top of page

Arama Sonucu

"" için 3688 öge bulundu

  • Kaşıkçı Cinayeti ve Cumartesi Anneleri

    2 Ekim 2018 günü, evlilikle ilgili işlemleri için Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna giren Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’dan bir daha haber alınamadı. Suudi Hanedanının uzun süre hizmetinde bulunduktan sonra Amerika’da The New York Times gazetesinde bu hanedan rejimine karşı eleştirel yazılar yamakta olan Kaşıkçı’yı, Suudilerden gelen bir katil grubunun öldürdüğü anlaşıldı. Bu olayın aydınlatılmasını başta ABD Başkanı Trump, Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan çevreleri istiyor. Suudi Hükümeti, suçu hanedan içinde bir kliğin üzerine atarak işin içinden sıyrılmak istiyor. Bu tüyler ürpertici cinayet, elinde büyük güçler bulunan ABD, Suudiler ve Avrupa gibi ülkelerin hem birbirlerini sıkıştırdıkları hem de bu vesileyle yeni çıkarlar elde etmenin bir vesilesi oluyor. Kaşıkçının öldürülmesi, büyük güçler ilgilenmeseydi faili meçhul bırakılacak bir cinayetti. Bizler faili meçhullerle sık karşılaşmış bir toplumuz. Günümüzde “Faili Meçhul” denince bizde ilk akla gelen, Cumartesi Anneleridir. Ansiklopedilere geçmiş olan Cumartesi Anneleri hakkında Viki Sosyalizm sitesindeki bilgilerin bir kısmını buraya aynen alıyorum: “CUMARTESİ ANNELERİ 20 Mart 1995'te eve dönmesi beklenen Hasan Ocak'tan 55 gün boyunca hiç haber alınamamıştır. Ardından geçen süreçte Hasan Ocak'ın işkence edilmiş bedeninin İstanbul'da bir ormanda bulunduğu ve kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı. Hasan Ocak ilk 'kayıp' değildi ama bu kez ortada çok sayıda tanık ve kanıt vardı. Kamuoyunun dikkatini konuya çekmek için bir araya gelen, her birinin bir yakını gözaltında kaybedilmiş 30 kadar insan, Galatasaray Meydanı'nda oturmaya karar vermiştir. Eylem ilk ayını doldurmadan, polisin saldırısına uğradı. Baskı ve tehditler her hafta yinelenmiştir. Bununla birlikte onlarla birlikte hareket eden insan hakları savunucuları baskılara maruz kalmıştır. Uluslararası insan haklan kuruluşlarının raporlarında özel bir yer bulan 'Türkiye'de gözaltında kaybolanlar' başlığı, iktidarların uluslararası görüşmelerinde de bir gündem maddesi haline gelmiştir. 15 Ağustos 1998’de başlayan polis saldırısı ve gözaltılar, 13 Mart 1999’a kadar sürmüştür. Toplam 1093 kişi gözaltına alınmıştır. Kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları daha Galatasaray’a gitmeden yolda, hatta kafelerde dövülerek gözaltına alınmaya başlanmıştır. Baskıların sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları, 200. haftadan itibaren oturma eylemine ara vermiştir. Fakat kayıp anneleri 1999'daki ağır devlet baskısı ve polisin saldırıları nedeniyle sona erdirdikleri cumartesi eylemlerine, 10 yıl sonra, 2009'da yeniden başlamışlardır. Milliyet gazetesinin haberine göre 1990 - 2011 yılları arasındaki toplam faili meçhul cinayet sayısı 1.901'i bulmuştur.” EY ADALET, SENİ DE Mİ KAYBETTİLER? Evlatlarının katillerinin bulunmasını isteyen bu ailelere daha geçen ay nasıl bir muamelenin reva görüldüğünü biliyoruz. Toplantıları zorla dağıtılmış, içlerinden bazıları yerlerde sürüklenmiş ve gözaltına alınmışlardır. 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri altında kaybedilenler gibi 23 yıldır kendilerinden haber alınamayan kayıplar için ellerinde en modern araçlar bulunan güvenlik güçleri arama yapmışlar mıdır? Kanıt toplamışlar mıdır? Bu insanları kimler ortadan kaybetmiştir? Bu konu üzerinde ciddi olarak durulmadıkça ve kayıp yakınlarına tatmin edici bilgi verilmedikçe, Kaşıkçı cinayetini çözme çabası, ABD’nin hatırına yapılan bir iş olarak anlaşılacaktır. Ey adalet! Nerdesin? Neden Cumartesi Annelerinin yıllardır süren feryatlarını duymuyorsun? Yoksa sen de bütün devrimciler, yoksullar ve kimsesizler gibi tutuklu musun? Sen de mi faili meçhulsün? (20 Ekim 2018)

  • Anneler Günü

    yeşildir artık yüreğinde kara bulut bugün anneler günü annem beni unut evde acılar koynuna yan gelip yatmış inadına giyin sen de mayısa batmış yürü sokakta çocukların düşü aksın yürü ki saksıda çiçekler sana baksın diline geç anılarından bir türkü seç beş yıl büyüdüğüm okulun önünden geç ıslanırsa anıların güneşte kurut senin günün bugün unutma, beni unut git mavi denizin tam kıyısında dur durma eteğinden beni bir daha savur annem yıldız kayıyor içinden dilek tut koşuyor sana kısa pantolonlu çocuk gözünde, gözümde, gözlerinde bin umut Nevzat Çelik

  • Bir Martıyı Ağlattın Sen

    bir martıyı ağlattın işte bir çocuk garanti intihar eder artık kütür kütür küfrediyor gece imanıma bir yaprak kırılıp suya düşüyor su yaralanıyor su kanıyor şelale! ah nasıl titredim tensiz bir piyanist büküldü sanki kesişen ayrışık doğrular gibi çarpışıverdim yüzünle. Yüzün öyle düzgün suna bir el yazısı yüzün yüzüme aksedince yüzün ayna alnımda yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı! bitmemiş bir ömrün yalanısın sen: kabuslarımın tabiri çocukluğumun arta kalanısın! öldüreceğim kendimi dudaklarınla dudakların etle, şehvetle seferber sen! bana inen son kutsal kitap son fakir yatır son aciz peygamber! bir martıyı ağlattın iste bir çocuk garanti intihar eder artık

  • Ada Vapuru Yandan Çarklı

    Toplu taşıma araçları büyük şehirlerde yaşayanların hem öfkelendiği hem de her gün mahkumu olduğu, hayatımızın vazgeçilmezleri. Eğer İstanbul’da yaşıyorsanız çok çeşitli toplu taşıma araçlarını kullanma şansınız var demektir. Otobüs, dolmuş, metrobüs, marmaray, motor ve vapurlar… Bütün bu araçların içinde zannımızca en keyifli, en rahat ve kolay olanı eğer güzergâhınıza da uygunsa Şehir Hatları vapurlarıdır. İstanbul’da yaşayanların pek çoğunun günlük yaşamında önemli yer tutan bu vapurların kısa bir öyküsünü anlatalım size. Öyleyse buyrun keyifli bir vapur yolculuğuna… İstanbul denilince aklımıza ilk olarak Boğaz ve Boğaz’ın iki yakasına sıralanmış semtler gelir. Anadolu yakasında Kadıköy, Üsküdar, Kuzguncuk, Çengelköy, Kandilli, Küçüksu, Anadolu Hisarı… Rumeli yakasında ise Karaköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Emirgan, İstinye ve Sarıyer. Günümüzden yaklaşık yüz elli yıl öncesine gittiğimizde bu semtlerin İstanbul’a uzak, ulaşılması zor köyler veya mesire yerleri olduğunu görürüz. O yılların kısıtlı ulaşım imkanları nedeniyle İstanbulluların pek çoğu Beykoz’a, Sarıyer’e bile gidemezdi; belki de bu semtlerin varlığından bile habersizdiler. Birkaç balıkçı kulübesi, bir cami veya eski bir kilise, bir de denize doğru uzanan tahta iskelelerden ibaret olan bu Boğaz semtleri, günümüzde İstanbul’un en gözde semtleri olmasına karşın o yıllarda sürgüne gönderilenlerin oturduğu yerlermiş. Osmanlının son dönemlerinde kıyıları görkemli saraylar ve zengin yalılarla süslü, iç kısımlarında ise köşkler ve konakların olduğu bu semtlere düzenli bir ulaşım yolu yokmuş. İki yakada da bugünkü gibi geniş caddeler, yollar olmadığından köylere gitmek için tek çare kayıklar, çektiriler ya da küçük yelkenliler yani sözün özü deniz yolu ve araçlarıymış. Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı ekonomisinde yaşanan hareketlilik, İstanbul’un Boğaz’a doğru genişlemesine sebep olur. Boğaz’ın iki yakasının rağbet görmesini fırsat bilen biri İngiliz, öteki Rus iki şirket; kapitülasyonların kendilerine verdiği haklardan yararlanarak 1837’de Boğaz’da iki vapur çalıştırmaya başlamış. Bunun üzerine, devrin deniz ulaşımından sorumlu olan Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi, Hümâpervaz adlı vapurla boğazda yolcu taşımacılığına girişmiş. Hazine-i Hassa vapurlarının düzenli seferler yapmaya başlamasıyla, kayıklarla saatlerce süren yolculuklar da yarı yarıya kısalmış. Özellikle yaz aylarında mesire yerlerine, ayazmalara, çayırlara eğlenmeye gitmek isteyen halk, artık vapurları tercih etmeye başlayınca ortaya çıkan bu talep, Şirket-i Hayriye’nin kurulmasına neden olmuş. ŞİRKET-İ HAYRİYE Şirket-i Hayriye yani “Hayırlı Şirket” Padişah Abdülmecid tarafından Boğaz’da deniz taşımacılığı yapmak üzere kurulan, Osmanlının ilk anonim şirketidir. 1944 yılına kadar süregelen şirket, bu yıllarda Devlet Deniz Yolları’na devredilir. Şirketin ilk vapurları ise yurt dışından getirilen “yandan çarklı” vapurlardır. 1851 yılında kurulan bu şirket, İstanbul’un günlük yaşantısı içinde 94 yıl boyunca vazgeçilmez bir yere sahip olur. Önceleri siyah boyalı, semaver bacalı zarif yandan çarklılarıyla; sonraları ise daha büyükçe, geniş salonlu, uskurlu vapurlarıyla boğazın iki yakasını birleştiren Şirket-i Hayriye, bugünkü Boğaziçi’nin gerçek kahramanıdır. Şirket-i Hayriye’nin kurulmasıyla birlikte hemen İngiltere’deki ünlü gemi tezgahlarına altı adet vapur sipariş edilir. Bu vapurlar 60 beygir gücünde, ahşap tekneli, yandan çarklı, saatte 5-6 mil hız yapabilen teknelerdi. Kaptan köşkleri ve ana güverteleri şimdiki gibi kapalı olmadığından, kaptanlar ve yolcular kış aylarında oldukça zorluk çekmekteydi. Bu arada 1871 senesinde, denizcilik tarihine “dünyanın ilk araba vapurları” olarak adı yazılan; Suhulet ve Sahilbent’in de Türk mühendisler tarafından yapıldığını söylemeden geçmeyelim. Henüz köprülerin İstanbul’un iki yakasını bir araya getirmediği yıllarda, motorlu taşıtlar karşı yakaya geçmek için araba vapurlarını kullanırlardı. Bugün de köprü trafiğine takılmak istemeyen sürücüler Sirkeci-Harem hattını kullanarak kısa yoldan rahatça karşıya geçebiliyorlar. Gündelik yaşamda bir kıyıdan diğerine geçerken adlarının farkına varmadan inip bindiğimiz vapurların isimleri de toplumumuzdaki ortak değerlerin, topluma hizmet etmiş kişilerin varlığını hatırlatır fark eden yolcularına. Barış Manço, Prof. Dr. Aykut Barka, Mehmet Akif Ersoy, Zübeyde Hanım… gibi bildiğimiz isimler, Şehir Hatları vapurlarında yolculuğunuza eşlik ederler. Seksenli yıllara gelene kadar vapurlarda yolcuların oturduğu salonlar “birinci mevki” ve “ikinci mevki” diye bölümlere ayrılırdı. Parası bol olan “elit” yolcular “Birinci mevkiye” kurulurken, uykusu olanlar ve aşıklar bodrum katını tercih ederlerdi. Vapurların bir başka ayrılmaz parçası olan seyyar satıcıları da anmadan geçmeyelim. Vapurların en ünlü yolcuları, eskiden beri özelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen seyyar satıcılardır. Örneğin Kadıköylü olup da belgesellere konu olan “Burhan Pazarlama”yı tanımayan yoktur. Daha yetmişli yıllarda, elinde koca çantasıyla vapura binen ve vapur hareket eder etmez çantasını açıp; “şu gördüğünüz fener…” diyerek söze başlayan ve bir çırpıda elindeki bütün malını satan Burhan Pazarlama ile benzeri satıcılar, vapurların bir başka ayrılmaz parçasıydı. Günümüzde ise bu satıcıların yerini genç müzisyenler almış durumda. Çaldıkları ve söyledikleri güzel ezgilerle zaten keyifli olan vapur yolculuğunu daha da keyifli hale getiriyorlar bu gençler. Vapurlardan söz edip de martıları anmamak olmaz. İstanbul’un ayrılmaz parçası olan martılar, her gün bindiğiniz vapurlarda karşı yakaya kadar eşsiz bir görsel şölenle yolculuğunuza eşlik eder. Hele bir de elinizdeki simidi onlarla paylaşırsanız. Keyifli bir hafta sonu tatili yapmak isterseniz size iki önerimiz var; ya Eminönü’nden bindiğiniz “Dilenci Vapuruyla” Boğaz’ın iki yakasındaki iskelelere uğrayarak Anadolu Feneri’ne kadar gidiniz ya da Adalar vapuruna binerek Prens Adalarına doğru martılarla yelken açınız.

  • Şafak Türküsü

    1 Beni burada arama anne Kapıda adımı sorma Saçlarına yıldız düşmüş Koparma anne Ağlama Kaç zamandır yüzüm tıraşlı Gözlerim şafak bekledim Uzarken ellerim Kulağım kirişte Ölümü özledim anne Yaşamak isterken delice ve korkak yorgun uykusuz bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak kısa ve soğuk bir zamandır ışık hızıyla koşan oysa benim için gece düş denizinde yarattığın umut sandalıdır birdenbire batacak olan koşma anne bir ülkeyi armağan ve kıza kesmiş tepeden tırnağa oğula herbir anneye yüreği avcunda koşan (ah verebilseydim keşke çırpıntı gözlerini ısırırken Yüreğin avcunda Sonra bir umut koşuyorsun Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini Sen aralıyorsun yağmuru Orada yitik bir anne ağlıyor Ülkemin neresine bakarsa ay Sarı bir yağmur Islak Günlerden salı Bugün görüş günü 2 yanağımda tomurcuk usulca açılıverdi şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine diretmişliğimle genç düşlerimle sınırsız korkak kahraman gecelerimi ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi sen de üzülme sen de anne üzülme ne olur boşver hipokrat amca ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken sanırım baytardı 3 mutlu bir yusufçuk havalansın güneşli güzel günlere inanan düşün ki o an düşün ki yüreğin sallansın insanları düşün anne onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları ve o şafaktan doğma uzun döverken darağaçlarını her mayıs şafağında uzun deniz'i düşün anne ince bilekli çıplak ayaklı tanya'nın onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde torlak kemal'i düşün anne börklüce'yi şeyh bedrettin'i pir sultan'ı düşün anne kopunca memelerinden o mükemmel yaşama bayraklar ve türkülerle buz üstünde yürüdüm yıllar boyu sıcak omuzlar değerken omzuma 4 güneşli güneşsiz akşamlarda ölüp dirildim yeniden yalçın kayalardan biriydim kartalların konup kalktığı açık alanlarda ağır kurşunlar sıktılar alnıma yürüdüm yıllar boyu havadaki kuş denizdeki balık adına kardeşlik adına aç gözlerle bakmasın diye çocuklar ölümlerle yatmasın diye çocuklar tahtadan atların boynuna çıplak dirilip dönmesin diye hiroşimalar üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin özgürlük adına ekmek adına mutlu yarınlar adına ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer yalnızca bir ağıt gibi çakılır kalsa da silinir gider izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda ıraktı gözlerim çok ırak dönüp bakmadım arkama bütün gözler üstümde kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum ne garip şey anne tören adımlarıyla ölmek 5 idam mahkumunun değişmez dekoru mudur ve çingene kuralına uygun büküm büküm bir ip yağlı geride flu sandalye kağıt kalem cılız titrek bir kibrit içinde rengi bu gecenin yanında küçücük bir cam bardak masa üstünde üşüyen bir sigara sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun pul pul dökülecek yaz siyasi eylül'ün oysa birazdan boynumu kıracaklar yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün kırılacak cammışım gibi davranıyorlar 6 soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm anladım ki küllenen sigaradır çingenenin kara killi ellerinde gördüm ben ölümü asıl az ötede titreyen kendi buruk kanımı içtim oturup yıldızlar içinde yıldız uçurmak varken alacaşafağında ülkemin yani benim güzel annem giderken darağacına bir açıklaması vardır elbet öptüğüm kızlar geliyor aklıma ne garip duygu şu ölmek 7 belki bir ömür taşıyacaktın koynunda ağlayıp koklayacaktın gözleri değsin istemedim elleri değsin istemedim oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana bağışla beni güzel annem masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem geride 8 yakışıklı gelecekler var birbiri ardınca genç birdenbire acıdı boynum ökse de olsa dört bir yanı) (tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan karşımda kurum kurum-laşan darağacı usul adımlarla yürüdüm ömrümü şu kefenin yakasını az yumuşak dik ne olur işçi kadınım nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl moskova'yı bir de yirmibeş kilometreden görebilmek işte o an saçlarından yakalamak dolunayı öperken siya-u jakond'u tebessümünden bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden bir soluk ben de yaşamak isterdim o güzel günleri görenler arasında anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim sonra bir çocuğun afacan bacaklarında su başlarında aylak sektirmek kavalımı yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak çiçekleri kokmak ırmakları akmak oysa türkü tadında yaşamak isterdim yaşamak ağrısı asıldı boynuma 9 vurulmak isterdim bir kıza damdan düşer gibi sonra benim güzel annem sonra vermek isterdim çocukların ellerine sedef kakmalı bir kutu içinde bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı ölmek ne garip şey anne suçumuz malum künyemi okudular 10 gitgide yaklaşıyor sonum keskin bir acı bilenmiş erkenci bir horoz mu ötüyor yanlış mı duydum yoksa üstüme geliyor sabah üstüme koşun çocuklar çocuklar koşun koynuma yıldız doldurmuşum kefenin cebi yok gecenin kıyısında durmuşum göçtü ayaklarının dibine bin yıllık iskeletleri çatırdayarak usulca baktım yüzlerine iri sözlerim yoktu söyleyecek sevmedi mi çılgınca bağıra çağıra geçen bohçacı kadını bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan o çingene söyle anne sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız saçını tarayan telli kavak değil mi bir zaman rüzgarda darağacı avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran korkutamadılar beni anne gözleri yatırıp ıraklara ya da mektup beklemek gülmek umut etmek özlemek bir çiçeği düşünürken ürpermek yok kısacası mideme karşı açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren savunmak yok mutlu tok bir yaşamı işkenceler zindanlar hücreler kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda 11 ölmek ne garip şey anne taşacakken ve yüreğimin ırmakları taştı korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini ceplerimde el yerine balyoz taşırken toprak olmak ne garip şey anne baba olamayacağım örneğin mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım artık duvarları kanatırcasına tırnağımla ölmek ne garip şey anne ne garip şey anne oğlunu yitirmek kimbilir yine de gül yanaklı çocuğa benzer çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim ben yaprak derim çiçek derim dağdır ki sende göçer uçurumlar ki sende büyür bir sabah çıkagelirim bekle beni anne özlem benim kavga benim aşk benim her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni bayrak tutan çarpışan her kavgada ölen benim biten başlayan aşkların ortasındayım kızların yanaklarında çukurlaşan bütün kırık kapıların çağrılışıyım kırıldıysa düş evinin kapısı ağlama koparma anne saçlarına yıldız düşmüş kapıda adımı sorma beni burada arama anne 12 türkü tadında giyinirken işçiler dişleyip tükürmeden sigaralarını öylece kalkar uykudan şalterler o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur acını süpürmek için açtığında kapını bir sabah anne bir sabah o mükemmel güne sen hazır tut dizini anne başlarını koymak için yorgun dizine çiçekler içinde bir ülke getirirler koynunda çiçekler adı başka sesi başka nice yaşıtım acını süpürmek için açtığında kapını bir sabah anne bir sabah Nevzat ÇELİK *** NEVZAT ÇELİK 1960'ta Boyabat'ta doğan Nevzat Çelik, 1965'te ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Mart 1980 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (DGSA) Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu (UESYO) Grafik bölümü birinci sınıfta okurken tutuklandı. Dev-Sol davasından idam istemiyle yargılandı. 1984'te Şafak Türküsü adlı şiir dosyası Akademi Kitabevi Şiir Ödülü birincilik ödülünü alarak kitaplaştı. 1987'de Müebbet Türküsü adlı şiir kitabı Poetry International ve Hasan Hüseyin Şiir Ödülünü aldı. 1987'nin aralık ayında tahliye oldu. 1990'da iki şiir kitabı daha çıkardı; Suda Seken Hayat ve Yağmur Yağmasaydı. 1998 Ekim ayında Sevgili Yoldaş Kurbağalar adlı şiir kitabı, 2005 Nisan'ında ise ilk romanı Bağışlanmış Hüzün yayımlandı. Şafak Türküsü'ndeki şiirlerinden birini ("Elma") Hasan Hüseyin Korkmazgil'e adamış olmasına rağmen, ilk iki kitabıyla daha çok Ahmed Arif ve Nâzım Hikmet şiirinin etkisi yoğundur. Kuşağından Ahmet Erhan'la ortak temalarıyla benzeşir ama şiiri daha liriktir. Şiiri yaygın kitlelere ulaşımını Ahmet Kaya'nın bestelediği ŞAFAK TÜRKÜSÜ ile yapacaktır.

  • Yazdan Kalma Bir Yazı (1)

    Ama yaz, ve hani derler ya, "yazdan kalma" diye, onlar da olmayacak- artık hiçbir şey gelmeyecek. (Ingeborg Bachmann) Enis Batur, Oktay Rifat’ın yolculuk kitapları üzerine düşüncelerini aktardığı bir yazısına da yer veriyor kitabında. Burada “Üç günlük geziyle bir yazar bir yeri, bir memleketi tanımaz. Kendine göre bir sonuçlara varır. Hep genel konularda dolaşır durur.” diyormuş Oktay Rifat. (Oktay Rifat’a Doğru, Sel Yayıncılık, 2014, s. 112) Geçen yaz yaşadıklarımı ben de sezon sonundan alarak aktarayım size. Ancak bendeki gözlemler üç günlük değil bir ömürlük sayılır. “Bir sahil kentinde limana bağlı teknelerin ağırlığını “küçükler’ oluşturuyorsa, orada insanlık sürüyor demektir.” demişti Nazım Alpman bir köşe yazısında (18 Ağustos 2008, Birgün) Kumla’da Gemlik-Küçükkumla-Mudanya arası işleyen bir İDO vapuru var. Gemlik ve Armutlu’dan İstanbul’a giden bir de hızlı feribot. Büyüklerden her ikiside. Sahilin sessizliğini onlar bozuyorlar. Ama niye yalan söyleyeyim boğaz vapuru her uğradığında onu gördükçe mutlu oluyorum. Sahili düzenli dolaşan iki de gezi motoru var. Mehtap turlarıyla ünlü İzzet Kaptan ve Behçet Kaptan. Ama o eski, nostaljik tadı yok tekne turlarının da. Sahiller sitelerle boydan boya apartmanlarla çevrilmiş çünkü. Mavinin yanına yakışan o yemyeşil kıyıları, zeytinlikleri, çamlıkları, çınar gölgelerini arıyorsunuz. İzzet Kaptan emekli olmuş, yolculuklara yakışan mehtap turlarının adını belediye “mavi tur” koymuş. Behçet Kaptan başka. Gemlik’te banklarda oturmuş kitabımı okuyorken Behçet Kaptan’ın küçük sevimli teknesi anonslar yapıyordu. Saat 15:00’da; “Gemlik-Küçükkumla Turu”. Benim için iyi bir fırsat. Hem böylece yıllar yıllar sonra Gemlik-Manastır-Küçükkumla sahillerinin son durumunu denizden de görebilecektim. Ve motorlarda çalan müzikler, benim küçüklüğümde Modern Talking ile Nurtaç Düzgit/Grup Turbo kasetleri falan çalınırdı. O yıl hangisi moda ise… Denizi yaran küçük tekne yaz sezonu boyunca aşina olduğum şarkıyı dinletiyor yine: Dön hadi artık dünyaya Aç gözünü zaman dar Vazgeç artık eh be yavrum Bunun sonu çok zarar Eller ne dese inanmadın Yürek yandı aldırmadın Vuruldu kaç kere yüze Sevmiyor dediler duymadın Her yer de okyanus sen boğuldun derede Zamanla unutulur hani aklın nerede Saatin mi bozuldu niye kaldın geçmişte Al bir zaman bir de akıl bu da benden sana hediye (Derya Uluğ/Okyanus) Kıyıdaki değişimi daha iyi görebilmek için sancak tarafında yerimi aldım ve küpeşteye de hafiften yaslandım. Cep telefonu elimde kamerası alesta. Anımsadığım her yeri tek tek çekeceğim. Gemlik Körfezinin sol tarafı kıyı boyunca serbest liman bölgesi (Gemport). Sağ taraf çay bahçesi ile ünlü Manastır mevkii. Adını eski zamanların keşişler bölgesi olmasından alıyor. En tepeye kadar yazlıklarla dolmuş. Manastır da 1984’e kadar şirin ve boş bir sayfiye yeriydi. Bu tarihten sonra heyelan tehlikesine ve Bayındırlık Bölge Müdürlüğü Afet İşlerinin raporlarıyla tescil edilmesine rağmen... Uğur, Huzur ve Küçük adlı apartmanlar da yıktırılmıştı… Halbuki ne kadar güzeldi. Küçükken sık sık gelirdik buraya. Gemlik’ten kalkan küçücük motorların yanaştığı ahşap şirin bir iskelesi vardı. Yamaçtan incecik ama çok soğuk ipil ipil bir pınar akardı. Hani karpuz çatlatan dedikleri cinsten. Günübirlikçiler o pınarın çevresinde toplanırlardı. Pınar suyunda adeta buz kesen bostanlar yaz ortasının pikniğine serin lezzetler katardı. Arada da keşişlerden arta kalan kalıntılar üzerinde kurulan çay bahçesinden mesireciler ihtiyaçlarını karşılarlardı. Apartmanlar arasında sıkışıp kalmış bu yerin şimdiki adı da “Saklı Bahçe”olmuş. Deniz güzel miydi değildi belki çakıl taşlık maşlıktı falan ama bizlere yetiyordu. Henüz bozulmamış zeytinlikler, işgal edilmemiş kıyılar… Manastır’dan sonraki rota Küçükkumla sahili. Sahile adını veren kıyıdan köy 3 km içeride. İnsan bir yerde uzun zaman kalınca bazı şeyler değerini mi yitiriyor ne? Galiba beklentiler karşılıksız kalıyor ve bazı şeyler de gizemini yitiriyor. Bir zamanların zeytinliklerle kaplı Küçükkumla’sının betonlaşan şantiye halindeki görünümü bende bu duyguyu yaratmıştı. Binerken 10 liralık bileti kesen lostromonun yanında duran Kaptan’a “Ben Küçükkumla’da kalacağım” demiştim. Sezon sonu olduğundan fazla müşteri de yoktu çünkü… İndikten sonra büyük hayal kırıklığıyla eve doğru yol alıyorum… Hatırlıyor musun Nasıl sapsarı Katırtırnakları açar deniz kıyılarında (Sappho) Karşı yaka, körfezdeki yerleşimlerden, körfezin çıkış noktalarından biri de Mudanya’dır… Peki Mudanya farklı mı? Mudanya hem mütareke binası hem de poyraz rüzgarıyla meşhur. Son yıllarda ilçe kıyılarını işgal eden yüksek apartmanlar poyrazı kestiğinden mi nedir eski Mudanya müdavimlerinin şikayetlerine neden olmuyor değil. Poyraz aslında Yunanca Boreas’tan geliyor. Poyraz’ın hikayesini bilir misiniz? Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” adlı kitabında aktarıyor. Pan bir periye (Prtys) aşık oluyor. Onu kaçırmak isteyince peri çama dönüşüyor. Çamlar işte bu perinin ruhunu simgelediğinden her poyraz estiğinde inliyorlardı. Flüt çalıp dolaşan Pan çobanların tanrısıdır. Satirler keçi ayaklıdır. O da bir satirdir. Pan hedonizmi yani dünya zevklerine düşkünlüğü simgelemektedir. Panik yani çığlık sözü de ondan gelmektedir. Kumyaka ve Trilye Mudanya kadar ünlü iki şirin Rum köyü. Buradaki kiliselerin de tarihi açıdan önemi çok yüksek. Bahar ayıyla beraber Kumyaka ile Trilye arasındaki asfalt yol kenarlarına katırtırnakları ile laden çiçekleri eşlik ediyor. Akdeniz iklimi öyle bir iklim ki çakır dikeni ile katır tırnağı yan yana. Katırtırnaklarından sözaçınca da aklıma Kumyaka geliyor… Kumyaka’lı ablayla tesadüfen karşılaşmıştık Bursa’da bir yerde. Bir arkadaşımla Körfez’deki kıyıların betonlaştığından dem vuruyorduk. Meğerse o da kulak misafiri olmuş. Mudanya’dan da söz açıldığında söze giriveriyor: “Mudanyamız güzeldir.” Mudanya’da oturduğunu fakat Kumyaka’lı olduğunu söylüyor. Kumyaka-Trilye arasında yaptığımız bir yürüyüşte asfalt yol boyunda tüneyen çok büyük bir yılanla karşılaştığımızı söylemiştim. Cevabı hazırdı ona da: “Sen fırsatı kaçırmışsın yılan para demektir.” Ne yapaydım yani eve mi götüreydim yılanı diye söylendim, hayret o ise köyde doğduğu halde hiç yılan görmemiş. Mezarlığa geldiklerinden falan söz açıp gitti… Yılan, tahminim bir bozyörük (hazer) yılanıydı… Tehlikesiz hatta yararlı bir hayvandır ama çok iri ve ürkütücü bir hayvandı. O ise benim bedenimden ürkerek fırlayıp kaçmıştı. Zaten Türkiye’de yaşayan 54 tür yılandan sadece 13 türün zehirli, 3 türün yarı zehirli, 38 türün ise zehirsiz olduğu bilinir. Denize yakın yaşamanız balıklar ya da deniz kuşlarına yakın olmakla beraber karayla ilintili canlılardan uzak olacağınız anlamına gelmez. Bir yol boyunda iri bir yılana rastlayabileceğiniz gibi bir çadır kampındaki baraka veya ağaçlar arasında da yaşamını sürdüren yırtıcı hayvanlara rastlayabilirdiniz. Hepsi de sonuçta bir insandan ürküp kaçarlar. Kurşunlu’da mesela gelincik (kakım) görürdüm. Ancak bazı hayvanlar hakkında insanların önyargıları vardır. Gelincik ve yılan hakkında anlatılanlardan bir tanesi ise ibret verici: Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan önce ölen ve yalnız yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için ormanda yaralı bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan gibi olmasa da gelincik biraz uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna da bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincik ile bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve döner. Gelinciğin kanlı ağzını görür. Çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta hayvanı öldürür. Tam o sırada içerdeki odadan bebeğin sesi duyulur. Anne odaya yönelir. Odada beşiğin içindeki bebeğini ve yanında duran parçalanmış bir yılanı görür… Kraliçe Viktorya döneminin de bir simgesi haline gelen bu korkusuz ve cesur hayvanın kürkü bir şal gibi boynunu da süslermiş… Yılan görmek paraya tabirse ya yunus balığı neyin alametiydi. Kumla’da geçen yaz iki kez canlı canlı yunusları gördüm. İlkinde Büyükkumla’da denizden iki defa fırlayıp kaybolmuşlardı. Yanımdaki bir genç kitap okuduğum bankta bana bakıp “Sen de gördün mü?” diye sormuştu. Ben daha önce yunusların körfezde sadece heykellerini görürdüm, Gemlik’te, Mudanya’da, Güzelyalı’da ve Küçükkumla’da... Diğerini ise Küçükkumla iskelesindeki oltacılar göstermişti. O daha açıkta yüzüyordu çünkü. Balıkçılardan niye bu kadar seyrek göründüklerini sorduğumda aslında açık denizlerde yaşadıklarını fakat sardalya sürülerinin peşine takılarak kıyıya kadar sokulduklarını öğrenmiştim. B.Kumla’dakiler çok daha yakında görünmüşlerdi. Zaten bir dip balığı değil zargana, sardalya, palamut, hamsi, istavrit, uskumru, kılıç gibi su yüzeyine yakın yaşayan hava balıklarıydı bunlar. Yukarıda çamlar, meşeler, ardıçlar, Ve çoğu unutulmuş ağıl yerleri Önlerinde, susuz, sessiz bahçeleriyle Taştan, tuğladan evler Sade, sımsıcak köy evleri Aşağıda dar uzun çayırlar Ve yol boylarında İncecik ve yalnız kızlar gibi Yaban gülleri (Ferit Durmuş) Ferit Durmuş 1954 Ankara Örencik doğumlu. İnsan sevgisiyle dolu doğuştan şair. Bursa’da yaşıyor. “Geçip Giderken” ilk şiir kitabı. Her dizesi sevgi, özlem ve doğa sevgisi içeren şiirler yüklü. İnsana ve doğaya olan yakın duyarlılığı kadar toplumsal sorunlara da duyarlı. Bunu yakından bilerlerden biriyim. Neden mi? Çocukluğumdan tanışız çünkü. Geçtiğimiz günlerde yaptığımız kısa bir telefon görüşmesinde bana Kurşunlu’dan çocukluk günlerimden kalan aramızdaki konuşmayı anımsattı. Taştan kumdan kale yapıyormuşuz. Ona, “Her taşın bir öyküsü vardır” dediğimi anımsattı. Bir güzel insana ne de güzel söylemişim. Unutmamış… O yıllar kumdan kaleler kurardık, kumsaldaki taşlarla ördüğümüz minik iskelelerimiz de olurdu. Ben çocuktum o ise genç bir şair… Narlı’da bir çocuk babasına suda yüzen yavru kefal (ilarya ya da liza) sürülerini gösteriyor heyecanla. Adam çocuğa “Deniz böyle temiz olursa balık da çok olur bak” diye öğüt veriyor. Karacaali köyü kahvesinde çardak altına toplanmış ihtiyarlar da kendi aralarında tartışıyor. Masa üzerindeki bir kafesin içine 2 kumru konmuş. Biri kuşlara bakıp konuşuyorken, beriki “Bu kuşlar aslında kafeste yaşar” diyor. Belli ki kafesin sahibi o, kuşları kafesleyen de galiba o. Ama kuşlar öyle mi? Kuşlar doğaya ait tıpkı denizdeki balıklar gibi… “Bir hayvan bütün işinin yaşamak olduğunu düşünür; insan ise yaşamı bir şeyler yapmak için bir olanak olarak görür.” der Aleksandr Herzen (Suçlu Kim? Yordam Kitap, 1.Baskı, 2016, s. 28) Hayvanların insanları şüpheye düşürecek yetenekleri de var halbuki bilhassa yuvalar kurma konusunda. Bu tür belgesellerden birisinde bu muazzam yuvalara şahit olmuştum. Bir erkek kirpi balığının eşini cezbetmek için kumdan yaptığı yuva insanı hayrete düşürüyor. Hele ki bu yuvalara gösterdikleri ihtimam yanında evlerimiz bizim kumdan kalelerimiz kadar ilkel kalıyorlardı. Ya binbir sabır ve meşakketle kunduzların inşa ettikleri o muhteşem barajlar, yer altına kentler kuran karıncalar, kuleler diken termit yuvaları. Onlara kim söz söyleyebilir ki. “Mekanın Poetikası” ise Gaston Bachelard’ın bir başyapıtı. “Bu kitapta inceleme alanımızın iyice belirlenmiş olması, bizim için çok elverişli bir durumdur. Gerçekten de çok basit hayalleri, mutlu mekanın hayallerini incelemek istiyoruz. Soruşturmalarımıza, bu yönelim çerçevesinde, yer-severlik (to pophilie) adı verilebilir.” diyordu Bachelard. (İthaki Yayınları, 2013, s. 27-28) “Her hayvanın kendi yuvasını yaparken gösterdiği ustalık ve özen o hayvana öylesine uygundur ki, daha iyisini becerebilecek başka bir varlık yoktur. Bu da onu tüm duvarcılardan, marangozlardan ve yapı ustalarından daha yetkin kılar; çünkü şimdiye kadar hiçbir insan kendisi ve yavruları için, o küçücük hayvanların yaptığı ölçüde yetkin bir yapı ortaya koymamıştır, öyle ki bu konuda şöyle bir atasözü bile vardır: insanlar her şeyi yapmayı becerir, kuş yuvasından başka.” (a.g.e., s. 125) Örneğin, sosyal dokumacı kuşlarının (philetarius socius) yuva ve paylaşım konusundaki dayanışmaları insanlara parmak ısırtacak seviyededir. Vogelkop çardak kuşları ise dişisine yaptığı kur ve yuva süslemesiyle insan hemcinslerine taş çıkartır. “Ama içi boş bir kabuk, tıpkı boş bir kuş yuvası gibi, sığınma üstüne kurulan düşleri çağırır. Doğa, bizi şaşırtmak için çok basit bir yol kullanır: yaptığı şeyi kocaman yapmak.” (Bachelard, a.g.e., s. 141-157) Dev istiridye (tridacna gigas) 14 libre (7 kg) lık bir yumuşakça olmasına rağmen kabuklarının ise her biri 250-300 kg gelir ve boyları 1-1,5 metre arasındadır. Çin’deki zengin mandarinlerin bu hayvanın tek bir kabuğundan yapılmış banyoları bile vardır… Benim deniz canlılarıyla yaşadığım ilk heyecan çocukluk yıllarıma rastlar. O vakitler zeytinlikler çadır yeri olarak kiraya verilirdi. Şimdi adı Gemlik’le anılan Kurşunlu’da birkaç yaz geçirmiştik. Lodoslu bir günde kıyıya vurmak üzere olan iki küçük zargana balığını deniz suyuyla doldurduğum bir leğene koymuş, elimle yakaladığım yavru balıkları ertesi gün denize bırakmıştım. “Her Gün Yaşamak” adlı minik öykümde anlatmıştım bunu. Bundan başka birçok kıyı balıklarını da yine Kurşunlu’da tanıdım. Kaya balıklarını, dikenli izmaritleri, isparileri. Büyükkumla’ya ziyaretlerimizden birinde daha yakından tanıştım horozbinalarla. Bu küçük ama yapışkan balıklar da kıyıya yakın ve yosunlarla kayalar arasında yaşıyorlardı. Bir taşın altından bir yosunun arasından çıkıveriyor ama elinizden kayıveriyorlardı. Avucumun içinde misafir etmiştim kazara onları da… İnsanlar ne diye bu kadar özensiz, gelişigüzel ve umursamazcasına konutlar yapar ki…

  • POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (1)

    “Condito sine qua non” ya da “Sine qua non” "Olmazsa Olmaz” anlamına gelen Latince bir deyim. “Maurice Duverger” siyaset bilimine önemli katkılar yapmış bir hukukçu, anayasa hukuku uzmanı… Anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde okul yıllarında hukuk derslerindeki hocalarımızın sık sık referans aldığı siyasi tartışmalarda da sık sık adı geçen bir isim olduğu için Maurice Duverger ‘i bu yazı konusunun da olmazsa olmazı olarak başa aldım. Parti sistemleri ve seçim rejiminin birbirinden ayrılmadığını ifade eden Duverger, 1974 yılında yazdığı kitapta net bir başlık kullanmıştı: “Seçimle Gelen Krallar” ABD dahil egemen partili sistemleri ve kuvvetler ayrımının olduğu ülkeleri bile eleştiren Duverger anayasa değişikliği ile getirilmek istenen Türk Tipi Başkanlık için ne derdi acaba? Maurice Duverger, “Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.” diyordu. Başlıkla söz konuyu özetliyor… Bir iki ufak hatırlatmalarla girelim başkanlık meselesine… 12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirgesi’nde benimsenen önemli ilke yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayıran kuvvetler ayrılığı ilkesidir. 15 Aralık 1791’de yayınlanan “Haklar Bildirgesi”nin 1787’de ABD Anayasasından sonra getirilen birey haklarını güvence altına alan 10 ek maddesiyle de eyaletlerde daha önce olan uygulamalar sınırlandırılmış. 28 Ağustos 1789’da Fransız Devrimi’nin ardından ulusal mecliste kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” Fransız anayasasının da özü. İnsanların özgür ve eşit olduğunu, zulme karşı direnme ve mutlak egemenliğin millete dayalı olduğu ve din, sosyal inanç sebebiyle hiçbir kimsenin kınanamayacağını ifade eder. Toplam 17 madde. Bu bildirgedeki 16. Maddeye dikkat. Diyor ki bu madde de, “Hakların güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun anayasası yoktur.” Anayasal cumhuriyet, devlet yönetiminin anayasaya dayanmasını ifade eder. Devlet iktidarını sınırlandıran ve kişi haklarını güvence altına alan durum da budur. Fransız devriminin idealleri özgürlük eşitlik ve kardeşlikti. Tiers etat (3.sınıf) yani soylu ve kilise dışındaki tabaka da, 1789’da ilan edilen bildirgeyle hak ve özgürlük kazanmış oluyordu. İlk eseri konuşmalarda cumhuriyeti amaçlarken “Prens”te (Hükümdar) olağanüstü yönetim biçimi olarak devlet için dini ve yasaları araç olarak gören ve monarşiyi öven Niccolo Machiavelli bakın ne diyor: “Bilge bir insan olduğu izlenimi bırakan bir hükümdarın, ülkesinde öyle bilinmiş olmasının onun doğasından kaynaklanmadığını, çevresindeki danışmanlarına dayalı olduğunu söyleyenler kesinlikle yanılırlar. Çünkü kendisi bilge olmayan bir hükümdarın iyi danışmanlara sahip olamayacağı genel ve şaşmaz bir kuraldır. Eğer akıllı değilse öğütleri bir araya getirip bir bireşime varamayacaktır.” (S.91, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, 2011) Bir elin nesi var, iki elin sesi var “Machiavelli” bile böyle diyorsa ! Tiranlara yön gösterdiği için Machiavelli’yi eleştirenlerden biri de Fransız tarihçi Jean Bodin’dir. 1576’da yayınladığı “Devletin Altı Kitabı”nda mezhep kavgalarının son bulması için kralın yetkilerinin arttırılmasını ister… Jean Bodin iktidar ve egemenliği kanunca kısıtlanmayan manasına gelen “Souveraineté” sözcüğünü ortaya atmıştır. Kendisi bir burjuva olan Bodin, burjuvazinin görüşlerini benimser. Tiranların öldürülmesini savunup anarşiyi destekledikleri için monarkomakları eleştiriyordu. Oysa mezhep kavgalarından muzdarip olan monarkomaklar Fransa’daki din savaşlarına bir son vermek istiyor, Fransa'nın da milli birliğinin oluşmasını savunuyorlardı. Bu kısa tarihi hatırlatmalardan sonra gelelim şu bizim başkanlık meselesine… 80’lerde öğrenci olduğumuz yıllarda ilk sınıfta okuduğumuz derslerden birisi idi ve o zaman ders kitabımız Prof. Dr. Esat Çam’ın yazdığı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden yayınlanan bir kitaptı: “Siyaset Bilimine Giriş”. Bendeki 1981 baskısı. İletişim Fakülteleri’nin birinci sınıfında hala aynı isimle okutulur mu bu ders, aynı kitap okutur mu bilmem. Hazine değerinde bir kitaptır. Bendekinin arada sayfalarını çevirip çevirip göz atarım. Kitapta çağdaş siyasal rejimler 3 başlık altında sıralanıyor: Parlamenter rejimler (Çift ve çok partili rejimler), ABD Başkanlık rejimi ile SSCB tipi Totaliter rejim şeklinde… Çift partili siyasal rejimlere İngiltere’yi, çok partili siyasal rejimlere Fransa’yı örnek veren Esat hoca Başkanlık rejimini ise şöyle değerlendiriyor: “Başkanlık rejiminin değerlendirilmesinde gözetilmesi gereken bir husus bu rejimin Amerika’ya özgü oluşudur. Başkanlık rejimi teorik olarak Latin Amerika ülkelerinde de görülebilmekle beraber gerçekte seçmenlerin fikirlerinden çok askerlerin hakimiyetinin kişilere bağlı olması nedeniyle yürümemektedir. Partiler kök salamamakta ve darbelere zemin bulunmaktadır. Başkan parlamentoya hakim olmakta ve yarı diktatör bir rejime dönüşmektedir.” (s. 463) SSCB’yi ise “Demokratik merkeziyetçilik” ilkesine dayanan bir ülke olarak ele alan Esat hoca, SSCB’nin tek parti ve devlet organları tarafından yönetildiğini ifade ederek, “Komünizm sınıfların ortadan kalkmasıyla gereksiz olan baskıcı aygıtın (devletin) yok olmasını, onun yerine özgür işçiler toplumunun geçmesini öngörür.” (s.547) Ben de V.İ.Lenin ve K.Marx’tan bu konuyla ilgili birer örnek söz vereyim mi? Marx, “Devlet biçimleri ‘devletin özgürlüğünü’ kısıtladıkları ölçüde özgür sayılırlar.” derken, Lenin, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.” demektedir... Sonra da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın durumlarına geçiyor Esat hoca… Mussolini İtalya’sında ve Hitler Almanyası’nda millet meclislerinin devlet şefi (Duce ile Fuhrer) karşısında hiçbir bağımsızlığa sahip olmadığını ifade ediyor (s. 460). Mutlak monarşiden farklarının işlevleri karışık ıvır zıvır bir sürü ama sonuçta hepsi de liderin direktifleriyle hareket eden organdan ibaret olduklarını belirtiyor. Faşist devletlerde güçler ayrımı göreceli ve görünüştedir. Mutlak monarşide güçlerin mutlak birliği söz konusudur. Esat hocanın kitaptaki özeti bunlardan ibaret… Okul biteli neredeyse 40 sene geçmiş. Bunca sene sonra temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen “Başkanlık Sistemi” de ne ola ki. Yeni zuhur etmiş bir şey mi? Hayır. Çam’ın söz ettiklerinden pek farklı şey yok. ABD’deki Başkanlık Sistemi öyle de, ya buradaki… O ise ne? O kimine göre tam bir muamma bilene göre tam bir çakma… Hukuk sistemine, iktidar veya sosyal bilimlere ilişkin ne yazık ki hiçbir kuram, hiçbir özgün deneyi olmayan devletin, hükümetin uyduruk başkanlık tipinin adı “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”… Bu model diye lanse edilen şeyin oylanması aklın alabileceği bir şey değil zaten… Cumhuriyet nedir, tekrar tanımlayalım mı? Cumhuriyet, “İktidarın belli bir süreliğine, belirlenmiş yetkilerle, halk tarafından seçildiği devlet yönetimidir.” Belli süreliğine… diyor, belli süreliğine… Türk Tipi hangisine uyuyor? Cumhuriyet’teki “Cumhur” toplum anlamına geliyor. Demek ki cumhuriyet de topluluk, bir araya gelerek oluşmuş topluluk gibi anlamlara geliyor… Son yıllarda bizim siyasi literatüre sembolik cumhurbaşkanlığı yanında bir de “Etkin Cumhurbaşkanı” (Yarı Başkanlık) da girmiş. Aslında hikâyesi uzun. Yarı başkanın yetkileri geniş. Bize yabancı olmayan “Partili Cumhurbaşkanı” ise 1930’lar ve 1940’lar M.Kemal ve İsmet İnönü döneminde, Tek partili Türkiye’de uygulanmış. Ama bak, “Tek Partili Türkiye”sinde… Kuvvetler birliğine dayanan bu sistem, parti başkanının yasama yetkisinin de olduğu devlet başkanlığı biçimini ifade ediyor… Hatırlatalım, “Korkak insan özgürlüğün fırtınalı denizi yerine despotluğu tercih eder.” demiş Thomas Jefferson… Thomas Jefferson ve John Adams’ın Amerikan Anayasası yapım sürecinde katkılarının büyük olduğu bilinir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi 4 Temmuz 1776’da ilan edilmiştir. Büyük bölümünün yine Jefferson tarafından kaleme aldığı bilinmekte. 13 Amerikan kolonisinin Büyük Britanya’dan bağımsızlık elde ettiğini ilan eden bu belgeye göre, doğal haklar, yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve mutlu bir yaşam arayışı insanların en temel hakları olarak sayılmışlardır. Jefferson şöyle diyor: “Yürütme kuvveti hükümetimizde benim özen gösterdiğim tek ve en temel konu değildir. Şimdiki durumda yasa koyucuların tiranlığı en korkunç tehlikedir.” Biraz daha açalım bu konuyu. Başkanlık sisteminin bilinen tanımını yapalım… Başkanlık rejimi, başkanın ve parlamentonun seçimle işbaşına gelip başkanın olağanüstü yetkili olduğu ancak yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsız olduğu bir yönetim şeklidir... Devletin iskeletini üç ayak oluşturuyor. Üç ana kuvvete (organa) dayanan sistem, Yasama (Kongre), Yürütme (ABD Başkanı) ve Yargı (Yüksek Mahkeme)’den oluşuyor… Amerikalılar Yüksek mahkeme’ye “Supreme Court” diyorlar. Supreme Court, son başvuru makamıdır. ABD Anayasası Birleşik Devletler’in en üstün hukuk kaynağı. Ve ABD Anayasası siyaset kültürünün merkezindeki en eski anayasa… ABD Başkanlık Sistemi’nin yönetim yapısı da 3 ayaklı… Bunlar Federal hükümet; Başkan, Başkan Yardımcısı ve Kabine. Ordu teşkilatı başkana bağlı. Federal devletin yasaları eyaletinkilerden (federe devletlerden) üstün. ABD Silahlı Kuvvetler’i federe devlete müdahale edebiliyor. Eyaletlerin polis teşkilatı bulunuyor. Başkan 4 yıllığına üst üste iki kez seçilebiliyor. Fakat seçim kaybettikten sonra üst üste bir daha seçim kazananı yok. Yeniden seçilen de yok. Bir istisna hariç. O da paternalist biri, “Grover Cleveland”dır. Şöyle diyormuş Cleveland: "Paternalizme halkın inandırılmaması gerekir. Halka paternalist amaçlarla yapılacak devlet fonksiyonları dışındaki devlet hizmetlerini desteklemeleri öğretilmelidir." Bizde 15 yıldır aynı iktidar… Federe devletin (eyaletlerin) temsilcileri valiler. Valileri seçen ise yöre halkıdır. Bizde atayan 15 yıllık iktidar… Başkanlık sistemi başkanın kişiliğine bağlı olarak diktatörlüğe dönüşme riski taşıyor deniyor ya bazı Güney Amerika ülkelerinde işte böyle olmuş. ABD Anayasası dinin ölçüt olarak kullanılmasını yasaklıyor. Anayasa’nın 6.maddesine göre, “Birleşik Devletler’de herhangi bir görev veya kamu hizmeti için liyakat unsuru olarak bir din sınavı gerekmeyecektir.” deniyor… Başkanı parlamentonun görevden alma yetkisi yok ABD’de… Ancak kınıyor, buna da “İmpeach” diyormuş Amerikalılar. “İmpeachment”, dedikleri Temsilciler Meclisi’nin bir soruşturması. Yüksek Mahkeme Başkanı senatoya başkanlık ediyor. Senato mahkumiyet kararını 2/3 çoğunlukla verebiliyor sadece. Yani nitelikli çoğunlukla. İmpeachment ise ABD tarihinde sadece 3 kez vuku bulmuş. 1868’de Andrew Johnson, 1998’de Bill Clinton’la ilgili soruşturmalar beraatla sonuçlanmışlar. 1974’te Richard Nixon soruşturması biraz daha karanlık. O istifa ile sonuçlanmış… “Allan Lichtman”, ABD başkanlık seçimlerini doğru tahmin eden ünlü bir siyasal tarih profesörü. Lichtman Donald Trump’un mutlaka impeachment yöntemiyle görevinden uzaklaştırılacağını savunuyor… ABD başkanlık seçimleri “İki Dereceli Seçim”dir. Birinci seçmenler ikinci seçmenleri seçerler. Yani halk milletvekili ve başkanı seçen temsilcileri seçer. Burada bir parantez açalım… Fransa’da da senato üyelerini halk seçmez, seçenleri halk seçer. Almanya Cumhurbaşkanı da 2 dereceli oylamayla seçilir. Federal Seçiciler Kurulu (parlamento üyeleri ve partilerin aday gösterdiği seçiciler) sadece cumhurbaşkanı belirlemek için toplanır. ABD başkanlık seçimi 4 yılda bir yapılır. Başkan ve başkan yardımcısı seçmek için. Devlet başkanı hükümetin de başıdır. ABD başkanlık sisteminde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri her eyalette halk tarafından salt çoğunlukla (oy çokluğuyla) seçilirler (Louisiana ve Washington’da iki aşamalı seçim sistemiyle). Temsilciler meclisi seçimlerinde “Dar Bölge Sistemi” uygulanır. Her bölgeden 1 adayın seçilmesi esasına dayanan sistemde nüfusa göre üye toplamı eyaletlere paylaştırılır. İki dereceli seçim sisteminin ılımlı ve yetenekli adayları seçtiği düşünülmekteydi. John Stuart Mill’e göre seçiciler halkın tercihinden farklı olarak kendi çıkarına uygun adayı belirlemektedir. Türkiye’de ise 1946 yılından bu yana seçmenin temsilcisini doğrudan seçtiği “Tek Dereceli Seçim sistemi” uygulanmaktadır. Ne güzel değil mi arada kimse yok. Bunu da anımsatalım… Başkan (hükümet) ile Temsilciler Meclisi ayrı seçimlerle yapılır. ABD başkan ve temsilciler seçimi “Salt Çoğunluk” (yarısının bir fazlası) sistemine dayanır. Meclis Başkanı ve komisyonların başkanları çoğunluk partisinden seçilir. Azınlıkta olan partinin meclis kararlarında etkisi olmaz. Çoğunluk parti ile hükümet iki ayrı partide de olabilir. ABD’de ön seçimlerde “Caucus” denilen siyasal parti üyelerinin bir araya geldiği müzakere toplantıları yapılır. İlk ön seçimin yapıldığı eyalet “New Hampshire”dir. Çünkü küçük bir eyalet olduğundan, başkanla direk ilişki kurmak da mümkün olduğundan kazanacak adayın seçiminde de ipucu vermektedir. Genelde nüfus yoğun, kentleşmiş ve deniz kıyısındaki eyaletler demokratların çoğunluk olduğu eyaletler, Güney ve iç batı kısımda eyaletler cumhuriyetçilerin çoğunluk sahibi olduğu eyaletlerdir. Amerikalıların “Salıncak Eyalet” dedikleri diğer bölgelerde oylar iki parti arasında gidip gelmektedir. “Cumhuriyetçi Parti” ekonomik liberal merkez sağ siyaseti savunuyor. Genelde protestanlar ve evangelistler (tutucu ve hristiyanlığı yayma yanlısı protestanlar) tarafından desteklenir. Yani muhafazakâr kesimler tarafından destekleniyor. “Demokrat Parti”nin pozisyonu merkez soldadır. Merkez sol ve sosyal liberal ideolojiyi izler. Yüksek eğitimli ve göçmen kesimler (tabi zenciler de) Demokrat Parti’nin savunanları… ABD Yüksek Mahkemesi bir idari yargı mekanizmasıdır ve en üst temyiz mahkemesidir. Kongre ve eyaletlerin çıkardığı yasaların ABD Anayasasına uygunluğunu denetler. Yasama ve yürütme kararlarını da denetler. Senato’nun önerdiği Başkan’ın atadığı 9 üyeli bir organdır. ABD Yüksek Mahkemesi toplumdaki birleştirici bir güç niteliğindedir. “Avrupa uluslarında, mahkemeler sadece bireyleri yargılayabilir; ama Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi, egemenleri kendi önüne çıkarabilir.” diyor Tocqueville.” (Amerika’da Demokrasi, İletişim Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 163) Çift meclisli olan ABD Parlamentosu (Kongresi) toplam 595 üyeden oluşur. Senato üst, Temsilciler Meclisi alt meclistir. “Gerekli ve Uygun Şart” (Necessary and Proper Clause) Kongre'nin güçleri Anayasa'da sayılanlarla sınırlıdır; tüm diğer güçler eyaletler ve halka aittir ancak bu madde Kongre'ye "belirtilen güçlerin uygulanması için gerekli ve uygun olan her kanunu yapma" yetkisi verir. “ABD Senatosu” nun her eyaletten seçilen 2’şer olmak üzere toplam 100 üyesi bulunur. Üyelerinin 2/3’ü 2 yılda bir seçimle yenilenir. Temsilciler Meclisi ise toplam 435 üyelidir. Üyeleri her 2 yılda bir yenilenir. Her eyaletten seçilen üye sayısı eyaletin nüfusuna bağlı olarak değişir ve federal halkı temsil eder. “Üyeleri her iki yılda bir yenilenir.” cümlesinin üzerinde duralım. Tocqueville, “Seçimlerin azlığı devleti büyük krizlerle yüzyüze bırakır. Fazlalığı ise hummalı bir galeyana sürükler. Amerikalılar bu iki kötülükten ikincisini tercih ettiler.” diyordu (s. 212) Amerikalılar yasama organının üyelerinin doğrudan halk tarafından ve kısa süre için atanmasını istemişlerdi… Hani “Zırt pırt seçime ne gerek var” diyorlar ya… ABD’de yasa tasarılarını iki mecliste de ayrı ayrı oyluyorlar. Sonucun farklı olması halinde karma komisyonda karara bağlanarak Başkan’a sunuluyor. Başkanın veto (reddetme) yetkisi var. “Mutlak Veto”da yasa kanunlaşmaz. “Geciktirici Veto”da ise yasa meclisteki 2/3’ü çoğunlukla kabul ediliyor. Başkan bir kanunu en çok 2 defa veto eder (Bütçe ve Kesin Hesap Kanunu’nu ise veto edemez.) Gelelim bazı organlarına… “Bütçe ve Yönetim Ofisi”, 1939 yılında kurulan başkana bağlı çalışan bütçeyi hazırlayıp kongreye sunan kuruluş. Fakat Kongre bütçe üstünde oynama yapabiliyor. Ödenek ve vergilerin miktarlarını yeniden düzenleyebiliyor. “Speaker” yani Temsilciler Meclisi Başkanı ABD siyasi protokolünde 3 numaralı kişidir. Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak toplantılarına başkanlık eder. Amerikalılar meclis adına konuşan kişiye de speaker derler… “Select-men”, ABD kentinde idari kuvvetleri elinde bulunduran kişi... “Charles-Louis Montesquieu”, 1748 yılında yayınlanan “Yasaların Ruhu Üzerine”de batılı demokratik sistemin temellerini attı. Kamu hukukuna ve siyaset bilimine “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini getirdi. Gücün gücü sınırladığı ve en iyi hükümet biçimi olarak “Temsili Cumhuriyet” (Halkın seçtiği hükümet) fikrini ortaya koydu. “Alexis de Tocqueville” ise küçük bölgelere de idari özerklik tanınarak “Katılımcı Demokrasi”nin yani siyasal özgürlüğün ve demokratik kültürün geliştirilebileceğini savunmuştur. Tocqueville “Milli irade, tüm zamanların düzenbazlarının ve tüm çağların despotlarının en yaygın şekilde suistimal ettikleri kelimelerden birisidir. Amerika’da halkın egemenliği ilkesi yasalarla ilan edilmiş ve özgürce yazılmış.” derken (a.g.e., s. 78) “Avrupalılar aceleyle biçimlendirilen bir savaş silahı gibi görür. Amerikalılar sayılarını görmek ve böylelikle çoğunluğun ahlaki etkisini zayıflatmak için örgütlenirler. Çoğunluk üzerinde baskı yapmak için uygun argümanları icat eder ve bir araya getirirler. Bu yolla iktidarı ele geçirme umudu taşırlar.” demekte. (a.g.e., s. 205) Hukuk, toplumsal düzene ilişkin güvenlik, özgürlük ve eşitlik sağlayan yazılı kurallar olarak tanımlanır. Doğal haklar ise bireyin doğuştan sahip olduğu devlet tarafından yasaklanmayacak temel haklarıdır. “Friedrich Carl von Savigny” ve “Hugo Grotius”un üzerinde önemle durduğu “Tabii Hukuk” (Lex Naturalis) çağın gereklerine uyan ve dünyanın her yerinde olması gereken hukuktur. Doğal Hukuk, yazılı olmayan ve olması gereken rasyonel hukuktur. Doğal hukuku sistematize eden “Aquinalı Thomas”, biçimlendirenler ise Platon, Aristo, Cicero, John Locke, Hugo Grotius, Thomas Hobbes ve Samuel von Patendorf olmuşlardır… “Virginia Haklar Beyannamesi”, 12 Haziran 1776’da Virginia Kongre üyelerinin oylarıyla kabul edilmişti. George Mason’un kaleme aldığı deklarasyon Amerikan ve Fransız yurttaş hakları bildirgelerini de etkilemiştir. Bu bildiri doğuştan gelen doğal haklar ve yetersiz hükümete isyan hakkını da içeren bir belgeydi. “Habeas Corpus” yani ihzar müzekkeresi ise bireyin mahkeme huzurunda hazır bulunmasını isteyen yargısal bir yazılı emirdir. 1679’da İngiltere’de çıkan Habeas Corpus yasasıyla yargıç kararı olmadan hiçbir bireyin gözaltında tutulmayacağına ilişkin bir karar alınmıştı. Bu yasa da sonraki ABD ve Fransız bildirgelerinin de temeli olmuştu… Getirilen Türk Tipi Başkanlık Sistemi de ne ola ki diye kitapçı raflarına bakındık. RTE Hukuk Başdanışmanı’nın da vardı bir tane. Başkanlıkla ilgili bir kitap yazmış o da altı üstü anca alfabe kitabı kadar kalın bir şey. Tabi onu geçtik. İşimize yarar diye en kalınca olanında karar kıldık. Almaya karar verdiğimiz kitabın adı “Başkanlık Sistemi” başlıklı olandı. Liberte Yayınları tarafından 2015 yılında ilk baskısı yapılmış. Editörleri, “Murat Aktaş” ve “Bayram Coşkun”. Bu kitabın ilk başta oylumu cazip gelmişti. Ancak okudukça hacmi kadar tatmin eden bir içeriğe sahip olduğunu da gördüm. Çünkü kesintili, ek bilgisiz ve çok kısa kaynaklar hiçbir zaman tam güvenilir olmaz. Kitapta ilk dikkatimi çeken isim benim de “Doğu Ergil” oldu. Neden, çünkü diğer yazarlara göre fazla medyatikti. Ergil hocanın ilk dikkatimi celbeden cümlesi de şu olmuştu: “Türkiye’de güçlü merkezi yapının üzerine bir de başkanlık sistemi gelirse güçler birliği iyice kurumlaşır ve yürütmenin denetlenmesi çok zorlaşabilir.” (s. 33) Türkiye’deki sistem de zaten yönetici elitler egemenliği üzerinden işlemekte değil miydi? Kesin kuvvetler ayrımı başkanlık sisteminin iyi işlemesinin en önemli güvencelerinden bütün notlar bunu işaret ediyor… Ergil hocaya göre, ABD’deki başkanlık, tüm idari ve siyasi yetkiler ülke çapında paylaşıldığından gereken koordinasyon ihtiyacını karşılamak için var. Ama ülkemizde teklif edilen Türk tipi sistem yargıçları atamada da başkanı yetkili kılıyor. Kendini denetleyecek kurumun mensuplarını atamak başkanı sınırsız yetki ve sorumsuzluk ile donatmak demekti. (s.34-33) “Türkiye’de liderlik tartışmaları geçmişten bugüne kaht-ı ricalle lider egemenliği arasında sıkışmıştır.” (s. 430) diyen kitapta, “Merkezi yönetim, kuvvetler birliği ve güdük sivil (daha doğrusu sivil egemen) toplum ilişkisi kuvvetli, otoriter lider ve merkeziyetçi yönetim tarzını ön plana çıkarmıştır.” demekte Doğu Ergil. (s. 30) Bu arada kaht-ı rical, istenilen düzeyde yöneticilerin bulunmayışı, mevcutların da bulunduğu koltuğu dolduramayışı, yetersiz görevliler için kullanılan bir sözcüktür… Kitaba AKP’nin “Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nun TBMM’ye sunduğu “Başkanlık Sistemi Önerisi Tam Metni” de ek olarak konulmuş… Kitapta yürütmenin başı olan Başkanın görevleri sayılıyor: İç ve dış siyaseti yürütmek, bakanları atamak ve görevlerine son vermek, TSK’ya başkomutanlık etmek, kamu yöneticilerini atamak, sıkıyönetim ilan etmek, YÖK üyelerinin yarısını seçmek, üniversite rektörlerini seçmek… Anayasa mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını, Hakemler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek... Geriye başka ne kaldı ki… Başkan hakkında, kişisel ya da göreviyle ilgili bir suç işlediği iddiasıyla TBMM üye tamsayısının en az 2/3’sinin vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir. Başkan yardımcısı başkan seçilenin oy pusulasında yazılı kişi başkan seçildiği anda başkan adayı seçilmiş de oluyor. Başkanlık seçim süresinin 1 yıl ertelenmesine meclis karar verebilecek. Erteleme sebebi kalmamışsa aynı usule göre bu işlem tekrarlanabilir. Seçilen kişi ömrü vaki oldukça başkan da kalabilir yani... Kitaptan alıntılara devam edelim… Madde 5/2: “Seçimden önce ve sonra suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, meclisin kararı olmadıkça tutulanamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.” (s.536, Başkanlık Sistemi Liberte Yayınları, 2015 1.Baskı, Murat Aktaş, Bayram Coşkun). Madde 6/3: “Milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu üzerine Genel Kurulca üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla karar verilir.” İki madde arasında ne büyük çelişki değil mi? AKP’nin önerisine göre başkan, 40 yaşını dolduran üniversite mezunları arasından 5 artı 5 yıllığına halk tarafından seçilir diyor. Oyların çoğunluğunu alan aday başkan seçilir. Adaylar ise en az yüzde 5 oranında oy almış siyasi partilerden seçilebilir deniyor. Yani en az 100 bin vatandaşın oyu gerekli… Ama ne adalet değil mi? 1911’de yazdığı “Siyasi partiler” kitabında “Oligarşinin Tunç Yasası” diye bir kavram ortaya atmıştı İtalyan sosyal bilimci “Roberto Michels”. Michels’e göre, iktidar sahipleri çıkarlar gereği iktidarlarını sürdürme eğilimindedirler. “Max Weber”den de etkilenen Michels, demokrasinin pratikte olanak dışı hale getirildiğini belirterek seçimlerin halkın oligarşik yapıyı onaylamasından öte geçmediğini demokrasi ile bürokrasinin hiçbir şekilde uyuşmadığını ortaya koymaktadır. Toplumda fert sayısı arttıkça bürokrasi güçlenmekte kişi ya da küçük bir grup çıkarına uygun bir yapı ortaya çıkarmaktadır… Barajlar da bu isteğin belirtisidir bana göre… Doğan Avcıoğlu”, 1961 Anayasası’nın ortaya çıkmasında rol oynayan tam bağımsızlıktan yana devrimci bir siyaset adamıydı. Çok ilginç tespitleri ve kanıtları vardı… Kalın kalın da kitapları vardır. Bunlardan birisinde, “Türkiye’nin Düzeni”nde (Tekin Yayınevi, 2001) Avcıoğlu, “Jacques Lambert”in “Latin Amerika” adlı incelemesinden alıntı yaparak şöyle demiştir: “Genel oya dayanan politik demokrasi tek başına ilkel toplulukları hızla değiştirmekte aciz kalmaktadır. Çünkü ağalık (casiquisme) ve büyük arazi mülkiyeti (latifundias) düzeni seçmenleri bağımlı tutmaktadır. Ancak bildiğimiz nokta seçim sandıklarından çıkan oyların büyük kısmının seçmenlerin kendi tercihlerinin sonucu olmadığıdır. Bu sebepten Türkiye’de seçim kazanmayı milli iradenin pırıltılı bir belirtisi saymak için halk henüz gerekli siyasi bilinçlenme seviyesine gelmiş olmaktan uzaktır.” Türkiye’de de merkezileşmiş bir nüfus (ya da sanayi toplumu) var mı? Sanmam… Çoğunlukla tercihler de, kır kentli ya da göçmen seçmen kitlesinin oluşturduğu sandıktan çıkan oylarla belirleniyor. Kapalı bölgeler; Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu gibi. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Tam tersine bahsettiğim eğitimli kır nüfusu, kentlere yığılmamış ama üreten ama sorgulayabilen de nitelikli nüfusa olan ihtiyacımızdır… Ne diyordu İsmail Hakkı Tonguç: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı... Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha... " Ne demişti ABD’li Sosyolog ve Eğitim Bilimci John Dewey, “Yönetilenler ve oy verenler eğitimli olmadığı sürece seçimle işbaşına gelen hükümet başarılı olamaz.” Değil mi? Bu konuyu açalım biraz… Fransız tarihçi Lucien Febvre “İnsan yoktur, onu grup yönetir.” der. Alman siyaset felsefecisi “Axel Honneth” ise toplumda “Kabul Görme”nin (recognition) 3 biçimi olduğunu söylüyor. Sevgi, haklar ve dayanışma… Honneth’e göre, aile sevgi’nin, sivil toplum hak ve hukukun, devlet ise dayanışmanın temelidir. 3 sütuna oturur: Özgüven, özsaygı ve onur... Irk, etnisite, cinsiyet, sınıf gibi çatışmalar aslında güdülenmiş kabul görme mücadelesidir... “Glokalleşme” (Yetki Paylaşımı) , özerk yerel yönetimlerin merkezle birlikte yönetmesini ifade eder. Oysa günümüzde yerelleşmeden anlaşılan ne midir? Küreyelleşme yani yerel yönleri güçlendirip dışa saçılma siyaseti. Küre-Yerelleşme şubelere yetki aktarımıdır… “Tefrik-i Vezaif”, görevler ayrımını ifade ederken, “Tevsii Mezuniyet” (Yetki Genişliği) kavramı yerel (taşra) birimlerinin merkeze bağlı olarak, merkezin denetimi altında görev yürütebilmelerini ifade etmektedir.1982 Anayasası'nın 126’ncı maddesine göre Türkiye'de illerin idaresi bu esasa dayanıyordu… Bilhassa 90 sonrası “Demokratik Kitle Örgütü” (DKÖ) yerine iktidar mücadelesini grup çıkarına indirgeyici bir kavram olarak “Sivil Toplum Kuruluşu” (STK) kullanılmaya başlanmıştı. Sosyal devlet anlayışının terk edilmesinden sonra boşluk üçüncü sektör denen STK’larla doldurulmaya, kamusal alan da bu doğrultuda işlev kazanmaya başladı. Bunun sonuçlarından birisi de “Deregülasyon” yani kamusal alanın daraltılmasıydı. Böylece “İnterpellation” yani belli bir ideolojiye mensup sınıfları aynı siyasal projeye yönlendirme (Paralojizm) özellikle STK’lar aracılığıyla yapılmaktaydı… “Yerinden yönetim” iki türlü gerçekleşmekte. “İdari Yerinden Yönetim” hizmet yönünden yerinden yönetimdir. Belediyeler, köyler ve il özel idareleri gibi. “Siyasi Yerinden Yönetim” (Federalizm) ise bölgesel kimlik (federe devletin anayasasına göre bağlılık), federal devletin anayasasına göre bağlılık ulusal kimlik olarak tanımlanır. Dış ilişkiler, maliye, güvenlik ve adalet dışında merkezden alınarak yerel yönetimlere aktarılır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan tam 55 yıl sonra yerel yönetim kavramıyla tanışmış. Bülent Ecevit başbakan olduğu 42. Hükümet döneminde 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979 tarihleri arasındaki kabinede “Yerel Yönetim Bakanlığı” adıyla bir bakanlık yer bulmuş. Türkiye’nin ilk ve tek yerel yönetim bakanlığı hükümetin değişmesiyle de kaldırılmış. Bakanlık 22 aylık bu kısa sürede de özellikle belediye gelirlerinin artması konusunda çalışmalar yapmış. “Civilisation” Türkçe’de uygarlık sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan Fransızca bir sözcük. İster istemez uygarlık deyince Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin o ünlü deyişi akla geliyor. “Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.” diyordu Nietzsche… 18. yüzyılda Voltaire tarafından yazına sokulmuştur. 19. yüzyılda ise aynı kelime, bilgi, beceri anlamında kullanılmış. Sivilizasyon, günümüzde “Otonom” (Özerk) devletten ayrılmış güç ve yapılanmayı ifade ediyor. “Siyasal Katılım”, seçimler ya da etkin katılım (DKÖ, yerel ve ulusal faaliyetler) siyasal istem ve yöneticilerin belirlenmesi yoluyla kararları etkilemektir. Yorumlarını Aristo’nun öğretilerinden yola çıkarak yapanlar “Peripatetik” olarak tanımlanırlar. “Politika” adında da bir kitabı yayınlanmıştır. Aristo, “Politika, toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir.” diyordu… İktidar ya da “Sosyal İktidar” başkalarını kontrol etme yeteneği, “Siyasal İktidar” toplumun bütününü etkileyen iktidar, “Egemen İktidar” ise yasama yargı ve yürütmeyi içermektedir. Montesquieu, “Yasaların Ruhu” (De l'esprit des lois) adlı kitabında kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. “Güç, gücü durdurur” demekteydi... Sivil toplum, toplumsal farklılaşmanın olduğu toplum içerisindeki çeşitli grup ve kurumların karşılıklı etkileşimde bulunduğu toplumsal kurumdur. Ancak sivil toplum (civitis), iktidar mücadelesini salt grup çıkarına indirgemekte. Örnek vereyim, “Ulusal Demokrasi Fonu” (NED) adı altında ABD askeri güç yanında sivil faaliyetlerini sağ (IRI) ve sol (NDI) eğilimli STK’lara destek vererek, iş çevrelerinde yürüttüğü faaliyetleri ise “Uluslar arası Özel Girişimciler Merkezi”nin (CİPE) desteklediği STK’larla sürdürmektedir. Amacı, Ortadoğu’da etkinlik kurmak ve çıkarlarını korumak, süper gücünün devamını sağlamaktır. Bu kuruluşlar “Povermental” yani ABD’ye bağlıdırlar... Günümüzde kamu yönetim alanında yaygın olarak kullanılan kavramlardan bir diğeri de yönetişim “Governance” (Yönetişim)… Bir sosyal ve siyasal sistemde bütün aktörlerin toplam çabasıyla oluşan düzen olarak tanımlanan yönetişim terimi, birbirine bağlı durumlarda birbirine karşıt aktörlerin oluşturduğu ağsal yapıyı koordine eden süreç olarak ifade ediliyor… Hukuk (emretme gücü), maliye (para, vergi, kamusal harcamalar) ve zor kullanım (polis ve asker) olarak egemenlik sisteminin 3 temel aygıtı. Louis Althusser, “ideoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda “Devlet aygıtı dediğimiz şu öteki somut gerçeklikte belirli soyutlama ilişkisi içinde bulunan hukuk, hem baskıcı hem de ideolojiktir.” der ve ideolojiyi tanımlarken maddi hayat şartlarıyla hayali ilişkilerin temsili diyerek iki alanı vurgular: İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. Althusser’e göre iktidar ve rejim ideolojik aygıtların katkısı olmadan sürdürülemezdi. (M. Naci Bostancı, Siyaset ve Medya Alaca Karanlığın İki Atlısı, Özgür Yayınları, 2011, 1. Basım, s.161) Alexis de Tocqueville 1835’te yazdığı “Amerika’da Demokrasi” adlı kitapta yönetim ile halk arasında sivil toplum kuruluşlarının denge işlevi gördüğünü ifade ediyordu. Ancak kavramı 1767’de yazdığı "Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme" adlı makalede ilk kullanan “Adam Ferguson”dur… Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de idari kuvvetin yapısında merkezi ve hıyerarşik hiçbir şey yoktur; bu nedenle onu göremezsiniz.” (a.g.e., s.92) Amerikan demokrasisinin özelliklerini Tocqueville, yerel hükümetler, kapitalizmle birlikte yaygınlaşan sivil toplum yapısı, anayasa, gelişkin ve özerk yerel yönetim kurumları, din ile siyaset ayrımı gibi olgularla ele alarak Avrupa Devletleri’yle Birleşik Devletler farkını ortaya koymuştur. Avrupa’nın merkeziyetçi yapılanmasına karşılık da başat etken olarak Birleşik Devletler’deki ademi merkeziyetçilik uygulamadaki fark olarak görülmektedir. Eşitlik, adalet, özgürlük kısaca demokrasiye ilişkin bir takım kavramların temeli olarak sivil toplum demese de dernek veya halkın kurduğu örgütlerden, bu kuruluşların çokluğunca yaratılan ABD sivil toplum yapısından sözetmektedir: “Amerikalılar toplumsal otoriteye güvensiz ve tedirgin gözlerle bakarlar ve sadece onsuz yapamayacakları zaman bu otoritenin iktidarına başvururlar.” (a.g.e., s. 200) Hümanist sosyolog “Charles Cooley”in ortaya attığı “Ayna Benlik” kavramına göre başkalarının algısı bizim kendi algımızı da etkilemektedir… İnsanlar çıkarları sözkonusu olup haksız oldukları zaman gerçeklerle yüzleşmek istemezler ve saldırganlaşırlar. Doğruyu savunmak işlerine gelmez çünkü. İşte “Lobicilik”, özel grup çıkarları sağlamak amaçlı siyasal kararları etkileme faaliyetidir… Örgüt ise bir amaç için bir araya gelen bir organizasyonun tümünü kapsar. Örgüt tipleri formal ve informal yani resmi veya resmi olmayan örgüt biçimindedir. “Formal Örgüt” içinde statüye dayalı ilişkiler, “İnformal Örgüt” içinde de kişiye dayalı ilişkiler geçerlidir. Biçimsel örgüt, amaç görev ve sorumluluk ve kuralların önceden belirlendiği sıra düzenine ve kişisel ilişkilere dayalı bir yapılanmadır. Tanımlanmış liderlik tipleri ise şöyle… Kurallara uyum ödül içeren ödül ve cezaya dayalı liderlik “Nomothetic”, Bireysel çaba ve gereklere bağlı liderlik “İdiographic”, Ve bürokrasi ile bireylerin gereksinimlerine dönük liderlik “Transactional”. Örgütsel lider (nomothetic) bürokratik yönelimli, bireysel lider (idiographic) kişilik yönelimli, durumsal lider (transactional) durum yönelimli olmaktadır. En uygun model durumsal liderlik olarak tanımlanıyor… Max Weber, “Bürokrasi ve Otorite” adlı kitabında 3 otorite tipi saymıştı: “Geleneksel Otorite” (hanedanlıklar, krallıklar), “Karizmatik Otorite” (akıl ve kudret sahibi kişi) ve “Yasal ve Ussal Otorite” (yasal ve halkın rızasına dayanan modern dönemin şekli). Weber, “Toplumların kültürel boşluğa düştüğü zamanlarda toplumsal kuramları değişen kültürel değerlere uydurmayı başaran kişi karizmatik liderdir.” diyordu. Karizma, Emre Kongar’a göre “Türkiye’de sorgulanmaz, erişilmez, büyüleyici, sürükleyici etki” anlamında kullanılmaktadır (Cumhuriyet, 24 Mayıs 2010). Sosyolojide çeşitli grup sınıflandırmaları yapılmıştır fakat en yaygın ve temel olanı Charles Cooley tarafından literatüre sokulan “Birincil Grup” ve “İkincil Grup” ayrımıdır. Birincil gruplar yakın ve yüzyüze ilişkilerin varolduğu gruptur. Orada bizlik ve dayanışma duygusu sözkonusudur. İkincil grup ise resmi ve kurumsal (birincil grupların içinde geliştiği) gruptur. İkincil gruplar resmi (formal) gruplar olarak da tanımlanmakta… Ortak amaçları olmayan, rastlantı sonucu oluşmuş, birbiriyle yakınlığı bulunmayan ve sürekliliği olmayan insan toplulukları ise “Kalabalık” tanımlanır. Örnek mi? Sahildeki insanlar, marketteki müşteriler veya bir konserin izleyicileri… Ancak “Toplumsal Gruplar”, belli bir amaç için en az 2 kişiden oluşmuş aralarında ilişki (etkileşim) olan ve sürekliliği olan insan topluluğudur. Örneğin, siyasi partiler, dernekler, sendika, aile ve okul grubu böyle… . Bir kurum ise “Örüntüler” (birim) toplamıdır. İngiltere ve bağlı ülkelerde (Birleşik Krallık) özerk nitelikli yarı kamusal kuruluşlar (quango), hem kamu hem de hükümet dışı (STK) özellikler taşır. Melez (hibrid) organizasyonlardır… Özerk olmasına rağmen uygulamada atama ve finansman merkezi idarenin etkisi altındadır. Devlet tarafından parasal yönden desteklenirler. İngiltere’de 1980-90 arası birçok alan (su gibi) özelleştirilmişti. 1988’den itibaren sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerle genişletilmiştir. “Quango”ların sayısının artması kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır… “Ey hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor!” (Madame Roland) Bizim ilk ademi merkeziyetçilerimiz “Prens Sabahattin” Osmanlı hanedanından (paşaoğlu) federalizm taraftarıydı. Edebiyatta ise “Yeni Turan”daki ütopik görüşleriyle de “Halide Edip Adıvar” (Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri). Adıvar aynı zamanda bir Amerikan mandacılığı önermişti. Kemalist devrimden sonra ABD’ye de yerleşti. H.Edip kitabına, “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir.” diyen, Fransız devrimini eleştiren muhafazakâr ve liberal İngiliz devlet adamı Edmund Burke’nin şu sözleriyle girer: “Cemiyet hakiki bir kontrattır. Fakat devlet, herhangi bir anlaşmaya bağlı bir şirket telakki edilemez. Geçici bir alaka ile başlanıp, ortakların arzuları ile feshedilmez. Bu, bütün ilimlerde ortaklık, bütün sanatlarda ortaklık, bütün fazilet ve tekâmülde ortaklıktır. Böyle bir ortaklık, nesiller boyunca elde edilemeyeceği için, sadece yaşayanlar arasında hüküm süren bir ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler ve istikbalde doğacaklar arasında tesis edilebilen bir ortaklıktır." John Stuart Mill ise, “Kendi yaşama planını seçmeyi dünyaya ya da kendi çevresinde bulunanlara bırakan kimsenin, maymun gibi öykünme yetisinden başka hiçbir yetiğe ihtiyacı yoktur. Kendi planını kendi seçen kimse ise bütün yetilerini kullanır.” demektedir (Özgürlük Üzerine, Oda Yayınları, 1. Baskı, s. 82). “Egemen ve merkezi her devlet potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir.” Simone Weil’in faşizmin egemen olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında söylediği bir sözdü. Postmodernist düşünürler Gilles Deleuze ile Felix Guattari birlikte yönetim alanına ilginç bir siyaset felsefesi yaklaşımı getirdi. Kapitalizmi bunalımlar sistemi olarak tanımlıyorlar devlet yerine “Deterritorialization” (Yersiz Yurtsuzluk) kavramını öne sürüyorlardı. Yersiz yurtsuzluk merkezsiz ve gövdesiz, yatay yayılan, iktidardan sakınan düşünce yöntemidir. Göçebelerin yaşam ve örgütlenme biçimi, hristiyanlık ve batıya karşı yıkıcılık imgelemi olarak ele alınıyordu. Kapitalizmin ayakta kalışının nedenini çelişkilere (dışlama) bağlıyordu. 1944’te ABD’li tarihçi “Richard Hafstad” popülerleştirdiği sosyal darwinistlerin ileri sürdüğü düşünceye göre vahşi ırklar medeni ırklar tarafından yok edilecekti. Herbert Spencer, “Sentetik Felsefe Sistemi”nde toplumların da canlı bir organizma gibi işlediğini öner sürüyordu. Spencer, sanayileşme, işbirliği ve rekabete uyum sağlayan bireyin yüksek düzeye ulaşacağını savunuyordu. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisini savunarak “Devlete Karşı Birey”de evrimin görünmez el gibi özel çıkarı genel faydaya dönüştürdüğünü iddia ediyordu. Faşizmi, ırkçılık, sömürgecilik ve nazizmi körükleyen bu anlayışı İngiliz liberal siyasetçi “Richard Cobden” de savundu. Bir tekstil sanayicisi olan Cobden 1846’da halka ucuz tahıl sağlayan “Corn Yasası”nı kaldırttı. Sanayi işçisi artmıştı. Herkese iş vaat ediyordu. Almanya’da Ferdinand Lassalle ve Bismark uzlaşmasıyla eşit hak ve ücretler tunç yasasıyla işçi sınıfının hareketleri sınırlanmıştı... Faşizm insanlar üzerinde vahim ve derin etkiler bırakır… “Proto Faşizm”, faşizmin temelini oluşturan daha sonra gelen faşist ideolojileri etkilemiş modern faşizme öncülük etmiş Roma ve eski Avrupa rejimlerinin (Almanya, İtalya, İspanya) hukuk ve yönetim şekillerini ifade ediyor… Diktatör terimi Antik Roma’da senato tarafından acil durumlarda yönetime atanan ve olağan üstü yetkiler verilen “Magistratus” (Halkın Efendisi) ünvanından gelmektedir. Eski Roma’da magistralar, siyasi ve askerî otoriteyi elinde bulundurur, yılda bir defa seçilir ve bir yıl süreyle görev yaparlardı. Promagistralar ise eyaletlerde 1 yıl için görev yapan valilerdi. “İmperium” (buyurma) yetkisi olan üst düzey magistraların güvenliğini “Lictor” denilen muhafızlar üstlenirdi. Lictorlar ellerinde yetki ve güç sözünü sembolize eden daha sonra İtalyan Faşizminin de simgesi haline gelen “Fasces” denen baltaları taşırlardı. Faşizm sözcüğünün kökeni Roma İmparatorlarının otoritesinin sembolü fasces adlı baltadan gelirmiş ya Latince fasces, demet anlamına gelen “Fascis” kelimesinden türetilmiş… İmperium, yetkisine sahip kişi, “Magistra” ya da “Promagistra” olarak kendisine tanınan yasal hakları yerine getirme konusunda mutlak bir otoriteye sahipti. Roma Cumhuriyeti'ne özgü bir siyasi kurum olan bu makam normal magistraların yetkisinin üzerinde olağandışı görevler üstlenen olağandışı bir magistralıktı. Julius Sezar (MÖ 100-44), yetkilerini kullanarak ilk “Autogolpe” (Sivil Darbe) ile Roma Senatosu’nu kaldırıp kendini imparator ilan eden kişi oldu. Cumhuriyet bürokrasisini merkezileştirmiş, kendini hayat boyu diktatör ilan edince bir grup senatörce suikastle öldürülmüştür. Jul Sezar ölümünden sonra da Roma tanrılarından birisi ilan edilmiştir. Lucius Cornelius Sulla Felix (MÖ 138-78), senatoların yetkilerini arttıran ve bu yönde kanunlar çıkartan bir diktatördü. Felix döneminde güçlenen aristokratik kliklerden Optimates, senatonun yetkisini arttırıp pleplerinkini kısmayı amaçlamıştı. Çünkü tribünün, yani güçlü generallerin yönetime egemen olmalarını istemiyorlardı. Buna karşılık Populares kliği, pleblerle halk meclislerinin gücünü arttırmak istedi. Onlar da Sezar döneminde güçlenmişlerdi. İspanyolca bir terim olan Autogolpe, günümüzde Latin Amerika’da görülen sivil darbeleri ifade eder. Örneğin Peru’da Alberto Fujimori devlet başkanı iken parlamentoyu lağvederek iktidarı kendi bünyesinde toplamıştır. Kendi kendine darbe sonucunda anayasa ve bağımsız mahkemeler de rafa kalkar. Sivil darbelerin diktaya dönüşmeleri muhtemeldir. Bir sivil darbenin ortadan kalkması askeri darbeye göre daha zordur. Askeri darbelerden sivil hayata dönüş muhtemelken sivil darbeciler menfaat ve destekçi grupları geliştirmeye eğilimdir… İkinci dünya savaşı yıllarında siyasi iktidarı tek elde toplayan gri rejimler, demokrasi ile totaliterlik karışımı ara rejimler yani “Otoriterizm” de egemen olmuştu. 1970’lerde ABD, yönetime ilişkin tanımlama yaptı ve ülkeleri “Totaliter Ülkeler” ve “Otoriter Ülkeler” olarak ikiye ayırdı. Totaliter ülke Amerikalılara göre SSCB idi. Totoliter, bütüncül yani her alanda yetkili yönetimleri tanımlarken otoriter ülkeler bazı Batı yanlısı ülkeler gösteriliyordu. Otoriter ülkeler ise buyurgan, yönetimi sınırsız yetkili, siyaset ve basın üzerinde baskıcı olan ülkeleri ifade ediyordu... Karanlıkta kar yağıyor, Sen Madrid kapısındasın. Karşında en güzel şeylerimizi Ümidi, hasreti, hürriyeti Ve çocukları öldüren bir ordu. (Nazım Hikmet) Hayvan Çiftliği’nde (1945) dünyanın tüm liderlerini 2.Dünya Savaşı yüzünden eleştirir “George Orwell”. 2. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanan “1984” adlı antiütopik (distopik) romanında Yevgeniy İvanoviç Zamyatin’in “Biz” (1920) ve Zamyatin’den esinlenen “Aldous Huxley”in hedonizmin de eleştirisini yapan “Cesur Yeni Dünya” (1931) romanlarından da etkilenerek otoriter toplumlara gönderme yapar. İspanya iç savaşına da katılan Orwell bu romanı Franko’nun İspanya’sından esinlenerek yazmıştır. Her üç roman sosyal bilim kurgu kabul edilir. Romanda hayali bir partinin şu 3 temel sloganı vardır: Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir. Sevgi bakanlığı işkenceden, bolluk bakanlığı fakirliği sürdürmekten, barış bakanlığı da savaştan sorumludur. 1984 romanında sözü geçen “Big Brother” (Hepimizin Abisi ya da Büyük Abi) terimi oligarşinin otokrat yönetimini korumak için kendine uygun gördüğü sanal kişiyi temsil eder ve merkezi otoriteyi simgelemektedir. “Big Brother is Watching You” bireyin merkezi otoritece sürekli gözlem altında tutulduğunu sistem dışına çıkanın cezalandırıldığını ifade ediyordu… Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve Theodor Adorno gibi düşünürler kapitalist topluma kültürel ve ekonomik boyutta eleştiriler getirmişti. Örneğin, Alman düşünür Theodor Adorno, Batı baskıcı ve yasakçı kapitalist toplumsal ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinin (teknokrasi vs.) insan ilişkilerini de tahrip ettiğini savunuyordu. “Teknokrasi” toplumsal ilişkiler ve devlet yönetimde sosyal ihtiyaçların karşılanması yerine teknik olanakların geliştirilmesini öncelik alan bir yönetim şekli. Bugünkü yabancılaşma ve tekdüze yaşam normlarının başat sebebi budur. Georg Lukacs da yabancılaşma kavramından yola çıkarak kapitalist toplum ilişkilerinde belirleyiciliğin meta ilişkileri olduğunu ifade etmektedir. Bunu “Reification” (Şeyleşme) terimiyle açıklamıştı. Adorno, Lukacs ve Ernst Bloch yabancılaşma üstüne değerlendirmeler yapan, eleştirel toplum yanlısı düşünürler totaliter toplumsal yapılara karşı modernite toplumunun sürdüğünü savunmaktaydı… “Güç ne kadar büyükse kötüye kullanılmasının tehlikesi de o kadar fazladır.” (Edmund Burke) Avusturyalı nörolog “Sigmund Freud”e göre insanda doğuştan gelen iki eğilim var diyor. Bunlar, “Libido” (Cinsellik) ve “Destrüdo (Saldırganlık). Freud’un psikodinamik yaklaşımına göre libido içgüdüsel bir enerjidir. İsviçreli psikiyatr “Carl Gustav Jung”, bu enerjinin bireyin gelişim sürecinde ortaya çıkan moral destek olduğunu savunuyor. Destrüdo ise bireyde içgüdüsel olarak varolan zarar verme isteği, hatta kendini ve çevresini de öldürme içgüdüsü olarak tanımlanıyor... “Hasrolmak” sözcüğünü, bir şeyin bütününü birine ayırmak, vermek anlamında da bilmekteyiz... Aşırı yetki tanımak “Omnipotans” ve “Egoizm” gibi bencil ve merkezcil üstünlük taslayan baskıcı çıkışları, “Hedonizm” zevkçilik ya da “California Sendromu” diye de tanımlanan davranışları tetikleyebilmekte… Sosyolog ve kültür kuramcısı “Stuart Hall”a göre iletişimin önemli ilkelerinden biri diyalektiktir. İletişimdeki süreç karşılıklılık esası taşımalıydı. Bugün “Diyalektik” (tartışma) yöntemden çok ”Retorik” (hitap ve ikna sanatı) geçerli sayılmakta. Bunu iletişim sayıyorlar… Diyalektik (akıl) karşısına “Metafizik” de (Duyu Ötesi) konuyor ve bilim yoluyla ulaşılamayan konulara sezgi yoluyla üretilen bilgiyle açıklık getirilmek isteniyor ya. Peki geldiğini mi sanıyorlar? Sormadan edemiyor insan… İletişim, bir “Methüsena” (Ululama) ya da bir metafizik (dogma) konusu olmaz. Olamaz. TV’de ya da başka kitle iletişim ortamlarında başkanlıkla ilgili bir çalıştaymış, münazaraymış, müzakere, mukaleme ya da panel her neyse karşıtların bir araya gelip tartıştıkları bir program adı duyduk mu? Yok… Bireyler nesneler gibi kutsanmışlar adeta çünkü. Sorgulanmaz, toz kondurulmazlar. Buna da işte “idealizasyon” diyoruz… “Georg Wilhelm Friedrich Hegel” diyalektik materyalizmin kurucusu idi. “Diyalektik Mteryalizm”i tezler ve antitezlerle senteze varım yani yeni anlayışa ulaşma olarak özetleyelim. Efendiyle köle ilişkisinde kölenin kurtuluşu ve özgürlüğü ancak toplumsal bilinçlenmesi (gerçek akıl düzeyine) ve kendi farkındalığına varmasıyla olur. K.Marx bu düşünceden yola çıkıp “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.” demişti… “Sophokles” ünlü tragedyası “Kral Oidipus”ta şöyle sesleniyor: “Güzel şey ikbale ermek, iktidarı elde tutmak, üstün bilgili olmak!” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları s. 12) Tiran ya da tiranlık, zorla yasal güç elde eden, zorba, despot, kale sahibi hükümdar demek… Zaman zaman kurulan askeri ya da sivil dikta rejimleri… Onlar da tiraniye… “Tiyatro dilinde cinayet ve fena insan rolleri yapan aktris demektir.” diyordu Reşat Nuri Güntekin de (Anadolu Notları I-II, İnkılab Kitabevi, s. 139) Platon’a göre demokrasi yozlaşırsa Tirani’ye yol açıyordu. Anayasa’yı özgürlük ve bilgelik karması olarak görür. Şöyle demektedir Platon: "Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir." Eski Roma’lı düşünürlerden “Polybius”, “Marcus Tullius Cicero” ve “Lucius Annaeus Seneca” Roma siyasal düşüncesinin etkili düşünürlerindendi. Polybius’un sınırlama dengeleme teorisinin Locke ve Montesquieu’nun kuvvetler ayrımına fikir kaynaklığı ettiği ABD Anayasası’nın hazırlanmasına da etkisi olduğu söylenmektedir. Polybius, “Oklokrasi”yi yozlaşan demokrasi olarak tanımlamıştır. Yani bilgisiz, yeteneksiz ve etik olmayan gücün yönetimi; çoğunluk diktası da denebilir… “Mobokrasi” ise, bir çete ve zümre yönetimidir. Herodot ve Thucydides ile birlikte önemli bir antik Yunan tarihçisi, ilk evrensel tarih yazarı olan Polybius (MÖ 203-120), Roma'nın dünya egemenliğini ele geçirdiği bir dönemde kuramsal yaklaşımla Romanın yönetim döngüsünü ele alarak Roma’nın egemenliğinin Roma standartlarından ve yapısından kaynaklandığını ortaya atmıştı. Polybius’a göre Roma’daki karma anayasa en uygun örnekti. Konsül (monarşi), senato (aristokratik) ve halk meclisleri (demokratik) ilkelere karşılık gelerek fren mekanizması gibi birbirlerini denetlemişlerdi… Hukuk ve felsefe eğitimi almış Ciceron da, Platon, Aristo ve stoacıların düşüncelerinden etkilenmişti. Eski Yunan ve Roma’yı hristiyanlara aktarmış Aziz Augustine üstünde etkisi olmuştu. İdeal devlet, kurumsal düzen, başarı ve erdem gibi konular üzerinde yazılan eserlerle; Devlet Üzerine, Yasalar Üzerine, Yükümlülükler Üzerine ile dikkat çeker… Ciceron’a göre yasaların kaynağı akıldır. Statükocu ve aristokrasiden yanadır. Devlet adamlığı ve görevlerini aileden üstün görür. Ciceron’a göre devlet, “Hukuksal bağlarla birleşmiş insanlar topluluğudur.” “Res Publica” kamuya ait olan şey, “Res Privata” ise özel alana ait olan şeydi. İkisi karşı karşıyadır. Monarşinin özü, uyrukların sevgisi ve akıl, aristokrasinin özü bilgelik, demokrasinin özü ise özgürlüktü. “Yasalar Üzerine”de şöyle diyor Cicero: “Yasa ne insanların zihinlerinde tasarlayarak oluşturduğu ne de halkların kararı olan bir şeydir, aksine genel olarak evreni yönetme ve yasaklama bilgeliğiyle idare eden ebedi bir olgudur. ‘Yasa’ adına yaklaşması şöyle dursun, bazı çetelerin üzerinde anlaşarak aldığı, ziyadesiyle zararlı ve tehlikeli olan birçok kararı toplumlar bağlamında nasıl değerlendirmeli? Zira cahil ve tecrübesiz insanlar iyileştirici ilaçlar yerine zehirli ilaçlar yazıyorsa, onlara gerçek hekim reçetesi denemez, halk nezdinde de, halkın zararlı olduğu halde kabul ettiği her şeye yasa denemez O halde yasa adil olan ve olmayan şeyler arasındaki ayrımın kendisidir.” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1. Baskı, 2016, s.37- 39) Ciceron’a göre demokrasi yozlaşırsa tiranlığa dönüşür ve çoğunluğun tiranlığı olur. İdeal devlet, kral ve senato’dan oluşmalıdır (monarşi ve aristokrasi). Bilgelik böyle devlette hüküm sürer. Roma yayılmacılığını fethettiği yerlere barış ve refah getirdiğini akla uygun görüp destekler. Ya hak eşitliği ya da eşitlik adaleti (İzonomi)! Ciceron’a göre ideal lider, erdemli, adil, dürüst, bilgedir. İyi yönetici hatip olmalıdır. Niccolò Machiavelli Ciceron’un kitaplarındaki öğütlere tepki olarak yazmıştır. Bir stoacı ve kynik olarak bilinen Seneca da politikadan uzak durmak ve mülkiyet edinmemek gibi fikirleri ortaya atmıştır. Ahlak felsefesiyle kişinin düzenle uyum içinde olmasını, basit (yalın) bir yaşamı savunur. Seneca devleti kurmaya mülkiyet duygusunun yol açtığını belirtir. Devlet, eşitsizliğin, köleliğin ve mutsuzluğun sebebidir. Devlet öncesi toplumlarda da köleliğin olmadığını ifade eder. Seneca’ya göre, bilgelik ve ahlak tarafından yönetilen krallık en iyi devlet yönetimidir. Devlet, evrensel ve bölgesel devlet olarak ikiye ayrılır. İlki kamunun olan yani aklın yolunda giden büyük devlet, ikincisi ise insanların bir bölümünü içine alan devlet. İnsan evrensel devlete hizmet etmelidir... Otuz Tiran Savaşı (Pelopones) Atinalılar ve Spartalılar arasında geçmekteydi. Savaş sonrasında (MÖ. 404’ten sonra) yönetime geçen Critas liderliğindeki Atina’daki Spartalı oligarklar aşırı muhafazakârdılar ve 1500 kişiyi öldürdüler. 1 yıl sonra da kendileri de ortadan kalktılar… Zalimliğiyle ünlü başka bir tiran da “Caligula”. Eski Roma imparatoru Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’un lakabıydı Caligula. Her türlü işkence yöntemi denemekten ve öldürmekten adeta haz duyan İmparator “Albert Camus”un yazdığı oyunda şöyle demektedir: “Tuhaf şey! Öldürmediğim zaman yalnız hissediyorum kendimi. Yaşayanlar yetmiyor dünyamı doldurmaya, yetmiyor içimden şu sıkıntıyı koparıp atmaya. Uçsuz bucaksız bir boşluk görüyorum siz geçince karşıma, bakmaya tahammülüm yok. Ölüler sarsın etrafımı, onların arasında buluyorum ben huzuru. Sahici olan onlar. Bana benziyorlar. Yolumu gözlüyorlar, beni bekliyorlar. Nicesiyle konuştum, bağışlanmak için yalvardılar bana, dillerini koparttırdım.” (Caligula, Can yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 129) Romalı tarihçi Suetonius, Caligula’nın “Korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler.” dediğini aktarır. Caligula’nun zalimlik kadar deliliği de öyle bir safhaya varmıştı ki “İncitatus” adını verdiği atını tanrı ilan eder onu altınla beslermiş… “Siyasal örgütlenmenin yasak olduğu tüm halklarda sivil örgütlenme de nadiren görünür.” (s. 553) diyen Tocqueville, “Tek başına eyleme özgürlüğünden sonra insan için en doğal özgürlük, kendi çabalarını başkalarınınkiyle birleştirme ve müşterek eyleme özgürlüğüdür.” diyordu (s. 204) “Ortak görmek, ortak işitmek, ortak tiksinmek, ortak haz almak ve ortak iş görmek mümkün müdür?” (Platon) Antik çağın ütopyacılar dönemi (MÖ. 5-4.Yy) tıpkı 19.Yy’daki Aydınlanma ve Rönesans gibi felsefe, sanat, bilim, edebiyat ve siyasette bir sıçrama dönemi idi. Eski Yunan düşünürlerinin idealize ettikleri toplum yapısı, ütopyacı düşünürlerin esin kaynağı insanların zengin, mutlu, huzur içinde ve kavgasız yaşadığı saadet dönemi diye adlandırılan “Altınçağ”a dönüştü. -DEVAM EDECEK-

  • 12 EYLÜL’Ü ELEŞTİRİRKEN…

    12 Eylül askerî darbesinin 40. yılı da arkasından okunan lanetlerle geçip gitti. Bu kadar büyük bir nefretle anılan başka bir siyasi hareket, insanlık tarihinde görülmüş müdür, araştırmaya muhtaçtır. Besleme basın, hatta “merkez medya”, 12 Eylül’ü, bugünkü hükümetin durumunu tahkim etmek için kullanıyor. Bunu 27 Mayıs Devrimi’ni kötülemek için de bir vesile sayıyor. 12 EYLÜL’E NE YOL AÇTI? 12 Eylül’e yol açan Türkiye’nin 1980 öncesinde içine yuvarlandığı kargaşadır. Bazı radikal sol gruplar, o kargaşadan bir devrim çıkacağını umuyorlardı. Oysa Türkiye solu, iktidarı devralacak bir örgütlülükten ve güçten yoksundu. Siyaset, boşluk kabul etmez. Sen idare edemiyorsan bir idare eden bulunur. O boşluğu Kenan Evren’in başında bulunduğu Genelkurmay doldurdu. İKİ SÜPER DEVLETİN TÜRKİYE ÜZERİNDE ÇEKİŞMESİ 12 Eylül, Türkiye üzerinde ABD ile Sovyetler Birliği’nin çekişmesi sonucunda bunlardan ABD’nin duruma hâkim olmasıyla sonuçlandı. 12 Eylül öncesinde bu hareketi önleyecek en doğru slogan “Ne Amerika Ne Rusya Tam Bağımsız Türkiye” idi. Aydınlık Hareketi, Sovyet Emperyalizmiyle mücadele ederken ABD ile işbirliği yapılabileceğine kadar işi götürdü. Solcuların büyük çoğunluğu “İki süper devlet” görüşüne şiddetle karşı duruyordu. Onlara göre Sovyetler Birliği Dünya sosyalizmimin merkeziydi. Solcu Aydınların büyük bir kısmı Sovyet etkisindeydi. Sovyet ideolojisi, “sosyalizm” kavramını kullanarak ülkemizdeki bazı önemli kitle örgütlerini ele geçirmişti. Bunun eleştirisi yapılmadan ve herkes eteğindeki taşları dökmeden 12 Eylül’den ders çıkardığımız söylenemez. YANILGILAR Hayat aynı zamanda yanılgıların da toplamıdır. 12 Mart 1971’de Hikmet Kıvılcımla Sosyalist gazetesinde “Ordu Kılıcını Attı” diye manşet atarken nasıl yanılmışsa, Aydınlık’ın “ABD’nin dünya çapında gerilediği, Sovyetlerin daha saldırgan hale geldiği” tezi de yanlış çıktı. Gerileyen ve yıkılan ABD değil, Sovyetler oldu. Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir ülke olduğu da taraftarlarını utandıracak derecede yanlış çıktı. Kenan Evrenin sağcı ve solcu değil merkezde bir subay olduğu görüşü de yanlış çıktı. 12 Eylül rejimi, ordunun başında bulunan NATO generallerinin ne kadar kof ve bilgisiz olduğunu da gösterdi. 12 EYLÜL NASIL MEŞRULUK KAZANDI? 12 Eylül Askerî Darbesi yapıldığında nerdeyse istisnasız herkes derin bir nefes aldı. Kargaşa ve bölünme sona erecek, artık kimse can korkusu çekmeyecekti. Kenan Evren’i Genelkurmay Başkanlığı’na Başbakan Ecevit getirmişti ve Evren faşist bir mihrakın başı olarak tanınmıyordu. 1978 Kahramanmaraş katliamı nedeniyle Ecevit’in ilan ettiği ve Evren’in başında bulunduğu sıkıyönetim de halkın büyük kesiminden onay alıyordu. Kenan Evren, Darbe bildirisini, “kardeş kavgasına son verme” kavramına oturttu ve Meclis’in aylardır bir başkan bile seçememiş olmasını kullandı. ÇOK GEÇMEDEN… Evren’in darbeci generalleri, çok geçmeden gerçek yüzlerini göstermeye başladılar. Bütün partiler ve kitle örgütleri kapatıldı. Yüzbinlere insan tutuklandı, yargılandı, ceza aldı. Baş sorgulama yöntemi işkence idi. Konsey’e hiçbir öğüt kâr etmiyordu. Muktedirler kendilerini çok güçlü hissediyorlardı ve Türkiye için yeni faşist bir rejimin planını uygulamaya koydular. Bu koşullarda bile onların yaptığı Anayasa, halktan yüzde 92.5 oranında onay gördü. Bunda bir an önce sivil rejime geçme isteğinin de etkisi vardı. Bu rejimden Turgut Özal gibi faşizmle uzlaşan açıkgöz sağcı liberaller yararlandılar. Türkiye’nin yeni bir görgüsüz sınıfı türedi. O tarihten beri ülkede dinci bir kapitalizm hüküm sürüyor. 12 EYLÜL NE KADAR SÜRDÜ? 12 Eylül kurumları sağcı dincilerin yönetimlerinde varlığını sürdürdü. Fena halde ezilmiş olan demokratlar ve solcular, üstlerini başlarını silkeleyerek yerlerinden doğruldular. 1982 Anayasasını paçavraya çevirdiler. Birçok anayasa çalışması yapıldı ve rejim normalleşmeye çalışıldı. Hiçbir rejimin ömrü sonsuz olamaz. Nitekim 12 Eylül rejimi, Türkiye toplumuna dar geldi ve birçok yerinden patladı. Ne var ki iktidar atını alanlar Üsküdar’ı aşmışlardı ve Tarikatlar ve Cemaatler desteğinde yeni açgözlü bir rantiye sınıfı dizginleri ele geçirmişti. Ona karşı yapılan birkaç hamle sonuçsuz kaldı. Şimdi bu sınıf, sıkıntılı bir dönemden geçiyor ve iktidarını sürdürmek için olmadık yollara başvuruyor. Para dağıtmak, dine sarılmak, hak ve özgürlükleri işlemez hale getirmek ve “dünyaya kafa tutarak” kamuoyunu kendini desteklemeye zorlamak bu “olmadık yollar”dandır. 12 EYLÜL VE BEN! 1970’li yılların ikinci yarısında benim siyasi parçalanmadaki yerim, iki süper devlete karşı barış ve birliği savunmak ve gerici kargaşaya karşı mücadele etmekti. Öğretmen Derneği’ndeki grubumuzun temsilcisi olarak bu konuda aktif bir durumdaydım. Dolayısı ile 12 Eylül’ün yapılış gerekçesi içine sığdırılabilecek hiçbir “suç”um yoktu. Öğretmenliğe devam ediyordum. Fakat alacakları biten Yahudi tüccar gibi rejim 1983’te binlerce öğretmen gibi beni de 1402 Sayılı yasa ile meslekten uzaklaştırdı. Bununla da yetinmeyerek, ansiklopedi pazarlığı ile hayata tutunmaya çalıştığım 1986’da Fatsa’da öğretmenlik yaptığım 1974-1975 öğretim yılında devrimci öğrenciler yetiştirdiğim gerekçesiyle gözaltına aldı ve bir ay cezaevinde tuttu. Beraat ettim ve 1987’de mesleğime dönebildim. Millî Eğitim Bakanlığının Öğretmen Dünyası için 1985’te aldığı “okullara sokulamaz” kararını ise ancak 1990’larda dolaylı olarak kaldırtabildik. 12 Eylül eleştirisini yaparken, kendi özeleştirisini yapması, solcuları küçültmez. Bu durum bugün ve gelecekte olaylara daha sağlıklı bakmamız için gereklidir. (13 Eylül 2020)

  • Hüseyin Rahmi Gürpınar

    Eserlerinde 19 ve 20’nci Yüzyıl başındaki İstanbul yaşamını gerçekçi bir biçimde yansıtan, romanı ahlakın aynası olarak gören, geniş bir okur kitlesine ulaşabilmek için yalın bir dil kullanan, eserlerinde toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri, kadın-erkek ilişkilerini, din sorunlarını ustaca anlatan Hüseyin Rahmi Gürpınar; zeki ve kurnazların, saf ve cahilleri kandırarak işlerini yürüttükleri çarpık bir düzenden kurtulmak için akılcı düşüncenin gelişmesi gerektiğini savunmuş ve ilginç yaşam öyküsüyle dikkat ve eleştirileri üzerine çekmiş bir yazarımızdır. İşte onun ilginç yaşam öyküsü ve edebi kişiliği… 17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen Hüseyin Rahmi’nin babası Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşadır. Çok küçük yaşta annesini kaybeden H. Rahmi, Girit'te bulunan babasının yanına gönderilerek orada İlkokula başlar. Ancak babasının yeniden evlenmesi üzerine altı yaşında İstanbul'daki anneannesinin yanına döner ve eğitimine burada devam eder. Çocukluk yıllarını annesiz ve babasından uzak, terk edilmişlik duygusu içinde geçirir. İlk ve orta öğreniminden sonra tarihçi Abdurrahman Şeref Bey'in himayesiyle Mekteb-i Mülkiye'ye giren H. Rahmi, okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçirerek buradaki öğrenimini yarıda bırakır. Kısa bir süre çeşitli devlet dairelerinde çalışan Hüseyin Rahmi yaşamı boyunca hayatını kalemiyle kazanmaya çalışır. Çocukluk ve ilk gençlik döneminde annesinin ölümüyle başlayıp, babasından ayrı kalmayla süren ve yanında yetiştiği büyük annesi ve teyzelerini art arda yitiren yazarın kişiliği ve yaşam çizgisi üzerinde bütün bu felâketlerin belirgin bir rolü olur ve bu etkiler eserlerinde de gözlemlenir. Bir yazısında annesinin ölümünden duyduğu acıyı şöyle anlatır: “Validem okur yazar bir kadındı. Beni dört buçuk yaşında teyzemin terbiye aguşuna bırakarak pek genç iken yirmi ikisinde hayata veda etti. Söz valideme intikal edince kalemimi tutamam, ağlamadan duramam. Çünkü kendisine pek düşkündüm. Kucağından hiç inmezdim. Çocukluğumda bütün ateşleriyle zihnime intiba etmiş birkaç levha vardır ki tahatturu beynimi daima yakar. O zaman ne olduğunu bilmediğim, itiraf lâzım gelirse hâlâ öğrenemediğim hayatın acılığı masum yanaklarımı pek insafsızca şamarlamıştı. Sızısı hâlâ gitmiyor...” Çocukluğunda hayli yaramaz olmasına karşın gittikçe içine kapanan Hüseyin Rahmi, büyükannesi ve teyzeleriyle bir arada yetişmesinin etkisiyle kadınlara özgü birtakım davranış biçimleri geliştirir. Geleneksel toplum hayatının dışına çıkıp “kimse ile samimî olarak görüşmeme” gibi kurallarını kendisinin belirlediği farklı bir yaşamı tercih eder. Anneanne, teyzeler ve dadılardan oluşan kadınlarla dolu bir evde büyüyen Hüseyin Rahmi Gürpınar, onlardan nakış işlemeyi, dantel örmeyi, yemek yapmayı, müziğe, estetiğe derin bir sevgi beslemeyi öğrenir. Romanlarındaki kadınları, onların iç dünyalarını bu kadar iyi anlatması çocukluğunda büyüdüğü bu ortamın eseri olarak nitelenebilir. Gürpınar’ın çocukluğunda özenti olarak başlayan örgü ve dantel merakı, ileriki yaşlarında yalnızlığını gidermek, sıkıntılarını unutmak için hobiye dönüşür. Şimdi müze olan Heybeliada’daki evinde (şu günlerde restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalı) yatak odasındaki yatağın üzerinde serili olan işlemeli pembe örtü, odalardaki danteller ve duvarlarda asılı peyzajlar da Hüseyin Rahmi’nin yaptığı eserlerdir. Yemek yapmayı çok seven yazarımızın özellikle reçel ve dondurma konusunda uzman olduğu da söylenir. Öyle ki tanıdıklarından bir hanımın ““Hüseyin Rahmi’nin reçellerini Hüseyin Rahmi’nin romanları kadar severim” dediği söylenir. Heybeliada’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir tepesine yaptırdığı köşküne çekilerek çocukluk yıllarından beri tanıdığı ve kendisi gibi hiç evlenmemiş olan Miralay Hulûsi Beyle birlikte toplumdan ve dönemin edebiyat çevrelerinden uzak bir hayat süren Hüseyin Rahmi’nin dışa oldukça kapalı bulunan özel hayatı ve özellikle de hiç evlenmeyişi hem az sayıdaki dostları hem de dönemin edebiyat çevreleri tarafından daima merak edilen bir konu olur. Fakat yazar bu konuda kendisine yöneltilen soruları hep geçiştirir yahut cevapsız bırakır. Müzmin bir bekar olan Hüseyin Rahmi için aşk, cinselliğin öne çıktığı, gelip geçici bir durumdur. Refik Ahmet Sevengil, Gürpınar’ı anlattığı bir yazısında şöyle der: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam, diye cevap verdi.” Hüseyin Rahmi; hemen hemen bütün romanlarında yarattığı ahlâk kurallarını çiğnemekte hiçbir mahzur görmeyen deli, cani, züppe ve bencil tipler vasıtasıyla toplumsal hastalıkları tespit ve teşhir ederek tedavi yollarını göstermek istemiştir. Özellikle yazarın “en korkunç eseri” sayılan ve Son Posta gazetesinde tefrik edildiği yıllarda ahlaka aykırı bulunarak yazarın yargılanarak beraat ettiği “Ben Deli miyim” romanı bunun en güzel kanıtıdır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde Anadolu yoktur. Yazarımız İstanbul halkının toplumsal, töresel yaşantısını, aile geçimsizliklerini, mahalle kadınlarının kavgalarını, batıl inançlarını, yaşadığı çağdaki Türk toplumunun geçirmekte olduğu kriz ve değişimleri gözlemci bir mizah dehası ile anlatır. Servet-i Fünûncuların yaşıtı olduğu halde, toplumcu bir sanat anlayışıyla yazar. Romanlarındaki kahramanların çoğu 19. Yüzyıl sonu İstanbul'unun canlı, renkli insan ve hayat manzaralarıdır. Roman ve öykülerinde seçtiği tipleri seviyelerine uygun, ustaca konuşturur; olayları hem komik hem acıklı yönleriyle anlatır. Hüseyin Rahmi'nin Gulyabani isimli romanından Ertem Eğilmez’in sinemaya uyarladığı “Süt Kardeşler” filmi bunun güzel bir örneğidir. Refik Ahmet Sevengil Hüseyin Rahmi’yi anlattığı kitabında yazarımızı şöyle anlatır: “Çocukluğu eski İstanbul hanımları arasında geçmiş; aradaki yarım asırdan hayli fazla olan zamana rağmen o hayatın tesirlerini jestlerinde kuvvetle muhafaza ediyor; gün görmüş, anâneye sadık, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ekseriya ellerini ya dizlerinin üstünde, ya göğsünün üstünde kavuşturarak oturur; gülerken parmakları birbirine bitişip güzel bir siper haline gelen bir eli ile ağzını örter; kahkahaları küçük, sessiz ve kibardır; dudaklarında sönen gülümsemesi bir müddet de gözlerinde devam eder… Gayet iyi tentene örer, yastık işler, beyaz işi yapar…” (Refik Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hilmi Kitabevi, İstanbul) “Mürebbiye adlı romanıyla birdenbire şöhretin ve muvaffakiyetin en yüksek mertebesine çıkan bu muharriri hep severdik, fakat uzaktan...” diyen Halit Ziya Uşaklıgil ise onun insanlardan kaçan huyunu haklı gösterecek bir sebep bulamadığını anlatır “Kırk Yıl” adlı hatıralar kitabında. Şevket Rado da eserleri kadar eldivenleriyle de tanınan yazarımızı: “Hüseyin Rahmi yanına eldiven almadan asla sokağa çıkmazdı. Sokakta el sıkmasını sevmez, evdeki kapıları entarisinin eteği ile tutarak açardı. Belki de hayatında hiç evlenmemesinin sebebi bu idi.” diye anlatır. İlginç kişiliği ve “Gulyabani, Şık, Şıpsevdi, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Mürebbiye…” başta olmak üzere yazdığı onlarca eserleriyle edebiyat tarihimizde yerini alan Hüseyin Rahmi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 5. ve 6. Dönemlerinde, Kütahya milletvekili olarak görev yapmıştır. Ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada'daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde hayata veda eden yazarımızın mezarı da Heybeliada’daki Abbas Paşa Mezarlığındadır. Yararlanılan Kaynak: http://www.edebiyatfatihi.net/2014/11/huseyin-rahmi-gurpinar-neden-evlenmedi.html

  • 12 EYLÜL VE ŞİİR

    Nevzat Çelik ve 12 Eylül Dönemi Şiiri Üzerine... Nevzat Çelik 1980’lerin şairi; Can Yücel’in deyimiyle şairin ilk kitabının önsözüne yazdığı gibi yüreği “gepegergin bir tambura teli” şair. 1980’ler ve Şafak Türküsü şiiri onu kitlelerin gönlünde ayrı bir yere bir tahta oturtmuştu: Beni burada arama anne Kapıda adımı sorma Saçlarına yıldız düşmüş Koparma anne Ağlama diyordu genç şair, diyordu ve dışarıdaki birçok gencin yüreğini de alıp bir yerlere götürüyordu. önce kol sonra sürgü sonra anahtar açılır kapı itilirim sırtımdan ben ebedi kiracı kesilmiş hükmüm önce sürgü sonra kol sonra anahtar kapanır kapı bir ömür boyu diri diri içmek için gövdemi dolanır bacaklarıma balçık gibi ağır bir karanlık çırpınsam küçücük pencerede çifte çapraz parmaklık üstünde yüzüme örtülür binlerce kare demirörgü her karesinde oyulmuş bir göz gibi kanar gökyüzü diyordu Metris’ten Nevzat Çelik… 1980’lerden sonra cezaevi şiirinin gözle görülür elle tutulur gencecik bir şairi olmuştu. 1960 doğumluydu. 1980’de tutuklanıp içeriye girmişti. Şirinde de belirttiği gibi daha doğrusu itilmişti “Metris Cezaevi”ne, hani o meşhur cezaevine, 80’den sonra devrimci tutsakların kapatıldığı hapishaneye… Devrimci Sol davasından idamla yargılanan şair sekiz yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1987’de dışarı çıktı. Tutukluluğu sırasında iki şiir kitabı yazdı. İlk kitabı “Şafak Türküsü” 1984 Akademi Şiir Ödülü'nü kazandı. Öteki kitabı “Müebbet Türküsü”nü ise 1987 yılında yayınladı. Sinop/ Boyabat doğumlu Karadenizli şairin cezaevine girmeden önce çocukluğu ve ilk gençlik yılları İstanbul’da Gültepe’de geçmişti… Cezaevinden çıktıktan sonra dışarıdaki ilk günleri şöyle anlatıyor Nevzat Çelik: “Nedense bugün, bu gece gülmem ve konuşmam isteniyor. Haklılar sekiz yıldan sonra… Evet Haklılar. Onlar, sekiz yıl ayrı bırakıldıklarım, yalnızca kavuşmayı yaşıyorlar.Ama ben kavuşmayı yaşarken, gün yirmi dört saatimi birlikte geçirdiğim arkadaşlarımdan, dostlarımdan ayrılığı da yaşıyorum, hem de bütün şiddetiyle”… Tahliye olan arkadaşına Şafak Türküsü’nde yazdığı bir şiirde; sen giderken parmaklıklara gömerek alnımı baktım da ömrünce taşıyacağın bir çift göz bıraktım sırtına diyordu bu duyguları yaşayacağını bilerek… Demirel gel voltaya çıkalım, Masalar boşalır birazdan Biz gececiler okumaya Yazmaya otururuz… Oluruna getirip, gündüzden Çay da ayarlamışsak bir vakit demleriz Gel seninle voltaya çıkalım Cemal sabah karavanasını alır. Muhittin kahvaltıyı hazırlar Domatesleri yine küçük küçük Doğrar, sabah sayımı gelir Sayarlar bizi demişti bir şiirinde de… “Diretmişliğimiz, ne güzel. Bir akşam yağmur çiselerken biniyorum vapura. Vapura binerken birileri ayaklarıma basıyor. Martılar denize yakışıyor... Deniz karanlık ve soğuk… Hasan Hüseyin şiir ödülünü almak için 17 Aralık günü Ankara’ya gidiyorum. Yüzlerce insan bana dokunmak istiyor. Karpuz kabuğu düşmeden denize girecektim. Düşle gerçek birbirine uymuyor”… Ve bitiriyor anıları Nevzat Çelik… “Sabahları sayıma kalkmıyorum ama bir yerde beklemem gerektiğinde kendimi voltaya atarken yakalıyorum. Yerken, içerken, gülerken… Kimselerin görmediği bir bıçak sokuluveriyor içime. Çoğu zaman, mantığın önüne geçen yaşanmışlıklar, öfkeyi olur olmaz açığa çıkarmayı zorluyor”... O Yaşanmışlıklar ki dokumuza işleyen ve hep anımsanacak olan. Nevzat Çelik 1984’te yayınlanan ilk kitabı Şafak Türküsü ve 1987’de yayınlanan ikinci kitabı Müebbet Türküsü’nden sonra üçüncü kitabı “Suda Seken Hayat”ı yayınladı. Suda Seken Hayat cezaevinde yazdığı şiirlerle dışarıda kaleme aldığı şiirlerden oluşuyordu: bin dokuz yüz altmış doğumlular yıldız kanatlı birer kuştular doğru uçtular yanlış uçtular bıkmadan usanmadan uçtular bin dokuz yüz altmış doğumlular yıldız kanatlı birer kuştular fırtınalara bindi ateşi harlayan kanatları en acemi ve en usta gözlerimize değen gözleri kaçamadığımız yangın karanlıkta suda seken taş onların hayatıdır suda seken yassı parlak taş hayatımızın en dehşet anıdır üç kere seker beş kere seker başı bulutlara değer belki varamadı karşı yakaya varacak fakat suda seken hayat Nevzat Çelik 1990’da da “Yağmur Yağmasaydı” isimli dördüncü şiir kitabını yayınladı. "Suda Seken Hayat"tan sonra ilk iki kitabına adlarını veren "Şafak Türküsü" ve "Müebbet Türküsü" gibi uzun ve tek bir şiirden oluşuyordu, "Yağmur Yağmasaydı": … seni yağmurların aldığı bir akşamdı karnından vurulmuştu o kalbini tuttu alnından vurulmayı sevmiyordu gül dese de şairler kadavra gibi diktiler karnını kalbini avuçlayarak kalktı adam gözlüğünü aradı yüzünde henüz gözlük kullanmıyordu bunu unuttu bir leylak geçti önünden eflatun mu ak mı kokusundan tanıdı bir leylak geçti önünden baktı arkasından koştu arkasından seni tanımıyordu bunu da unuttu buğulu cama dayadı ıslak burnunu yüzünün ıslaklığını yağmura yordular belki cama dayamazdı burnunu bir yaz günü açılsaydı kapılar bir yaz günü açılsaydı kapılar yağmur yağmasaydı seni yağmurlar almasaydı ıslığımla okşayacaktım heybetinden yanına varılmaz dağları soluğum dağ kurdun kuşun uğramadığı taze bir şeftali bir fesleğen bir ıtır bir sardunya kokusu koşacaktım sana ihtimal ben kapıyı vurmadan açacaktın ellerimi bulacaktın yağmur yağmasaydı seni yağmurlar almasaydı nizamiye kapısında dururdun güneş saçlarında dururdu görüşçülerin gözlerinde nöbetçinin kepinde dururdu kim bilir ellerin nasıl dururdu kiremit renkli aralık beni içine alıyordu sen yoktun sözlerini bulamadığım bir şarkının müziği vardı küçük eski bir yara izi gibi tüfeklerin dönüp baktığı bir şarkının müziği vardı sen yoktun ben kederimi ellerinden tuttum … 1980 Eylül’ünün 12.günü gecesi büyük operasyonun düğmesine basılmıştı. Silahlı Kuvvetleri arkasına alan cunta yönetiminde başlayacak olan dönem ülkenin üzerine bir daha izleri kolay silinmeyecek bir kabus gibi çöktü. ABD yöneticileri 12 Eylül darbecisi generallere ‘our boys’ diyorlardı. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, darbeyi dönemin ABD Başkanı Carter’a “Our boys did it!” (Bizim çocuklar başardı!) diyerek haber vermişti. ABD Başkanı Carter da, sonraki bir tarihte Türkiye’yi ziyaretinde darbecilere şükranını, “12 Eylül harekâtından önce Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arz ediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran’daki monarşinin devrilmesinden sonra Türkiye’deki bu istikrar harekâtı içimizi ferahlatmıştır.” sözleriyle dile getirdi. (Cumhuriyet, 21 Temmuz 1985) ABD’nin 1970’lerden itibaren Türkiye’ye biçtiği taktiksel rol aksamamalıydı. Afganistan ve İran kaybedilmek üzereydi. Türkiye Sovyetlere karşı yeniden ve daha da güçlü bir koz olabilirdi. Ülkede yükselen muhalif sesler ve kitleselleşen Amerikan karşıtlığı çıkarları zedeleyebilirdi. Üstelik Ortadoğu’da oluşturulmak istenen yeşil kuşağın sürekliliği için bu tehlikeli gidiş hayra alamet değildi. Yeni küresel düzenekte büyük ölçekli (ama tabana yayılmamış) kolayca söz sahibi olunacak liberal ekonomik bir yapılanmanın kurulması arzu ediliyordu. 1950’lerde yola konmuş aşınmakta olan yapının üzerinde yeni ve daha güçlü temeller atılmalıydı. Hükümetin düşmesi ve dış borçların ertelenmesini askeri müdahale için fırsat sayan harekat kurmayları 11 Temmuz’da meclisten güvenoyu çıkınca erteledikleri girişimi yerine getirdi. Oysa ABD ve İMF’ye göbekten bağlı devletin başındaki siyasi otoriteyle ordu hiyerarşisi ise ekonomik ve askeri konularda çözüm üretmekten çok uzak görünüyorlardı. İnanılmaz rastlantılarla başa getirilen dikta önderliğinde 12 Eylül’ün adı ve hedefi belirlenmişti... Sol muhalefet terör bahane edilerek susturulacak sonra ana planın safha safha tatbikine geçilecekti. Apar topar DGM’leri kuranlar talimatlar yağdırıyorlardı. Alelacele kurulan mahkemelerde infaz kararları alınıyor ve kışlalar cezaevlerine dönüştürülüyordu. Sendikalarıyla dernekleri kapatılıp grev ve toplu sözleşme hakları ellerinden alınan başta İşçi ve öğrenci liderleri olmak üzere düzen muhalifleri tek tek tutuklanıp suçlanıyor cezaevlerine dolduruluyordu. 12 Eylül’le düzene muhalif herkes anarşist olarak fişlenmişti. Davalarda “savaş hali” hükümleri uygulanıyor, sanıklar adeta vatan haini muamelesi görüyorlardı. Ülke dışına çıkanlar vatandaşlıktan da çıkartılıyordu. Sorgu ve gözaltı süreleri uzatılmıştı. Sıkı yönetim mahkemelerinde alınan kararlara itiraz hakkı yoktu. Askeri mahkemelerde 7 bin kişi hakkında idam cezası hükmü verildi. Asılanların çoğunluğu sol görüşteydi. 3 yıla kadar verilen her cezanın sonucu sorgusuz sualsiz hapis yatmaktı. İşkencecilerde insaf yoktu. Çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek dinlenmiyordu. Gözaltında ve cezaevlerinde 229 kişi yaşamını yitirmişti. Yaşananlar travmatik bir durum almıştı. İşkenceler insanlar üstünde derin izler bırakıyordu. Aklını yitirenler sakat kalanlar oldu… 1980 öncesi gidişten toplumun bütün ilerici aydın kişi ve kurumları sorumlu tutulmuştu. Gazeteler kapatılıyor, kitaplar toplatılıyor, yakılıyordu. Gazeteciler, bilim adamları, yazarlar tutuklanıyordu. Tutuklanıp yargılananlar arasında ülkenin birçok genci gibi Nevzat Çelik’te vardı. Vedat Günyol’un şairin ikinci kitabının önsözüne yazdığı deyimle “anadan doğma şair” olarak… 12 Eylül’ün karanlık dönemi ve cezaevinin yaşamının koşullarında yine Günyol’un “bilinmez hangi mucizeyle” dediği dili yetisiyle yüreğinde biriktirip beyninde damıttığı sözlerle her şeye rağmen yaşam sevinciyle sevda kokan dizeler üretiyordu. Şairin öykündüğü sanatçıların duyarlık ve yeteneğine varmasını kuşkusuz hüznüyle harmanladığı yaşama tutkusuyla şiirle verdiği kavga sağladı. Şairi 1980’li yılların sonuna dek döneminin şairleri arasında okunur kılan en önemli etken Şafak Türküsü isimli şiirin müzikle yolunun kesişmesi, cezaevindeyken yayınlanan iki kitabından birincisine adını veren Şafak Türküsü’nün “Gülten Hayaloğlu” tarafından Ahmet Kaya’ya önerilip bestelenmesiyle olmuştur. Daha öncesinde iki albüm yapmış olan Ahmet Kaya şiirin de adını verdiği Üçüncü albümle sözlü müzikte “özgün” adıyla alınacak türün altına imzasını atıp bomba gibi patlayacaktı. 12 Eylül yılları, kendi anayasası ve bütün karanlığı ile hüküm sürmektedir hayat üzerinde. Dinleyici profilini yavaş yavaş oluşturmaya başlayan ve yorgun demokratların dili olma iddiasındaki “Ahmet Kaya”nın müziğinin yeni evresini 1 Eylül 1987’de daha sonra tutsak yakını ailelerin simgesi haline gelecek “Didar Şensoy”un ölümüyle eklenen duyarlılıkla Şafak Türküsü’yle birlikte anılır olması belirledi. Ülkenin gündemindeki idam cezaları ve hapishanelerde bulunan binlerce insanın ve onların ailelerinin içinde bulunduğu durumu şarkılaştıran Ahmet Kaya’nın besteleyerek siyasi bir davada idamla yargılanan Nevzat Çelik’in “Beni burada arama anne” sözleriyle başlayan dizeleri başta annelerin kapıdaki acısının en güzel ifadelerinden biri olarak o günlerin müziğinin ve şiirinin temsilcisi haline gelmişti.12 Eylül darbesinden nasibini almış çeşitli kesimlerden Türkiye’de demokrasiyi yeniden inşa etmeye kararlı sivil toplum kuruluşlarıyla kitle örgütlerine kadar geniş kitlelerde ünlenen Şafak Türküsü’ndeki şiirleriyle hiçbir zaman sınırlı kalmayan sanatçı duyarlılığı ve yaşamıyla Nevzat Çelik’le içerden esen rüzgarla yavaş yavaş muhalif müziğin sesi yeniden yükselmeye başlar. Kaya’nın her ne kadar Şafak Türküsü yaratıcısının ödenmeyen telif ve besteye ilişkin itirazına rağmen kitleselleşmeyle birlikte günümüzde az sayıda varolan çok iyi örnekleri dışında giderek yozlaşan toplumcu ve geleneksel halk şiirleriyle filizlenen alternatif müziğinin seyrinde popüler müzik yanında 80’li yıllar içinde oynadığı mühim rol ve kısmen yaptığı katkı asla yadsınamaz. Ahmet Kaya’dan sonra 12 Eylül’ün başta 78 Kuşağı olan tüm mağdur kesimleri arasında “Edip Akbayram” ve “Ali Asker” gibi sanatçılar tarafından bestelenen şiirler şöhretini perçinlemiştir. Şair, Yazarlar Birliği PEN’in girişimleriyle yurtiçi ve yurtdışında başlatılan kampanya sonunda serbest bırakılır. Nevzat Çelik ile yeniden yeşermeye başlayan cezaevi şiiri açlık grevleri, boykotlar arasında boyun eğmeme, zulme karşı teslim olmama şeklinde gelişen tutsaklık koşullarındaki direncin etkili bir başka seçeneğiydi. İçerdeki ve dışarıdaki devrimcilere moral değerler aşılıyordu. Bir döneme damgasını vuran apaçık gerçeklik ve ülkemize özgü yaşanmışlıkta Hasan Hüseyin’den Attila İlhan’a kadar toplumcu şairlerin de etkisiyle kaleme alınan dilin olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu yüklü şiirler dayanışmanın ve ayakta kalmanın toplumcu bilinci ve siyasal iradeyi yok etmeye ve inkara yönelik baskılarla saldırılara karşı daha önce Nazım Usta’yla, Enver Gökçeler, Ahmed Ariflerle tohumları serpilerek büyüyen estetik yeni bir itiraz biçimiydi. 12 Eylül döneminde ve cezaevlerinde bulundukları sıralarda şiirlerini kaleme alan ya da kitapları yayınlanan şairlerin sayısı az değildir: Emirhan Oğuz, Emir Ali Yağan, Ersin Ergün, Fadıl Öztürk, Halil İbrahim Özcan, Mehmet Çetin gibi şairler kısmen şiir serüveninde yolculuklarını sürdürdüler. Bazıları şiirlerini kendi yorumlayarak (Aydın Öztürk gibi) yola devam etti. Bazı şairler ise 12 Eylül’den doğan sekter ırkçı ve gerici ortam içersinde yok edildiler: Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok… “Soysal Ekinci” gibi şairler ise gördükleri ağır işkencelerin üzerlerinde bıraktığı etkiler yüzünden aramızdan ayrıldı. Direnç şiirleri denince hemen iki kitap akla gelir: İlkinde Mapusane Şiirleri Antolojisi (1974) adıyla Ahmet Uysal sol siyasal nedenlerle yargılanmış, tutuklanmış şairlerimizin kimliklerini, eylemlerini ve şiirlerinden konu ile bağlantılı örnekleri derlemişti. 1988 yılında ise Haziran Yayınevi açlık grevleri ve ölüm oruçlarındaki devrimci tutsakların şiirlerine “direniş şiirleri” adıyla yer vermiştir. Şiirimizde kilometre taşı olmuş şairler arasına cezaevi şiirinde yeni bir dönem başlatarak katılan Nevzat Çelik ilk şiirini 1982 yılında 1980-85 arası devrimci tutsakların kapatıldığı Metris Cezaevi’ndeyken kaleme almış 1984 yılında Şafak Türküsü adlı şiir dosyasıyla katıldığı genç yazarları özendirmek amacıyla 1979'da kurulan ve yayımlanmış ya da yayıma hazırlanmış ilk yapıtlara verilen “Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü”nü kazanmayı başarmıştı. İlk kitabıyla aldığı ödülle adını duyurarak önemli bir üne kavuşan Çelik, dört kitabını yayınlayıp 8 yıllık uzun bir sessizlik döneminden sonra 1998’de “Sevgili Yoldaş Kurbağalar” adlı yapıtla yeniden şiirini ses ve tema özellikleri bakımından genişletip zenginleştirerek varlığını göstermiştir: Size şiddeti suyunu bulandırmayan bir öfke getirdim -çünkü öfkeliyken bir cinayeti tasarlamak cinayete gerekçe oluyor harp ve sulh arasında uzun yıllar var ki işgal altında aklım yeni bir bakma biçimi getirdim acı aynı da kadrajı farklı Sevgili Yoldaş "Kurbağalar" kitabından sonra edebiyat alanında baştan beri denemeyi amaçladığını belirttiği romana ve ardından öykülere el atan dikkate değer sanatçı dili ve kurgusuyla şairane biçem ve içerik taşıyan iki kitapta da başarılı şiir yolculuğunun ardından iddialı olacağını ispatladı. “Bağışlanmış Hüzün” (2005) ve dört ayrı öyküden oluşan “Sen Giderken” (2006) aşk romanıyla öykü kitabı olma özellikleri taşırken erotizm içeren ilginç öğelerle siyasal duruşu inkar etmeden sürdürülen çabanın karşılığı olarak 1990’lar sonrası değişen yaşam biçiminden alınan kesitler ile günümüz insanına ait değerlere de gönderme yapıyordu.

  • El Ele Büyüttük Sevgiyi

    Doğum tarihi: 28 Mayıs 1925, İstanbul Ölüm tarihi ve yeri: 5 Kasım 2006, Ankara O bir devlet adamı, O bir politikacı, O bir şair ve yazar, aynı zamanda beş kez Türkiye Cumhuriyeti’ne başbakanlık yapmış bir “dürüst siyasetçi”; ama her şeyden önce yüreği sevgi dolu, mütevazı bir insan… Birlikte öğrendik seninle avucumuzda yüreği çarpan kuşa sevgiyi El le duyduk kumsalda denizin milyon yılda yonttuğu taşa sevgiyi Tırtılları tanıdık seninle baharda tırtılken daha sevmeyi öğrendik sevgiden üreyen kelebeği toprağı evimiz gibi sevdik seninle Birlikte sevdik kuru toprakta ev küren köstebeği köstebeğinden toprağına taşına tırtılından kelebeğine kuşuna el ele sevdik bu dünyayı Acısıyla sevinciyle sevdik yazıyla kışıyla sevdik köy köy, ülke ülke Gökler gibi sardı dünyayı yağmur gibi sızdı dünyaya dünya kadar oldu sevgimiz El ele büyütüp el ele derdik el ele derip insana verdik verdikçe çoğalan sevgimizi Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Kastamonu doğumlu Fahri Ecevit, Ankara Hukuk Fakültesi’nde adli tıp profesörüydü. İstanbul doğumlu olan annesi Fatma Nazlı Hanım ise ressamdı. Bülent Ecevit 1944 yılında Robert Koleji’nden mezun oldu ve aynı yıl içinde çalışma hayatına Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çevirmenlik yaparak başladı. Önce Ankara Hukuk Fakültesi sonra da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümüne kayıt yaptırmasına rağmen yüksek öğrenimine devam etmedi. 1946 yılında okul arkadaşı Rahşan (Aral) Ecevit ile hayatını birleştirdi. 1950 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin yayın organı olan Ulus Gazetesi’nde çalışmaya başladı. 1955 yılında ABD’nin Kuzey Karolina eyaletinin Winston-Salem kentinde, The Journal and Sentinel’de konuk gazeteci olarak çalıştı. 1957’de Rockefeller Foundation Fellowship Bursu ile yeniden ABD’ye gitti, Harvard Üniversitesi’nde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. Bu sırada Ecevit’in sürekli “hocam” diye bahsettiği Henry A. Kissinger Harvard Üniversitesi rektörü idi. Harvard’da 1957 yılında, 1950-1960 arasında verilen antikomünizm seminerlerine sürekli Olof Palme, Bertrand Russell gibi kişilerle katıldı. 1953 yılında CHP’ye kaydolan Ecevit, ilk olarak Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulu’nda görev alarak siyasete başladı. 1957 seçimlerinde CHP’den milletvekili oldu. 8 Mayıs 1972’de istifa eden İsmet İnönü’nün yerine 14 Mayıs 1972 tarihinde CHP genel başkanlığına seçildi. 1953 yılında CHP’ye kaydolan Ecevit, ilk olarak Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulu’nda görev alarak siyasete başladı. 1957 seçimlerinde CHP’den milletvekili oldu. 8 Mayıs 1972’de istifa eden İsmet İnönü’nün yerine 14 Mayıs 1972 tarihinde CHP genel başkanlığına seçildi. 20 Temmuz 1974’te başlayan Kıbrıs Barış Harekatı’nı, 14 Ağustos’ta II. Barış Harekatı izledi. Kıbrıs Harekatı’ndan sonra Ecevit, “Kıbrıs Fatihi” olarak anılmaya başladı. 12 Eylül 1980 darbesinde eşi Rahşan Ecevit ile birlikte Hamzakoy’da (Gelibolu) yaklaşık bir ay gözetim altında tutulan Ecevit diğer parti başkanlarıyla beraber siyasetten uzaklaştırıldı. Ecevit, 7 Kasım 1982 halk oylamasında kabul edilen 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile diğer bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alındı. 2000 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üniversite mezunu olmaması nedeniyle cumhurbaşkanlığına aday olamadı. Koalisyon partilerinin bu hükmü değiştirme teklifini ve kendisine cumhurbaşkanlığı teklifi getirmesini ise teşekkür ederek reddetti. 1973 seçimlerinde CHP’nin seçim kampanyasında, yaşlı bir kadının “Karaoğlan nirede ha evlatlar, Karaoğlan’ı görmek istiyom.” şeklindeki sorusundan sonra Karaoğlan adı CHP’liler tarafından benimsenmiş ve ilerleyen yıllarda da Türkiye’de Bülent Ecevit için kullanılmaya başlanmıştır. Seçim propagandalarında “Umudumuz Karaoğlan” sloganı söylenmeye başlamıştır. Dönemin Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel, en büyük rakibi olan Bülent Ecevit’i, darbeyle devrilen Şilili sosyalist devlet adamı Salvador Allende’ye benzetip atıfta bulunmak için “Allende-Büllende” tabirini kullanmıştır. Ecevit, başbakanlık dönemlerinde yapılan Kıbrıs Harekatı sonrasında “Kıbrıs Fatihi”, Abdullah Öcalan’ın yakalanışı sonrasında da “Kenya Fatihi” olarak anılmıştır. Kamuoyunda mütevazı kişiliğiyle de tanınmaktadır. Mavi gömleği ve kasketi ile marka haline gelen liderlerden biri olan Ecevit, Bitlis sigarası, Meclis sigarası içer, eniştesi İsmail Hakkı Okday’ın hediyesi Erika marka daktilosuyla yazardı. Bu 70 yıllık daktiloyu, ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi’ne armağan etmiştir. Biri ABD’de Rumlar tarafından olmak üzere siyasi hayatında 6-7 kere suikast girişimine maruz kaldı. Bülent Ecevit, siyasi yaşamının yanı sıra yazarlık ve şairliği de birlikte yürütmüş ender siyasetçilerden birisidir. Sanskrit, Bengal ve İngilizce dillerinde çalışmalar yapmış olan Ecevit, Rabindranath Tagore, Ezra Pound, T. S. Eliot, ve Bernard Lewis’in yapıtlarını Türkçeye çevirmiş, kendi şiirlerini de kitap halinde yayımlamıştır. İlerleyen yaşı, bozulan sağlığı ve doktorlarının karşı çıkmasına rağmen Danıştay Saldırısı’nda yaşamını kaybeden Yücel Özbilgin’in 19 Mayıs 2006’daki cenazesine katıldı. Törenin ardından beyin kanaması geçiren Ecevit, uzun süre Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde yoğun bakımda kaldı. Bülent Ecevit, bitkisel hayata girdikten 172 gün sonra 5 Kasım 2006 Pazar günü dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu vefat etti. Hep bir kır evinde yaşayıp şiir yazmak isteyen, hiçbir zaman gösterişi sevmeyen, “seçkin” olmamış, dengeli, ciddi, dürüst bir halk adamı ve inatçı, uzlaşmacı bir siyasetçiydi. Saygı ve minnetle anıyoruz.

  • Mecburi İstikamet Ev

    EV GÜNCESİ -1 Emekliliğe üç yıl var diye sayıklarken,okulların aniden tatil olmasıyla, istemsiz ev hanımlığına transfer oluverdim. Halbuki mesleği zirvede bırakmak için yeteneklerimi geliştirerek, yeni hayatımda yapacağım etkinlikleri planlıyor , zamanımı kaliteli yaşıyordum. Sudan çıkmış balık misali haftanın ilk gününe saatin alarmı çalmadan uyandık. Gece uykumuzun kaçmasına sebep, okuduğumuz dinlediğimiz olumsuz kıyamet haberleri olunca, gülen yüzlü günaydın bile diyemedik. Fabrika ayarlarıma dönmek için şükretmem gerekenleri düşündüm. İstanbul'dan sağ salim yanımıza gelen küçük kızımın yatağında yatıyor olması, ülkemizde tedbirlerin erken alınıp, olası salgının minimuma indirilmesi, ertelenen işleri tamamlayabilme fırsatı yakalamış olmak... Kahvaltıyı özenerek hazırlayıp, muhabbetle yerken evdeki ilk günümüzün planını yaptık. En önemli soru ne pişirelim? ne yiyelim? oldu. Menüyü belirlerken alışveriş yapma görevi için bir kurban yeterliydi. Oy birliğiyle evin reisini hiçbir yere dokunmamak şartıyla gönderdik. En sevdiğim mekâna mutfağa ilk giren ben oldum. Köfteyi yoğururken içine sevgimi katmayı da ihmal etmedim. Havuç taratoru özlediğini söyleyen küçük kızımı mutfakta seyrederken gözlerimi yaşardı. Patlıcanlı bulgur pilavı yapacak olan ilk göz ağrıma biraz yardımcı oldum. Eşim de pazı otunu ben aldım ben haşlarım deyince buyur mutfak senindir dedim. Yemek yemek mutluluk verdiği için imece usulüyle çalışmak bize keyif verdi. Evde kendimizi karantinaya aldığımız ilk gün başarılı bir şekilde yol aldık. Yediklerimizin bize kilo aldırması, psikolojimize bir fazlalık getirmesin diye sporu gündemimize ekleyerek, özel alanlarımıza çekildik. İlerisi günler için plan yaparken nedense aksilikleri hesaba katmamıştık. Aniden gündemimize düşen korona virüs salgını neleri engelledi. Küçük kızımın önlük giyme törenine gitmek için gün sayarken, o bizi özleyip yanımıza gelmek isteyip, sınavları var diye gelemezken işte bir aradayız. Okulda sınavlar yapacaktık , harıl harıl ders anlatıyorduk. Parabolün tepe noktasını bir yandan bulurken, eşitsizliğin açık kapalı aralıkları arasındaki sayıları topluyorduk. Etkinlikleri planlıyorduk. Geziler için hayaller kuruyorduk. Ani mi oldu haber vererek mi bize doğru geldi bu virüs bilemiyorum... Sarılmak, tokalaşmak yasaklanınca birbirimize bakışımız değişti. Sevme, sevilme duygusu kuyuya düşmüş çıkaran yok... Tokalaşma yasağının ötesinde sevme duygusuna da mı yasak geldi. Var olan son kırıntılarda maalesef kayboldu. Yaşananlar umarım sahip olduklarımızın kıymetini anlatan bir ders verir bizlere. Olumsuz düşüncelerle zehirlenip hem kendimize hem de etrafımıza zarar verecek duruma gelmeden geçer gider inşallah. İyi düşünelim, iyi olsun.... Geçmişte yaşadıklarımızı yazarken, güzel anılar bırakmak dileğiyle...

  • Şiir Yarışması

    İNCİR, ZEYTİN VE (VEYA) NAZİLLİ KONULU ŞİİR YARIŞMASI BİRİNCİSİNE CUMHURİYET ALTINI HEDİYE EDİLECEK.(SON KATILIM TARİHİ.31 AĞUSTOS 2018 CUMA)... T.C. NAZİLLİ BELEDİYE BAŞKANLIĞI “İNCİR, ZEYTİN VE (VEYA) NAZİLLİ” KONULU ŞİİR YARIŞMASI ŞARTNAMESİ; 01. Yarışmaya 18 yaşını doldurmuş bütün şairler katılabilir. 02. Şiirler Hece, aruz veya serbest vezinle yazılabilir. 03. Seçici Kurul Üyeleri, T.C. Nazilli Belediyesi çalışanları ve birinci derece yakınları yarışmaya katılamazlar. 04. Yarışmaya katılacak şiirler, daha önce herhangi bir yarışmada ödül almamış olması gerekmektedir. 05. Yarışmacılar en fazla iki şiirle yarışmaya katılabilirler. 06. Şiirler, 10 kıtayı veya 40 satırı geçmeyecek şekilde, Times New Roman yazı karakterinde, 12 punto bilgisayarda yazılarak, 7 nüsha olarak hazırlanacaktır. 07. Şiir metninin üzerine ad, soyad yazılmayacak sadece rumuz yazılacaktır. Rumuzun yanına 3 rakamdan oluşan bir sayı eklenecektir. ( Rumuzlarda karışıklığa ve benzerliğe meydan vermemek açısından. Örneğin: Aydın Efesi 009 gibi.) 08. Yarışmacılar; kullandıkları rumuzu, ad ve soyadlarını, fotoğraflı özgeçmişlerini, adres ve telefon bilgilerini, üzerine sadece rumuzlarını yazdıkları kapalı zarfa koyacaklardır.( Bu zarf, üzerine rumuzdan başka hiçbir bilgi yazılmayacak.) 09. Yarışmacılar; 7 nüsha şiirlerinin çıktısını koydukları üzerinde rumuz yazılı zarf ile kimlik bilgilerini içeren üzerinde yine rumuz yazılı diğer zarfı ayrı bir zarfa koyarak ekteki taahhütnameyi de imzalayarak AYDIN YAZARLAR VE ŞAİRLER DERNEĞİ P.K.78 EFELER- AYDIN Adresine ya elden teslim edecekler ya taahhütlü veya kargo ile göndereceklerdir. 10. Yarışmaya gönderilen şiirler yarışma sonuçlandıktan sonra, ön elemeye tabi tutulacak ön elemeyi geçen şiirler “İncir, Zeytin ve (veya) Nazilli Şiirleri Antolojisi” adlı kitap haline getirilip yayınlanarak 2018 yılı sene sonuna kadar katılımcılara, okullara kütüphanelere okuyuculara ücretsiz olarak dağıtılacaktır. Bu yayından dolayı şairler telif hakkı talep edemezler. 11. Şartnameye uymayan şiirler değerlendirmeye alınmayacaktır. 12. Tüm eserlerin her türlü kullanım hakkı T.C. Nazilli Belediyesine aittir. 13. Şartnamede belirtilmeyen konularda Seçici Kurul kararı geçerlidir. 14. Şiirlerin sorumluluğu yazarlarına aittir. TESLİM SÜRESİ; Eserler en geç 31 Ağustos 2018 Cuma günü saat 17.00 ‘ ye kadar elden, postayla yada kargoyla teslim edilmiş olacaktır. Bu tarih ve saatten sonra gönderilen eserler yarışma dışı kalacaktır. Yarışma Sonuçları; 03Eylül 2018 tarihinde Aydın Yazarlar ve Şairler Derneği face sayfasından ve Nazilli Belediyesi’nin resmi Web sitesinden de açıklanacaktır. SEÇİCİ KURUL ÜYELERİ; 1) Prof. Dr. Duran NEMUTLU (ADÜ), 2) Şükrü ÖKSÜZ (Aydın Yazarlar ve Şairler Derneği Başkanı- Şair-Yazar-Gazeteci), 3) Beyhan ERDOĞAN (Emekli edebiyat öğretmeni şair yazar), 4) Yaşar UYAR (Emekli Öğretmen Şair, Yazar, Bakanlıktan onaylı Halk Ozanı), 5) Naim ÖZDAMAR Emekli Edebiyat Öğretmeni Şair, Yazar. ÖDÜLLER VEÖDÜLLERİN VERİLMESİ; Ödüller ve plaketler 5 Eylül 2018 tarihinde Nazilli’nin Kurtuluş Gününde Nazilli Belediye Başkanı Sayın Haluk ALICIK tarafından verilecektir. 1. Şiir; 1 adet Cumhuriyet altını + Plaket 2. Şiir; 1 Adet yarım altın + Plaket 3. Şiir; 1 adet çeyrek altın + Plaket 1.Mansiyon kitap seti + Plaket 2. Mansiyon kitap seti + Plaket 3. Mansiyon kitap seti + Plaket NOT.Dereceye giren şiirlerden bazıları bestelenerek şarkı haline getirilebilecektir. Yarışmanın iptali; Nazilli Belediyesi her hangi bir sebepten dolayı yarışmayı tek taraflı iptal edebilir, bu nedenle yarışmacılara karşı yükümlülüğü yoktur. İLETİŞİM; Nazilli Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Nazilli-Aydın veya Şükrü Öksüz; PK.78 Efeler-Aydın Tel.0-505-295 2578 E Posta.sukruoksuz09@hotmail.com EK: 1 TAAHHÜTNAME AYDIN YAZARLAR VE ŞAİRLER DERNEĞİ BAŞKANLIĞINA T.C. Nazilli Belediye Başkanlığı ve Aydın Yazarlar ve Şairler Derneği Başkanlığının koordinasyonunda Düzenlenen “İNCİR, ZEYTİN VENAZİLLİ” konulu şiir yarışmasına gönderdiğim……..……….…………………..rumuzunu taşıyan eser bütünüyle kendime aittir. “İNCİR, ZEYTİN VE NAZİLLİ” konulu şiir yarışması şartname hükümlerini aynen kabul ve taahhüt ettiğimi, eserlerimin mali haklarını, yayma ve çoğaltma haklarını Nazilli Belediyesi’ne devrettiğini ve Şükrü ÖKSÜZ tarafından hazırlanacak olan kitaplarda ve programlarda kullanılmasından dolayı her hangi bir telif ücreti istemeyeceğimi arz ederim. …../…../ 2018 ESER SAHİBİ Adı Soyadı (imza) ESER SAHİBİNİN RUMUZU : ………………. ESER SAHİBİ ŞİİRİNİN ADI:………………………………………………………… ESER SAHİBİNİN ADRESİ : …………………………………………………………….. …………………………………………………………….. …………………………………………………………… T.C. KİMLİK NOSU:………………….. E-posta: TELEFON : Sabit : …………………………………. Cep Tel: ……………………………….

  • Devletler Hukuku ve Demokrasi

    Devlet için şöyle bir tanım yapılabilir: Devlet, kendine bağlı insanların güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş etkin bir sosyal örgütlenme biçimi, en yüksek düzeyde ve diğerlerini kapsayan bir egemenliğe, uygulanması meşruluğu sağlayan belirli hukuk kurallarına bağlı sivil toplumun kendi kendisinin bilincine varmasını ifade eden belirli bir toprakla sınırlı bir örgüt, kurumsallaşmış, tüzel, meşru ve hukuk iktidarıdır. Devlet kavramı soyut olmayıp belirli sosyal koşullarda ve tarihsel konumda ortaya çıkan somut bir gerçektir. Avrupa'da modern devletin oluşumu ve iktidarın kurumsallaşması ortaçağın sonundan itibaren beliren bir dizi koşulun sonucunda ortaya çıkmış. Feodalizmin yıkılışıyla, kapitalizmin egemen oluşu, monarşilerin toprak bütünlüklerini sağlayarak ulusların oluşması ve ulusal birliğin bilincine varılması, siyasal felsefede halk egemenliği ve sözleşme teorilerine doğru bir gelişimin görülmesi yani egemen prens ya da hükümet değil de halkın kendisidir gibi... Devlet kavramı Yunan sitelerine ya da Roma’ya kadar gitse de çağdaş devlet kavramı, 17.yy’da evrensel egemenlik ütopyasına karşı oluşmuştur. Modern devletin iki temel niteliği vardır. Bir demokratik olması, iki hukuk devleti olması. Devlet, ister tek ister federe devletlerden oluşmuş bileşik federal bir devlet olsun, ancak şu üç koşul bir araya geldiğinde varolabilir; bir, devletin üzerinde yerleştiği ve yetkilerinin kullanılışının sınırlandığı toprak parçası yani ülke, iki, bu ülke üzerinde oturan ve gerek ırk, dil, din gibi ortak özellikleri ile ya da aynı gelenek ve görenekler, aynı yaşayış biçimi özellikle yaşama iradesiyle bir ulus oluşturacak biçimde birleşmiş bir topluluk yani ulus, üç, ulusun ülkesi üzerinde sürekliliğini ve varlığını sürdürmeğe yönelen bir hukuksal, politik örgüt yani iktidar. Sosyolojik açıdan devlet olabilmek için gerekli bu üç koşula bir dördüncüsünü eklemek gerekiyor. O da iktidarın gerçekleştirdiği ve sürdürdüğü toplumsal, siyasal ve hukuksal düzendir. Uzun çağlar hakim olmuş liberal devlet anlayışına göre, devlet yalnızca iç ve dış güvenliği ve toplum içinde temel düzeni sağlamakla görevliydi. Devlet kişilerin ve diğer kurumların faaliyet alanlarına müdahale edemezdi. 20.yy’ın başından beri kapitalist ekonomik sistemin kendi iç çelişkilerini aşabilmek için devlet müdahalesine gitgide artan bir biçimde gereksinme duyması, demokratik görüşlerin gelişmesi ve sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla devlet yeni bir görünüm kazanmıştır. Modern devlet kavramı, feodalitenin yıkılması ve kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı. Fakat kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerini ortadan kaldırmak için geliştirdiği demokrasi ne kapitalist demokrasi ne de kapitalist devletçilik bu iç çelişkileri ortadan kaldırmak için yeterli olmadı. En başta kapitalizmin kurucusu Adam Smith hem devletin faaliyet alanlarını sınırlarken hem de devletin içinde serveti olan bireyleri devletle özdeşleştirerek bu çelişkiyi ortaya koyuyordu. Daha sonra kapitalizme tepki olarak doğmuş olan sosyalizmin en önemli temsilcilerinden Lenin de, dünyanın aslında sadece emperyalist devletler tarafından sömürülen devletlerden oluştuğunu gösteriyordu. Marksizme göre emperyalizm kapitalizmin son aşamasıydı ve bu aşamadan sonra sosyalizm gelecekti. Kapitalizmin yaşadığı iç çelişkiler karşısında bazı kapitalist düşünürler bile Marks’ın geliştirdiği kavramları kullanmaya başlamışlardı. Mesela, ünlü kapitalist düşünür Sismondi İngiliz işçilerinin yoğunlaşan yoksulluklarını görmüş ve kapitalizme karşı tavır alarak devlet müdahalesini önermişti. Sismondi İşçiler için işsizlik ve hastalık ödemelerinin yasallaştırılması yoluyla sınıflar arası uzlaşmanın sağlanacağını savunmaktaydı. Liberalizm devleti sınırlarken bir şey daha geliştiriyordu, bireyciliği... Liberalizm ve kapitalist gelişmelere karşı tepki olarak ortaya çıkan sosyalizm de aslında liberal görüşle aynı felsefi kökenden gelmekteydi. Bu da doğalcı felsefedir. Karl Marks bunu gizlememişti. Sosyalist öğreti geliştirilirken kapitalizmin iç çelişkileri ve kapitalist düşünürlerin fikirlerinden yararlanıldığını söylemiştir. Öte yandan Kant, Hegel, Fichte gibi devletçi Alman düşünürlerinin görüşleri de sosyalizmin bir akım olarak filizlenmesinde etkili olmuştur. Marks, kapitalizmden sosyalizme geçilmesini, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerden yani kapitalistlerden alınıp bütün topluma aktarılması ile siyasal iktidarın burjuvazinin egemenliğinden kurtarılarak işçi sınıfına verilmesini ve proletarya diktatörlüğünün oluşturulmasını önermekteydi. Lenin’in tarihteki rolü ise işçi sınıfının devletle ilgili görevinin devlet mekanizmasını yıkarak proletarya diktatörlüğü kurulmasını göstermek olmuştu. Marks ile Engels’in birlikte yazdıkları “Komünist Partisi Manifestosu”na dayanarak 1918’de yayınladığı kitapta Lenin, devletin kuruluşunda proletarya diktatörlüğünün önkoşul olmasıyla ilgili savı temellendirmiştir. Marksistlere göre özel mülkiyetli ve sınıflı bir toplumda devlet diktatörlüktür. Devlet yönetici sınıfın bir sömürü aracıdır. Yönetici sınıfa egemenlik sağlayan devletin ortaya çıkışı, ordusu, polisi, hapishaneleri ve çeşitli zorlayıcı kurumları olan özel bir kamu otoritesinin biçimlenmesiyle oluşmaktadır. Proletarya diktatörlüğünün mutlak monarşilerden veya tiranlıktan ayrılan özelliği ise geçici oluşu, toplumsallığı ve sınıfa dayanmasıydı marksistlere göre. Sosyalist öğreti, 20.yy başlarında bilindiği gibi önce tek bir ülkede yani Sovyetler Birliği’nde, sonra da birçok ülkede yeni bir devlete model olurken kapitalist ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısına da etkide bulunmuştur. Kapitalizmin gelişiminin yarattığı dengesizlikler, krizler ve büyüyen eşitsizlikler devletin müdahaleci bir görünüm kazanmasına, karma ekonomik sistemin ve sosyal devlet anlayışının yaygınlığına yol açmıştır. Ancak birçok ulusun bir araya gelmesiyle ilk sosyalist denemeyi gerçekleştiren Sovyetler Birliği’nde ise 1980’lerin sonundaki likidasyondan sonra yeni bir yapılanmaya gidildi. 21 Kasım 1991’de hukuken son bulmasından sonra sosyalist birlikten kopan ülkeler bir araya gelerek aralarında yeni örgütlenmeler meydana getirdiler. Eski Sovyetler Birliği’ne bağlı 11 ülke Almata toplantısında yeniden bir araya gelip Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuştur. Sovyetler Birliği’nin tasfiye süreci ile ulus-devlet, ulusal doktrin, milliyetler meselesi gibi konular yeniden tartışılmaya başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden tartışılıp gündeme taşınan milliyetler sorunu konusu hatırlanacağı gibi aydınlanma felsefesi ve modernizmin dayandığı ilkelerden bir tanesiydi. “Ulusal Sorun” başka bir yazı konusudur… Bilimsel sosyalizmin biraz önce sözünü ettiğimiz üç ana özelliğinin ilk habercisi de yine Fransız Devrimi’nin “sosyal demokrat” jakobenciliği ile Babeuf’ta biçimlenen “komünist” başkaldırma düşüncesidir. Ancak bu görüşler Blanqui’nin etkisinde önce anarşizm sonra Leninist bakış doğrultusunda işçi sınıfı temelinde gerçekleştirilmiştir. Fransız İhtilali’ne yön veren, etkileyen Montesquieu’nun ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşleridir. Rousseau “toplum sözleşmesi”nde devletin insanlar arasında kollektif iradenin sonucu birliktelik olduğunu ortaya koymuş ve egemenlik kavramına açıklık getirmiştir. Montesquieu ise devlet iktidarının yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrımına dayanması gerektiğine dikkat çekmiş giderek bu görüşleri Fransa’da devrimden önce mutlak monarşik devlet yapısını derinden sarsmıştır. Mutlak monarşik sistemler kralın egemenliğine dayanmaktadır. 1789 Fransız burjuva insan ve yurttaşlık hakları bildirgesindeki haklar marksist düşünürler tarafından da yorumlanmış ve insanın insanı sömürmesinin önündeki en büyük engel olan temel özgürlüklerin ancak sürekli ve sınıf bilinçli mücadele yoluyla kazanılabileceği ifade edilmiştir. Lenin’e göre proletarya sınıfı için gerçek demokrasi de burjuvaziye karşı uygulanan diktatörlüktür bu anlamda... Fransız Devrimi krallığın ve feodalitenin egemenliği altındaki halkların ulusal devlet kurma hakkını savunmuştur. Bu sürece giderken hangi gelişmelerin etkisi olmuştu, hatırlayalım. Fransız ihtilalinden önce Fransız toplumu üç sınıflı bir toplumdu. İlk ikisi imtiyazlıydı: Asiller ve Rahipler. İlk iki ayrıcalıklı zümrenin dışında kalan kesim ise “tiers etat” adıyla “halk”tan oluşmuştu. Halk ise orta ve küçük burjuvalardan, köylülerden ve işçilerden meydana gelmekteydi. Feodalist ortaçağ topluluğunun başını kral çekmekteydi. Kral mülk ve üretim araçlarının sahibi olan sınıfların çıkarlarını gözetirdi. Emekçilerin tamamı ise tiers etat içinde yeralıyordu. Emekçiler başından beri tiers etat içinde yeralan burjuvalarla kendi çıkarlarının çeliştiğinin bilincine varmış değillerdi. Ta ki Babeuf, Blanqui, Saint-Simon, Fourier gibi ütopik sosyalistlerin ve marksist düşünürlerin ortaya çıkışlarına kadar... Burjuvazi ekonomik ve sosyal imtiyazları temsili demokrasinin ve burjuva hukukunun oluşturulmasıyla sağladı. Aslında burjuvazinin getirdiği evrensel akılla insana bakış soyuttu. Burjuvaların “millet” adını verdikleri kavram ise hukuk bakımından eşit ve bölünmez bir bütün yani soyut anlamda halktır. 18 ve 19.yy’larda emperyalizme karşı bilinçlenmiş sosyal sınıflar için “milli egemenlik” teorisi ise soyut halk anlayışından ileri gelmekteydi. Ta ki sömürülen halkın kendini “proletarya” diye tanımlayarak örgütlü sınıf niteliği kazanmasına kadar... Oysa 1789 Fransız Devrimi’nin kurucuları için halk hiçbir ayrılık ve bölünme ifade etmeyen bir bütündü. Evrensel akıl ise burjuvazinin çıkarlarına denk düşüyordu ve aklın egemenliği burjuvazi açısından egemenliğini sürdürmek anlamına geliyordu. Marksist düşünürler için Fransız kurucu meclisinin milli egemenlik kavramına karşılık Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “halk egemenliği” kavramı önemliydi. Çünkü Rousseau, burjuvalara göre daha devrimciydi ve küçük burjuvaların çıkarlarını temsil ediyordu. Mutlak demokrasiden yana olan ve ihtilalin başlarında cumhuriyetçilerin radikal kanadı olarak rol oynayan jakobenlerin görüşlerini dile getiriyordu. 19.yy’a kadar başta yasama yetkisi dahil bütün yetkilerini tanrıdan aldığını iddia eden kralın iktidarına karşı önemli bir adımdı bu. 1302 yılında kurulmuş olan ve İmtiyazlı sınıfların temsil edildiği “etats generaux” meclisi ise temsili bir siyasal danışma organıydı sadece. Meta üretiminin giderek artması ve ticaretin büyümesiyle asiller ile ruhban sınıfı dışında gelişmeye başlayan burjuva sınıfı 17.yy’dan itibaren mecliste daha fazla temsil edilme olanağı buldu. 17 Haziran 1789 tarihinde de Fransız kurucu meclisi “millet meclisi” adıyla değiştirilmiş ve oluşturulan komisyonun hazırladığı anayasa bildirisiyle kralın yetkileri bu meclise geçmiştir. Feodalitenin egemenliğinden millet egemenliğine dönüşüm insanlık tarihi açısından da bir dönüm noktası oldu. 1789’da ilan edilerek 3 Eylül 1791 tarihli Fransız anayasasıyla güvence altına alınan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde mülkiyet, özgürlük, güvenlik, baskıya karşı direnme gibi ileride işçi sınıfının da önünü açacak bazı temel insan hakları kabul edilmiştir. Jean-Jacques Rousseau bireylerin doğuştan özgür olduğunu ancak üretimin gelişmesiyle birlikte eşitlik ve özgürlüklerin ortadan kalktığını ve herkesin katılacağı toplumsal bir sözleşme ile özgürlüğün yeniden sağlanacağını ileri sürmüştür. Rousseau toplumlar kalabalıklaştıkları için Eski Yunan sitesindekine benzer doğrudan demokrasi biçiminin, kararlara doğrudan katılımın ve eşitliğin ancak oybirliği ve temsilciler yoluyla sağlanmasından yanaydı. Güçler ayrılığı düşüncesini ortaya atan Montesquieu ve Sieyes gibi düşünürler ise yönetimde soylularla birlikte burjuvaların yeraldığı ılımlı bir anayasal monarşiyi savunuyorlardı. Kısaca öncelik ve ilkelerine baktığımızda, klasik ya da liberal demokrasi özgürlük ve katılım, marksist demokrasi bağımsızlık ve kurtuluş, modern yani sosyal demokrasiler de temsil içermektedir. 1789 insan hakları bildirgesi iktidara karşı bireyin haklarını genişletme yanlısı bireyci ve burjuva özgürlük anlayışını yansıtan bir belgedir. Temsili demokraside halk temsil etme yetkisini parlamentoya ve vekillere veriyordu. Sınırlı temsil ulusal egemenlik teorisiyle yerini toplu temsile bırakmıştır. Artık halkın siyasal iradeye sahip olup olmadığı veya iradesinin ne kadar yansıtılacağı sorunu büyük topluluklar söz konusu olduğundan genel oy ve siyasal partilerin konusuymuş gibi görünüyor. Yani siyasal partilerle demokrasiyi sağlama durumuyla karşı karşıya kalındı. Bu Montesquieu görüşlerine yakın bir yaklaşımla burjuva toplum örgütlerinin ya da seçkinlerinin veya baskı gruplarının temsil edilmeleri demek. 18.yy’ın burjuvazisi açısından ulus-halk kavramı herkesi içeren soyut bir ifadeydi. Yani halkı oluşturan bireylerin birbirlerinden farkı olmadığı düşünülüyordu. Amaçlanan da aslında bu yaklaşımla halkı yönetmekti. Tabi iktidarı da halktan korumak. Oy hakkı bile tanınmamıştı halka. Jean-Jacques Rousseau’nun halk egemenliği kavramıyla geniş halk kitleleriyle gerçek halk arasındaki boşluğu sembolik olarak dolduracak oy hakkı tanınmıştır. Oysa 1789 burjuva insan hakları bildirgesi Rousseau’dan çok direktuvar üyesi burjuva sınıf temsilcisi E.Sieyes’ten etkilenmiş ve egemenliği doğrudan doğruya halka değil millet tüzel kişisine tanımıştır. Böylece burjuvaziye egemenlik sağlanmıştır. Yani Fransız Kurucu Meclisi halk kavramını soyutlaştırmıştır. Millet kavramı ise yaşamış ve yaşayacak kuşakları içine alan, uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden, kendisini teşkil eden gerçek kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişiliğe ve iradeye sahip olan bir tüzel kişilik olarak kabul edilmektedir. Halkı da kapsayan ama halkın üstündeki bir tüzel kişilik... Bu anlayış sonucunda halk adına kanun yapanlar millet temsilcileri sayılacak ve bağımsızlaşacaklar halkın çoğunluğunu temsilden de yoksun bırakacaklardı. Açıkça burjuva egemenliğinin meşruluğu demekti bu... Bu açıdan da getirdiği haklarla bu bildiri bir hukuk belgesinden çok bireyci dünya görüşü ile felsefesini yansıtan belge niteliği taşımaktadır. Jakobenlerin ise egemenlikle ilgili tutarlı görüşleri yoktu. Demokrasiye bakışları burjuva koşullarının zorlamasıyla değişen sosyal demokrasi denemesine benzer küçük burjuva ve kaypak bir demokratlıktı. Gracchus Babeuf ise başlarda jakobenizme bağlı olmakla birlikte eşitlik ilkesine yeni bir yorum getirerek Babuvizmin temellerini atmıştır. Babeuf’a göre yasalar önündeki eşitlik şekli eşitlikti. Gerçek eşitlik ise “üretimden eşit pay almak” demekti. Marks kollektif mülkiyeti savunan Babeuf’u kapitalizmin azgınlaşmadığı dönemden bir bilimsel sosyalizm habercisi olarak kabul etmiştir. Devletle ilgili uluslar arası hukuk düzenlemelerine bakalım biraz da... Devletin doğmasından sonra dört unsur biraraya geldiğinde devlet kavramı ortaya çıkıyor. Devletler de ortaya çıkarken büyük mücadeleler veriyorlar. Asli doğanlar dışında fer’i doğan devletler başka devletlerin zararına doğuyorlar. Devlet ister asli, ister fer’i doğsun, uluslar arası tanınma yani enternasyonal unsur gerçekleşmeden diğer devletlerle ilişkilere girmesi güç oluyor. Tanıma da iki şekilde oluyor. Biri hukuki tanıma, diğeri fiili tanıma. Bugün için en geçerli tanıma hukuki tanıma biçimidir. Bunun için devletin Birleşmiş Milletler’e üyeliğinin kabul edilmesi yeterli görülüyor. Yani hiçbir devlet dünyada tek başına hareket edebilme serbestisine sahip değil. Devletlerin uluslar arası devlet hukukuna göre hareket etmesi gerekiyor. Bir devlet doğumundan sonra diğer devletlerin bazıları tarafından tanınabilir. Bu fiili tanıma biçimidir. Tanıma bir de sonuçlarına göre çeşitlenebilir. Bunlarda devlet içindeki grupların tanınmasıdır. Ülke içinde çıkan bazı karışıklıklar sebebiyle doğan bazı hareketler uluslar arası camiada isyan kabul edilebilir. İsyan eden gruba asi sıfatı tanınabilir. Uluslar arası camiada asi sıfatının tanınması o gruba birtakım haklar sağlıyor veya sağlaması gerekiyor diyor hukukçular. İsyan eden gruplar ülkenin bir parçasını düzenli bir şekilde hakimiyetleri altına alırlarsa bu gruplara da diğer devletler muharip sıfatını veriyorlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin durumu böyleydi. TBMM hükümetini Afganistan, Pakistan ve Fransa tanımıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Çekoslovakya ve Polonya gibi ülkelere ulusluk sıfatı tanınmıştı ve bu tür tanınma hukukçu çoğunluk tarafından da benimsenmiştir. İktidarların tanınması için bugün kabul edilen hakim görüş ise günümüzün koşullarını yerine getirmeleridir. İktidarın tanınması her ne kadar devletler arası hukukta devletin tanınması kadar önem taşımıyorsa da uluslararası hukukun bir sorunu olarak görülmüştür. Modern devletin dediğimiz gibi iki temel niteliği bulunmalıdır. Birincisi demokratik olması, ikincisi hukuk devleti olması. Devletin hem demokratik hem de hukuka uygun olması da doğrudan iktidarı ilgilendiriyor. Bu da her şeyden önce tabi bir ideoloji sorunu. Kapitalizmin devletin faaliyet alanlarını adalet ve yönetim işiyle, ulusal savunma ve eğitimle sınırlamasına karşın sosyalizmde faaliyet alanı genişlemiş ve bütün alanlara girmiştir. İster batılı demokrasiler olsun, ister marksist demokrasi olsun bütün demokrasi biçimleri sonuçta uygulandıkları aşamada değerlendirilirler. Zira bütün demokrasiler özünde halkın iradesini yansıttığında değer kazanırlar. Marksist düşünürlerin belirttiği gibi bugün uluslararası hukuktan sözediliyor ama uluslar arası devletlerden de sömüren ve sömürülen diye bahsedilebiliyor. Rosa Luxemburg’un ulusların savaşının emek ile sermaye savaşına dönüşmesi nitelemesindeki gibi, bundan da en büyük zararı uluslar değil hiç kuşkusuz sömürülen emekçi kitleler görüyor. Türkiye 1923’e kadar devlet olmanın unsurlarından biri olan enternasyonal unsur yani uluslar arası tanınma unsurunu taşımadığından devlet olma niteliğini elde edememiş ancak 1932’de Birleşmiş Milletler’e üye kabul edilmesinden sonra hem tanınma hem de devlet olma niteliği gerçekleşmiştir. 1923’te TBMM ile yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı konvansiyonel rejim tarzında bir yönetim kurulmuştur. 1933’ten sonra Avrupa faşizmin etkisi altındaydı. 1933’te Almanya 1934’te de İtalya faşizmi hem Avrupa’yı hem de Ortadoğu’yu tehdit ederken Türkiye istikrarlı ve güçlü bir ülke görünümüyle bütün barışçı amaçlı anlaşmalara katılarak savaşın dışında kalmaya çalıştı. Tabi Türkiye’nin bütün anlaşmalara katılabilmesi ve dış ülkelerle ilişkiye girmesi 1923’te kurulmasından sonra 1932’de de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmesi ve uluslar arası alanda tanınması yoluyla olmuştur. Fransa’da gerçekleşen burjuva devrimi hem reform ve rönesans ile birlikte dünyanın laikleşmesini hem de dünyanın coğrafi olarak büyümesini sağladı. Siyasal gelişmeler özellikle Avrupa’da ulus-devlet olgusuyla tanışılmasını ve bununla birlikte yeni ulus devletler de ekonomik zenginlik, askeri ve siyasal güç gibi kavramlar ortaya çıkmasını da sağladı. Ulus-devlet demokrasinin ilk uygulama biçimlerini getirmiştir ama ulusların birbirleriyle bu kavramlar ışığındaki üstünlük mücadelesi sonucunda faşizm olgusunun türemesi de gerçekleşmiştir. Avrupalı ulus-devletle ilgili zenginlik ve güç gibi kavramlar bunların kime ait olacağı sorusunu da getirmiştir. Egemenlik dolayısıyla siyasal gücün diğer deyişle siyasal iktidarın kime ait olacağı sorusudur bu... Bireysel iktidar ya kol gücü, zeka, silah, zenginlik ve bunların sonucunda elde edilen sosyal güce dayanıyordu ya da daha güçlüye boyun eğme, zorunlu saygı ve sempatiye... Ya devletle ilgili olan iktidar yani kurumsal iktidar kime ait olmalıydı? Buna verilecek yanıt aslında demokrasinin orada olup olmadığının da bir işareti olacaktır. 18.yy’a kadar iktidar hep tanrıya ait olmuştu. Krallar, imparatorlar ise hep tanrının dünyadaki temsilcileri olduklarını iddia etmişlerdi. Yönetilenler ise ya tanrıya olan inançlarından ya da baskı altında krallara imparatorlara boyun eğmek zorunda kaldılar. Eski Yunan ve ortaçağda gelişme gösteren demokrasi ile teoriler 18.yy’dan önce kralın iktidarını devirmeye kadar varmamıştı. Fakat 18.yy burjuva devrimi bir gerçeği ortaya atmıştır. O da 18.yy düşünürleriyle özellikle Jean-Jacques Rousseau’yla ortaya konan iktidarın halka ait olması görüşüdür. Ulus ve halk egemenliği kavramları da bu görüşün savunulması sonucunda gelişmiştir. İlkel toplumlarda iktidarın grubun kabul ettiği bireyde somutlaştığı görülürken özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla yani prekapitalist kollektif mülkiyetten özel mülkiyete geçişle birlikte iktidarın birey ya da bireylerde somutlaştığı görülür. İlkel kölelikten feodal beye bağlı köleliğe geçiş sadece özel mülkiyete yani toprağa sahip olan feodal beyin iktidarını değil din ve askeri güce sahip kilisenin ve asker iktidarın ortaya çıkışına da neden olmuştur. İktidarın birey ya da bireylere ait oluşu bireylerde aşırı bir bağımsızlık doğurmuş, iktidarın toplumun iradesini yansıtabilmesi için bir kurumsallaşmaya yani iktidar için uzmanlaşmaya gidilmesine gerek duyulmuştu. Bunun sonucunda ortaya çıkan iktidar da hukuk iktidarıdır. İktidar kavramının geliştiği bu tarihsel süreç içerisinde batıda iktidar biçiminin gelişimi ile üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi arasında sıkı bir ilişki olmuş ama hiçbir zaman hiçbir iktidar bütün toplumun iradesini yansıtabilme başarısını göstermemiştir. Günümüzde endüstriyel toplumlarda yerinden, özyönetim ya da baskı grupları örneğin basın-yayın ve stk’larla yönetime katılım (non-governmental organizations) gibi aslında sadece devletin özeksel yapısını etkilemeye dönmüş çeşitli özerklik çağrıştıran modeller denenmekte. Halbuki görünen o ki kamusal alan daraltılarak sosyal kazanımlar artık elden çıkmaktadır. Yani özünde hepsi temsili olmakla birlikte sözde doğrudan demokrasi için yapılanan yenilikçi hareketlerin birçoğu zaten büyük burjuvazi tarafından etkisizleştirilmiştir o da ayrı bir konu... Doğrudan demokrasi dünyada artık sadece birkaç İsviçre kantonunda kalan bir uygulama olarak bilinir. Yerini alan temsili demokrasi ise iktidarları güçlendirebilecek yeni sistem olarak görülüyor. Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok. İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor…

  • HUKUK DİLİ

    -Neşri tahririmin esbabı mucibe-layihasıdır- Dil, kişilerin konuşma aracıdır diye tanımlanır en özlü ve yalın anlatımla. Gerçekten de kişiler günlük yaşamlarında karşısındakiler ile anlaşmalarını dile borçludurlar. Sıradan bir insan, yüzelli kelimelik bir dağarcık ile günlük yaşamını rahatlıkla sürdürebilir. Ancak mesleki yorum ve açıklamalarda, şiir, roman, tiyatro, hele hukuk ve felsefede durum farklılaşır. Daha bir özel terimler ile toplumsal olaylar yorumlanır. Anlatılır. Açıklanır Günlük yaşamını idame ettirme uğraşısında olan birisi için “külli irade”ile “tümel buyrultu” arasında bir fark yoktur. İkisini de anlamaz. Bu nedenle de bir kelimenin kökeninin hangi ırktan olduğu o kadar da bir değer taşımaz. Çünkü o, ikisinin de anlamını bilmez. Biri Arapça’dan diğeri Türkçe’den geliyormuş . Bu konu yüzyılı aşkın bir süredir aydınlarımız arasında tartışılmaktadır. “Efendim dilimizi sadeleştirelim” diyenler ile “Türkçeleşmiş Türkçedir, dilimizi yavanlaştırmayın” diyen karşıtlar hala tartışmaktadırlar. “İstiklal” sözcüğünü hepimiz biliriz. Ama kökeni Arapça imiş. Gariptir Araplar ne istiklal kelimesinin anlamını bilir ne de kullanırlar. Zira bizimkiler Arapça “kılle” sözcüğünden “istiklal”i türetmişlerdir. “Mirim, filan kelimenin Türkçe karşılığı olamaz" diyenler de birçok konuda yaya kalmışlar ve dilimizin matematiksel ve güçlü yapısına boyun eğmişlerdir. “Tear”dan"tayyare"yi türeten biziz. Arap bilmez tayyareyi. Karşılığı uçak kelimesini de biz yanlış olarak ürettik ama tuttu. Bu gün kimse "kompitür" demiyor."Bilgisayar" diyoruz. Yanlışmış“bilgisayar “ “ bilgi sandığı “olması gerekiyormuş. Ne gam! "Müdeiumumi"diyemezdi vatandaş. "Müddeyim" der keserdi. Oysa bugün"savcı" diyoruz. Ama bütün bunlar mesleki bir dilin ille de köken olarak öz be öz Türkçe olmasını zorunlu kılmaz. Zaten böyle bir durum dünyada varit değildir. Gelelim ana konumuz olan HUKUK’un diline. Hukuk, o toplumun ve devletin ekonomik, toplumsal, tarihi, dini, beşeri yapısının tam içinde olduğundan, ona uygun bir dil ile yazılır, anlatılır. Yani seçkinler mesleki karizmalarına denk gelen bir yaklaşım ile yorumlarlar. Vatandaşın ise bu dili anlaması ve hatta neyin suç olup neyin suç olduğunu bilmemesi bile bir özür teşkil etmez. Hani derler ya hukuk dili ağırdır. Anlaşılmazdır. İyi hoş da sıradan vatandaş dili ile bu nasıl olabilir ki? “Sol alt ekstremitede spastik paralizi sekeli ekstremitede bir cm adele hipoksivar.Hafif hexion kontroktürü mevcut” Bu, bir doktorun bana verdiği rapordan alıntı. Sanırsınız kalaylıyor. Demek ki tıbbın kendine özgü bir üslubu terimleri var. Askeri terminolojideki, takibat, tatbikat, istihkam, operasyon, teçhizat, mühimmat kelimeleri ise günlük yaşamdakinden farklı anlamlar içerir. “Adalet mülkün temelidir” özdeyişindeki MÜLK kelimesi ise taşınmaz arsa değil, devlet, devletin varlığı ve hükümranlığı anlamındadır. Dolayısıyla toplumu derinden ilgilendiren ve hemen her an herkesin karşısına çıkan hukuki konularda kendine özgü terimlerin olması olağan sayılmalıdır. “Cebri icra, çokluk def’i halefiyet, hiffet, icap, gaip, iktisabı müruru zaman, makable şamil, ihsası rey, ferişerik, keenlemyekün, ivaz, müzayaka, taliki ve infisahi şartlar, zımni irade,müteselsil, teşdiden tahfifen, gayrı kabili rücu, izaleyi şüyu…ifadeettiklerinin açıklaması olmasa, gerçekten toplumun büyük bir kesimi tarafından anlaşılamayacak kadar zordur.” Diye yakınıyor hukuk doçentlerinden Seliçi Oğuzman. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ise Türk Kanunu Medenisinde(Ankara Üniversitesi 1975 Basım Sa XXVI ) şöyle diyor: “…Memleketimizin bir mahallinde verilen hüküm ile aynı şerait tahtında tahaddüs eden hükümler birbirinden farklı ve mütenakız bulunmaktadır. Netice itibariyle Türkiye halkı adaletin tatbikinde ittiratszlığave mütamadi tezebzüze maruz kalmaktadır.Tesadüf ve talihe bağlı ve bir birini mütenakız kurunu vustal fıkıh kaidelerine merbut bulunmaktadır… “ Hukuk dilinin ağır ve ağdalı oluşundan yakınmaktadır Prof.Velidedeoğlu. Bu zorlama ıstılahların sıkıntısını en fazla hukuk öğrencileri çekiyordur her halde. Ne bu yorum ne de bunun günümüze çevrisi vatandaşı pek ilgilendirmektedir. Halk o engin sağduyusu ile "Kanunlar lastik gibidir. Ne tarafa çekersen uzar."Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırır" diyerek kestirip atmakta ve adalete olan duygusunu"Şeriatın kestiği parmak acımaz." tevekküllüğü ile hukuk dilinin anlaşılmazlığını kabullenmektedir Aydın geçinen bir aykırının diliyle; "Tüzegen devinselliğine koşut olarak biçimsel soyutlamaların, kişilerin iç imgeleri olsun, biçimselliğe değgin soyut tinsel ötelemelerindeki derinlik olsun, hukuk buyrultularını yabansılaştırmakta,sağlanca kapsamına koyarak toplumsal korumanlığı işlevsizleştirerek kullanılmazlık kapsamına almaktadır." Diye bir cümle kursam, vatandaş herhalde alay ediyorum diye suratıma tokadı yapıştırsa yeridir. Yasaların kullanılırlığı da ayrı bir mesele olarak karşımıza çıkar. Sözgelimi PAŞA kelimesinin kullanımı yasal olarak suç olmakla birlikte, gerek yasa koyucu ve gerek yasa uygulayıcılarının tümü bu kelimeyi her vesile ile kullanmakta, özneler ise bu kelimeden pek hoşnut olmaktadır. Zira toplum belleğinde PAŞA kelimesi yalnızca "general" karşılığı olmayıp çok daha öte bir şeydir. Validir. Devlettir. Askeri ve mülki irade sahibidir paşa. Bir başka şey ise basit gözüken bir telaffuzun ya da harf değişikliğinin büyük bir karmaşaya yol açabilmesidir . Padişah Selim; bilgili ve saygın bilim adamı Sanizade Atâullah Efendi'yi Sadrazam hakkında dedikodu ettiği suçlamasıyla sürgüne gönderir. Bir süre sonra da bağışlar. Padişah buyruğunu götüren görevli, heyecandan şaşırıp,“_tlakınıza(affınıza) ferman getirdim" diyeceği yerde, "_tlafınıza (idamınıza)ferman getirdim" deyince, Atâullah Efendi kötüleşir ve ölür. Tamam. Hukukun kendine özgü dili olacaktır ama bu kadar da değil. Dilimize uymayan kelimelerin, yazılışının, okunuşunun zor olmaları bir yana, birbirine pek yakın kelimeler yüzünden örnekteki facialar da olabiliyor. Hukuk dilinin bu karmaşadan kurtarılması gerekir. "İta, icra, ehlivukuf, nasp, tâyin, azil, hacizvaz ve fekki, devairi devletin kâffesinde, takibi umur ve muameleye, talep, istida,lâyiha, takdim, tahkim, lüzum, mezun, selâhiyattar, evrak, tahkim tevkil...” örneklerinde olduğu gibi noterliklerde öyle belgeler düzenleniyor ki, yurttaş çoğu zaman anlamını bilmeden altını imzalıyor. Bir gün bakıyor ki, amacını aşan bir belge vermiş, istemediği durumu kendisi yaratmış. Kamusal düzen, adalet ve hak adına yeni hukuksal sorunlarla örseleniyor. Yargıtay eski başkanlarından Sami SELÇUK: “Kişiler kendini anlatmak ve karsısındakiyle iletişim kurabilmek için en önemli araç olarak dili kullanmaktadırlar. Zamanla dil içinde meslek gruplarına göre dilsel ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Buna göre meslek gruplarına ait olmayan kişiler için dilleri anlamak çok güç hatta imkansız hale gelmiştir. Hukuk dili de bu mesleki dillerin anlaşılması en güç olanlarından biridir. Amacımız, toplum kurallarının yazılı metni olarak kabul edilen hukukun daha yalın bir dile dönüşmesi gerekliliğini vurgulamaktır" diyor. Yekta Güngör ÖZDEN bir konferansta: “Hukuk tutucu değildir. Tutucu olan hukukçulardır. Görevler, gereğiyle yerine getirilse hukuk tutucu sayılmaktan kurtulur. Çağımızda toplumsal gelişme hızlıdır. Kurallar bu gelişmenin gerisinde kalmaktadır. “Diyor ve şöyle devam ediyor. “Hukukçuluk, değişen durumlara uyan en iyi ilkeleri seçmek san'atı, becerisi olarak adaleti bulma ve ortaya koyma hizmetidir. Ulusunu yasalar önünde eşit, korkusuz, mutlu ve güçlü kişiler olarak yaşatmak borcunu yüklenmiştir . Hukukçunun sorumluluğu büyüktür. Yurdunun sosyal ve ekonomik sorunlarını, çözüm yollarını düşünmek, çıkar çatışmalarını önlemek, iç barışı, kamusal düzeni, bilgisi ve örnek davranışlarıyla güçlendirmek, hukukun etkin gücüyle adaleti her konuda sağlamak hukukçunun savsaklanmaz görevidir . Kendini bu sorunların dışında tutan hukukçu, yurttaş olamaz. Gelişmeye, kalkınmaya yardımcı, siyasete etkili olan hukuk, kurallar yığını değildir. İlerleyen bir kaynak aydınlatan bir ocaktır. Hukukçu uyaracak, hak ve özgürlükleri savunacak, çağdaş hukuk kurallarının yürürlüğüne öncülük edecektir.” Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış mümtaz hukukçunun önerileri bunlar. Ankara -Sofya uçağı Deniz Gezmişler’i kurtarmak amacıyla 1972 yılında Iğdırlılar tarafından kaçırıldığında hukuki bir sorun ortaya çıkmıştı. Zira uçak kaçırmanın ceza yasalarında yeri yoktu. "Hürriyeti tahdit,devlet malına zarar, silahlı tehdit" gibi konulardan dava açılmıştı. Ünlü al Capon’u basit bir vergi cezasından 11 yıl Alcatraz’A MAHKUM eden hakim toplum, vicdanını rahatlatmak için bu yola gitmişti. Yoksa gerçek cezası bir yılı dahi bulmuyordu. Sonuç olarak hukuk dili yalın açık bir hale getirilmelidir. Ama sanılmasın ki bu vatandaşın anlayacağı bir biçime indirgenir. Hukuk dili terimsel ve mesleki anlamda kendi terim deyim ve kavramlarını Türkçe yazıp yorumlamalıdır. Ve fakat bunu yaparken, herhangi bir boşluğa meydan vermeyerek, kesin,yalın, net ve en azından meslektaşlar arasında bir çelişkiye düşülmeyecek açıklıkta olmalıdır. İçtihada yeni açıklamalara meydan vermemelidir. Hele gerekçelerde sağlam kanıtlara dayanıldığı kadar, temel toplumsal dayanakları da olmalıdır. Bu ise yasa dilinin sağlamlığı, mantıki tutarlılığı ve anadilin gerekleri ile hayata geçer.Zira sonuçta gerek karar verici, gerek iddia ve gerekse savunma makamları tartışarak en adil karara varmak istemektedirler. Bu da ancak ANA DİL ÜZERİNDEN OLUR. Bizim de resmi ve anadilimiz TÜRKÇE olduğuna göre, söylenecek fazla bir şey kalmıyor. Şurası da unutulmamalıdır ki HUKUK DİLİ nasıl olursa olsun, sonuçta onu uygulayacak olan insandır. Bir Iğdır valisi 1 EKİM 2000 tarihinde yaygın basında yer bulan demecinde şöyle buyuruyordu: "Fuhuşla mücadele etmek bizim görevimizdir. Nataşalar ile yakalanan erkeklerin saçını sakalını kesip Suveren düzlüğünde gece yaya bırakırım." Daha Dün Kobani olayları üzerine İçişleri Bakanı şöyle kükrüyordu: Misliyle mukabelede bulunuruz.Polis kendisi.Savcı kendisi. Hakim kendisi.İnfaz memuru yine kendisi… Bir Valinin ve bakanın hukuk ve idare anlayışı bu olursa,dünyanın en çağdaş hukukunu en anlaşılır bir dil ile yazsanız ne olur ki !?!? Hukukçularımızın yetiştiği okullar ile hayata atıldıktan sonraki koşullarını ve özellikle hakim ve savcıların adliye- lojman arasına sıkışıp kalmaları ise bir başka yazı konusu.

  • düş ülkesi

    -MÜZİK: Beethoven's Silence- Onlar olmayınca sokaklarda, tuz eksik sanki... Yarın kimbilir kaç milyon öğrenci kaç yüz bin öğretmen okula başlıyor?.. Daha güzel bir BAHAR, daha güzel bir YAZ için... Ayışığında yıkanan daha güzel bir dünya için... Kolay gelsin öğretmenim, KOLAY GELSİN ÇOCUKLAR!

  • Şu Lanet Salgın da Olmasaydı… HOŞ GELDİN YAVRUM!

    Bir yıldır, okula giden çocuklara özeniyordun. “Büyüyünce ben de okula gideceğim” diyordun. Artık kocaman bir çocuk oldun. Anneciğin o güzel ellerinden tutarak seni okula getirdi. Hoş geldin, okulumuza sevinç, mutluluk getirdin. Senin için yepyeni bir hayat başlıyor. Ana kucağındaki mutluluk verecek bir hayat olacak bu. Burası senin ikinci evin. Sakın yabancılık çekme. Biz öğretmenlerin burada anneni babanı aratmayacağız. Sınıftaki şu çocuklar senin kardeşlerin. Şimdi daha kabalık bir “ev”desin. Seninle güzel oyunlar oynayacağız. Okulumuzun bahçesi seninle güller açacak. Sınıfımızı şarkılar söyleyerek şenlendireceğiz. Kırlara çıkıp otları, böcekleri inceleyeceğiz. Evrenin sırlarını yavaş yavaş öğrenmeye çalışacağız. Çizgiler çizecek, boyalı resimler yapacağız. Defterlerin inci gibi yazılarınla bezenecek. Masal dünyalarında gezineceğiz. Öyküler okuyarak hayal âlemimizi süsleyeceğiz. Okul hakkında sana kötü şeyler mi anlattılar? Burası öyle bir okul değil. Burada yüzü asık, mesleğini ve çocukları sevmeyen, onları döven, azarlayan, öğrenciler arasında ayrım yapan, notunu bir silah gibi kullanan, içinde, bulunduğu sorunları öğrenmeye çalışmayan öğretmen yok. Biz bu okulun öğretmenleri; çocukları, yurdumuz ve halkımız kadar ok seviyoruz. Burada senin için bulunduğumuzu biliyoruz. Bize yurt çocuklarını çalışkan, gürbüz, akıllı, erdemli olarak yetiştirmemizi öğrettiler. Çok okuyor, mesleğimizle ilgili kitapları de elden bırakmıyoruz. Kendimizi sürekli yeniliyoruz. Biz öğretmenlerin derse hazırlıklı gelecek ve zamanında derse gireceğiz. Bir dakikamızı bile boşa geçirmeyeceğiz. Senin yeteneklerini keşfetmeye çalışacağız. Başarılarını ve hatalarını göstereceğiz. Sana ezber sorusu sormayacağız. Sınavlarda kopya çekme ihtiyacını ortadan kaldıracağız. Sınıfın, okulun yönetimine katılacaksın. Senin kendine göre özgür düşüncelerin olacak. Herkesten farklı kişilik sahibi bir insan olacaksın. İnandığın doğruları korkmadan savunacaksın. Bazı dersleri sana anlattıracağız. Başarılarınla gurur duyacaksın. Daha çok çalışma isteğin olacak. İnsan hiç tembellik yaparak öğretmenlerini mahcup eder mi? Bu okulda derslerin bir an öce bitmesi ve eve gitmek için can atmayacaksın. “Ders saati ne kadar da çabuk bitti” diyeceksin. Hele bir okumayı sök, seninle bu yurdun en güzel destanlarını okuyacağız. O güzel ellerinle ne işlek, ne güzel yazılar yazacaksın ana sütümüz kadar temiz ve tatlı Türkçemizi ne kadar da akıcı kullanacaksın. Dilinde bülbüller şakıyacak. Başka diller de öğreneceksin. İnsanlığın mutlu bir geleceğe ulaşabilmesi için ders alalım diye tarih kitaplarının sayfalarını çevireceğiz. Coğrafya dersinde yurdumuzun güzelliklerini, zenginliklerini öğreneceğiz, Dünya üzerinde gezineceğiz. Fen bilgisi dersinde evrenin yasalarını, canlıları, cansızları makinaları öğreneceksin. YILLAR ÇARÇABUK GEÇER Bir de bakmışsın ki, yıllar çabucak geçmiş, bir meslek sahibi olmuşsun. Ellerin torna, çekiç, rende tutacak. Yurdumuza raylar döşüyor, asfaltlar döküyor, okullar, barajlar yapıyor, bulutların üstünde uçaklar uçuruyor olacaksın. Sınıflarda bizim gibi kara tahtanın başına geçmiş olacaksın. Başka ülkelere gidip yerleşmek yerine, uzak köylerdeki sağlık ocaklarına varıncaya kadar görev alarak sevgili halkının dertlerine derman olacaksın. Tarlalarımız seninle daha bol ürün verecek, fabrikalarımız daha kaliteli mal yapacak, edebiyatımız, sanatımız seninle zenginleşecek. Yurdun bütünlüğünü, ulusun birliğini sen koruyacaksın. Zalimin kölesi, mazlumun efendisi olmayacaksın. Barış seninle gelecek. İnsanlık seninle yeni Türk uygarlığını tanıyacak. İşte seni yetiştirecek okul. Hoş geldin yavrum… ( Öğretmen Dünyası, Yıl 27, Sayı 322, Ekim 2006, başyazı,) Şu lanet salgın da olmasaydı… (Güncelleme: 21 Eylül 2020)

  • Özlenen Okul

    Eğitim sistemimiz, farkındalıklarımız olan ilkeler ışığında eğitimi tanımlayıp sürecini işler hale getirirken; asıl amacın her açıdan dengeli bireyler yetiştirmek olduğu da toplumsal bir beklentidir. “Küreselleşme” tartışmalarının tekrar hız kazanmasıyla eğitim de doğal olarak bu tartışma sürecinin orta yerinde yer almaktadır. Bu bağlamda eğitim bilimciler, eğitim sistemimizdeki modelleri yeniden gündeme taşıyorlar. Tartışılagelen modellerden biri modern model (davranışçı yaklaşım) diğeri ise postmodern model diye ifadelendirilen yapılandırmacı yaklaşımdır. Tartışmalar uygulanabilir modelin davranışçı ve yapılandırmacı modellerin senteziyle ortaya çıkabileceği yeri işaret ediyor. Davranışçı modelde eğitim öğretmen merkezli; yapılandırmacı modelde ise öğrenci merkezlidir. Birincisinde bilgi aktarılırken ikincisinde bilgiye ulaşma yolları öğretiliyor. Bu eğitim modellerinden birini merkez alan anlayış diğerine karşıtmış gibi değerlendirildiğinden ortak bir perspektif oluşturma çağın eğitim anlayışına daha uygun düşmektedir. Eğitim bilimciler eğitim model tartışmalarını yapadursunlar, biz mevcut uygulamalar ışığında Bornova Anadolu Lisesi’ni bir masaya yatıralım. Ülkemiz eğitim sisteminin eğitim modelinin istisnalar dışında öğretmen merkezli (modern/davranışçı) olduğunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. Çok önemli bir kamu okulu olan Bornova Anadolu Lisesi “bu çok önemli oluşunu” ta başlangıçtan itibaren çok farklı özellikleriyle kendisi hak etmiştir. Nedir bu farklılığı? Kuruluşundan itibaren sorup sorgulayan, araştırmacı, özgüveni yüksek ve demokratik çağdaş bir yaşamı benimsemiş bir öğrenci profili olmuştur. Bu pozitif profil ister istemez okul yönetimlerini ve öğretmenlerini ve hatta tüm yardımcı çalışanlarını da etkilemiştir. Bilgiyi sadece klasik aktarma biçiminde edinen değil, ona nasıl ulaşacaklarını da özümsemiş olmak bu farklılığın en önemli özelliklerindendir. Bilim, teknoloji, sanat ve felsefenin birbirine bağlı müthiş gelişimini en yakından fark eden öğrencilerimiz bu alanları bilmekle kalmayarak onların gelişimine katkı sunabilecek ciddi kaygı ve çalışmalar içinde olmuşlardır. Oluyorlar ve hep de olacaklardır da. Bunun sonuçlarının ne olduğunu görmek için kamu ve özel alanlarda çalışma yaşamındaki en başarılı ve yaratıcı kişilerin mezun oldukları okullara bakmak yeterli olacaktır. Özellikle ülkemizin gururu olan nitelikli üniversitelerin sayısal bölümlerine en çok öğrenci gönderen okulların başında Bornova Anadolu Lisemiz gelmektedir. Bu durumla ilgili okulumuzun çok değerli edebiyat öğretmeni Ferdane Gecebakan’ın okulunu ziyarete gelen ÖDTÜ, İTÜ ve BOĞAZİÇİ’NDE okuyan öğrencilerimize söylediği şu cümleleri okuyucuyla paylaşmak istiyorum:” Hemen hemen hepiniz doktor ve mühendis oluyorsunuz; ancak ülkemizin BAL mezunu kamu yöneticilerine, hukukçularına da çok acil ihtiyacı var. Lütfen, bu alanları da seçin!” Sevgili öğretmenimiz çok haklı. Tıp, mühendislik vb. bilim alanlarının popülizm ve sadece maddi çıkar dışında, özgür gelişimin olabilmesi ve daha toplumcu bir fayda içine girebilmesinin önünü açmada BAL ruhu daha etkin ve özverili olacaktır. Kısacık tenefüslerde bile ellerinden kitabı, defteri düşürmeyen, okul kütüphanesini hınca hınç her fırsatta doldurup kitaplara hep ilkbahar esintisi verip yaz sıcağında tutan güneş yüzlü öğrencilerimiz, yüzünüzü en çok gereksinim olan yerlere döndürünüz. Gerek ulusal gerekse uluslararası arenada matematikten müziğe; yabancı dilden resme, fotoğrafa; fizik, kimya ve biyolojiden spora aldığınız ödül ve dereceler haklı olarak daha büyük umutlar kurmamızın gerekçeleridir. BAL mezunu sevgili Ece Temelkuran’ın aslında sizlerin güvenirliğini tanımladığı “Ben inandığım değerlerle varım. Aslolan kişinin kendine hiçbir zaman ihanet etmemesidir.” sözü geleceğe olan güveni perçinliyor. Nazım’ın “güzel günler göreceğiz” ile başlayan şiirinin gerekçelerinden birin de BAL öğrenci profilinin yarattığı büyük heyecan olduğuna tüm kalbimle inanıyorum. Yukarda anlattığım BAL’ın kültür birikimi ve başarı tarihi ‘Proje Okul’ süreciyle bitirilmek isteniyor. Ancak, gelenek çok güçlü…

  • Aday Öğretmen

    Öğretmenlik mesleğinin ülkemizdeki kısa panoraması On altı yıllık mevcut iktidar döneminde gün geçmiyor ki emekçiler aleyhine düzenlemeler olmasın. İktidarın neoliberal ekonomi politikaları ekseninde geliştirip uygulamaya çalıştığı yeni emek rejimi politikaları emekçiler aleyhine sadece ve sadece mevcudu kötüleştirmenin tanımıyla yüklüdür. Yeni emek rejiminin uygulamaları özelleştirme ve piyasalaştırmanın, güvencesizleştirmesin, taşeronlaştırmanın, sendikasızlaştırmanın ve yoksullaştırmanın dışında biz emekçiler lehine bir anlam ifade etmiyor. Tüm kamusal alanların sırayla dönüşümü ve eşzamanlı olarak emekçilerin kazanımlarını hak ve özgürlüklerini budamaya yönelik hızlandırılmış süreç, tüm yazılı-görsel işitsel, sosyal ve psikolojik araçların yardımı ile baş döndüren bir hızda toplumun önemli bir kesimini karamsarlık üzerinden pasifize etmeyi de başarabiliyor. Kamusal özünden kopartılıp piyasanın ihtiyaçlarına göre yeni bir yapılanma sürecine sokulan eğitim hizmet alanı bin bir türlü sorun ile karşı karşıya getirildi. Özellikle 4+4+4 eğitim sisteminin yasallaşması, liyakatten uzak yandaş kadrolaşma, tüm kamu okullarını imam hatipleştirme vb. hamleler öğrenci, veli, eğitim iş kolunun tüm çalışanları ile beraber öğretmenleri de mağdur, huzursuz etmiştir, etmektedir. Eğitimin piyasalaşmaya ve dinselleşmeye dönük süreci öğrenci, veli ve öğretmenler başta olmak üzere toplumun büyük çoğunluğunu tedirgin etmektedir. Uzun yıllar, kadrolu, sözleşmeli, ücretli vb. adlarla çalıştırılan öğretmenlerin çalışma koşulları her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. 300 bin ‘in üzerinde öğretmen atama beklerken her yıl bunun üzerine 40 bin öğretmen daha mezun olarak ekleniyor. Öğretmen adayı olabilmek için Eğitim Fakülteleri ve Fen- Edebiyat Fakültelerinden formasyon eğitimini başarı ile tamamlayarak mezun olmak yetmiyor. Genel kültür ve alan sınavı olan KPSS sınavından yeterli puanı alabilmek ve atamaya dahil bir branş mezunu şanslısı olmak ve istenen puan sıralamasında olmak gerekiyor. Tüm bu zorlu emek sürecinden sonra da asıl kadrolu olarak değil, aday olarak atama yapılıyor. Milli Eğitim Bakanlığı yıl içerisinde ortalama 30 ila 60 bin öğretmen ataması yapıyor. Öğretmenlik hayali içindeki on binlerin, umutsuzca beklentilerini sürdürmekten başka çareleri olmuyor. Birçoğu ‘ne iş olur sa yaparız’ demek durumu ile karşı karşıya kalıyor ve ne iş olursa yapmak zorunda kalıyor. Binlercesi de özel okulların, dershanelerin ve etüt merkezlerinin yoğun sömürüsü altında deyim yerindeyse karın tokluğuna çalıştırılıyor. Eğitim iş kolu sendikalarının hemen hepsi de atanamayan on binlerce öğretmene göstermelik basın açıklamaları dışında pek bir destek vermiyor/veremiyor. Sektörel yani kamu ve özel işletmelerde çalışan eğitim emekçilerini bütün olarak kabul edip, sendikalarına üye yapmayan sendikalar binlerce atanamayan öğretmeni azgın emek sömürüsü ve mobing koşullarında çalışmak zorunda kalmalarına seyirci kalmış oluyorlar. İşin okul ile sınırlı olmayıp mesai sonrası evde de sürdüğü öğretmenlik mesleği, öğretmenlerin özel ve sosyal yaşantısını sınırlama üzerine yeniden kuruluyor. Evde de devam eden öğretmenlik mesaisine karşı başbakanın bile” Öğretmenler yan gelip yatıyor, 15 saat çalışıp maaş alıyorlar” türünden değersizleştirme amaçlı algı yaratımına toplumun bilindik yüzde ellisi hemen inanıyor;öğretmenin aleyhinde gelişi güzel kullanıyor.Toplam Kalite Yönetimi/Okul Geliştirme Uygulamaları adı altında müşteri ve işveren memnuniyetini artırma amaçlı algı projeleri, e-okul kayıtları, ders-sınav analizleri gibi birçok iş yükü ile öğretmenin özel hayatı ambargo altına alınıyor. Yeni geliştirilen eğitim teknoloji uygulamaları ile ders öğretmenleri dışında ve özel koşullar dikkate alınmadan hazırlanmış olan paket derslerin yüklenip sunulduğu akıllı tahta uygulamaları da öğretmenin üretkenliğini sınırlayıp onu nesneleştirip değersizleştiriyor ve rakibi haline getiriliyor. Salt teknoloji eğitim-öğretim materyali dayatması, yaratıcı/üretici öğretmen yerine teknisyen öğretmen modelini egemen kılmak istiyor.Objektiflik, şeffaflık ve liyakat uzak, siyasi iktidarın istendik kriterlerine uygun olarak atanan okul yöneticilerinin yandaş ilişkileri ve yanlı tutumları, sağlıklı iletişimi, iş barışını bozan davranışları ve keyfiyetleri eğitim emekçilerinin karşı karşıya olduğu sorunlardan birkaçı sadece. Aday öğretmen ise bu edilgen, nesneleştirilmiş öğretmenlik sürecinin çok farkında olmayarak mesleğe adım atıyor. Aday öğretmenlik ve pratikte uygulanması Öğretmenlerin adaylıkları ile ilgili yasal düzenlemeleri 1930 yılından buyana yapıla gelmektedir. 657 sayılı yasaya kadar 1702 ve 4357 sayılı yasalarda ‘aday’ kamu emekçileri ‘stajyer olarak tanımlanıp adlandırılmıştır. Adı geçen tüm yasalarda göreve aday olarak başlanması, adaylık yetişme ve yetiştirilme süreçleri sonunda başarılı olamayanların görevine son verilmesi uygun bulunmuştur. Göreve yeni başlayan kamu emekçisi, daha başından işine son verilme baskısı ile göreve başlıyor. Güvencesizlik adeta bir etik kural gibi sunuluyor. Öğretmenlerin adaylık süreci 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun ‘Öğretmenlik’ başlıklı 43. Maddesine 01.03.2014 gün ve 6528 sayılı yasanın 5 inci maddesiyle eklenen fıkra uyarınca “Aday öğretmenler, en az bir yıl fiilen çalışmak ve performans değerlendirmesine göre başarılı olmak şartlarını sağlamak kaydıyla, yapılacak yazılı veya yazılı ve sözlü sınava girmeye hak kazanırlar. Uygulanacak olan sözlü sınavda da aday öğretmeler,… yönlerinden Bakanlıkça oluşturulacak komisyon tarafından değerlendirilir” biçimine dönüştürülmüştür. Aday öğretmenler öncelikle adaylıkları içerisinde iki defa uygulanacak performans değerlendirmesine göre başarılı olmak zorundalar. Performans değerlendirmeleri ise yetiştirme sürecinde danışman öğretmenleri ve okul müdürleri tarafından, yapılmaktadır. Daha sonra ise önce yazılı sonrasında da sözlü sınava girerek, bu sınavlarda istenen başarıyı göstermeleri gerekecektir. Aday olarak atanana kadar çekilen zahmetler azmış gibi, adaylık sürecinde de aday öğretmeni huzursuz edecek, baskı altına alacak ve itibarsızlaştıracak birçok konu da beklemektedir. Adaylık sürecinde aday öğretmen olarak atandığı okulda çalışma programı aşağıda tabloda göründüğü gibi olsa da, işin pratiğinin farklı olduğu yaşanan gözlemlerden bilinmektedir. Aday öğretmenlere asıl görevinin dışında, tek başına sınav gözetmenliği yaptırma, nöbet tutturma, okul idarelerinde idarecilerin ve ilçe MEM’lerinde ilgili personelin yapması gereken rutin işleri yaptırma gibi keyfi görevler de maalesef ki verilmektedir. Aday öğretmenlere rehberlik edecek, deneyim aktaracak aday öğretmenlerin seçiminde de objektif davranılmadığı, çoğunluk aday öğretmenlerin istenen kriterlere uymadığı, yandaş sendika olan Eğitim Bir Sen üyelerinden seçildiği basına yansıyanlar üzerinden bilinmektedir. Bununla birlikte aday öğretmenlere sözlü sınav uygulaması üzerinden, mesleki hak ve özgürlükleri için istedikleri ve güvendikleri sendikaya değil, yandaş sendikaya üye olmalarının onların ‘çıkarına’ olacağı manipülasyonları ile baskı kurulmakta ve çoğunluğu istemedikleri halde, istendik sendikaya üye olmak zorunda kalmaktadır. Maaş karşılığı zorunlu olan 15 ders saatinin üzerinde ve ayrıca tanımlanan işlerin dışında çalıştırılmalarına rağmen ek ücret ödemesi yapılmamaktadır. Adaylık döneminde sık sık ceza almaktan kaçınmaları tavsiyeleri yapıldığından dolayı da biat eğilimi yönünde baskılanmaktadırlar. Adaylık döneminde de eş durumları dikkate alınmadığı için ayrıca mağdur olmaktadırlar. Ne Yapmalı? Bir toplumda öğretmenlerin toplumun gerçek gereksinmelerinin tersi istikametinde değiştirilip dönüştürülmeleri, toplumu toptan kaybetme anlamında değiştirmek, dönüştürmek anlamına gelecektir. Gerek aday öğretmenler gerekse de güvenceli görünümünde çalışan tüm öğretmenlerin, tüm eğitim iş kolu çalışanlarının karşı karşıya olduğu sorunlar, neoliberalizmin yeni emek rejiminin eğitim alanına yansımasından başka bir şey değildir. Dinselleştirme motifli tüm çağdışı yönelim ve uygulamalar da kapitalizmin neoliberal uygulamalarının tarihsel ve konjonktürel olarak özenle seçtiği araçlardır. Eğitim emekçileri arasında rekabeti ortaya çıkartmaya ve ortak reflekslerini ve üretken yetenekleri gösterebilme becerilerini etkisiz hale getirmeye yönelik tüm uygulamaları deşifre edebilmeliyiz. Başta Performans Yönetim Sistemi olmak üzere, tüm esnek ve kuralsız çalışma projelerine, TKY uygulamalarına, yandaş atama yönetmeliklerine, paket teknolojik dersler uygulayacak programlanmış teknisyen öğretmen tipolojisine karşı örgütlü bir tepkiyi koyabilmek hayati önemdedir. KPSS’nin ortadan kaldırılmasını, sınavsız-koşulsuz hak edilmiş atama taleplerimizi, dershane, özel okul ve etüt merkezlerinde ücretli köleler gibi çalışmaya, eğitim alanının her basamağının piyasalaştırılmasına, kentten, insan ve toplumdan uzak Eğitim Kampüslerina karşı itirazımızı daha gür bir sesle yapma sorumluluğundayız. Eğitim Sen, Eğitim Fakültelerinin olduğu her yerde varsa üniversite şubemizle, yoksa var olan şubemiz bünyesinde öğretmen adaylarıyla sıkı bir biçimde ilişkilenmelidir. Şube yürütmelerimizin sekreterliğinin biri de “Eğitim Fakültesi ve Fen Edebiyat Fakültesi öğrencisi, bilim emekçisi ve diğer çalışan personel ile ilgili olmalıdır. Yarının eğitim emekçilerini daha öğrenciyken örgütlü çalışma yaşamıyla tanıştırabilmeliyiz. Eğitim emekçilerinin sektörel örgütlenmesini ve birliğini savunmalıyız. Mücadelenin gereklerini de sözde değil özde, yani emek mücadelesinin tarihsel mirasını ve somut ihtiyaçlarını görerek, yeni bir yürüyüşü başlatabilmeliyiz.

  • Proje Okulları Gerçeği

    Toplumsal gelişmenin bileşkeler bütünü olan ekonomik, sosyokültürel, bilimsel ve teknolojik gibi gelişmelerin temeli eğitim alanımızla doğrudan bağlantılıdır. Eğitim sistemimizin ne olduğu diğer gelişim alanlarının da ne olduğunu net bir şekilde açıklar. Eğitim sisteminin çağın gelişim ilkelerinden kopuk, siyasal iktidarların kendi özel ihtiyaçlarını gerçekleştirme dolayımlı kuşatma altında olması, yani araçsallaştırılması tüm bağlı gelişim alanlarını da beklendik şekilde olumsuz etkileyecektir. Ülkemizde eğitim alanı, son on altı yıl içerisinde eğitim sistemimize yapılan bilinçli müdahaleler sonucu en sorunlu alanların başında gelmektedir. Eğitim kurumlarımız öğretmeni, öğrencisi ve velileri mutsuz olan kurumlar haline dönüştürülmüştür. Bildiğimiz üzere kamu oyunda çok tartışılıp tepki çeken 4+4+4 eğitim modeli, 30 Mart 2012 tarihinde, TBMM genel kurulunda 91 de red oya karşı 295 oyla kabul edildi. 11 Nisan 2012 tarihinde de resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe kondu. Okullarımızın tümünü imam hatipleştirmeye ve piyasalaştırmaya dönük hazırlanan 4+4+4 modeli ile eğitim sistemimiz bir çıkmaza sokulmuştur. Bu tarihten sonra eğitim sistemimizde akıl dışılık hakim olmuştur. Okul öncesinden üniversite dönemine kadar olan eğitim basamaklarımız liyakatsiz, yandaş kadrolarla içinden çıkılmaz bir hale sokularak, sorunlar yumağı haline getirilmiştir. Sorunlu modelin arkasından gelen en sorunlu uygulamalardan biri de 2014 yılında gündeme gelen Proje Okulları uygulamasıdır. Milli Eğitim Bakanlığı 2014 yılında yaklaşık 100 meslek lisesi ve imam hatip lisesini ‘Proje Okul’ ilan etti. Ancak ani bir kararla bunlardan vazgeçildi. Hemen ardından 2015 yılında Türkiye’nin en gözde 170 lisesi ‘Proje Okul’ uygulaması içine alındı. Proje okullar arasında Bornova Anadolu Lisesi, İzmir Fen Lisesi, Karşıyaka Cihat Kora Anadolu Lisesi, İstanbul Erkek, Kabataş, Kadıköy Anadolu, Cağaloğlu, Atatürk Fen, Vefa, Çapa Fen, Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler, Hüseyin Avni Sözen, Avni Akyol Güzel Sanatlar, Ankara Çankaya Atatürk, Balıkesir Sırrı Yırcalı Anadolu, , İlkadım Samsun Anadolu, Konya Meram Anadolu, Diyarbakır Yenişehir Anadolu, Bursa Nilüfer Tofaş, Kayseri Melikgazi Fen, Gaziantep Şehit Kamil Vehbi Dinçerler, Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler gibi Türkiye’nin liseye geçiş ve üniversite sınavlarında en başarılı okulları vardı. 14 Mart 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan 6528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Bakan onayı ile seçilen Proje Okullarının öğretmen atama ve idareci görevlendirme yetkisi de ilgili Kanun Hükmünün 122. maddesi ile Bakan tarafından yapılacağını belirtiyor. Ancak atama ve görevlendirmeler hiçte açıklandığı gibi olmadı. Siyasi iktidara yakın eğitim sendikasınca yandaşlık ve biat dışında hiçbir kriteri olmayan öğretmen ve idarecilerin listesi hazırlanarak Bakan onayına sunularak gerçekleştirildi. Hala da aynı yöntem sürüyor. 2015 yılında Proje Okul ilan edilen170’e yakın köklü okulun liyakat esasıne göre çoğunluğu sınavla atanmış öğretmen ve idarecileri yangından mal kaçırırcasına yıllardan büyük emek verdikleri okullarındaki görevlerinden alınarak, rastgele okullara görevlendirilmişlerdir. Başta İzmir örneğinde yaşadığımız gibi isteği dışında görevden alınıp sürgün edilen öğretmenlerin birçoğu kadrolu bir liseye atanana kadar 2-3 ayrı okulda görev yapmak zorunda bırakılarak mağdurluk katlanmıştır. Türkiye’nin en başarılı okullarının öğrencileri öğretmenlerini kaybetmişlerdi. Aslında kaybettirilen ülkemizin yarınları olmuştur. Mutlu ve en başarılı öğrencilerimiz, mutlu ve başarılı öğretmenlerinden uzaklaştırılarak tüm kazanımları yok sayılıp değersizleştirilmeye, özgüvenlerini yitirtmeye çalışılmıştır. Bu çok değerli öğrenci kitlemize yeni bir kimlik aktarılarak farklı bir zihin yapısına dönüşümleri sağlanacaktı. Ancak bu hiçte kolay değildi. Çağımız gençliği bilgi çağının gençliğidir. Çok hızlı öğrenen nesildir. Kesinlikle eleştirel düşünüp sorgulayan yanları onların en güçlü yanlarıdır. Dinselleştirilmiş piyasanın basit köleleri asla olmayacaklardır. Latin Amerikalı şair ve düşünür Ernesto Carnedal’dan esinlenerek kullanıma giren ‘teoliberalizm’ kavramı ülkemizde on yedi yıldır yaşanan süreci en iyi açıklayan kavramdır. Din sosu-şerbeti dökülmüş piyasacılığı tanımlar bu kavram. Eğitim sistemimiz salt dinin ve piyasanın aracı yapılamayacak kadar hayati önemdedir. Laik, bilimsel, demokrat ve özgürlükçü temelde tarihsel bir geçmişi olan liselerimizin öğrencileri çağdışı bir zihniyetin kültürünü ve piyasanın kirli ilişkilerini ve onların aracı olmayı red edecektir. Sevgili öğrencilerimiz, adalet, bilim, özgür insan, özgür toplum ve özgür doğa için gecelerini gündüzlerine katarak çalışacaklarından hiç şüphem yok. Tüm birikimleriyle iyiliğin projelerini gerçekleştirip, hakikatin izini süreceklerine bütün kalbimle inanıyorum. Barış içinde mutlu, aydınlık, eşit refah koşullarında bir ülke ve bir dünya için harcayacakları emek en onurlu emek olacaktır.

bottom of page