top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Dünya Egemenlerinin Kurbanı:KORE

    dünya egemenlerinin kurbanı kore -SAVAŞ ÖNCESİ ve SONRASI- Savaş Öncesi Genel Durum 1905 yılındaki Rus–Japon Savaşı Japonya’nın kaynaklarını ciddi şekilde azaltmıştı. Savaşın ardından Japonya, ikmal yapmak üzere gözlerini Kore’ye çevirmiştir. Çünkü Kore zengin fiziki ve beşeri kaynağa sahipti. Böylece Japonya hem güvenliğini temin eden kaynaklara sahip olacak hem de bu kaynaklara O’nun gibi ihtiyacı olan Çin’i baskı altında tutabilecekti. Bu amaçla Japonya Kore’yi işgal etti. Bu işgal, 15 Ağustos 1945’te Japon İmparatoru Hirohito’nun radyodan dünyaya Japonya’nın teslim olduğunu ilanına kadar devam etti. Ardından Kore’de ortaya çıkan bu güç boşluğu Amerika ve Sovyet Rusya tarafından doldurulacaktı. 1945 yılının Mayıs ayında Amerika ile Sovyet Rusya arasında bir anlaşma imzalandı. Buna göre; savaş bittikten sonra Kore; Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere ve Çin’in ortak vesayeti altına alınacaktı. Aynı yıl Temmuz ayında Potsdam Konferansında Sovyet Rusya, Uzak Doğu Savaşına katılmaya karar verince askeri harekât bakımından Kore toprakları 38. Enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı. Çizginin kuzeyi Sovyet Rusya, güneyi ise Amerika askeri alanıydı. Artık Kore, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelene kadar Amerika’nın ve Sovyetlerin inisiyatifindeydi. Bu ikili, Birleşmiş Milletler (BM) adına, Kore Yarımadasını geçici olarak yöneteceklerdi. Rusya artık rakibinden hamle beklemekteydi ve bu hamle Amerika’nın Hiroşima ve Nagazaki’ye yolladığı atom bombaları ile gerçekleşti. Sovyet Rusya askerleri Kuzey Kore’ye intikal etti ve 38. Enleme kadar ilerledi. Sovyet Rusya artık kendisi için en önemli faaliyet alanlarından birinin Uzak Doğu olduğunun farkındaydı. Uzak Doğu’daki güçler dengesi Sovyet Rusya’nın lehineydi: Ortada ağır bir yenilgi almış Japonya vardı. En önemlisi de bu boşluğu dolduran ülkenin (Çin) komünist bir yapıya sahip olmasıydı. Bu Doğu’da Batı’ya karşı oluşturulmuş bir ideolojik güç duvarı etkisi doğurabilirdi. Bir diğer husus, bu oluşturulabilecek gücün halen ‘potansiyel’ yapıda olması idi. Yani Uzak Doğu’da ülkeleri ‘fiilen’ bir arada tutacak bir ittifak sistemi yoktu. Bunun olmaması, Sovyetlerin hesabına göre Batılıların hep birlikte karşı koymasını da engelleyecekti. Diğer tarafa bakacak olursak, Batı’nın elinde de dengeleri değiştirebilecek unsurlar vardı: Amerika –yukarıda belirtildiği gibi– 38. Enlemin güneyindeydi. Ayrıca Fransa da güney-doğu Asya’da yani Hindiçi’nde bulunuyor ve Amerika desteğini alıyordu. -Güney Kore gelişkin modern bir ülke- Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletlerin Rolü Kore Savaşı, BM’yi etkilemesi bakımından, taşıdığı özelliğe göre ‘Soğuk Savaş’ dönemindeki iki kutupluluğun sonucunda ortaya çıkan sorunlardan biridir. Bilindiği üzere, BM’nin müdahalesini gerektiren bölgesel nitelikli uluslararası sorunları; devlet, tarafı olduğuna inandığı belli bir sorunu örgüte taşıyabilir. Bu süreçte de öncelikli adres, BM Güvenlik Konseyi’dir. ABD de Kore konusunu 25 Haziran 1950’de BM Güvenlik Konseyi’ne götürdü ve acil önlemler alınmasını istedi. SSCB ise bu durumu boykot ediyordu. “Kore konusunda Konsey’in 25 Haziran’da aldığı 82 sayılı karara göre, Kore’nin meşru idaresi olarak kabul edilen Kore Cumhuriyeti’ne (Güney Kore) yönelik saldırı kınanıyor, hemen ateşkes ve kuzeye ait kuvvetlerin çekilmesi isteniyordu. Kore’deki BM komisyonlarının da durumu gözlemlemesi isteniyordu. Ayrıca Kuzey Kore’ye yardım edilmemesi ve 82 sayılı kararın uygulanabilmesi için BM üyelerine her türlü yardımda bulunmaları isteniyordu.” [1] Bu yardım isteği iki gün sonra 83 sayılı kararla resmileştirildi. Sovyet temsilcisinin toplantılara katılamaması sebebiyle veto riski de ortadan kalkmış bulunuyordu. Ardından 7 Temmuz’da 84 sayılı karar Güvenlik Konseyi’nde kabul edildi. Buna göre: Toplanacak birliklerin komutası ABD’ye veriliyordu. 31 Temmuz’da alınan karar ile de Kuzey Kore halkının ihtiyaçlarının müttefik kuvvetlerce dikkate alınması isteniyordu. 1 Ağustos’tan itibaren Sovyetler toplantılara katılmaya başlasa da bu durum mutabık kalınan net bir çözüm ortaya koyamadı. 3 Kasım 1950 tarihinde BM Genel Kurulu 377 sayılı ‘Barış İçin Birleşme Kararı’nı kabul etti. Bu kararla birlikte, 14 üyeden oluşan ‘Barışı Gözetim Komisyonu’ ve ‘Ortak Önlemler Komitesi’ oluşturuldu. Yukarıda 1 Ağustos’tan itibaren Sovyetlerin toplantılara katılmaya başladıkları belirtilmişti. Bu tarihten önce BM Güvenlik Konseyi’nin kararları kolaylıkla aldığı görülmüştü. Fakat üç ay sonra ABD’nin aleyhine bir durum arz etmeye başlayan bu husus Güvenlik Konseyi’nin geçici olarak by-pass edilmesiyle (377 sayılı karar ile) ortadan kaldırıldı. 377 sayılı karar, SSCB safındaki ülkeler tarafından eleştirilmiştir. Savaş Dönemi Yaşanan tüm bu gelişmeler ortaya ikiye bölünmüş bir Kore çıkardı. Bu da bir anlamda savaş sonrası küresel bağlamdaki bloklaşmanın mikro düzeyde Kore’de görülmesini sağladı: kuzeyde Sovyet Rusya, güneyde ise bir Amerika ekseni. Ardından hamleler baş göstermeye başladı. İlk hamle Amerika’dandı. 10 Mayıs 1948’ de Güney Kore’de seçimler düzenlendi. Sonuçta Syngman Rhee başkanlığında ‘Güney Kore Cumhuriyeti’ kuruldu. Karşı hamle, beş ay sonra 9 Eylül 1948’ de geldi. Kuzey’ de ‘Kore Halk Cumhuriyeti’ kuruldu. Rusya girişte belirtilen avantajlı durumu elde edince hedefini gayet net bir biçimde belirledi. Amaç; Amerika’yı Asya Kıtasından atmaktı. Böylece bu güç Japonya’dan da atılmış olacaktı. Hazırlıklar tamamlandı. Askerler sınıra yerleştirildi. Moskova’dan gelen emirle 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore’ye saldırı gerçekleşti. Kore Halk Ordusu (KPA), 70 bin askeri ve Rus modeli T-34 tanklarının desteği ile iki ülke arasındaki sınır çizgisi 38. Paraleli geçip, hızla Güney’in başkentine ilerlemeye başladı. Başkent düştü. Han Nehri geçildi, Güney hatları yarılmaya başlandı. Amerika’da ise endişe ve aynı zamanda kararlılık hâkimdi. Amerika tarafı bir yıl önce 4 Nisan 1949’da 12 ülke arasında NATO’yu kurmuştu. Saldırının ardından Amerika, Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi. Çünkü zamanın Amerikan ordusu gerek teçhizat gerekse askeri bakımdan zayıftı. Ortada 2. Dünya savaşının yorgunluğunu henüz üstünden atamamış bir Amerika vardı. Güvenlik Konseyi, BM anlaşmaları hükümleri gereğince, Güney Kore’ye gönderilmek üzere çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen, Amerika’nın önderliğinde ‘Birleşmiş Milletler Kuvveti’ oluşturdu. BM ordusuna şu ülkeler katıldı: ABD, Avustralya, Belçika, Kanada, Kolombiya, Etiyopya, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Hollanda, Lüksemburg, Yeni Zelanda, Filipinler, Güney Afrika, Tayland ve Türkiye. Ayrıca Danimarka, Hindistan, İtalya, Norveç, İsveç tıbbi yardımlarda bulundu. BM Kuvveti’nin başına Amerikalı General Mac Arthur getirildi. Aynı Mac Arthur savaşın durması için bir ara Mançurya’ya atom bombası atılmasını teklif edecek ve bu yüzden görevden alınacaktı. Mac Arthur savaşın ardından Türk ordusu hakkında şöyle diyecekti: “İngiliz ve Amerikan kuvvetleri savunma hattından çekilmeye zorlanmış olmasına rağmen hiçbir düşman saldırısı Türk Tugayı’nın cephesini yarmayı başaramamıştır.” Savaş bütün hiddeti ile çeşitli cephelerde devam ederken savaşın seyrini değiştiren bir olay yaşandı: Çin savaşa katılma kararı almıştı. “Washington’dakiler bu açıklamaya ‘tipik komünist blöfü’ gözüyle baktılar.” Lakin öyle olmadı. 25 Haziran sabahı başlayan savaşa, Ekim ayında Komünist Çin ‘gönüllü askerler’ i ile savaşa katıldı. Her ne kadar bir yanda Çin, Rusya diğer tarafta Amerika ve BM Kuvvetleri olsa da “ne Sovyet Rusya ve Çin ve ne de Amerika bu savaşı Kore’nin sınırlarının dışına taşırmamaya dikkat etmişlerdir. Zira yanlış bir hareket bir genel savaşa gidebilirdi.” İlerleyen zamanlarda her iki taraf da kesin bir üstünlük elde edemedi. Bu sebeple 1951 Temmuz’undan itibaren savaşı sona erdirecek müzakere görüşmeleri başladı. Bu teklifin savaşı başlatan Kuzey Kore’den gelmesi de gayet ilginç bir durumdu. İki yıl süren görüşmelerin ardından 1953 Temmuz’unda Panmunjom Mütakeresi imzalandı. Burada mütakereye gidilmesini sağlayan en önemli olay Stalin’in ölmesi idi. Stalin’den sonra iktidara gelenler, Stalin’in kişisel hırslarını yansıtan, Marksist- Leninist ve Stalinist bir felsefe ile yüklü bir dış politika devraldıklarının farkındaydılar. Stalin’in ardından Sovyet Rusya böyle iken karşı taraf baskılarını artırmıştı. Terazi Uzakdoğu’da Amerika lehine ağır basmaya başlıyordu. Şartlar yeni sonuçlara gebeydi. “Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra biçimlenmeye başlayan yeni tutumu ‘Sovyetler Birliğini uluslararası ilişkilerin ulus-devlet dünyasında daha doğru bir perspektif içine yerleştirmek için gelişen bir gerçekçilik’ biçiminde tanımlanabilir.” Bu tutum, Sovyetlerin dış politikadaki yeni tutumuydu. Yukarıda da belirtildiği gibi durumun farkında olan Stalin sonrası iktidara gelenler bu yeni tutuma göre hareket ederek, kapitalist dünyaya karşı konumlarını yeniden saptamışlar, bir dizi taktik ve yöntemleri yeniden değerlendirmişlerdi. Örneğin; “Sovyet Başbakanı Malenkov, Stalin’in katı politikasının aksine uluslararası gerginliği yumuşatma ve Batı ile uyuşmazlıkları görüşmelerle çözme yolunu aramış, bunun sonucu olarak Kore Savaşı’nı 27 Temmuz 1953’te bırakışma ile hemen çözüme bağlamıştır.” Mütakere sonucunda harita üzerinde bir değişiklik yoktu. Değişen şey, Sovyet Rusya’nın “Amerika’yı atma” fikriydi. Bunun olamayacağını anlamışlardı. Anladıkları diğer bir şey ise doğacak yeni bir savaşın Sovyetleri yıkacağı idi. Peki, 25 Haziran 1950’den 27 Temmuz 1953’e kadar yaşananların ardından her iki tarafın kaybı ne kadardı? Savaşta 570 bin Koreli öldü. 460 bin Koreli kayıptı. 84 bini esir düşmüştü. 950 bini ise yaralıydı. BM’nin kaybı ise 167 bin kişi idi. Bu kayıplar belirtilirken açıklanması gereken bir nokta daha var. O da esir düşen Amerikalı askerler hakkında: “‘Beyin Yıkama’ ifadesinin dünyada popülerleşmesi, 1950’li yıllarda Kore Savaşı’nda esir alınan Amerikalı askerlere Çinliler tarafından sistematik bir şekilde endoktrine edilerek komünistleştirilmesinden sonra oldu.”[6]Bu bilimsel açıklama, Kore Savaşı’nda yaşanan bir ilk olması açısından önemli. Yaşananlar özetle şöyle: Esir alınan 71 Amerikan askerinin sistematik çalışmalarla komünist ideolojiyi benimsemelerine çalışıldı. Bunların üçte ikisinin düşmanla işbirliği içerisine girdiği ise saptandı. Peki, neler yapılmıştı? Kamp yetkilileri ilk aşamada eskiye ait izleri silmek ikinci aşamada zihinleri yeniden yapılandırmak amacı taşıyorlardı. Esir kamplarındaki Çinli yetkililer Amerikalı askerlere her şeyden önce ‘beklemedikleri şekillerde’ davrandılar. Amerikalı esirler bir yandan gece ya durup dururken uyandırılmak gibi beklenmedik eziyetlerle karşılaşırken diğer yandan da hiç umulmadık anlarda Çinlilerin küçük iltimas ve ödülleriyle karşılaştılar. Böylece Amerikalı askerler hangi davranışın ne gibi sonuçlar doğuracağını kestirememeye, çaresiz kaldıklarını düşünmeye, ne yapacaklarını bilememeye başladılar. Bu ‘başa çıkamama’ durumu esirleri yeni arayışlara yöneltti. Eskiye ait izlerin anlamsızlığını anlamaları için düşük rütbeli askerleri lider yapma gibi, siyah- beyaz gruplara ayırma gibi, dini ifadeleri yasaklama gibi faaliyetlere giriştiler. Ayrıca dar bir sandıkta tutma, donmuş nehirlerde çıplak ayakla yürütme gibi fiziksel zayıflatma yoluna da gittiler. Böyle fiziki yorgunluk ‘karşı tarafa yaptıklarını anlama’yı da sağlayacak ve bu psikolojik suçluluk durumu onları itiraf ve uzlaşmaya götürecekti. Eskiye unutmaya dair bir diğer çalışma alelade konulara bile kural koymaktı. Böylece eski kuralların anlamsızlığının anlaşılması sağlanacaktı. Yeni sorgu yöntemleri de kullanılıyordu: Sorgu memuru bir süre esirle aynı yerde kalıyor, yiyip, içiyordu. Bu arkadaşça yaklaşım sonunda samimi itirafları getiriyordu. Konferanslar gibi eğitsel çalışmalar de yapıldı. Esirlere barış için toplu dilekçe imzalatılıyor ve bu, broşürlere propaganda aracı yapılıyordu. Tüm bu çalışmalar Çin’in lehine sonuçlar doğurdu: Amerikan askerlerinin işbirliği, ABD aleyhtarı söz ve eylemler, esirlerin komünizmi benimsemesi. Savaş sonrası 21 asker ABD’ye dönmeyi reddetti! Tarihe ‘ilk beyin yıkama’ olayı olarak düşen bu olay başarıyla gerçekleştirilmişti. -Kuzey Kore ise Güney Kore gibi gelişkinlik gösteremiyor, her an savaşa hazır militarist bir ülke havasında- Savaş Sonrası Kore Savaşı hem bölgesel hem de küresel açıdan önemli bir dönüm noktası oldu. Bu, Soğuk Savaş’ın sıcak çatışmasının ardından iki taraf da kendi lehine bir bütünlüğü sağlayamadı. Amerika ise stratejilerini yeniden gözden geçirdi. Artık ortada düşman bir Çin, müttefik bir Japonya ve nüfuz altında bir Güney Kore vardı. Bu bağlamda halen Kore’nin stratejik konumu Amerika için önemini yitirmemiştir. “Güney Kore’de Amerikan mevcudiyetinin devam ettirilmesi özellikle önemli olmaktadır. Bu olmadan, Amerika–Japonya Savunma Anlaşmaları’nın şu andaki durumda devam edeceğini düşünmek zordur.” Kuzey Kore’de de Güney Kore’de de, her iki ülke de birbirlerini, o savaştan sonra ‘düşman kardeş’ olarak adlandırmaya başladılar. Ve savaş halen devan etmekte “1976’da, iki ülkeyi ayıran askerden arındırılmış bölge DMZ’deki (Demilitarized Zone) bir ağaç yüzünden birbirine girmiş, baltaların kullanıldığı kavgada iki Amerikalı ölünce sinirler gerilmiş ve her iki Kore ordusu alarma geçmiş. Fakat Amerikalılar inat edip ağacı kesmişler.” Bu kavga ve düşmanlıklar hala müthiş bir ‘ ajan’ şüphesi ile devem etmekte. “İşte bu yüzden oldukça modern metrolardaki, üzerinde ‘etrafınızda esrarengiz yabancılar görürseniz şu numarayı arayın’ uyarısıyla ödül vaat eden Güney Kore Gizli Servisi imzalı ilanlar sizi şaşırtmıyor.” Her şeye rağmen bu bölünmüşlük kısmen, aşılmaya çalışılıyor. Mesela; 14 Şubat 2003’de Güney Koreli sivillerin Kuzey’e turistik gezi yapmalarına ilk kez izin verildi. DERLEME / KAYNAK

  • KUZEY KORE GÜNLÜĞÜ

    / (Güney ve Kuzey Kore devlet başkanlarının barış görüşmesi vesilesiyle) * -Zeki Sarıhan, Koreli bir çift ve Şanal Sarıhan, Devrim Müzesi önünde- -Kuzey Kore Günlüğü-2- 28 Haziran 2008 Cumartesi Koryo Havayollarının uçağı 12.30’da 40 dakikalık bir gecikmeyle Pekin’den havalandı. Çoğunluğu Koreli olan yolcular arasında bizim gibi birkaç yabancı da vardı. Çıtı pıtı Koreli hostesler, bize içinde soğuk pilavın, balığın, tavuğun bulunduğu yemek de verdiler. Yerel saatle 15.30 gibi başkent Piyogyang’a indik. Bu kez gümrükten 2000 ve 2001’deki gelişlerimizden daha kolay ve çabuk bir geçiş yaptık. Bavullarımız açılmadı. Yalnızca cep telefonlarımızı dönerken geri vermek üzere emanete aldılar. Bizi dışarıda Kore Türkiye Dostluk Derneği başkanlık üyesi Om Som Guk ile Derneğinin Sekreteri Kim Kyong Song ve bir şoför karşıladı. Om’la ilk kez karşılaşıyoruz. Kim ise 2001’de bir grup çocukla uluslar arası çocuk festivaline geldiğimizde tercümanlık yapmış, kendisi de 2003’te Ankara’ya gelmişti. Aramızda epey bir yakınlık oluşmuştu. Dolayısıyla bu yılki buluşmamız daha arkadaşça ve sorunsuzdu. Gelenek olduğu üzere Kim İl Sung’un anıtına çiçeğimizi bırakıp saygı duruşunda bulunduktan sonra otelimize götürüldük. Geçen gelişimizde kaldığımız Young Hotel veya Koryo Hotel’e götürüleceğimizi beklerken daha düşük statülü olduğu anlaşılan Hae Ban San Hotel’in üçüncü katında 305 numaralı odasına yerleştirildik. Sonra otelin bir odasına çekilip hoşbeşten sonra bizim için bastırdıkları programı gözden geçirdik. Bunda benim onlara önceden bildirdiğim isteklerimizi önemli ölçüde hesaba katmışlar. Pyongyang dışında geçireceğimiz günler var. Bunlar gerçekleştikçe yazacağım. Akşam yemeğini otelin restoranında yedik. Burada yemek yiyenlerin hepsi yabancı. Om ve Kim bizimle yemediler. Onlara ayrı kumanya çıkıyormuş. Kim 10 gün süreyle bu otelin başka bir odasında kalacağını söyledi. Yemekten sonra buluşmak üzere ayrıldık. Fakat yemekten sonra odamızda beklediğimiz halde gelen giden yok! Biraz gezmek üzere ayaklandık. Kim’in kapısını tıklattık. İçeride televizyon izliyormuş. Bizi neden unuttuğunu anlayamadık! Birlikte çıktık. Çoğu karanlıklar içindeki sokaklarda akşam yağan yağmurdan ıslanmış, parke taşlarından döşenmiş kaldırımlarda gezindik. Az biraz konuşabildik çünkü Kim’in İngilizcesini anlamakta zorluk çekiyorum. Otele döndüğümüzde saat 23.00’e geliyordu. Otelden sıcak su isteyip kahve yaptık. Om ve Kim, Benim Doğunun Seher Yıldızı Kore kitabımın çok namlı olduğunu ama Korece’de yayımlanmadığını söylediler. Onu Türkçe bilen tek Kuzey Koreli olan Dışişleri mensubu Kim okumuş ve bazı kişilere anlatmış. Hepsi o kadar. Gece banyo yapmak istediğimizde suların kesik olduğunu gördük. Doğrusu ikimizi de bir süre uyku tutmadı. Yer değişikliğinden olacak gece bir sürü karışık rüyalar gördüm! 29 Haziran 2008 Pazar KİM İL SUNG’UN DOĞDUĞU KÖY EVİNDE Bugünkü program, Kim İl Sung’un doğduğu evi ziyaretle başladı. Sung’un dedesinin ve köy ağasının kâhyası olan babasının köyünü üçüncü kez görmekten memnunum. Kendisi de burada 20 yıl yaşamış. Burada artık bir köy yok. Yalnızca Kim’in doğduğu ev aslına uygun olarak yeniden yapılmış. Ailenin resimleri, kullandıkları tarım araçları, kap kaçak… Kim, bir madeni çömleğin 149 yıllık olduğunu söyledi. Suyu tulumba ile çekilen kuyudan su içtik ve bir park haline getirilen tepeye doğru tırmandık. Bizim gibi birkaç ziyaretçi grubu daha vardı. Dönüşte öğle yemeği konusunda neler istediğimiz konusunda bayan garsonlarla anlaşamadık. Bize uygun olmayan yemekler geldi. Yemek sonunda bizi almaya gelen Kim, bundan sonra neler yemek istediğimizi sordu ve isteklerimizi garsonlara anlattı. Akşamleyin, gerçekten damak zevkimize az çok uygun yemekler geldi. Kocaman bir köfte, töngel ezmesi, bir çeşit yeşil fasulye çorbası, salata, kızarmış patates. Su para ileymiş! İçtiğimiz suyun bedelini hesabımıza yazıyorlar ve bunun için bir pusula imzalatıyorlar! Papatya çayı ise bedava… Otelin satış yerinden 5-6 liralık su, bira, pasta almıştık. Otelde başka satılık eşya da var. Öğleden sonra el yapımı resimlerin atölyesine gittik. Suluboya, yağlıboya, ince iğne işi tablolar ve bazı bibloları gösterdiler. Eğer biz örgütleyebilirsek bunları gelecek yıl Türkiye’ye gelip birkaç kentte sergileyip satmak istiyorlar. Hangi malı kaça satabilecekleri konusunda tahminlerimizi de söyledik. (30 Nisan 2018) İlk yazıyı görmek için tıklayınız: http://www.zekisarihan.com/kuzey-kore-gunlugunden/ Gelecek yazı: Moran Tepesi’nde.

  • MONA LİSA'NIN KASABADAKİ TEZAHÜRÜ

    Da Vinci’nin yarattığı efsanevi tablosundaki Mona Lisa’ya benziyordu. Bu Anadolu kasabasında hiç kimse ne Mona Lisa’yı, ne de Da Vinci’yi bilmezdi. Birileri Mona Lisa tablosunun dünya çapında bir tablo olduğunu söylese fotoğrafını da gösterip değerinin milyar dolarla ifade edildiğini söylese, onlar da “hadi canım kuruş vermem” deyip çekip gider. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadının biri elinden tutup Beyoğlu’nda Yeşilçam sokağında bir yönetmenle tanıştırsaymış… Kumral yüzüne kara gözleri öyle bir yakışmış, sanırsın Mona Lisa tablosunun Anadolu’daki hakikati işte bu. Kimse gözlerinin içine bakamazdı, çelik gibi bakışlar, ne sıcak ne soğuktu. Kara gözlerin üstündeki kaşları Da Vinci çizmişti adeta. Çorak topraklarda kendiliğinden çıkan çiçekler vardır ya hani. Yer altında akıp giden içinde altını, gümüşü, elması oradan oraya taşıyan ırmaklar vardır ya hani, onlardan beslenip taçlandırıyordu güzelliğini sanki. Bu güzelliğin başka bir tarifi, başka bir açıklaması olamazdı herhalde. Anadolu kasabasında biri ona dese: “Sendeki güzellik kimde var, sendeki bu güzellik varken, ağası, paşası önünde secdeye gelir. Sende bu güzellik var, var olmasına var da sen bir paldımsıza varmışsın! Sen ki bu güzelliğin kadir kıymetini bilmeyen bir talihsizsin! Bu kasabada, salla pati, gaydırı gubbaklara paldımsız derler. Paldımsız Rıza: Ne iş bulursa yapar, kendi işinden başka herkesin işinde çalışırdı. Çift sürmek, ekin ekmek, davar beslemek bir disiplin istediği için Rıza’nın yapabileceği bir şey değildi bu! Bir paket sigara alsınlar, bir bardak çay söylesinler yeterdi Rıza’ya! Bir de ona övgü dolu sözler söylesinler, hele bir de karnını doyursunlar, yemekte de ağzına layık bir şey varsa, kıçı ile kengeri yolar Rıza… Anam böylelerine “kerevze köpek” derdi, başkasına bir çaya iş yapana, meccane çalışana. Anamın dediği gibi tam bir kerevze köpek, evinde yağ bardağı dökülse kaldırmaz, evde ne var yok, neye ihtiyaç var umurunda değildir. Mona Lisa gibi bir kadınla evlenmiş evlenmesine de adam olamamış. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın, Cengiz Aytmatov’un ölümsüz eseri Al Yazmalım, Servi Boylumun Asya’sına ruh veren Türkan Sultan kadar güzeldi. Göğüslerini döven dolgun iki beleğe bağladığı kırmızı kurdeleler her daim saçlarındadır. Boyu posu, kaşı, gözü, endamı… bozkırın nadide çiçeği. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın, bu dünyada cehennemi yaşıyordu. Aylar önce Rıza ile yatağını ayırmış, bundan sonra geceler yoldaşı, duvarlar sırdaşı olmuştur. Dökük sıvalarda oluşan değişik şekiller ona hikayeler yazdırmış, o her bir şekle yeni bir hikaye yazmış! Ne hikayeler, dünyayı kurtaran, dünyaya meydan okuyan hikayeler. Her hikayede kadınları bir araya getirip birey olmanın erdemi ile donatmış, erkek egemen toplumuna baş kaldırtıp bağımsızlıklarını kazandırmış... … Rıza ile yaşamak cehennemin öteki adıdır. Anadolu bozkırında bir kadın olarak karşı durmak, büyüklerine hayır demek… Zordur, hatta zordan ötedir. Ne derler. “Kız kısmı, ataları ne derse, yerine getirmek mecburiyetindedir.” Bir de “kız kısmı” derler ya bu hayata baştan mağlubiyetle başlamaktır. “Ne bu canım” derler, çokbilmiş büyükleri eski köye yeni adet mi, getirecek bu kancık,” diyerek aşağılar; kadınlar daha bir vicdansızca aşağılar. Demirden demir zincirleri kırmak zordur, kadınlar için zincirleri kırmak yüz sefer daha zordur. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın, savaş gazisi babanın mavzerini mühimmatı ile aldı, akşamdan hazırladığı bir zaman yetecek öteberiyi eşeğe yükledi, keçileri de önüne katıp gün doğarken evden çıkıp gitti. Evden çıkıp giderken hiç kimseye hiçbir şey söylemedi. Hatta o giderken, kimse odadan çıkmadı, ortalıkta görünmedi. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın devrime hazırlanan Che’nin kadın yoldaşları gibi ne yaptığını bilen bir kararlılıkla hareket ediyordu. Savaş gazisi babası Şefik Usta, kızının yaşadıklarını görmüş, çaresizlik içinde sadece izlemişti. Ara ara kızının bekâret kuşağını bağlarken söyledikleri aklına gelince kendi ile hesaplaşıyor, affedemiyordu kendini bir türlü. “Böyle laf denir Şefik Usta” diyordu, ne demişti? “Kızım baba evinden ak gelinlikle çıkıyorsun koca evinden ak kefeninle çıkarsın!” … Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın, insanlardan uzak bir yerde kendine yeni bir yaşam, yeni bir dünya kurmuştu. Çevresi kızılçam ormanları ile çevrili bir alana kendine yetecek kadar bir barınak kurmuştu. Burada bir kadının bir başına kalmasını bırakın, bir erkeğin bile bir başına kalması cesaret isteyen bir şeydir. Gece oldu mu, değişik kuş sesleri, vahşi hayvan ulumaları ile insanın aklını başından alır. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın, boyunlarında meresleri olan köpeklerinden izinsiz sinek bile uçamaz. Günler, aylar, yıllar böyle akıp giderken bu arada da keçilerinin sayısı gittikçe çoğalmıştır. Da Vinci’nin tablosunun kasabadaki tezahürü kadın, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’e destan yazdıran Türk kadının Kara Fatma’sı, Gördesli Makbule’si olup çıkmıştı. Orta Asya steplerinde at koşturan, avlaklarında av avlayan çekik gözlü hemcinslerini selamlıyordu Rıza insan içine çıkamaz olmuştu. Eşi, ona hiçbir şey demeden alıp başını gitmiş, adam yerine koyup “şuraya gidiyorum,” dememişti. Anadolu bozkırında bir erkeği adam yerine koymamak, üstelik de eşi tarafından, yenilir yutulur bir şey değildir. Bu çok ağır bir cezadır, ölüm cezasından, ölmekten beter bir şeydir. Kadın alıp başını gitmiş dağları mesken tutmuştu kendine. İntikam ateşi ile yanıp tutuşan Rıza, onlarca plan yapmış, sonra hiçbirini beğenmeyip vazgeçmişti. Kasabanın dalgacısı Muharrem: “Ne oldu Veli, avratı gaçırmışsın, ne oldu oğlum hakından gelemedin mi?” “Ben yanına bırakmam bunu Muharrem, hesabını sormazsam adam değilim!” “Adam değilsin he, hadi bakalım, görcez turpun harman olduğu yeri, ak g… kara g… çıkacak meydana!” “…” Yalnız Dalgacı Muharrem değil, Kopil Hasan bile yerin dibine sokuyordu Rıza’yı! “Irza ne olcak şimdi, galdın mı oğlum sap gibi ortada, ben hiç evlenemedim emme, sen elindekini gaçırdın, salaksın oğlum sen! Kasabayı aştın, yedi cihana şan oldun! Ama üzülme namın böyüdü oğlum, seni tanımayan gamadı!” “…” “Tabi sap gibi ortada galırsın oğlum, o senin dengin mi, sen benim gibi götten bacaklı kopil birisin, davulun dengi dengine olduğunu unutmayacaksın oğlum, bak bana, başım ırat, olmayacak duaya amin demiyom! Haha haha, şey havaya ağdı, sorut … sorut!” “Töbe töbe, git benden bulma sabah sabah, şeytanından bul!” Aynaya bakamaz olmuştu Rıza, ya kendi hayatına son verecek, ya da öldürecekti onu. Bu düşünce ile her gün onun Asmalca Kaşı’ndaki yurtluğuna gidip gelmeye başladı. Hemen her gün ona görünmeden planlar yapıyor, tanımaya çalışıyordu oraları. Böyle böyle ay oldu, yıl oldu, öfkesi gün gittikçe büyüdü, kabına sığmaz oldu. Aynaya her bakışında kendi çapsızlığına bir kez daha şahit oluyor, bu çapsızlıkla en aşağılık planların onlarcası aklına geliyordu. Terk edilmek, adam yerine koyulmamak, kasabada alay konusu olmak… intikam ateşini büyüttükçe büyütüyordu. Öyle bir intikam alacak, yıllarca anlatılıp gidecekti. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadının mavzeri her daim yanındadır. Köpekleri bir dakika bile yalnız bırakmaz, adeta yakın koruması. Köpekler de besili mi besili: Asmalca’nın tavşanları, tilkileri, çakalları semirttikçe semirtmişti onları. Rıza’nın bir başına intikam alması mümkün değildi artık. İçinde her gün büyüyen intikam ateşini söndürmek için tasarladığı en aşağılık planlarını devreye koyma zamanı gelmişti. “Veli, Veli, Veli!” Veli Rıza’nın çocukluk arkadaşıydı. Her türlü kopukluğu beraber yapmışlardı yıllarca. Kan kardeşim derlerdi; fakat öte yandan bir şey uğruna harcamaktan geri kalmazlardı birbirlerini. Şeref ve haysiyet laftadır onlar için. “Ne oldu, Irza, ne diyon?” “Aşşa gel bi, diyeceklerim va!” “Ne oldu Irza, ne diyon?” “Dinle deyip kafasındakileri bir bir anlattı Rıza! “Bak oğlum pişman olma sonra, ne de olsa senin avradın!” “Şimdi Veli ikimiz bu işi halledemeyiz, gel yanımıza İrfan’ı da alalım, kesin olarak halletmek istiyom çünkü!” “Olsun olsun hallederiz, ben hallederim, bir uçanla kaçan kurtulur elimden; bi avradın hakından gelemicez mi oğlum? Bak tekrar sorem, sonra pişman olma!” “Olmam olmam, artık benim avradım değil o, ne bok yediğini de bilmiyom! Ele güne karşı irezil etti, insanların yüzüne bakamaz oldum. Ben de onun namusunu iki paralık etcem! Etmezsem bana da Irza demesinler!” “Sen bilirsin, anlaştık yarın erkenden Asmalca Kaşı’na gidiyoruz!” “Tamam, söz, erkek sözü!” “Erkek sözü!” Mona Lisa’nın bozkırdaki tezahürü kadın, Asmalca Kaşın’da kendine bir yurtluk kurmuş, taştan ördüğü duvarlar kale gibi sapa sağlam. Köpeklerde de yaman bir dikkatle, dört bir yanı radar gibi tarıyordu. Keçiler için de damın yanına bir ağıl çevirmişti. “Bak tekrar soruyom Irza sonra pişman olma!” “Oğlum sen korkuyorsan irfan’a diyem!” “Ne korkması, benden kabahat gitti, bir daha da sormayacağım!” Gün doğmadan Asmalca Kaşı’na vardılar. Ortalık sessizdi, yalnızca ağustos böceklerinin, bir iki kuşun sesi geliyordu. Köpekler de görünürlerde yoktu. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın daha uyanmamıştı. Tıpırdamadan, ayaklarının ucuna basa basa yürüdüler. Öncelikle köpekleri bertaraf etmek için yanlarında getirdikleri zehirli ekmekleri yedirmek lazımdı. Önce koca kafalı, grili siyahlı köpek çıktı ortaya. Sonra ötekiler. Ekmekleri köpeklere fırlattılar. Köpekler hırlayarak ekmeklere doğru gitti. Önce kokladılar, sonra başlarını havaya kaldırıp havlamaya başladılar. Köpekler aynen Hınzır Paşa’nın haram sofrasının ikramını yemeyen Pir Sultan’ın itleri gibi zehirli ekmekleri yememişlerdi. Sonra sıra halinde damın kapısına varıp havlamaya başladılar. Bir tehlikeyi haber veriyorlardı kadına. Tehlike vardı, hiçbir zaman böyle havlamamışlardı. Bu havlama öyle bir havlama değildi. Bu havlama yalvaran bir havlamaydı, bu havlama ağlayan bir havlamaydı. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın yerinden kalktı, sakince giyindi, fişeklikleri kuşandı, mavzerini eline aldı, çelik bakışlar mıh gibi çakıldı gözbebeğine. Kara gözlerinin üstündeki keman kaşlar yay gibi gerildi, dişler birbirinin üstüne binmiş gacır gucur ses çıkarıyor sağa sola gidip geliyordu. Botlarını ayağına geçirdi sıkıca bağlayıp doğruldu. Gözlerini kapatıp bütün kadınlar adına, hakkını hukukunu bilmeyen kadınlar adına öfkesini yüklendi. Beyni, görevini yüreğine devrettikten sonra yavaşça kapıyı araladı ki kurşunların köpeklere doğru atılmaya başladığını gördü. “Kaçın” dedi köpeklerine, “saklanın” dedi. Boşluğu döven kurşunlar kızılçamlara doğru cuv cuv diye uçup gitti. Tehlikeyi sezen köpekler damın siperine çekilmiş, öfke ile havlıyorlardı. Sonra birden bir sessizlik oldu. Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın daha mavzerini ateşlememiş, bütün sakinliği ile ilk taarruzun geçmesini beklemişti. Sonra kapıdan yüz yüz elli metre ötede bulunan birine nişan alıp bastı tetiğe. Tek atışta birini saf dışı bırakmıştı bile. Vurulan Rıza’ydı. ”Yandım anam, vuruldum, vuruldum” diye inlemeye başlayınca, korku Veli’nin bütün bedenini esir aldı. Elini havaya kaldırdı, “teslim teslim deyip köpeklerin üstüne doğru koşmaya başladı. Bu sırada da tüfeğini köpeklere doğrultmuş, saldırırlarsa ateş ederim diye düşünüyordu herhalde. Köpekler Veli’nin gelişinin hayra alamet olmadığını sezmiş olacaklar ki havlamaya ona doğru koşmaya başladılar. Daha çok korkan, panikleyen Veli, rast gele ateşledi tüfeğini. Cuv cuv boşa gitmişti. Boşa giden kurşunlar köpeklerin öfkesini daha da büyüttü. O öfke ile üç dört metre mesafeden üstüne atıldılar Veli’nin. Anında yere yıkıp orasını burasını ısırmaya parçalamaya başladılar. Biri ayağına, biri boğazına, biri yüzüne gözüne biri orasına burasına... Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın yavaş adımlarla köpeklerine doğru ilerledi, “bırakın, tamam,” dedi. Sonra onları bir bir öptü. Köpekler Veli’yi tanınmayacak hale getirmişlerdi. Sonra ileride yaralı olarak yatan Rıza’ya doğru gitti. Rıza inliyor, bir taraftan da ağlıyordu. Yanına vardı, okkalı bir tükürükle yıkadı suratını. “Sen dedi, tanıdığımdan daha aşağılık biriymişsin, sen adi, iğrenç bir yaratıksın, sen eşini kıskanmayan domuzdan daha şerefsizsin, sen… Öfkesini kontrol edemedi Rıza’nın suratına öyle bir şamar yapıştırdı ki Asmalca Kaşı, Metreslik Tepesi, çaydan öte yaka, maşallah çekti. “Şimdi beni iyi dinle kan kaybından gebermezsen eğer, burada olanları kimseye anlatmazsın. Burada olan burada kalacak, birine söylersen mezarını kendine kazdırırım bilmiş ol!” “Söz Allah billah söz, bir Allah’ın kuluna demeyeceğim!” “Söylersen, köpek olur ulur; eşek olur anırır mısın?” “Söz her şey olurum, söz!” Mona Lisa’nın kasabadaki tezahürü kadın, köpekleri keçileriyle yıllarca yaşayıp gitti. O günden sonra hiç kimse onun huzurunu bozmaya yeltenmedi. 20.07.2020 Salihli

  • Karantina Günlerinde Dayanışma

    19 Mart 2020 tarihinde saat 21’de yani dün akşam, toplumca evlerimizin balkonlarından, pencerelerinden tüm sağlık emekçilerini içten gelen bir duyguyla alkışladık. Elbetteki bu alkış salgına karşı özveri ile mücadele eden tüm dünya hekimlerine ve yardımcı sağlık personelinedir. aynı zamanda. Coronavirüs salgınının orta yerinde büyük bir öz veriyle çalışan her kademeden sağlık emekçisi bu alkışı fazlasıyla hak etti. Toplum hatta toplumlar olarak heyecan, üzüntü ve korku dolu ruh halinde ortaklaştık. Temizlik görevlisinden doktoruna kadar tüm sağlık görevlileri için bu alkış birden çok anlamı içinde barındırıyordu aslında. Bu alkış; sağlık görevlilerine yönelik şiddete, aşırı iş yüküne, düşük ücret politikasına, sağlığın özelleştirilmesine, atanamayan binlerce sağlık emekçilerinin yalnızlığına ve tüm bunlara karşı toplumca duyarsızlığa karşı bir özür ve dayanışma karşılığı idi. Aynı zamanda tek güven noktamızın bilim ve bilim insanları olduğu gerçeğinin onayına alkıştı milyonların alkışı. Coronavirüs vakasının ülkemizde resmi olarak ilk kez 11 Mart 2020 tarihinde açıklanması toplumda ister istemez demoralizasyona yol açtı. Bu demoralizasyon sürecini normalleştirmek için özellikle sosyal medya ortamında mizah yaratımı ve paylaşımı birbiriyle çarpışır oldu. Hâlâ da devam ediyor. Mizah, tolumlar için özellikle 21. yüzyılda birbirini takip eden sarsıcı olaylarla ciddi bir savunma, tahammül ve pasif olarak da saldırı aracına da döndü. Coronavirüs vakasının geometrik dizilim şeklinde hızla artar olması ve toplumu serbest mekânlardan zorunlu izole etmesi, korku halini daha görünür kıldı. Son dönemdeki baskın virüs konulu mizah üretimi ve paylaşımı “gece mezarlık yakınından geçerken ıslık çalmak ya da yeteneğe bakmadan şarkı söylemek” durumunu çok uzatmaz... İtalya başta olmak üzere salgının yoğun yaşandığı ülkelerin bazılarında buna benzer dayanışma gösterileri yapılmaktadır. Bizde evlerimizin balkon, pencere ve diğer tüm kamusal alanlara ait mekânlarında alkış etkinliği, gösterisi ya da eylemi diyelim, en kitlesel olarak 90’lı yılların sonlarındaki Susurluk olayında ve yakın tarihteki Gezi Parkı eylemlerinde yaşandı. Toplumsal hafızamızı ancak tarihsel hafızamızla canlı tutabiliriz. Dün duyarsız kaldığımız, hafızamızdan silinen yanlışlar, hatalar ve kötülükler bugün hepimize bedel ödetebiliyor. Yaşananlara toplumca seyirci olma ve ardından da görülenleri unutma rolünü kesinlikle benimsememeliyiz. Ancak bu yoldan yaşamın değerli ve sürekli olmasına katkı sunabiliriz. 27 Mayıs 1928’de kurulan ve 1950 yılından itibaren16 ilde Hıfzıssıhha Enstitüsü şubesi olan Türkiye’nin ilk Halk Sağlığı Laboratuarı Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün Aşı Enstitüsü 2004 yılında, Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün Başkanlığı da 2 Kasım 2011 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Deyim yerindeyse kimseden ‘çıt’ çıkmadı. Hıfzıssıhha Enstitüsü, 1950 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı. Bu merkez enfeksiyon hastalıklarına karşı aşılar üretiyordu. Enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele etmek için büyük bir özveri ile kurulmuş, hastalıklara karşı aşı bulup bunun üretimini de yapan bir Enstitümüz kapatılalı 9 yıl olmuş. Yaşamımızı kurtaracak Enstitümüzü sessizce kaybeden bir toplum olarak hepimiz suçlu değil miyiz? Coronavirüs salgını ile mücadelede kullandığı ilaçlardan biri olan Interferon Alpha 2B adlı bir molekülün yaratıcısı Kübalı doktor Luis Herrer’in “Dünyanın, sağlığın ticari bir faaliyet değil temel bir hak olduğunu anlama fırsatı var”. sözü tüm dünya halkları tarafından iyi özümsenmelidir. Doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık personelleri ile dayanışmamız salt belli akşamlık dayanışma alkışlarıyla olmamalıdır. Sağlık emekçilerinin meslek örgütleri olan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Diş Hekimleri Birliği (TDHB) ve Türk Hemşireler Derneği (THD) gibi örgütlerin taleplerine hepimizin talepleriymiş gibi sahip çıkıp, destek olmalıyız. Atanamayan binlerce sağlık personeli adayının sesine ses olmalıyız. Temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerine erişim herkes için kolay ve parasız olmalıdır. Sağlık hizmetleri, ülkenin en ücra köşesine kadar donanımlı olarak yaygınlaştırılmalıdır. Bunun için de acilen tüm özel sağlık kuruluşları kamulaştırılmalıdır. Yaşadığımız bu olağanüstü koşullarda salgına karşı psikolojik üstünlüğümüzü koruyabilmek çok ama çok önemlidir. Bunu başarabilmek için öncelikle sağlık bilimcilerinin ve sağlık emekçilerinin uyarılarını duymak, ciddiye almak, uyarı ve önemleri de hızla planlı olarak toplumsallaştırabilmektir.. İkincil olarak ise çok hızlı ve örgütlü olarak Dayanışma Ağları oluşturmak. Dayanışma Ağları örgütlülüğünün sahasında coronavirüsüne karşı çok daha az risk grubunda bulunan gençler olmalıdır. İhtiyaçların giderilmesi konusunda hedef kitle önceliğinde ise: yalnız yaşayan yaşlılar ve hastalar engelli aileleri evsizler sığınmacılar işsizler, yoksullar sokak hayvanları olmalıdır. Gereksiz tıbbi maske ve eldiven stoklamış olanlardan bunları en kısa zamanda en yakın sağlık birimine teslim etmesi için duyarlılık çağrıları yapılmalıdır. Gereksiz gıda stoku yapılmasının yanlışlığı ve haksızlığı da medya aracılığı ile kamuoyuna anlatılmalıdır. Yüz binlerce insanın cezaevlerinde olduğu da unutulmamalıdır. Mevcut durumda cezaevlerinde hijyen ve beslenme koşullarından dolayı salgın riski çok yüksektir. Kadın, çocuk ve hayvanlara karşı şiddet, taciz ve tecavüz suçu işlemişler olanlar ve kasten cinayet işlemiş olanlar dışındaki mahkûmlar için ceza infaz düzenlemesi acil olarak meclis gündemine alınmalıdır. Deutche Welle’nin haberine göre “Dünya Sağlık Örgütü’nün Cenevre’deki merkezinden yapılan açıklamada ilk 100 bin vakanın üç ayda ortaya çıktığını, ikinci 100 bin kişilik dilime ise sadece 12 günde ulaşıldığına işaret edildi. Ayrıca ABD’deki John Hopkins Üniversitesi’nin Cuma günü açıkladığı son verilere göre dünya çapında teyit edilmiş 245 bin coronavirüs vakası bulunuyor. Ölü sayısı ise 10 bini aştı.” Coronavirüsü bugün itibariye 106 ülkeye yayılmış durumda. Afrika’da ve diğer kıtalardaki yoksul ülkelerle tıbbi malzeme başta olmak üzere gerekli tüm ihtiyaç maddeleri ile ilgili dayanışma mutlaka yapılmalıdır. Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan salgın tedbir paketine de kısaca değinmek gerekiyor. Açıklanan pakette sermayenin çıkarlarını korumaya yönelik önlemler dışında işçi, emekli ve yoksullar ile küçük üretici ve esnafların durumlarını gözeten bir şey mevcut değildir. Özellikle kısa dönemde büyüyeceği görünen işsizliğe ve yoksulluğa karşı acilen, kabul edilebilir yeni bir tedbir paketinin açıklanması toplumunca beklenmektedir.

  • Yeşilçam'ın Tarihi

    Sihirli Perde olarak da tanımlanan sinema, Türk insanının hayatına ilk kez 14 Kasım 1914’te girmiş. İşte bir asrı geçen ömrüyle Türk Sinemasının renkli ve zihinlerimizde yer etmiş taraflarını anlatmak için şöyle bir geçmişe göz atalım istedik. Huzurlarınızda başlangıcından bugünlere Yeşilçam'ın tarihi. Türk Sinemasının ilk kadın oyuncuları, Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkması yasak olduğundan, Müslüman olmayan sanatçılardı. Türk kadınlarının oyuncu olarak kamera önüne geçmesi ancak Cumhuriyetin ilanıyla başladı. Ülkeyi, çağdaş uygarlık düzeyine getirmek isteyen Atatürk’ün izniyle Müslüman Türk kadınları da sinema filmlerinde oynama özgürlüğüne kavuştu. Muhsin Ertuğrul’un, Halide Edip Adıvar’ın “Ateşten Gömlek” adlı romanından uyarladığı filmde kamera önüne geçen Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir bir sinema filminde oynayan ilk Müslüman Türk kadınları oldular. Kamera önünden gelip geçen onca kadın oyuncuya rağmen, Türk Sinemasının ilk kadın “yıldız”ı Cahide Sonku’dur. Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Söz Bir Allah Bir” filmiyle sinemaya adım atan Sonku’ya asıl büyük ününü 1937 tarihli “Bataklı Damın Kızı Aysel” adlı film getirdi. Sinemada yıldızların parlamasını sağlayan ve sesleriyle, çekilen filmlere hayat kazandıran ve onları izlenir kılan dublaj sanatçılarıdır. Sinemalarda gösterime giren ilk sesli Türk filmi, Nişantaşı’nda bir stüdyoda seslendirilen Muhsin Ertuğrul’un “Bir Millet Uyanıyor” filmiydi. Yıllarca Türk filmlerinde “nayır, n’olamaz” söylemleri ile dikkatimizi çeken seslendirmelerin ilk sanatçıları olarak da Ferdi Tayfur, kız kardeşi Adalet Cimcoz, Saniye Ün, Aliye Rona ve Reşit Gürzab’ı sayabiliriz. Türk Sinemasında, ‘Aysel Bataklı Damın Kızı’ filmiyle kamera karşısına çıkan ilk çocuk oyuncu, Ergun Köknar’dı. 1960’lı yıllara gelindiğinde, Zeynep Değirmencioğlu’nun rol aldığı ‘Ayşecik’ adlı filmle ‘çocuk yıldızlı filmler’ dönemi başlamış oldu. Aynı yıllar isimlerinin sonuna eklenen “-cik” ekleriyle, daha bir sevimli olan o günlerin çocuk sanatçıları arasında Ömercik (Ömer Dönmez), Sezercik (Sezer İnanoğlu), Yumurcak (İlker İnanoğlu) gibi isimler tüm afacanlıklarıyla hâlâ unutulmazlar arasındadır Altmışlı, yetmişli yılların sinemasında güzellik kraliçeliğinden gelen oyuncuların sayısı azımsanamayacak kadar çoktu ve güzellik yarışmaları bir çok genç için sinema oyunculuğuna adım atmanın bir yolu idi. Belgin Doruk, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Hülya Avşar ve diğerleri… Bu kadın oyuncuların hepsi güzellik yarışmalarında derece aldıktan sonra yapımcıların dikkatini çekip sinemaya adım atmışlardı. Tüm bu taçlı oyuncuların öncüsü ise Feriha Tevfik idi. Cumhuriyet tarihinin ilk güzellik kraliçelerinden biri olan Feriha Tevfik, Türk Sinemasında rol alan ilk güzellik kraliçesiydi. İlk dönemlerde Türk Fimlerinde genellikle tiyatro kökenli ve artık gençlik yıllarını geride bırakmış olgun erkek oyuncular rol alıyordu. Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Şehvet Kurbanı” Türk Sineması’na ilk jönünü de kazandırdı: Alımlı fiziği, masum yüzü ve romantik imajıyla Suavi Tedü. Ancak Tedü, asla bir star düzeyine ulaşamadı. Türk Sinemasının erkek oyuncuları gerçek ‘star’ kavramıyla tanışmak için Ayhan Işık’ı bekleyecekti. Ayhan Işık’ı Ediz Hun, Göksel Arsoy, Cüneyt Arkın izledi… Tabii bu arada sinemanın aslında yakışıklı ama “Çirkin Kral”ı Yılmaz Güney‘i de anmadan geçmeyelim. Elinde sigarası, yüzünde şuh bakışları ile önüne gelen her erkeği baştan çıkaran vamp kadınlar, bütün toplumsal tepkilere rağmen Türk Sinemasının ilk yıllarında da vardı. Çağımızın vamp kadınlarına hiç benzemese de Madam Kalitea, Tük Sinemasının ilk vamp kadını olarak tarihteki yerini aldı. Kalitea’nın, çocuk bakıcılığı yaptığı evdeki tüm erkekleri baştan çıkaran Fransız Anjelik’i canlandırdığı Mürebbiye, aynı zamanda Türk Sinemasında sansür engeliyle karşılaşan ilk film unvanını da taşıyordu. Neriman Köksal bir başka deyişle Afet-i Devran Neriman, gerçek adıyla Hatice Kökçü, nam-ı diğer Fosforlu Cevriye ise Türk Sinemasının en uzun süreli ‘Vamp kadınıları'ydı. Aslında 1950’lerden itibaren filmlerde üstü kapalı olarak cinsel göndermelerin ya da gösterimlerin sayısı artmakta ama filmlere seksüel bir anlam yüklenmemekteydi. Türk Sinemasında “seks furyası” biraz da ‘televizyon’ denen yeniliğe karşı verilen mücadelenin sonucu olarak, bir ticari sinema refleksi olsa da zaman içinde kontrolden çıkmıştı. Toplumda çok eleştirilse ve yadırgansa da belli bir izleyici kitlesi bulan ve son derece kalitesiz, sıradan olan bu tür filmler, özellikle İstanbul Şehzadebaşı'ndaki sinemalarda sabahtan akşama oynatılıyordu. 1980 Askeri Darbesi ile birlikte porno ve pornoya yakın filmlerin üretimi ve dağıtımı yasaklanınca bu furya da böylece sona erdi. Aslında özel yaşamlarında bir karıncayı bile incitmeyen ve çoğu İstanbul’da bir parkta yokluk ve sefalet içinde yalnız, kimsesiz ölen oyunculardır kötü adamlar, ama sinemanın olmazsa olmazlarıdır aynı zamanda. Üç kuruş paraya dayak yedikleri başroldeki aktörleri daha iyi yapan da onlardır. Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu, Bilal İnci, Kazım Kartal ilk aklımıza gelenler. Zaman içinde sesleriyle tanınmış sanatçıların da beyaz perdede boy gösterip başrol oynadıklarını, hatta çok başarılı olduklarını söylemeden geçmeyelim. Bu sanatçılar içinde ilk aklımıza gelenler tabii ki Zeki Müren. Emel Sayın, Behiye Aksoy ve daha niceleri... Son yıllarda zorlamayla yeniden canlandırılmaya çalışılan yazlık bahçe sinemaları altmışlı ve yetmişli yıllarda orta sınıf vatandaşların en rağbet ettikleri mekanlardı. Bir yandan gözyaşları veya kahkahalar eşliğinde filmi izlerken bir yandan da çekirdeğinizi yiyip gazozunuzu içebilirdiniz. Günümüzdeki butik sinema salonlarında 3-5 kişiyle izlenen filmler ne yazık ki o tadı hiçbir zaman vermiyor insana. Yeşilçam'ın başrolde oynamasa da gönüllere taht kurmuş, çok sevilen karakterleri vardı. Temiz yüzlü, kimi zaman pos bıyıklı, beyaz saçlı ya da kel kafalı, herkese yardım eden, çocukları seven tonton amcalar ya da dedeler. Bu özellikleri saydığımızda ilk aklımıza gelenler tabii ki Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Nubar Terziyan'dı… 1950–1970 döneminde güldürü sinemasının üç büyükleri sayılan Feridun Karakaya (Cilalı İbo), Öztürk Serengil (Adanalı Tayfur) ve Sadri Alışık (Turist Ömer) dizi halinde çekilen filmlerle zihinlere kazındılar. Bir zaman sonra saydığımız karakterlerin cazibesini yitirdiği bir dönemde ise güldürü sinemasını tekrar canlandıran ve İnek Şaban tiplemesiyle öne çıkan Kemal Sunal‘ı görüyoruz. Tabii İlyas Salman ve Şener Şen’i de bu dönemin güldürü ustaları arasında anıyoruz. Biraz nostalji yaşatmak istediğimiz yazımızı Türk Sinema Tarihine “en iyi film” sıfatıyla yazılan birkaç filminin adını vererek bitirelim. Selvi Boylum Al Yazmalım, Hababam Sınıfı, Babam ve Oğlum, Eşkiya, Muhsin Bey, Yol, Ağır Roman ve daha pek çokları…

  • Antalya'da Antik Bir Kent: Perge

    Yeşille mavinin kucaklaştığı, buram buram tarih kokan bir şehir; "Hiç şüphesiz ki dünyanın en güzel yeridir" denilen Antalya… Günümüzde genellikle yaz tatillerini geçirmek için düşündüğümüz bu cennet şehir, her mevsimde bir başka güzeldir. Karla kaplı yaylalarında kış sporları yaparken, güneşin ısıttığı sahillerinde isterseniz denize girebilir ya da bizim yaptığımız gibi ören yerlerini, antik kentlerini gezebilirsiniz Antalya’nın. "Tüm kavimlerin ülkesi" anlamına gelen PAMFİLYA; Aspendos, Perge, Side gibi tarihi şehirleri içinde barındıran, Antalya ilinin doğusundaki Likya ve Kilikya arasındaki bölgedir. İşte bu bölgeye bir zamanlar başkentlik yapmış olan Perge, Antalya'nın 18 km doğusunda, Aksu ilçesi sınırları içinde bulunan, antik bir kent. Perge, sadece bölgenin değil, tüm Anadolu'nun en düzenli Roma dönemi kentlerinden biriymiş. Mimarisi yanında, şimdilerde Antalya Müzesinde sergilenen mermer heykelleriyle de ünlü. 1946 yılından beri İstanbul Üniversitesince yürütülen kazılar sonucu, şehir merkezinin önemli anıtsal yapıları gün ışığına çıkarılmış, ele geçen heykel buluntuları sayesinde Antalya Müzesi dünyanın en zengin Roma Dönemi heykel müzelerinden birisi olma özelliğini kazanmış. Perge'yi gezmeye şehrin sağ tarafındaki sur duvarlarının kalıntıları boyunca yürüyerek başladık. Her biri yaklaşık yarım tonu bulan taşların üst üste konulmasıyla inşa edilen surların bir kısmı hala ayakta duruyor. Bu kocaman taşlar, doğal yapısı nedeniyle zamanla yağmur sularının etkisiyle birbirine kaynaşmış ve böylece hala ayakta kalabilmiş. Yapılan kazılar ve ortaya çıkarılan eserler Perge Antik Kenti‘nin üç parlak dönemden geçtiğini gösteriyor. Hâlâ ayakta olan sur yapılanmaları ve kulelerin inşa edildiği Helenistik dönem (İ:Ö 3. ve 2. Yy), kentin günümüze kadar gelebilen birçok yapısının (tiyatro, stadyum, hamam, çeşme, agora) inşa edildiği Roma dönemi (İÖ 2. ve 3. Yy) ve kilise yapılarının görüldüğü Hıristiyanlık dönemi. Şehir merkezine doğru yürüdükçe etrafımızda yol boyunca uzanan bazilikaları ve sıralanmış sütunları görüyoruz. Antik Kentin önemli yapılarından biri olan anıtsal çeşmeyi, şehrin hemen yakınlarda bulunan Aksu Nehri’nin tanrısı olarak ifade edilen, nehir tanrıçası Kestros‘un heykeli süslüyor. Bu çeşmeden akan su, 2 metre genişliğindeki su kanalının ortasından geçerek kenti ikiye ayırıyor. Bu çeşmeli yolun devamında geniş sütunlu bir cadde yer alıyor. Su kanalının ortadan ikiye böldüğü 22 metre genişliğindeki bu caddede, o dönemlerde kullanılan araba tekerlerinin izlerini görmek mümkün. Sütunlu caddenin yan taraflarında ise dükkanlar yer alıyor. İki caddenin kesiştiği noktada ise Apollonius Demetrius takı bulunuyor. Güneşli bir mart gününde rehber arkadaşımızın eşliğinde gezdiğimiz Perge’ye hayran kalmamak mümkün değildi. Bölgenin iklimsel özellikleri de düşünülerek kurulan şehrin ortasından, havuzlarla birbirine bağlanmış bir su kanalının geçiyor olması, sıcaklığın 40 dereceyi bulduğu yaz günlerinde ne kadar büyük bir ferahlık duygusu vermiştir kim bilir şehirde yaşayanlara. Sütunlu caddenin ilerisinde agoranın girişinde İÖ 2. Yy’da inşa edilmiş bir kapı bulunuyor. Helenistik kapı, savunma amacıyla dört katlı iki yuvarlak kule olarak inşa edilmiş. Duvarlarındaki niş denilen oyuklarda, şimdi Antalya Arkeoloji Müzesinde bulunan tanrıların ve şehrin kurucularının heykelleri bulunuyormuş. Rehberimizin anlattığına göre bu kulelerin üstünde bulunan bir çeşit gözetleme bölümünde, bugünkü zabıtaların görevini yapan, çarşıdaki düzeni, hile yapan satıcıları gözetleyen görevliler bulunurmuş. Perge Antik Kentinde de birçok antik şehirde bulunan ve şehirle ilgili her türlü ticari ve politik faaliyetin yapıldığı bir agora var. Geniş bir avlu ile çevresindeki dükkanlardan oluşan Agora, Eski Yunancada toplanmak anlamına geliyormuş. Agoradaki bazı dükkanların tabanı mozaikle kaplı ve bu dükkanlardan biri sırasıyla agoraya açılırken, diğeri agorayı çevreleyen sokaklara açılıyor. Perge'nin en dikkat çeken ve günümüze en sağlam olarak gelen yapılarından biri Helenistik kapının batı tarafında bulunan Roma hamamları. Sıcak ve soğuk su havuzlarının yanı sıra soyunma odaları, soğuk, ılık ve sıcak banyo kısımları ile spor odası gibi bölümlerden oluşan hamamda sıcak su ve ısı sağlayan külhan bölümlerini de görmek mümkün. Böylesi geniş imkanlara sahip hamamlar o dönemde sadece yıkanmak için değil, edebi ve politik sohbetler yapmak, dinlenmek ve zaman geçirmek için kullanılan sosyal mekanlarmış. Antik kentte görülebilen ve gezilebilen birçok eser Roma Döneminden kalma. Şehrin güney girişinde bulunan kapı bunlardan biri. Romalılar bu kapıyı ve duvarı İS 3. Yy’da şehri saldırılardan korumak amacıyla inşa etmiş. Helenistik duvarların renkli mermerlerle kaplandığı sütunlu bir cephe mimarisinin oluşturduğu caddede, duvarlara açılan nişlere tanrılara ve kentin efsanevi kurucularına ait heykeller konulurmuş. Perge'yi gezerken neredeyse şehrin büyük bir kısmında zeminin ince çakıl ya da kumla kaplı olduğunu görüyoruz. Rehberimiz şehrin zemininde bulunan mozaiklerin tahrip olmaması için bu malzemenin yerlere döküldüğünü anlatıyor. Bu arada çeşmeli yolun dayandığı yamaçtan tepeye doğru tırmanmak için yapılan merdivenli yoldan çıkıldığında şehri tüm görkemiyle kuşbakışı görmek de mümkün. İS 2. Yüzyıldan kalma, Anadolu'nun en büyük antik stadyumlarından olan Perge Stadyumu; ince, uzun dikdörtgen planlı olarak yörenin doğal taşı olan konglomera bloklarından "at nalı" şeklinde yapılmış. On iki bin izleyiciyi alacak şekilde yapılan statta, zamanla gladyatör ve vahşi hayvan dövüşleri popüler olunca, stadyumun kuzey ucu koruyucu kafeslerle çevrilmiş ve arenaya dönüştürülmüş. Stadyumun uzunluğu 234 metre, genişliği ise 34 metre imiş. Duvarlarında şarap tanrısı Dionisos‘un hayatını betimleyen rölyeflerin bulunduğu Perge tiyatrosu; seyircilerin oturma alanı, orkestra ve sahne alanları olmak üzere üç ana bölümden oluşmuş. On üç bin seyirci alabilen tiyatronun orkestra alanı birçok gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerine şahit olmuş. Çok geniş bir alana yayılmış olan şehri gezmemiz oldukça uzun bir zaman aldığı ve ne yazık ki müzenin kapanış saati geldiği için şehrin en önemli ve görkemli yapılarından olan tiyatroyu uzaktan görmekle yetindik. Bir başka gezide, bir başka antik kentte buluşmak dileğiyle... F​otoğraflar: Nurten Bengi Aksoy

  • Aziz Nesin Elbette Haklıdır, Çünkü...

    Daha geçen ay (6 Şubat) paylaştığım “Otoriteye Boyun Eğmemek” başlıklı yazımda, “Ezberleri ve otoriteleri olan” okurların benim ezber bozan yazılarım karşısında nasıl şaşkına döndüklerini anlatmıştım. 28 Şubat 2019 günü paylaştığım “Aziz Nesin Beni Nasıl Haşladı?” yazım, tam da bunun ölçüldüğü bir metin oldu. Gerçekte o yazıyı hiç de bir ezberi bozmak amacıyla yazmamıştım. 1984’te Unutulmayan Öğretmenler adlı kitabı hazırlarken bu kitap için yazı istediğimiz çoğu eğitimci olan aydınlara gönderdiğimiz bir ortak mektubu ve Aziz Nesin’in buna verdiği yanıtı yayımladım. Hiçbir yorum yapmadım. Doğrusu okurların doğru yorumu kendilerinin yapacağı kanısındaydım. O da Aziz Nesin’in kendisinden yazı isteyen bir öğretmeni haksız yere aşağıladığıdır. Nesin’in büyük bir mizah yazarı olduğuna kalıbımı basarım. Onun birçok kitabını gençliğimizden başlayarak hayranlıkla okuduğumuz gibi öğrencilerimize de okuttuk. Ona yazdığımız mektupta bütün bunları belirtmemiz gerekmezdi. O ise büyük bir yazar olduğunu hissettirerek kendisinden ancak özel bir mektupla yazı isteyebileceğimizi yazıyor, bunu yapmadığımız için “Bir ülkenin öğretmenleri böyle olursa” diyerek bizi aşağılıyordu. Eleştiri bir hak ve görevdir. Ben de bütün demokrat öğretmenler gibi, değil Aziz Nesin gibi bir yazardan, öğrencilerimden gelen eleştirileri ciddiye almışımdır. Hatta onlara eleştirinin kaçınılmaması gereken bir görev olduğunu öğretmek için beni eleştirecekleri fırsatları bol bol vermişimdir. Bunun bir eğitim yöntemi olmasını da önererek “Öğretmeni Eleştirin” (2016) kitabımda bol örneklerle anlattım. Aziz Nesin’le yazışmalarımıza yorum yapan arkadaşların çoğu beklemediğim biçimde Aziz Nesin’i haklı, beni haksız buldu. Ellerine geçirseler, beni neredeyse dövecekler! Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyorum. Otoriteye boyun eğmek dediğim tam da buymuş. Tekrar etmek zorundayım ki, bu tutumla iyiyi kötüden ayırmak, gerçeğe ulaşmak ve hayatı ilerletmek mümkün değildir. SEN KİM OLUYORSUN DA… “Ne güzel bir ders vermiş büyük ustamız. Bu da biz öğretmenlerin kulağına küpe olsun. Size de teşekkürler. Açık yürekliliğinizden ötürü.” “Ben Aziz Nesin'i haklı buldum. Sizin mektubu okurken hemen "BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİTMEZ" aklıma geldi!” “Öncelikle dürüstlüğünüz için ikinizi de kutlamak gerek Zeki Hocam. Keşke böyle mertçe yazıp, paylaşabilseydik, her şey daha güzel olurdu.” “Ünlü yazar ve düşünür elbet ki haklıdır. Biz ona yetişecek düzeye gelemedik.” “Aziz Nesin haklı. Ondan öğretmenleriyle ilgili anı isterken herkese ortak yazılan mektup yerine özel mektup gönderilmeliydi. Öğretmenleriyle ilgili Böyle Gelmiş Böyle Gitmez kitabında anılar olduğu belirtilip kitap için özgün bir metin istendiği açıklanmalıydı. 34 sanatçıdan Aziz Nesin gibi tavır koyan çıkmaması Aziz Nesin’in yanıldığı veya haksız olduğu anlamına gelmez. Böyle Gelmiş Böyle Gitmez kitabından öğretmenleriyle ilgili anılardan yayınladığınız kitaba uygun bir bölüm seçilip yayınlanmalıydı. Hem Aziz Nesin’in yanıtı kitaba girmiş olurdu hem de okuyucu üzerinde etkili olurdu.” “Ünlü bir yazar için sanki bir emr-i vaki mektubu olmuş gibi. Kişisel, özgün bir mektup daha şık olurmuş.” “Aziz. Nesin haklı. Kolay kolay Aziz Nesin olunmuyor.” "Nesin haklı. ...evet... Asıl soru şu: Siz bugün böyle bir kitap hazırlayacak olsaydınız aynı veya benzer bir metinle mi belirtirdiniz düşüncenizi? O kitap bende var ayrıca... Pek çok kitabı kütüphanemden çıkardığım halde o duruyor, değerli yani.” EZBERİ OLMAYAN İKİ YORUM “Şaşırmadım desem yalan olur. Aziz Nesin’in söylediğinin aksine, “rica”lı “dilek”li bir yazı yazmışsınız, hiç de askeri buyruk gibi durmuyor. Ayrıca yazıların hepsinin belli bir içeriğe sahip olması için birtakım başlıkları da belirtmişsiniz. Bunun da biçimsel bir birlik sağlamak adına yaptığınızı da belirtmişsiniz. Zaten diğer 34 kişinin ricanıza uyması ve size içerik iletmesi Aziz Bey’de bir gariplik olduğunu düşündürüyor. Değişik bir anı olmuş. Neyse ki sonu iyi bitmiş…” “ …Eza cefa çekmiş, yoklukla, acıyla, açlıkla sınanmış birisi, o şartlarda bile insanlara yararlı olmaya çalışmış birisidir. Ancak; size yazdığı cevabın satır aralarında da okunabileceği gibi: yaşamının son kısmında şöhret zehirlenmesi yaşamış, gerçek bir halk aydınında olmaması gereken, insanlara tepeden bakma zaafına sıklıkla düşmüştür. Başta Nazım olmak üzere diğer toplumcu gerçeklik yazarlarını eleştirilerinde kıskançlığı ve küçük görmesini sezdiğim süreçte ise NESİN, kişi olarak gözümden hızla düştü. Çok yararlandığım kalem ve yapıtları için, bilinç oluşumumdaki payı için, özgür, özgün ve eleştirel bakma yetimdeki katkıları için saygı ve rahmetle yâd etmek isterim…” (11 Mart 2019) Adı geçen yazılar için link: zekisarihan.com

  • ÇOCUKLARIMA

    Diyelim ıslık çalacaksın ıslık Sen ıslık çalınca Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes Kimse çalamamalı senin gibi güzel Örneğin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın Senden önce kimse saymamış olmalı Senin saydığın gibi doğru ve güzel Hem dalgaları hem saymasını severek De ki sinek avlıyorsun sinek En usta sinek avcısı olmalısın Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta Örgüt yoksa seninle başlamalı Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun Düşün düşünebildiğince üç boyutlu Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya Sanki senden önce düşünen hiç olmamış Dalga mı geçiyorsun düşler mi kuruyorsun Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum Düşlerini som somut görüp şaşsınlar Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz De ki bütün işe yarayanlar İşe yaramaz sanılanlardan çıkar / Aziz NESİN 20 Aralık 1915'te Heybeliada 6 Temmuz 1995 Alaçatı Türk Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından, UNESCO'nun yayınladığı Index Translationum adlı dünya çeviri bibliyografyasına göre, Türkçe eser veren yazarlar arasında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet'in ardından eserleri yabancı dillere en çok çevrilen dördüncü yazardır. Asıl adı Mehmet Nusret Nesin'dir. Edebiyatın çok alanında eserleri varsa da daha çok mizahi, toplum yaşamını hicveden öyküleriyle tanımıştır. AZİZ NESİN KİMDİR? Aziz Nesin 20 Aralık 1915'te Heybeliada'da doğmuştur. 1924'te İstanbul Süleymaniye'deki adı daha sonra İstanbul 7. İlkokulu olarak değiştirilecek olan "Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3. sınıfına girdi. İki yıl Darüşşafaka Lisesi'nde okuduktan sonra, 1935'te Kuleli Askeri Lisesi'ni, 1937'de Ankara'da Harp Okulu'nu bitirip teğmen oldu. Son olarak 1939'da Askeri Fen Okulu'nu bitirdi. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Bölümü'ne devam etti. Bir röportajında ona bu eğitim hayatının "Fikri takip" dedikleri şeyi getirdiğini belirtmiştir. II. DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA ORDUGÂHTA GÖREV YAPTI Aziz Nesin, Ankara Harp Okulu'nu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katıldı. 1941'den başlayarak II. Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugâhta görev yaptı. 1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'na atandı ve bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış bir cephaneliğin boşaltılmasıyla görevlendirildi. 1944'te Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla da görevlendirildikten sonra üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı. "MİZAH DİYİNCE HALK YARARINA İŞLEVİ OLAN GÖREVCİ MİZAHI ANLIYORUM" Gazeteci Zeynep Oral ile Milliyet Sanat Dergisi için yaptığı röportajda, Aziz Nesin; mizahı, sanatçıyı ve sanatını şu şekilde tanımlıyor: " ...Mizah deyince halk yararına işlevi olan görevci mizahı anladığımı baştan söylemeliyim...Beni mizah yazarlığına iten etken, o günkü ortamın koşullarıydı. Kısaca şunu söyleyeyim; genellikle yoksunluk ve yoksulluk, yaşamından gelen bir kızgınlık, öfke, bir hınç alma biçimidir mizah...Her zorluk, her acı çeken ille de mizahçı olmaz elbet, ama bu ağır koşullar kişinin mizahçı yeteneğini geliştirir...Mizahçının yetişmesi için gerekli bireysel koşuldan da anlaşılacağı üzere, mizah, bir yıkıcılıktır. Mizahçı kırgınlıklarını, nefretini, kinini, öfkesini, hıncını, bilinçli bir biçimde gerçekten yıkılması gereken hedefe yöneltebilir ve mizah silahını halk yararına kullanabilirse, bir olumlu yıkıcı olur...Sınıfsal bilinci olan her yazar, ister istemez güdümlü olduğunu, kendi kendini güdümlediğini bilir. Sınıfsal bilince sahip bir yazarı, bir sanatçıyı güdümlü kılmak hiçbir politikacının hiçbir yönetmenin haddi değildir... Sanatın işlevi?... Bu konuda başkalarınınkine uymayan düşünceler içindeyim...Sanatçının kendini, kendi sınıfıyla özdeşleştirmesi koşuluyla, sanatın işlevi, sanatçının kendini dışlaması, varlaması, ortaya koyması demektir. Sınıfıyla özdeşleşmiş olduğundan, kendini anlatırken sınıfını anlatmış olur." SİVAS KATLİAMI VE ÖLÜMÜ Aziz Nesin, 2 Temmuz 1993'te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere gittiği Sivas'ta 37 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Oteli Katliamı'ndan sağ kurtuldu. Yazar Nesin, söyleşi ve imza günü için gittiği Çeşme Alaçatı’da, 5 Temmuz'u 6 Temmuz'a bağlayan gece sabaha karşı geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetti. 7 Temmuz 1995'te vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca'daki Nesin Vakfı'nın bahçesine gömüldü. Günümüzde hala Ankara Uluslararası Film Festivali çerçevesinde verilen özel ödüllerin arasında "Aziz Nesin Emek Ödülü" verilmektedir. / Kaynak:İNTERNET *

  • Çarıklı Erkan-ı Harp

    Altı yedi yaşlarında küçücük bir kız çocuğu, annesinin eline sıkı sıkı yapışmış, minicik adımlarıyla onun koşturmasına ayak uydurmaya çalışıyor nefes nefese... Annesi bir eliyle çocuğunu çekiştirirken diğer eliyle de içinde küçük kızının oyuncak bez bebeğiyle bir iki giysisinin bulunduğu bir torbayı taşıyor. Bilmedikleri bir şehrin bilmedikleri bir semtinde, hayli dik bir yokuştan iniyorlar. Yokuşun ortasına geldiklerinde yol çatallaşıyor, üçe ayrılıveriyor. En sağdaki sokağın girişinde kocaman, beş katlı, görkemli ahşap bir konak çarpıyor gözlerine; o konağın adının "Kuleli Konak" olduğunu, o yıllardaki İstanbul'un en yüksek ahşap binası olduğunu, kısa bir süre sonra alevlere teslim olup cayır cayır yandığında öğreneceklerdir. Ortadaki sokağın kenarında çok da büyük olmayan ahşap bir konak daha var, onun da adı Vali Konağı… Ama anne ile kızı konakların olduğu o sokaklara değil de en sağdaki dar sokağa sapıyorlar telaşlı adımlarla... Taş konaklarla süslü, semalarında ezan sesleriyle çan seslerinin birbirine karıştığı o uzak şehirden, ahşap konaklarla, yalılarla süslü bu şehre geleli daha bir yıl olmamıştı. Şimdi annesiyle yeni bir yaşama doğru koşturuyordu. Çatalın en solundaki sokakta biraz yürüdükten sonra üç katlı, demirden tokmakları olan, koyu yeşil renk boyaları yer yer dökülmüş, ahşap kapılı bir evin önüne geliyorlar. Minicik yüreği bir serçe gibi çırpınıyor göğsünde küçük kızın; biraz korku, biraz merak, biraz heyecan... Biraz sonra, önünde heyecanla bekledikleri kapıyı beyaz tülbentli, güleç yüzlü, tonton bir kadın açıyor ve "hoş geldiniz" diye karşılıyor onları. Ürkek bakışlarıyla kendini süzen küçük kızın elini tutup, sevgiyle yüzünü okşuyor küçük kızın. Bundan böyle bu evde bizimle kalacaksın, diyor annesinin elinden çocuğun torbasını alırken. İlk defa geldiği bu evde merakla etrafı inceliyor küçük kız. Pencerelerin önünde teneke kutulardaki rengarenk şebboylar, sardunyalar çok hoşuna gidiyor. Sonra, sonra annesiyle vedalaşıyor, boynuna sarılıp yanaklarından öperek uğurluyor onu. Artık annesini sadece haftada bir görecek, onun koynunda uyuyamayacak, kokusunu içine çekemeyecekti her istediğinde... Küçük kızın yeni evi artık burasıydı; burada yaşayacak, okula gidecek yeni başlayacağı yaşam mücadelesine bu evde devam edecekti. Şimdiye kadar yaşadığı yerden çok farklı olmasına rağmen çok da yadırgamamıştı burayı. Artık kendine ait küçük bir yatağı, ders yapacağı masası ve oyuncakları vardı...Bir de annesi işe gittiğinde yalnız kaldığı gibi bir daha yalnız kalmayacak ve korkmayacaktı burada. İlkokula başlayalı bir iki ay olmuştu ve buraya gelince evi gibi okulu da değişmişti. Sınıfın en küçüğü en cılızıydı ama herkes onun çok akıllı olduğunu söylüyordu. Okumayı yazmayı çabucak öğrenmiş, sınıfta ilk kırmızı kurdeleyi ona takmıştı öğretmeni. Sonra törenlerde, bayramlarda şiirleri hep ona okutmuşlardı. Öylesine çabuk alışmıştı ki yeni evine, yeni yaşamına; çevresindeki herkes onun bu tevekküllü haline hem şaşırıyor hem de çok seviyordu onu. Mahalleli bir de isim takmıştı ona, kendinden beklenmeyen laflar ettiği, çok bilmiş olduğu, o bir karış boyuyla her işin üstesinden geldiği için; "çarıklı erkanıharp" diyorlardı ona gülümseyerek... O küçücük haliyle ne olduğunu anlayamadığı bu deyimi sevmiş, benimsemiş ve "çarıklı bir erkanıharp" olduğu için, her şeyin, her zorluğun üstesinden gelmişti hep, ya da geldiğini sanmıştı...

  • NEFES VE SU

    göğü olmayan o günden sonra yaprakları dökülmüş dalları sızlarken ağaçların çığ altında gibi dondu her şey dondu sokaklar ve fabrikalar siren sesleri bastırdı haykırışları betonlar çığlıkları gizledi parmaklıklar tanığı oldu sıkılan yumrukların kaçtı martılar maviliklerden hava ağır kurşun kokusuna döndü sustu çağlayan nehirler sustu elde kalan sırlar param parça gövde ancak hesaba yazıldı karanlık gün karanlık gece hesaba yazıldı anneler teselli oldu sesleri tel örgüleri yırttı duvarları deldi sokakları salladı adımları evlatlarının düşü onlarda uyandı Erdal’ın, Necdet’in anneleri oldu buğday yüzlü tüm anneler “bizi öldürmeden evlatlarımız öldüremezsiniz” haykırışı Didar ablanın bir avuç su bir dirhem nefes oldu gecelerce evlatlara saklanan kırlardaki tüm çiçekler annelerin tüm şiirler ve türküler annelere annelerin gülecek yüzlerinde doğacak sabah

  • NEFES

    Nefes almayı unuttuğunuz oldu mu hiç? Nefes alıp vermek düşünmeden yaptığımız hayati bir eylemdir. Tıp kitaplarına göre istem dışı fonksiyonları kontrol eden otonom sinir sistemi tarafından gerçekleştirilir. Hiç üzerinde düşünmediğimiz bu olay hayatın bazı anlarında düşünsel bir eyleme dönüşür. Unutursunuz nefes almayı. Biri size hatırlatana kadar! Nefes almayı unutmak bende iki kez oldu. İlki, New York’ta, bir kaza nedeniyle trafiğin kitlenmesi sonucu, üç buçuk saat bir tünelde mahsur kaldığımda oldu. Tünelin ortasında, direksiyon başında kalakalmıştım. Ne ileri ne geri gitme olanağı yoktu. İlk dakikalarda şimdi açılır trafik umudu vardı. Ama sonra anons duyulmaya başladı. Kaza nedeni ile trafik durmuştu. Korkulacak bir şey yoktu. Motorlu polis ekipleri su- gıda gibi acil ihtiyaçlarımızı giderebileceklerdi. Trafiğin açılması biraz zaman alacaktı. Ne kadar geçti bilmiyorum. Ama kulaklarım yapılan anonsları duymamaya başladı. Bir uğultu idi duyduğum. Terlemeye başlamıştım. Emniyet kemerimi açtım ama rahatlayamadım. Arabadan çıktım. Neyden bilmiyorum, ama bir şeylerden kurtulmam gerekti. Koşmaya çalıştım. Ama ayaklarım beni taşımaktan vazgeçmişti. Olduğum yere yığıldım. Gözümü açtığımda bir polis beni omuzlarımdan tutmuş sarsıyordu ve bağırıyordu: “Nefes alın hanımefendi, nefes alın.” Boş boş bakıyordum polisin yüzüne. Nefes almayı unutmuştum. Sahi, nefes nasıl alınıyordu? Sanki gözlerimdeki soruyu anlamıştı polis. Seslice havayı içine çekip dışarı bıraktı. Birden hatırladım nefes almanın nasıl yapılacağını. Fiziksel şoktan çıkmıştım. İkincisi birkaç yıl sonrasında gene New York’ta oldu. Dersimden geçemediği için mezun olamayan bir öğrencim, park etmiş arabamla kendi arabası arasında ezerek öldürmek istedi beni. Arabanın hızla üstüme geldiğini gören bir kişinin çığlığı ile, içgüdüsel bir sıçrayışla kaldırıma attım kendimi. İki arabanın çarpışmasındaki metalik ses hala kulaklarımda. Arabanın haline bakınca ortaya çıkan manzara korkunçtu. Kaçamasaydım ölür müydüm bilmiyorum, ama kesin, ezilen ayaklarım nedeniyle ömür boyu sakat kalırdım. Bu olay beni çok kötü etkilemişti. Depresyona girmiştim. Boğuluyordum. Adeta nefes alamıyordum. Öğrencilerimden birinin eşi psikiyatristti. Ona hayata dönebilmek için ne yapmalıyım diye sorduğumda her hangi bir sanat dalı ile ilgilenip ilgilenmediğimi sordu. Örneğin resim yapıyor muydum? Hayır! Bir enstrüman çalıyor muydum? Hayır! Şiir falan yazıyor muydum? Şimdi hayır, ama lisedeyken yazmıştım bir şeyler diye cevap verdim. “Tamam, yaz “ dedi. “Şiir yaz. Yaz, anlat bana içindekileri. Şiirleri okuduğumda yardım edebilirim sana”. İlk duyuşta komik gelen bu isteği yapmadım. Ama bir gece aniden uyandım ve bulduğum ilk kâğıda bir şeyler yazmaya başladım. Ölümle ilgili bir şiirdi, ama içimi karartmak yerine içimi açmıştı. Sabah uyandığımda sanki havadaki ağırlık gitmişti. Ben tekrar kolay nefes almaya başlamıştım. Yıllar sonra yazdığım ilk şiirdi o. Ve bir daha kalemim durmadı. O günden bu yana hep yazıyorum. Sanat bana nefes aldırmıştı. O gece ve sonrasında karaladıklarım 1992'de yayınlanan ilk şiir kitabımdaki şiirlerimi oluşturdu. Psikiyatrist Amerikalıydı ve Türkçe bilmiyordu. Şiirimi okuyamadı tabi ki. Ama sanatın beni hayata geri döndüreceğinden emindi ve de aynen öyle oldu. Sanatla ilişki iki şekilde kurulur: Ya sanatçı olursunuz ya da sanatsever. Her iki şekilde de sanat sizi yaşama bağlar. Sanatla nefes alan, yaşama tutunan birçok örnek bulabilirsiniz. Frida resimle tutunmuştur hayata yatalak kaldığında. Polonyalı ünlü piyanist Wladyslaw Szpilman Nazi işgali altındaki Varşova’nın kenar mahallelerinden birinde hayatta kalmak için büyük bir mücadele verir. Sefaletin ortasında ona ümit veren tek şey kafasının içinde devamlı tekrarladığı müziklerdir. O müzikleri, olmayan, hayali bir piyanoda çalarcasına oynattığı için parmakları donmaktan kurtulur. Açlık, pislik, korku ve tüm iğrençlikleri aşmayı sanat tutkusu ile başarır. Onun bu gerçek yaşama sarılma hikâyesini Yönetmen Roman Polanski Piyanist filmi ile dünyaya duyurmuştur. Yine hiçbir iletişim kurmaya yanaşmayan beyin özürlü kişiler, örneğin otistik yavruların, eğitim kurumlarında, müzik ile iletişim çabalarına cevap verdiği çok görülmektedir. Ben de anlattığım gibi yazarak hayata bağlandım. Yılgınlığın üstesinden geldim. Sanatsever olmak ta yaşama tutunmak için çok iyi bir yoldur. Bir kere güzeli sevmek onu daha çok aramaya iter kişiyi. Daha çok güzel müzik dinlemek için konserlere gitmeye başlarsınız. Bir yerde bir eserinin resmini görüp beğendiğiniz ressamın başka eseri var mı diye müzelere gidersiniz. Radyoda duyduğunuz bir şiir, o şiir kitabını almak için bir kitapçıya götürür sizi. Bir sergide beyaz bir tuvalin üzerindeki üç kırmızı noktaya ya da çizgiye bakıp bu da ne diye düşünüp geçerken birilerinin” İşte o şahane resim” diye o tablonun önüne gitmeye çalıştığını görünce düşünmeye başlarsınız. “Ben ne kaçırıyorum?” “Onlar bu tabloda ne görüyor?” Bu sorular sizi sanatla ilgili panellere-konferanslara götürür. Yeni bilgiler, dostlar edindirir. İlk baktığınızda bir mana yüklemeye çalıştığınız o tablo sizin yaşamınıza yeni anlamlar katmıştır. Sanat sizi hayatın içine sımsıkı çekmiştir. Sanatsal bir güzellikle tanışmak, çevrenize ve çevrenizdeki sanatsal olaylara farkındalığınızı artırır. Güzeli daha güzel görürsünüz. Güzeli çirkinden ayırt etmeyi öğrenirsiniz. Kalite önem kazanmaya başlar. Kültürlü ve kültürsüz kelimeleri önem kazanmaya başlar. Kültürlünün eğitimliden başka bir anlama geldiğini anlarsınız. Diploma almış olmanın, kültürlü olmak demek olmadığının farkındalığı başlar. İnsan ilişkileriniz değişir. Olayları konuşmak yerine, fikirleri konuşmaya başlar sanatseverler. Sanat çok değişik şekillerde karşımıza çıkabilir. Ben sanatın her dalıyla ilgiliyim. Sanatın bir dalına bulaştı iseniz, onun bir bütün olduğunu anlarsınız. Ben harfle yaratırken eserimi, bir müzisyen notayla anlatıyor içinde birikenleri. Fırça ve boyalar ressamın, çekiç ve kesiciler heykeltıraşın aletleri. Tüm yaratılan eserler, içlerinde biriken bilgiyi dışarı çıkarma yoludur. Gerçi bilim adamları, iş adamları da bilgiyi dışarı atmak-yaymak için kitap yazarlar. Ama onların ki beyinden bir aktarmadır. Yazdıkları-çizdikleri bilim kitaplarıdır. Ne nasıl yapılır sorusuna cevap veren kitaplardır. Çok değerlidir. Ama sadece onunla ilgilenenler için. Bir inşaat ustası da demiri büker. Oysa zanaatkâr demiri işler. Ona hayat verir. Sanatçının içselleştirdikleridir yarattığı. O bilgiyi beyninden yüreğine indirmiş ve eserini oradan yaratmıştır. Yürekten doğan bu eserler başkalarının hayatlarını güzelleştirir. Kitap; okuyanın, müzik; dinleyenin, resim-heykel; seyredenin parçası olur çıkar. Bir mimarın başyapıtı o yörenindir artık. Ama sanatla uğraşan için de yaşamın anlamıdır. Sanat ölümsüzlüğe açılan bir tüneldir. Sonunda görünen ışıkla size umut veren ve yol aldığınızda, sizi, size hayat verecek havaya-yaşam kaynağı oksijene kavuşturan bir tünel.

  • AIDS Böyle Gelmişti

    1985 YILI VE AIDS BÖYLE GELMİŞTİ Rock Hudson, 25 Temmuz 1985’te AIDS hastası olduğunu açıklayana kadar, AIDS, sadece uyuşturucu müptelalarının, Haitililerin ve fahişelerin hastalığı olarak biliniyordu. Bütün maçoların idolü, erkekliğin de sembolü olan aktör, 2 Ekim 1985’te öldüğünde, AIDS de dünya gündemine oturdu. 1 Aralık Dünya AIDS Günü olarak kutlandı. Bilanço ağır: Dakikada 11 kişi AIDS virüsünü kapıyor. Dünyada milyarlarca kişi AIDS’in pençesinde. Kadınlardaki risk de giderek artıyor. Çağın vebasının hiç şakası yok. Seçtiği kurbanlarını eninde sonunda ölüme götürüyor. Bu amansız hastalığın dünyada tanınmasını ve de hastalığa karşı büyük bir savaşın başlatılmasını sağlayan kişi ise Hollywood’un yakışıklı aktörü Rock Hudson’dı. 1985 yılında AIDS’e yenik düşmesi, önce Hollywood’u daha sonra da çeşitli sosyal yardım kurumlarını harekete geçirdi. Ancak 1 Aralık’ta düzenlenen toplantılarda onun adını anmak isteyen çıkmadı. ROMANTİK KOMEDİLERİN YAKIŞIKLI OYUNCUSU Tıbbi olmasından öte sosyal içeriği olan bir hastalık AIDS. Dünyada ilk AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome-Kazanılmış Bağışıklık Yetmezlik Sendromu) vakası 1981’de ABD’de çıktı. Daha sonraki vakalarda ortak payda ise eşcinsel erkek olmaktı. Belki de ilk eşcinsellerde görüldüğü için hastalık önce dikkat çekmedi. Ne var ki ünlü sinema sanatçısı Rock Hudson, önce eşcinsel olduğunu açıklayıp, sonra da AIDS’ten yaşamını yitirince, dünya da bu illeti tanıdı. Hollywood’ta romantik komedi filmleri denilince akla gelen ilk isimlerden biri Rock Hudson’dır. 1950’li 60’lı yılların gençliği, Rock Hudson’a hayrandı. Genç kızların yüreklerini hoplatan yakışıklı ve sevimli aktörün, gerçekte bir eşcinsel olduğu, uzun yıllar hayranlarından gizlenmişti. Kamera karşısında romantik aşık kişiliğine bürünen aktörün özel yaşamında düzinelerle sevgilisi olması beklenirken, onun aşk hayatına ilişkin herhangi bir haberin yayınlanmaması şaşırtıcıydı. Rock Hudson’ın karda yürüyüp izini belli etmeyen bir sanatçı olması, önceleri kimseyi kuşkulandırmadı. Ancak aktörün, bağlı olduğu film stüdyosundaki sekreterlerden biriyle evlenmesi, Rock Hudson açısından büyük talihsizlik oldu. Phyllis Hudson, evlendikten birkaç ay sonra, kocasının eşcinsel olduğunu dünyaya ilan edip, boşanma davası açtı. Böylece Rock Hudson’ın yıllar yılı büyük bir titizlikle gizlediği büyük sırrını da öğrenmeyen kalmadı.Her şeye rağmen Rock Hudson’ın filmlerini ilgiyle izleyen hayranlarını, 1980’li yılların ortasında daha büyük ve çok acı bir sürpriz bekliyordu: 1984 yılında Rock Hudson’ın sağlığı bozulmaya başlamıştı. LİZ TAYLOR’DAN ESKİ DOSTA BÜYÜK DESTEK Yakışıklı aktörün sadık dostu Elizabeth Taylor, ‘Devlerin Aşkı’ filmindeki rol arkadaşı ve sevgili dostu Rock Hudson’ın tedavisi ve bakımı için gerekenleri bizzat yapacağını duyurarak, bir zamanlar aşık olduğu adama en büyük desteği verdi. Dostunun yanından hiç ayrılmayan Taylor, aktörün ölümünden sonra da bir vakıf kurdu ve hayatını AIDS ile mücadeleye adadı. Onun izinden giden ünlü yıldızlar da AIDS kampanyalarında canla başla çalışmaya başladılar. Hollywood’da değişti Rock Hudson, 1925 yılında Chicago’nun banliyölerinden birinde doğmuştu. Asıl adı Roy Scherer’di. Küçük Roy, daha dört yaşındayken babası, onu ve annesini terkedip kayıplara karışmıştı. Ünlü aktör daha sonra üvey babasının adını aldı. O artık Roy Fitzgerald’dı. Chicagolu delikanlıyı Hollywood baştan yarattı. Dişleri yapılmış, ses tonu kalınlaştırılmış, adı Rock Hudson olarak değiştirilmişti. Üstelik bu eşcinsel delikanlı, sinemaseverlere, romantik çapkın olarak tanıtılmıştı. Kısacası, hayranlarının tanıdıkları, sevdikleri kişi gerçekte hiç yaşamamıştı. / derleme: Müzeyyen MELİK *

  • DİLİMİZ TÜRKÇE ÜZERİNE

    Bir milleti millet yapan kuşkusuz en önemli öge “dil”dir. Biz bir kişinin yüzüne bakarak onun ırkını milletini bilemeyiz ama yalnızca, evet yalnızca dilinden o kişinin hangi milletten olduğunu anlarız. Dil milleti millet yapan ana öğe olmasına karşın birçok yazar, çizerimiz dilimize özen göstermemekte; onu ilkel, basit, gelişmemiş olarak nitelemektedir. Daha doğrusu Türk Milletini, Türk halkını hor gördüğünden yabancı dillere meyletmektedir ki kendisinin de ne kadar önemli ve bilgili birisi olduğu ortaya çıksın. Bu dün Arapça Farsça idi. Yakın zamana kadar Fransızca idi. Şimdi ise İngilizcedir. Televizyonda Kanal 1'de yarışma programı var. Orada bir kelime Arapça Farsça ise bir şey demiyor. Ama batı dillerinden dilimize girmişse hemen yabancı kökenli olduğunu söylüyor. Yani Arapça Farsçayı yabancı saymıyor. Oysa Türkçe olmayan her kelime bizim için yabancıdır. Bununla dil ırkçılığı yapmıyorum. Kuşkusuz bütün diller arasında kelime alışverişi vardır. Ve Türk dili öylesine sağlam bir yapıya sahiptir ki yabancı kelimeyi dilimize uydurur da o kelimenin kökenini dahi unuturuz. Kar dolabı (gardrop), tireduvarı (tretuvar), başport (pasaport), alaman kabı (aliminyum), çamaşır (cameşur), merdiven (nardübend) gibi... Bütün bunlar bir yana Türk dilinin önemli bir özelliği de kısa, net, açık, yalın çarpıcı bir anlatıma sahip olmasıdır. Son yıllarda TV'lerin yaygınlaşıp sunucuların da ona bağlı olarak artmasıyla birlikte dilimizde korkunç bir yozlaşma ve yanlış kullanımlar arttı. Zira sunucu olmak için iyi bir dil eğitimi ve terbiyesi almak gerekli değildi. Güzellik yarışmalarında derece almak ön koşuldu adeta. Sulukule çingenelerinin, hünsaların, sosyete tortusu kadın -erkek fahişelerin istila ettiği programlarda Türkçemizi katlediyorlar. Bakıyorsun muhabir çok heyecanlı bir ses tonuyla ve çabuk çabuk: - Şimdi sayın seyirciler hemen olay yerine dönüyoruz. Hemen vatandaşa bağlanıyoruz. Hemen sizin görüşlerinizi alalım (Niye hemen, öğrenelim demek istiyor herhalde) Bir başka sunucu “Üç kişi gözlem altına alındı” diyor. (Gözlem rasat demektir.) Gözetim altına alındılar demek istiyor haspa. Son zamanlarda ise şu hastalık yayıldı: Operasyon gerçekleşti Başbakan ile filan başkan üç dakikalık bir görüşme gerçekleştirdiler Gerçekleştirilen görüşmelerden bir sonuç çıkmadı Heyetimiz uçağına binmeyi gerçekleştirdi Görüşmelerde uzlaşma gerçekleştirildi IMF başkanına yapılan ayakkabılı protesto olayının sunumlarından Protesto eylemi nasıl gerçekleşti. Bize anlatır mısın Protesto etme eylemi gerçekleştiren kişi yakalandı IMF başkanına tepkisini gerçekleştiren eylemci serbest bırakıldı. Sanığa 45 yıl ceza verilmesini olumlu karşılıyorum.(Ne demekse) Meclis başkanı bir kez daha yoklama gerçekleştirdi. Kuruluş yıldönümü anısına ağaç fidanı dikimi etkinliği gerçekleştirildi. Ağır ceza mahkemesi duruşmanın kapalı gerçekleşmesine karar verdi. TBMM’de filan tasarı AKP’nin oylarıyla gerçekleşti. Eyüp Camiinde gerçekleşen cenaze namazına katıldı. MHP’nin bulunduğu binada yangın çıktı. Çay ve kahveyi yemekten iki saat sonra tüketin. (için demek istiyor herhalde).Yani sanki edildi, görüldü, yapıldı …deseler olmaz. Bir başka kerli ferli adam çıkıyor. Adının önünde de Prof. Dr. var. Ben filan olayı çok çok doğru bulmuyorum diyor. Çok çok doğru bulmuyorsa çok doğru buluyor demektir. En azından doğru buluyordur. Oysa onun demek istediği ben bu olayı hiç doğru bulmuyorum. Kınıyorumdur. Aşk yaparken yakalandılar. Aşk kaçamağı yapmak onun da hakkı. Aşk gibi yüce ve yoğun bir duygu ancak böyle katledilir. Batıda duygu yoktur. Madde vardır. Dolayısıyla sevgi yerine cinsel birleşme karşılığı olarak aşk kullanılıyor. Konu nerden kaynaklanıyor. İngilizce düşünüp bunu Türkçeye çevirmekten ileri geliyor. Hatırlayalım. Tansu Çiller Hanım White Horse gibi düşünüp partisinin amblemine beyaz at demişti. Oysa amblemin adı Kırat’tı. Yıl 1970, Gazi Eğitim’de öğrenciyim. Tahsin Saraç ( ki ülkemizin en iyi Fransızca bilenlerindendir) Sartre’nin sevgilisine yazdığı bir aşk mektubunu Türkçeye çevirmiş ve başlığını şöyle koymuştu: Benim Dostum (Mon ami) Şiddetle itiraz etmiştim. Bir Türk genci sevgilisine benim dostum demez. Bebeğim, yavrum, canım sevgilim, hayatım, aşkım, tavşanım, küçüğüm, bir tanem….der ama asla “benim dostum” demez. Siz tutar da yabancı kelimelerin yerine aynen Türkçe karşılıklarını koyarsanız ortaya “Benim Dostum” gibi bir acayiplik çıkar. Oysa bunu bir Türk nasıl söyler diye çevirmelidir. Şimdi İngilizce çatırtadanlar İngiliz gibi düşünüp Türkçe anlatmaya kalkınca bu çamları deviriyorlar. Belki de ne kadar büyük bir sunucu konuşmacı olduklarını düşünüp şişiniyorlardır. Bir başka gariplik ise kısaltmaların okunuşundadır. Türkçe’de bütün sessizler seslendirilince sağına “e” harfi alır. “be,ce,de,fe,ke,le,ze….”gibi. Ben Saaaadetttin Tekkksooyyy Entivi İstanbul diye çığırıyor ekrana. Adını nasıl telaffuz ettiği ona kalsın ama NTV yi NeTeVe diye okumalıdır. Mehmet Barlas, Bekir Coşkun gibi ünlü yazarlarımız, Erdoğan Başbakan CeHaPe diye yazıp söylüyorlar. Niye.? Efendim Cumhuriyet Halk Partisi'nin kısaltmasıdır. O nedenle Ha diyormus. Peki kuzum o zaman niçin CuHaPa demiyorsun? Hele tüylerimi diken diken eden KKTC’yi okuyan spikerler KaKaTeCe demezler mi. Bir başka gariplik ise iki kişi ayrılırken birbirlerine: -Kendine çok iyi bak, gibisinden hala ne demek istediğini anlayamadığım bir veda sözü söylerler. Bir yere gidince insanlara hitaben, -Selamünaleyküm, Ayrılınca -Selamünaleyküm, Telefonda -Selamünaleyküm. Sanki dilimizde merhaba, günaydın, iyi günler gibi kelimeler yoktur. -Nasılsın -Allah razı olsun -Çocuklar Nasıl -Allah razı olsun -Filan işin oldu mu -Allah razı olsun Bu Türk konuşması değildir. Teşekkür ederim. Sağol. Ellerinden öperler. Eksik olma, dese günaha girecek adam. Her tarafı günah ve haram olanların sevap arayışı ve günah çıkartmasıdır aslında Özetle sunucuların, konuşmacıların, yazarların topluma öncülük edenlerin giyimlerinden kuşamlarına, kullandıkları sözlerden, yaşam biçimlerine kadar örnek olmaları gerekirken, özgürlük, rahatlık adına en fazla bunlar yozlaşıyorlar. Yarı cahiller de maymun gibi bunları taklit ediyor. Eskiden tıraşsız kravatsız bir toplam önüne çıkmak en büyük ayıp iken şimdi pejmürde, saçı sakalı birbirine karışmış, fanilası gözüken tipler göz sağlığımızı da ruh sağlığımızı da bozuyorlar. Kısaca bu insanlar toplam, azami 200 kelimelik bir sözcük dağarcığı ile günlük yaşamlarını sürdürüyorlar. Sonuç. Bir toplumun ekonomisi, ticareti, siyaseti, yönetimi dışa bağımlı ise kültürü de dili de ona paralel olarak bağımlı oluyor. Bir yanda İngilizce diğer yanda Arap Bedevi dili. Dilimiz yozlaşıyor. Milleti millet yapan temel öge olan dilimiz ve dolayısıyla insanımızın bilinci tutsak ediliyor. Dumura uğratılıyor... Bu konuda sayfalar dolusu örnekler vermek mümkün ama ...

  • Dilimiz Üzerine

    Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor. Türkçe'de, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz... Dilimiz çirkinleşir..." dediler: Genç Kalemciler'e ters baktılar, saldırdılar. Genç Kalemciler'i yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi! O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar. Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, öteden beri istediklerini sanarak kullanacaklar. Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir. Nurullah Ataç(Biyografisi) (1898-1957), Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar ve eleştirmendir. Dergâh dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla edebiyat dünyasına giren Ataç, çeviri, deneme ve eleştirileriyle Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuştur. Yeni bir kültür ve dil arayışı içinde, kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele almış; Batılılaşma, Divan şiiri, yeni şiir, eleştiri gibi çeşitli konularda, kişisel yönü ağır basan yazılarındaki kuşkucu ve cesur tavrıyla pek çok genç yazarı da etkilemiştir. Elliye yakın çeviri yapan Nurullah Ataç'ın yazıları şu yapıtlarda toplanmıştır: Günlerin Getirdiği (1946), Sözden Söze (1952), Karalama Defteri (1953), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (ös 1957), Okuruma Mektuplar (ös 1958), Prospero ile Caliban (ös 1961), Söyleşiler (ös 1964), Günce I -II (ös 1972), Dergilerde (ös 1980)

  • Dil Üzerine

    Önce söz var. Eşyanın yaratılışı sonradan. Adem'e önce isimler öğretiliyor. İsmin karşıladığı kavramlar sonradan geliyor. "Talebe perişan. Dilini unutan bir nesil yabancı bir dili nasıl sevsin", yazıklanmasında olan Cemil Meriç, bir aydın yabancı dil bilmese de olur, kanaatinde, yeter ki anadilini iyi bilsin ve konuşsun. Haklı. Çünkü aydının yolu bütün bir ülke adına konuşmaktan geçiyor, yani düşünmekten. Gerçek manada aydın olmanın ilk şartı yüksek bir dil bilincine sahip olmak. Bunun tartışılması bile abes. Gündelik konuşmadan bir güzel sanat dalı olarak edebiyata kadar uzanan meşakkatli ama onurlu bir yolculukta, içsel eylemlerimizin görünür kılınması anlamına gelebilecek dil, güzelliğin de birinci şartı gibi duruyor. İlk bakışta bize çok cazip gelen insanlardan bazılarının hükmünün bazen sarf ettikleri ilk cümleden sonra düşmesi dil yetmezliğinden değil mi? Ya da tam tersi. Gözümüze ilk bakışta, sureta çirkin görünen kimi insanlara, ilk birkaç cümlesini duyduktan sonra adeta esir olmamız, bir tür çok kuvvetli büyülenmişlik hali içinde kalmamız, konuşmalarındaki güzelliğe kapılmış olmamız anlamına gelmiyor mu? Kalbin dili yok; ama kalbe giden en kestirme yol yine de dilden geçiyor. Güzellik bir yana, düşünce de dilden başka nedir ki? Düşünce sessiz bir konuşma, öyle değil mi? Alain, dil düşüncenin evidir, fikrinde. Heidegger'e göre ise, dil insanların evi. Yunus, dil hikmetin yoludur, böyle diyor. Büyük kültürlerin ve uygarlıkların arkasında mutlaka büyük diller var. Milletlerin düşünsel karakterlerinin büyüklüğü lügatlerin kalınlığı ile doğrudan orantılı. Dil zenginleştikçe millet olma vasfı genişliyor. Yüz kelimeyle konuşan bir kabilenin millet olma seviyesine erişememesi ve insanlık ağacına büyük kültür dalları armağan edememiş olması bundan. Millet olmanın tanımı, toplumlar ve çağlar boyunca az çok değişen madde başlıkları içeriyor. Coğrafya, din, dil, yönetim, ırk, kültür birliği gibi şartların kimi, zaman zaman listedeki sırasını değiştiriyor ya da tümden kaybediyor. (Söz gelimi ırk kavramı millet olmanın bazen acil şartı gibi muamele görürken bazen aciliyetini tümden yitiriyor). Öyle ki bu seyyal listede yer alan madde başlıklarından hemen hepsi millet olmanın olmazsa olmaz şartı gibi durmuyor, biri hariç. Yöneticisini, devletini, ırk veya din birliğini, hatta ülkesini kaybeden bir topluluğun millet olma vasfını koruması mümkün. Yeter ki dil birliğini ve bilincini koruyabilmiş olsun. Üstelik belki dil birliği kaybolduğu anda geri kalan madde şartlarının çoğunun sağlanmış olması bile millet varlığını ve devamlılığını korumaya yetmiyor. Çünkü dil insanların evi. Milletin ülkesi bir bakıma dil. Osmanlı Devleti'nin Batı karşısında mağlubiyet bayrağını açtığı ilk anlaşma olan Karlofça'nın, -ki tarihler 1699'u gösterdiğinde imzalanmıştı,- aynı zamanda Osmanlı'nın altına imza koyduğu Latin harfli ilk anlaşma metni olması ne kadar hem ne kadar manidar. Görünen o ki bulma gibi yitme de dilden başlıyor. Vaktinde, sömürgeleriyle ve bu sömürgeleri sağlayan dünyanın en büyük donanmasına sahip olmasıyla kibirlenen İngilizler, muhal farz, Shakespeare'i ne sömürgeye ne donanmaya değişmeye yanaşıyorlar. Makul. Çünkü donanma ya da sömürge bir Shakespeare var edemez; ama Shakespeare hem donanmayı, hem sömürgeyi yeniden var edebilir. Çünkü Shakespeare asırların tecrübesini her bir sözcüğünde taşıyan İngiliz dili demek. İngiliz dili ise İngiliz düşüncesi demek. İtalyan ulusal birliğinin kurulmasında Dante ya da Petrarca'nın payı, bu ulusal birliğin fiili kurucusu savaşçı komutanlar ya da keskin zekalı siyasilerden daha az değil. Her ikisi de İtalyan ulusal birliğinin sağlanmasını can ve gönülden arzuluyor ve bu uğurda kendilerine düşen görevi kalemleriyle yerine getirebileceklerini fark edecek kadar uyanık bir dikkat ve önsezinin sahibi bulunuyorlar. Ve Dante de Petrarca da bütün Avrupa üzerinde muhkem bir Ortaçağ Latincesi'nin hakimiyetinden sıyrılarak ulusal dil ile yazmaya başlıyorlar. Bu yüzden kalem kendi tarihçesinde, en ziyade kılıçla mukayese ediliyor. Kendisine yüklenen güç kılıç kadar keskin, belki daha fazla. Namık Kemal "Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir" isimli makalesinde Türk dili ve edebiyatı hakkında derli toplu ilk fikirleri sergilerken Zemahşeri'nin bir cümlesini iktibas ediyor: Zemahşeri, İslamiyet'e karşı direnen cahiliye devri Araplarından bir kısmının kılıca direnebildikleri halde belagatin gücü ve güzelliği karşısında direnci terk ettiklerini söylüyor. Kalem kılıçtan güçlü çünkü. Bu yüzden alimlerin mürekkebinin mukayese ve müşabehe edilebileceği yegane, şehitlerin kanı. "Kaleme ve onun satıra dizi dizi yazdıklarına and olsun"; Kalem, 1. Nazan Bekiroğlu 30.04.2000

  • NASRETTİN HOCA VE ADALET

    Nasreddin Hoca ile adalet arasında bağlantı kuramayanlarınız olabilir. Ancak bilen bilir ki fıkralarda tanıdığımız, hakkında pek çok rivayet bulunan Nasreddin Hoca aynı zamanda bir fıkıh (hukuk) alimidir. Hoca, hatiplik, elçilik, kadılık, gölge kadılığı (tecrübeli hâkimlerin yanında çalışan ve bazı küçük davalara bakan kadı namzedi), müderrislik (günümüzdeki adıyla öğretim üyeliği) görevlerinde bulunmuş. Ayrıca Hoca, döneminde yalnızca ilimi geniş hocalar tarafından okutulan Kudûrî adlı hukuk bilgininin "el-Muhtasâr" adlı eserini okutmuştur. Hoca üzerinden, bugünden 800 yıl önceki adalet arayışına değinmek istedim. 1200'lü yıllarda yaşamış olmasına rağmen namı günümüze kadar gelen efsaneleşmiş bir halk filozofudur Nasreddin Hoca(1208-1284). Bizde Nasreddin Hoca, Azerbaycan ve İran'da Molla Nasreddin, Kazakistan'da Koja Nasreddin, Özbekistan'da Nasreddin Efendi, Uygurlarda Afandi… Ayağını sıcak tut, başını serin. Kendine bir iş bul, düşünme derin. Bindiğin dalı kesme. Dağ yürümezse abdal yürür. El elin eşeğini türkü söyleye söyleye arar. Parayı veren düdüğü çalar. Acemi bülbül bu kadar öter. Damdan düşen bilir, damdan düşenin halini. Dostlar alış-verişte görsün. Ölme eşeğim ölme… Ye kürküm ye! Onun dilimize pelesenk olan söylemlerinden yalnızca birkaç tanesi... Evliya Çelebi, seyahatnamesinde "El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin" diyerek hocadan hazır cevaplılığını överek bahseder ve onun I. Murat ve Yıldırım Beyazıt devrinde yaşadığını ileri sürer. Nasreddin Hoca fıkraları, onun dünya görüşünün bir yansımasıdır aslen. Herkese yaşattığını yaşatarak karşılık verir. İnsanı önce güldürür, sonra düşündürür. Hoca sadece esprili bir ilim adamı değil, aynı zamanda dönemin yargı sisteminde görev alan; adı, hukukla da anılan bir alimdir. Ancak yargıda bir müddet görev yapan Nasreddin Hoca, dönemindeki meslektaşlarının adının rüşvet söylentilerine karışmasından rahatsız olup mesleği bırakmış ve hayatının kalanını medresede öğretim üyeliği yaparak tamamlamıştır. Hocanın adli ve ahlaki alandaki şahit olduğu bozulmuşluğu hicveden davranışları, fıkralarına da yansımıştır. Mesela… Nasreddin Hoca yolda yürürken genç bir adam, Hocayı başka birine benzetir ve ensesine sert bir tokat atar. Bu genç, kadı efendinin yeğenidir. Sinirlenen Hoca alır genç adamı yanına, birlikte kadıya giderler. Kadı ikisini de dinler ancak yeğenine kıyamayıp onu kurtarmaya çalışır: "Hoca, bu genç adam şimdi kendine bir tokat atsa, kabul eder misin?" Nasreddin Hoca ısrar eder: "Olmaz, mahkeme yapılsın, cezası verilsin." Bunun üzerine kadı, akrabası olan genç adama dönüp kararını açıklar: "Ceza olarak Nasreddin Hoca'ya 5 kuruş ödeyeceksin, hemen gidip getir!" Nasreddin Hoca, para almaya giden genç adamın dönmesini, mahkeme kapısının kapanma saatine kadar bekler ancak genç gelmeyince, kadı efendinin ensesine okkalı bir tokat indirip şöyle der: "Kusura bakma kadı efendi, daha fazla bekleyemem, gelirse söyle ona; 5 kuruşu sana versin!" *** Eşitsizlik, keyfi muameleler, adil olmayan cezalandırmalar kimilerinin mağdur konuma düşmesine neden olurken kimilerinin de suçlu olmasına rağmen korunması sonucunu doğurmakta; adalet sistemine olan inancı yok etmektedir. Kuşkusuz Hoca, tokadı kadıya değil, adaletsiz uygulamalara indirmiştir. İşte bu yönü ile mizah, zayıf olanın güçlü karşısındaki silahıdır. Ve Nasreddin Hoca bu silahı en çok adaletsiz uygulamalar nezdinde kullanmıştır. Nasreddin Hoca toplum genelinde yaygın olan ciddi hukukçu imajını yıkan önemli bir figürdür. Espri yeteneği belki kişisel bir özelliktir ama bir hukukçu için karşılaştığı olayları nüktedanlıkla karşılamak, onları çözmede kullanılabilecek etkin bir metottur. 1207'de doğan Hoca, şimdi 800 yaşında. Ama hala, onun adaletsizliği hicivleyen fıkralarında günümüzdekilere benzer bozukluklar buluyoruz. Adaletsiz uygulamalar, eşitsizliğe neden olarak, gücü olan suçluların cezalandırılmaması sonucunu doğurmaya devam ediyor. Mizah ise suçlu ve güçlü olanları gülünç gösterip bizi güldürürken, adaletsizlik karşısında ruhsal bir direnç kazanmamızı sağlıyor. Belki sorunları ortadan kaldırmıyor ama nispeten daha çekilir kıldığını söyleyebiliriz. O zaman Hocanın adaletli bir şekilde çözümlediği bir davayı anlatan, emek vermeden çıkar sağlayan kişiler için söylenen "Odun kıranın hık deyicisi" sözünün çıkış noktası olan fıkrası ile son verelim yazımıza: Bilindiği gibi Hoca, bir ara gölge kadılığı da yapar. Bir keresinde adamın biri, başka bir adamdan şikayetçi olduğunu bildirir ve meseleyi anlatır: "Bu adam otuz çeki odun yardı. O her baltayı vurdukça bende karşısına geçtim, "hık hık" diyerek kuvvet verdim. Kendisi paraları aldı, benim hakkımı vermedi." Nasreddin: "Evet, hakkın var. Sen karşıda dur, bu kadar "hık" çek, sonunda bütün parayı o alsın, olur mu bu?" Zavallı oduncunun benzi atar: "Aman kadı hazretleri, odunu ben yardım, o karşımda durdu, seyretti. Ne hakkı var?" Hoca; "Sus! Bu senin aklının ereceği iş değil." deyip paraları getirmesini ister. Paralar gelir. Nasreddin, oduncudan paraları alır, şakırdata şakırdata yere döker. Sonra oduncuya: "Topla paraları" der. Hık deyiciye de: "Haydi, sen de paraların sesini al" der.

  • Papazın Siyah Peçesi

    Zangoç, Milford kilisesinin avlusunda dikilmiş, çanın ipine var gücüyle asılıyordu. Köyün ihtiyarları sokağın oradan iki büklüm geliyorlardı. Çocuklar, yüzleri pırıl pırıl, anne babalarının yanı sıra şen şakrak ilerliyor, kimileri de pazar giysilerinin gururu içinde ağırbaşlı bir edayla yürüyorlardı. İki dirhem bir çekirdek bekarlar, güzel kızlara kaçamak bakışlar fırlatıyor, Sebt gününün parlak ışığının onları hafta içinde olduklarından daha da güzelleştirdiğini geçiriyorlardı akıllarından. Kilisenin avlusu iyice kalabalıklaşınca, zangoç gözünü Muhterem Bay Hooper'ın kapısından ayırmadan bir kez daha çanın ipine asıldı. Papazın görünmesiyle çanın susması bir oldu. Zangoç, şaşkınlık içinde, "O da ne, aziz Vaiz Hooperımızın yüzünde ne var öyle?" diye bağırdı. Zangocu duyan herkes hemen başını çevirdi ve ağır adımlarla dalgın dalgın kiliseye doğru gelmekte olan Bay Hooper'a baktı. Sanki Bay Hooper'ın kürsüsüne geçmek üzere gelmiş, hiç tanımadıkları bir papaz vardı karşılarında; büyük bir şaşkınlık içinde bir ağızdan fısıldaşmaya başladılar. Gray Efendi, zangoca, "Bunun bizim vaiz olduğundan emin misin?" diye soracak oldu. "Bu hiç kuşkusuz bizim aziz Bay Hooper," diye yanıtladı zangoç. "Westbury'deki Vaiz Shute ile kürsü değiştireceklerdi; ama Vaiz Shute dün bir cenaze merasiminde vaaz vereceğini bildirerek affını rica etti." İnsanların bu kadar şaşırmaları biraz ölçüsüz gelebilir. Otuz yaşlarında beyefendi bir insan olan Bay Hooper, hala bekar olmasına karşın, sanki karısı yakalığını özene bezene kolalamış, hafta boyunca tozlanan giysisini pazar günü için paklamış gibi, bir papaza yaraşır biçimde temiz pak giyinmişti. Görünüşünde olağandışı tek bir şey vardı. Bay Hooper, alnından başlayıp bütün yüzünü örten, soluk alıp verirken hafifçe titreşen, siyah bir peçe takmıştı. Daha yakından bakıldığında, peçenin, ağzı ve çenesi dışında yüzünün bütün hatlarını gizleyen, canlı ve cansız her şeye karanlık bir görünüm vermekle birlikte görmesini engellemediği anlaşılan iki kat tülden oluştuğu görülüyordu. Aziz Bay Hooper, yüzünü örten bu kasvetli örtüyle, ağır ağır ve sessizce, dalgın insanlarda sıkça görüldüğü üzere omuzlarını hafifçe düşürerek ve yere bakarak ilerledi, ama kendisini hala kilisenin merdivenlerinde beklemekte olan cemaatini başıyla kibarca selamlamaktan da geri kalmadı. Gelgelelim, herkes o kadar şaşkındı ki rahibin selamı karşılıksız kaldı. Zangoç, "Bana öyle geliyor ki," dedi, "bu tül parçasının arkasındaki aziz Bay Hooper'ın yüzü değil sanki." İhtiyar kadının biri, aksak ayak kiliseye girerken, "Hiç hoş değil," diye söylendi. "Suratını örtünce korkunç bir şey olmuş çıkmış." Gray Efendi, eşikten adımını atarken, "Bizim vaiz aklını kaçırmış!" diye bağırdı. Kilisenin içinde, Bay Hooper'ın başına olağanüstü bir şey geldiğine dair bir söylenti dolaştı ve bütün cemaati heyecana getirdi. Birkaçı başlarını kapıya çevirmekten kaçındıysa da pek çoğu ayakta durmuş, başlarını doğruca kapıya çevirmişti; bu arada birkaç oğlan tutunarak sıralara tırmanıyor, sonra korkunç bir şamatayla aşağıya atlıyordu. Rahibin kiliseye gireceği sırada görülen her zamanki sessiz bekleyişe hiç de uygun düşmeyen bir biçimde, ortalık ana baba gününe dönmüştü, kadınların uzun giysilerinin hışırtıları erkeklerin ayaklarından çıkan gıcırtılara karışıyordu. Ama Bay Hooper cemaatindeki tedirginliğin farkında değil gibiydi. Usulcacık içeri girdi, iki yandaki sıraları başıyla hafifçe selamladı, cemaatinin en yaşlı üyesinin, sıraların arasındaki yolun tam ortasındaki bir koltukta oturan beyaz saçlı piri faninin önünden geçerken eğilerek selam verdi. Bu muhterem insanın, rahibinin yüzündeki olağandışılığın yavaş yavaş farkına varışını izlemek garibinize gidebilirdi. Bay Hooper basamakları çıkıp kürsüde görününceye kadar muhteremin kilisedeki şaşkınlığı paylaştığı pek söylenemezdi; ta ki, Bay Hooper cemaatinin karşısında yüzündeki siyah peçeyle belirene kadar. Bu esrarengiz perde bir an bile açılmamıştı. Mezmurları okurken soluk alıp verişiyle salınıyor; Kitabı Mukaddes'i okurken onunla kutsal sözler arasına bir esrar perdesi gibi giriyor; dua ederken yukarı kaldırdığı yüzünü olduğu gibi kaplıyordu. Yoksa yüzünü seslenmekte olduğu Ulu Tanrı'dan gizlemek mi istiyordu? Bu basit bez parçası o kadar etkili oldu ki, sinirleri zayıf birkaç kadın kiliseyi terk etmek zorunda kaldı. Ama rahibin yüzündeki siyah peçe cemaate ne kadar ürkütücü geliyorsa, beti benzi kireç gibi olmuş cemaat de rahibe nerdeyse o kadar ürkünç geliyordu belki de. Bay Hooper iyi bir vaiz olarak tanınırdı, ama hani o aman tanımaz vaizlerden değildi: Cemaatini Cennet yoluna Kitabı Mukaddes'ten yıldırımlar yağdırarak değil de, sevecen, inandırıcı sözlerle çekmeye çalışırdı. Şimdi vermekte olduğu vaaz da, her zamanki kürsü hitabetinin üslup ve tarzıyla aynı özellikleri taşımaktaydı. Ama ya bu vaazın aşırı duyarlılığından gelen ya da dinleyenlerin hayal gücünden doğan öyle bir şey vardı ki, onu bugüne kadar vaizlerinin dudaklarından dökülen sözlerin en güçlüsü kılıyordu. Bay Hooper'ın mizacındaki o incecik hüzne her zamankinden daha gizemli bir hava veriyordu. Konu, gizli günaha, en yakınlarımız ve sevdiklerimizden bile gizlediğimiz, hatta Her Şeyi Bilen Yüce Tanrı'nın bulup ortaya çıkarabileceğini unutarak kendi bilincimizden bile saklı tuttuğumuz iç karartıcı sırlara göndermeler içeriyordu. Sözlerinde kıvrak bir gücün soluğu geziniyordu. Cemaatin en masum genç kızdan en taş yürekli erkeğine kadar her bir üyesi, + vaizin ürkünç peçesinin gerisinden içlerine sezdirmeden sokulduğu ve o güne kadar yaptıklarında ya da akıllarından geçirdiklerinde birikmiş günahları keşfettiği hissine kapılıyordu. Pek çoğu kavuşturdukları ellerini çözüp göğsüne götürmüştü. Bay Hooper'ın söylediklerinde korku verici hiçbir şey, en küçük şiddet olmamakla birlikte, onun kasvetli sesinin her titreşiminde dinleyenler de tir tir titriyorlardı. Duygudaşlık da taşıyan bu beklenmedik nahoş merhamet duygusuna huşu da eşlik ediyordu. Dinleyenler rahiplerinin bu hiç beklenmedik halinin etkisini o kadar iliklerinde duymuşlardı ki, bir esinti çıksın da peçeyi aralasın diye içleri gidiyordu; o zaman, Bay Hooper'ın şekli şemaili, elini kolunu oynatışı ve sesi değişmese de peçenin altından bir başkasının çehresinin görüneceğine handiyse inanıyorlardı. İnsanlar, ayin biter bitmez, o ana kadar bastırdıkları şaşkınlıklarını paylaşmak için yanıp tutuşarak ve siyah peçenin gözlerinin önünden gitmesiyle rahat bir nefes alacaklarının ayırdında, hiç de yakışık almayan bir itiş kakış içinde dışarı fırladılar; bazıları, küçük halkalar oluşturmuş, birbirlerine sımsıkı sokulmuş, fısıldaşıyordu; bazıları hiç ses etmeden derin düşünceler içinde bir başlarına evlerinin yolunu tutmuştu; bazıları da bağıra bağıra konuşuyor, Sebt gününü hiçe sayarak kahkahalar patlatıyordu. Birkaçı, sırrı çözebileceğini sezindirerek bilgiç bilgiç başını sallıyor; bir ikisi ise, ortalıkta sır falan olmadığını, Bay Hooper'ın gece lambasının ışığında okumaktan gözleri zayıf düştüğü için bir siperliğe gerek duymuş olabileceğini ileri sürüyordu. Kısa bir süre sonra sürüsünün arkasından Bay Hooper da dışarıya çıktı. Peçeli yüzünü bir o gruba bir bu gruba çevirerek, ak saçlılara saygılarını sundu, orta yaşlıları arkadaşları ve ruhani rehberleri olarak sevecen bir vakarla selamladı, gençleri hem buyurgan hem de sevgi dolu bir edayla esenledi, küçük çocukları ellerini başlarına koyarak kutsadı. Sebt günlerinde hep böyle yapardı. Yine de, gösterdiği bu incelik garipseyen ve afallamış bakışlarla karşılandı. Hiçbiri, daha önce olduğu gibi papazlarının yanında yürüme onuruna erişmeye yanaşmadı. İhtiyar köy ağası Saunders, hiç kuşkusuz o anda birden unutmuş olacak ki, papaz efendinin köye geldiğinden beri hemen her pazar yemeği kutsamasının bir alışkanlık olup çıktığı sofrasına Bay Hooper'ı davet etmedi. Dolayısıyla o da papaz evine döndü; tam kapıyı kapatmak üzereyken başını çevirip insanlara baktı ve hepsinin gözlerini dikmiş kendisine bakmakta olduğunu gördü. Bay Hooper kapının ardında kaybolurken, siyah peçenin altından ışır gibi olan hüzünlü bir gülümseyiş hala dudaklarında titreşerek dolaşıyordu. Kadının biri, "Ne kadar tuhaf," dedi, "herhangi bir kadının şapkasına takabileceği sıradan bir siyah tül, Bay Hooper'ın yüzünde korkunç bir şey olup çıkmış." Kadının köyün hekimi olan kocası da, "Bay Hooper'ın aklından zoru olmalı," diye bir yorum yaptı. "Ama işin en tuhaf yanı, bu garabetin, benim gibi aklı ermiş bir adamı bile bu kadar sarsmış olması. Bu siyah peçe papazımızın yalnızca yüzünü örtse de, belli ki tüm varlığını etkilemiş, onu tepeden tırnağa bir hortlağa çevirmiş. Sana da öyle gelmedi mi?" "Gerçekten de öyle," diye yanıtladı kadın; "onunla dünyada yalnız kalmak istemem. Kendi başına kaldığında hiç korkmuyor mu acaba!" "Erkekler bazen böyledir," dedi kocası. Öğleden sonraki ayinde de değişen bir şey olmadı. Ayin sona erdiğinde, çan sesleri bir genç kızın cenaze töreninin haberini verdi. Akrabaları ve yakınları evde toplanmışlardı, uzaktan tanıyanlar ise kapının önünde duruyorlardı; merhumenin ne kadar iyi bir insan olduğundan söz ediyorlardı ki, Bay Hooper'ın yüzünde siyah peçesiyle görünmesiyle konuşmaların kesilmesi bir oldu. Şimdi tam yerini bulmuştu bu siyah peçe. Papaz cenazenin bulunduğu odaya girdi, cemaatinin hayata gözlerini yummuş bu üyesiyle son bir kez vedalaşmak için tabuta eğildi. Eğilince peçe alnından aşağı sarktı; hani, ölmüş genç kızın gözleri bir daha açılmamak üzere kapanmış olmasa, papazın yüzünü görmesi işten değildi. Bay Hooper peçesini yüzüne o kadar büyük telaşla çekiverdi ki, genç kızın bakışından ürkmüş olduğu sanılabilirdi. Ölü ile diri arasındaki bu görüşmeyi izleyen biri, papazın yüzü görünür görünmez, cesedin yüzündeki ölüm kımıltısızlığı bozulmaksızın üstündeki örtüyü ve başındaki muslin başlığı hışırdatarak hafifçe titrediğini doğrulamakta duraksamazdı. Bu akıl sır ermez olayın biricik tanığı batıl inançları olan ihtiyar bir kadındı. Bay Hooper tabutun başından ayrılıp yaslı akrabaların bulunduğu odaya, oradan da merdivenin başına geçerek cenaze duasını okumaya başladı. İnsanın içine işleyen, hüzünlü ve yürek paralayıcı bir duaydı; ama öyle ilahi umutlarla yüklüydü ki, papazın en dokunaklı vurguları arasından, ölenin parmaklarının gezindiği semavi bir arpın ezgileri kulağa çalınıyordu sanki. İnsanlar dinlerken titriyorlardı, ama duasında onların, kendisinin ve bütün ölümlülerin tam da bu genç kızın başına geldiği gibi yüzlerindeki peçenin indirileceği o dehşet verici ana hazır olmaları gerektiğini söyleyen rahibin dediklerinin pek ayırdında değildiler. Tabuta omuz verenler evden ağır ağır çıktılar, yaslı akrabalar da onları izledi, önlerinde cenaze, arkasında siyah peçesiyle Bay Hooper, sokağı boylu boyunca kedere boğdular. Cenaze alayındaki bir adam, yanındaki eşine, "Neden arkana baktın öyle?" diye sordu. Kadın, "Az önce bir hayal gördüm," diye yanıtladı, "papaz ile genç kızın ruhu el ele tutuşmuş yürüyorlardı." Adam, "Aynı anda ben de gördüm o hayali," dedi. Milford köyünün bu en yüce gönüllü çifti o gece bir düğüne katılacaktı. Bay Hooper, hüzünlü bir adam olarak görülmesine karşın, böyle toplantılarda çoğu zaman sevimli gülümseyişiyle eğlentiyi daha da keyifli kılan dingin bir neşeye bürünürdü. Yaradılışının en sevilen yanı da buydu zaten. Düğüne katılanlar, bütün gün çevresini sarmış olan o tuhaf ürkütücülüğün artık dağılacağını umarak papazın gelişini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ama bekledikleri gibi olmadı. Bay Hooper geldiğinde, gözlerini diktikleri ilk şey, cenaze törenine daha da derin bir keder kattığı gibi düğüne de uğursuzluktan başka bir şey getiremeyecek olan o ürkünç siyah peçe oldu yine. Konuklar, o saat, siyah peçenin altından kara bir bulut sıyrılmış da mumların ışığını köreltmiş hissine kapıldılar. Gelinle damat papazın önünde durdular. Ama gelinin buz gibi olmuş parmakları damadın ürperen elinde titriyordu; yüzündeki ölüm solgunluğu, birkaç saat önce toprağa verilen genç kızın mezarından kalkıp evlenmeye geldiği yolunda fısıldaşmalara yol açtı. Bundan daha kasvetli bir düğün olmuşsa, o da düğünde cenaze çanı çalınanı olsa gerek. Bay Hooper, töreni bitirdikten sonra, konukların yüzlerini ocaktan yansıyan neşeli bir parıltı gibi ışıtacak hoş sözlerle yeni evli çifte mutluluklar dileyerek şarap kadehini kaldırıp dudaklarına götürdü. İşte tam o anda, gözüne aynadaki sureti çarpınca, siyah peçe ruhuna öteki bütün duygulara baskın çıkan bir dehşet saldı. Tepeden tırnağa sarsıldı, dudakları bembeyaz oldu, henüz içemediği şarabı yere döktü ve kendini dışarıya atıp karanlığa karıştı. Çünkü Yeryüzü de kendi Siyah Peçe'sine bürünmüştü. Ertesi gün Milford köyünde Vaiz Hooper'ın siyah peçesinden başka bir şey konuşulmuyordu. İki ahbap sokakta karşılaşmayagörsün söz hemen o siyah peçe ve ardındaki sırdan açılıyor, akıllı uslu kadınlar pencerelerinden bu konunun dedikodusunu yapıyorlardı. Hancı konuklarına ilk bu haberi yetiştiriyordu. Okula giderken gevezelik eden çocukların dilinde de bu olay vardı. Yüzüne eski püskü bir siyah mendil bağlayan muzip bir yumurcak, arkadaşlarını o kadar korkuttu ki, sonunda kendisinin de ödü patladı, şaka yapayım derken az daha aklı başından gidiyordu. Bölgesindeki her şeye bumunu sokan kendini bilmezlerden bir tekinin bile Bay Hooper'a bu işi neden yaptığını açıkça sormayı göze alamaması şaşırtıcıydı. Bay Hooper o güne kadar en küçük bir gereklilik duyduğunda birilerine danışmaktan kaçınmamış, kendisine yol gösterilmesinden gocunmamıştı. Eğer bir hata yapmışsa bile, artık kendisine acı veren ölçülere varan bir özgüven eksikliğindendi; en hafif bir suçlama, önemsiz bir davranışını bile suç saymasına yol açabilirdi. Yine de, onun bu samimi zaafını çok iyi bildikleri halde cemaatinden tek bir kişi olsun siyah peçe konusunda dostça bir sitemde bulunmaya bile yanaşmadı. Ne açıkça dile getirilen, ne de titizlikle gizlenen, ama herkesin sorumluluğu birbirinin üstüne atmasına yol açan bir korku hissediliyordu; ta ki, sonunda, siyah peçenin bir skandala dönüşmesine fırsat vermeden bu sırrı çözmek üzere Bay Hooper'a bir kilise heyeti gönderilmesinin uygun görülmesine kadar. Ancak hiçbir elçilik heyeti görevini bu kadar kötü yapmamış olsa gerek. Papaz, heyettekileri candan bir nezaketle karşıladıysa da, herkes yerini aldıktan sonra susup oturdu, üstlendikleri ciddi görevi dile getirmenin bütün zorluğunu ziyaretlerinin sırtına yükledi. Konu, kolayca kestirilebileceği gibi, çok açıktı. Bay Hooper'ın alnına sarılı siyah peçe aşağı uzanarak, ara sıra hüzünlü bir gülümseyişin gezindiğini fark ettikleri soluk dudaklarının üstünde kalan yüzünün bütün hatlarını örtüyordu. Ama bu tül parçasını, papazın yüreğini örtüyormuş, onunla kendileri arasındaki ürkünç bir sırrın simgesiymiş gibi tahayyül ediyorlardı. Peçe bir açılsa rahat rahat konuşacaklardı, ama bir türlü açılmıyordu. Böylece uzunca bir süre, hiç konuşmadan, ne yapacaklarını bilemeden, Bay Hooper'ın Üzerlerine dikilmiş olduğunu sezdikleri görünmez bakışından tedirgin olarak öylece oturdular. Ve sonunda utana sıkıla kendilerini görevlendirenlerin yanına döndüler; sorunun, sinod değilse de bir kiliseler kurulu toplanmadıkça çözülemeyecek kadar ciddi olduğunu bildirdiler. Ama köyde, herkesin yüreğini ürperten bu siyah peçenin dehşete düşüremediği bir kişi vardı. Heyettekiler hiçbir açıklamada bulunmadan, dahası bir açıklama istemeyi bile göze alamadan geri dönünce, bu kişi kişiliğinin serinkanlı gücüyle, Bay Hooper'ın çevresine her an biraz daha karararak çöken o tuhaf bulutu dağıtmaya karar verdi. Bay Hooper'ın sözlüsü olarak, siyah peçenin neyi gizlediğini öğrenmeye hakkı olsa gerekti. O yüzden, papazın ilk ziyaretinde doğruca konuya girerek, işi hem onun hem de kendisi için kolaylaştırdı. Papaz karşısına oturur oturmaz, gözlerini peçeye diktiyse de, köy halkını o kadar ürkütmüş olan bu peçeyi hiç de korkunç bulmadı: Altı üstü, papazın alnından ağzına kadar inen, nefes alıp verdikçe hafifçe salınan iki kat tüldü. Yüksek sesle, "Hayır," dedi gülümseyerek, "bu tül parçasının korkutucu bir yanı yok, bakmaktan her zaman hoşlandığım bir yüzü gizlemesinden başka. Hadi, güzel efendim, dağılsın şu bulut da güneş açsın. Çıkarıp atın şu siyah peçenizi de, söyleyin neden taktınız onu." Bay Hooper belli belirsiz gülümsedi. "Hepimizin peçelerini çıkarıp atacağı vakit gelecek," dedi. "Bu tül parçasını o vakte kadar çıkarmazsam lütfen bana küsme, cancağzım." Genç kadın, "Sizin sözleriniz de esrarengiz," diye yanıt verdi. "Hiç olmazsa sözlerinizdeki peçeyi çıkarın." "Çıkarmayacağım, Elizabeth," dedi papaz, "yemin ettim bir kere. Bu peçenin bir mühür, bir simge olduğunu bilesin ve ben bunu aydınlıkta ve karanlıkta, yalnızken ve bir yığın insanın karşısında, yabancıların önünde de, en yakın dostlarımlayken de hep takmaya mecburum. Hiçbir ölümlünün gözü önünde indirmeyeceğim onu. Bu kasvetli perde beni dünyadan ayırmalı: Elizabeth, sen bile bu perdenin ardına geçemezsin!" Genç kadın, direterek, "Gözlerinize sonsuza dek karanlık bir perde çektirecek kadar nedir sizi kahreden?" diye soracak oldu. "Bu bir yas belirtisiyse," diye karşılık verdi Bay Hooper, "belki ölümlülerin çoğu gibi benim de bir siyah peçeyle mühürlenecek kadar derin dertlerim vardır." "Ama ya herkes bunun masum bir derdin mührü olduğuna inanmıyorsa," diye dayattı Elizabeth. "Ne kadar sevilirseniz sevilin, ne kadar sayılırsanız sayılın, yüzünüzü gizli bir günah yüzünden gizliyorsunuz diye lakırdı çıkabilir. Kutsal görevinizin yüzü suyu hürmetine engel olun bu karalamaya!" Köyde çoktan ayyuka çıkmış olan bu söylentileri sezindirmeye çalışırken genç kadının yanakları al al olmuştu. Ama Bay Hooper sükunetini bozmadı. Hatta bir kez daha gülümsedi - peçenin ardındaki bilinmezliğin içinden hep hafifçe ışıyıveren o aynı hüzünlü gülümseyişti. Papaz, "Yüzümü kederden gizliyorsam, fazla söze ne hacet; yok, gizli bir günah yüzünden örtüyorsam, hangi ölümlü dışında tutulabilir ki bunun?" diye yanıtlamakla yetindi. Ve bu uysal, ama kararlı inatçılıkla genç kadının bütün üstelemelerinin karşısına dikildi. Sonunda Elizabeth suspus oldu. Bir süre, herhalde sevdiği adamı eğer başka bir anlamı yoksa belki de bir ruh hastalığının belirtisi olan bu karanlık hayal aleminden çekip almanın başka yollarını arayarak düşünceye daldı. Ondan daha güçlü bir kişiliği olmasına karşın, gözyaşlarını tutamadı. Ama bir anda hüznün yerini yeni bir duygu aldı sanki: Gözleri amansızca siyah peçeye dikilmiş, birden alacakaranlık çökmüş gibi peçenin olanca dehşeti bedenini sarmıştı. Yerinden kalktı, papazın karşısında titriyordu. "Demek sonunda sen de hissettin?" dedi Bay Hooper kedere bürünerek. Genç kadın yanıt vermeden eliyle gözlerini kapattı ve odadan çıkmak üzere döndü. Papaz öne atılıp kolunu yakaladı. "Bana karşı sabrın tükenmesin, Elizabeth!" diye haykırdı kendinden geçmişçesine. "Bu peçenin bu dünyada ikimizin arasında durması gerekse bile terk etme beni. Benim ol, öbür dünyada yüzümde hiçbir peçe olmayacak, ruhlarımızın arasına hiçbir karanlık giremeyecek! Ölümlülere mahsus bir peçe bu - sonsuza kadar kalmayacak yüzümde. Ah! Bilemezsin ne kadar yalnızım, siyah peçemin ardında yalnız kalmaktan ne kadar korkuyorum. Beni sonsuza kadar bu yürekler acısı belirsizliğin içinde bırakma!" "Peçeyi bir kereliğine kaldırın ve yüzüme bakın," dedi genç kadın. "Asla! Olamaz!" diye yanıtladı Bay Hooper. "O zaman elveda!" dedi Elizabeth. Kolunu papazın elinden kurtarıp ağır ağır uzaklaştı, kapıda durup siyah peçenin sırrını aralamaya çalışırcasına uzun uzun ürpertici bir bakış fırlattı. Ama Bay Hooper, bu kederli halinde bile, saldığı dehşet birbirine bu kadar düşkün iki sevgilinin arasına kara bir perde çekmiş olsa da, kendisini mutluluktan ayrı düşüren şeyin yalnızca maddi bir simge olduğunu düşünerek gülümsedi. O günden sonra hiç kimse Bay Hooper'ın siyah peçesini açmaya çalışmaya ya da doğrudan kendisine başvurarak siyah peçenin sakladığı sanılan sırrı keşfetmeye kalkışmadı. Yaygın önyargıya aldırmayan kişilerin gözünde, bu, aklıbaşında sayılabilecek insanların ağırbaşlı davranışlarına bile sık sık sirayet edebilen ve onlara biraz kaçıklık havası katan eksantrik bir hevesten başka bir şey değildi. Ama Bay Hooperımız çoğunluğun gözünde bir öcü olup çıkmıştı. Kibar ve ürkek kişilerin onunla karşılaşmayalım diye yollarını değiştirdiklerinin, bazılarının da karşısına dikilme saygısızlığında bulunmaktan çekinmediklerinin ayırdında olduğundan, sokakta gönül rahatlığıyla yürüyemez olmuştu. Bu ikincilerin küstahlığı yüzünden, her gün günbatımında mezarlığa kadar yaptığı yürüyüşten vazgeçmek zorunda kalmıştı; çünkü düşüncelere dalarak mezarlığın kapısına yaslandığında, hep mezar taşlarının arkasında siyah peçesine kaçamak bakışlar fırlatan yüzlerle karşılaşıyordu. Onu oraya sürükleyenin ölülerin bakışları olduğu yolunda bir lakırdı dolaşıyordu. Şen şakrak oynayan çocukların onun yürek karartıcı görüntüsünü daha uzaktan görür görmez kaçışmaları bu karıncaezmez adamın bağrını deliyordu. Çocukların bu içgüdüsel korkusu, siyah tülün ilmekleriyle akıl sır ermez bir dehşetin örüldüğünü geçiriyordu yüreğinden. Aslına bakılırsa, peçeden kendisi de o kadar nefret ediyordu ki, bir aynanın önünden geçmemek için elinden geleni yaptığı gibi, durgun suyunda kendini görür de korkuya kapılır diye dingin bir pınardan asla su içmiyordu. Bu da, Bay Hooper'ın, tümüyle gizlenemeyecek, hatta ima bile edilemeyecek kadar korkunç bir suç yüzünden vicdan azabı çektiği yolundaki fısıltılara inandırıcılık katıyordu. Böylece, siyah peçenin altından yükselerek gün ışığını karartan bir bulut, belirsiz bir günah ya da yürek karası, bahtsız papazı sarıp kuşatıyor, sevginin de merhametin de ona erişmesini olanaksız kılıyordu. Dediklerine göre, cinler, iblisler yanından ayrılmıyordu. Hem kendinden ürkerek, hem de çevresine dehşet saçarak hep o siyah peçenin gölgesinde dolaşıyor, ruhunun karanlığında el yordamıyla ilerlemeye çalışıyor ya da tüm dünyayı hüzne boğan bir perdenin aralığından bakıyordu. Artık en aman tanımaz rüzgarın bile, onun bu ürkünç sırrına saygı duyduğu için peçesini yüzünden sıyırmaya kalkışmadığına inanılıyordu. Ama yine de, beti benzi solmuş ölümlülerin yanından geçerken Bay Hooperımızın yüzünden o hüzünlü gülümseyiş eksik olmuyordu. Siyah peçenin, tüm kötü etkilerine karşın, yüzüne takanı çok liyakatli bir papaz kılan cazip bir etkisi de oldu. Bay Hooper, bu esrarengiz simge sayesinde --görünürde başka bir neden yoktu çünkü- günahları yüzünden azap çeken ruhlar üstünde müthiş bir egemenlik kurdu. İnananları ona hep içlerinden gelen bir huşu içinde yaklaşıyorlar, kendilerini ilahi ışığa kavuşturmadan önce o siyah peçenin ardında onunla birlikte olduklarını üstü kapalı bir biçimde de olsa doğruluyorlardı. Peçenin verdiği kasvet, gerçekten de papazın bütün karanlık duyguları anlayıp paylaşabilmesini sağlıyordu. Can çekişen günahkarlar inleyerek Bay Hooper'ı çağırıyorlar, peçeli yüz Üzerlerine eğilip ruhlarını yatıştırırken korkuyla ürperseler de o gelmeden son nefeslerini vermiyorlardı. Ölüm yüzünü gösterdiğinde bile, siyah peçenin dehşeti hükmünü sürüyordu! Yabancılar, ta uzaklardan, yüzünü görmek yasak olduğu için sırf onun cismini seyretmek gibi yersiz bir amaçla kilisesindeki ayinlere katılmaya geliyorlardı. Ama pek çoğu daha oradan ayrılmadan cin çarpmışa dönüyordu! Bay Hooper, bir seferinde, Vali Belcher iş başındayken, seçim vaazını vermekle görevlendirilmişti. Yüzünde siyah peçesiyle eyalet başkanı ve meclisi ile temsilcilerin karşısına dikilmiş, verdiği vaaz dinleyenlerin o denli yüreğine işlemişti ki o yıl alınan yasama önlemlerine bir vakitler atalarımızın yönetiminde rastlanan karanlık ve sofuluk damgasını vurmuşnı. Böylece, Bay Hooper, dışarıdan bakıldığında kusursuz, ama yürek burkan kuşkularla yüklü uzun bir hayat yaşadı; sevecendi, kalbi sevgi doluydu, ama hiç sevilmedi, dahası içten içe bir korku saçtı; herkesin sağlıklı ve mutluyken uzak durduğu, ancak ölümle pençeleştiğinde yardıma 29 Nathaniel Hawthome çağırdığı, insana hasret bir insan oldu. Geçip giden yıllarla birlikte kapkara peçesine düşen saçları karbeyaz olduğunda, New England'ın tekmil kiliselerinde saygınlık kazanmış, artık Peder Hooper olmuştu adı. Köye yerleştiği sıralar yaşını başını almış olan cemaat üyelerinin hemen hepsinin cenazesini kaldırmıştı: Bir cemaati kilisede, ama daha kalabalık bir cemaati de kilise mezarlığındaydı; yıllar boyunca gece geç saatlere kadar kendini paraladıktan, işini özene bezene yaptıktan sonra, artık Peder Hooperımızın ruhunun da huzura kavuşmasının vakti gelmişti. Yaşlı papazın ölüm döşeğinde yattığı odanın soluk mum ışığında pek çok kişi göze çarpıyordu. Tek bir akrabası bile yoktu. Ne ki, kurtaramayacağı hastasının son ağrılarını hafifletmeye çalışan hekim kayıtsız da olsa duruma uygun ciddiyetiyle başındaydı. Diyakozlar ve kilisesinin gayetle dini bütün üyeleri de gelmişlerdi. Vadesi dolmakta olan papazın başucunda dua edebilmek için hemen koşup gelen genç ve hevesli Westbury papazı Muhterem Bay Clark da oradaydı. Bir de hemşire vardı, ama parayla tutulmuş bir hizmetkar değil, dingin sevgisini bunca zamandır, saçı başı ağarmışken de gizliden gizliye, bir başına sürdürmüş ve vakit eriştiğinde bile yitirmeyecek olan biri. Elizabeth'ten başka kim olabilirdi ki! Ve Peder Hooperımızın ak saçlı başı ölüm yastığının üzerindeydi; o siyah peçe hala alnından başlayarak bütün yüzünü örtüyor, gittikçe zorlaşıp zayıflayan her nefesiyle hafifçe kıpırdıyordu. Bu tül parçası hayatı boyunca kendisiyle dünya arasına perde çekmişti: Onu keyifli arkadaşlıklardan ve kadın sevgisinden yoksun kılmış, zindanların en kasvetlisine, kendi yüreğine hapsetmişti; üstelik, iç karartıcı odasını daha da boğucu kılarcasına ve sonsuzluğun gün ışığını ondan esirgercesine hala yüzünde asılı duruyordu. Bir süre önce, aklı başından gitmiş, geçmişle şimdi arasında umarsızca gidip gelmiş, ara sıra da adeta ileriye atıla30 Papazın Siyah Peçesi rak kendisini bekleyen dünyanın belirsizliğine dalmıştı. Onu döşeğinde bir o yana bir bu yana savuran hummalı nöbetler kalan son gücünü de alıp götürmüştü. Ne var ki, en şiddetli kasılma nöbetleriyle boğuşurken, zihni en akla hayale gelmeyecek tuzaklara düşerken, hiçbir şeyi doğru dürüst düşünemezken bile o siyah peçenin yüzünden kaymaması için duyduğu akıl almaz kaygıyı elden bırakmıyordu. Kaldı ki, şaşkına dönmüş ruhu bunu unutacak olsa bile, en son erkekliğin alımlı günlerinde gördüğü bu yaşlı yüzü bakışlarını kaçırarak örtecek sadık bir kadın başucunda bekliyordu. Ölümle pençeleşen yaşlı adam artık zihni de, bedeni de bitkin düşmüş olarak sessiz sakin yatıyor, nabzı nerdeyse hissedilmiyor, nefes alışı gittikçe zayıflıyordu; birden, ruhunu teslim edeceğini duyururcasına uzun, derin ve düzensiz bir nefes aldı. Westbury papazı yatağın yanına yaklaştı. "Muhterem Peder Hooper," dedi, "bu dünyadan göçeceğiniz an geldi. Artık sonsuzlukla aranıza giren bu peçeyi kaldırmaya hazır mısınız?" Peder Hooper ilkin başını hafifçe oynatarak karşılık verecek oldu, ama belki de yanıtının yeterince anlaşılmamış olabileceği kaygısıyla kendini konuşmaya zorladı. "Asla," dedi duyulur duyulmaz bir sesle, "ruhum o peçe kaldırılıncaya kadar sabırla direnecek." Muhterem Bay Clark, "Kendini bütünüyle ibadete vermiş, tepeden tırnağa günahsız, sözüyle de özüyle de mübarek bir insanın Tanrı'nın rahmetine kavuşmak üzereyken böyle davranması yakışık alır mı?" diye sordu. "Kilisemizin bir papazının anısına gölge düşürmesi, lekesiz bir hayatı karartması yakışık alır mı? Yalvarırım, muhterem biraderim, sakın izin verme böyle bir şeye! Son nefesini verirken o tertemiz yüzünü göster de yüreğimizi ferahlat. Sonsuzluğun peçesinin kalkmasını beklemeden, bırak şu siyah peçeyi kaldırayım yüzünden!" 31 Nathaniel Hawthorne Muhterem Bay Clark böyle dedi ve onca yıllık sırrı gün yüzüne çıkarmak için öne eğildi. Ama birden canlanarak izleyenlerin ağzını açık bırakan Peder Hooper, ellerini yatak örtüsünün altından çıkarıp sımsıkı siyah peçenin üstüne bastırdı; hani, Westbury papazı ölmekte olan bir adamla uğraşmaya kalkacak olsa, karşı koyması işten değildi. "Asla!" diye haykırdı peçeli papaz. "Hayatta olmaz, asla!" "Seni kara yüzlü ihtiyar!" diye bağırdı Papaz Clark yüreği yerinden oynayarak. "Ruhunda nasıl bir korkunç günahla son nefesini veriyorsun?" Peder Hooper belli belirsiz inildedi; gırtlağından bir hırıltı geldi; ama müthiş bir çabayla son bir kez konuşabilmek için sanki hayata sımsıkı tutunurcasına ellerini ileriye uzattı. Dahası yatağında doğrulup ölümle sarmaş dolaş oturdu; bu son anda, siyah peçesi, bir ömür boyunca saldığı dehşetin ürkünçlüğüyle hala yüzünden aşağıya sarkıyordu. Üstelik yüzünde sık sık belirir gibi olan o hayal meyal, hüzünlü gülümseyiş sanki belirsizliğinden sıyrılmış, Peder Hooper'ın dudaklarında geziniyordu. Peçeli yüzünü, çevresinde toplaşan, sapsarı kesilmiş yüzlerle kendisini izleyenlere çevirerek, "Neden yalnızca bana baktığınızda zangır zangır titriyorsunuz?" diye bağırdı. "Birbirinize baktığınızda da titresenize! Erkekler köşe bucak kaçtılar benden, kadınlar azıcık olsun acımadılar bana, çocuklar beni görünce çığlıklar atarak çil yavrusu gibi dağıldılar! Sırf bu siyah peçem yüzünden, öyle mi? Şu tül parçasını simgelediği sırdan başka ne bu kadar korkunç kılmış olabilir ki? Dost dosta, sevgili gözü gibi sevdiğine yüreğinin en gizli köşesini açar da, insanoğlu günahının sırrını tiksinç bir biçimde içine gömer, Yaradan'ının gözünden kaçırmaya çalışır; sonra da tutar, ardında yaşadığım ve öleyazdığım simge yüzünden benim bir canavar olduğuma hükmeder! Çevreme bakıyorum ve biliyor musunuz ne görüyorum: Her yüzde bir Siyah Peçe!" Onu dinleyenler birbirlerinden korkarak birbirlerinin yüzüne bakmaktan kaçınırken, Peder Hooper sırtüstü yatağına yığıldı, bu peçeli ölünün dudaklarında belli belirsiz bir gülümseyiş kaldı. Peçesini çıkarmadan tabutuna koydular ve peçeli ölüsünü toprağa verdiler. O mezarın üstünde yıllar boyunca otlar boy attı ve soldu, mezar taşını yosun bürüdü ve Bay Hooperımızın yüzü toprak oldu; ama bu yüzün o Siyah Peçe'nin ardında çürüdüğü düşüncesi hala korku salar yüreklere! * Nathaniel Hawthorne veya Hathorne, Amerikalı roman ve kısa hikâye yazarı. Babası Nathaniel Hathorne ve annesi Elizabeth Clarke Manning Hathorne'dur. Doğum tarihi: 4 Temmuz 1804, Salem, Massachusetts, ABD Ölüm tarihi ve yeri: 19 Mayıs 1864, Plymouth, New Hampshire,

  • Elde Var ÖYKÜ...

    / DOSYA / ÖYKÜ GÜNÜ'ne var daha... Ne var ki o gün aynı zamanda Sevgililer Günü de... Her ne kadar ününü ve karizmasını öykülere borçlu olsa da o günün gölgesinde kalacağı kesin. Nitekim çoğu yerde ÖYKÜ etkinlikleri başka günlere kaydırılmış. maviADA, hangi akıl... diye merak etse de bu güne GÜZEL BİR DOSYA çalışmasıyla katkıda bulunmak istedi. En azından meraklısının işine yarar? * * KATILANLAR * Mehmet Güler 3 Ramazan Korkmaz7 Nilüfer Ü. Özyanık/ Nadir Gezer 11 Ayşe Kilimci 13 Zeynep Aliye 14 Yusuf Yağdıran 16 Nadir Gezer 18 * Görmek İçin RESME TIKLAYIN

  • NADİR GEZER'le...

    / Nadir Gezer ile Edebî Kazılar / 12.12.2017 19:00 Mekan:Akkılıç Kütüphanesi Ataevler Mah. Yılmaz Akkılıç Cd. Basın Kültür Sarayı Kat:2 Nilüfer /bursa * BU ETKİNLİĞİ OKUMAK İSTERSENİZ BURAYA TIKLAYINIZ

  • Istanbul Gezmeleri

    "Seyyah oldum şu âlemi gezerim Bir dost bulamadım gün akşam oldu" diye bir şarkı geldi aklıma niyeyse, belki gezmeyi sevdiğimden, belki de bazı dostların biraz kinayeli söyledikleri "ne çok geziyorsun" sözleri yüzünden. Keşke seyyah olabilsem, keşke gönlümce daha çok gezebilsem... ama hep dostlarla, arkadaşlarla ve sevdiklerimle. Çok şükür ki bu konuda şanslıyım, her an "hadi" dediğimde bana eşlik eden dostlarım var... İşte şu meşhur dokuz günlük bayram tatilinde, özellikle "yastık altındaki" dolarcıklarıyla bir anda zengin olanların İstanbul'u terk etmelerini fırst bilip, eskilerin deyimiyle "limonata" tadında bir havada bir arkadaşımla uzanıverdik Boğaziçi'ne doğru ve kısa bir tur yaptık Bebek ve Rumelihisarı taraflarına... Kadıköy'den motorla geldiğimiz Kabataş'tan "bindik bir alâmete" ama şükürler olsun ki kıyamete değil cennete geldik. Bir gün önceki sert poyrazın etkisiyle bulutlu ama bir o kadar güzel bir gökyüzü altında kucaklaşan yeşille maviyi seyrederek ve artık bugün hafifleyen rüzgar eşliğinde minicik, şirin mi şirin bir mekana, Anadoluhisarı'ndaki Antik Laterna'ya vasıl olduk. Aslında burası 1743 yılında padişah I.Mahmut zamanında mescitten camiye çevrilmiş Hacı Kemaleddin Camii'nin altında bir cafe. Caminin duvarları tuğladan, çatısı ahşap, minaresi ise taştan. Zemin katında ise şu an cafe-restoran olarak kullanılan, tonozlu bir bölüm var. Burası aslında yedi adet kemer şeklinde düşünülmüş bir kayıkhane. Caminin ahşap çatısı Marsilya kiremidi ile kaplı. Kubbe aramayın bu camide çünkü yok. Camiye adını veren Hacı Kemalettin’le ilgili bilgi de yokmuş ne yazık ki... Bu şehirden başka nerede, üst katınızda cami varken siz alt katta oturup çay içip bir şeyler yiyebilirsiniz? Ya da en güzel aşk şarkıları Hisar’da yankılanırken, sırtınızı musalla taşına verip Boğaz vapurunun beyaz dalgalarıyla gönlünüzü hoş edebilirsiniz? Neyse burada bir yandan karşıdaki Anadolu Hisarını ve Göksu tepelerini izleyip, biraz nefeslenerek çaylarımızı içtikten sonra yürüyüşe başladık arkadaşımla. Önce FSM Köprüsünün hemen yanı başındaki o görkemli binayı yani Perili Köşk'ü seyrettik, bu gizemli yapının yine kendi kadar gizemli öyküsünü daha önce şurada anlatmıştık... Şimdilerde ise Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu Müzesi olarak kullanılıyor bu köşk. Daha önce de söylemiştim İstanbul sürprizler şehri, her an bir yerlerde beklemediğiniz bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Mesela o koca kuleli köşkün yanında, tam köprünün altında taştan yapılmış, minik bir mescit daha var, yanındaki ahşap evle adeta o koca köprüye kafa tutuyorlar Oradan zamanımız kısıtlı olduğu için bir U dönüşü yapıp Rumelihisarı'nın önüne geliyor ve tepesinde dalgalanan o güzelim bayrağımızı seyrediyoruz neyse ki şairin dediği gibi o "bayrak rüzgar beklemiyor" bugün, özgürce dalgalanıyor mavi gökyüzünde... Biraz daha yürüyoruz, serin selvilerin kapladığı âsude bir mekanın, Rumelihisarı Mezarlığı'nın önünden geçiyoruz. Kimler kimler yatmıyor ki burada; Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Münir Nurettin Selçuk, Attila İlhan, Tevfik Fikret, Edip Cansever... "Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter." Tıpkı Yahya Kemal'in kendi mezar taşında da dediği gibi bu mezarlık yemyeşil ve çiçekli yamaçlardan Boğaz'ın mavi sularına balarken gerçekten "asude bir bahar ülkesini" andırıyor. Burda huzur içinde yatanlara birer Fatiha okuyup yürümeye devam ediyoruz, yukarılarda Aşiyan'ından Tevfik Fikret el sallarken bize sahildeki yamaçta yeşillikler içinde tepesindeki martısıyyla birlikte oturan Orhan Veli'yi görüveriyoruz... Kimler gelmiş kimler geçmiş buralardan diyerek yavaş yavaş Bebek'e geliyoruz, o da ne, burdaki parkın içinde de tüm ihtişamıyla koca Fuzûli 16. Yüzyıldan selam ediyor sanki... Aslında bugün yola çıkarken bunları hiç düşünmemiştim. Benim amacım arkadaşımla hasret giderip güzel bir mekanda iki çift laf etmekti ama dedim ya İstanbul sürprizler şehri, bakmasını ve görmesini bilene... Ha bu arada yolun kenarında birer gelin gibi beyaz çiçekleriyle süslenmiş zakkum ağaçlarını da anmadan geçmeyeyim.

bottom of page