalışmış köy enstitülü öğretmenlerin anıları, böyle bir mucizeye işaret etmiyor. BİR DOZERİN YAPTIKLARI Bir öğretmenin 20-30 yılda yapabileceklerinin daha fazlasını bir dozer, biraz abartarak söylemekte sakınca yoktur, 15 gün çalışıp köy yolunu açarak yapabilir. Dozer, burada teknolojiyi ve onun satın alıp köy yolunda çalıştıracak sermayeyi temsil etmektedir. Bir köye yol yapılırsa köylüler ürünlerini pazarlara daha kolay indirecekler, inşaat malzemelerini ve satın aldıkları malları köye daha kolay getirecekler, tarımda makineleşme ile daha bol ürün elde edecekler, köydeki atıl işgücünün bir kısmı boşa çıkarak kentlere gidecek, yeni iş alanları yaratılacaktır. Bu süreci aslında Türkiye yaşamıştır. 1950 sonrası yapılan limanlar ve karayolları, tarımda makineleşme, büyük ölçüde kapalı bir tarım ekonomisinden sanayi ve ticaret toplumu olmamızı sağlamıştır. Nüfusun yüzde sekseninin yaşadığı köylerdeki değişim gözle görülür bir şekilde değişmiş, kentler büyümüş, Türkiye büyük bir değişimin içine girmiştir. O tarihten beri köylülerin ve kentlere yığılmış olanların, sandıkta bürokratik burjuvaziyi değil de liberal-sağ burjuvaziyi tercih etmesi ve hâlâ da tercih etmeye devam etmesinin nedeni budur. Bazı aydınlar, 1950 sonrası iktidarlarının dini kullandığı için halk tarafından tercih edildiği görüşünde diretiyorlar. Ana muhalefet partisinin bazı yöneticileri de bu görüştedirler. Muhafazakâr ve milliyetçi söylemlere ağırlık vermelerinin nedeni bu yanılgıdır. Şimdi filmi geriye sayarak düşünelim: Köylülerden ağır vergiler alan, taşradaki dayanakları yerel eşraf ve ağalar olan, köylere yalnız jandarma ve tahsildarla giden, buna karşılık halkın örgütlenme, söz ve oy hakkının bulunmadığı bir dönem çatlayıp sona ererken, halkın iktidar partisini tercih etmesi düşünülebilir miydi? O iktidar laik değil de tamamen dinci olsaydı ayakta kalabilir miydi? Ne yazık ki bu dönem, aynı zamanda ülkenin Batı sermayesine eklemlendiği bir dönemdir. Çünkü yabancı sermaye ve krediler, bu değişimde asıl etmendir. Bu nedenledir ki, aydınlar daha 1946’dan başlayarak emperyalist bağımlılığa itiraz ettikleri halde kurtuluş savaşının asıl yükünü çeken emekçi kitleler, bu olguyu görmezlikten geldiler. Sorun, hem bağımsızlığı korumak, hem kalkınma ve refahı sağlamaktan geçiyor. Türkiye burjuvazisi buna başaramamıştır. Bu köklü bir bağımsızlık ve halkçılık bilincini gerektiriyor. Bunu yapan milletler var. (19 Mart 2019) zekisarihan.com

  • NUYMAR NİBRON

    fantastik bir öykü Dünyanın uydusu Nujumar’dan gelmişti, Nuymar Nibron. Şişhanedeki Levanten Köşkü’ne henüz güneş doğmamış, bahçedeki, akasya, servi ağaçlarının daimi konukları son uykularından uyanmamıştı daha! Nuymar Nibron’u basket potalarının altına bırakan Berika, aynı anda göz açıp kapayıncaya kadar yitip gitmiş Nujumar’a varmıştı bile. Nuymar Nibron, binanın sol yanındaki, bekçi kulübesinin kirli küçük camından içeri bakınca karanlık odada ne var ne yok görür. Üstü eternitle kapatılmış, sundurmanın altına gizlenip heyecanlı, tedirgin gözlerle etrafı gözden geçirmeye başlamış. Güneş, ufuktan başını çıkarmış, çelik ışıltılı ışınlarını dünyaya göndermeye başlamıştı. Az ileride Cenevizlerin gökyüzüne kılıç çeken ünlü yükseltisi Galata Kulesi, şehrin yedi tepesini selamlamıştı her gün yaptığı gibi. Büyülü şehrin gürültüsü, can sıkıntısı trafiği yavaş yavaş rutinine girecektir az sonra... Nuymar Nibron, eternit örtülü sundurmanın altında çevrede olanı biteni hiçbir şey kaçırmadan, özellikle çocukların davranışlarını ince ayrıntısına kadar da not edecekti. Öyle demişlerdi, “ne görürsen hepsini belleğine yazıp sunum yapacaksın Nujumar’da!” Dışarının gürültüsü bulunduğu bahçeye kadar gelmeye başlamıştı. Biraz sonra bahçe dolacak, dünyanın geleceği sabiler, şenlendirecekti taş yapıyı, beton avluyu… Birden bahçeyi beyaz bluzlu, beyaz gömlekli, lacivert hırkalı, lacivert ceketli sevgi melekleri kapladı. Oradan oraya koşturuyor, bağırıp çağırıyor, dünyanın devinimine anlam kazandırıyorlardı. Bir taraftan çocuksu yaramazlıklarını da sergilemekten geri durmuyorlardı. Onlar ki dünyanın neresinde, hangi dininde, dilinde, ırkında olursa olsun; cana kıymamış, insanın, insanı sömürme adiliğine ortak olmamış ter temiz, ak paktırlar. Çalan zille öğrencileri bayrak direğinin yanındaki anıtın önünde sıraya koyan Hulusi Öğretmen, onları sınıf sınıf içeri alıyor, gülen yüzü ile selamlarken ad soyadlarıyla, bazen de okul numaralarıyla sesleniyordu: “8 Naim, haydi acele et bakalım koçum, durma koş, haydi! Semih, artist saçlım, bayılıyorum bu saçlarına, haydi geç, oyalanma! Bella Menda, atom karıncam, günaydın! Eti, aslan Cimbom, sana da günaydın!” Küçük sınıflar konuşmayın, akıllı olun. 6 / A sınıfı çok kaynaşıyorsunuz, evladım, sabah sabah maşallah makineli tüfek gibisiniz! İzak, tertipli çocuk, aferin aferin, hep böyle… Beki, gülen gözlü kızım, iyi dersler! Ayla, süslü kızım, ne o bilezikler öyle, renk renk? Yakup’la Can ayrılmaz ikili, akşamdan sabaha özlüyorsunuz birbirinizi galiba; durmadan konuşuyorsunuz, çabuk çabuk…” … Nuymar Nibron, eternit örtünün altında kıpırdamadan hiçbir şeyi kaçırmadan pür dikkat takip ediyordu. Nereye gelmişti, bu çocuklar ne yapıyordu böyle? Koşturan, bağrışan çocuklar, nasıl bir şeydi bu, bir türlü anlamlandıramıyordu. “Git, dünyayı tanı, insan davranışlarını analiz et, belleğine al gel,” demişlerdi. Sekiz saatte bir aldığı özel sülüsyon görünmez yaparken onu, öte yandan da besin kaynağıydı! Nuymar Nibron, kâh sundurmanın altında, kâh öğretmen odasının bahçeye bakan penceresinde kâh sınıfta, kâh top oynayan, koşturan çocukların arasında… onlarla birlikte her yerde. Kaç gündür dikkatini çeken, yürürken tarihi merdivenleri sallayan, güzelliğinin farkında olan kısrak yürüyüşlü kadının yanında, onun dersindedir. Bir gölge gibi takip etmektedir onu. Takip ederken, gözlerinin içinde cemalini görünce kaybolup gitmektedir. Kestane kızılı saçları küt kesilen kadın, özgüveni ile bastığı yeri sallamakta, burnu düşse yere, eğilip alacak cinsten biri değildir, siyah tafta eteğinin üstüne çağla yeşili ipek bluz giydiği günler alımından, çalımından yanına varılamazdı. Hulusi öğretmen törenlerde “Atam ve Cumhuriyet” marşlarını söyletmeye başlamadan hikâyesini anlatır, Atatürk’e olan minnetini dile getirirken, duygulanır, sesi titrer, Cumhuriyetle birey katarına çıkan Anadolu’nun bağrı yanık insanları adına şükranlarını ifade ederdi. O, Cumhuriyetin halkçı anlayışı sayesinde okullu olmuş sonra da öğretmen olmuştur. Tarihi binada, teneffüs saatleri çocuk şenliğinin fotoğrafıdır. Onların mutluluğu Levanten köşkünün her bir yapı taşına sirayet ederken, insanlık tarihine bir çentik atardı. Bahçede birçok resim, birçok fotoğraf görmek mümkündür: Kimi koşturur, kimi bağırır, kimi şarkı söyler, kimi babası ile gittiği maçları değerlendirir, kimi de aşkını ilan eder sevdiğine... Nuymar Nibron, Kısa Küt Saçlı Kadın’a yapışmıştı adeta. Sadece onunlaydı. Başka neler oluyor, öğrenmek, belleğine yazmak istemiyordu artık, isyan etmişti... Nasıl olmuştu da bu Kısa Küt Saçlı Kadın’a tutulmuş, farkına varamamıştı… Böyle böyle üç gün beş gün devam etti. Bir gün Kısa Küt Saçlı Kadın basket potasının arkasındaki akasya ağacının altında bir sandalyeye oturmuş, diğer sandalyeye dayanmış vaziyette dalıp gitmişti. Zil çalmış, bahçe boşalmıştı. Yusuf ile Zeki bahçe temizliğini bitirmiş, Fatma Hanım'ın demlediği çayı Hulusi Öğretmen’in “minik kuş” lakabını taktığı memurun odasında yudumluyorlardı. Nuymar Nibron, Kısa Küt Saçlı Kadın'ın düşünen kadın görünüşüyle kendinden geçmiş, gözlerini almamıştı ondan. Kısa Küt Saçlı Kadın başını sola doğru çevirdi… İrkildi… Az ileride birini gördü. Bugüne kadar böyle bir insan görmemişti. Başı, elleri, ayakları, gözü kulağı farklıydı. Gözünü kapattı açtı, ovdu, başını salladı… Oradaydı, o anda birden daha bir göz alıcı olmuştu. Kapattı gözlerini, bir zaman açmadı. Gözlerini tekrar açtı oradaydı daha, gülümsüyordu ona... Teneffüs zili çaldı. Çocukların kısa küt saçlı öğretmenleri hala aynı yerde oturuyordu. Yanına geldiler, fark etmedi bile onları, hayalet gibi olmuştu öğretmenleri. “Merhaba teacher,” dediler. Yabancı dil öğretmenlerine yarı Türkçe, yarı İngilizce seslenirlerdi. “Günaydın teacher!” Ses vermedi öğretmenleri. “Günaydın teacherleri” bile sımsıcaktı 310 Işıl Cömertler’in, 64 Neli Malkiler’in, 56 Vildan Şabaylar’ın… Zil çaldı, ders başladı tekrar. Aşkla ders işliyordu öğretmenleri: Niyazi öğretmeni ders anlatırken koridorda dinle: “Özneyi bulmak için, yüklem en’li, an’lı ortaç biçimine getirilerek yüklemle birlikte, nedir, kimdir, sorularından uygun olan birini sorarız!” Dersi ile halvet olmuş gibi işler. Ders anlatırken ses verirdi öğrencilerinin bakışları, o bakışlarda anlardı, “tamam anladık, anlamadık, bir daha anlatır mısınız öğretmenimi?” Ömer Öğretmen’in, boyu kısadır lakin dersteki hüneri büyüktür; edebiyatın profesörüdür o! Luset ve Derya öğretmenler, öğrencileriyle can ciğer kuzu sarmasıdır. Nuymar Nibron’un eli yüzü, vücudu, her bir yeri bakır rengindedir, gözleri deniz mavisi, fırtınaya inat baş kaldırmış gibi dimdiktir saçları. Ressamları kıskandıracak cinsten parmakları, inceciktir. Dünyanın en ünlü ressamı tarafından çizilmişçesine dudaklarıyla muhteşemdir. Nuymar Nibron, yavaşça başını kaldırdı, Kısa Küt Saçlı Kadın’la göz göze geldi. Bir zaman bakıştılar; sonra Kısa Küt Saçlı Kadın kaçırdı gözlerini, bakamadı daha fazla… Nuymar Nibron, Kısa Küt Saçlı Kadın’a doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü bir adım mesafede durdu. Tekrar bakıştılar. Kısa Küt Saçlı Kadın’ın kavuniçi renginden badem yeşiline kayan gözleri buğulandı. Tutulmuştu. Yüreği daha hızlı, daha hızlı atmaya başladı. “Ben Nuymar Nibron, Nujumar’dan geliyorum, dünyanın keşfedilmemiş, hayatın güzelliğinin en mükemmel yaşandığı uydusundan geliyorum!” “Ben de dünyalı, işte gördüğün gibi, tepeden tırnağa insan, işte böyle gördüğün gibi tepeden tırnağa öğretmen!” “Memnun oldum, şu bayrak direğinin altında bir heykel var, merak ettim nedir o?” “O mu dedi Kısa Küt Saçlı Kadın? O bizim kurtarıcımız, insanları ayrımsız seven liderimiz! Ben bu güzel okulda onun eğitim felsefenin hayat bulmasıyla görev yapıyorum!” “Bildim dedi Nuymar Nibron, o Atatürk, Amerikalıların, Ay’da bir kratere adını verdikleri büyük deha!” Zil yine çaldı, zilin sesini duyar duymaz unuttuğu sülüsyonu içen Nuymar Nibron, görünmez oldu tekrar. Kısa Küt Saçlı Kadın, sandalyede öylece kalakaldı. … Nujumar’ın ekâbirleri, Nuymar Nibron’dan ileti gelmediği için onu Berika’ya bindirip Nujumar’a alıp götürürler. Buna sebep Kısa Küt Saçlı Kadın, unuttu öğretmenliği, Kısa Küt Saçlı Kadın öğrencilerinin adını, çalıştığı yeri, her bir şeyi, yemek yemeyi bile unuttu. Kısa Küt Saçlı Kadın’ın evi, matem evine döndü. O güzel anne, o işveli eş yok olup gitmişti. Tanıdıkları, bildikleri ne kadar ünlü doktor varsa hepsinin kapısını çaldılar, fayda etmedi, Kısa Küt Saçlı Kadın tükenmiş, bir hayalete dönmüştü… Kısa Küt Saçlı Kadın, âşık olmuş, âşık olmakla kalmamış, bütün zihinsel akli fonksiyonlarını kaybetmişti. Nuymar Nibron da Kısa Küt Saçlı Kadın gibi bütün fonksiyonlarını yitirmiş, verilen hiçbir görevi yerine getiremez olmuştu. Nujumar’ın akıl daneleri, geleceğin önderi Nuymar Nibron’un haline çok üzülmüş, geleceğimiz yok bizim deyip kara kaygılara girmişler. İçlerinden biri, “iletişimin devre dışı olduğu zamanlar var ya demiş; o, kayıtlara birlikte bakalım” demiş. Bütün kayıtları dünya günlerini milim milim izlemişler… Birden, basket potasının arkasında akasya ağacının altında bir sandalyeye oturmuş Kısa Küt Saçlı Kadın’ı fark edince, durmuşlar. Aynı yeri tekrar tekrar defalarca izlemişler. “İşte bu kadın, demişler, ne olduysa bununla yakınlaştıktan sonra olmuş, Nuymar Nibron bu kadına âşık olmuş,” demişler. Günlerce tartışmışlar… Ya Nuymar Nibron, ya da geleceğimiz demişler. Fakat bir türlü ne lehte, ne aleyhte hiçbir düşünce birbirini ikna edememiş; bir çıkar yol bulamamışlar. Geçen her gün Nujumar’ın geleceğinin olmayacağı kaygısı herkesi derinden etkilemeye başlamış. Kurulu bir kez daha toplayalım demiş biri, öneri kabul edilmiş. Kurul bir kez daha toplanıp Nuymar Nibron’un hayata döndürülmesi kararını alarak, dünyaya göndermişler onu… Nuymar Nibron, gece bekçisi Ali’nin kaldığı kulübenin yanındaki eternit çatılı sundurmanın altında vaziyet almış yine. Nuymar’ın okul bahçesine gelmesi Kısa Küt Saçlı Kadın’a mutluluk, yaşama davet ışınlarıyla ulaşmış. O gece gözüne uyku girmeyen Kısa Küt Saçlı Kadın, ertesi gün için, en güzel giyitlerini hazırlamış. Sabah olur olmaz önce duşunu alıp hazırlanmaya başlamış, siyah eteğinin üstüne çağla yeşili bluzunu giymiş, dudaklarına aldan al, rujunu sürmüş, göz altlarına kalem çekmiş. Eliyle, kaşlarının üstünde gitmiş gelmiş, sonra göğüslerini yukarı aşağı okşayıp bir şarkı tutturmuş: “Ada sahillerinde bekliyorum, Her zaman yollarını gözlüyorum, Seni, senden güzelim istiyorum, Beni şad et sevgili başın için!” Öğrencileri bahçede sıraya dizen müdür yardımcısı Hulusi, baş muavin Niyazi “iyi dersler gençler” deyip içeri almış sınıf sınıf onları… Kısa Küt Saçlı Kadın, yine basket potasının arkasında bulunan akasya ağacının altında bir sandalyeye oturmuş, öteki sandalyeye de yaslanmış, bakır tenli, bakır renkli, fırtınalara inat, dimdik duran saçlıyı düşünmeye başlamış. Nuymar Nibron, Kısa Küt Saçlı Kadın’ın önüne gelip yanında getirdiği Nujumar dağlarının en nadide çiçeklerinden oluşan bir buket sunmuş. O kadar renkli, o kadar güzelmiş ki çiçekler… yeşili, kırmızısı pembesi… Nujumar dağlarına has. Renkler o kadar canlıymış ki bakamıyormuş bile kendi. Nuymar Nibron ağır adımlarla Kısa Küt Saçlı Kadın’ın yanına kadar yürümüş. Saygı ile eğilmiş, bir zaman öyle kaldıktan sonra yavaşça doğrulmuş, gözlerinin içine bakarak buketi yine aynı vakar içinde takdim ederken, bir eliyle de Kısa Küt Saçlı Kadın’ın beline bakır tenli kolunu dolayıp çekmiş kendine doğru. Sonra, öyle bir sarılmış, öyle bir sarılmış, sevgi nedir bilmeyenleri, aşk nedir yaşamayanları, insanlık âleminin düşmanlarını çatlatırcasına sarım sarım sarılmış. Kısa Küt Saçlı Kadın, hayat boyu yaşamadığı duygularla Nuymar Nibron’un kollarına bırakmış kendini. Sımsıkı sarılmışlar, Onlar sımsıkı sarılınca, dünyanın savaş olan köşelerinde patlayan on binlerce silah aynı anda susmuş. Özgürlük ve barış türküleri her dilde aynı anda çalınıp söylenmeye başlamış. Berika yanlarına gelmiş, bir zaman sarılmalarını beklemiş; sonra onlar sarmaş dolaş haldeyken içine alıp Levanten köşkünün bahçesinden, mavi gökyüzüne doğru sır olup gitmiş… 26.07.2020 Salihli

  • Türkiye'de Yazar Olmak

    FUARDAN DÖNÜŞ Bir süreden beri Çanakkale’den Bodrum’a kadar uzanan kıyı kentlerimizin belediyeleri, yaz aylarında içinde kitap fuarlarının da bulunduğu çeşitli kültürel etkinlikler düzenlemeyi gelenek haline getirdiler. Böylece, hem buralara yığılmış yazlıkçıların kültürel ihtiyaçlarını karşılamış hem de sosyal demokrat belediyelerin propagandasını yapmış oluyorlar. Bu yıl üçüncüsü yapılacak Edremit Kitap Günleri’nin haberini alınca telefonla, benim de Ayvalık’ta tatil yapmakta olduğumu hatırlatıp kitap stant alanında bir masanın da benim için ayrılmamı istedim. Zaten bu ihtimali gözeterek Ankara’dan bir bavul kitapla gelmiştim. 17-25 Ağustos günlerinde Edremit Zeytinli Altınkum sahilinde düzenlenen etkinliklerin ilk üç gününde bana bir masa ayrıldığı karşılığını aldım. Ayvalık’ta bir ay yazladığım tatil köyü ile fuar alanı arasında 60-70 km. mesafe var. Özel arabamı Ankara’da bıraktığım için, fuara ulaşmak biraz zahmet istiyor. Önce minibüsle Ayvalık’a inmem, buradan Körfez minibüsleriyle Edremit’e yolculuk yapmam, daha sonra başka bir minibüsle Zeytinlik’e gitmem gerekiyor ki bu yolculuk iki-üç saat alıyor. Bunu göze alsam bile dönüş ayrı bir sorun çünkü gece saat 24.00’te biten etkinliklerden sonra toplu taşım araçlarıyla dönüş mümkün görünmüyor. Bu zorlukları, Ayvalık’tan etkinliğe gidecekleri bulup onlara takılmak veya dostlardan birini beni oraya götürüp getirmesi yolu ile aşabilirdim. Hem de bu üç sefer tekrarlanacaktı! Geçen yıl gidiş dönüşlerde her iki yolu da kullanmıştım. Bu yıl da Ayvalık’ta tatilcilik yapan eski bir öğrencim Mehmet Doğan 17 Ağustos günü siteye gelerek beni aldı ve 50 dakikada fuar alanına yetiştirdi. Gece yarısına kadar da orada oyalanarak beni geri getirdi. Diğer iki gün için de “Allah kerim”diyordum. Edremit Kitap Fuarı, TÜYAP’ın başta İstanbul ve İzmir olmak üzere bazı kentlerde yıllardır düzenlediği kitap fuarlarının bir minyatürü gibi. Bir futbol alanından daha küçük bir mekânın çevresine kurulmuş stantlar yayınevlerine ayrılmış, alanın orta yerine yazlık sinemalarda olduğu gibi bir sahne kurulmuş, sandalyeler dizilmişti. Amatör yerel yazarlar için de her biri beşer altışar küçük masanın yan yana konulduğu iki stant hazırlanmıştı. Fuar süresi boyunca burada toplam 15-20 yazar da tatmin edilmiş olacaktı. Saat 18.00’de oraya ulaştığımda standa boş yer yoktu. Belediyenin bu işle ilgili görevlisini bularak kitaplarımızı nerede sergileyeceğimizi sordum. İki imzacının kitapları biraz geri çekilerek aralarında bana da yer ayrıldı ama her birinden ikişer üçer götürdüğüm 24 kitabım buraya sığmıyordu. Edremit’te masa kıtlığı olmalıydı! Hatırlattığımız halde bir masa daha getirilmedi. Masaların ön tarafında adlarımız da yazmıyordu. Bunu da hatırlattığımız halde “Şimdi gelecek” dendi ama gece boyunca gelmedi! Dahası yayınevlerinin stantları aydınlatılmış olduğu halde, biz “amatör”ler yarı karanlık altında oturuyorduk. Bir ziyaretçinin kitaplarımızın adını okuyabilmesi için başını iyice yaklaştırması gerekiyordu. Masanın en ön sırasına ikinci baskılarını yapan Milli Mücadele’de Maarif Ordusu, 1921 Maarif Kongresi ile Kurtuluş Savaşı Kadınları, Kurtuluş Savaşı Gençliği, Kurtuluş Savaşı Öykülerini, arkalarına da yarısı görünebilecek biçimde diğer kitaplarımı dizdim. Oturup beklemeye başladım. Masanın önünden geçenler ya transit yolculuğu tercih ediyor, ya da şöyle göz ucuyla bir saniyeden daha az bakıp geçiyorlardı. Yayınevlerinin önünde kitapları karıştıranlar görünüyordu. Kendi masalarında da hemen hiçbir hareket görünmediği halde benim durumuma en çok acıyan soldaki komşum Arzu K. Ayçiçek ile sağdaki komşum Ömer Cahit Yıldız idiler. Ziyaretçilere kızıyorlar, benim kitaplarımı gösterip, “Bunları başka nerede bulabilirler?” diye söyleniyorlardı. Bir ara Öner Yağcı ile Cemil Yavuz uğradı. Gazi Eğitim mezunu bir arkadaş da beni burada görmekten memnun olduğunu söyledi ama kitaplara bakmadı. Gene Gazi Eğitimde 1969’da dernek yönetim kurulunda birlikte çalıştığımız Bekir Yalçıntaş geldi. Ben yemek yemeye giderken benim yerime oturdu. Masada nasıl olsa kitapların fiyatını gösteren bir liste bulunuyordu. Para bozma sıkıntısı olmasın diye bir kutunun içinde bozuk parayı da hazır etmiştim. Alıcı olursa satış yapabilirdi. Saatler geçti, bizim masada tık yok. Diğer bazı masalarda yazarların ya da onlara yardım için bulunan arkadaşların çabasıyla az çok hareket görünenler vardı. Boş boş oturmak canımı sıkıyordu. Sol yanımda oturan Sivas Divriğili Arzu K. Ayçiçek’in Menekşeli Avlular şiir kitabını okumaya başladım. Sonuna yaklaştım, bitiremeden gecenin sonu geldi. Ona şiirleri hakkında görüşümü söyleme ihtiyacı duydum. “Kendi şiir dilinizi bulmuşsunuz. Bu şiirler acı bir felaketle karşılaşmış insanların sızlanmalarına benziyor” dedim. Bu, 12 Eylül’den beri karşılaştığımız toplumsal felaketlerdi. Nihayet, bir “müşteri” kitaplara göz gezdirdi ve içlerinden 1921 Maarif Kongresi’ni seçti: “Ben sosyal bilgiler öğretmeniyim. Yayınlarınızın adları Kurtuluş Savaşının çeşitli yönlerini aydınlatması açısından isabetle seçilmiş” dedi. Kitabı imzalamamı da önermedi, muhtemelen benim kitabın yazarı olduğumu düşünmüyordu. Çünkü daha önce belirttiğim gibi masalarımıza bir isimlik getirmemekte diretmişlerdi. Tek bir kitapla günü kapatacaktık ki, masayı toplarken geçen yıldan tanıştığımız İskender Yıldırım Şimşek geldi. “Sizi arıyordum” dedi. Buradan geçmiş ama yarı karanlıkta beni görememişti. “Standı topluyorum, kitap alacaksanız elinizi çabuk tutun,” dedim. Kurtuluş Savaşı Kadınları bende yok, onu alayım” dedi ve aldı. Stanttan ayrılırken Arzu Hanım 2013 Yunus Nadi Şiir Ödülü’ne değer görülen “Gözleri Yağmur Yurdum” adlı kitabını imzalayıp verdi. İbrahim Eroğlu da imzalayıp getirdiği Portekiz Dörtlükleri kitabını bıraktı. Ben de bu iki arkadaşa birer kitabımı imzalayıp verdim. Teşekkür babından da Bekir Yalçıntaş’a ve Mehmet Doğan’a birer Hayatı Hakikiye Hikâyeleri kitabımı imzaladım. Programda iki gün daha katılma hakkım olduğu halde, bunlara gitmeme kararını verdim. Gece yarısından sonra Mehmet beni Bizim Köy Tatil Sitesine bırakarak Ayvalık’a devam etti. Edremit kitap fuarında kendimi istiskale uğramış* hissettim. (18 Ağustos 2019) *İstiskale Uğramak : Soğuk davranılmak, aşağılanmak, hor görülmek... anlamlarında kullanılır. *Edremit 3. Kitap Fuarında: Soldan: Mehmet Doğan, Bekir Yalçıntaş, Zeki Sarıhan ve İskender Yıldırım Şimşek (17 Ağustos 2019) * HERKESİN BİR MEVSİMİ VAR "Fuardan Dönüş" yazımda, Edremit 3. Kitap Fuarının ilk günü olan 17 Ağustos Cumartesi günü, kitap imzası için açtığım masaya pek az kişinin uğraması ve yalnız iki kitabın satılması üzerine, ikinci ve üçüncü günlerdeki katılımdan vazgeçtiğimi anlatmış, bu ilgisizliğin nedenini bir sonraki yazıda belirteceğimi yazmıştım. Fuar düzeni bu ilgisizliğin nedenleri arasında önemsizdir. Asıl neden herkesin bir mevsimi olmasıdır. 1990’lı ve 2.000’li yıllarda Körfez olarak anılan bu çevrede konferanslar verdim, kitaplarımı imzaladım. Ayvalık’a üç, Burhaniye’de iki, Edremit’te üç kez konuk edildim. Demek ki o zamanlar benim gibilerin mevsimiydi. 12 Eylül karanlığından çıkmaya çalışıyor, özelleştirme ve paralı eğitime karşı direniyorduk. Direnen çevrelerden biri İşçi Partisiydi ve ben 1971’den beri bir Aydınlıkçı olduğumdan Partinin çevreleri tarafından davet edilirdim. Yılda 20-30 panel ve konferansa katıldığım olurdu. Sonra ne oldu da aranıp sorulmaz oldum? Bunun nedenini Edremit Fuarından dönerken Mehmet Doğan şöyle anlattı: “Siz kamuoyunda İşçi Partili olarak tanınmıştınız. Partiden ayrıldıktan sonra (2011), bu çevrenin desteğini kaybettiniz. Fakat İP’e (şimdi Vatan Partisi) karşı olanlar, sizi hâlâ öyle bildikleri için sizinle ilgilenmiyorlar.” Sorunun tam da bu olduğunu biliyordum. Ulusal kanalda programlarıma iki kez son verilmiş, en son olarak Aydınlık Kitap’ta benimle bir söyleşi yapıldığı için söyleşiyi yapan arkadaş, Parti yöneticisi tarafından fena halde azarlanmıştı. Kamuoyu benim bu partinin çevresinde iken partinin adım adım program ve yön değiştirdiğine karşı çıkmamı bilmeyebilirdi. Fakat 8 yıldır yazdıklarımın da farkında değiller miydi? “Yazdıklarını kim okuyor ki?” dedi Mehmet, önceki yıl karşılaşmamıza kadar ben sizi İşçi Partili biliyordum.” CUMHURİYET KİTAP’IN AMBARGOSU Onun bu saptamasını Cumhuriyet Kitap’ın bana uyguladığı ambargo da doğruluyor. Cumhuriyet Kitap Eki, eskiden kitaplarımı duyururdu. Son 7-8 yıldır, posta ile adreslerine gönderildiği halde hiçbir kitabım, orada yer bulmadı. Kitaplarım hakkında yazılan yazıları da basmadıklarını öğrendim. Şimdiye kadar hiçbir yazardan veya gazete ve dergiden kitaplarım hakkında yazı yazmalarını istemedim. Yalnızca kitaplarım yayınevi veya benim tarafımdan kitap eklerine veya bazı yazarlara gönderiliyor. Bu zaten bir usuldendir. Cumhuriyet Kitap Eki’nin bana uyguladığı ambargo dikkat çekmeyecek gibi değildi. Samsun Kitap Fuarında Kitap Ekinin sorumlusu arkadaşa dayanamayıp sordum. Kitaplarımı görmezlikten gelmeye yemin mi etmişlerdi? Muhatabım, kitaplarımın kendisine ulaşmadığını ileri sürdü. Bu kez kitaplardan bir kaçını onun adına gönderdim. Telefon ettiğimde bunları aldığını ve gereğini yapacağını söyledi fakat bunlardan hiç biri “Vitrindekiler” köşesinde bile yer bulamadı! (Son kitaplarımdan birine Yayınevinin hatırına yer verdiler.) Bu işlerin iç yüzünü bilen bir arkadaş “Seni İşçi Partili olarak bildiklerinden yer vermiyorlar, bunu biliyorum” dedi. Bir sosyalist olarak Aydınlıkçı olmaktan ötürü hiçbir pişmanlık duymadım. Eski durduğum yerde durmaya da devam ediyorum. Ne yapalım ki, İşçi Partisi yöneticileri, şimdi herkesin gördüğü gibi başka başka yola girdiler. POPÜLER YAZAR OLMAK Başka bir neden de popüler olmayı başaramamaktır. Kitap fuarı gibi etkinlikler düzenleyenlerin bir konuşmacı veya yazar davet ederken gözettikleri temel ölçü yazarın popüler olması, yani geniş bir okur kitlesi tarafından tanınmasıdır. Geniş bir okur kitlesine seslenmek için ise bazı çevreler tarafından parlatılmak şarttır. Büyük sermaye tarafından kurulmuş yayınevleri, onların verdikleri gazete ilanları, televizyon programları bunun araçlarıdır. Organizatörler, neyin çok satacağını iyi hesap ederler. Bu hesapla yayımlanan kitaplar, sağlam bir dünya görüşüne yaslanmak yerine mevcut önyargıların okşanmasını ve pekişmesini hedefler. Fuarlara gelenler alacakları kitapların ve dinleyecekleri konuşmacıların ünlü kişiler olmasını ister. Bu, modanın çekiciliğine benzer bir durumdur. Moda ile de aynı akıbeti paylaşır. Bir süre sonra unutulurlar. Onlarca, yüzlerce baskı yapan ve yüz binlerce basılan bir kitap bakmışsınız beş on yıl sonra kimsenin elinde görülmez. Bir kişi, görüşlerinin ve kitabının sağlamlığına güveniyorsa, bunların büyük yayınevleri tarafından basılmamasına, dağıtılmamasına ve imza masalarında fazla rağbet görmemesine üzülmez. Basılmış kitaplarımın sayısı 40’ı bulmuş ve bunlardan bazıları birkaç baskı yapmış olsa da geçimimi kitaplardan karşılamadığım için ben kendimi “amatör” yazar sayıyorum. Bu yayın bolluğu karşısında, kitap okuma kültürü zayıflıyor da olsa, söyleyecek sözü olan biz “amatör” yazarlar, yazmaktan, bunları yayımlayacak ve dağıtacak kurumlar aramaktan vazgeçmeyeceğiz. Devran döner, mevsimler yeniden gelir… (21 Ağustos 2019) Edremit 3. Kitap Fuarı’nda

  • DÜŞ YOLCUSU

    Deli deli esen rüzgarın ıslığında Baharın çiçekleri Kopup dalından Yıldız yıldız Burcu burcu Saçlarıma konuyor. Dağ havasını çekiyorum içime. Gözlerinin Sevgiyi hapseden bakışlarında Özgürlük kuşları uçuyor Yüreğimin sımsıcak odalarında. Halk Türküleri çağıldıyor. Bir kavalın usul usul Geceyi inleten nağmelerinde. Yüreğimin kalemi Deli dolu bir nehir gibi, Parmak uçlarıma akıyor. Pembe beyaz ebruli düşler fışkırıyor, Us’umun düşlerinden. Gülen çocuklar, Mutlu insanlar çiziyor. Bana sormadan yazan çocuk yüreğim . Düş dünyam aydınlanıyor. Güneş sımsıcak ışıkları ile ruhumu sarıyor. İçim ısınıyor. Gülümsüyorum. Semihat Karadağlı / 07.01.2019 (İzmir metrosunda yerin yedi kat altında gün ışığından uzak, yüreğimle doğurduğum güneşle düş dünyam sıcak saat: 11.13)

  • Jane Austen

    Edebiyatta Çığır Açan Bir Kadın * “Tüm zamanların en romantik romanı” unvanını taşıyan kitabı yazdı. Dünya klasikleri içinde özellikle kadınların ayrı bir tahta oturttuğu, yaklaşık iki yüz yıl geçmesine karşın hala popülerliğini koruyarak ilgiyle okunan, aşk filmlerine ilham kaynağı olmuş, Pride and Prejudice ( Aşk ve Gurur )’ un yazarı; Jane Austen sözünü edeceğimiz. Jane Austen 1813‘te yazdığı “Aşk ve Gurur” adlı bu muhteşem eserinde, kasabada yaşamını sürdüren bir ailenin beş genç kızının psikolojik durumlarını bir aşk ekseni içinde, öyle etkin fırça darbeleriyle capcanlı resimlemiştir ki; “iki asrı bulan zamandan beri, dünya edebiyatında görkemini korumaktadır. İngiliz Edebiyatında kadın yazarların öncülüğünü yapmış olan Jane Austen, bu değerli zincirin ilk ve en önemli halkası olmuştur. Jane Austen, 16 Aralık 1775 yılında Anglikan Kilisesinde papaz olarak görev yapan George ve soylu bir aileden gelme Cassandra çiftinin, yedinci çocuğundan en küçüğü olarak, Hampshire’in bir köyünde dünyaya gelmişti. Annesinin adını alan Cassandra’dan başka diğer kardeşlerinin hepsi erkekti. Jane on altı yaşına geldiği sırada, babası görevinden ayrıldı. Erkek Çocuklarının hepsi büyüyüp iş sahibi olmuşlar, baba ocağından ayrılmışlardı. Rahip Austen, karısıyla iki kızını alıp Bath’a gitti. O öldükten sonra da, 1805’te, iki kızla anneleri Southampton’a taşındılar. 1809’da, ağabeylerden biri onlara Hampshire’de bir köşk aldı, oraya yerleştiler. Ondan sonra Jane, akrabalarını, arkadaşlarını görmeye başka yerlere gittiyse de, romanlarında umut ve dinginlikle aynı değerde gördüğü, kırlık, köylük yerlerin, dar olmakla birlikte, derin hayaller, düşünceler, etkili gözlemler yaratmaya elverişli sakin atmosferi içinde geçirdi. Hiç evlenmedi. Hastalanınca, kendini daha iyi hekimlere baktırmak üzere, Winchester’e gitti; kısa bir süre sonra da 41 yaşında hayatını kaybetti. Jane Austen, 41 yıllık yaşamına altı önemli eser sığdırmayı ve yarattığı karakterlerle evrenselliği yakalamayı başarmıştır; “ Sağduyu ve Duyarlılık” (1811), “Aşk ve Gurur” (1813), “Mansfield Parkı”(1814), “Emma”(1816), “Northanger Abbey”(1818) ve “İkna” (1818) Jane Austen, henüz çocuk denilecek yaşta, İngiltere’nin küçük bir kasabasında sıra insanın yaşamına ince bir ironi ile dokunacak, gözlemleri ve insan tahlilleri ile yüz yıllara meydan okuyan roman kahramanları yaratmanın ilk adımlarını atacaktı. Doğal olarak ilk okuyucuları aile bireyleri olacaktı. Ablası Cassandra, en yakın dostu, sırdaşı ve öğütler aldığı en büyük destekçisiydi. Okumayı sevdirip, yazmaya özendiren zengin bir kütüphaneye sahip babası ve ilerde romanlarına önsöz yazacak ağabeyi Henry ise yazmaya yüreklendiren yaşamındaki diğer önemli kişiler olacaktı. Jane Austen, ilk romanı “ Sağduyu ve Duyarlılık”ı 1795 ‘te henüz 20 yaşındayken tamamladığında adını ilk önce Elinor ve Marianne olarak koyduğu romanını yayınlatması için 1811 yılına kadar beklemesi gerekecekti. Önce Türkçeye “Kül ve Ateş” adıyla çevrilen “Sağduyu ve Duyarlılık” taki baş kahramanlarından Elinor, kararlı, tutarlı, sağduyulu bir karakterken; Marianne, Elinor’un tersine duygularını baskılamayarak yaşayan, başını sürekli bu nedenle derde sokan iki kız kardeşin aşk macerelarını ve evlenmelerini konu almıştır. Jane Austen aşkla 1796 yılında, henüz 21 yaşındayken karşılaşır. Tom Lefroy adında bir erkeğe deli gibi aşık olur Jane. Ancak adamın çocuksu davranış ve garip takıntıları yüzünden bir türlü mutluluğu yakalayamamış sonsuz üzüntüler yaşamıştır. Ablası Cassy ye yazacağı anılarda, Lefroy’u gözyaşı ve hüzünle anacaktır. Daha sonra ise Lefroy “Aşk ve Gurur” un, Bay Darcy karakteriyle karşımıza çıkacaktır. Sağduyu ve Duyarlılık” tan sonra 1796 da ikinci romanı “Pride and Rrejudice (Gurur ve Önyargı) ya da dilimizdeki adıyla “ Aşk ve Gurur” u tamamlayan Jane Austen, “A Lady” imzasıyla kitabını 1813 de yayınlattı. Maddi bir sürü sorunla boğuşan orta sınıf Bennet ailesinin kızı Elizabeth romanın baş karakteridir; bilgili ve zeki olmanın yanı sıra iğneleyici ve insanın kendi kuralları içinde yaşayıp sonra bu kurallara esir olmasının da bilincinde biri olarak toplum kurallarıyla da dalgasını geçen bir kişilik sergiler. Romanın diğer karakteri ise Bay Darcy; ciddi, soğuk ve mağrur kişiliği ile Elizabeth’in tam tersidir. Bu zıt karakter arasında ihtiraslı bir aşk başlar. Yalnız ortada temel bir sorun vardır: Gurur ve Önyargı… Evlilik, yaşamları boyunca sıkıntı çekmiş kadınlar için varlıklı bir aileden damat adayı kurtuluş olarak görülmüştür. Jane, Cassandra’ya yazdığı bir mektupta “Bekar kadınların fakir düşme olasılığı çok yüksek ve tek başına bu durum bile evlilik için iyi bir neden” diye yazacaktır. O döneme göre hayli geçkin bir yaş olan 27’ sinde, ilk evlenme teklifi gelecektir Jane Austen’e. Önce evlenmeyi sırf ailesinin gelir seviyesini yükseltmek ve evde kalmış kız yakıştırmalarından sıyrılmak için kabul etse de kısa bir süre sonra vazgeçecektir. 1805 yılı pek uğurlu gelmemişti Jane için. Henüz otuz yaşına basmıştı ki çok sevdiği, büyük destekçisi babasını kaybetti. Jane, Cassandra ve annesi yeniden, huzurun ve umudun adı Southampton’a geri döneceklerdir. Henüz hiçbir kitabı yayınlanmamış olan Jane, Southampton’da yazma çalışmalarına daha bir yoğdun sarılmıştır. Bu tarihlerde yazdığı “Mansfield Parkı” ında da yine orta sınıf bir ailenin etrafında gelişen olayları anlatır. Üç genç kızın öyküsü olarak başlar ve daha sonra diğer üç ailenin katılımıyla devam eder. Baş karakter Fenny Pierce’ın, Mansfield ile Portsmouth arasındaki yolculuğunu, bir evi yuvaya dönüştürme gayreti içinde anlatılır. “Mansfield Parkı”, Jane Austen’in en az duygusal romanlarından biri olarak nitelendirilir. Jane Austen, “Emma” da diğer romanlarındaki başroldeki kadın kahramanların aksine farklı bir kadın karakter çizmiştir. Diğer üç romanında da maddi sıkıntılar içinde boğuşan ailelerini kurtarmak için iyi evlilikler yapmayı amaçlayan genç kız karakterleri büyük rol oynarken; Emma Woodhouse, romanın başlangıç cümlelerinde de yazdığı gibi “güzel, zeki ve varlıklı bir kız” dır. Elizabeth Bennet gibi , o yıllarda pek de makbul olmayan “baskın” bir karakteri vardır. Üstelik hırçın ve evlenmek zorunda olmayan biridir de. Romanın yapısı gereği, Emma’nın dize getirilmesi ve evlenmesi için deli gibi aşık olacağı şovalye ruhlu biri gerektir kuşkusuz… Jane Austen’in en sevdiği romanı olduğunu itiraf ettiği “Emma”, 1814’de kaleme alındıktan bir yıl sonra yayınlanmıştır. 1815-1816 yılları arasında yazılıp 1818’de yayınlanan “Northanger Abbey / Northanger Manastırı” adlı beşinci romanında ise yine orta sınıf bir ailenin yaşamı yer almaktadır. Komşuları tarafından Bath’a tatile davet edilen 17 yaşındaki Catherine Morland burada tanıştığı Henry Tilney ile flört ederken, John adında bir başka centilmen ortaya çıkar ve Catherine ve Tilney’in ilişkilerini tahrip etmek için uğraşmaktadır… Jane Austen bu romanında, kadın-erkek ilişkilerindeki güven konusunun altını çizmektedir. Jane Austen’in 1818 de tamamlayabildiği son romanı “İkna” dır. Jane’nin unutulmaz kadın kahramanlarından biri olan Anne Elliot, Yüzbaşı Wenthworth’e aşkı anlatılır bu romanda. Elliot’un, fakir ama hırslı yüzbaşıya aşkı, ailesi tarafından yanlış seçim olarak nitelendirilir ve vazgeçmeye ikna edilir. Austen’in hayatını kaleme alan Claire Tomalin, Yazarın kendisi ve ablası Cassandra gibi yaşamdaki şanslarını yitirmiş ve asla ikinci baharlarını yaşayamayacak kadınlara bir armağan olarak yazıldığını söyler. Jane Austen, ilk romanlarından beri, geniş bir konuyu özlü bir biçimde yazabilmek ustalığını göstermiştir. Onun çizdiği bir sahnede, anlattığı bir olayda, işlediği bir portrede özün derinliklerini sezebilir, hayallerinizin ufkunu genişletebilirsiniz. Yazarın şair yaradılışı gereği, sözcüklere yüklediği farklı anlamları ve sanatının yaratıcı gücünü içinizde hissedebilirsiniz. Jane Austen, bu duyguyu en iyi aktaran edebiyatçılardan biri olduğunu “ Aşk ve Gurur” da fazlasıyla göstermiştir Ünlü İngiliz tarihçisi Thomas Macauley, Jane Austen için şöyle söylemiş: “ Romanın, ele aldığı konuyu, insanları taşkın,.aşırı bir romantiklik içinde işlemesinin başlıca özelliği sayıldığı bir devirde Jane Austen, bir bakıma sıradan sayılabilecek kişileri eserlerine kahraman olarak almış, öyleyken, gene de bunların her birini, çok olağanüstü insanlara verilecek bir önemle öyle canlandırmıştır ki hepsi birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır.” Macauley, yazarın İngiliz edebiyatı içindeki yerini çizerken, onun nasıl bir hareket başlatmış olduğunu belirliyor: O güne dek bir romanın değeri konusunun olağanüstü olmasında, kişilerinin yüceltilerek, akıl almaz özelliklerle donatılmasında aranırken, Jane Austen, ilk defa sıra insanın yaşamını konu alarak, bu hayatı yaşayanların duygularını, düşüncelerini, davranışlarını kaleme almıştır. Böylelikle de bir sanat eseri yaratabileceğini bütün dünyaya göstermiştir. Bu alanda, Aşktan da Üstün’ün yazarı Elizabeth Gaskell’le birlikte, kendilerinden sonra yetişecek, İngiliz romanının temelini atacak olan daha başka kadın yazarlara da öncülük etmiştir. Gerçeğe yöneltilen gözlerin keskin bir inceleme yeteneği olunca, o zamana kadar görülmemiş ne güzellikler, derin hissiyat kaynakları bulabileceklerini sanat dünyasına ilk haber veren bu kadın yazarlar arasında Uğultulu Tepeler’in yazarı Emily Bronte, Jane Eyre’in yazarı Charlotte Bronte, Agnes’ın yazarı Anne Bronte de –bu üç acar kadın romancı da- bulunmaktadır ki bunların hepsi değerinden bir şey kaybetmeden, bir yüzyıldan diğerine aktarılan eserler bırakmışlardır. Sebebi açıktır; ele aldıkları ana kaynak her şeyden önce, ölümsüz insan kişiliği, özellikle de kadın ruhudur. Jane Austen’in yarattığı kadın kahramanların başında; canlı ve keskin çizgilerle bertilmiş, açık yüreklilikle, içten ve bütün varlığıyla seven kadın karakterleri gelmektedir. Kadın kahramanlarından birinin ağzından söylediği şu sözler bunu ne güzel belirtmiş: “Kadınlara dileyeceğim en büyük imtiyaz hayat, ya da umut sona erdiği zaman bile sevmekte devam edebilmektir.” *

  • Hayat

    HAYAT çok sert geçen satranç maçlarını anımsatmıyor mu size de? Şahıyla, filleriyle, kalesiyle, atıyla ve kalabalık piyonlarıyla... Birileri oynuyor, biz piyonlar da bazen oyuncak, bazen kurban, bazen de asker oluyoruz. Bazen de küçük çapta oyunları da biz başlatıyoruz. Her sabah yeni bir satranç atağı planlayarak işe gitmek ne yorucu iş... Yaşamın doğasında mı var bu, savaş hali? Tamam bizi de ilgilendiren o yaşam savaşlarını biz başlatmıyor, kuralları da biz koymuyor olabiliriz, ne var ki yorum ve eleştiri hakkımız. İşte onun için HAYAT'la ilgili yorumlarınız öteki yazılar kadar değerli... maviADA HAYAT, siyasetten, güncel yaşama, bilim ve teknolojiye... değin insana ait ne varsa paylaşmanız için ortam ayırdığımız bir sayfa...

  • Tuvalet Kafe

    Sanatçılar sınırlarda yaşayamaz, derler. Yaratıcılığın sınır tanımazlığı mı yoksa mekânın sınırsızlığı mıdır anlatılmak istenen bilinmez. Belki de herkese göre değişen bir sınır vardır, kendi içinde genişleyen ya da kendine doğru daralan…Bir de kendi evinin sınırları içinde daralarak büyüyen, büyüdükçe çoğalan ve sonra odalardan taşan insanlar vardır. Bu öyle bir yerdir ki kendi cennetinizdir lâğım sularının temizleyip, hayatın son deliğini kendinize mekân ettiğiniz. Çok ahım şahım bir ikilem değildir bu sizin ki, sadece olmak ya da olmamak noktasında seçim bile yapamadan içinizi boşalttığınız yerdir. Sonra sifonu çeker, ellerinizi yıkarsınız. Bazen de ellerinizi küçük lâvaboda yıkayıp en güzel öykünüzü yazarsınız, aşk adına. Ya da en güzel resminizi yaparsınız yeşil ağaçların, mor çiçeklerin, kırmızı gelinciklerin olduğu… Arada kokusunu bile alırsınız doğanın yeşilinin… Beynimde onca düşünceyle kapıdan içeriye girerken, birçok evli kadının aksine aklımda, ne mutfakta yapacağım güzel yemekler, ne misafirlerimi ağırlayacağım salonun nasıl olduğu, ne de sevdiğim adamla birlikte yatacağım yatak odasının şekli vardı. Aklımı fikrimi çalan ve benim olduğuna, bir tek benim olduğuna inandığım bir düşünce vardı ki, o da çalışma odası olarak bana verilecek yerin neresi olduğuydu. Kapıdan girip odaları dolaşırken, altı aylık eşim önde, ben arkada tıpkı fethettiği toprakları gezen bir asker edasındaydık. Yeni evliydik ve kendimize yıllar boyu oturacağımız, çocuklarımızı büyüteceğimiz, güleceğimiz, eğleneceğimiz harika bir ev almıştık. Daha doğrusu eşim almıştı. Benim hiçbir şeye elimi sürmeme izin vermemişti. “Hepsini ben hallederim. Sen yorulma. Ben her şeyi düzenlerim sen öyle gelir; yerleşirsin,” demişti. Ne kadar şanslı olduğunuzu düşünmez misiniz? Salon yeni aldığımız mobilyalarla dekorasyon dergilerinden fırlamış gibiydi. Oturma odası, onun istediği gibi döşenmişti. Sadece oturulmak için. Küçük odaya girerken bir an gözlerimi kapatıp, işte şimdi bana sürpriz yapacak. Burası da senin odan, diyecek diye heyecanlanmıştım. Ama daha odanın kapısında; “Hayatım, burası da misafir yatak odası. Annemler, ablamlar geldiğinde ya da başka misafirlerimiz geldiğinde burada kalırlar,” demiş ve beni bir yatak, bir komedin ve küçük bir gardırop olan odaya sokmuştu. İçimden, Tanrım bir oda daha olmalı, diye geçiriyordum ümitsizce. Evet vardı… Orası da yatak odasıydı. Yatak odasının düzeni, mobilyalar inanılmaz güzeldi. Yatağın çevresinde dolanıp kendimi yayları harika yatağa bıraktım. Bir an için kendime ait oda fikri aklımdan uçup gitmişti. Tüm bedenimle yatağı sahiplenirken karşıdaki duvarda duran resimle irkildim. Anlamsız bir bakışla öylece kaldım. Eşim bu anlamsız bakışımdan mı yoksa zaten söyleyecekleri vardı da ondan mı bilinmez fazla gecikmedi. “Buraya babamın resmini astım. Benimle gurur duysun istiyorum. Çerçevesi çok güzel olmuş, değil mi?” dedi gülümseyerek. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Haklı olduğunu düşünmek istiyordum. Adam haklı. Altı yaşında babasını kaybetmiş. Bu yüzden de onun için çok önemli baba, diyordum durmadan içimden, ama… Babasının onunla; bu yatak odasının duvarında asılı olarak, yatağı seyrederek gurur duyması fikri bile yüzümün kızarmasına neden olmuştu. Neyle gurur duyacaktı? Baktığı yer yatağımızdı… Bu şoku üstümden uzun süre atamadım. Sonunda evin tamamını gezmiştik. Bana ait oda yoktu. Odaların hepsi yeteri kadar dolmuştu. Sızlanmak, bir şey talep etmek niyetinde değildim ama ağzımdan kelimeler dökülüverdi. “Hani benim odam? Resim yapmam, yazı yazmam için bir oda ayarlayacaktın.” dedim. Gülümseyerek yüzüme baktı. “Sen ciddî miydin?” Nasıl yani oldum? Ne istemiştim ki? Alt tarafı küçük bir oda istemiştim. Öykülerimi yazabileceğim, kitap okuyabileceğim ve resim yapmak için… “Evet. Sen de tamam demiştin bana. Unuttun mu?” Eşim hala dudağında o yamuk gülümsemesiyle yüzüme bakıyordu, inanılmaz bir şey söylemişim ya da istemişim gibi. “Ben evde yağlı boya yapmanı istemiyorum hayatım. Bir kere çok kötü kokuyor. Hem bu sağlığına da zararlı. İlerde çocuklarımız olduğunda onlara da zararı dokunabilir.” Çocuklarımız olduğunda yapmam ama şimdi yapmak istiyorum, diye haykırmak gelmişti içimden ama yapamadım. “Yazı yazmaya gelince. O deli saçması şeyleri nerede olsa yazarsın zaten. Etrafı dağıtmamak koşuluyla mutfak masasında yaz olmaz mı?” dedi. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Olmaz desem ne olacaktı ki? “Ben edebiyatla uğraşmayı seviyorum. Bir gün arkasında fotoğrafım olan bir kitabım olacak. Göreceksin, bak.” dedim. Eşimin yüz kasları sinirli bir şekilde seğirmeye başladı. Bu kaprisi çocukluğuma vermiş olmalı ki, sakinliğini korumaya çalışarak, “Canım, artık sen evli bir kadınsın. Bu yüzden başka şeylerle ilgilenmek yerine evinle, kocanla ilgilensen daha iyi olmaz mı?” “Ben her şeyle ilgilenebilirim. On dokuz yaşındayım diye birçok şeyi aynı anda yapamayacağımı sanıyorsan aldanıyorsun,” dedim, dedim amasına, içimde büyük bir korkuyla. Babasına ilk defa karşı çıkan bir çocuk gibi. Bu sesime de, hareketlerime de yansımıştı. Eşim yanıma gelip başımı okşadı. “Tamam kuzum. Bakalım becerebilecek misin bunların hepsini? Şimdi sana rahat rahat çalışabileceğin bir yer bulacağım.” Bu söyledikleri, sadece sinirimi yatıştırmak içindi diye düşündüm. Yeni bir oda mı ekleyecekti eve. İçimde kabaran sinire ve gözlerime hücum eden yaşlara engel olmaya çalışıyordum. “İşte, burayı istediğin gibi yerleştir. Burada resimde yapabilirsin yazı da yazabilirsin.” Dediği yere doğru kafamı uzattım. Gözlerim kararmıştı birden. İçimdeki heyecan son kelimenin ve gözlerimle algılamaya başladığım yerin görüntüsüyle allak bullak oldu. Küçük tuvaletin kapısının önünde durmuş eşimin bana oda diye söylediği yere bakarken ağlamaktan çok gülecek gibi olmuştum. “Burası mı?” “Burası işte. Küçük bir oda sayılır. Sen kendine göre düzenle. Ne istersen alabilirsin. Hadi bakalım bu işi de çözdüğümüze göre artık akşam yemeğine gidelim. Karnım çok acıktı.” O gün tuvaletin içinde, o küçük hacet giderme odasında ne yapacağıma kuşkuyla bakmıştım. Her gece sevdiğim adamla yatak odasının o güzel yatağına yatıp onun benim, benim de onun olduğumuz saatleri, gururla bakan babasının fotoğrafının karşısında sanki bir görevmiş gibi yerine getirdikten sonra, kimsenin beni görmediği, doğal olarak gururlanmadığı o küçük odaya çekiliyordum. Hayallerin, odaların dışına çıktığını, dışarıdaki dünyanı sessizce içeriye girip lavabonun kenarına oturduğunu hatta sifonun gözlerini dikip beni seyrettiğini biliyordum. Tuvalet deliğinden yeni bir dünyaya giriş olabilirdi ama ihtimali eşim ortadan kaldırmak için tıkamıştı. Belki o da buradan gizlice başka yerlere kaçabileceğimi düşünüyordu. Tuvalet Kafe’nin kapısına kocaman süslü harflerle yazmıştım. Burası Benim Odam. İzinsiz Girmeyin. Her ne kadar eşim dalga geçip, “Senden izinsiz kim niye girsin ki tuvalete,” demişti. Haklıydı… Yıllar sonra bu hikayeyi anlatırken çok gülmüştüm. Bu kadar ilginç olacağı aklıma gelmemişti. O kadar uzun zaman geçmişti ki, on dokuz yaşında evlendiğim adamdan on bir yıl sonra boşanmış. Üç yıl sonra, arkasında resmim olan ilk kitabımı çıkarmıştım. Bu arada iki karma sergi ve üç kişisel resim sergisi açmıştım. Tuvalet Kafe ise aklımın bir yerinde öylece kalmıştı. İlk kitabımı elime alır almaz yaptığım ilk iş, eski eşim ve karısına; “Sevgili Tuğçe ve Tolga’ya hayat boyu mutluluklar dilerim” diye imzalayıp göndermek olmuştu. Eski eşim, ilk öyküyü okur okumaz babamı arayıp; “Kızın neler yapıyor gördün mü, baba?” demiş. Hâlâ babama, baba deme cesaretini, galiba benim on bir yıl boyunca ona dayanma sabrım verdi. Babam da hâlâ yeni bir damat edinememenin verdiği hayal kırıklığı ile hiçbir bağlantısı kalmayan bu adamın baba, demesini kabul ediyordu. “Biliyorum oğlum, biliyorum. Bırak ne hali varsa görsün. Kendi kendine bir şeyler yapıyor işte,” demiş. Kendi kendime yaptığım şeylerden hep memnun olmuşumdur. Ama eşimin, pardon ex-eşimin bana yaptıklarını da hiç unutmuyorum. Belki ona buradan kocaman bir teşekkür gönderebilirim. Beni, evimin taşrasına sokarak aslında kocaman bir dünya yaratmama neden olduğu için.

  • GÜL

    Yüzündeki çizgilerde gördüm Eskimiş hüzünlerini Yeni yetme, kurak sevinçlerini Söndür o sigarayı Yeter bakışlarındaki buğu Toz duman olmaya Yanıp yanıp kül olmaya Bir gül vardı elinde kırmızı Gonca göz kırptı uzaktan Gülümsedi durgun papatya Kaldıramadılar yıllanmış yüklerini Bekçiler kol geziyor artık Başkasına ait diyarlarda Sen sığınmaya koşarsın Çaresizliğin döner durur Kovulduğun tarlalarda Tutundun gül bahçesinin demirlerine Ayaklarını sürüye sürüye Ellerin paslı, ruhun bedeninden yaşlı Parıldıyordu gül Yıpranmışlığının gölgesinde Serzenişlerin savunmasız Kargalar istemsiz nöbette Hasat vakti elde kaldı Ekilen toprağın gübresi Kurumuş çiçekler ağlıyor Mezar taşının üzerinde

  • Sanat

    Olağan biçimi bir sert satranç savaşı, ilkel bir paylaşım dalaşı olan kaba HAYATa karşı koymanın hem en soylu, hem en gelişkin, hem de insana yakışan yolu onu kurallara bağlamaktan; yani yasalardan, onu yumuşatmaktan, kabul edilebilir bir hale getirmekten ve güzelleştirmekten yani SANATtan geçer. Kabalığın yerine nezaketi, in ve mağaralarımızın yerine yaşanabilir konutları, ilkel eğitim yerine çağdaş okulları koymamızın altında da insanlığın güzel arayışının hiç bitmediğini görürüz. Böyle baktığınızda günümüz siyasetinin taraftar toplama adına seçkinlerin uğraşı diyerek ötekileştirdiği SANAT'ın gerçekte bütün insanlığın ortak paydası olduğunu görürüz. Kim bir bayrama yeni bir ayakkabıyla uyanmanın hazzını unutabilir ki... O hayatı güzelleştirmeye verilen artı bir emek değil midir? Özetlersek, başlangıçta bir edebiyatta ve resim de görülen sonradan yaşamımızın her alanında, müzikten, sinemaya... hayatı güzelleştirme gayreti olan SANATsal paylaşımlar bu sayfamızda yer alıyor.

  • Bir Toplumsal Direnişin Destanı: Köroğlu

    “Benden selam olsun Bolu Beyi’ne Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır Ok gıcırtısından kalkan sesinden Dağlar seda verip seslenmelidir” Türkülerimizin yozlaştırıldığı bir dönemde beslendiği halk kültürüne sesi ve sazıyla, araştırmalarıyla büyük katkı yapmış olan Ruhi Su, Köroğlu adlı uzunçalarının kapağına Nejat Birdoğan’ın Köroğlu’yla ilgili yaptığı araştırmanın önsözünü koymuş. Birdoğan’ın Aşık İhsani ile yaptığı sohbetle başlayan ilgisi bir kitabın ortaya çıkmasını sağlamış: “Köroğlu Bir Toplumsal Direnişin Destanı”. 16 yüzyıldan günümüze ulaşarak ilk kez 1834 yılında yazıya geçen Rumeli ve Azerbaycan’a kadar yayılmış destandaki Köroğlu, buralarda yaşayan kardeş halkların eşitlik ve adalet isteyen ortak kahramanıdır… Köroğlu’nun babası Koca Ali, uzun yıllardır Hasan Han’a ait atların bakımını yapan bir seyisti. Bütün ömrünü onun kapısında çürütmüş saçı sakalı onun kapısında ağarmıştı. Her sabah tan ağarır ağarmaz Koca Ali, Hasan Han’ın atlarını otlatmaya götürür, bütün gün bakımını yapar, geceye yakın bir zamanda da geri döndürürdü. Dağlarda taşlarda, ıssız yabanda Koca Ali’nin ayağının değmediği yer kalmamıştı. Gene bir gün, Koca Ali, atları bir göle sürüp su kenarında otlamaya bırakmıştı. Atlar otlamaya başlarken Koca Ali de bir taş üzerine çömelip oturmuştu. Tanyeri de yeni yeni ağarır. Koca Seyis bir de bakar ki gölden iki aygır at çıkar. Atlar gelip sürüye katılırlar. İki kısrağa yakınlaşıp aştıktan sonra gene dönüp göle girerler ve gözden kaybolurlar. Hemen kalkar, iki kısrağa bakar, gördüklerinden kimseye söz etmemeyi de düşünür. Gel zaman git zaman aygırların kısrakları dölleyişinin üstünden epey bir zaman geçer. Koca Ali aylar, günler sayar. Kısrakları da bu arada gözünün önünden ayırmaz. Vakit yaklaştığında da kısrakları otlatmaya götürmez ve onları tavladan dışarı çıkarmaz. Ve nihayet kısraklar doğurur, yavrular sonunda büyüyüp birer tay olurlar. Birgün Tokat Paşası Hasan Paşa Hasan Han’a konuk olarak gelir. Hasan Han’a hoşbeş arasında “Hasan Han duydum ki senin gayetle güzel ve cins atların varmış, gel bunlardan bana iki tane aygırlık at ver” der. Hasan Han hemen “gözümüste” deyip seyisi çağırır. Seyis Koca Ali’ye “yarın sürüyü ota götürme, Paşa için at seçeceğim” der. Hasan Han bu sözleri söyler söylemez Koca Ali’nin aklına hemen o iki tay gelir. Bey’inin başını daha yüce etmek için sabah erkenden iki tayı çıkarıp halkala bağlar, kendisi de geri kalan atları alıp otlatmaya götürür. Biraz sonra Hasan Han, Paşa yanında atların bağlandıkları yere gelirler. Paşa bakar ki halkalda iki uzun orta aygır ve zayıfça at bağlanmış “herhalde bana verecekleri atlar bunlar olacak” deyip güler. Sonra da “Hasan han bana demişlerdi ki senin iyi cins aygırlık atların var, bunlar da nedir? İş böyle atlara kaldıysa bende çok vardır” der. Paşanın bu sözleri Hasan Han’a dokunur. Koca Ali’yi hemen yanına çağırtıp “hey ahmak Koca ben sana sürüyü otlağa götürme, at seçeceğim dememiş miydim, niye ota götürdün?” diye sorar. Koca Ali “Han sağ olsun, ben koca bir seyisim, sürüdeki atların hepsini avucumun içi gibi tanırım, sen bunların böyle oluşlarına bakma, eğer başının yücelmesini istersen Paşa’ya bunları ver” der. Seyis’in böyle büyük konuşması Han’ı kızdırır. Sinirlenerek “benim yılkımda dünyanın dilinde dolaşan cins atlar varken bu uyuzları Paşa konağına gönderip beni rezil etmekten maksadın nedir” diyerek bağırır. Seyiste bunun üzerine “Han sağ olsun ne maksadım olacak? Benim maksadım; Paşa’nın yanında senin şanının yücelmesidir. Sen de bilirsin ki ben atları iyi tanırım. Senin atlarının arasında bunlardan daha iyi at yoktur. Bütün dünyayı gezsen de gene bunlar gibi at bulamazsın” diye yanıt verir. Bu sözler Hasan Han’ı çileden çıkarır, “Artık bilmiyorum, bir saate kadar yerde de olsa gökte de olsa nereden bulursan bul, hem benim hem de Paşa’nın şanına yakışan iki at getir, Aygırlar bir saate geldi, geldi. Gelmezse başına geleni sen düşün.” der. Koca Ali “Öyleyse Han izin ver Paşa için at seçmeye başka adam gitsin. Sürüde bu atların eşi yoktur, ben de bu atların yerine başka bir at seçemem. Benim seyis adıma yakışmaz” diye karşılık verir. Bu sözler Han’ı iyice sinirlendirir. Cellatlarını çağırıp başının vurulmasını emreder. Koca Ali’ye kızan Paşa da “Hasan Han görüyorum ki senin seyisin bu atları çok övüp çok güvenir, belki o haklı, gelsen bu işi şöyle et, her ata onun bir gözünü paha biç” der. Paşanın bu sözleri Hasan Han’ın aklına yatar. Hemen cellada emrederek Koca Ali’nin gözlerini oydurur. Koca Ali, bu esnada ne inler ne de bir ses çıkarır. Bir kere bile af dilemez. Öyle ki cellat işini bitirdikten sonra ayağa kalkarak; “Hasan Han, dünyada her şeyden üstün olan şey gözdür. Sen beni onlardan ettin. Ben senin kapında can çürütmüşüm, yılan gibi kabir koymuşum, saç sakal ağartmışım. Sen bunların kıymetini bilemedin. Ancak ayıbı yoktur, sen bir paşanın sözüyle beni kör ettin, benim kısmetim buymuş. Sen ki benim gözlerimi bu tayların bedeli olarak aldın, hiç olmazsa sözünün ağası ol, tayları bana ver” der. Hasan Han, tayların birini bir koluna diğerini bir koluna bağladığı Koca Seyis’i kapısından kovar. Kör Ali taylarla birlikte acı çeke çeke köyüne döner. Köylüler seyisin başına toplanırlar. Babasının başına gelenleri oğlu Ruşen de duyar. Ruşen, 15- 16 yaşlarında yeniyetme civan bir delikanlıdır. Ama öyle güçlüdür ki ağacı tutsa kökünden, öküze boynuzundan yapışsa yerinden kaldıran bir yiğittir. Babasını bu halde görünce telaşla sorar: “Baba, sana ne oldu, seni bu hale kim koydu?”. Koca Ali, hali, hikayeyi bir bir oğluna anlatır. Ruşen kızgın, ayağa fırlayarak “oğlun senin acılarını yerde koymaz baba, şimdi Hasan Han dayansın benim önümde, bakalım nasıl dayanacak” der. Köyün delikanlıları da Ruşen’e arka verip kalkarlar. Kör Ali durumu görünce Ruşen’i yanına çağırtıp oturtur. Elini omzuna koyar; “Hele öçleşmenin zamanı değildir oğul, zamanını ben sana söylerim. Şimdi söyleyeceklerime kulak ver. Benim gözlerim bu tayların üzerinde gitti, öcümde bu tayların üzerinde alınmalıdır. Bu tayları ben sana emanet ettim. Bunlar gördüğün diğer taylara benzemezler, derya atından döl buldular. Sen, şimdi büyük bir tavla yap, bu tavlanın hiçbir yerinden ışığa benzer nesne girmesin. Taylar tam kırk gün bu tavlada kalacaklar. Bu kırk günün içerisinde taylar ne bir bayır, ne bir çayır görecekler. Ne de bir insan gözü tayları görmeyecek” der. Bunun üzerine Ruşen “peki Atam Can, ben bu kırk gün içinde böyle olursa, bunları nasıl yemleyip nasıl savuracağım?” diye sorar. Koca Ali de oğluna “Sen her tay için tavlada kırk gözlü bir yemlik yapacaksın. Atların yemini samanını bu gözlere dolduracaksın. Köyün üstündeki Zümrüt Bulağından tavlalara birer ark açacaksın. Birer küçük havuzla da taylar sularını içecekler. Sen şimdi git. Tavlaları yapıncaya kadar tayları bir yere bağla” der. Ruşen babasını rahatlatır. Sonra tavlayı babasının dediği gibi yapmaya başlar, tavla biter. Koca Ali gelip eliyle yemlikleri, havuzları yoklar. Tamam olduğunu görür. Sonra da oğluna “güzel, şimdi sen yemlikleri doldur. Suyu da ahırlara bağla. Bak, gene söylüyorum. Tavlalara ne bir ışık, ne de bir insan gözü düşmeyecek” diye söyler. Ruşen babasının dediği gibi yemlikleri doldurur. Suyu arklardan tavlaya bağlar. Atları içeri çekip, tavlanın kapısını da sıkı sıkıya kapatır. Her tarafı sağlamlaştırıp dışarı çıkar. Aradan tam 38 gün geçer. Atasözü de der ya “insan sabırsız olur” Ruşen 38 günü zor bitirir. 39. gün ne yaptıysa kendine dizgin vuramaz. Sanki birisi yüreğine girmiş “hey!” diyordu. Kırk günde başa gelen otuz dokuz günde de başa gelir. Yürü git, bir atlara bak. Sonunda Ruşen dayanamaz. Gelip tavlanın üstüne çıkar. Ufacık bir delik delip içeriye bakar. Önce gözlerine inanamaz. Sağ bölmedeki atın omuzlarında, iki tane kanat vardır. Kanatlar alev gibi yanıp ,altın gibi parlamaktadırlar. Bu defa sol taraftaki ata bakar. Baktı ki bu atın kanatları yoktur. Gözlerini yine sağ taraftaki ata çevirir. Bu defa kanatların yavaş yavaş söndüğünü görür. Yaptığına pişman olur. Hemen deliği örtmeye çalışır. Ancak ne fayda, iş işten geçmiştir. Kanatlar yavaş yavaş eriyip ağırda yok olmuşlardır. Ruşen ellerini başına dizine vurur. Ancak olan olmuştur. Deliği örtüp geri döner. Babasına hiçbir şey söylemez. Derken o gün gelir, kırkıncı gün. Koca Ali oğlunu yanına çağırarak “oğul gel, beni atların yanına götür” der. Ruşen babasının elinden tutup tavlaya götürür. Koca Yılkıcı, önce sağ taraftaki atın yanına varır. Elini atın boynundan tutup sağrısına kadar çeker, “oğul, bu atlara insan gözü bakmış” der. Ruşen önce inkar eder “baba, sen ne diyorsun” der. Koca Ali tekrarlar “Oğul gel benden olan biteni gizleme, ben sana bu atlara insan gözü değmiş diyorum. Bu atların kanatları olmalı. Ne oldu, doğrusunu söyle”. Ruşen olan biteni babasına anlatır. Koca Ali, “oğul sabırsızlık daima zarar verir. Sen sabırsızlığının cezasını çekiyorsun. Ama üzülme olan oldu” der. Sonra da sol yandaki ata yaklaşır. Bu at uzun ayaklı, çekme sağrılı, nazik, ortalı bir at olmuştur. Koca Yılkıcı yanına yaklaşınca at şaha kalkar, ona saldırmak ister. Fakat Koca Ali ona bağırınca onu tanır ve sakinleşir. Koca Ali bu atın da tımarını yapar. Sonra da oğluna “oğul bir süre bu atları bayıra çıkarmak olmaz. Ama kapısını bağlamakta gerekmez. Her gün gelir kendin yemlersin, sularsın” der. Ruşen babasını eve götürür. Kendisi de tarlaya döner. Atlara gözkulak olmaya başlar. Aradan günler geçer. Bir gün babası gene sorar, “oğul atlar nasıl, nasıl yiyorlar?”. Ruşen “Baba sağ taraftaki at değirmen gibi öğütmekte. Arpa, saman yetiştirmek zor. Sol taraftaki at da iyi. Ama daha az yiyor. Genç ve dinçliğine de iyi. Sağ taraftaki ise kızgın bir deve gibi oynayıp duruyor” der. Koca Seyis, oğluyla birlikte tavlaya gelir. Atları yoklar, “Oğul, atlar daha da büyüdü, binilme zamanları geldi. Önce buna sonra da öbürüne bin, yeni sulanmış balçığa gir, oradan dikenlere vur. Sonra da yalçın kayalara sür” diye söyler. Ruşen babasının dediği gibi önce sağ taraftaki ata biner. Yeni sulanmış şumlu balçığa dalar, yıldırım gibi de geri döner ve seyisin yanına gelir. Eski kurt, atın burnunu tutar. At öksürmez. Sonra da kalbine kulak verir. Bakar ki yürekte de ses seda yoktur. Sonra tırnaklarını yoklar, bir ufacık balçık bulamaz. Ruşen bu kez diğer ata biner. Aynı sınaklardan geçirir. Babasının yanına getirir. Koca Ali onun da burnunu sıkar, yüreğini yoklar, tırnaklarına dokunur. Bu at da öksürmez, yüreği dövünmez. Ancak tırnaklarının birinde bir parça çamur görünür. Ruşen bu defa birinci ata binip, kara dikenliğe sürer. Yıldırım gibi süzülür, gelir koca yılkıcının yanında durur. Koca Yılkıcı, onun karnını, baldırını yoklar. Hiçbir diken izine rastlanmaz. Öbür at da dikenlik sınağından yenik çıkmaz. Ancak arka ayaklarından birinde bir parça diken izi vardır. Ruşen sonra ilk atı kayalıklara vurur. Koca Seyis’in yanına döndüğünde Koca Seyis atın ön ayaklarını tutar ve sıkar. Ama at ne tiksinip ne geriler. Şimdi sıra ikinci atındır. Ruşen bu ata da binip taşlıktan aşağı bırakır. At taşlardan aşağı süzülüp iner. Koca Ali oğluna “Oğul Ruşen, birinci at sınaklardan çok güzel çıktı. İkinci at da fena çıkmadı. Ama birinci ata yenişemez. Bu atın eşi benzeri bu yeryüzünde bulunamaz. Birinci atın adını Kırat koydum. Seferlere, kaleler fethetmeye gidersen Kırat’a binersin. Kırat seni ölümlerden kurtaracaktır. Onun kadrini iyi bil. Şimdi atlar büyüdü. Hasan Han’dan öç alma zamanı geldi. Haydi git, atları eğerle. Gidip Hasan Han’dan hesabımızı soralım” der. Ruşen çocukluğunda bir gün çayırda oynarken yerden bir taş bulmuştur. Taş küçüktür ama hem çok ağır hem de ışıltılıdır. Gözleri kamaştırır. Ruşen taşı yerden kaldırıp bir buzağıya atar, taş buzağıya değmez ama ışıltısı ve ateşi buzağıyı yıkıp öldürür. Ruşen dönüşte olan biteni babasına anlatır. Koca Ali oğluna “Oğul git sahibini bul. Buzağının parasını öde. O taşı da bul, bana getir” der. Ruşen gider, önce buzağının sahibini bulur, parasını verir. Sonra da taşı bulup babasına getirir. Koca Ali taşın o tarafına bakar, bu tarafına bakar. Bakar ki taş gökten düşmüş bir yıldırım parçası gibidir. Koca Ali bu taştan delici bir şey olan biz yaptırmayı düşünür. Ertesi gün erkenden Ruşen’den gizli taşı alıp bir ustanın yanına gelir “usta bu taşın bir parçasından bana bir biz yap” der. Usta bir taşa bir de Koca seyise bakar “Koca Ali sen dünya görmüş adamsın. Taştan da biz olur mu?” diye sorar. Uzun bir konuşmadan sonra Koca Ali ustayı kandırıp razı eder. Usta taşı dövdükçe taş adeta mum olur. Koca Ali’ye bir biz yapıp verir. Ali, ustaya emeğinin karşılığını verdikten sonra taşın geri kalan kısmını bir mısri kılıç yapan başka bir ustanın yanına gelir “usta bu taştan bana bir kılıç yap” der. Bu usta öbürkünden de suratsızdır. Ama o da çok geçmeden razı olur. Yedi gün içinde bir kılıç yapar. Koca Ali gelip almadan usta kılıca bir bakar. Kılıçta ne kılıçtır ama gün gibi yanıp ay gibi ışık salmaktadır. Ustanın kılıçta gözü kalır. Teslim günü geldiğinde Koca Seyis’e ayrı bir kılıç verir. Ancak Ali işi sağlam tutmuştur. Cebindeki bizi çıkarıp kılıca dayar. Biz kılıcı ortasından delip geçer. Usta bakar ki Seyis’i kandıramayacak çaresiz kılıcı ona verir. Koca Seyis kılıcı alıp evine gelir. Ancak Ruşen’e birşey söylemez. Ruşen Kırat’ı hem Dürat’ı eğerleyip yedeğinde gelir. Ali eve girer. Kılıcı gizlediği yerden alıp Ruşen’e verir. Sonra da “Oğul, al bu kılıcı beline bağla. Bu kılıç gördüğün kılıçlara benzemez. Bu kılıca yıldırım kılıç derler. Bu kılıcın önünde hiçbir şey dayanmaz. Bu kılıçla sen hak yiyen hanlara, beylere, paşalara kan yutturacaksın. Bu kılıçla hainler, zalimler senden aman dileyecekler. Bu kılıçla sen kaleler yıkıp, setler dağıtacaksın. Ama bunun yıldırım kılıç olduğunu kimse bilmesin. Bundan sonra bunun adına mısri kılıç dersin. Kırat’ın sırtında belinde bu kılıç varken hiçbir düşman sana karşı koyamayacaktır” der. Ruşen kılıcı babasından alıp beline bağlar. Koca Ali Dürat’a, Ruşen’de Kırat’a binip yola düşerler. Az gidip uz giderler. Sonunda gelip Hasan Han’ın kapısına dayanırlar. Hasan Han’ı dışarı çağırırlar. Hasan Han dışarı çıkar. Bakar ki Kör Ali uzun yeleli dev cüsseli bir ata binmiş . Bakar ki Koca Seyis’in oğlu da öyle bir ata binmiş, binmiş ki yelin gözü bile böyle bir at görmemiş. Koca Ali “Hasan Han, bu atlar senin beğenmediğin o çapaklı kulunlardır. Sen bunlara karşılık benim gözlerimi çıkardın. Ben sana iyilik etmek istedim. Sen anlamadın. Beni gün ışığına hasret bıraktın. Şimdi senden karşılığını almaya geldim Elinden geleni ardına koyarsan namertsin” der. Koca Ali’nin bu sözleri Hasan Han’ı sinirlendirir. Kılıç çekip Kör Ali’ye saldırır. Ruşen de Kırat’ı Hasan Han’ın üzerine sürer. Yıldırımdan yapılmış mısri kılıcın gökte parlamasıyla Hasan Han’ın boynunun yere düşmesi bir olur. Sesi feryadı karışır. Hasan Han’ın askerleri Ruşen’in üstüne yürürler. Ruşen karşı koyar. Bir yandan Dürat bir yandan mısri kılıç ile adamların ön tarafını darmadağın ederler. Ancak askerin ardı arkası kesilmez. Bölük bölük ardına gelirler. Karınca sürüsü gibidirler. Koca Ali bunu anlayıp “Oğul bu kadar adamla sen tek başına başa çıkamazsın, sonunda ya ölü ya diri tutarlar. Sür atları kendimizi buradan kurtaralım” der. Ruşen babasının sözüne bakmaz. Gene vurur. Baş keser, kol kırar. Merdi merdane cenk eder. Ancak kör babasının ele geçmesinden korkarak çaresiz dövüşten el çeker. Babası ile atları sürüp çöle doğru giderler. Hasan Han’ın bazı askerleri de onların peşine düşer. Ruşen atının başını çevirip geri baktığında bir sürü atlının yıldırım gibi üzerlerine geldiğini görür. Babası Kör Ali’ye “baba bir tabur atlı ha yetti ha yetecek” der. Bunun üzerine Kör Ali, Ruşen’e atları balçığa doğru sürmesini söyler. Ruşen atları balçığa sürer. Kırat ve Dürat yıldırım gibi balçığı yarıp geçerler. Askerlerin atları ise balçığa saplanıp kalırlar. Ruşen bakar ki bir sürü kara atlı daha üzerlerine gelmektedir. Koca Seyis’e bu sefer “baba bir sürü kara atlı da yetti ha yetecektir” der. Koca Seyis de oğluna atları dikenlere çevirmesini söyler. Askerlerin hiçbiri dikenlikten çıkamaz. Atlarının hepsi baldırlarından kana bulanıp kalırlar. Dürat’la Kırat ise dikenliği çimen gibi aşıp geçerler. Ruşen’le Koca Ali bir süre daha giderler. Ruşen bir daha döner bakar ki yine bir bölük atlı peşlerinden gelmektedir. Babasına sorar “baba bir bölük atlı ha geldi ha geliyor. Koca Seyis “korkma atların ağzını taşlığa sür” der. Ruşen atları taşlığa sürer. Askerlerin atları sarp kayalıklara çıkamazlar. Kırat ile Dürat ise yırtıcı bir kuş gibi süzülüp kayaların arkasında gözden kaybolurlar. Baba-Oğul akşam üstü bir çay kenarına gelirler. Kör Ali oğluna burası nasıl bir yerdir diye sorar. Ruşen Koca Yılkıcıya “burada yurt tutalım, ağaçlıklı otlu bir yerdir, ortasından da çay geçiyor” der. Koca Yılkıcı “burada yurt tutmak olmaz, eşkıyalar basar, zorba hanlar, paşalar kötülük eder” der. Geceyi orda geçirip sabah yola koyulurlar. Az gidip uz giderler. Akşamüstü konaklayacak bir yere gelirler. Kör Ali yine sorar “burası nasıl bir yerdir?”. Ruşen “burası uçsuz bucaksız bir yeşilliktir, burada yurt tutalım” der. Koca Yılkıcı bu defa da “burada da yer tutmak olmaz, orada atlanan buraya da iner, kervanların ayakları altında kalırız” der. Geceyi orada geçirip yine yola düşerler. Bir yüce dağın kıyısına gelirler. Kör Ali oğluna yine sorar “burası nasıl bir yerdir”. Ruşen “her tarafı kayalık, her yanı sisli, dumanlı bir dağdır” der. Bunun üzerine Koca Seyis “Tamam oğul buraları iyi tanırım. Burası Çamlıbel’dir. Burada kendimize bir konak, atlarımıza da bir yer yapalım” der. Ruşen kendilerine kale gibi bir konak, atlarına da bir tavla yapar. Çamlıbel’e yerleşirler. Burada yaşamaya başlarlar. Günlerden bir gün Koca Ali Ruşen’i yanına çağırıp şunları der: “Oğul, buradaki dağların birinde bir küt pınar vardır. Adına Koşabulak derler. Yedi yıldan yedi yıla bir akşam doğu tarafından bir yıldız, batı tarafından bir yıldız doğar. Bu yıldızlar gelip göğün ortasına doluşurlar. Onlar doluşuncaya kadar Koşabulağa gökten ışık yağar. Bulak köpüklenip coşar. Her kim Koşabulağın o köpüğünde yıkanırsa kuvvetlenir. Dünyada eşi ve benzeri bulunmaz. Her kim o sudan içerse sesi güçlenir. Çok yiğitler, şehzadeler bu köpük için geldiler ama hiçbirinin bahtı yar olmadı. Şimdi yedi yıl tamam olmak üzere, zamanı geldi. Git ara, Koşabulağı bul. Dediklerimi yap, ancak köpüğünden bir kapta doldurup bana getir”. Ruşen gider, akşam olur. Üstünden epey zaman geçer, baktı ki doğudan bir yıldız, batıdan da bir yıldız doğar. Yıldızlar buluşunca Koşabulak taşar. Ak köpükler adam boyunca olur. Ruşen köpükten bir tas doldurup başına döker. Bir tas da doldurup içer. Babasına da bir tas doldurmak ister. Baktı ki bulakta ne bir köpük var ne bir şey. Yalnız duru bir su akar. Elini başına vurur. Ama neye yarayacak? Tası alıp bin pişman geri döner. Olanları babasına anlatır. Kör Ali ah çekip “oğul benim gözlerimin dermanı o köpükteydi, o da ele gelmedi” der. Ruşen’in üzüldüğünü görünce de oğluna şunları söyler “Oğul eza çekmekten bir şey çıkmaz. Geçene geçti derler. Demek ki bir daha seni görmek bana kısmet değilmiş. Şimdi benim ömrüm tamamdır. Kulak ver, sana bir çift sözüm var oğul, ay geçer, yıl dolanır. Senin adın doğudan batıya dillenir. O köpükten senin kollarına kuvvet, kendine de aşıklık verildi. Sesine güç gelecek. Hak yiyenler, zulüm edenler, çalanlar bey de olsa, paşa da olsa senin adını duyunca korkudan diz çökecekler. Sen Kırat’ın sırtında, mısri kılıçta senin belinde olduktan sonra Çamlıbel'de kimse seninle başa çıkamaz. Ancak bu ellerde bir belalı kaçak vardır. Adına Deli Hasan derler. Kendini ondan sakın. Git oğlum senin adın Köroğlu olsun”. Seyis Koca Ali vaziyetini bitirip ömrünü oğlu Köroğlu Ruşen’e bağışlar. Köroğlu da babasını Koşabulak'ın yanına gömer. O günden sonra da Çenlibel (Çamlıbel) Köroğlu’nun yurdu olur. Temel Kaynak: Köroğlu Bir Toplumsal Direnişin Destanı, Nejat Birdoğan, Kaynak Yayınları 1996.

  • Bilinmeyen Sanatçı

    Gökyüzüne yıldız çizme vaktiydi. O karanlık geceyi aydınlatmak için ellerini hissetmeyinceye, gözleri parlaklığı verinceye, sabahı getiren evrenin ihanet yanını hesaplayıncaya kadar çalışacaktı. Ben de Amali’anın sesinden Fado dinleyerek bu sanatçıya şiirler yazacaktım. Sınırlı zamanda, sınırsız düşlere teslim olmak kadar güzeli yoktur… Güneşi aratmayan bir aydınlık vardı gözlerinde. Sanki her sabah doğan güneş onun gözleriydi. Ve bu sırrı, bir o, bir de tanrı biliyordu! Saklanması gereken bazı gerçekler vardır, söylenirse güzelliği yağmalanacak. İşte belki de bu yüzden karşımızdaki güzelliklerin derinliklerine inemememiz. Yasakların ardında hep aşk vardır. Eğer ki bu aşk’a dokunacak olursak, yok olmanın zengin boşluğunda sallanır dururuz. Çeşitli buluşlar sunarken hayat aklımıza, aslında o hep kaybettiklerimizin başka bir şekilde dönüşlerinden ibarettir yaşamımız. Büyük bir yanlış gibi dursa da bu dönüşüm, irdelendiğinde olması gerekenin olmasından daha doğal gözükmeyecektir. Tabi bu yanını sevmeyen ruhlara bir tas şarap sunacak cennetlerde bulunabilir. Çünkü düş bahçeleri insanların aklını aldığı muhteşemliklerle doludur ve insanlar hiçbir zaman bu bahçeden çıkmak istemezler. Hayaller sonunda bedenimizin bizi terk etmesi, anahtarını dünyada unutacağımız cennetin kapısında kaldığımızda çokta üzmemelidir! Çünkü tanrı; dünya ve cennet arasında kalan kullarına beden sunmaktan memnundur. Hayal biterse inançta biter. İşte o noktada ne başlar, bekleyip göreceğiz… Bir yıldız daha… Sanatçı kendini gökyüzüne adamış bir melek kadar büyüleyici. Ben ona yazdığım şiirleri okuma heyecanıyla donanmış, donanması yakılmış bir ordunun sessiz bakışlarla bekleyişi gibi bekliyorum bir sonraki gelecek anı. Bütün anları unutuyor böyle bir gecede insan. Kutsal bir kitaptan okuyor sanki Amalia… kavuruyor içimdeki acıları. Titriyor ellerim kaleme sarılmış. Yüreğim tanrının ellerinde bir kuş gibi çaresiz. Konuşmak böyle bir anda, günah! İzlemenin ve dinlemenin damarlarımdaki dolaşımı durdurduğunu düşünüyorum. Sanki yaşamıyorum. Bu sanatçı çok öncelerde yaşamış bir şamanın ruhunu taşıyor… Ateşi gözlerinde saklayıp, sırrına eriştirmiyor. Karanlığı hissettiğinde, Meryem kutsallığında yıldız doğuruyor. Büyük bir “kam” yollamış tanrı… Sırrı gözlerinde, aşkı gecede saklı. İnsan gözleriyle görmeden inanmıyor, görse de inanmıyor. Bütün doğrular değiştirilebilir ve inandırılabilir bir gerçekliğe bürünmüş. Gece siyah bir kurt gibi koşarken sabaha, parlak yıldızların maviye gömülüşünü görmek, Heraklit’in “her şey akar” felsefesini bir kez daha yaşamak, Amalia’ nın susması, sanatçının gökyüzünden inmesi, bunların hepsi okunan bir yazı gibi devam ederken gözlerimin önünde, birden yükselen bir yıldız oluyorum dağların ardından. Doğunun sırtından. Tanrının kollarından. Aklım, bedenim, her şeyimle sanatçının gözlerindeyim. Ve sonra parlaklığın gözlerimi aldığı bir sırada uykudan uyanır gibi uyanıyorum yeryüzünün herhangi bir toprağında. Yanımda durmuş; bak diyor, güneşe bak! Ben şaşkınlığın en yüksek noktasında güneşe bakarken, kulaklarımda fısıldayan bir ses: -Affet, saçlarının kızıllığından çaldım biraz affet… diyor. Uzunca bir suskunlukla devam ediyor bu an… Dünya getirmesin kendime diye dua ediyorum içimden. Tekrar onun gözlerine bakmak korkutuyor beni, öylece kırlar içinde kalmış, konuşmasını bekliyorum sanatçının.. Derken ellerimi ellerinin arasına alıyor. Ve sonra ellerimin arasına beyaz zambakları bırakıyor usulca. Bu mutluluk sığmıyor artık yüreğime. İnsan mutluluktan ölür dedirtiyor. Ve gözlerinde buluyorum gözlerimi… -Bana gece yazdığın şiiri oku diyor dudakları.. Dudakları, aşk’ın bir parçası. Yüzünün aydınlığında okuyorum şiiri, dünyaya okur gibi: Bütün dinlerin en kutsalını buldum. Nehirler dolusu aşkla doldum. Cenneti sundun yıldızlarla Tanrıyı hissettim varlığınla. Bir gece değildi bu kayboluş Bin bir geceye bedel bir varoluş. Sevişirken yıldızlar seninle Fado çalıyordu göklerde. Başka bir zamanda, başka bir hayatta Kutsandık seninle, bambaşka bir aşkla. Ardından soracaklar seni bana, Yoktur diyeceğim, yoktur böyle bir sanatçı dünyada! -Hayatlarımız aktı birbirine, varsın dünya dursun yerinde. Sen gel benimle, gel ve sadece izle! - İstesemde kaçamam bundan, tanrı bağladı artık kaderlerimizi. -Zambaklar gibi beyaz bir yolculuk… Gel benimle! Dedi; dudakları dudaklarımla birleşti… İşte aşk, o sabah yeryüzüne indi. * maviADA ANILAR, OLİMPOS DERGİSİ 2010 BAHAR

  • Konçinalar

    Jolly Jockerler bir yana, destenin en itibarlı kâğıtları, bilindiği gibi, Beyler yani Aslar oluyor. Ayıp değil ya, ben Aslardan oldum bittim hoşlanmam. Belki kendim hiçbir zaman As olamadığım, As olamayacağım için. Kabul etmeli ki, onların dördünde de bir kral havası, bir padişah cakası vardır. Hele bazı takımlarda bunları daha da bir şatafatlı resmederler. Karamaça beyinde meşum bir şeyler sezilir. Onun sarayında herhâlde birtakım karanlık dalavereler dönüyor, gece, mahzenlerinde, bir sürü kelleler uçuyor olmalıdır. İspati beyini ben bir Bizans prensine benzetirim. Bunlara kıyasla, Kupa beyi daha bir bizden gibidir. Kupa beyi herhâlde Osmanlı hanedanına mensup olmalı. Karo beyine gelince, bakınız, o bir Selçuk sultanıdır. Çelebi, zarif, nazik... Aksi gibi, Tekel damgasını da hep onun üstüne vururlar. Buna rağmen öylesine asil ve kibar bir havası vardır ki, bu damga bile onu çirkinleştirmez, inadına daha bir açar, daha bir sevimli yapar. Öyle ki, damgası olmayan bir Karo beyi görsek, bayağı yadırgar, bir eksiklik duyarız. Resimli kâğıtlar içinde kanım en çok Kupa kızına kaynar. Kupa kızı, etine dolgun, duru beyaz, hanım hanımcık bir tazedir. Üniversiteyi filân bir kalem geçin, güç hâl ile bitirdiği ortadan sonra, liseyi bile okuyamamıştır. Olsa olsa, sanat enstitüsü mezunudur. Herkesin okumaya merakı olmaz, buncağızın da başka marifetleri var: Dikişle nakışın her türlüsü, örgü işlerinin daniskası... Eteği belinde, bütün evi o çeviriyor. Yeni yetişirken mahalledeki oğlanlarla mektup alıp verdiği olmuş gerçi. Cahillik işte. Hoş görmeli. Ama evlenince eşi bulunmaz bir hayat arkadaşı olacaktır. Buna eminim. Bir kere kocasına ukalâ ukalâ karşılık vermez. Sonra bu cins kadınlar çocuklarına da düşkün olurlar. Daha ne? Onunla evlendiğiniz takdirde, kaynınız Kupa oğlu olacaktır ki, Allah için, uslu akıllı, yumuşak başlı, kendi hâlinde bir çocuktur. Babaları Kupa papazına gelince, sizden iyi olmasın, pek babacan, pek cana yakın bir adamdır. Hoş fıkralar anlatıp göbeğini hoplata hoplata güler. Daha coşarsa, küt küt karşısındakinin sırtına vurur. Evde teklif tekellüf hak getire... Sen de sen, ben de ben. Candan insanlardır vesselâm. Öyle bir aileye damat girmek isterim. İspati kızına gelince, bakın ondan her türlü sinsilik umulur. Siz onun öyle sakin ve masum göründüğüne bakmayın, o ne hinoğlu hindir o, o ne içinden pazarlıklı aşüftedir o... iskambilin üstünde gördüğünüz onun bayramlık resmi. O, bir masum bâkire pozunu, fotoğrafçıda resim çektirirken bir, bir de pazarları kiliseye giderken takınır. Şöyle kulağınızı verin de bir dinleyin mahalleyi. Maçanın oğlu ile sinema localarında, plaj kabinelerinde yapmadığı kalmamış. Hâl böyle iken, yine de bilmeyenlere karşı kendini dirhem dirhem satar. İspatinin oğlu ablasının kirli çamaşırlarını herkesten iyi bilir, bilir ama gel gör ki ablası da onun kumar borçlarını öder, evden şunu bunu götürüp satışını gizler. Babaları da zaten itin biri. Bu yaşa gelmiş hâlâ sefili, kumarbaz, bir gün olsun ayık gezdiği görülmemiş. Tencere dibin kara hikâyesi, kimin kime ne derneğe hakkı var. Karolara gelince, onlar kişizade, görmüş geçirmiş bir ailedir. Bakmayın şimdi biraz düştüklerine. Babaları hariciyeden emekli. Zannedersem şehbendermiş. Eski usul, mukaffa ve musanna bir İstanbul Türkçesi konuşur. Kızları, nörsler, matmazellerle, el bebek gül bebek büyütüldü. Beş senedir İngiliz Filolojisi'ne gidiyor, bitiremedi. Bitiremez de elbet. Allah'ın günü kantinde ha ha ha, hi hi hi, akşam üstü de oğlanlarla altı buçuk matinesi... Erkek kardeşini sorarsanız, al onu vur ona. Karonun oğlu da, hoppala paşam, hoppala beyim dadılar tayalarla şımartılmış, kuş sütüyle beslenmiş, beyaz, tüysüz, oğlandan çok kıza yakın, tasvir gibi bir civan. En iyi mekteplere verdiler, okumadı. Günahı boynuna, birtakım uygunsuz, nıeymenetsiz heriflerle geziyormuş. Allah bilir, eroin de çekiyordur. Gözlerinin her daim mahmur bakışını ben de pek hayra yoramıyorum. Öyle efendi babanın çocuğu böyle soysuz çıksın, yazık, çok yazık... Maçalar bir Ermeni ailesidir. Gedikpaşa'da oturuyorlar. Peder koyu bir Katolik papazı. Bas bariton, tumturaklı bir sesi vardır. Oğlu Mahmutpaşa'da bir tuhafiye mağazası işletiyor. ispati kızı ile maceralarına yukarda az buçuk dokunduk. Ablası Maça kızı, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, bazı yerleri muhakkak ki aşırı tüylü, gerçi sıcak, gerçi güzel, ama neme lâzım, duasında niyazında, dini bütün bir tazedir. Belli ki, babasına çekmiş, İstavrozunu bir gün göğsünden eksik etmez. Kardeşinin ispati kızıyla yaptıklarını duysa, utancından yerin dibine geçer. Öylesine kaba sofu ki, malûm günlerde erotik rüyalar gördüğü zaman bile, şuuraltısının kendine oynadığı bu oyuna içerler, sabahleyin alelacele banyo yapıp tövbe istiğfar eder. iyi bir drahoması var. Şimdi genç değil, şöyle kırkını, kırk beşini aşmış, efendiden ağırbaşlı bir kısmet bekliyor. Hayırlısı. * Resimli kâğıtlardan sonra, ilk ağızda, Onlularla Dokuzlular gelir. Onlularla Dokuzlular, resimsiz kâğıtlar içinde önemli oyunlara katılma imtiyazına sahip, başlıca kâğıtlardır. Bundan ötürü de hâllerinde görgüsüzce bir çalım, budalaca bir kurum sezilir. Haydi “Onlular, Asların halktan yetişme vezirleridir.” diyelim. Ya Dokuzlulara ne buyurulur? Bunlar, kendilerini sayıdan bile saymadıkları hâlde yine de oyunlarına alan, oyunlarına alıp onlara öbür resimsiz kâğıtlardan üstün bir değer sağlayan aristokrat kâğıtlara yaranmaktan, siftinmekten hoşlanırlar. Bu hâlleriyle Dokuzluları, efendilerinin önünde yerlere kadar eğilen, ama saray parmaklıkları dışındaki halka tepeden bakan, mabeyinciler veya stile uşaklar makulesinden saymak yanlış olmaz sanırım. Dokuzlular mabeyinci veya stile uşak olursa, Sekizlilerle Yedililere de, el ulaklığı, bahçıvan yamaklığı gibi daha aşağılık işler düşüyor. Bütün bunlardan sonra sıra nihayet Konçinalara gelir. Konçina diye, bilindiği gibi, Altılıdan aşağı kâğıtlara deniyor. Konçinalar, ismi üstünde işte, Konçinadırlar. Geçin Bezik gibi, Poker gibi kibar oyunları, Aşçı İskambili gibi en pespaye oyunlarda bile hiçbir işe yaramaz, üzgün ve küskün, oyunu dışardan seyrederler. Diyeceksiniz ki, Pinakl'da Kanasta'da oyuna alınıyorlar ya... Ben ona oyuna alınmak mı derim. Zavallılar, çıtır kozların at oynattığı meydanlarda habire gelir gider, ayak altında dolaşıp trafiği tıkar, itilip kakılır, muştalanır dururlar. Hâsılı abur cuburdurlar. Böyle oynamaktansa ben yeşil çuhanın üstüne kapanıp yüz üstü uyuklamayı tercih ederim. Konçinalar bu bakımdan iskambillerin paryasıdırlar. Var oluşlarının sebebi sırf öbür kâğıtlara basamak olmak, onların üstün mevkiini sağlamaktır. Alt basamak olmasa üst basamak neye, kime öğünecek? (*) Bakmayın, Maça kızının adı edebiyata kötü geçmiş. Onun kendisine yorulan uğursuz kadın, çok biliniş dul, yuva yıkan vamp-dişi vasıfları ile ilişiği yoktur. İftira, tevatür, hele bizim klâsik Tekel takımlarındaki Maça kızının, İspati kızınınki gibi numaradan değil, gerçekten masum yüzüne bakınca, bana büsbütün hak vereceksiniz.

  • Dünya Akşam Ezanında Batacak

    Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda bende iz bırakan benim de “bir ablam olsaydı" içimde bir ukdedir Anadolu coğrafyası, erkek çocuk, erkek çocuk diye yırtınırken, babamın kız evlat istediğini gün gibi hatırlarım. Anamın ev işleri, tarla takka işlerinin yoğunluğu el işi yapmasına, örgü, dantel yapmasına müsaade etmezdi. Kolay mı, altısı sağ, on doğum yapmak, sonra da mal makırdak, aş diş, temizlik memizlik… her şey ona bakıyordu. Olsa bile zaten öteden beri ince işler, sabır selamet isteyen işler ona göre değildi, “canım çıkıverecek gibi oluyor benim” derdi. Ben de ikide bir ona: “Kazak istiyorum, hem de saç örgüsü” olsun deyip başının etini yiyordum. O da: “İşim gücüm var benim ayının eniği, kazağı ne zaman öreyim ben” deyip geçiştirirdi... O kadar çok söyledim, o kadar çok söyledim ki o da “tamam Emine Halanın kızlarına ördürelim” diyerek sevindirmişti beni. O gece sevincimden uyku girmedi gözüme, benim de bir kazağım olacaktı… Saç örgüsü, örgüler aşağıdan yukarıya doğru çıkacak bir yerde kavuşacak, sonra dallanıp ayrılacak, tekrar yukarıda kavuşacaklardı. Kazağım has koyunyününden örülecek, bembeyaz olacaktı. Kazağımı gören imrenecek, “benim de olsa” deyip iç geçirecekti… Neslihan ablamla, Hüsniye ablam tez çabuk bitirdiler kazağımı, o kadarda güzel örmüşlerdi ki tıpatıp da oturmuştu üstüme. O anki duygularımı anlatmaya sözcükler, sözlükler kifayetsiz kalır. Uçmuştum sevincimden, utanmasam sevincimden ağlardım. Ne derlerdi sonra: “Erkek adam ağlar mı, ne ağlıyorsun karı gibi,” derlerdi. Toplumsal hayatın kaideleri işte bu kadar vicdansızdır. O sırada birden akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Beni bir telaştır almıştı ki deme gitsin! Hüsniye ablam: “Ne oldu, neden telaşlandın,” demişti? Neslihan ablam: “Ne oldu, neden telaşlandın,” demişti? “Hiç demiştim, hiç!” “Nasıl hiç demişti, Hüsniye ablam, nasıl hiç” demişti Neslihan ablam! “Hiç hiç…. Hiç işte demiştim!” “Hiçi miçi yok ne oldu” demişlerdi? “Dünya batacak, çabuk olmak lazım” demiştim! “Ne dünyası, ne batması,” demişti Hüsniye ablam? Bu esnada müezzin akşam ezanını hızlı hızlı okuyup bitirmişti. “Söyle ne demişti yine Neslihan ablam?” Ben de: “Hayrettin dünya akşam ezanı sırasında batacak dedi, işte onun için,” demiştim! Çocukluk korkusu arşa çıkmış, kıpkırmızı kesilmiştim, çocukluk işte. Ya şimdi dünya batarsa? Neslihan ablamla, Hüsniye ablam hayatımda ilk kazağı giymeme vesile olmuşlardı. Allah’ın her günü giymiş, bir an bile üstümden çıkarmamıştım. Yatağa bile onunla yatmış, oyun oynamaya onunla gitmiş, bir an bile üstümden çıkarmamıştım. Okula giderken siyah önlüğümün üstünde saç örgülü kazağımı giymiştim. öğretmenim Ali Sami "ne der" diye aldırmadan. Ali Sami öğretmen farklı bir öğretmen profili çizerdi, dayak yok, hakaret yok. Ona güvenerek siyah önlüğümün üstüne saç örgülü kazağımı giyebiliyordum. O da anlamıştır herhalde öğrencisi saç örgülü kazağı ile yaşamıyor, adeta uçuyordu. Saç örgüleri ile kazağım daha bir alımlı olmuş, önümden gideni döndürüp baktırmış, arkamdan geleni, yanımda gidenini gözünü üstümden ayrılmasına izin vermemişti... Benim de bir ablam olsaydı bana ne çok kazak örerdi, çeşit çeşit! Fadime ablamı daha iki yaşında bir kızamık hastalığı alıp gitmiş, babamın dünyasını alt üst etmiş. Anam, babamın Fadime ablamın acısını unutamadığını, uzun yıllar bu acıyı yüreğinin en derininde hissettiğini söylerdi. Anadolu coğrafyasında babaların “erkek evlat, erkek evlat” diye yırtınırken babamın kız evlat istemesi hep ayrıcalıklı gelmiştir bana. Anam, ben bildim bileli, çamaşırlarının, çarşaflarının temiz olmasını, sakız gibi olmasını istemiştir hep. Hemen her çamaşırda çarşafları kazanlarda kaynatır, beyaz olsun diye de suyun içine attığı meşe palamudunun külü ile suyu inceltir sabunun daha çok köpürmesini sağlardı. Bir de çam sorgucu ilave ederdi ki görün siz çamaşırın beyazını, sakız gibi. Beyazlığı, temizliği anlatmak için “sakız gibi” derler ya belki de bu deyim anamın çarşaflarının beyazından dile kazandırılmıştır, kim bilir? Avluya çamaşır kazanı kurulmuş, kirli çamaşırlar tezgâha yığılmış, bir taraftan sabunlanır, öte yandan da kirler, canlı birer mikropmuş gibi tokaçlanırdı, inatçı yağlı kirlerinden arındırılırdı. Anamın, çarşaflar ak pak olsun, sakız gibi olsun diye kaynattığı kazanın içine saç örgülü kazağım da karışmış. Saatlerce kaynayan çarşafların içinde kaynadıkça kaynayan saç örgülü kazağım küçülmüş, bebek kazağına dönmüştü. İlk kazağımı giydiğimde sevincimi anlatmaya kifayetsiz kalan sözcükler, o an da üzüntümü anlatmak için kifayetsiz kalır... 12.12.2019 Bayraklı

  • aklımın türküsü

    avlar ve avcılar, aynı yangında-aynı yöne kaçmakta ve yanık türküler kanarken, kendimizi yağmalıyoruz ah ki ah! kıtlık mı var? ayrıştık, ötekileştik, ölüyoruz sokağa çıkma yasağında, sokağa çıktık, her zemin çağın vebası-korona kabusu, kiri, bu günah kimin? hasretimiz; “dağlarına bahar gelmiş memleketimin” “dışarıya kapanmak, içeriye açılmaktır” dedi, kafka kahrından ölen, kardelen türkan saylan var, şu rafta “ben de yanılabilirim” demekle başlar, her yeni gün farkındalığın-farkında olmaktır, kötü benlik, kibir, ün kurtubalı ibn-i meynun raksında, endülüst akşamları harman olan ekinleri, yabada savrulan aşkı arıyorum mavisinden, aklımın türküsünü, lorka’dan dinliyorum yoksa sana, sarı kelebeğin nazarı, umuda mı değdi? imkansızlık, umut yaratır mı? herkes-bilime baş eğdi daha çocuktum, yoksuldum, kitap okudum, acıktım yaşadıklarımla beslendim, tanık oldum, sana aşıktım cemre düşünce toprağa-özümde açan bilge çiçeğim manyalı madam kürü ile insanlık anıtına yürüyeceğim iç sevgim dolunay’a, aklımın türküsünü söyleyeceğim dursun özden www.dursunozden.com.tr

bottom of page