top of page

Arama Sonucu

"" için 3680 öge bulundu

  • Deniz KAVUKÇUOĞLU'yla

    VATANSIZ Bırakılan Yazarlar Üzerine Bir Söyleşi / "12 Mart'ta yurttaşlıktan atılınca 22 yıl ülkesine dönemeyen Deniz Kavuk­çu­oğlu, 'Sen Vatan Haini Misin Baba?' adlı kitabında sür­günd­e geçen yıllarını anlatıyor. Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir biraha­neye dalıyor, bazen İspanyollarla birlikte Flamenko yaparak haksızlık­lara başkaldırıyor ya da Portekiz’de bir meyhanede Fado dinleyerek hüzünlene­biliyorsunuz. Ama vatanınız­dan kovulduğunuzu, artık isteseniz de dönemeyeceği­nizi en derinden duyumsaya­rak yaşıyorsunuz. En önem­lisi herhâlde yasak olduğu için burnunuzda tüten vata­nınızı, Türkiye’yi ve Türk insanını sürekli görüyorsu­nuz. Uzaktan ve çok yakın­dan... Dergimize de yazan KAVUKÇUOĞLU'yla kitabı ve VATANSIZLIK üzerine maviADA adına NURAY SALMAN söyleşti. / ŞENOL YAZICI * maviADA SÖYLEŞİ Nuray Salman: Önce Deniz Kavukçuoğlunu yakından tanıyalım. Deniz Kavukçuoğlu: İstanbul-Cihangir doğumluyum; 12 yaşına kadar Cihangir'de, 12-20 yaşları arasında Moda'da yaşadım. 1963 yılında yüksek öğrenim yapmak üzere Almanya'ya gittim. Tübingen Üniversite'sinde Prof. Ernst Bloch'un kürsüsünde 2 yıl felsefe derslerine devam ettim. Daha sonra Heidelberg Üniversitesi'nde 2 yıl sosyoloji, Avrupa İşçi Hareketleri Tarihi okudum, Marksizm'in temel metinleri seminerlerine katıldım. Yüksek öğrenimimi Erlangen-Nürnberg Üniversitesi ekonomi bölümünde tamamladım. 1970-1992 yılları arasında AEG, Dr. Oetker-Deutscher Ring,BMC gibi firmalarda yönetici olarak görev yaptım. Bu süre içinde, 1986-1989 yılları arasında Hamburg'da öğretim görevlisi olarak çalıştım. 12 Mart 1971 Askeri Darbesi'nden sonra yurttaşlıktan çıkarıldım, Türkiye'ye ancak 22 yıl sonra, 1992 sonunda döndüm. 1993 başından beri TÜYAP'da Kitap/Kültür Fuarları Genel Koordinatörü olarak görev yapıyorum; 1996 yılndan bu yana da Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarıyım. Yayımlanmış 13 kitabım var. Moda'da yaşıyorum. YAPITLARIM: Karl Marks'dan Günümüze Almanya'da Sosyal Demokrasi / Sosyal Demokraside Temel Eğilimler,Cumhuriyet Kitapları, 1996, İnceleme/ Deniz Bitti, Can Yayınları, 1999, Deneme/ Zarife, Doğan Kitapçılık, 2003, Roman/ Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?, Doğan Kitapçılık, 2002, Anı/ Sen vatan haini misin, baba?, Doğan Kitapçılık, 2003, Anı/ Kedi Gülüşü, 2004, Doğan Kitapçılık, Anı/Derleme/ Canım Acıyor Baba, Can Yayınları, 2006, Öykü / Akıntıya Karşı - Milliyetçilik Üzerine Aykırı Yazılar, 2007/ Bir Yolculuk Öyküsü, İstanbul Kitap Fuarı'nın 25 Yılı, 2007, Anı/Röportaj / Tarih Her Sabah Yeniden Yazılır, Literatür Yayıncılık, 2007, Yazılar/ İnsan Suretleri, Literatür Yayıncılık, 2007, Yazılar/ Komik Şeyler Yazmak, Can Yayınları, 2007, Öykü/ Onu Ben Öldürdüm Leonardo, Can Yayınları 2008, Roman/ Umut: Sosyalizm, Literatür Nuray Salman: Sayın Kavukçuoğlu, dergimizin bu sayısı için belirlediği­miz konu üzerinde durur­ken, akla ilk gelen isimler­den biri sizsiniz. Memle­ketten uzakta yaşamakla ilgili deneyimlerinizi, düşüncelerinizi okurlarımıza aktarmak isteriz. 22 yıl yurtdışında yaşamak kolay olmasa gerek. Başka bir ülkenin şartlarına alış­mak, oralara uygun bir hayat sürdürmek... Vatan­sızlık nasıl bir şey? Deniz Kavukçuoğlu: Benim konumum biraz farklı, bunu belirtmeliyim. O dönemde idamdan ya da işkenceden akıl almaz yöntemlerle, bin bir güçlükle kaçarak ülke dı­şına çıkan insanlara göre kabul etmeliyim ki biraz daha şanslıydım. 1963 yılında Almanya’ya gitmiştim. Daha önce de Almanca biliyordum. 1955–1956 yıllarında babamın görevi nedeniyle yaşadığımız Bremen’de okula devam etmiştim. Yükseköğrenimimi de Almanya’da yaptım. Yurttaşlıktan çıkartılarak “vatansız” kalmam 1971’in Aralık ayında gerçekleşti. O tarihte Nürnberg’de önemli bir Al­man kuruluşunda (AEG) çalışıyordum. Dolayısıyla benden sonra “sürgün” olarak gelen arkadaşlarımın birçoğunun karşılaştıkları uyum sorunu veya yeni bir ortama alışmak benim için söz konusu olmadı. Fakat bir insanın 22 yıl gibi uzun bir süre yurdundan uzak kalması gerçekten çok zor. Özellikle bu uzak kalış gönüllü değil de bir zorunluluk olunca… Vatandaşlıktan çıkarılınca tüm plânlarınız altüst ol­muştur mutlaka. Süresi belli olmayan “vatansızlığı” yaşamaya başladığınızda neler yaptınız? Özleminizi nasıl bastırdınız? Deniz Kavukçuoğlu: Plânım, öğrenimimi tamamladıktan sonra bir yıl staj yapıp İstanbul’a dönmekti. Fakat 12 Mart 1971 darbesi bütün plânlarımı altüst etti. Darbeyi Türk, Alman, Yunan arkadaşlarımla bir Yunan lokantasında yemek yerken açık olan televizyonun verdiği haberle öğrendim. Yunan arkadaşım, “Haydi bakalım,” dedi, “şimdi sıra Türkiye’de!” Hristo, Yunanistan’daki 1967 Albaylar Darbesi sürgünlerindendi. Doğrusu o anda onunla benzer bir kaderi paylaşacağımı aklıma getirme­miştim. Gülüp geçtim. Ne var ki aradan geçen günlerde birçok arkadaşım gibi ben de olayın ciddiyetini kavramaya başladım. Türkiye’de tutuklamalar yoğunlaşmıştı, aynı siyasal örgütlenmelerde yer aldığımız arkadaşlarım ardı ardına tutuklanıyordu. Bu arada Yeni Ortam Gazetesi’nde 132 kişilik bir aranan­lar listesi yayımlandı. Ben de aranıyordum. Doğal ki Tür­kiye’ye dönmedim. Süresi biten pasaportum uzatılmadı, 6 Aralık 1971 günü de Bakanlar Kurulu kararıyla TC vatan­daşlığından çıkarıldım. Sekiz yıldır yaşadığım Almanya’da bir anda “vatansız bir sürgün” konumuna düşmüştüm. Böylece 22 yıl sürecek özlem yılları başladı. Nuray Salman: Yurtsuz kalmamış, vatan hasreti çekmemiş insanlara bu duygular nasıl anlatılabilir? Yaşamadan da hisse­debilir mi insan böyle bir durumu? Deniz Kavukçuoğlu:İlk zamanlar insan pek bir şey anlamıyor, çünkü geri dön­mek umudu daha taze. Darbe döneminin sıkıntıları elbet sona erer diye düşünülüyor. Örneğin 1974 Affı gibi… Fakat başvurular geri çevrili­yor, Af Yasası’nın yurttaşlıktan çıkarılma durumunu kap­samına almadığını öğreniyorsunuz… Psikolojik bir yıkım! O zaman durumun vahametini kavramaya başlıyorsu­nuz… Aylar yıllar geçiyor… Ülkenizle aranızda tek bağ dört-beş gün gecikmeyle gelen gazeteler ve mektuplar… Hayat durmuyor, yasadığınız yerde olduğu gibi geri dö­nemediğiniz yurdunuzda da devam ediyor. Hayatın getir­diği değişimleri uzaktan izlemeye çalışıyorsunuz. Örneğin, Boğaz’a bir köprü yapılıyor, gazetede resimlerini görüyor­sunuz, başlıyorsunuz üzerinden geçmeyi hayal et­meye... Zamanla, yurdunuz, kentiniz, sokaklarınız kafanızda se­naryolaşıyor. O senaryoda bir rol de size düşüyor. Anne­anneniz, babaanneniz hayata veda ediyor, siz kafanızda kurguladığınız cenazedesiniz. Kuzenleriniz, yeğeniniz doğuyor, yarattığınız hayal dünyasında seslerini duymaya çalışıyorsunuz. Duyamıyorsunuz… Yurdunuzdayken hiç aklınıza gelmeyen şeyleri aramaya, özlemeye başlıyorsunuz. Çocukluğu insanın yurdudur… Çocukluğunuzu özlüyorsunuz. On yıl, on beş yıl geçiyor… Eşiniz, çocuklarınız Türkiye’ye tatile gidiyorlar; size hep beklemek düşüyor. Döndüklerinde size hayalinizde hiçbir yere yerleştiremeyeceğiniz görüntülerden söz ediyorlar. Artık hayal bile kuramıyorsunuz. Bir gün geliyor, gurbette yaşadığınız sokakların, kıyısında dolaştığınız denizin, sizi ısıtan güneşin, geri dönemediği­niz sokaklarınıza, kıyısına sandalınızı bağladığınız denizi­nize, yurdunuzun güneşine benzemediğinin ayırdına varıyorsunuz. Yaşadığınız yere yabancılaşıyorsunuz. Bu yabancılaşma özleminizi tetikliyor. Bir kısırdöngüye düşüyorsunuz. Benzer durumu yaşamamış bir kişinin yurtsuzlaşmış bir insanın duygularını anlaması gerçekten zor, hatta olanak­sız. Dilerim kimsenin başına gelmez. Nuray Salman: Çok teşekkür ederim, zaman ayırdığınız için. Deniz Kavukçuoğlu:Derginizde yer verdiğiniz için ben çok teşekkür ederim. Bu vesileyle MaviADA okurlarıyla tanışmış oldum. Edebiyata açılan bu sayfalardan onlara sevgilerimi gönderiyorum.

  • HARİKALAR YARATAN SİHİRLİ FASULYE

    Aycan AYTORE maviADA'nın artık YEMEK ve sağlıklı yiyeceklerle ilgili yazılara da yer vereceğini duyunca hiç ummadığım bir şey oldu; sevdiğim yemekleri anlatma olanağına kavuştum ya öyle mutlu oldum, sormayın. Demek insan anlatmaya odaklıymış, ister şiirle, ister öyküyle, isterse bir yemek tarifiyle... Çok da saklamadım, o tuz döküşüyle ünlü olan karizmatik Nusret'ten de önce eskiden beri bir gizli hevesim vardı: Gurme olmak... O zaman hazır fırsat elime geçti; buyrun. Tabii ki hem maviADA'ya katkı , hem çorbada tuzum bulunsun diyerek ilk yazımı yazıyorum. Size öncelikle fasulyeyi anlatmak istiyorum. Çünkü yiyecekler arasında ayrım yapmamakla birlikte ben ciddi anlamda bir fasulye delisiyim. Basit ve sıradan bir sebze olarak gördüğüm, ama yemesi bana en az et kadar keyif veren fasulyenin sayılamayacak yararlarını hastalanıp gittiğimde doktorum söyleyinceye değin ben de bilmiyordum. Haşlaması, kurusu, turşusu, zeytinyağlısı, etlisi... gibi bir çok türü yapılabilen fasulyenin en çok uyguladığım bir çeşidinin malzemelerini ve hazırlanışını anlatmaya çalışacağım Malzeme 2 adet kuru soğan 750 gram taze fasulye 2 adet domates (750 gram) iki adet patates 1 çay kaşığı tuz 1 çay bardağı zeytinyağı 1 tatlı kaşığı tereyağ 100 gr kuşbaşı et tek diş sarımsak Bu malzemeleri dilediğiniz kadar artırıp azaltabileceğinizi belirtmeme gerek yok. dedik ya; yiğit ve yoğurt olayı... Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her yoğurdun da hayalindeki yiğit başka başkadır. Bu anlamda çok çeşitli olan, farklı pişirimleri olması muhtemel fasulyenin diğer alternatiflerine değinmeden kendi fasulyemi anlatayım. KENDİ HAZIRLAYIŞIM Fasulyeleri ayıklıyor, sudan geçiriyorum. Kuru soğanları küçük küpler halinde kesiyorum, iki adet domatesin birini rendeliyor, ötekini küçük küpler halinde bölüp hazırlıyorum. İki adet patatesi de küçük küpler halinde doğruyorum. Bazen bir diş sarmısak da soyup ekliyorum Başka bir kapta bir litre suyu kaynamaya bırakıyorum. Kaynadığını görünce altını kapatıyorum. Zeytin yağını tencereye koyuyor, içine tereyağını ekliyor, ısınmaya bırakıyorum. Yeterince ısındığına emin olunca soğanları kavrulmaya atıyor, kavrulan soğanın üstüne 100 gram dana etini ekliyor, birkaç çevrim döndürüyorum. Ardından her iki tip hazırladığım domatesi döküyorum . Patates ve fasulyeleri tencereye ekliyor, birkaç karıştırmadan sonra hazırladığım ılık suyu bir parmak geçecek kadar fasulyelere ekleyip kaynamaya bırakıyorum. 10 dakika kaynadıktan sonra da tuzunu atıyor, kısık ateşte 20-30 dakika pişmeye bırakıyorum. Afiyet olsun * KAYNAKLARDAN derlediğim bilgiler ilginizi çekecektir. Yazdıkça benim de ilgi ve beğenimi artıran fasulyede neler varmış neler. Yine de unutmamalı, hoşunuza giden dahası sizi mutlu eden her yediğiniz aynı zamanda yararlı, VÜCUDUNUZUN İHTİYAÇ DUYDUĞU yiyeceklerdendir büyük ihtimalle. Bebeklerin toprak yemesini hatırlayın. Ne var ki biz yetişkinler bedeni de kandırmayı iyi öğrendik, şimdi artık her hoşumuza giden yediğimiz yararlı olmayabilir, aksine ciddi zarar da verebilir. Fasulyenin kurusunun ne çok gaz yaptığını hatırlayın, hamileler yememeli. O nedenle hastaysanız doktor denetimiyle, değilseniz her şeyi ölçüsünde yiyin. Fasulye yeşil renkli olduğundan genellikle herhangi bir renk pigmenti içermediği düşünülür. Oysa fasulye karotenoid gibi renkli pigmentler içerir. Yakın geçmişte yapılan bilimsel çalışmalar fasulyenin bol miktarda lutein, beta-karoten, violaksantin ve neoksantin içerdiğini kanıtlamıştır. Fasulye; nişasta gibi kompleks karbonhidratlar açısından zengin olmasının yanı sıra antioksidan, vitamin, mineral ve protein kaynağıdır. Ünlü profesör Canan Karatay, faydalarını saymakla bitiremediği fasulyenin ekmek yerine yenmesi gerektiğini vurguluyor. Kahvaltıda da tereddüt etmeden tüketebileceğimizi vurgulayan Karatay, bunun yanı sıra ekmekten kati surette uzak kalınması gerektiğini de söylüyor. Fasulye, baklagiller familyasının diğer üyelerinin aksine yağ, kolesterol ve trigliserid içermez. İşte modern çağın süper besini fasulyenin başlıca faydaları; Kalp dostudur. Fasulye yüksek oranda içerdiği çözünür lifler ve fitokimyasallar sayesinde gerçek bir kalp dostudur. Nasıl mı? Kandaki toplam kolesterol miktarındaki her % 1’lik azalma kalp krizi riskini % 2 oranında azaltır. Lif deposudur: Günlük beslenmenize 7 gram lif içerikli besin ekleyerek kalp hastalıklarına yakalanma riskini %9 azaltabilirsiniz. Yine, fasulye içeriğindeki potasyum ve magnezyumla kalp sağlığı için gerekli en temel besinlerden biridir. Yağ oranı düşüktür. Fasulye yaklaşık % 2-3 oranında yağ içerir. Kolesterol oranı ise, yağlı etlerle birlikte pişirilmediği takdirde sıfırdır. 100 gram beyaz haşlanmış fasulye sadece 142 kaloridir. Fasulyenin sağlıklı besin değerlerine bakınca bu kalori miktarının bu kadar besleyici diğer besinlere göre düşük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ekonomiktir: Günümüz koşullarında hiçbir yemek malzemesiyle kıyaslanmayacak kadar ekonomiktir. Kolay yapılır: Her türlü koşulda hazırlanmasıyla da insan dostudur. Ana yemek, garnitür, meze, aperatif ya da atıştırmalık olarak tüketebileceğiniz fasulyenin hazırlanması oldukça kolaydır. Zengin besin kaynağıdır: Fasulye; enerji kaynağı protein, kompleks karbonhidratlar ve lif içermesinin yanı sıra antioksidan, B vitamini, bakır, folat, demir, magnezyum, manganez, fosfor, potasyum ve çinko gibi mineraller de içerir. Bu zengin içeriği sayesinde fasulye kan dolaşımını ve hücre yenilenmesini hızlandırır. Kemikleri güçlendirir: İçerdiği protein ve mineraller sayesinde kemik gelişimini destekleyen fasulyenin kırmızı ete kıyasla ne kadar ekonomik olduğunu da hatırlatalım. Siz de fasulyenin farklı çeşit ve renkleriyle sofralarınızı süsleyebilirsiniz. Sinirleri Yatıştırır: Gerginlikten ve stresten uzak kalmak için gün içinde folik asit içeren besinler tüketilmelidir. Bu besinlerden biri de taze fasulyedir. Taze fasulye tüketen kişilerin sinir sistemi kontrol altına alınır ve stresten uzaklaşır. Taze fasulye serotonin salgılamasına yardım eden besinlerden biridir. Kanser riskini azaltır: Fasulye kanserle savaşan, ‘izoflavon’ ve ‘fitosterol’ler gibi özel bitkisel kimyasallar içerir. Fasulyedeki antioksidan ve lifler bu kimyasallarla birlikte hareket ederek kanser riskini azaltır. Beslenme uzmanları ve onkologlar kansere yakalanma riskine karşı haftada 3 su bardağı fasulye tüketmemizi tavsiye ediyor. Kan şekerini dengeler: Düşük glisemik indekse sahip fasulye, harika bir kompleks karbonhidrat ve protein karışımıdır. Bu nedenle fasulye yavaş yavaş sindirilir. Bu da kandaki glikozun uzun süre stabil şekilde kalması demektir. Bu özelliği fasulyeyi diyabet hastalarının favori yiyeceklerinden biri yapmıştır. Ayrıca fasulye yorgunluk ve gerginliği de ortadan kaldırır. Protein deposudur: ‘Amerikalılar İçin Diyet Rehberi’ne göre; protein ihtiyacının bitkisel besinlerden karşılanması hayvansal gıda tüketiminden daha faydalıdır. ½ su bardağı fasulye 7 gram protein içerir. Bu miktar yaklaşık 200 gram tavuk eti, balık et ya da kırmızı etten karşılanacak protein miktarına eşittir. Bu yüzden fasulye özellikle vejetaryen ve veganlar için de bulunmaz bir protein kaynağıdır. Taze Fasulye Kalori ve Besin Değerleri Taze fasulyenin kalorisi oldukça düşüktür ve yaz sıcaklarında tüketilmeye uygundur. Taze fasulye tükettiğinizde alacağınız kalori ve vitaminleri şöyle ifade edelim: 1 adet (13 gr) taze fasulye: 4 kcal 1 orta porsiyon (150 gr) taze fasulye: 47 kcal 1 orta kase (110 gr) taze fasulye: 34 kcal 1 kilo (1000 gr) taze fasulye: 310 kcal 1 porsiyon taze fasulyede bulunan besin değerleri: 10.46 gram Karbonhidrat 2.75 gram Protein 0.33 gram Yağ 4.05 gram Lif 9 mg Sodyum 316.5 mg Potasyum 55.5 mg Kalsiyum 1035 iu A vitamini 24 mg C vitamini 1.95 gram Demir

  • Yeşilçamın Efsanelerinden Fatma GİRİK Öldü

    12 Aralık 1942 tarihinde İstanbul'da doğdu. İstanbul Kız Lisesini bitirdi. 1957 yılında ilk baş rolü olan, yönetmenliğini ve senaristliğini Seyfi Havaeri'nin yaptığı Leke'ydi. Bu filmin ardından birkaç yapımda daha oynadı. Memduh Ün'ün yönetmenliğinde 1960 yapımı Ölüm Peşimizde'de oynadı. 180'den fazla filmde rol aldı. İleriki yıllarında siyasete de atılan Fatma Girik, Sosyaldemokrat Halkçı Partiden 1989-1994 yılları arasında Şişli Belediye Başkanlığı yaptı. Siyaset ve oyunculuğun dışında kısa bir dönem televizyon ekranlarında Söz Fato'da adlı bir programın sunuculuğunu da yapmıştır 24. OCAK 2022'de COVİD 19 , çoklu organ yetmezliği tanısıyla vefat etmiştir. * 1961 yapımı Ayhan Işık'la birlikte oynadığı AVARE MUSTAFA filmini izleyebilirsiniz

  • Rasyonalist Yeşiller

    yıl iki binlerde ilk çeyrek sarkıtlarından kan sızıyor mevsim kış uzayışından anlıyoruz gecesi zifir zindan bir aralık vakti irili ufaklı yeşiller yeşiller rasyonalist gözlerde kesmece dolar işareti ileri geri değil yol bitmek üzereyken asılsız olduğunu kim söyleyebilir kalbura dönmüş yüreklerden sızarken irin piç ya da vesikalı sayılmaz yalnızca varacağı hedef mimli dolduruşa gelmekle ilgisi olmadığı gibi ağız dolusu küfür ve erken boşalma değil seçmeden konuşmak bu kılıf uydurmadan sahibine hak edişleri #aydogmuszeliha

  • Yeşil İncir Dalımda

    sardunyalar açmamıştı henüz gülün gönlünden bülbülün dil döküşünden söz eden o eski o narin şiirlerden çıkıp gelmedim sana dik yamaçlardan tozdum sarp kayalıklardan atıldım defalarca sarışınını esmerini kumral ve en uzun tırnaklılarını gördüm cadı kazanlarında kaynatıldım derim yüzülene kadar çitilendim sayfalarca mutlu sonla biten masallar yerine sonu olamayan çırpınmalar yazılmış denizlerime içimde boyumu aşan kıyıya vurmayı başaramayan dalgalar kıvranıyor bir ara eski bir şarkının DNA'sı bulaşmış olmalı dudağıma müzik bitmeden gözlerin geliyor bakışların ılık ellerini tuttuğumda: - yüreğin? yeşil incir dalımda #aydogmuszeliha

  • MUTLU MUSUN?

    Fuat ÖZGEN * Evin, otomobilin Düzenli bir işin İyi bir gelirin Üstünde beğendiğin giysin Önünde istediğin yiyeceğin İyiden iyiye sağlığın Mutlu musun? Çevrende, ülkende, dünyada Bunca sorun, katliam Açlık, yoksulluk varken Başka tarafa bakarak Gözlerini kapatarak Kulaklarını tıkayarak Maske takarak Kanal değiştirerek Vicdanını susturarak İnsanını uyutarak Mutlu musun?

  • Sanat Dünyasından Bir Irgat

    Nurten B. AKSOY * Çok yakında bir gün Çok yakında bir gün Ağır uykulardan uyanacaklar Zor kapıları açacaklar Yere sağlam basacaklar. Sevgiden sırılsıklam Yangınlanacak aşklar Çok yakında bir gün Çok yakında bir gün İnsanlar insan gibi yaşayacaklar. En dar en karanlık sokaklar Çok yakında bir gün Çok yakında bir gün Bayramlaşıp ışıyacaklar Hürriyet giyecek aydınlık ayaklar. Yaşadığı dönemde tiyatro, sinema ve şiir dünyasının önemli isimlerinden olan ancak günümüzde çok da fazla tanınmayan Cahit Saffet Irgat’ın şiirleri, savaşın, terörün, yoksulluğun canlar yaktığı günümüzde bir kez daha anlam kazanıyor. Zaman tüm hızıyla gelip geçse de acılar ve korkular hiç değişmiyor… "anne girmem bu oyuncak dükkanına orda toplar, tayyareler, tanklar var ben yaşamak istiyorum ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat…” 1940’larda başlayan Toplumcu Şiir akımının öncülerinden olan Cahit Irgat, 21 Mart 1915’te Lüleburgaz’da dünyaya gelir. Edirne Öğretmen Okulundan son sınıftayken ayrılan Irgat, daha lise yıllarında tiyatroya merak sarar ve bir süre çeşitli tiyatrolarda oyunculuk yapar. 1934 yılında başvurduğu Muhsin Ertuğrul’un kendisine: “Önce okulunu bitir, sonra yanıma gel” demesi üzerine Ankara Devlet Konservatuvarına girer. Ancak 1936 yılında öğrenimini yine yarım bırakarak okuldan ayrılır ve Paris’e gider. Kısa bir süre Paris’te yaşayan sanatçı, yurda döndükten sonra tiyatro oyunculuğunu çeşitli sahnelerde sürdürür. 1960’lı yıllarda ikinci eşi sinema ve tiyatro sanatçısı Cahide Sonku ile Cahitler Tiyatrosunu kurar ama başarılı olamayan bu topluluk da kısa sürede dağılır. Tiyatro yapmanın zorluğu konusundaki düşüncelerini şöyle açıklar: “Sahne ince hastalık, verem gibidir. İnsanın içine bir yapışmasın, insanı erite erite, kemire kemire götürür. Kan kusturur, uğraştırır uğraştırır da uğraştırır. Sahne oyuncuya karşı, denizciyle uğraşan deniz gibidir. Genç olsun, yaşlı olsun bir gün oyuncunun bedenini bir ceset gibi, tiyatro leşi gibi kıyıya atıverir.” 1940 yılında ilk kez “Yılmaz Ali” adlı filmde oynayan Cahit Irgat, sahneye de Raşit Rıza Tiyatrosunda “O Gece” adlı oyunla çıkar. Ne var ki, çocuklarının oyuncu olduğunu haber alan ailesi, onu evlatlıktan reddeder. 1940 kuşağı şairlerinden olan Cahit Irgat’ın, zaman zaman değişik etkilenmelere uğrayan ve arayış içinde olan, kendine özgü bir şiiri vardır. İkinci Dünya Savaşı döneminde sıkıntıları iyiden iyiye artan şair, bu sıkıntılardan şiirini beslemesini de bilmiştir. O yüzden şiirinin dokusunda savaş karşıtı bir anlayışın derin çizgileri bulunur. Savaş yıllarında yaşanan yokluk, yoksulluk ve acı şiirlerinin ana konularını oluşturur. Bütün bu tanıklıklar şiirinde olumlu bir yapının temellerini atarken, iç dünyasında kendinden kaçışı, içkide yoğunlaşmayı, insanlara küsmeyi ve bunlara benzer gelip giden bunalımları da beraberinde getirir. İçinde yaşadığı kentin doğal yapısından kaynaklanan konumu, ondaki sıkıntılı koşulları ve ruhsal durumu iyice körükler. Bu olumsuz ve sıkıntılı ruh halinin izleri şiirlerinde açıkça görülür. BİR GARİP YALNIZLIK Çalmasın kapımı kimseciklerim Boş bulut yıldız yalnızlığında Çok uzun gözlerinin içindeyim Çalmasın kapımı kimseciklerim Çok uzun gözlerinin içindeyim Sonsuzluğumu içiyorum bebeklerinden Körkütük zehir zıkkım Çalmayın kapalı kapım Küflü bir akşamüstü terli Uludum arınmamış camlarda Ne telefon ne kapı zili Çalmasın ben evde yokum Çok uzun gözlerinin içindeyim Çalmasın kapımı kimseciklerim Günlük konuşma dilinden kopmayan şair, ağırlıklı olarak kısa şiirler yazar ve bir konuşma rahatlığı içinde şiirlerini yapılandırır. Bazı şiirlerinde toplumsal gerçekleri irdeleyip dile getirmekten de geri durmaz. Ancak, bu toplumsal duyarlılığı, aynı ölçüde ve bütün şiirlerinde bulmak olası değildir. Şair kimi zaman da derin kötümser duygular ve düşünceler içinde boğulur. Şairin, tiyatroya bakışında da kendini gösteren bu özellik şiirlerinde daha belirleyici olmaktadır. Cahit Irgat, 1950 yılında “Bırakılan Çocuk” filmini yönetir ve şiirlerinin dışında “Geri Dönemezsin” isimli bir de roman yazar. (1947) Prof. Mina Urgan’la bir dönem evli kalan sanatçı, bu evlilikten dünyaya gelen şair Mustafa Irgat ve oyuncu Zeynep Irgat’ın babasıdır. Tiyatro ve sinema oyunculuğunun yanı sıra yaşamının sonuna kadar şiir yazmayı da sürdüren sanatçı 35. sanat yılını bir jübileyle kutladıktan kısa bir süre sonra, 5 Haziran 1971 tarihinde, yaşama veda eder. Kendisini saygıyla anıyoruz... AĞAÇ Ağacım, dört kol çengi kıyamet, Her dalımda bir memleket, Uzar kollarım uzar, Taşımda toprağımda bereket, Köklerimden başlar hürriyet, Bana çarptıkça anlar Yağmur, yağmur olduğunu Rüzgâr, rüzgâr…

  • Bir Nehrin Elinde Canveren Tanrı

    Şenol YAZICI * Didim, Milotos, Apollon Tapınağı / ... Bir cehennem sıcağında su da bile terlerken, sizi heyecanlandıracak kaç şey vardır?.. Çok şey varsa, sizin yaşamla ilgili bir sorununuz da yok, boşuna aranmayın, hala delikanlısınız demektir; tek bir şey varsa heyecanlandıran, gururlanın; yaşadığınızın işaretidir, şükredin... Ahhh! Bu yok mu, bu heyecan, gizemli ve riskli bir ülkeye gider gibi duyulan koşma arzusu... Bir o ölmedi... Yolları belki de bundan seviyorum... Bir dost uyarıyor, ben yol telaşında ve o heyecanındayken... " buralar bu hafta gene çok kalabalık ve 40 derece hissedilen hava 33 lerde geziyor, nem % 80, doluluk %2000, sıcak nem ve insanlar.. tahammül edilmez durumda...az ertele, yürür gezeriz, bisikletle dolaşırız, " Güzel de... unutuyor, bir yaştan sonra esin perileri her zaman gelmiyor... TANRININ git dediği saatler vardır, kaçırmayacaksın... diyorum... bana şimdi geldiler, ne yapayım?.. demek ki kaderde gidip de Ege'de bir arkaik devir kurbağası gibi haşlandığını anlamadan yanmak varmış.. denemezsem ölürüm... Üzüleceğim tek şey olur belki, uğruna yollara döküldüğüm KABEyi görememek ki onda da teselli hep var; bilinen öyküdür, AS'LOLAN varmak değil GİTMEKTİR... * MİLET ve APOLLON Didim'e vardığımda aradığım, yolumun üstündeydi. Akbük yolundan Didim'e varmadan denizle yol arasındaki dar şeritte yer alan ağaçların arasındaydı orman kampı. Tıklım tıklımdı. Güç bela bir çadır sığdıracak bir yer buldum. Kaç gündür çakır güneş hava birden kararmaya başlamıştı. Yağacak gibiydi. Acele etmezsem işler sarpa saracaktı. Bir terslik çıkmadı, yan çadırdaki komşu da yardım sever çıkınca çabucak kurduk çadırı. Ve yağmur başladı. Çadırı kurmamla yağmurun yağmaya başlaması aynı ana denk geldi. Günlerdir kuruyup damar damar çatlayan toprak, bana mısın bile demedi ama yine de dört yanı o güzelim kokuya boğdu. Hiç olmazsa o değişmemiş. Komşum Aydınlı arkadaş, "On üç yıldır gelip giderim ilk kez yağmur yağdı, " dedi..."Sizin ayağınızdan olsa gerek..." Toza toprağa bulanmış, şimdi su ile karışık çamuru hazla soluyan sandaletli ayaklarıma o sihri arayarak baktım. "Ben de farkındayım, kerametimin, " dedim. "Aman kimse, hele yarım litre suyu iki liraya satanlar duymasın, " diye ekledim. "Biliyorsun, iSA'nın sonunu her şeyden önce başkalarına göre daha çok balık yakalaması, hazırladı..." Epey sürdü yağmur, şakır şakır, dolu dolu yağdı, ama yaz yağmuru bu; ömürsüz, sonunda kesildi... Ardından denizin üstündeki bulutlar dağılmaya başladı, güneş şimdi er ya da geç hakkından geleceği bulutlarla eğleniyor. Elbette yaşamın her anının tadı başka, ama kim ne derse desin GÜNEŞ daha bir başka... Orman kampı yolla deniz arasında, sarıçamlar altında bir burun... Belediye işletiyor, kırk türlü isim altında garip adlandırmalarla talebe göre fiyatı yükseltseler de yine de anormal değil. Barı, lokantası var. Çoğu yeri kayalık, ama en uç kesimindeki sahilinde dar bir kumsalı , kumsalın karşısında da sığ bir denizle ulaşılan TAVŞAN ADASI bile var... ADA yüzlerce tavşan ve güvercinle doluymuş, karayla arasındaki dar geçit yürünerek de aşılabilecek dende sığmış ... Tavşanları merak etmiyorum, ama uzun kalırsam giderim... Şimdi önceliğim Apollon tapınağı, o tanrı kent... Ne var ki evdeki hesap yan komşumdan döndü. Sabah uyandığımda kahvaltıyı nasıl yaparım diye düşünürken en güleç yüzüyle kolumdan çekerek kahvaltıya çağırınca kıramadım. Ardından bana dünyada en güzel koylardan birkaçının Didim'de olduğunu ama çok az kişinin bildiğini, bu günde beni oraya götüreceğini söyleyince ona uydum. Önce şehrin içine Altınkum'a doğru gittik, sonra batıya dönerek evleri geride bırakıp ıssız yollardan dantele gibi uzanan kıyıları izledik. Çok sayıda arabanın park ettiği bir yerde durduk. "Geldik," dedi, eşyalarını indirirken. " Burası Akvaryum koyu." Gerçekten söylediği kadar vardı. Deniz Didim'de Altınkum'da da güzeldi, ama burası öyle kalabalık değildi. Görünen tek bilen biz değildik, az da olsa her cins her bölgeden tatilci yüzmeye gelmişti. Bilen her sosyal sınıftan, yaşama tarzından insan vardı. Bikini kadının yanında dizlerine uzanmış başı örtülü haşemalı bir başka kadın turistlerin yanında erinçle denize giriyor, güneşleniyordu. Gelecek Tayyip Erdoğan'ı nasıl anar kuşkusuz bilinemez. Ne var ki bu siyasetle amansızlaştırılan çelişkiyi güncel hayata sokması ve hiç de kıyamet kopmadan sosyal barışı sağlaması unutulmayacaktır. Kötü mü olmuş, görüntüye ve uyuma bakılırsa hiç sanmıyorum. Dünün uzun saçlı ya da entel sakallı erkeği neyse tesettürlü ya da açık da o aslında... Bize uymayanı mahalle gücüyle kitaba göre yargılama hakkımız bir alanda kalkmış oldu, fena mı? İnsansan kimse kimsenin tıpkısı değil, herkes bir yerde bir yönüyle ötekine çelişki. Ne yapacaksın yani?.. Keşke devlet zoruna ihtiyaç duymasaydık. Türkiye'nin en zor yaptığı buydu; ÖTEKİnin yaşama hakkına saygı duymak ve onu hazmetmek... Düne değin sokağa çıkmayı bile büyük bir aykırılık gören bir kesim de böylece sosyal hayata katılma hakkını kullanır oldu. Bir kesim gibi bundan ben de endişelenmedim değil, ama şunu unutuyoruz. Başladığımızda yani bundan otuz kırk yıl önce başımız açık olsa da bizler de onlar gibiydik. Deniz kıyısına takım elbiseyle giderdik. Mayo alışkanlığı olmadığından daha da önemlisi pahalı olduğundan iç çamaşırıyla ya da elbiseyle girenler gülmece malzemesiydi. O zamanlarda deniz alışkanlığını kazanmış bir avuç insan bize kaygı ve endişeyle bakardı. Diyalektik her zaman çalışır. Yarın bu deniz kıyısında bile aşırı örtülü insanların da çıktıkları sosyal ortamlarda gördüklerini önce taklit etmeye, sonra içselleştirip kendi tarzlarını üretip sahip çıkmaya ve ortak alanlarda birbirimize daha çok benzeyeceğimize inanıyorum. En azından tahamül artacaktır. Umalım yaşamın tüm alanlarına da bu hoşgörü ve karşılıklı saygı egemen olur. O gece Didim'de yaşayan bir arkadaşla buluştum. Gece geç saatlerde kampa gelince sabah görünmeden kaçabilmek için arabayı çadırın uzağına park ettim. Artık kesin APOLLON TAPINAĞINA gidecektim. Apollon tapınağı Didim'in şimdiki girişinde denizden hayli uzakta zamanında defne ormanı olan bir sırtta eski köy yerleşiminin içindeydi. Defneler mi? Dalga mı geçiyorsun? Çaresiz insan ne yapar? Hele bundan 3000 yıl önce de yaşayan insan... Bugünkü umarsız insanların yaptığını elbette. Denize düşen yılana sarılır örneği büyüden, faldan ve kehanetten medet umar. Kartondan bir dev yaratır, onu lider, kral, tanrı yapar, tapar. Antik devir insanları da aynı, kendilerince her şeyin ayrı bir tanrısı olduğunu düşünmüşler. Örneğin denizlerin tanrısı Poseidon'du, aşk tanrısı Afrodit, şarap tanrısı Dionysos, ışık ve güneş tanrısı ise Apollon'du... Gündelik hayatında en çok işi düşene, içli dışlı olduğuna da huyu değişip de zulmetmesin diye olsa gerek, tapınaklar kurar, törenlerle insan kurbanı dahil, armağanlar sunarlardı. Kuşkusuz sözkonusu Tanrıysa armağanları sıra bir insan götürecek değil, bu işi üstlenecek, ehliyetli insanlara ihtiyaç var, onlar hem tapınakları korur, hem de bu törenleri yönetir. Böylesine incelikli, nazik, Tanrılarla hasbıhal gibi olağanüstü işleri yapan insanlar da bir zaman sonra doğal olarak olağanüstüleşir. İşte sana tarihin ilk ruhban sınıfı öncüleri, rahipler ortaya çıkar. Zamanla onların da arasında ehliyet farkları, liyakat ve beceri özellikleri devreye girer ve ruhbanın piri oluşur. Efsaneye göre, Tanrı Apollon bir gün Didyma yöresinde çobanlık yapan Brankhos'a rastlar. Ondan hoşlanan Apollon, ona biliciliğin yani kehanetin sırlarını öğretir. Öğrendiği tanrısal sırları insanlara aktarmak isteyen çoban, bugünkü Apollon Tapınağı'nın bulunduğu yerdeki defne ormanı ve su kaynağının hemen yakınına tanrısı Apollon adına ilk tapınağı kurar. Zaman içinde çobanın soyundan gelenler 'Brankhidler' olarak anılmış çok uzun yıllar boyunca Apollon Tapınağı'nın yöneticiliğini yapmışlar. Bu nedenle olsa gerek 'Didyma'e asırlar boyu; 'Brankhidai', yani Brankhidler Ülkesi olarak anılmış. Başlangıçta tapınak, Apollo'nun ikiz kız kardeşinin adına yapılan Efes'teki Artemis Tapınağı'nın bir benzeri olarak inşa edilmek istenmiş. O denli önemliymiş Apollon yani. Nerden bilsinler çok gitmeyecek uğruna tapınaklar yaptıkları o tanrı bir nehrin oyununa gelecek, kendi tapınağını bile koryamayacak, palanpandras tebasıyla birlikte oraları terk edecek... Bu işin söylence yanı... Bilinen tarihe göre Arkaik Didim'e ait ilk mabet ise, M.Ö. VII. yüzyılda inşaasına başlanmış 'tanrılara adanan arazi' anlamına gelen bir temenostur. İlk mabedin bundan yaklaşık 100 yıl sonra yapılan eklerle beraber pek görkemli olmayan bir yapıya sahip olduğu sanılmaktadır. M.Ö. VI. yüzyılın ilk yarısında ise, İon dünyasının ulaştığı en parlak dönemde, Apollon Tapınağı büyük bir mabet haline dönüştürülmeye başlanmıştır. Tapınağın mimari yapısında, aynı dönemlerde yapılmış oldukları belirlenen Efes ve Sisam tapınaklarından etkilenilmiştir. Apollon Tapınağı, çok iddialı tasarlanmıştı. 85,15 x 38,39 metre ölçülerinde çevresinde çift sıra sütun bulunan bir mabet, yanlarda 21 çift sıra sütun, ön yüzünde 8 ve arka tarafında 9 sütun sırası olacak şekilde yapıldı. Halkın ibadet amacıyla kullanacağı 'naos' adı verilen iç avluyu çevreleyen 104 sütun ve 'naos'ta bulunan 8 sütunla birlikte toplam 112 sütunu vardır. Bu sütunların her birinin başlıklarıyla beraber 20 metre boyunda devasa bir şey olduğunu düşünün. Kutsal avlusu 17,5 metre yüksekliğinde bir duvarla çevrili olduğundan, dışarıdan bakıldığında üstü kapalıymış izlenimini vermekteydi. Aslında bu büyüklükte bir yapının kolay kolay tamamlanamayacağı açıktır. Bu nedenle inşaat M.Ö. III. ve II. yüzyıllarda da devam etmiş, hatta bir kısmı Roma döneminde yapılmıştır. O dönemdeki tapınağın ölçüleri, onun Efes'teki Artemis Tapınağı ve Sisam Adasındaki Heraion Tapınağı'ndan sonra, antik dünyanın üçüncü büyük tapınağı yapmaya yetiyordu. Bodrum yakınlarındaki Halicarnassos'da doğan ve 'Tarihin Babası' olarak da anılan Heredot, eserlerinde M.Ö VII. yüzyılda Mısır kralı Necho ve Lidya Kralı Kroisos tarafından Didim Tapınağı'na aynen Delphi’ye gönderilen tarzda altın sunular ve hediyeler gönderdiklerini yazar. M.Ö. 7. ve 6. yüzyılda Apollon tapınağının ünü çok yaygındı. Mabed, Antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biriydi. Didim ve Milet M.Ö. 494 yılında "LADE DENİZ SAVAŞI"ndan sonra Persler tarafından yağmalanarak, Tanrı Apollon'un "Kanakhos" tarafından tapılan tunç heykeli "Ekbatana"ya bugünkü İran'a götürülmüştür. Tahrip edilen tapınağın yerine, Hellenistik dönemde Büyük İskender'in katkısıyla daha büyüğü yapılmaya başlanıldı. Eserin mimarları, "Milet'li Daphnis" ile "Efes'li Efes'teki Artemis Tapınağı'nın da mimarı olan Paionios'dur. Tapınağın yapımına yardım eden Suriye Kralı Selevkos, Ekbatana'ya götürülen Apollon heykelini geri getirtmiştir. Bütün bunlara rağmen yüksek maliyeti ve havalide sürekli devam eden savaşlar tapınağın tamamlanmasına izin vermedi, tapınak orijinal planlarına göre tam olarak bitirilemedi, yine de çağlar boyunca paganizmin kullandığı, tek tanrılı dinler döneminde ise terk edilen bina, virane de olsa Fatih'in İstanbul'u alışına değin en gösterişli ve ünlü yapılarından biri olarak yaşadı. Bugüne kalan ören de bu olsa gerek. Şimdi o muhteşem binadan geriye ancak büyük bir hayal gücüyle görkemini tasarlayabileceğiniz bir enkaz kalmış, bir zamanlar neydi'nin işaretlerini veren. Örneğin birkaç sütun baş döndürücü bir ağırlık ve heybetle hala ayakta... Tarihçiler Apollon Tapınağı'ndaki en büyük yıkıma 1493 yılında tüm Ege coğrafyasını etkileyen büyük bir depremin sebep olduğunu söyler. Yani İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden tam 40 yıl sonra meydana gelen bu depremde büyük hasar alan tapınak, ilerleyen asırlarda kendi haline terkedilmiş. Tapınak çevresindeki verimli araziyi yurt edinen yöre halkı tarafından kurulan yerleşim, sonraki yüzyıllarda giderek bir Rum köyüne dönüşecek olan Yoran Köyü'nü oluşturmuş. Sonra da onlar da gitmiş. Geriye sonradan camiye çevrilen bu kilise ve çeşme kalmış. Kuşkusuz camiye çevrilen kilise de çeşme de yakın zamanın işi, ama çok sevimli... Eski "KUTSAL YOL"un bu caminin avlusundan başladığını okumuştum bir yerlerde. Ki Antik dönemin efsanevi deniz başkenti Milet'e uzanıyordu. Herhalde 15, 16 kilometre uzunluğunda olan bu yolun Milet çıkışındaki ilk 5-6 kilometrelik bölümü; Apollo rahip ve rahibelerine ait oturan insan heykelleriyle, yatan aslan ve sfenks figürleriyle süslenmiş bir güzergah olarak inşa edilmişti. Yolu arıyorum ama görünürde en az 5-6 metre genişliğinde olması gereken eski Roma yollarına benzer bir şey göremiyorum. Kuzeydeki antik liman Milet’in kutsal kapısından başlayan 'Kutsal Yol', deniz kenarını izleyerek Didim’in günümüzde Mavişehir olarak bilinen Panormos limanına ulaşıyordu. Buradan sonra ise güneye dönüp Apollon Tapınağı'nın adak ve sunu terasının önüne geliyordu. Eğer öyleyse bu eski kilise o pagan kültürün törenlerinin yapıldığı terasa kurulmuştu. DİDYİMA ikiz , ikiz kardeş anlamına gelen bir sözcük... o zaman antik devir tanrısı APOLLON adına yapılan bu görkemli tapınağın bir eşi olabilir mi sorusu geliyor aklıma... Yazıtlarda bulamıyorum yanıtı sonunda bana iğrenç bir inatla kilim satmaya çalışan bir esnafa konu değişsin diye soruyorum. "İlk kez biri bunu soruyor , " diyor kilimci, kilim satacağı adamı havaya sokmak için gururunu okşayarak." Doğru , bir ikizi var bu tapınağın, ama görünürde değil, yanmış yıkılmış. Küçük bir bölümü yer yüzünde ama asıl bölüm yer altında... Ve kutsal yol ona ulaşıyor aslında . " "İkizini göremezsin," diye de ekliyor arife dangalak böceği kilimci, "Çünkü yerin altında" Kendini arkeolog beni de sıfır salak turist sanmanın egosunda anlatıyordu. "Görünüyor aslında," diyorum, "ama buradan değil, yüz kilometre uzakta, Efes'te... Apolon'un ikiz kardeşi Artemis tapınağı senin dediğin." Bna bir dükkan açtıracak kadar kilim satmaya kararlı, becerikli ve esnaf kilimciyi susturmanın tadı dayanılmazdı... ama şimdi gerçeği itiraf etmeliyim: Didim'de de o devir Efes'teki gibi gösterişli olmasa da bir Artemis tapınağı vardı, hem olmaz mı, erkeği olacak da dişisi unutulacak, antik devrin Ön Asya kadını da duracak... Feminist durmak için yazmadım bunu. O çağ Anadolu kadını bugünkünden hayli özgürdü... ve... KUTSAL YOL aslında gerçek bir yurtseverlik öyküsü, mitolojik ya da yakıştırma bir öykü değil... Dönemin büyük egemeni MİLETOS, PERSLERİN saldırısına uğrayınca, ona bağlı koloniler de aynı kaderi paylaşmış. DİDİMLİLER Apollon da toplanıp Pers ordularına karşı savaşıyormuş. Sonra da yine burada toplanıp büyük bölümü yer altından geçen ikiz tanrıça kardeş ARTEMİS'in tapınağına ulaşan kutsal yolu izleyip kaçıp kurtuluyorlarmış. Sonunda KUTSAL YOL'la ilgili bir somut bulguya ulaşıyorum, bir levhaya yazmışlar, gördüm... İçinde kuyular, yer altı yolları olan yolun bir yerlerde özgün parçaları vardır ama ben Milet'i görmeye gidiyorum. M.Ö.8.yy da Apollon tapınağını yaptıran, sikkelerinde de yer alan Apollon'un tunç heykelini de tapınağa hediye eden M.Ö. 6. yy.'da Didim'e değin uzanan "KUTSAL YOL"u da yapan, Ege denizinden Bafa gölüne değin uzanan bölgede büyük bir uygarlık, Anadolu'da Trabzon ve Sinop dahil çok sayıda koloni kuran, sayısız bilim ve düşünce adamı yetiştiren İYONYALI MİLETLİLER gerçekte ANADOLULU değil. Tam olarak nereli oldukları tartışmalı olsa da Ege'nin öte yakasından Girit ya da Antik Yunanistan'dan M.Ö. 2000'lerde geldikleri ve İYONYA diye görkemli bir uygarlık kurdukları, Efes, Millet gibi hala hayranlıkla gezdiğimiz şehirler kurdukları gerçek. Eski Farsça İonan adı, Perslerin onlara verdiği isim. Farsça ve Arapça'dan Türkçeye Yunan biçiminde geçen bu ad, daha sonra Helen ulusunun tümü için kullanılan ad oldu. İlk yerleştikleri yer İzmir'le Bafa gölü arası , Hereodot'un "çalışkan nehir" diye tanımladığı Menderes deltasındaki deniz kıyıları olmuş. Ardından , biraz da Anadolu'nun içlerine doğru yayılmalarını engelleyen Lidyalılar yüzünden Ege, Akdeniz ve en çok da Karadeniz'de koloniler kurmuşlar. Hatta Mısır'da bile bir şehir kurdukları bilinir. Milotos'un bugünkü bozkır güzeli haline bakmayın. Antik devirde Menderes ağzında denizin içinde dört limanı olan, ekonomisi çok güçlü, halkı zengin, felsefenin beşiği, yetiştirdiği "ana madde sudur" diyen Thales , Anaximander ve Anaximenes gibi filozofları, hakkında bugünün gözüyle bakıp farklı şeyler söylense de tarihin karanlığından sıyrılmayı başaran kadın filozof Aspasia, sonradan Roma dahil bir çok şehrin örnek planını ilk kendi kentinde uygulayan ünlü şehircilik mimarı Hippodamos... gibi bilim, düşünce sanat adamları olan gerçek anlamda bir su kentiydi. -Şimdi bile yer altı suları yüzeye vurduğunda bir çok yerinde o günkü güzelliğini gösterecek manzaralar görülür.- Ne var ki İyon şehirleri birleşip bir devlet olamadı. Asiller ve şehrin zenginleri tarafından yönetilen bu şehirler biraz da dönemin özelliği başta Hititler, Lidyalılar, Persler gibi ... güçlü çevre devletleriyle sürekli savaştı. Persler Sard başta olmak üzere İyon şehirlerini ele geçirip yakıp yıkmaya başladıklarında Milet'e dokunmadılar, egemenlikleri altına aldılar. Ne var ki M.Ö. 494'te tarihin yazdığı en büyük ayaklanmayı Perslere karşı başlatan Miletliler Lade Ada'sındaki deniz savaşında yenilince son gözüktü. Kent ve Apollon tapınağı yakılıp yıkıldı. Halk Mezopotamya'ya sürüldü. Ancak Büyük İskender'in gelişiyle toparlanıp yeniden eski günlere döndüler. Ne var ki " SU ANA MADDEDİR" diyen Miletli Tales'i haklı çıkarırcasına MİLET, bir nehrin ellinde can vereceğini henüz bilmiyordu. Devrinin en güçlü devletlerinden biriydi. Görkemli şehri felsefenin kurucusu filozoflara, bilim sanat insanlarına sahipti. Varoluşunun gerekçesi olan bir nehre yenildi... Halikarnaslı Herodot demiş ya Menderes için; "Çalışkan nehir..." İşte o nehir taşıdığı alüvyonlarla limanı doldurmaya başlamış, ardından tüm denizi... Deniz bugün on kilometre uzakta kalmış. Bu da savaş ve benzerlerinin getirdiği bütün yıkımları aşan Milet şehrini bitirmiş. Perslerle yapılan kaybettikleri ünlü deniz savaşının geçtiği ada Lade tarlaların ortasında bir sadece bir tepe... İyon yerleşimlerinin kurulduğu Latmos körfeziyse bugünkü Bafa Gölü'nü hatıra bırakıp yok olmuş. MİLET'e giden yolda KUTSAL YOL'un işaretlerini arıyorum, ama o günden bugüne antik yol mu kalır? Yine de yaklaşınca benzer şeyler görüyorum. Yol kıyıları mermer sütunlarla, kırık tarihi taşlarla dolu. Bilmeden yakıştırıyorum. Hem yolun izlerini arıyorum hem de bahçe duvarlarına çit olmuş, kırık dökük antik devir taşlarını, sütunlarını görünce, yerlerinde, toprağın altında dursalardı daha iyi olurdu sanki diye düşünüyorum. Yol kıyısına çağdaş donanımlı bir müze yapılmış. İçinde görülmeye değecek çok eser var. Beni müze kadar kapısındaki kuzeyde küçük salonlarda salon bitkisi olarak yetiştirdiğimiz kaktüs etkiliyor. Bodrum'a sürgün giden Halikarnas Balıkçısı da gördüğü kaktüslere çok şaşırmıştı, bende de o hal var. Devasa bir şey... Bunun çiçek açmış haline denk gelmek isterdim. Sahi kaynana dilleri çiçek açar mı, ötekiler gibi, bir günlük de olsa... Açmaz mı, havasına girince, hem de renk renk... MİLET'in girişine değin yol kıyısına dizili tarihi eserlerin yolla ilgili olduğunu düşünüyorum, kutsal yolun başlangıcı burası. Geçmişte yerlisi yabancısı iğne atsan yere düşmeyecek dende kalabalık olan antik şehir şimdi ıssızlığa teslim... Kente giriş paralı ya da müze kartınız olmalı... 40 liralık kart belki pahalı bile değil ama aklınıza gelen sorular canınızı sıkıyor. Tarihimizi, kültürümüzü tanıtmaktan söz ediyoruz, ardından onca yolu tepip de görmeye gelene dolaylı dolaysız topladığımız vergiler bir yana giriş için ücret koyuyoruz. Hem de dolu dolu bir ücret... Basın kartı sahipleri gibi bir kesime ücretsiz, öğretmenlere yarı fiyatına... ama emekli öğretmene tam ücret... Bu devletin mizah anlayışı bir hoş... Merak edip gelen kimse yok, ne yerli ne de yabancı, şaşırtıcı derecede bir ıssızlık var. Hükümet aksini iddia etse de ekonomik bir durgunluk olduğunu yaz boyu böyle gittiğini söylüyor konuştuklarımız. Şehir bu girişin arkasında geniş bir alana yayılmış. Roma hamamları, 25 bin kişilik tiyatrosu, yamaçlara yapılmış o dönemin zengin evleri gibi görülecek çok şey var MİLET'te. Ne var ki gitmeden hakkında biraz araştırma yapmalı. Yoksa bir taş yığını olarak gözükecektir. Nasıl ki insanı anlamlı kılan yaşadıkları, yani anıları ve bunlardan oldurduğu kişiliğiyse, kentlerin ya da taşların ruhu da geçmişi, tarihi... | Ağustos 2016

  • YILDIZ

    Evren esrisin diye gövdende Tuttum elinle bir dünya dokudum Savatlı ayı taktım bileğine Bak yaz kıyısından limon çiçeği Yüklü kızarık gece yükseliyor Köpeklerin uyuduğu bahçemize Minderlerimizi ansı, nerdeyse Doğar o anasonlu yıldız Kırılmış dağın balkonundan. Uzanalım, kavağın ve beynimin Kum saatlarını duyuyor musun Tenle karışıyor, sürgünlerinle. Kaktüs bana bir ağıt söyle.

  • Geçmiş Zaman Olur ki

    maviADA'ya Mektup Var * Bakanlıkta görevli Yahya Türkeli, bazen yazılarıyla da dergide konuğumuz olan maviADA dostu biriydi. İyi tanımazdım, nezaketli iletilerden başka da bir iletişimimiz olmamıştı. O günlerde emekli olmuş yayıncılığa başlamıştı. 2009'da İstanbul Tüyap'ta stant ve etkinlik almıştık. Dergiler, yayınevleri Tüyap'a daha çok tanınmak, satış yapabilmek için katılır. Kendi koşullarımıza göre büyük bir masrafla katılıp tam bir düş kırıklığıyla ayrıldığımız Tüyap sırasında aramızda yeralan, maviADA standında görevli hırslı bir yazar arkadaşımız, Yahya Türkeli'nin yeni açtığı yayınevinden kitabını çıkartabilmek için bilgimiz dışında onunla anlaşmalar yapmış, bu arada stantımızı da karşılıksız olarak, ya da kendi işi görülsün diye, kullanımlarına sunmuştu. Tanımadığım bir çocuk yazarı da gelip stantımızda etkinlik yapmıştı. Tabi bu durumdan sonradan haberimiz olmuş, hiç hoşlanmamıştım. Ne var ki olan olmuş, yapacak bir şey kalmamıştı. Ne zoruma gitti, ne oldu anlayamadım ama o gün bugündür Yahya Türkeli'yle küs değilsem bile görüşmeye çok istekli olmadım. Konuyu kişisel gayretiyle bir dünya savaşına çeviren işbirlikçi yazar arkadaşımızla ise bütün iletişimi kesmiş, dergiden de çıkarmıştım. Bu iletişimin anılarına ne zaman bilgisayarımda denk gelsem anlayamadığım bir nedenle içimin katran gibi kararmasını anımsasam da, kullandığım dildeki o günlerde benden hiç beklenmeyecek politik olma inceliğine şaşıp gülerim. Demek vardığım yargıların çok da isabetli olduğuna emin değilmişim. Bir açık kapı kalsın istiyordum. Ümit ederim o olayın tarafları arkadaşlarımız da bu yazıyı görürse aynı hoşgörüyle bakıp benzer muhasebeleri yapıp gülüp geçerler. * ANIların ne demek olduğunu henüz işin başında olan biri o denli kolay anlayamaz; onlar yaşadığınız ve bu hayattan geçtiğinizin en güvenilir kanıtı, bin bir güçlükle sahip olabildiğiniz yegane hazinelerdir. * From: Yahya Türkeli To: Şenol Yazıcı Sent: Wednesday, November 18, 2009 4:08 PM Subject: RE: istanbul tüyap Sayın Şenol Yazıcı, Bizimle birlikte çalışan eğitimci/yazar S. AKCAN, TUYAP Fuar etkiliği çerçevesinde stantınızdan yararlanarak kitabını imzaladı. Sosyal çevresinin katkısısyla çoşkulu ve kalabalık bir öğrenci ve öğretmen grubuyla izdiham yaşayarak o gün 200'e yakın kitabını imzaladı. Bundan çok mutlu olduk. S. Hanımı da yakında MaviADA okur ve yazarı olarak katılmasını bekliyorum. Bize katkı sağlayan MaviADA yönetici ve çalışanlara teşekkür ederim. İyi günler dilerim. Kimden: Şenol Yazıcı Kime: Yahya Türkeli Gönderi: Pazartesi, 23.11.2009 Pzt 01:20 Konu: RE, RE: İstanbul tüyap Merhaba Yahya Türkeli, Arkadaşınızın bizden memnun ve mutlu ayrılmasına sevindim. Bu bizim için de gönendirici bir olay kuşkusuz, devlet memuru olan bir dostun kitaplarını satışına katkımız olmuş, ne güzel. Yaşadığım için bilirim. Arkadaşın kendisine olanak tanıyan bir dergiye üye bile olmayı düşünmeyişini geleneksel devlet memuru anlayışına bağlasam da ilerde telafi edeceğine yürekten inanıyorum. Biliyorum ki daha ileriki zaman dilimlerinde ve Tüyaplarda sık sık görüşeğiz, yani her şey düzeltilebilir. Üyemiz ve temsilcimiz Z. S. T ile aranızda gelişen işbirliğini de takdirle izliyoruz. Görünen siz sözünüzün erisiniz, birlikte birçok varsayımı yaşama geçireceğiz diye umut ediyorum. Z. S. T arkadaşımız sizinle olan iletişimden umutlu olmasına karşın sizin olanakları sınırlandırdığınızı, ona kısıtlı bir yer verdiğinizi, basacağınız kitapla ilgili ileri sürdüğünüz koşulların ağır olduğunu söz edip yakındı. Hatta benim bu yönlü sizi uyardığımı da, kimden duyduysa, nasılsa aklına getirmiş. Gerçi aklıma gelmedi değil, ama ikiniz de ne yaptığınızı bildiğiniz varsayımından ciddiye almadım, çünkü arkadaşımı tanıyorum, tıpkı H. G arkadaşımız gibi vermeden almayı seven, eşgüdümle çalışmayı pek öğrenememiş, ihtiraslarına kapılan biri olduğunu bildiğimden üzerinde hiç durmadım. Siz nasılsa nezaketle ve adaletle idare ederdiniz. Nezaket tahminim doğru çıktı ama adalet anlayışlarınız galiba farklıymış. Ayrıca sizin de, onun da bana sorma gereğini duymadığınızı düşünürsek beni ilgilendiren bir yanı yoktu. Daha da ileri gidip sizin H.G ile aramızda sorunlar olduğundan kendisine söz ettiğinizden bile dem vurdu. Ki bunu neden yaptığını asla anlamayacağım. Sizin gibi bilge ve ne yaptığını bilen birine onun sözünü ettiği davranışları yakıştıramadığımdan hiç üzerinde durmadım. Bayanlara özgü taktiklerle yol almaya çalıştığını düşündüm ve üzüldüm sadece. Sevgili Yahya Türkeli, Bursa Tüyap ve daha ötesinde sizinle ortak projelere imza atmaktan kıvanç duyacağımı yeniden belirtmekte mutluluk duyuyorum. Konuşabileceğimiz zamanı da özlemle bekliyorum. Saygı ve selamlarımla. *Bu arada sözünü ettiğiniz arkadaşla birlikte kendi aboneliğinizi yatırırsanız çok mutlu olacağımızı tahmin ediyorsunuzdur. ne yazık ki aboneliğiniz bitmiş... ve dergiler güçlükle yaşıyorlar.

  • Geçmişle Hesaplaşmak

    Nurten B. AKSOY * Bir yıl daha geride kaldı, yeni bir yıla umutlarımızı cebimize koyup girdik. Bize biçilmiş ömürden bir yıl daha bitti... Daha kaç gün, kaç ay, kaç yıl yaşarım, kim bilir; belki bir gün, belki on yıl, belki... Ne garip şu insanoğlu, en değerlisini, zamanı yitirdiğine sevinebiliyor. Haksız da değil, geride kalana göğüs germesi için o umuda ihtiyacı var. Dirilmeye, yenileşmeye... Yaşamak nedir, diye soruyorum bazen kendime. Sonra düşünüyorum, düşünüyorum... Yılların muhasebesini çıkarıp koyuyorum önüme. Bunca yılın muhasebesini yapmak kolay mı? Elbet değil, zor ama insan düşünmeden edemiyor işte... önce bir kâr hânesine bakıyorum, yıllar ne getirmiş bana, neler kazanmışım, neler elde etmişim diye... hayli kabarık bir liste çıkıyor karşıma. Yıllar içinde edindiğim kimi gerekli, kimi gereksiz tonlarca bilgi... Bir yuva, pırıl pırıl evlatlar ve biriktirdiğim bir dolu insan; kimi dost, kimi düşman... Düşman da kâr hanesine yazılır mı, diyen bir ses çalınıyor kulağıma. Ama aldırış etmiyorum, düşmanlarım olmasaydı, dostlarımın kıymetini anlayamazdım ki... Sonra yüzümde oluşan çizgiler, saçlarıma doluşan aklar, gittikçe güçsüzleşen bedenim ve yüreğimdeki yaralar geliyor aklıma. Bu son saydıklarım kâr hanesine yazılmayı hak ediyorlar mı ki diye düşünmeden edemiyorum. Ama saçlara düşen aklar, yüzdeki çizgiler yaşamımızın birer kanıtı değiller mi? Peki ya zarar hanesi, oraya neler yazmalıyım; yıllar neler aldı benden, neleri kaybettirdi bana? Önce pamuk kedimi yitirdim bir yaz günü ve ilk olarak ölümü tanıdım onunla. Sonra çocukluğumu kaybettim; daha büyümeden yüzüme büyük insan maskeleri yakıştırdılar. Küçücük yaşımda ardı arkası kesilmeyen ölümler yaşadım evimde, ülkemde, dünyada... Büyüdüm, başımda kavak yelleri eserken koşturmalar, kavgalar gürültüler arasında gençliğim gitti elden. Belki her şeye rağmen güzel hem de çok güzel günlerdi ama bir solukta, su gibi aktı gitti. Sevdiklerim gitti, güzelliğim gitti, yıllarım gitti... Peki, şimdi bu hesabın içinden nasıl çıkacağım? Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Yani kârda mıyım, yoksa zararda mı karar veremiyorum bir türlü... Ve şimdilerde anlıyorum ki hayat zalim, hayat acımasız... tıpkı deli deli esen bir lodos fırtınası gibi savuruyor insanı oradan oraya. Bazen bir taşa çarpıyor seni, bazen dalgaların arasına fırlatıveriyor... İşte ben de yıllar boyu çırpınıp durdum nefes alabilmek, boğulmamak için... Bazen kurtarmaya bir el uzanırken, çoğu zaman dalgaların içine daha çok itmek isteyen yüzler gördüm kıyıda. Dünyaya tepeden bakan, çok bilmiş, kendini beğenmiş, gurur abidesi yüzler... "Sen de kim oluyorsun, senin bu alemde yaşamaya hakkın yok, çek git..." dercesine haykıran... Oysa ben her şeye rağmen tıpkı martılar gibi fırtınaya, dalgalara direndim hep, kanat çırptım denizin ortasında bata çıka. Bazen bir vapurun güvertesine, bazen bayrak direğine sığındım can havliyle, yeniden uçmak için, direnmek için, yaşamak için...yeni bir fırtınaya kadar... Sonra yıllar geçti, sular duruldu, güneş açıverdi yeniden, sıcacık, pırıl pırıl...ve ben her şeye karşın süzülüp yükseldim mavi bulutlara doğru... yani hayli kâr ettim... Şimdilerde aynalara baktığımda, zarar hanesi kabarık geliyor gözüme. Aynalar yalan söylemez ki... Yıllar neler neler alıp götürmüş meğer benden. Bu arada bir yerlerden gönlümün sesi çalınıyor kulağıma; "Bırak artık kâr, zarar hesabıyla uğraşmayı, üzülme artık yitirdiklerine, çekip gidenlere, seni terk edenlere. Bak ben hâlâ ilk günkü halimle senin yanındayım. İstersen yine çocuk olabilirsin, yeniden genç olabilirsin, ben istersem yeniden sevebilirsin. Yıllar bana tesir etmez ki... Neden hesap yapıp da üzüyorsun kendini" diye fısıldayan... Şimdilerde derin düşünceler içindeyim; aynaların sesine mi yoksa gönlümün sesine mi kulak vermeliyim, bilemedim bir türlü...

  • CİK CİK

    Niyazi UYAR * Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Sesin geldiği yöne çevirdim başımı bir şey göremedim. Metruk binanın bahçesindeki tavukların, toprağı eşelerken lisanlarıyla şarkı söylemeleri duyuluyordu yalnızca. Şüheda caddesini diklemesine kesen 180. sokak, yukarıya Bozdağ’ın eteklerine doğru uzayıp gitmekte. Uzayıp giderken, yol boyu sağlı sollu dikilmiş cam balkonlu, alüminyum dış cephe kaplamalı apartmanlar... Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Başımı tekrar sesin geldiği yöne çevirdim, o istikamette görünürde bu sesi çıkaracak ne bir insan ne bir hayvan yoktu. Mahallenin birkaç sahipsiz kedisi köpeği yordamlarınca kah yürümekte, kah uzanıp yatmakta rutin davranışları içinde. Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Bir kuş sesini çıkaran benimle dalga geçmeye çalışan biri mi diye düşünüp evlerin balkonlarına, ağaç arkalarına saklanmış birilerini aramaya başladım kısık gözlerimle. İnsandır bu dedim o anda, gözümle görmesem de algım hayvan sesi değil bu, dalga geçen bir “Dalgacı Mahmut’tur,” diye karara varmıştım bile; sıraladım içimden de bir şeyler. Bir Dalgacı Mahmut aramaya başladım, sağa sola, öne arkaya. Yoktu, insan namına da kimseyi göremedim. Elimdeki telefona yönelip sosyal medya paylaşımlarını gözden geçirmeye başladım. On, on iki metre, hemen karşımdaki pembe dış mekan kaplamalı apartmanın üçüncü katındaki kadını görünce... Acaba beni işleten bu kadın mıdır diye bir hüküm yürüttü benim hazırcı, tembel beyin! Olur mu, olur… Yok canım bu kadında Dalgacı Mahmut duruşu… yok yok, ben de saçmalıyorum, deyip geri aldım, hazırcı beynimin ürettiği tembel düşünceyi. Olur canım dedim kendime, sen bu kadını tanıyor musun, ben insanların bir görüşte ruh haritalarını çıkarırım martavalı ile bugüne kadar kaç sefer baltayı taşa vurmuşluğun var deyip bir başka gelgiti yaşadım. İnsanın sessizine dair demezler mi, çok bilmiş atalarımız: "O, ne yere bakan, yürek yakandır!" Bir de "yavuz atın tekmesi pek olur," demişler ya. Hiç belli olmaz, bu sarışın kadın da “Dalgacı Mahmutluk” yapıyor olabilir. Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Ses sol yanımdan geliyordu, sol yanımda bu sesi çıkarabilecek canlı yoktu. Ara ara hızlı adamlarla gidip gelen mahallenin selamsız bandosu misali sakinleri geçip gidiyordu. Bir de üçer beşer öbekli kediler, köpekler, bir de metruk binanın tavukları. Cam balkonlu, alüminyum kaplamalı binaların boş balkonları. Bu ses, nereden gelir, sağa bakıyorum, sola bakıyorum, yok bir şey! Balkonlarda kuş sesi taklidi yapabilecek birileri olabilir mi, olur, neden olmasın, insan denilen varlığın, bin türlü huyu olur. Onun sırrını ermek için erenler ceminin ehli olması bile yetmez. "Böyle bir şebekliği kim yapmış olabilir, hem neden yapsın ki?” “Yapmaz değil mi?” “Yapar yapar, bin türlü huy var dedik ya, insan denilen varlıkta!” Mahallede kimse ile görüştüğüm yok, zaten bu mahallede kimse birbirine ne selam verir ne bir şey, geçip gider. Bir de sesli sessiz motorların yurdum insanı profilinin Salihli versiyonları, bir de gürültülü egzozlarıyla yere yapışmış, eski model arabaların bıçkın delikanlıları… “Ferah tut içini, insanlar ne diye uğraşsın benimle diyerek, avutmaya çalıştım kendimi. Mahallede ne varlığımla ne yokluğumla fark edilmeyen benimle mi, uğraşacaklar?” “Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Tekrar sol yanıma baktım, sağ yanımda oturduğum bina vardı, o yönde hiçbir şey olmayacağını az önce öğrenmişim gibi. Yalnızca sol yanıma bakmam yeterli olacaktı. Tekrar sol yana bakarken gözümü yukarılara çevirdim. Ağaç direklere çekilmiş siyah telefon telleri ve beton direklere çekilmiş çıplak elektrik tellerini süzdüm. Birden siyah renkli telefon teline konmuş, üç serçe bana bakıp dururken pek keyifli olduklarını, benim şaşkın halimle dalga geçtiklerini düşünmeye başladım. “Ule keratalar dedim, işletme fakültesini siz açtınız başıma!" Şehrin hayat kaynağı Bozdağ’dan aşağı çam kokulu bir rüzgâr esti, erimeye yüz tutmuş yüklü kar kokusuyla, derin bir nefes aldım, içim açıldı. Tam o anda hatırıma düştü yarım asır önceden Telli Nigar'ın attığı karavana kement... Hayat bu bazen yaşanmışlıklar beyin hücrelerini işgal ediverir insanın! Derin bir nefes aldım, içim açıldı, Meşeli Tepe’nin Tek Gamzelisi, yarım asır önceden bakıp durmakta ve "Kararsız Kâsım'lığın" kişiliksizliğiyle vakit öldürmekte yine. Öyle öyle neler kaybetmiştir kim bilir o? Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Ses veren ötüp duran bu yaramaz serçeler olduğuna artık iyice kanaat getirip gülümsedim; akıllı akılsız telefonuma bakmaya başladım yeniden. Tam bir konuya odaklanacağım, onlar: Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Ben onlara doğru çevirince başımı susuyor, birbirlerine bakıp için için gülüyor. Onlar susunca ben, tekrar telefonda sosyal medya paylaşımlarına bakmaya çalışıyorum. Biraz zaman geçer geçmez: Cik cik, cik cik cik! Cik cik, cik cik cik! Siyah telefon telinin üstündeki üç kuş benimle dost olmaya mı, yoksa ti’ye alıp dalga mı geçmeye çalışıyordu. Ben onlara dikkatlice bakmaya başlayınca, onlar ne gri ne mavi, çöl tozu ile kaplanmış mavi gökyüzü anlayışı yerle yeksan olmuş yukarıya bakmaktalar. Ben bir yandan arkadaşlarımın, vatsap gruplarının paylaşımlarına göz atmaya çalışırken, öte yandan eşimin evden çıkmasını bekliyordum.  O yöne bakmak için başımı çevirdiğmde, onlar tekrar çöl tozuna boyanmış gökyüzüne çeviriyordu gözlerini. Böyle böyle bir zaman geçip gitti. Sonra ağaç direklere bağlanmış siyah renkli telefon telinden havalanıp başka dala başka tele konmak için uçup gittiler...

  • Tiyatro, Sinema ve Şiir Dünyasında Bir Irgat

    Nurten B. AKSOY * Yaşadığı dönemde tiyatro, sinema ve şiir dünyasının önemli isimlerinden olan ancak günümüzde çok da fazla tanınmayan Cahit Saffet Irgat’ın şiirleri, savaşın, terörün, yoksulluğun canlar yaktığı günümüzde bir kez daha anlam kazanıyor. Zaman tüm hızıyla gelip geçse de acılar ve korkular hiç değişmiyor… “anne girmem bu oyuncak dükkanına / orda toplar, tayyareler, tanklar var / ben yaşamak istiyorum / ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat…” 1940’larda başlayan Toplumcu Şiir akımının öncülerinden olan Cahit Irgat, 21 Mart 1915’te Lüleburgaz’da dünyaya gelir. Edirne Öğretmen Okulundan son sınıftayken ayrılan Irgat, daha lise yıllarında tiyatroya merak sarar ve bir süre çeşitli tiyatrolarda oyunculuk yapar. 1934 yılında başvurduğu Muhsin Ertuğrul’un kendisine: “Önce okulunu bitir, sonra yanıma gel” demesi üzerine Ankara Devlet Konservatuvarına girer. Ancak 1936 yılında öğrenimini yine yarım bırakarak okuldan ayrılır ve Paris’e gider. Bir Garip Yalnızlık Çalmasın kapımı kimseciklerim Boş bulut yıldız yalnızlığında Çok uzun gözlerinin içindeyim Çalmasın kapımı kimseciklerim Çok uzun gözlerinin içindeyim Sonsuzluğumu içiyorum bebeklerinden Körkütük zehir zıkkım Çalmayın kapalı kapım Küflü bir akşamüstü terli Uludum arınmamış camlarda Ne telefon ne kapı zili Çalmasın ben evde yokum Çok uzun gözlerinin içindeyim Çalmasın kapımı kimseciklerim Konservatuvarı bırakma nedenini ise 1968 yılında Akşam Gazetesi’nde yayınlanan “Çok Yaşayın Ölüler” adlı yazı dizisinde: “… Gece güzel başlamıştı. Avni Arbaş’ın atölyesinde rakılı şaraplı bir geceydi. Hep tanıdık. Ya sanatçı ya eğitimci kişilerdik bu çilingir sofrasında. Cin gibi zeki bir adamdı Hasan Ali Yücel. O güne dek hiç karşılaşmamıştık. Rakı bitmiş şaraba başlanmıştı. Konu dönmüş dolaşmış memlekete gelmişti. Eğitim meseleleri, sanat meseleleri, özgürlük meseleleri… Epey olmuştuk. Hasan Âli Yücel’e damdan düşercesine. ‘Sizin başka işiniz yok muydu ki Maarif Vekilliğine gelir gelmez attığınız imzalardan biri de benim konservatuvardan kovulmam içindi’ diye sitem ettim… O da: ‘İyi olmuş. Çok iyi etmişim!.. Şimdi sanatçısın, Paris’te kalsan ne olurdun? Maaşlı devlet oyuncusu.’ diye cevap verdi” diye anlatır… Acılı bir dönemin sanatçısı olan ve tiyatroya yaklaşık otuz beş yılını veren Saffet Cahit Irgat, tiyatroyu çok sevmesine karşın, kıyasıya eleştirir. Bütün Şehir Şahittir Başımı rakı değil döndüren Bu öğle sıcağında Ekmek kokusundan da güzel Alnının ter kokusu. Ver meyveni mürdüm ağacı Arzum gibi yağ yağmur Bütün şehir şahittir Bu kadını sevdiğime. Kısa bir süre Paris’te yaşayan sanatçı, yurda döndükten sonra tiyatro oyunculuğunu çeşitli sahnelerde sürdürür. 1960’lı yıllarda ikinci eşi sinema ve tiyatro sanatçısı Cahide Sonku ile Cahitler Tiyatrosunu kurar ama başarılı olamayan bu topluluk da kısa sürede dağılır. Tiyatro yapmanın zorluğu konusundaki düşüncelerini şöyle açıklar: “Sahne ince hastalık, verem gibidir. İnsanın içine bir yapışmasın, insanı erite erite, kemire kemire götürür. Kan kusturur, uğraştırır uğraştırır da uğraştırır. Sahne oyuncuya karşı, denizciyle uğraşan deniz gibidir. Genç olsun, yaşlı olsun bir gün oyuncunun bedenini bir ceset gibi, tiyatro leşi gibi kıyıya atıverir.” “… Tiyatro kabiliyet işidir. Okulu var ama yeterli değil. Okul kibrit kutusuna benzer. İçinden çürüğü de sağlamı da çıkar. Okuldan çıkınca devlete sırtını dayayanların yaptığı şey sanat değildir. Hiçbir endişeleri, didişmeleri olmayanların halka ve sanata hiçbir faydası yoktur” İnsan Gibi Çok yakında bir gün Çok yakında bir gün Ağır uykulardan uyanacaklar Zor kapıları açacaklar Yere sağlam basacaklar. Sevgiden sırılsıklam Yangınlanacak aşklar Çok yakında bir gün Çok yakında bir gün İnsanlar insan gibi yaşayacaklar. En dar en karanlık sokaklar Çok yakında bir gün Çok yakında bir gün Bayramlaşıp ışıyacaklar Hürriyet giyecek aydınlık ayaklar. 1940 yılında ilk kez “Yılmaz Ali” adlı filmde oynayan Cahit Irgat, sahneye de Raşit Rıza Tiyatrosunda “O Gece” adlı oyunla çıkar. Ne var ki, çocuklarının oyuncu olduğunu haber alan ailesi, onu evlatlıktan reddeder. 1940 kuşağı şairlerinden olan Cahit Irgat’ın, zaman zaman değişik etkilenmelere uğrayan ve arayış içinde olan, kendine özgü bir şiiri vardır. İkinci Dünya Savaşı döneminde sıkıntıları iyiden iyiye artan şair, bu sıkıntılardan şiirini beslemesini de bilmiştir. O yüzden şiirinin dokusunda savaş karşıtı bir anlayışın derin çizgileri bulunur. Savaş yıllarında yaşanan yokluk, yoksulluk ve acı şiirlerinin ana konularını oluşturur. Bütün bu tanıklıklar şiirinde olumlu bir yapının temellerini atarken, iç dünyasında kendinden kaçışı, içkide yoğunlaşmayı, insanlara küsmeyi ve bunlara benzer gelip giden bunalımları da beraberinde getirir. İçinde yaşadığı kentin doğal yapısından kaynaklanan. Günlük konuşma dilinden kopmayan şair, ağırlıklı olarak kısa şiirler yazar ve bir konuşma rahatlığı içinde şiirlerini yapılandırır. Bazı şiirlerinde toplumsal gerçekleri irdeleyip dile getirmekten de geri durmaz. Ancak, bu toplumsal duyarlılığı, aynı ölçüde ve bütün şiirlerinde bulmak olası değildir. İnadına İnadına mı güzelsin Akşamüstleri, Demir parmaklıktan gördüğüm deniz? İnadına mı fiyakan Yan yan gidişin Tombul kıçlı gemi? Şair kimi zaman da derin kötümser duygular ve düşünceler içinde boğulur. Şairin, tiyatroya bakışında da kendini gösteren bu özellik şiirlerinde daha belirleyici olmaktadır. Yazar Şükran Kurdakul “Şiirimizin gözü yaşlı iyimseri Cahit Irgat’tır.” diyerek tanımlar şairi. (“Sanat Olayı” Dergisi Haziran 1981 sayısı) “Küçük yaşta sanatla kucaklaşan Cahit Irgat, kırılmalarına, zaman-zaman sessiz kalışlarına karşın sanattan kopmamıştır. İlk şiirini Cahit Saffet imzasıyla Varlık dergisinde yayınlayan Irgat’ı, aynı zamanda sanata adanmış bir ömrün de simgesi olarak görmek, sanırım ona hakkını vermek olacaktır.” (Güngör Gençay-Evrensel, 06 Mayıs 2001) Cahit Irgat, 1950 yılında “Bırakılan Çocuk” filmini yönetir ve şiirlerinin dışında “Geri Dönemezsin” isimli bir de roman yazar. (1947) Prof. Mina Urgan’la bir dönem evli kalan sanatçı, bu evlilikten dünyaya gelen şair Mustafa Irgat ve oyuncu Zeynep Irgat’ın babasıdır. Tiyatro ve sinema oyunculuğunun yanı sıra yaşamının sonuna kadar şiir yazmayı da sürdüren sanatçı 35. sanat yılını bir jübileyle kutladıktan kısa bir süre sonra, 5 Haziran 1971 tarihinde, yaşama veda eder. Can Yücel’in Cahit Irgat’ın ölümünden sonra söylediği birkaç söz… "Cahit ki bu hasta düzende sağlıklı bir kanserdi Cahit ki haksızlığa karşı üreyen hücrelerdi. Yorgun develer gibi çöktüğü Dormen şölenlerinde bile "Siz paranızı, ben kendi kendimi yerim," derdi. Cahit zaten azalarak yaşayanlardan değil Çoğalarak ölenlerdendi."

  • Bir Bahar Akşamı Rastladım Size

    Nurten B. AKSOY * Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz İçimde uyanan eski bir arzu Dedi ki yıllardır aradığın bu Şimdi soruyorum büküp boynumu ah Daha önceleri neredeydiniz Hani hep “aşk iki kişilik bir oyundur” denir ya; eski kuşak, daha doğrusu yasaklı ahlak öğretileriyle yetişen kuşaklar pek bilmez iki kişilik aşkı. Ya rüyalarda ya şiirlerde ya da şarkılarda yaşar yüreğinin en gizli köşesine gömdüğü aşklarını sevdalılar. Bu nedenle de sevilenin sevildiğinden haberi bile olmaz. Çoğu zaman aşklar tek kişilik yaşanır, yüreklere gömülür, üstüne de kan kırmızı güller dikilirdi eskiden. İşte böylesi bir aşkı anlatır “Bir Bahar Akşamı Rastladım Size” şarkısının sözleri. Yozlaşmış tenselleşmiş, bir günlük aşkların revaçta olduğu günümüzde bu aşklara gıptayla ve saygıyla bakmamak mümkün mü, çünkü o aşklardır bir anlamda sanat dünyasının patika taşları… 1912 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelir Fuat Edip Baksı. Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe Bölümünü bitirdikten sonra uzun yıllar Bartın, Zonguldak, Safranbolu ve İzmir’in çeşitli liselerinde ve öğretim kurumlarında öğretmenlik yapar. Yaşamı hakkında çok ayrıntılı bilgiye sahip olmadığımız Fuat Edip’in bu sevilen şarkısıyla ilgili yürek burkan öyküsü anlatılanlara göre şöyledir; 19-20 yaşlarında iken rüyasında çok güzel bir kız görür. Ve rüyasında gördüğü o dünyalar güzeli kıza gönlünü kaptırır. Genç adam yıllarca rüyalarının aşkı olan o güzel kızı bulma hayaliyle yanıp tutuşur, fakat ne yazık ki bulamaz. Oğullarının günden güne eridiğini gören ailesi bu duruma çok üzülür. Bir şekilde oğullarının ev bark sahibi olmasını isteyen ailesi ve yakınları Fuat Edip’e baskı yaparak onu evlendirirler. Aradan uzun yıllar geçer. İstanbul’a gelen Fuat Edip’in yolu bir bahar akşamı, Acıbadem semtindeki Çamlıca Kız Lisesi’nin önünden geçer. Vakitlerden akşamüstüdür… Okul zili çalmış ve öğrenciler neşeyle evlerine gitmek üzere dağılmışlardır. Tam bu sırada oradan geçen Fuat Edip’in gözüne kalabalığın içinde arkadaşlarıyla gülüşerek giden güzel bir kız ilişir. Şair, adeta donakalır, kendinden geçer. Çünkü bu güzel kız yıllar önce rüyasında görüp âşık olduğu kızdır. Artık yaşı hayli ilerlemiş olan Fuat Edip ister istemez genç kıza bakar kalır… Onun kendisine dikkatle ve şaşkınlıkla baktığını fark eden genç kız da utanarak başını önüne eğer. Aradan uzun yıllar geçmiş, şairimiz ev bark sahibi olmuş, yaşlanmıştır, yani artık her şey için çok geçtir. Fuat Edip, adeta beyninden vurulmuş bir halde yoluna devam ederken o unutulmaz mısralar dökülür yüreğinden: “Bir bahar akşamı rastladım size… / Daha önceleri neredeydiniz?” Bu zarafet, özlem ve duygu yüklü dizeler daha sonra Türk müziğinin usta bestekârı Selahattin Pınar tarafından bestelenir ve müziğimizin en sevilen şarkılarından olur. Şiirlerinin dışında romanları da bulunan Fuat Edip Baksı 1974 yılında İzmir’de yaşama veda eder. Ardında “Bir bahar akşamı rastladım size” şarkısından başka “Aşkımın ilkbaharı ilk heyecanım benim, Yüzün pembe güllerden, sesin bülbülden güzel, Bakışın çağırır beni uzaktan ve Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı” gibi sevilen şarkılara güfte olan şiirleri kalır.

  • Cahit IRGAT

    Zeliha AYDOĞMUŞ * İTHAF Niçin yaşadığını, öldüğünü bilmeyen Dert çeken dost Çürüyen dost, Sizin için söylüyorum Milyonlarca harp ölüsü adına İyiliğin, kardeşliğin, ümidin Aynı hakkın, hürriyetin İnsanlığın şarkısını. I Birdenbire çıldırmaya başladı Komşunun bahçesinde ağaç Vapur, meydan, lokomotif. Fecirle ürperdi şehir Açtı çocuk gözlerini Gök mavisi camlardan Masmavi gökyüzüne Anasını görmeden Müşterinin koynunda Çıktı mektep yoluna Umumhane kapısından Ve denize bağlanan sapa yollardan Koşar adım gidiyor Fabrikaya, rejiye Uykuya döşeklerde doymayan Kara bahtlı çocuklar. II Biz insanlar Bir avucun Beş parmağı kadar kardeş Boyun eğmiş, razı olmuş Gömülmüşüz çamuruna alın terinin Mayasına hamuruna kara ekmeğin. Fabrika bacaları çatlayacak hırsından Sefaletler, felaketler ve kötü niyet Her gün götürüyor içimizden birini Şu fabrika, şu vapur, lokomotif düdüğü Şarkısını tekrarlıyor ezilmişler şehrinin. IV Çıldırmak işten değil Ağzımızdan dilimizi çaldılar Cebimizden paramızı Alnımızdan terimizi Ve renk renk ayırmadan Gözlerimizi. VII Nedir bizim günahımız? Bu değildi alnımızın yazısı, Anamızdan doğar doğmaz. Sonu gelsin bu sabrın Sabır dedik, kalbimize taş bastık Kaldırımlar döşedik Kalbimizin üzerinden geçtiler Ağalar, efendiler Kul etti Köle etti Bir hırkaya Bir lokmaya Anamızı Babamızı Ecdadımızı. XIV Ve bir nefer çıldırmış - “Babam” diyor Şu nar ağacı, Geçen harpte ölen babam. Ve bir gazi soruyor : - Kaç dostumun kanındasın Nar? Kan kardeşi bir halin var Gelincikle Kızılcıkla Karpuzla. İçin seni, dışın bizi yakıyor Kan ağlıyor içimiz İçimiz karpuz içi Gelincik ve kızılcık kokuyor. Her tanede bir dostumun kanı var, Ömrümüz gübre olsun Helal olsun köküne, Kanımızdan, terimizden şerbet ol Serinlet yüreğini dünya mahkûmlarının Her yetime, her yoksula Sebil ol. Cahit Irgat bu dizeleri istila altındaki şehirler ve İkinci Dünya Harbi’nin sefaletinden esinlenerek yazmıştır. 21 Mart 1916' da doğmuş, 5 Haziran 1971' de yaşama veda etmiş olan Cahit Irgat şair, sinema ve tiyatro oyuncusudur. 1935 ve 1940 yılları arasında Cahit Saffet imzasıyla hece ölçüsüyle romantik şiirler yazmış, Garip akımına yakın duran 1940 kuşağının toplumcu şairlerindendir. Ayrıca “Geri Dönemezsin” adında bir roman da vardır. Irgat, Neriman Irgat ile evlenip boşandıktan bir süre sonra Mina Urgan ile evlenerek bir erkek ve bir kız çocuk sahibi olmuştur. Daha sonra Mina Urgan'dan da boşanarak Cahide Sonku ile son evliliğini gerçekleştirmiştir. Birlikte Cahitler Tiyatrosu’nu kurmuş, bir süre sonra da boşanmışlardır. Ödülleri 1954 – Türk Film Dostları Derneği'nce (Altı ölü Var/ İpsala Cinayeti) Eserleri Şiir : 1945 – Bu Şehrin Çocukları 1947 – Rüzgarlarım Konuşuyor 1952 – Ortalık 1969 – Irgatın Türküsü Roman : 1947 – Geri Dönemezsin İnsan Kafesi (kitaplaşmadı, Milliyet gazetesinde dizi halinde yayımlandı (1971) Anı : Çok Yaşasın Ölüler (Akşam gazetesinde yayımlandı, temmuz-ağustos 1968) Filmleri Yönetmen : 1950 – Bırakılan Çocuk (Sinema Filmi) Oyuncu : 1970 – Casus Kıran / Yedi Canlı Adam (Sinema Filmi) 1969 – İntikam Yemini (Sinema Filmi) 1969 – Ömercik Babasının Oğlu (Nubar Kamçılı Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1969 – Seninle Ölmek İstiyorum (Rıza) (Sinema Filmi) 1969 – Sabır Taşı (Sinema Filmi) 1969 – Lekeli Melek (Rıza) (Sinema Filmi) 1969 – Fakir Kızı Leyla (Sinema Filmi) 1969 – Boğaziçi Soygunu (Sadık Bey) (Sinema Filmi) 1969 – Anadolu Soygunu (Sinema Filmi) 1969 – Ana Mezarı (Sinema Filmi) 1968 – Şeyh Ahmet (Ebu Suud) (Sinema Filmi) 1968 – İngiliz Kemal (Miralay Hasan Tahsin) (Sinema Filmi) 1968 – İftira (Sinema Filmi) 1968 – Ömrümün Tek Gecesi (Savcı) (Sinema Filmi) 1968 – Yara (Sinema Filmi) 1968 – Urfa İstanbul (2. Hancı) (Sinema Filmi) 1968 – Son Vurgun (Kurşunların Yağmu… (Orhan) (Sinema Filmi) 1968 – Sevemez Kimse Seni (Reşat) (Sinema Filmi) 1968 – Sabahsız Geceler (Macit) (Sinema Filmi) 1968 – Leylaklar Altında (Sinema Filmi) 1968 – Kızıl Maske (Emniyet Amiri) (Sinema Filmi) 1968 – Köroğlu (Hüseyin Baradan Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1968 – Kader (Pir Ömer) (Sinema Filmi) 1968 – Gözyaşlarım (Sinema Filmi) 1968 – Eşkiya Kanı (Hakimo) (Sinema Filmi) 1968 – Erikler Çiçek Açtı (Türk Albay) (Sinema Filmi) 1968 – Dağları Bekleyen Kız (Sinema Filmi) 1968 – Casus Kıran (Dedektif Cahit) (Sinema Filmi) 1968 – Baharda Solan Çiçek (Sinema Filmi) 1968 – Ana Hakkı Ödenmez (Doktor) (Sinema Filmi) 1968 – Alevli Yıllar (Altan) (Sinema Filmi) 1967 – Ölüm Saati (Sinema Filmi) 1967 – Çelik Bilek (Sinema Filmi) 1967 – Soy Ve Öldür (Polis Müdürü) (Sinema Filmi) 1967 – Son Gece (General Mihailescu) (Sinema Filmi) 1967 – Kurbanlık Katil (Şefik) (Sinema Filmi) 1967 – Krallar Ölmez (Mine’nin Babası) (Sinema Filmi) 1967 – Kozanoğlu (Nasuh Paşa) (Sinema Filmi) 1967 – Killing İstanbul’da (Sinema Filmi) 1967 – Killing Uçan Adam’a Karşı (Sinema Filmi) 1967 – Killing Canilere Karşı (Sinema Filmi) 1967 – Kara Duvaklı Gelin (Sinema Filmi) 1967 – Düşman Aşıklar (Dr.Ömer Osman) (Sinema Filmi) 1967 – Caniler Kralı Killing (Sinema Filmi) 1967 – Aslan Yürekli Kabadayı (Yavuz Selekman Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1967 – Acı Günler (Stavro) (Sinema Filmi) 1966 – İntikam Ateşi (Sinema Filmi) 1966 – İhtiras Kurbanları (Sinema Filmi) 1966 – İdam Mahkumu (Seslendirme) (Sinema Filmi) 1966 – Çalıkuşu (Şeyh Yusuf Efendi) (Sinema Filmi) 1966 – Yedi Dağın Aslanı (Tekfur) (Sinema Filmi) 1966 – Sana Layık Değilim (Hasan) (Sinema Filmi) 1966 – Para Kadın Ve Silah (Sinema Filmi) 1966 – Meydan Köpeği (Sinema Filmi) 1966 – Meleklerin İntikamı (Osmanın Arkadaşı) (Sinema Filmi) 1966 – Kıran Kırana (Cahit) (Sinema Filmi) 1966 – Kanlı Mezar (Sinema Filmi) 1966 – Fatih’in Fedaisi (II.Kostantin Dragazes) (Sinema Filmi) 1966 – Fakir Çocuklar (Fuat Selçuk) (Sinema Filmi) 1966 – Erkek Severse (Sinema Filmi) 1966 – Dertli Gönüller (Sinema Filmi) 1966 – Bar Kızı (Galip) (Sinema Filmi) 1966 – At Avrat Silah (Yusuf’un Babası) (Sinema Filmi) 1966 – Altın Küpeler (Hacı Ömer) (Sinema Filmi) 1965 – Şeker Hafiye (Polis Md.) (Sinema Filmi) 1965 – Çapkınlar Kralı (Sinema Filmi) 1965 – Tehlikeli Adam (Felçli adam) (Sinema Filmi) 1965 – Siyah Gözler (Kemal Sarıoğlu) (Sinema Filmi) 1965 – Severek Ölenler / Kartalların … (Sinema Filmi) 1965 – Senede Bir Gün (Reis) (Sinema Filmi) 1965 – Murtaza (Seslendirme) (Sinema Filmi) 1965 – Kasımpaşalı Recep (Kemal) (Sinema Filmi) 1965 – Kasımpaşalı / Korkunç Vurgun (Kemal) (Sinema Filmi) 1965 – Kahreden Darbe (Sinema Filmi) 1965 – Hırsız (Sansar Şadan) (Sinema Filmi) 1965 – Ekmekçi Kadın (Ağır Ceza Üyesi) (Sinema Filmi) 1965 – Dünkü Çocuk (Sinema Filmi) 1965 – Dört Deli Bir Aptal (Sinema Filmi) 1964 – Şeytanın Uşakları (Sinema Filmi) 1964 – Son Tren (Reha Yurdakul Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1964 – Mor Defter (Prof. İsmail Sami Bey) (Sinema Filmi) 1964 – Hizmetçi Dediğin Böyle Olur (Reha Yurdakul Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1964 – Dullar Tercih Edilir (Sinema Filmi) 1963 – Barut Fıçısı (Behzat Balkaya Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1961 – Yasak Aşk (Celal Bey) (Sinema Filmi) 1960 – Sığıntı (Sinema Filmi) 1960 – Gece Kuşu (Niyazi Vanlı Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1960 – Aliii (Hakkı Haktan Seslendirmesi) (Sinema Filmi) 1959 – Kıtipiyoz’a Tuzak / Fosforlu’nun Oyunu (Fehmi) (Sinema Filmi) 1958 – Karasu (Sinema Filmi) 1958 – Ağlarsa Anam Ağlar (Sinema Filmi) 1957 – Kanlı Çevre / Sönen Ocak (Sinema Filmi) 1957 – Kamelyalı Kadın (Sinema Filmi) 1956 – Kara Çalı (Sinema Filmi) 1956 – Günah Bizimdir (Sinema Filmi) 1956 – Büyük Sır (Sinema Filmi) 1955 – Sevdiğim Sendin (Sinema Filmi) 1955 – Safiye Sultan (Sinema Filmi) 1954 – Sahildeki Kadın (Kaptan) (Sinema Filmi) 1953 – Vahşi İntikam (Sinema Filmi) 1953 – Mahallenin Namusu (Yakup) (Sinema Filmi) 1953 – Kezban (Sinema Filmi) 1953 1953 – Drakula İstanbul’da (Turan) (Sinema Filmi) 1953 – Cinci Hoca (Sinema Filmi) 1953 – Aşk Istıraptır (Necdet) (Sinema Filmi) 1953 – Altı Ölü Var / İpsala Cinayeti (Ali Rıza) (Sinema Filmi) 1952 – İmralı’dan Doğan Güneş (Sinema Filmi) 1952 – Yıldırım Beyazıt Ve Timurlenk (Timurlenk) (Sinema Filmi) 1952 – Yavuz Sultan Selim Ağlıyor (Şahin Bey) (Sinema Filmi) 1952 – Sabahsız Geceler (Sinema Filmi) 1952 – Kızıltuğ (Cengiz Han) (Sinema Filmi) 1952 – Kubilay (Sinema Filmi) 1952 – Kan Kardeşler (Sinema Filmi) 1952 – Göçmen Çocuğu (Sinema Filmi) 1952 – Deli (Sinema Filmi) 1952 – Can Yoldaşı (Sinema Filmi) 1951 – İstanbul’un Fethi (İmparator Konstantin) (Sinema Filmi) 1951 – Vatan İçin (Major Sami) (Sinema Filmi) 1951 – Vatan ve Namık Kemal (Gran Dük) (Sinema Filmi) 1951 – Lale Devri (Süleyman Dede) (Sinema Filmi) 1951 – Hayat Acıları / Gülnaz (Sinema Filmi) 1951 – Dudaktan Kalbe (Sinema Filmi) 1951 – Barbaros Hayrettin Paşa (Kont Vespasyo) (Sinema Filmi) 1950 – Üçüncü Selim’ın Gözdesi (III. Selim) (Sinema Filmi) 1950 – Soysuz (Sinema Filmi) 1950 – Parmaksız Salih (Sinema Filmi) 1950 – Onu Affettim (Sinema Filmi) 1950 – Kapanan Gözler (Sinema Filmi) 1950 – Estergon Kalesi (Sinema Filmi) 1950 – Bırakılan Çocuk (Sinema Filmi) 1949 – Fato / Ya İstiklal Ya Ölüm (Sinema Filmi) 1948 – İstiklal Madalyası (Sinema Filmi) 1947 – Seven Ne Yapmaz (Sinema Filmi) 1947 – Kerim’in Çilesi (Sinema Filmi) 1947 – Gençlik Günahı (Sinema Filmi) 1947 – Büyük İtiraf (Sinema Filmi) 1946 – Toros Çocuğu (Sinema Filmi) 1946 – Senede Bir Gün (Sinema Filmi) 1943 – Onüç Kahraman (Sinema Filmi) 1941 – Kahveci Güzeli (Sinema Filmi) 1940 – Şehvet Kurbanı (Sinema Filmi) 1940 – Yılmaz Ali (Sinema Filmi)

  • Seçimde yaptıklarından utanmayan TRT, bu kızdan mı utanmış?

    "Filenin Sultanları'nın ABD'yi mağlup ettiği büyük zafer sonrası TRT Spor ekranlarında, ne kutlama ne sevinç vardı; kameraya takılan dekolte giyimli kızın birinin sergilediği görüntüsü için özür dilemekle meşguldü TRT." maviADA * Ertuğrul ÖZKÖK * Bunların yüzde 90’ı maçı seyrettiyse ne olayım Bu TRT var ya… Bana göre tarihinin en hayret verici açıklamasını yaptı dün. Kadın voleybolcularımızın ABD karşısında kazandığı büyük zaferin daha keyfini yaşarken bakın önümüze ne koydu. Maçtan sonra sevinen seyirci kızlardan birinin elbisesi dekolteymiş… Sevinçten havaya sıçrarken göğüsleri açık saçık görünmüş. TRT’nin özür açıklamasında dikkati çeken üç cümle TRT, sevinen kızın görüntüsünü şu cümleyle ifade ediyor: “İstenmeyen bir görüntü…” “Rahatsız edici bir durum…” “Yayın politikamıza tamamen ters olan bir görüntü…” Ve Milli takımımızın milli zaferine sevinemeyen milli kurumumuz, bu görüntüleri istemeden yayınladığı için milletinden özür diliyormuş. O görüntüler ABD’li yayıncı kurumuma aitmiş de; sansürleyecek vakit bulamamışlar. Özrü kabahatinden de büyük yani. ‘Pardon sansürleyecek zamanım yoktu’ diyorlar. O iki saniyelik görüntüyü ben de izledim ve bir şey bulamadım Dün o kızın videosuna iki üç kere baktım. İnanın önce TRT neye tepki göstermiş onu anlamaya çalıştım. Benim gördüğüm samimi olarak galibiyete sevinmiş ve bunu kutlayan bir kız. “Acaba haber sitelerinde de sansürlenerek mi verildi?” diye araştırdım. Hayır, hepsi hepsi o görüntüymüş… Üç beş saniyelik bir şey işte… Tribünde yan yana oturanlar rahatsız değil, Ankara 10 bin 651 kilometreden rahatsız olmuş Uluslararası bir maç bu. Desteklemeye gelen Türkler arasında muhafazakarı da vardı, moderni de… Tribünde bu insanlar bütün maç boyunca yan yana oturmuş. O kızdan kimse rahatsız olmamış. Ama Teksas’tan 10 bin 651 kilometre uzakta, Ankara’da oturan arkadaşlar telekinezi vaziyette fena halde rahatsız olmuşlar. Üç beş saniye gösterilip geçmiş bir görüntüden. İnanın benim dikkatimi bile çekmedi. O adamlar ne ara görmüşler de neden rahatsız olmuşlar belli değil. Anında bir araya gelmişler ve lince koşuyorlar. Milletler Arası maçlarda Amerika'yı yenen Filenin Sultanları büyük sevinç yaşattı. DERLEME

  • Hüzün Geldi

    Türküler bitti Halaylar durdu Horonlar durdu Al damar, mor damar, şah damar sustu Bahçeler put kesildi birer birer Meyveler salkım saçak taş. Uçardı Başı boş bedava Yandı kül oldu. Hüzün geldi baş köşeye kuruldu... Yoruldu yüreğim yoruldu. Ağaç büyür arkasında koşamam Kervan yürür peşi sıra düşemem Yıldız akar uçsam da yetişemem. Hüzün geldi baş köşeye kuruldu Yoruldu yüreğim yoruldu.

  • Nazım Hikmet Günü

    Aziz Nesin’in dediği gibi, dünyanın en iyi tanıdığı üç Türk’ten biri olan, Edebiyatımızın en büyük isimlerinden Nazım Hikmet’in yaşamının büyük kısmı takipler, soruşturmalar, asılsız suçlamalarla hapislerde geçerken. o bir yandan kaleminin gücüyle üretip durur, sevdiği kadınlara şiirler yazar... 1902’de doğdum on dokuzumda Moskova’da komünist üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim alnımızda yanar gençliğin tacı yorgunluğun anasını satarız sabah buradaysak, akşam ordayız günlerin peşinde bir hovardayız.0 11 Eylül 1961’de Doğu Berlin’de yazdığı Otobiyografi şiirine bu dizelerle başlar Nâzım. Oysa 20 Kasım 1901’de Selanik’te dünyaya gelen Nazım’ın doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirilir. Henüz on bir yasındayken ilk şiirini yazan Nazım, ilk ve orta öğrenimini İstanbul'da tamamladıktan sonra 1915 yılında Bahriye Mektebi’ne girer, ancak mezuniyetine üç ay kala geçirdiği rahatsızlık nedeniyle okuldan ayrılır. İstanbul'un işgaliyle birlikte birkaç arkadaşıyla Anadolu'ya geçer ve Bolu'da öğretmenlik yapar. Daha sonra kısa aralıklarla iki kez Moskova’ya gider. Rusya’da gerçekleştirilen ihtilale tanık olur. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi KTUV’da ekonomi-politik öğrenimi görür. İkinci gidişi ise aldığı bir ceza nedeniyle zorunlu bir göçmenliktir. Bu kez daha önce öğrenci olduğu Üniversite’de çevirmenlik ve asistanlık yapar. Ceza Yasası’ndaki değişiklik nedeniyle 1928 yılında ülkeye döner. Kısa bir süre cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakılır. Romantik komünist, tutkulu aşık, büyük şair ve yazar, vatanına hasret giden bir sürgündü o, ama vazgeçemediği en önemli tutkusu kadınlardı. Onlar olmasaydı yaşamı bu kadar heyecan verici, duygulu, anlamlı ve coşku dolu olabilir miydi? Celile’si, Nüzhet’i, Piraye’si, Münevver’i, Galina’sı ve son eşi Vera’sıyla "...sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile aldattım kadınlarımı konuşmadım arkasından dostlarımın..." Siyasal ve entelektüel yaşamda aktif bir rol üstlenen Nazım'ın şiirleri ders kitaplarına girer, oyunları devlet tiyatrolarında oynanır ama koğuşturmalardan da kurtulamaz… Sık sık gözaltına alınır, yargı önüne çıkartılır. Onun etkileyici gücü kimi çevreleri ürkütür. Düzmece davalarla yaşamının on yedi yılı hapishanelerde geçer. 1950 yılında ulusal ve uluslararası düzeyde düzenlenen kampanyalar sonunda çıkarılan Genel Af Yasası’yla serbest kalır. Ne var ki yaşamına yönelik komplolar nedeniyle yeniden çok sevdiği memleketine veda ederek yurtdışına çıkar. Ve ölene dek yurduna, halkına, sevenlerine hasret şiirler yazacağı göçmenlik yılları başlar… Cezaevi yıllarından kalan hastalıklar Moskova'da onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 3 Haziran 1963 günü durur. "...yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiyemde Türkçemle yasak..." dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde… / Nazım Hikmet'in yapıtlarından örneklerin yanında, çok yönlü değerlendiren yazıların da yer aldığı dosyamızı görmek isterseniz lütfen buraya tıklayınız.

  • Romantik Komünist Nazım Hikmet

    Nurten B. AKSOY * 1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim alnımızda yanar gençliğin tacı yorgunluğun anasını satarız sabah buradaysak, akşam ordayız günlerin peşinde bir hovardayız. 20 Kasım 1901’de Selanik’te dünyaya gelen Nazım’ın doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirilir. Nazım’ın babası Hikmet Bey iyi Fransızca bilen, Osmanlı devletinde önemli görevler almış bir Hariciye memurudur. Annesi Celile Hanım ise soyu Osmanlı yönetici sınıfı içinde yer alan, Leh ve Polonya asıllı paşalara dayanan, iyi eğitimli, modern bir ressamdır. Nazım’ın yaşamında örnek aldığı kişi babasından çok, mistik eğilimler taşıyan ve bir Osmanlı idarecisi olan dedesi Nazım Paşa ve onun şiir yeteneği olmuştur. Nâzım Hikmet Galatasaray Sultanisinden sonra 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebini 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanır. Ancak o yılın kışında, son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarlar. İki ay süren bir tedavi ve dinlenme döneminden sonra toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlığa kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920'de sağlık kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarılır. Bir başka rivayete göre ise aşırıya kaçan halleri bulunduğundan ordu ile ilişiği kesilir. ​​Nazım’ın gençlik yılları İstanbul’un işgal günlerine rastlar. Koca imparatorluk yıkılmanın eşiğinde iken Nazım direnişi destekler. Ailesinin parçalanması, annesinin evini terk edip Paris’e yerleşmesi, üstelik severek girdiği donanmadan sağlık (?) gerekçesiyle uzaklaştırılması hep aynı yıllarda olur. Bu yıllar Kurtuluş Savaşını ve Mustafa Kemal’i desteklediği, şiirlerini peş peşe yayınladığı yıllardır aynı zamanda. İşte bu gençlik dönemi, direnişi desteklemek için İstanbul’dan Anadolu’ya ayak bastığı ve komünizmle tanıştığı yılları da içine alır. Nâzım 18 yaşındayken Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç ve Vâlâ Nureddin ile İstanbul’dan yola koyulur. İstikametleri Milli Mücadeleye destek vermek ve katılmak için Anadolu’dur. Ailesinden, İstanbul’dan ve donanmadan ayrılışın acısını, direnişin umudu olan Anadolu’da ve bu umudun simgesi olan Ankara’da aramaktadır genç Nazım. İstanbul’un modern yaşamından sonra Anadolu gerçeğindeki yoksulluk, açlık, hastalık, cehalet ve umut onu çok etkiler. Nâzım ve Vâlâ Nureddin yetmiş beş saatlik zorlu bir yolculuktan sonra hedefe vardıklarında geriye iki arkadaşın dilinde bir Yol Türküsü kalır. “akın var, güneşe akın! güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!” Nazım ve şair arkadaşı Vâ-Nû Ankara’nın entelektüel yayın hayatına katılırlar ve iki genç şair olarak Mustafa Kemal’le de tanıştırılırlar. Bu yolculuk daha sonra Anadolu’nun kırsalında eğitim çalışmaları olarak devam eder ve sonunda kendi eğitimini tamamladığı Moskova’ya kadar uzanır. Üç yıl kalıp eğitimini tamamladığı Moskova’dan 1924 yılında Türkiye'ye dönen Nazım, Aydınlık Dergisinde çalışmaya başlar; ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği'ne gider. Memleketinden uzakta geçirdiği üç yılda, Türkiye’ye dönme girişimleri reddedilir. 1926’da çıkarılan af bile onu kurtaramaz. Gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, yine gıyaben üç ay hapse mahkûm olur ama umudunu kaybetmez. Hakkında on iki yıl hapis cezası kararı verilen Nazım Hikmet, 1928 yılında çıkarılan Af Kanunundan faydalanarak Türkiye'ye geri döner ve Resimli Ay Dergisine şiirlerini yazmaya devam eder. 1938 yılında yirmi sekiz yıl hapse çarptırılan Nazım Hikmet, on iki yıl tutukluluk hayatından sonra Sovyetler Birliğine geri döner. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca verilen karar sonrasında da Türk vatandaşlığından çıkarılır. Sen de bilirsin ki ben Ne dedemden miras bekledim Ne babamdan şeref şan ! Hasep, nesep, kan, soy, sop İşinde yoğum Çünkü ne soyu sicilli bir buldoğum Ne tecrübeli bir tavşan Ben sadece ölen babamdan ileri, Doğacak çocuğumdan geriyim. Ve bir kavganın, adsız neferiyim… Komünist Şair olarak tanınan Nazım anne ve baba tarafından “paşa” soyundan olup bir “burjuva” ailede yetişmiştir. Ancak o ailesinin soyluluğu ve ünlü kişilerle ilişkisinden bahsetmeyi hiç sevmez. Bu durumu politik muhalifleri ise “Nazım, su katılmamış burjuvadır, en sahte tarafı ise komünist tarafıdır, kendisi kolay sanat, kolay şöhret avındadır” diye eleştirirler. Seviyorum seni Ekmeği tuza banıp yer gibi Geceleyin ateşler içinde uyanarak Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi Ağır posta paketini Neyin nesi belirsiz Telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi Seviyorum seni Denizi ilk defa uçakla geçer gibi İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık İçimde kımıldayan bir şeyler gibi Seviyorum seni… Nazım yaşamı boyunca başta annesi Celile Hanım olmak üzere pek çok kadını sever. Minnacık kadın Nüzhet, kalbinin kızıl saçlı bacısı Piraye, dayı kızı Münevver, Rus yoldaş Galina ve saçları saman sarısı, kirpikleri mavi Vera hayatında kilit rol oynayan kadınlardı. Şairin ilk büyük aşkı Nüzhet ile iki yıllık evliliğinin sırrı bu şiirde gizlidir. Nüzhet ve Nâzım 1921’de Moskova’da öğrenciyken evlenirler. Ama Nüzhet’in ailesi; “Saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla, senin gibi munis ve uysal bir kız nasıl geçinir?” diye isyan eder bu evliliğe. Ve Nüzhet ailesinin de etkisiyle iki yıl birlikte olduğu Nazım’ı terk eder. Bu terk ediliş Nazım’a çok dokunur. Onu uzun süre aklından çıkaramaz. Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır. Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda. Yürek kirpiklerin ucunda, Uzayıp giden toprak uğurlanır. Benim bağırasım gelir: ”Pîrâye, Pîrâye…” diye Kızıl saçlı, gösterişli, ileri görüşleri, kültürlü ve varlıklı bir ailenin kızı olan Piraye, Nazım’ın kız kardeşinin arkadaşıdır. Kadıköy’deki evlerine yapılan sık ziyaretler sırasında tanışıp aşık olurlar birbirlerine; ancak Nazım’ın o tarihlerde başlayan uzun hapis yılları nedeniyle araya ayrılıklar girer. Bu ayrılıklar onların bağlılıklarını ve aşklarını daha da perçinler ve Nazım Türk şiirinin en güzel örneklerini oluşturan aşk şiirlerini bu “kızıl saçlı kadın” için yazar. 1935 yılında afla serbest kalan Nazım ve Piraye evlenirler, ancak bu evlilik de politik baskılar, ekonomik sorunlar ve zorunlu ayrılık yılları nedeniyle kesintilere uğrar. Nazım’ın 1938 – 1948 yılları arasında hapishanede geçirdiği yılların umutsuzluğunu, annesi ve dostlarının desteğinin yanı sıra Piraye’nin ziyaretleri ve sevgisi azaltır. Nazım umutsuzluğa kapıldığı uzun hapis yılları içinde Piraye’ye kendisinden boşanmasını önerir. Piraye’nin cevabı “101 yıla mahkûm olsan bile ben senin arkandayım, bunu böyle bil…” olur. ne güzel şey hatırlamak seni; ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken… ne güzel şey hatırlamak seni; bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının… On altı yıllık evliliklerinin on üç yılında Nâzım cezaevindedir. Piraye, Nâzım’ın mektuplarını tahta bavulunda saklar. 1945’te özlemi günden güne büyürken, şair neredeyse her gün 21-22 arasında karısı için bir şiir yazar. Yolladığı 581 mektup ise ileride “Nâzım’dan Piraye’ye Mektuplar” ismiyle kitaba dönüşür. Nazım Hikmet’in akrabası olan Münevver'le yakınlığı önce mektuplaşmayla sonra da hapishane ziyaretleriyle aşka dönüşür. Bu ilişki yıllar öncesine uzanan gençlik arzularını tekrar canlandırır. Yeni bir aşkı arzulayan Nazım karısı Piraye’ye karşı da suçluluk duyar hep. Dostlarına Piraye’yi sırtından bıçakladığını söylerken bunu şiirine de yansıtır. Bu akşam, belki şimdi, şu dakka sen Arkadan bıçaklandın bacım Hem de ben bıçakladım seni Kanın damlıyor ellerimden... Bu şekilde başlayan hapishane aşkı Nazım’da ümitlerini canlandıran yeni bir esin kaynağı oluştururken Piraye için gerçek bir şok olur. Bu onurlu kadın acılarını kalbine gömüp Nazım’ı yeni aşkı konusunda serbest bırakır ve böylece evlilikleri sona erer. Nazım ve Münevver aşkı ise tam üç yıl (1948­-1951) sürdükten sonra Nazım’ın Romanya üzerinden Rusya’ya kaçışıyla fiilen son bulur. GÜZ Günler gitgide kısalıyor, Yağmurlar başlamak üzre. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın? Soframda yeşil biber, tuz, ekmek. Testimde sana sakladığım şarabı İçtim yarıya kadar bir başıma Seni bekleyerek. Niye böyle geç kaldın? Fakat işte ballı meyveler Dallarında olgun, diri duruyor. Koparılmadan düşeceklerdi toprağa Biraz daha gecikseydin eğer... Nazım’ın zorunlu gurbet yılları Romanya üzerinden bir gemiyle Moskova’ya kaçışıyla başlar. Hapisten çıkınca ilerlemiş yaşında askere gönderilme, hapse girme, hatta öldürülme korkuları yaşayan Nazım, bir akrabasının kullandığı sürat teknesiyle Karadeniz’e açılan bir Romen şilebine binerek kaçar. Romanya üzerinden Moskova’ya geçip vatandaşlık talebinde bulunan Nazım’ın bu girişimi kabul edilmeyince 1952 yılında Polonya vatandaşlığına geçer ve anne tarafından dedelerinin ismi olan Hikmet Borzenski adını alır. Ancak Stalin Rusya’sında aradığını bulamaz. 1952 Yılında Rusya’da tanıştığı Galina adlı genç bir doktor, Nazım için yeni bir aşkın başlangıcı olur. Nazım, doktoru olan Galina’ya aşk şiirleri yazmasa da en uzun ilişkisini onunla yaşar. Ancak Galina ile yaşayan, Münevver’i özleyen Nazım’ı yeni bir aşk beklemektedir. 1955 yılı sonlarında bir tesadüf eseri Vera’yla tanışır. Bu yıldırım aşk Nazım’ı tekrar canlandırır, onun yaşama bağlılığını, coşkusunu geri getirir. Artık yeni aşk şiirlerinin ilham kaynağı bu genç sevgili olur. Seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi. Ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım. Peronda benden başka da kimseler yoktu. Durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri, perdesi aralıktı Genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı… Üst ranzada uyuyanı göremedim. Habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres, bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini Baktım arkasından… **** 1963 yılı ile Nazım’ın uykusuzlukları, kâbusları, hırçınlıkları ve rahatsızlıkları artar. Bu sıralarda ölüm temalı şiirler de yazmaya başlamıştır. 3 Haziran 1963 sabahı, gazetesini almak için evden çıkar, apartman kapısına yürür, gazetesine uzanırken kalp krizi geçirir ve hayata veda eder. Vera Nazım’ın ceketinin cebinde pasaportunun arkasına yazılmış sekiz dizelik bir şiir ve yanında kendi fotoğrafını bulur… Gelsene dedi bana Kalsana dedi bana Gülsene dedi bana Ölsene dedi bana Geldim, Kaldım, Güldüm, Öldüm… **** Nazım’ın cenazesi Çehov’un, Gogol’un, Mayakovski’nin ve tüm ünlü Sovyet büyüklerinin yattığı NovodeviçiyDevlet Mezarlığına defnedilir. Oysa o, ölümünden on yıl kadar önce, bir kalp krizi geçirdikten sonra yazdığı VASİYET adlı şiirinde “Anadolu’da, bir köy mezarlığında, bir çınarın altına gömülmek istediğini” yazmıştı.

  • ‘YENİ’ MÜFREDAT

    Yusuf Aksoy * Gündem değişikliğinin hızına yetişmenin çok kolay olmadığı ülkemizde, hızla gelecek yeni bir gündem arifesine kadar, müfredat (öğretim programı) değişikliği gündemi ile yatıp kalkmaya başladık. Yazının başlığındaki ‘yeni’ sıfatını tırnak içerisine almamın bir nedeni olduğu sezilmiştir. Çünkü gündemdeki tartışma yeni müfredat, ifadesiyle yapılıyor. Oysaki yeni diye ifade edilen AKP döneminde 4. müfredat değişikliğidir. 26 Nisan 2024 tarihinde “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ismiyle kamuoyuna açıklanan,  yeni müfredat Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin tarafından imzalandı. Bu müfredat çok sayıda eğitim bilimci, eğitim örgütü ve öğretmenler tarafından 4. kez daha doğrusu 4. aşamada geriye gidişin müfredatı şeklinde yorumlanıyor. Eğitim Sen: İçeriği yüz yıl öncesinin dahi gerisinde olan müfredat.“ diye ifade ettiği müfredatın hazırlanış şekli ilgili şu açıklamayı yapmıştır: ” Bakanlık; kamuoyuna açıkladıkları müfredatla ilgili, bir hafta süre vererek öneri, görüş ve eleştiriye açtığını ifade etmişti. Sürenin az olduğu eleştirilerine, “Süreyi %50 daha artırıyoruz” diyerek (dalga geçer gibi)  on güne çıkardığını açıkladı. Hazırlık süresinin 10 yıl olduğunu açıkladığı müfredata 10 gün içinde görüş ve öneri istiyordu. Öncesinde 1000 kişiyle hazırlandığı, onlarca çalıştay yapıldığı ifade edilmiş, ancak bu kişilerin kimler olduğu, bu çalıştayların kimlerle ve nerede yapıldığı soruları hep yanıtsız bırakılmış, bu soruları yönelten kurumlar “Size tek tek açıklamak zorunda mıyım?” diyerek savuşturulmuştur. Bakan Tekin ardından 67 bin 284 öneri ve görüş geldiğini ifade etti, ancak bu açıklamadan kısa bir süre sonra, müfredat Talim ve Terbiye Kurulu’undan geçerek Bakanlığın onayına sunuldu ve hemen ardından da imzalandı. Bu kadar çok öneri ve görüşü bu kadar kısa sürede nasıl değerlendirdikleri, bu görüş ve önerilerin neler olduğuna dair bütün sorular havada kaldı. Her şey sanki bir kurgu... Yaptığımızın ne kadar kurgu, ciddiyetsiz ve formalite olduğunu görün der gibiler. Oysa ülkenin eğitim müfredatı hazırlanıyor. Ülkeyi yönetenlerin ve MEB’in çok büyük bir ciddiyetle ve samimiyetle konuyu ele alması ve eğitimin tüm bileşenleri, akademisyenleri, eğitim uzmanları, eğitim sendikaları, eğitim fakülteleri ile yan yana gelerek bir müfredat hazırlaması gerekirdi. Diğer yandan, değişim gerekçeleri, ihtiyaç analizleri, eğitim programı hazırlama teknikleri, vb. adımların hiç biri yapılmamıştır. Daha da önemlisi pilot uygulamaya gerek kalmadan müfredatın hemen önümüzdeki eğitim-öğretim yılı içinde uygulamaya başlanacağı açıklanmıştır. Dikkatinizi çekmek istiyoruz, yangından mal kaçırırcasına çok hızlı bir süreç işletilmiştir.(1) Mevcut iktidar döneminde 4. müfredat değişikliğiyle birlikte 9 farklı Milli Eğitim Bakanı görev yaptı. Liselere giriş sınavı 6 kez, üniversiteye giriş sınavı ise 3 kez değişti. Her bir değişiklik yeni yapısal, pedagojik ve pratik sorunu da beraberinde getirdi. Yapılagelen değişiklikler çağın ve ülkenin ihtiyaçları üzerinden bir analize tabi tutulmadan yapılıyor. Çağdaş uygarlık seviyesini hedefleyerek kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim modeli bilim, laiklik ve demokratik ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Bu modeli ileriye taşıyabilecek değişiklikler ancak yeni, diye ifade edilebilir. 4. müfredat değişikliği bu anlamda yıkılıp gitmiş olan eskinin yeniden kurumsallaştırılmasından başka bir anlam ifade etmeyen bir özelliktedir. Yeni, yani farklı bir toplumsal düzen, farklı bir rejim inşa dönemlerinde bütüncül olarak yapısal, politik ve pratik değişikliklere gidildiği bilinir. Bu değişiklik ülkenin içinde bulunduğu koşullara göre zor yoluyla kısa sürede yapılabileceği gibi belli bir zamana yayarak parça parça da yapılabilir. Belli bir ideolojiye dayanan bu yeniden yapılanma semboller dâhil kurumsal yapıların tümünü değiştirip dönüştürmeyi hedefler. Bu konuda Eğitim Emekçileri Sendikalarının açıklamaları dikkat çekicidir. Eğitim İş Genel Başkanı Kadem Özbay da ANKA Ajansı'na değerlendirmelerde bulundu: Kadem, “İçerisinde çok şık ahlak erdem kamil insan vurguları var. Cumhuriyet bir ya da iki kez geçiyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün adı hiç geçmiyor. Tekkede mürid mi yetiştiriyorsunuz? Yoksa çağın gereğinde öğrenci mi yetiştiriyorsunuz? Bu müfredat bir parti programıdır. Cumhuriyet değerlerine uyan bir müfredat değildir. Maarif kelimesi de müfredatın ne olduğunu vurguluyor. Çocuğun akademik gelişiminden yana değil, ahlakını baskılayan bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyor. Bilimsellik vurgusu yok denecek kadar az. Buradan soruyorum müfredatla mürid yetirilmesi mi amaçlanıyor?” diye konuştu.(2) Eğitim Sen ise konuya ilişkin yazılı bir açıklama yaptı. Açıklamada, şu görüşler yer verdi: ''Tüm ülkeyi ve gelecek nesilleri yakından ilgilendiren eğitim müfredatı gibi bir konuda, müfredatın siyasal ve ideolojik olarak iktidara yakın çevrelerin müdahalesiyle daha da geriye götürülmesi, bilime ve aydınlanma düşüncesine karşı resmen bayrak açılması söz konusudur” denilen açıklamada “Ders kitaplarında bir süredir sürdürülen 'sadeleştirme' ve 'basitleştirme' uygulamalarının doğrudan bilim, felsefe, tarih ve sanat derslerini hedef alması, bilim derslerinde ünite ve kazanım sayılarının azaltılması, başta tarih dersleri olmak üzere, büyük ölçüde “dini” ve “milli” öğeler ve referanslarla donatılmış bir müfredat oluşturulduğu görülmektedir. Ülkeye aydın, ilerici ve değişimci nesiller gerekirken bu müfredatlarla daha geriye doğru bakan, çağdışı zihniyetle donanmış nesillerin yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Yeni müfredatların, bilim, teknoloji ve çağdaşlıktan ziyade tarikat ve cemaatlerin belirlediği bir biçim ve içerikte olacağı kuşkusuzdur.'' 2012 yılından itibaren AKP iktidarı eğitim sisteminde demokratik olma ve çoğulculuk iddialarıyla yaptığı bazı değişiklikleri bilmekteyiz. Bunları hatırlayacak olursak: Andımızın okutulmaması, Milli Güvenlik Dersinin kaldırılması, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramının okullar yerine merkezi yerlerde kutlanması gibi değişiklikler. Ayrıca 2012-2013 Öğretim yılından itibaren 4+4+4 eğitim sistemi ile daha önce 8 yıl olan ilköğretim, 12 yıllık zorunlu kademeli eğitim haline getirilerek 12 yıllık süre üç kademeye ayrılmıştır. Böylelikle imam Hatip Ortaokullarını açılması sağlanmıştır. Ve en son olarak kullarda ÇEDES projesi başlatılmıştır. Bu proje değerler eğitimini öğretmenler değil de, din görevlilerinin vermesi sağlanıyor. Bu proje gereğince okullara manevi danışman adı altında din görevlilerinin atanması hedeflendiği kamuoyunca da bilinmektedir. Yeni müfredatta birçok ders programında ‘sadeleştirme’ adı altında değişiklikler yapıldığı görülmektedir. En çok dikkat çeken ‘sadeleştirme’nin ise İlkokul Hayat Bilgisi dersinden başlayarak tüm derslerde Cumhuriyetin kazanımı olan ileri değerler ile birlikte Atatürk ve Atatürkçülük konularının çıkarıldığı görülmektedir. Dikkat çeken diğer ‘sadeleştirmeler' ise Biyoloji dersinde Evrim Teorisinin olmaması, Felsefe dersinin sadece 11. Sınıflarda zorunlu olması ve Bilgi Felsefesi-Varlık Felsefesi-Ahlak Felsefesi-Sanat Felsefesi-Din Felsefesi-Siyaset Felsefesi-Bilim Felsefesi ünitelendirme yerine kronolojik sıralama yapılarak ders Felsefe tarihi biçimine sokulmuştur. Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin yanında 5. Sınıftan 12. Sınıfa kadar Hz. Muhammed’in Hayatı dersi yerini korumuştur. Eğitim Bilimci Prof. Dr. Nejla Kurul, müfredat ile ilgili Eğitim Bir Sen’in hazırlamış olduğu rapor ile ilgili şu açıklamayı yapmıştır: ”Milli Eğitim Bakanlığı ve Eğitim-Bir-Sen, bizleri düşünmüşler, oturmuşlar, bir işbölümü yapmışlar, Eğitim-Bir-Sen bir rapor hazırlamış, bu raporun yayınlanmasından birkaç gün sonra da Bakanlık müfredat raporunu sitesine koymuştur. Rapor, Eğitim-Bir-Sen’in 2017 Ocak ayında yayımlamış olduğu “Gecikmiş Bir Reform-Müfredatın Demokratikleştirilmesi” adlı metindir. Açıklamasına söyle devam etmiştir : Raporda ifade edilen “kötü bir eğitim sistemi”nin sorumlusu, büyük ölçüde Cumhuriyet elitleri ve Kemalizm’dir. Bu elitler, “dini bağların güçlü olduğu ümmetçi bir toplum”dan “seküler bir Türk ulus” inşa etmeyi kendilerine hedef olarak tanımlamışlardır. Bu amacı gerçekleştirmek için elitler, pozitivist bilim anlayışı çerçevesinde modern bir eğitim sistemi tasarlamışlardır. Kemalizm, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze eğitim sistemi üzerindeki kurucu etkisini sürdürmektedir. Rapora göre, bu ideoloji, devleti bireye önceleyen, farklılıklara izin vermeyen ve tek tipçi bir eğitim anlayışını dayatmaktadır (s.13). Bugüne geldiğimizde,  neo-liberal ve muhafazakâr bir devlet yapılanması, kendini bireye öncelemiyor mu? Yalnız İslami renkleri ile tek-tipçi bir eğitim anlayışı dayatılmıyor mu? Kemalizm eleştirisi üzerinden, müfredatta kök salmış birkaç ders ile hesaplaşma ve müfredata siyasal iktidarın ideolojisi doğrultusunda “milli” (alt okumasıyla “İslami”) değerlerin yerleştirilmesi hedefine yoğunlaşılıyor. Bu yaklaşım, Raporda eleştirdikleri “baskıcı, aşırı ideolojik, tek tipçi ve farklılıklara izin vermeyen bir eğitim sistemi”nden anlayış olarak farklı değil.  Dahası rapor, dillendirdiği tüm “evrensel” cümlelerin gerisine “Kemalizm-pozitivizm eleştirisi” üzerinden “bilim-felsefe-sanat” ile “hesaplaşmacı” bir yaklaşımı da eklemiştir. Bu yaklaşım var olan toplumsal kutuplaşmayı eğitim alanı üzerinden bir kez daha derinleştirecek niteliktedir.  Rapor, eğitim kamuoyuna eğitimin köklü sorunları karşısında “yeni bir bakış açısı” sunmamaktadır. (3) Çağdaş, laik ve özgürlükçü toplumlarda eğitimin amacı toplumu dönüştürerek ileriye taşıyacak dengeli ve sağlıklı bireyler yetiştirmektir. İnsan zihnini doğuşta “boş bir levha” önermesiyle açıklayan John Locke ve yine “zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yok diyen Hume’e kulak vermeliyiz.(5)Bu doğrultuda yarının bireyini hangi amaçla yetiştireceğimizi bilimsel yöntemlerle birlikte demokratik ve toplumcu bir anlayışla tespit etmek hayati derecede bir öneme sahiptir. Sonuç olarak; müfredat, toplumun eğitim yoluyla bir bütün olarak kazanımlarının temelini oluşturur. Bu nedenle amaç ve araç diyalektiği çağdaş, laik, demokratik toplum yapısının ihtiyaçları ekseninde objektif ve katılımcı bir anlayışla yapılırsa yurttaş bütüne ve dolayısıyla kamusal bir faydaya hizmet etmiş olur. Bu vesile ile başta eğitim bilimciler, eğitim örgütleri olmak üzere toplumun önemli bir kesimince kabul görmeyen ‘yeni’ müfredatın Milli Eğitim Bakanlığı tarafından geri çekilmesi sorumluluğu yerine getirilmelidir. Yeni; laik, bilimsel ve demokratik bir müfredat hazırlığı için en geniş katılım çağrısı ise vakit kaybetmeden yapılmalıdır. Unutmayalım ki, duraksamalar ve geçici geriye gidişler tarihsel sürecin ileriye gidişini asla engelleyemiyor. KAYNAKLAR 1.https://egitimsen.org.tr/ 2.https://ankahaber.net/haber/detay/egitim_sendikalarindan_mebin_yeni_mufredat_programina_tepki_tekkede_murid_mi_yetistiriyorsunuz_176713 3.https://ankahaber.net/haber/detay/egitim_sendikalarindan_mebin_yeni_mufredat_programina_tepki_tekkede_murid_mi_yetistiriyorsunuz_176713 4.https://www.politikyol.com/nejla-kurul-yazdi-mufredatin-demokratiklestirilmesi-mi-dediniz/ 5. https://tr.wikipedia.org/wiki/Tabula_rasa

bottom of page