top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Sarıkamış'ın Yıldönümünde

    Sarıkamış faciasının 104. yıldönümünü içimiz kan ağlayarak anıyoruz. Gene de milletçe bu olaydan doğru dürüst bir ders çıkarabildik mi kuşkuludur. Sarıkamış’ta Rus ordusunun karşısında Osmanlı ordusunun ağır kış şartları karşısında donarak karlara karıştığını, kurda kuşa yem olduğunu, bunun nedeninin de Enver Paşa’nın maceracılığından, hayalciliğinden kaynakladığını bile bilmeyenler var. Ya, Birinci Dünya Savaşı’na imparatorluğun nasıl ve niçin katıldığını bilen ve bundan ders çıkaran kaç kişi var? Dört yıl çeşitli cephelerde pek çok çarpışmanın yapıldığı bu hengâmede Çanakkale ve Kutülamere dışında kazanılan bir başarı yok. Devletin bütün kaynaklarını cepheye sürerek kazanılan o Çanakkale ki, hem çok pahalıya oturmuş, hem da savaşın sonunda Müttefikler bu boğazı ellerini kollarını sallayarak geçmişti. Birinci Dünya Savaşı’na katılmanın devlet için büyük bir yıkım getireceği daha baştan belli değil miydi? Orduyu modernleştirme hareketine devam etmek, ülkeyi bayındırlaştırmak, eğitimde yeni hamleler yapmak ve böylece devlet ve milleti demokrasi temelinde güçlendirmek yerine, Türkiye’yi aç kurtların önüne atmak hangi stratejinin ürünüydü? Bu savaşa girmek için ne Meclis’in hatta ne de hükümetin bir kararı olduğunu biliyor musunuz? Hatta hiçbir devletin Türkiye’ye savaş ilan etmediğini, Türk-Rus savaşının Enver Paşa’nın gizli bir emriyle çıkarıldığını biliyor musunuz? Gözü kapalı savaşa girerken onun güvendiği güç Almanya idi. Emperyalist sofrada yer almak isteyen Almanya’nın da öteki emperyalistlerle başa çıkacak bir gücü yoktu. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordularının yönetimi Alman kurmaylarına teslim edilmiş bulunuyordu. Türkiye o dört yıl içinde Almanya’nın bir uydusu haline gelmişti ve eğer savaşı Almanlar kazansaydı, Türkiye Almanya’nın sömürgesi haline gelecekti. Gerçeği gören tarihçiler bunu itiraf ediyorlar. Bu öyle bir boğazlaşmaydı ki, yalnız cephelerde karşı taraf askerleriyle boğuşmakla kalmadı, düşman ayağı değmemiş Anadolu da sorumsuz çetelere verilen emirlerle bir mezbahaya çevrildi. Yüz yıl sürecek bir ırkçılığın kuvvetli temelleri atıldı. Ne var ki yurttan sürülüp çıkarılanların ve bir daha geri dönmemeleri için gayri insani muameleye uğrayanların mallarıyla burjuvazimizin temelleri atıldı. Kafkas Dağlarında, Kanal, Yemen, Irak ve Suriye çöllerinde, Galiçya’da ölen, sakat kalan, tutsak düşen yüz binlerin hesabını kim verecekti? Rezil bir ateşkese razı olduktan iki gün sonra bir Alman torpidosu ile Teşkilatı Mahsusa’nın bütün evrakını da yakarak veya yanlarına alarak başkentten sıvıştılar. Meşru bir vatan savaşı yapan insan milletine hesap vermekten niçin korksun? BİR KÖYDEN 45 ŞEHİT Savaş boyunca askere alınan 2.850.000 kişiden mütareke imzalanınca elde kalan 560 bin kişi idi. Gerisine ne oldu? 500–600 bin ölü, hasta, kaçak, kayıp ve diğerleri 1.565.000 kişi… Bunlardan 35.000’i aldığı yaralarla, 240.000 hastalıktan, 400.000’i iyileşmeyen yaralardan ötürü öldüler. Bu sayıları veren Yusuf Hikmet Bayur’un, Türk İnkılâbı Tarihi kitabının III. Cilt, IV. kitabında (s. 787) anlatıldığına göre devlet, Doğu’daki Üç ilden savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000 nüfusunu kaybetmiş. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da öldürme ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür. Bu facia sahnesinden benim köyüme düşen nedir? Beyceli köyünden Birinci Dünya Savaşı’na tam 85 kişi alınmış, Bunların 45’i şehit olmuş, 40 ise köyüne dönebilmiştir. 15 Ocak tamamen sönmüştür. SON PİŞMANLIK FAYDA ETMEZ Bir ülkenin kaderi tek bir kişinin emir ve heveslerine bağlanırsa bu milleti büyük tehlikeler bekler diye boşuna söylemiyoruz. Bize bunu acılarla yoğrulmuş bir tarih hatırlatıyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi, savaşların acısını çekmiş ve bundan ders çıkarmış bir milletin ilkesi olmuştu? Ya şimdi? Yanlış yolda gidenlerin elini kim tutacak? “Yapma! Tehlikeli yoldasın!” diyecek? Türkiye Parlamentosunun çoğunluğu bu kabiliyetten yoksundur. Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle bitmesinden sonra içerde kalanların “Vallahi ben yoktum, karşı çıkmıştım” diye yeminler etmesi gibi, iş işten geçtikten sonra pişmanlık ne işe yarayacak? Bakın, ihtirası boyundan büyük birkaç İttihatçı yüzünden girilen Birinci Dünya Savaşı, Türkiye’ye nelere mal oldu? Büyük toprak parçaları elden çıktı bir, ölenler nedeniyle ocaklar söndü, çocuklar yetim kaldı iki, asker kaçakları nedeniyle dağ taş eşkıya doldu ve güvenlik kalmadı üç, salgın hastalıklar askeri ve milleti kırdı geçirdi dört. Dahası var: İtilaf devletlerinin Türkiye’yi parçalama niyetlerine zemin hazırladı, işgallere neden oldu. Hükümetin başına Damat Ferit gibi işbirlikçiler musallat etti. O savaş, halkın askerlikten nefret eder hale getirilmesi nedeniyle Kurtuluş Savaşı'nda uzun süre düzenli bir ordu kurulmasına engel oldu. Neyse ki, hiçbir millet uzun süre esareti kabul etmez. Türkler de var olan dünya şartlarını ve milletin birikimini değerlendirerek bir hayli can ve mal kaybına da mal olsa bağımsız bir devlete sahip olabildiler. Ama bir kısım maceracılarımız hâlâ tarihten ders çıkarmamış görünüyor. Birinci Dünya Savaşı’na girilmesinin zorunlu olduğunu, Enver Paşa’nın iyi bir iş yaptığını ileri süren, üstelik gündemde olan yeni savaşların da Birinci Dünya Savaşı gibi bir “Vatan Savaşı” olduğunu ileri sürerek milleti “Başkomutan” etrafında kenetlenmeye çağıran yazılar yazıyorlar… Bu millete hiç rahat yüzü göstermeyecekler mi Allah aşkına? (7 Ocak 2019) zekisarihan.com

  • Yol Önce Sözsüz Bırakır

    BALTIK GEZİSİ (POLONYA -LİTVANYA LETONYA-ESTONYA-FİNLANDİYA) Üniversiteden mezun olurken ‘’tekrar görüşeceğiz’’ diyerek arkadaşlarımızla sözleşmiştik. Türkiye’nin ayrı köşelerine savrulacağımızı, evlenip çocuk büyütme telaşıyla bu sözü yirmi beş yıl sonra tutacağımızı nereden bilirdik. Bir cumartesi günü beş yakın arkadaşın İzmir’de buluşma heyecanı görülmeye değerdi. Saatlerce yapılan sohbet döndü dolaştı yurt dışı gezisine geldi. Hep beraber gezelim fikri ortaya atıldığında bir tek ben ''gelemem'' dedim. Cevabım hayal kurmamıza engel olmadı. Düşünmesi bile bizi neşelendirmeye yetti. Bu sefer buluşmak için bir yirmi beş yıl daha beklemeyecektik… Yazışmalar, konuşmalar derken gezi hayalimizi gerçekleştirmek için tur şirketlerinin kapısını arşınladık. Planladığımız tarihte bütün Avrupa turları dolmuştu. Sadece bayram gününe özel BALTIK GEZİSİ’ ne yer vardı. En samimi arkadaşımla birlikte diğer şehirlerde yaşayan arkadaşlarımıza telefonla bağlanıp, ortak karar almaya çalıştık. En çok gelmeyi isteyen üç kişi gelemeyeceklerini söylediler. Kırk beş yaşında verdiğim karar dönüm noktam oldu. İlk uçağa binişim, ailem olmadan uzaklara ilk gidişim olacaktı. Arkadaşımın geliyor musun? sorusuna tereddütsüz ‘’EVET’’ dedim. “Yolculuk – önce seni sözsüz bırakır sonra da iyi bir hikaye anlatıcısına dönüştürür.” – der Ibn Battuta. Keyifle gezdiğim yerleri, kimseler görmeden benim gözümden görün, hayal edin diye yazmayı istedim. İlk yurt dışı gezimin en ince ayrıntıları ve yaşanan güzel anılarıyla beğeninize sunuyorum. Macera dolu dokuz gün sekiz gece sürecek gezi dört temmuz günü, sabahın erken saatinde, İzmir Adnan Menderes hava alanında rehberimizle buluşarak başladı. Hani filmlerde olur ya aynı sırada beklediğin, yan yana oturduğun insanları hiç tanımazken uçak kaçırılır, tren raydan çıkar, otobüs bozulur; insanlar birbirini görmeye anlamaya yardım etmeye çalışır. Bizim geziye başlangıcımız da böyle oldu. İzmir’den İstanbul’a aktarmalı bineceğim uçak için beklenen sırada , İstanbul’dan Polonya’ya uçarken yan yana oturacağım insanlarla gezi sonrası samimi dost oldum. İlk defa uçağa binişimdi. Korkunun ecele faydası yoktu. Uçak kalkarken gözlerimi kapattım; yavaşça açtığımda masmavi gökyüzüyle karşılaşınca mutlu oldum. Havadan İstanbul’u seyretmek paha biçilmezdi. Dış hatlara geçerken koşarak hareket etmemiz boşuna bir çaba olmuştu. Uçak rötar yapmıştı. Polonya’nın başkenti Varşova’ya iki buçuk saatte ulaşmıştık. Temmuz sıcağında ülkemizden ayrılırken sonbahar havasıyla karşılanmak hoşumuza gitti. Hava alanında bekleyen otobüs bizi akademik, kültürel ve turizm merkezi olan Krakow’a götürdü. Kralların ikamet ettiği Wawel Sarayı'nı (dışarıdan) ve Polonya'nın en uzun nehri olan Wisla'yı gördükten sonra Kral yolunu takiben eski şehir meydanına geçtik Yolda ünlü astronom Mikolaj Kopernik'in evini, Maria Magdalena Meydanını, 12 Havariler Kilisesi'ni gördük Eski şehir meydanına vardığımızda, dünyanın en güzel kiliselerinden biri kabul edilen, farklı kuleleri ve Hejnal melodisi ile ünlenmiş Azize Meryem Kilisesi'ni gördük. Kapalı Çarşı, şehre giriş anıtsal kapısı Barbakan ziyaretleriyle turumuz sona erdiğinde en yakın arkadaşımla birlikte çimlerin üzerine kendimizi attık. Evden kilometrelerce uzaktaydık; üniversitenin bahçesinde ders arasında gibi hissederken yirmi beş sene geriye gidince yorgunluğum geçiverdi… Öğleden sonra Wieliczka Tuz Madeni gezisine katıldık Bu maden Polonya'da mutlaka görmeniz gereken yerlerden bir tanesi. 15 milyon yıl önce iç deniz olan bu bölgede zamanla sular çekilmiş ve bu deniz tuz madenine dönüşmüş. 1996 yılına kadar aktif olarak çalıştırılan bu maden bu tarihten sonra turistik bir mekana dönüşmüş. Madenin içinde yer alan odalar, salonlar, kilise, sayısız heykel ve kabartmalar tamamen bu madenden çıkarılmış kaya tuzundan yapılmıştır. İzmir’den bize eşlik eden rehberimizin yanına Türkoloji okuyan Polonya’lı rehberimizle birlikte yüzlerce merdiven basamak aşağı inince ürkmedim desem yalan olur. Madenin içi çok serin ve yerler kaygandı. İnce kıyafetleriyle üşüyen arkadaşımla kol kola düşmeden yürümeye çalıştık. Maden kapısını açan görevlileri , animasyon heykelleri ve en derin yerinde ki klişeyi görmek için yüklüce bir para verdiğime inanamıyorum. Madenden yukarı çıkarken dokuz kişinin bindiği çok yavaş hareket eden asansörle kapalı alan fobimin olmadığını, ama her an olabileceğini öğrenmiş oldum. Gezi süresince ve sonrasında en sevdiğim karı koca olan Moris amcam ve Liza teyzeyle ömür boyu sürecek dostluğumuz tuz madeninde birbirimize gülümsemeyle başlamıştı. İkinci gün Polonya'nın başkenti Varşova'da şehir turuna çıktık. Para birimi Zloti olduğu için Euro bozdurduk. Bizim para birimimizin daha değerli olmasına çok sevindik. Üç Haç Meydanı, şehir merkezi, Charles de Gaulle Meydanı, Stalin mimarisinin en güzel örneklerinden olan Bilim ve Kültür Sarayı ile yeni şehir merkezi göreceğimiz yerler arasındaydı. Ardından II. Dünya Savaşı sırasında tarihin gördüğü en büyük bombardımanı yaşamış, taş taş üstünde kalmayacak şekilde tamamen yıkılmış bu kentin kalbi olan, 1983 yılından beri Unesco'nun “Dünya Kültür Mirası” listesinde yer alan eski şehre yani Stare Miasto'ya geçtik. Burada, Lehistan İmparatorluğu'nun başkentini Krakow'dan Varşova'ya taşıyan III. Zygmunt'un sütun heykeli, Kraliyet Sarayı, Saint Jan Kilisesini ve Çanlı Meydanı diğer görülecek yerler arasındaydı. Panoramik görüntü setinden şehirden geçen Vistül Nehri'ni ve kentin iki yakasını birbirine bağlayan köprüleri seyrettikten sonra eski şehir meydanını ve Varşova'nın simgesi olan “Syrena” heykelini ziyaret ettik. Ardından şehre giriş anıtsal kapısı “Barbakan”'dan geçerek XIII. yy.dan kalan yeni şehre girdik ve Madam Curie'nin evini görüp, yeni şehir meydanını ziyaret ettik. Turda kız kardeşini kaybedip telaşla arayan ve kaybolan kız kardeşinin de bizi bulmasıyla samimiyetimizin başladığı iki değerli ablamız oldu. Sabah kahvaltısının ardından Polonya’dan ayrılarak Litvanya'ya doğru yola çıktık Yol üzerinde Trakai turumuz vardi. 15.yy'da Galve Gölü'nün ortasındaki bir yarımadaya inşa edilmiş Trakai Kalesi ve Müzesini ziyaret ettik. Bir çok gölün bulunduğu, tepelerin ve ormanların arasında konumlanan bir doğa harikasıydı Trakai. Ayrıca, Karaites olarak adlandırılan bir Musevi Türk etnik grubunun da evi olarak kabul ediliyormuş Litvanya'nın turistler tarafından en çok ziyaret edilen bu tarihi bölgesi aynı zamanda nikah sonrası gelin ve damadın uğur getirmesi için ziyaret ettikleri popüler bir mekanmış Biz resim çekilmek için en arkaya kalmıştık. Kaleye gidenler yağmura yakalanınca yemek yeme yerine sığınan ilk biz olduk. Oraya özel kıbıni siparişi verdik. İngilizce bilmeyen garson kıza bıçak istediğimizi vücut diliyle anlatmak bizi çok güldürdü. Dört ayrı çeşit ısmarladığımız kıbıni bizim pohaçalarımıza benziyordu aç olunca çok lezzetli geldi. Parmaklarımızı yaladık. Litvanya'nın başkenti Vilnus’a doğru yola çıktığımızda yorgunluktan herkes uykuya dalmıştı.Gece karanlığında vardığımız şehrin güzelliğini uyanınca gün ışığında görüp büyülenecektik. Sabah kahvaltımızın ardından Vilnius şehir turumuza başladık. 2009 Avrupa Kültür Başkenti olan Vilnius'ta 1200'den fazla Ortaçağ dönemine ait yapı ve 48 adet büyük kilise bulunuyormuş. Neris Nehri kenarında 1323 yılında Büyük Dük Gediminas tarafından kurulan Vilnius'da Katedral Meydanı, Vilnius Katedrali, Gediminas Kulesi, Gediminas Heykeli, St. Peter ve St. Paul Kilisesi, St. Anne Kilisesi ve Amber Galerisi gezildikten sonra Subacius Tepesi'nden şehrin panoramik manzarasını çekmek üzere fotoğraf molası verdiğimizde yorulduğumuzu anladık. Vilnius'un önemli bir sembolü olarak kabul edilen Dawn Kapısı'nı görerek gezimizi tamamlarken otantik bir mekanda ilk kez ördek eti yemek şansını da yakalamıştık. Birbirine aşık çiftlerin taktığı kilitlerin üstünde isimlerini okumak o kilitlere dokunmak sevginin gücünü hissettirmişti; sevdiklerimiz düştü kalbimize hemen telefona sarıldık. Mutlu bir fotoğraf çekip sevgimizi ekleyerek kuşun kanadına bağlayıp yolladık. Yeni bir ülkeye adım atmak heyecanını bir sonraki yazımda paylaşmaya devam edeceğim. Kalın sağlıcakla... *** SONRAKİ BÖLÜM "Beyaz Geceler" GEZİ ALBÜMÜ:

  • Resim Sergi

    Ankara’nın güncel sanat mekânı olan Arte Sanat Galerisi sezona Aslı Işıksal’ın “Dilsiz Dünya” isimli kişisel sergisi ile devam ediyor. 17 Ocak 2017 Salı Günü Saat 18.00’da gerçekleştirilecek olan açılışımızda sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız. “Dilsiz Dünya // Blank Earth” terimi, dünya coğrafyası üzerinde bölgelerin, ülkelerin, şehirlerin, isimlerin, sınırların, yer almadığı bir haritayı temsil etmek için kullanılmakta. Sessizliğe gömülmüş bu haritada, çağlar öncesinden günümüze uzanan dünyanın var olma hikâyesini okumak mümkün. Coğrafi koşulların dönüştürdüğü topoğrafyanın izleri; insan etkinliğinin dışında, kendini sürekli yenileyen ve değiştiren bir yapının varlığını güçlü bir şekilde bize hatırlatmakta.Bilinmezin kuyusu okyanuslar, şiddetle uğuldayan rüzgârlar, sürekli devinen kara parçaları, sağanak yağmurlar ve karanlığın içinden yükselen toz ve gaz bulutları. Tüm bunlar, biyolojik olan doğanın sınırlarını belirleyemediğimizi, salt yaşamın keskinliğini gözler önüne sermekte.Ne var ki insanlık; kendi evrim sürecinde ayakta kalmayı başaran “Dilsiz Dünya” içerisinde, ikinci bir yaşam alanı kurdu. Bu ikinci dünya, tüm çevresel unsurlarıyla birlikte kurguladığımız, parçalara ayırıp sınırlandırdığımız, acımasızca hâkimiyet düzeni oluşturduğumuz bir alanı imlemekte. Öyle ki, bu dönüşümü gerçekleştirirken sadece ellerimizi kullanmadık, adaleti yüzyıllar önce unutmuş iç sesimizi de kullandık.Şimdilerde güç dengelerinin hızlıca yer değiştirdiği, böylesi zehirlenmiş bir dünya algısı içindeyken, “Sessiz // Dilsiz Dünyanın” bizden güçlü olduğunu hatırlamak için yapabildiğim tek şey ise, GÖKYÜZÜNE bakmak. Aslı Işıksal Kimdir ? Aslı IŞIKSAL, Ankara’da yaşıyor ve çalışıyor. www.aslisal.com 2010 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Resim Ana Sanat dalında Yüksek Lisans Programını bitirdi. Erasmus Programı kapsamında 2012 – 2013 eğitim döneminde Çek Cumhuriyeti’nde Jan Evangaliste Purknye Üniversitesinde çalışmalarını sürdürdü. 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sanatta Yeterlik programını bitirdi. İstanbul, Estonya, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve Ankara dâhil olmak üzere pek çok kentte ulusal ve uluslararası proje ve sergide yer aldı. Bugüne kadar yurt içinde 3 kişisel sergi gerçekleştirdi. Aslı Işıksal’ın; kurum, kuruluş ve özel koleksiyonlarda eserleri yer almaktadır. Halen Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde Araştırma Görevlisi olarak çalışmalarına devam etmektedir. Sizinle Hayatı Paylaşıyoruz… * BU GÜNEŞ ÜLKESİnin KÜLTÜR SANATA KATKI İÇİN YAPTIĞI GÖNÜLLÜ BİR TANITIM ÇALIŞMASIDIR

  • SERGEİ YESENİN'E

    Sen gittin, diyorlar yukarılarda bir dünyaya. Sonsuzlaşma- Uçuyorsun, parıldayan yıldızlara çarparak. Ne borç var artık bize, içki ne de Ayılma. Hayır, Yesenin, oh çekmek değil benim istediğim. Görüyorum ben kesik bileklerinle sendeleyişini Ve alayla değil acıyla düğümleniyor yüreğim. Görüyorum bir kemik çuvalı gibi yere atışını gövdeni. -Dur! diyorum. Bırak ! Delirdin mi sen? Sürer mi ölümü hiç insan tebeşir tozu gibi yanaklarına? Sen ki çok daha iyi verirdin ölüme ağzının payını herkesten. Yeryüzünde başka kimsede olmayan o efece konuşmanla. Niçin? Nedeni ne? Donup kalıyorum şaşkınlıktan. Homurdanıyor eleştirmenler: -Bizce,bunun asıl nedeni Şu... ya da bu... ama daha çok, kopmak toplumdan, Çok fazla bira ya da şarapla kafayı çekmesi. Başka deyişle satsaydın bohemleri işçi sınıfına, diyorlar. Sınıf bilincin olsaydı, bak, bu gelmezdi başına. Oysa işçiler de kvastan sert içkilerle kafayı çekiyorlar. O sınıf da içerek güzelce sıçıyor kendi ağzına. Başka deyişle Parti'den biri denetleseydi seni Sağlansaydı böylece asıl önemi içeriğe vermen. Yazardın o zaman her gün o dizelerin yüzlercesini Uzun uzun ve sıkıcı Doronin de gördüğümüz türden Ama bence böylesi bir deliliğin içine düşseydin Sen çok daha önce son verirdin yaşamına. Votkadan gitmek daha iyidir inan bana Böylesi sıkıntıdan boğulmaktansa. Hiçbir zaman söyleyemeyecekler nedenini bize seni yitirişimizin. Şuracıkta duran çakı mı, yoksa ip mi? Ama bulunsaydı mürekkebi, elbette Angelleterre otelinin damarlarını kesmen ve ölüp gitmen gerekmezdi. Sana öykünenler çıldırdılar sevinçten: bir daha, bir daha ! Neredeyse bir yığın insan zıvanadan çıkıp öldürdü kendini. Neden çoğaltmalı intiharları böyle sayıca? Daha kolay değil mi mürekkeple doldurmak oteldeki şişeleri! Sonsuza dek kilitlendi artık dilin arkasında dişlerinin. Benim bu bilmecemsi sözlerim yersiz bir bilgiçlik sayılmamalı Halkımız, yaratıcısı ve yaşatıcısı o güzel dilimizin, Yitirdi ölümünle yansılı sesler üreten en güçlü çırağını. Ve o herifler taşıyıp duruyorlar ölü şiir döküntülerini Geçmiş, gömülmüş ölülerden hemen hiçbir yeniliği olmayan. Üstüste yığıyorlar tatsız uyaklarını mezara toprak atar gibi: daha beterlerini. Onurlandırmak için oğlunu Esin Peri'sinin bile işine yaramayacak olan. Sana yaraşacak bir anıt henüz dökülmedi Hani nerde o anıt, döğülmüş tunçtan ya da yontulmuş mermerden? Oysa çoktan doldurdular yığın yığın parmaklarının dibini Çöplerle, adama sözcüklerinden, anılardan, o bok püsür şeylerden. Adın hıçkırıklarla birlikte doldurdu mendilleri. Sözcüklerini geveleyip duruyor Sobinov ağzında Kıvrılıp oturmuş da altına suyu çekilmiş bir kayın ağacının- "Hiçbir şey söyleme, ah dostum, içini de çek-me ne olursun." Ah, sen onu ne kimbilir nasıl da alaya alırdın, Şu Leonid Lohengrinski'yi, baş belası, tanrının! Ortalığı kimbilir nasıl da ayağa kaldırırdın: "izin veremem şiirsel gargaralarına anıran eşşeklerin!"- Sağır ederdin kulaklarını üç ayaklı ıslıklarınla, sonra, Yazdıklarının hepsini kıçlarına sokmalarını söylerdin. Harcardın bozuk para gibi o yeteneksiz heriflerin hepsini, Doldururdun smokin ceketlerinin kara yelkenlerini, Öyle ki savrulurdu sağa sola Kogan gibileri, Süngüleyerek sivri bıyıklarıyla gelip geçenleri. Oysa bu arada sayısı hiç de azalmadı bu serserilerin. Çok zorlu bir iş onları sayıca geride bırakmak. Yaşam yepyeni bir biçimde yeniden kurulacak. İşte o zaman yepyeni şarkılar söylenmeye başlayacak. Böyle bir çağda ağırlaşıyor sorunları kalemin, iyi ama, gösterin bana sizi ey zavallı hortlaklar sürüsü, hadi Nerede görülmüştür ve ne zaman yüce bir kişinin, Dikenli yolları bırakıp da gül bahçelerini seçtiği? Sözcükler yönlendirir insanoğlunun güçlerini. Yürüyün! Arkamızda zaman patlasın bir mayın gibi. Bizim geçmişe sunacağımız yanlızca bukleleri Rüzgarda geriye savrulan saçlarımızın. Eğlenceye ayrılacak yeri yok gezegenimizin. Yarınlardan koparıp almalıdır mutluluğu insan. Şu yaşamda en kolay iştir ölmek Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak. 1926 / Çeviri: Yurdanur SALMAN * Arkadaşı SERGEİ YESENİN'in ELVEDA DOSTUM şiirini yazarak intiharının ardından duyduğu acıyla sisteme ve devrin ileri gelenlerine eleştiriler de taşıyan MAYAKOVSKİ'nin bu şiiri döneminde çok tartışıldı, yine de MAYAKOVSKİ, YESENİN gibi kara listeye alınmadı. Ne var ki "... Şu yaşamda en kolay iştir ölmek Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak." diyerek umut ve yaşama isteği aşılamaya çalışan şair de beş yıl sonra canına kıyarak bu dünyadan ayrılacaktı. Görünen insanlığın bin yıllık ütopyası önce şairlerini yiyordu. Vladimir MAYAKOVSKI (Daha geniş bilgi için)

  • Sergi

    Binbir Gece Masallar Dünyası * SERGİ * Edebiyat Müzesi * Nilüfer / Bursa

  • Samimiyet Portrem

    Serin rüzgarlı bir ayışığında, Düşlere sıkı sıkı sarılmak... Kızgın güneşli bir gün ortasında, Umutla kucaklaşmak... Maviyle terleyip, Maviyle soluklanmak. Sahilde yürüyüp, Martılara yem atmak. Bir çoban kavalının yanık sesiyle, Yorgun göz kapaklarını kapatmak. Yoldaşlığın özlemini, İçten bir zılgıt sesiyle haykırmak. Haldan bilmeze hal anlatmak. Kar yağınca kar topu oynamak. Komşunun bahçesindeki, Erik ağacından gizlice erik koparıp, O erikleri silmeden iştahlıca ısırmak. Ağız dolusu gülmek. Olabildiğince gezmek. Sevdiğinle delice öpüşmek. Serseri ıslıklar bestelemek. Siyahın tozundan, Beyazın sözünden uzak durmak. Okulda hayat bilgisine kulak verip, Matematiğe kafa yormak. Velhasıl güzel sayılırdı herhalde yaşamak... Lakin insanlar garipti. Tuhaftı... Yüzsüzdü... Cambazdı... Zalim ve de gaddardı... Ne nefes alabildim, Ne de soluklanabildim. İnsanlardan kaçıp sessizliğe gömüldüm. Bıyıklarımı soldan soldan kemirdim. Sakallarımı olabildiğince uzattım. İçimle konuşarak kendime hükmettim. Kendi esmerliğimde kavruldum. Kendi suskunluğumda pir oldum, yandım... Sonra da, sonra da dizelere/şiirlere sığındım...

  • SEVMEK

    Şeytan mı dürttü ne Çoktandır girmemiştim Çakıl taşları ve Şeytan minarelerinin içine Merhaba, ne var ne yok. İşte geldim Bir zambağın üstündeydik Sonrası yoktu safirin, bekledik Bekledikçe kızıla dönüştü gece Kimsede ses yok Hangi nesneye dokunsam, perde İtişip kakışma bekledik Yaralı bir zambağa ölüm biçiliyordu Bir zambağın üstündeydik Şu bahtsız dünyaya belki de Yoksulluğu biz getirdik Şeytan mı dürttü ne Biz seninle hangi dilin komşusuyduk Önceydi, geceydi, sonsuzduk Sonrası yoktu zaten Yok olmuştuk 14 Ağustos 2011

  • Umutsuzlara Yeni Bir Yaşam

    Sabah erkenden kızım Edanur her zamanki gibi akşam hazırladığı çantasını alarak servisine doğru evden çıktı. O evden çıktıktan sonra babam aklıma geldi; onu kaybedeli daha dört ay olmuştu. Torunları içinde Edanur’la olan ilişkisi çok farklıydı. 'Babamı bugün ziyaret edeyim!' diye içimden geçirdim. Babamın ölümü beni çok üzmüş ve çok etkilemişti. Tek tesellim -kaç insana nasip olur bilmiyorum- cuma namazını camide kılarken kalp krizine yenik düşmüştü. Bunları düşünürken bugün babamla yapacağım sohbette Trabzonspor'dan bahsederken takımın düştüğü borç batağını ona nasıl anlatacağımı aklımdan geçiyordum. Babam çok iyi bir Trabzonspor taraftarıydı; tabii ki ben de! Ben bu hayallere dalmışken birden telefonum çaldı. Karşıda kızımın öğretmeni: "Edanur’un midesi iyi değil; kusuyor! Okula gelir misiniz?" deyince 'Çocuktur, kusar!' diye içimden geçirdim. Babama gideceğim için okula annemi gönderdim. Daha evden çıkmamıştım ki telefonum tekrar çaldı. Annem: "Oğlum, Edanur iyi değil; hastaneye kaldırıyorlar! Acele gel!" deyip telefonu kapattı. O anda içimde oluşan sıkıntı beni bir mengene gibi ezmeye başlamıştı. O zaman anladım kızımı okula gönderdiğim son gün olduğunu! İçim sızlıyor, gözüm doluyor, boğazım düğümleniyordu. Hemen evden hastaneye doğru yola çıktım. Kızımı yoğun bakıma almışlardı. Üstünden çıkardıkları hırkasını ve ayakkabılarını bana verdiler; onlara bakarken ne yapacağımı şaşırmıştım. Elimde bulunan hırka ve ayakkabılarla hastaneden çıkıp babamın mezarına gittim. Ben ona 'Trabzonspor'u anlatacağım.' derken kızımın eşyalarıyla önünde kalakalmıştım. 'Allahım ne olursun kızımı bana bağışla!' diye dualar ediyor, babama ise 'Torununa yardımcı ol!' diye gözyaşları döküyordum. Çaresizlik, insanı bir boşlukta yürüyormuş gibi yapıyor; adım atmak istiyorsun, atamıyorsun. Duanın dışında yapacak hiçbir şeyin kalmıyor. Zamanın durduğu bir ortamda bekliyorsun. Üç günümüz böyle geçti. Üçüncü günün ardından daha hastaneden geleli birkaç saat olmuştu ki telefonum çaldı. Bu sefer arayan kızımın doktoruydu ve hastaneye gelmemi istiyordu. Doktorun odasına girdiğimde alacağım cevabı biliyordum; ama yine de insan başka bir cevap almayı bekliyor o anlarda! Ne yazık ki düşündüğümün dışında bir cevap alamadım ve öylece donup kalmıştım. Yavaşça koltuğa oturdum. Doktor bir iki dakika duraklamasından sonra konuşmaya devam etti. "Kızınızı kaybettiniz! Acınızın çok büyük olduğunu biliyorum. Elimizden gelen her şeyi yaptığımızı biliyorsunuz. Size söyleyecek kelime bulmakta zorlanıyorum. Bu an kelimelerin bittiği andır; ancak size bir şey söyleyerek bu zor görevi yerine getirmek istiyorum. Umarım bizi anlarsınız! Kızınızın organlarını bağışlar mısınız? Bunu yaparsanız hayata tutunmak isteyen çok insana yardımcı olursunuz!" O zamana kadar organ bağışı ile ilgili hiçbir tartışmanın içinde olmamış ve bunu hiç düşünmemiştim. Odada olan sessizlikten doktorların tedirgin olduğunu anlamıştım. Bu bekleme sürecinden sonra doktorların iyi cevap alamayacakları beden dillerinden belli oluyordu. Gergin bir hava oluşmuştu ve doktorlar her zamanki gibi ümitsiz sonuçlanacağını düşünüyorlardı. Bende ise bir huzur ve sakinlik vardı. Allah'ın yardımcı olduğunu düşünerek: "Evet, organlarını bağışlıyorum!" cevabı çıkmıştı. Doktorlar şaşırmış, birbirlerine bakıyor; benim şok geçirdiğimi düşünüyorlardı. Söyledikleri lafları tekrarlamaya başlayacaktılar ki ayağa kalktım: "Ben kızımın organlarını bekleyenlere hayat olması için bağışlıyorum. Ne gerekiyorsa bana söyleyin, yapayım!" dedim. Önümüze gelen yazılı tutanağı ben ve eşim imzalayarak organ nakli bekleyen hastalar ve aileleri için bunu yapmak zorunda olduğumuzu düşündük. Biz onlara umut olduk. Çaresiz insanlara çare olduk. Kızımın çok insana hayat olmasını ve onun başka bedenlerde hayat bulmasını sağladığımızı düşünüyoruz. Bizler olayı dışarıdan seyredince ne kadar farklı gelir hepimize değil mi? Oysa içine girince ve kendimiz yaşadığımızda birden bire olaya bakış öyle bir anlam kazanır, boyut öyle bir değişir ki şimdiye kadar aslında hiç bakmadığımızı, anlayamadığımızı keşfederiz! Bu aile en acı günlerinde duyarlı davranışları ve kararları sayesinde yaşamın kıyısındaki birçok hastanın hayatını değiştirmek için büyük bir adım attılar. Bu ailenin sayesinde birçok kişi yaşama yeniden tutunmak için umutlandılar. Bu aile bize fedakârlık, erdem, duyarlılık, insanlık ve en önemlisi de kararlılığın ne anlama geldiğini gösterdiler. Onlar, birçok ailenin yanan yüreklerine su serptiler. Maddi ve manevi değeri biçilmez bu özverili ve ulvi davranışlarından dolayı, hayata yeniden dönmelerine vesile oldukları insanlar adına Hamsiköylü Cemile-Seyfullah Yazıcı ailesine sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Onlarla bir Maçkalı olarak gurur duyuyorum. Organ nakillerinin artması, bağış sayılarının artmasına bağlıdır. Bağış sayılarının artması ise konu hakkında yeterli ve doğru bir bilincin oluşturulması ile mümkündür. Ben buradan Maçka’da bulunan yetkililere sesleniyorum! Bu bilinci arttırmak için toplantılar düzenleyerek Maçka'nın farkını ortaya koyalım. Sayın Cemile ve Seyfullah Yazıcı, siz bize ölümden hayata uzanan çizgiyi hatırlattınız! Size bir Maçkalı olarak minnettarım. Allah sizden razı olsun. Tekrar başınız sağolsun.

  • Aşk Masalı

    Nerde ne zaman bu hava çalınsa Hoş geldi geçmişteki güzel günler Nereye gidersen git günlük tasa Bırak biraz da şad olsun gönüller Beşiktaş'ta gün görmüş bir bahçede Nisan akşamlarının en tatlısı Sevdiceğim on dördünü sürmede Bende gönüllerin en kanatlısı Ben delikanlıyım o kız ve dilber Bahar kokan o yanıp tutuşan ben Şakadan derken dalmışız beraber Aşk bahçesine çıkılmaz içinden Ölüyorum senin için güzelim Nasıl gülüp sokuluyor sahi mi Saçlarını okşayan hangi elim Kollarımda o yarin kendisi mi Çöl olsa aşar dağ olsa yıkarım Bizi ayıran kalın duvarları Bu acı gerçeğe sonradan vardım Gök çoktan yeşildir,dal çoktan sarı Bir define var gitsem bulur muyum Öpüştüğümüz ağaçlar altında Sevmek devam eden en güzel huyum İnsan bir kere sever hayatında Ben değilim söz açan gelecekten Var mı yok mu alemde bir o akşam Hiçbir şey istemiyorum felekten Bir daha seninle beraber olsam E:N.A

  • Ölüm Üstüne

    Madem ki ölümün önüne geçilemez ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş. Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık! Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık eziyet çektik bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik. Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan sabahın saat sekizinde ölen genç akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama ebediyetin yanında dağların şehirlerin yıldızların ağaçların hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu kısası da o kadar gülünçtür. Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin dünya hayatının şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini koşucular gibi birbirlerine devrederler – Lucretius). Yaşadığınız her an hayattan eksilmiş harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün ölmekte olana ettiği ise ölmüş olana ettiğinden daha acı daha derin daha can yakıcıdır. Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz doya doya yaşadıysanız güle güle gidin. “Niçin hayat sofrasından karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine yine sefalet içinde yaşanacak yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.” Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz. Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü torunlarınızın göreceği hep bu güneş bu ay bu yıldızlar bu düzendir.

  • 24 Kasım Öğretmenler Günü

    24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ ve EĞİTİMLE ilgili çalışmaları görmek için resme TIKLAYIN

  • SAKIZ HANIM - MAHUR BEY

    Çocukluğumun geçtiği o eski evde Aşı boyalı ahşap eski bir evde otururlardı Sakız Hanım'la Mahur Bey Bembeyaz tenli bembeyaz saçlıydı Sakız Hanım Zaten onun için Sakız Hanım derdik kendisine Pamuk gibi elleriyle kemençe çalardı Eşi Mahur Bey önce biraz nazlanır Sonra o da kanunu ile eşlik ederdi Beraber meşk ederlerdi Yaz akşamlarında Açılırdı nağmeler Yorgun ellerinden Dökülürdü nağmeler İki yıl kadar oluyor Önce kanun sustu o eski evde Birkaç ay sonra da kemençe Ve aşı boyalı ahşap evin perdeleri Bir daha açılmamak üzere kapandı Evin satılacağı söylentileri başlayınca gittim İçeri girdiğimde eski bir koltuğun üzerinde Boynu bükük bir kanun Ve kanunun göğsüne yaslanmış mahzun kemençeyi gördüm Bizi rahatsız etmeyin der gibiydiler Kıyamadım uzaklaştım Mahur Bey susunca Kapandı perdeler Sakız Hanım'la bitti O hüzünlü nağmeler SÖZ-BESTE: BARIŞ MANÇO Barış Manço bu şarkıyı, 30.Sanat Yılını doldurduğu Ful Aksesuar'88 Sahibinden İhtiyaçtan albümünde seslendirmişti. Düzenlemesi Kurtalan Ekspres Grubunun Müzisyenlerinden Bahadır Akkuzu'ya ait. Klibi oldukça hüzünlüydü. Özellikle İki yıl önce Mahur Beyin ve birkaç ay sonra Sakız Hanımın vefat etmesi, Kanun ile Kemençenin yan yana konulmuş olması da yüreğime dokunmuştu. Hissettiklerim: Bu şarkıyı ilk defa Arabada dinlediğimde henüz altı yaşındaydım ve Rahmetli Annem ile Babam neden ağladığımı sorduğunda; ''Aklıma Rahmetli Dedem geldi'' demiştim. En son 2007 yılında Rahmetli Babaannemin cenazesini toprağa verdikten sonra dilime dolandıktan sonra ağlayınca kuzenlerim beni teselli etmişti. SANATLA DOLU BİR YAŞAM... BARIŞ MANÇO Barış, 2 Ocak 1943 yılında dünyaya geldiğinde II. Dünya Savaşı yaşanmaya devam ediyordu. Savaşın etkisini hissettirdiği zor zamanlardı. İki yıl önce doğan çocuklarına Savaş adını veren Rikkat Uyanık ve Hakkı Manço çifti, bu sefer doğan çocuklarına da Barış adını verdiler. Çünkü Barış adıyla yaşayıp, barışı getirmeliydi. Barış Manço'nun annesi Rikkat Uyanık, Devlet Konservatuarı Klasik Türk Sanat Müziği sanatçısı, hocası ve aynı zamanda yazardı. Konsevatuardaki çalışmaları sırasında Zeki Müren'in de hocalığını yapmıştı. Bu sıralarda Barış ile birlikte TV programlarına katılarak şarkı söylüyordu. Barış annesinden ve onun çevresinden müziğe aşık oluyordu. Barış Manço, Galatasaray Lisesi orta bölümüne kayıtlıydı. 1957 yılında amatör olarak başlayan müzik ilgisi ile 1958'de ilk grubu Kafadarlar'ı kurdu. Grup kadrosuyla Rock'n Roll coverları yapıyordu. Barış Manço da bu dönemde ilk bestesi Dream Girl'i yaptı. Hatta bu besteyle Ankara'da küçük bir ödül dahi kazandı. İkinci Grubu Harmoniler'di. Bu grubu da yine Galatasaray Lisesi'ndeki arkadaşlarıyla kurmuşlardı. 1959'da Galatasaray Lisesi konferans salonunda küçük Barış Manço ilk konserini verdi. Müzik, bir çocuk olmasına rağmen onun hayatına büyük duygular katıyordu. 4 Mayıs 1959'da Barış Manço, babasını kaybetti. Küçük bedeninin yaşadığı bu büyük acı onu daha fazla müziğe itti. Ayrıca Galatasaray Lisesi'nden ayrılmak zorundaydı. Liseyi Şişli Terakki Lisesi'nde tamamladı. Harmoniler grubu kadrosuyla verdikleri konserden sonra, Barış Manço Grafson şirketinden üç tane 45'lik çıkardı. Liseden sonra Barış, öğrenimini Belçika'da devam ettirmek isteyince Harmoniler Grubu dağıldı. Bu grubun kaydettiği iki türkü, ''Kızılcıklar Oldu mu?'' ve ''Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar'' yıllar sonra yayınlandı. Barış Manço, 1963'te yüksek öğrenim görmek için Belçika Kraliyet Akademisi'ne gitti. Ancak bir hayali vardı ve Belçika'ya varmadan önce karayoluyla Fransa'nın başkenti Paris'e gitti. Daha önceden bağlantı kurduğu ünlü şarkıcı Henry Salvador ile buluştu. Ancak Henry, Barış'ın Fransızcasını ve fazla kilosundan kaynaklı dış görüntüsünü yetersiz buldu. Barış, Henry Salvador ile anlaşamadı ve Belçika'ya döndü. Abisi Savaş da buradaydı. Resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi gördü. Okuldan arta kalan zamanlarında da garsonluk, otomobil bakıcılığı gibi işlerde çalışıyordu. Her zaman çok çalıştı ve üretti. Her şeyden önce pes etmedi. Yaşının ve heyecanlı isteklerinin farkındaydı. İşte heyecandan öldüğü anlardan sadece biriydi Belçikalı şair Andre Soulac ile tanışmak. Gözlerinin parıltısı Andre'nin içini ısıtmıştı. Andre sayesinde Barış'ın Fransızcası ilerledi. Yaptığı bestelere Andre de söz yazıyordu. Böylece müzikle bağı hiç kopmadan yoluna devam edebildi. Barış, müziğe bağlı bir hayat yaşamak istediğini biliyordu. 1964'te Rigolo plak şirketiyle anlaştılar ve Jacques Danjean Orkestrası ile çalışmaya başladı. Artık profesyonelliğin ilk adımlarını atmıştı. 4 şarkılık iki Fransızca plak çıkardı. Barış Manço plaklarının gösterdiği başarı, onu Fransız radyosunda yayınlanan ''Salut les copins'' pop müzik içerikli programına konuk olarak taşıdı. Hatta plaklar Türkiye'ye ulaştığında Barış Manço radyolarda Fransız sanatçı olarak sunuldu. 12 Ocak 1965'te Paris'in en eski, dünyaca ünlü konser salonu Olympia'da program öncesinde sahne alarak kendi bestesi Babysitter ile başka Fransızca ve İngilizce şarkılar söyledi. Mükemmel bir performanstı ve Henry Salvador'un tebriklerini kazandı. Barış Manço artık daha da dikkat çekiyordu. Hayallerinin ötesinde başlamıştı her şey. 1966'da bir festivalde The Folk 4 Grubu ile Türk müziğinden örneklerle dikkatleri üzerine çekti. Her şey Barış'ın gözünde mükemmel ilerlerken bir Fransız müzisyen Barış Manço'nun aksanını beğenmediğinden onun plağının çalınmasını yasakladı. Bu olay Barış'ı çok sarstı. İnandığı doğruların başladığı yolda kendisini yarıda bıraktığını düşünüyordu artık. Avrupa kariyeri burada bitmişti. Ama yine de içinde umut kırıntısı bırakacak bir şeyler de oluyordu. L'Alba adlı bir grup, plağının çalınması yeni yasaklanmışken, Andre Soulacie birlikte yazdıkları ilk parçayı seslendirmişti. Barış müziği bırakamazdı. Çünkü onun ruhunda alyuvarlar tadında dolaşan notalar vardı. Bu notalar onu nereye çekerse oraya gidip ihtiyacı olanı alıp müziğe dönüştürmek zorundaydı. Olympia'daki konser sırasında tanıştığı Belçikalı grup Les Mistigris ile çalmaya başladı. Hatta gruplarının söz yazarı Andre Soulac ile MANLAC prodüksiyon şirketini kurdular. Artık konser turnelerine çıkıyordu Barış Manço. Fransa, Belçika, Çekoslovakya. Almanya derken birçok ülkede Les Mistigris olarak konser veriyorlardı. Giderek hırslanan, hırslandıkça da daha çok çalışan Barış Manço, Les Mistigris Grubu dahilinde Sahibinin Sesi şirketiyle birinde kendi besteleri, diğerinde ise iki türkü yorumunun olduğu iki 45'lik çıkardı. Konserler zamanında çok iyi Türkçe konuşan Belçikalı Marie Claude ile tanıştılar. Yaşadıkları aşk aynı ve farklı dillerin konuşulduğu karmaşık ve bir o kadar da saf bir aşktı. Marie ve Barış aşkı bulmuşlardı. İstanbul'da nişanlandılar. Barış Hollanda'da bir trafik kazası geçirdi ve dudağında derin bir yarık oldu. İşte bu sebepten onu hafızalarımıza kazıyan bıyıklarını bırakmaya başladı. Les Mistigris ile dört şarkılık bir plak daha çıkardılar. Ancak Barış artık yasal süreçte vize sorunları yaşıyordu. Grupla yollarını ayırmak zorunda kaldılar. Barış Manço, dudağının üstünde bıyıkları ve kolunda nişanlısı ile birlikte, 1969 Haziran'ında Belçika Kraliyet Akademis'ni birincilikle bitirerek İstanbul'a döndü. Barış Manço İstanbul'a geldiğinde Kaygısızlar grubuna katıldı. Grubun genç gitaristleri Mahzar Alanson ve Fuat Güner'di. Artık ruhumuz Barış Manço müziği zevkinin Türkiye'de olduğunu mükemmel isimlerle buluşmasıyla doruklarda yaşayacaktı. Kaygısızlar daha önce de kendi konserlerini veren genç bir gruptu. Barış bu gruba yeni bir soluk getirecekti. En mükemmel Barış Manço hitlerinden olan Kol Düğmeleri'nin kaydı bu grubun şansı olacaktı. Grup olarak psychedelic akımından etkilenmişlerdi. Hem Anadolu temaları hem de doğu desenlerine yakın olan bu akımın etkisinde bir yandan Bebek, Kağızman gibi türküleri yorumlarken bir yandan da İngilizce besteler yapıyorlardı. 45'liklerden Ağlama Değmez Hayat, 50.000'den fazla satış yaptı ve bu başarı Barış Manço'ya ilk kez Altın Plak Ödülü'nü kazandırdı. 25 Nisan 1970 Cumartesi, İstanbul Fitaş Sineması konserinde, oyuncu Nebahat Çehre'nin ellerinden ödülünü alırken artık geleceğini görebiliyordu ve heyecanı hala kalbindeydi. Barış Manço ve Kaygısızlar grubunun yaptığı besteler günden güne daha çok ilgi görüyordu. Plak şirketlerinin de dikkatinden kaçmayan bu gelişme, onlara yeni teklifler kazandırdı. Fransız plak şirketleri Philips ve Barclay anlaşma teklif ettiler. Aynı yıl Fransa'ya giden Barış Manço, plak şirketinin önerisi üzerine Barıshango adıyla tanıtıldı. Kaygısızlar grubu ise artık Possibility adını taşıyordu. Bundan sonraki süreçte artık daha kaliteli kayıt imkanları vardı ama bu kayıtlar her nedense piyasaya uzun süre sürülmedi. Bunun yanında yapılan isim değişikliği de olumsuz eleştiriler alıyordu. Olumsuz ne olursa olsun, bu iyi olan şeyleri gölgeleyemezdi. Barış Manço 1969 sonunda Kaygısızlar ile yollarını ayırdı ve Fransa'da yeni bir grup kurdu. Yeni grubu Türkiye'de ''...Ve'', yurt dışında ise ''...Etc'' olarak tanınacaktı. 1970 Barış için yepyeni bir yıldı. Psychedelic rock akımından sıyrılmış artık Anadolu pop sularında yüzmeye başlamıştı. Daha İstanbul'da nişanlanan Marie ve Barış çifti, Belçika'nın Liege şehrinde evlendi. Ancak bu evlilik çok kısa sürdü. Marie ve Barış 22 Haziran 1970'te ayrıldılar. Kasım 1970'te o güne kadar sürekli Batı enstrümanlarını kullanan Barış Manço, bu kez farklı bir şey denedi ve notalarını Kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon'un yazdığı Dağlar Dağlar'ı seslendirdi. Barış Manço'nun gitarı ve kemençeyle buluşan bu türkü, Barış Manço müzik tarzının da başlangıcı oldu. Bu türkü ile plağı 700.000'den fazla sattı ve Barış Manço hayatındaki tek Platin Plak Ödülü'nü işte o zaman kazandı. Ödülünü Nisan 1971 İstanbul Fitaş Sineması'ndaki konseri sırasında oyuncu Öztürk Serengil verdi. Dağlar Dağlar başarısı ile Türk müziği piyasasına tam anlamıyla girmişti Barış Manço. Bugün bile dilimizde olan o türkü, işte o günlerde Barış Manço'yu resmi anlamda hayatımıza kattı. 1970 yılı Barış için oldukça başarılı ve güzel geçiyordu. Bir ilk daha yaptı ve ünlü Moğollar grubu ile birleştiler. Çünkü iki tarafın da amacı ortaktı: Türk müziği ile Avrupa'da ünlü olmak. Barış Manço'nun müziği o zamana kadar hala Batı'nın etkisindeydi ve Moğollar da Anadolu pop tarzında müzik yapıyordu. Ama artık bir bütün olmaya karar vermişlerdi. Hatta Barış Manço bir röportajında şöyle söyledi: "Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum. Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün dünyaya kuvvetlice duyurabilmek için, baş başa vermenin zamanı geldiğini anladık" Manchomongol'un ilk Türkiye konseri Barış Manço'nun Platin Plak Ödül töreninin yapıldığı Fitaş Sinemasındaki konserdi. Sadece bir ay içinde bugün hala dilimize dolanan türküler kaydettiler. Bunlardan ''İşte Hendek İşte Deve'' tıpkı Dağlar Dağlar gibi çok ilgi çekti ve artık Barış Manço klasiklerindendi. Haziran 1971'de grupta çıkan anlaşmazlıklar ve Barış'ın sağlık problemleri sebebiyle Machomongol dağıldı. 1971 - 1972 yılları Barış Manço'nun birçok sanatçı ile çalışarak Kurtalan Ekspres'i kurma çabalarıyla geçti. 1972'de Kıbrıs'a giderken asker kaçağı olarak alınan Barış, Belçika Kraliyet Akademisi diploması sayesinde yedek subaylık hakkı kazandı. Ancak askere gitmeden önce Kurtalan Ekspres'i kurdu. Kurtalan Ekspres adını İstanbul'dan Güneydoğu'ya giden trenden alıyordu. Barış, Mayıs 1972'de grupla stüdyoya girerek ''Ölüm Allah'ın Emri'' ve ''Gamzedeyim Deva Bulmam'ı kaydetti. Bu şarkıların yer aldığı plağı da yayınladıktan sonra gönlü rahat bir şekilde ancak kafasında yarım kalmış birçok projeyle askere gitti. Kurtalan Ekspres dağılmayacağını ve Barış Manço'yu bekleyeceğini açıklamaıştı. Barış Manço askerliği boyunca ordu evinde sahne alsa da dinleyicisine ulaşma ihtiyacını hissediyordu. Eğitim dönemi biter bitmez plak ile dinleyicisine ulaşma yollarını denedi. Kurtalan Ekspres ile ''Küheylan'' ve ''Lambaya Püf De'' şarkılarını kaydederek peruklu bir fotoğrafının bulunduğu bir zarfla piyasaya sürdüler. Küheylan'ın sözleri ve Ağustos 1973'te yayınlanan askerlik sonlarında tamamlanmış olan albümlerde geçen şarkılar sebebiyle Barış Manço ülkücü olarak eleştirilecekti. İlk video klibini hey Koca Topçu şarkısı için yine bu dönemlerde çektiler. Kurtalan Ekspres grubu olarak çektikleri klip ilgi çekmişti. Artık 70'lerin ortalarına geldiğimizde Cem Kara solun, Barış Manço ise sağın sembolü olarak tanınıyordu. Ancak Barış Manço konserlerindeki Bozkurt işaretlerine karşı durarak müziklerinin herkes için olduğunu vurgulamak adına, Hey Koca Topçu'yu sol yumruğunu kaldırarak söylüyordu. 1976'da Kurtalan Ekspres'ten Özkan Uğur'un ayrılmasından sonra bir çatırdama başladı ve bilindik senaryo devreye girdi. Birileri gitti, birileri geldi, ama grup dağılmadı. Bu sırada Barış, Baris Mancho albümüyle yurt dışında son denemesini yapıyordu. Avrupa'da Baris Mancho, Türkiye'de ise Nick The Chopper adıyla satışa sunuldu. Ancak Doğu ülkelerinde liste başı olsa bile , bir şansı yoktu. Bu albüm başarısız olmuştu. çünkü değerini Doğu ülkelerinden başkası bilemedi. Barış Manço, değerinin bilinmediği zamanlar yaşıyordu. CBS firması desteğiyle Londra'da Rainbow Tiyatrosu'nda Kurtalan Ekspres ile konser vererek Türkçe ve İngilizce şarkılarda ruhunu semaya uçuruyordu. Ancak konserden sonra karaciğer enfeksiyonu geçirdi ve karın boşluğunda bağırsağına yapışan bir tümör nedeniyle Belçika'da ameliyat oldu. Sağlık problemleri ne yazık ki onu bir süre müzikten uzakta bırakacaktı. Barış Manço müziğin aşkına o kadar düşmüştü ki, evlilik konusunda pek başarılı olamıyordu. Ancak 1975'te tanıştığı Lale Çağlar onun sonsuz eşi olacaktı. 18 Temmuz 1978'de Barış Manço ve Lale Çağlar evlendi ve müzikle dolu bir masalla bir ömür mutlu yaşadılar. 19 Mayıs 1981'de ilk çocukları Doğukan Hazar Manço, Temmuz 1984'te de ikinci çocukları Batıkan Zorbey Manço'da onlara katılacaktı. Haziran 1978'de Barış Manço yeni plağını hazırlamak için çalışıyordu. Barış Manço'nun Kurtalan Ekspres ile 6 ay boyunca çalıştığı albüm 1979'da başarıyla yayınlandı. ''Yeni Bir Gün'', Barış Manço'nun Türkiye'deki yerini sağlamlaştırdı. Barış, birçok röportajında bu dönemi ustalığa geçiş olarak açıkladı. 1979'da Cem Karaca'nın Türkiye'deki etkisini yitirmeye başlaması da Barış Manço'nun Türkiye'de yeniden doğuşunu hızlandıran önemli bir olaydı. Barış Manço Türkiye'ye girdiği bu albümle Progresif Rock için en iyi örneklerdendi. ''Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'', ''Aynalı Kemer'' gibi şarkılarla sonunda bizim Barış abimiz oluyordu. Üstelik de kendi tarzından ödün vermeden. Onu bunca sevmemizin en önemli sebeplerinden biri de buydu; birbirine zıt duracak iki şeyi bir araya getiriyor ve mükemmel yeteneğiyle onu bize sevdiriyordu. Progressive müzikle harmanladığı bu güzel şarkılar elbette hit olmuştu. Barış Manço, 1979'da Yılın Erkek Sanatçısı unvanına sahip olmuştu. Yeni Bir Gün şarkısı bunun yanında, Yılın Bestecisi - Albümü - Düzenlemesi ödüllerini de getirmişti. Bu güzel anların nazarı elbet çıkacaktı. Onu gönlümüzün sanatçısı yapan şarkılarını söylediği Belçika konserinden dönerken Edirne'de bir trafik kazası yaşandı ve bel kemiği çatlayan Barış Ağabey iki ay sahnelerden uzak kaldı. Barış Manço bu dönemde ilk kez başka bir sanatçıya beste verdi. Siparişi üzerine Nazan Şoray için hazırladığı ''Hal Hal'' şarkısının kaydında yine Kurtalan Ekspres vardı ve 45'lik olarak yayınlandı. Bu şarkı değerini buldu ve yılın şarkısı ödülünü kazandı. Nazan Şoray'a da Altın Plak kazandırdı. Bu şarkıyı daha sonra Barış Manço kendi sesinden de seslendirecekti. ''Eğri Büğrü'' ile birlikte yayınladığı bu plak Barış Manço'nun son plağı olacaktı. ''Hal Hal'' 80'lerin popüler şarkısıydı artık ve Türk halkı bu takıyı bu şarkıyla öğrendiğinden Barış Manço ile bir anılacaktı. Temmuz 1981'de ''Sözüm Meclisten Dışarı'' albümü yayınlandı ve bu albümde yer alan ''Arkadaşım Eşek'' büyük küçük herkesin beğenisini kazandı. Ayrıca ''Dönence'' ve ''Gülpembe'' ile 80'li yıllar boyunca devam edecek bir üne sahip oldu. Özellikle Gülpembe çok merak uyandırdı. Oysaki Barı Manço onu 1957 yılı Şeker Bayramı'nda yitirdiği babaannesi Nimet Hanım için yazmıştır. Şarkının duygusu salt sevginin ta kendisidir. Barış Manço bu yarışmanın TRT tarafından yapılan Türkiye elemelerine ''Kazma'' şarkısıyla katıldı. Çok beğeni toplasa da jüri tarafından ön elemeyi geçemedi. Bu elemeden sonra Barış Manço şunları söyledi: "Aslında benim jürim elli milyondur. Esas kararı onlar verecektir. Döneceğim ve parçayı plak yapacağım. O zaman her şey ortaya çıkacak" Gerçekten de o zaman her şey ortaya çıkmıştı. Barış Ağabey artık gerçek bir ağabeydi. 1983'teki ''Estağfurullah... Ne Haddimize!'' albümündeki ''Kazma'' ve ''Halil İbrahim Sofrası'' gibi şarkıların sözleriyle adeta Türk halkının söylemek istediklerini söylüyordu.Bu albümde ''Kol Düğmelerini de tekrar düzenledi ve bu haliyle de büyük beğeni topladı. Bunun üzerine 1983'te Türk pop müziği dalında yılın sanatçısı seçildi. 1985'teki 24 Ayar albümü kapağında Kurtalan Ekspres yazmayan ilk Barış Manço albümüydü. Aslında Kurtalan Ekspres Barış Manço'ya eşlik etmişti. Bu albümle birlikte soundu değişen Kurtalan Ekspres, Barış Manço için son kez canlı çalmıştı. Çünkü Barış Ağabey, artık albümlerinde bilgisayar soundlarına yer vererek Kurtalan Ekspres'i de sadece sahnede tutmak niyetindeydi. Ancak 1988'den sora Kurtalan Ekspres adı grubun kendi içinde yaşadığı sorunlar sebebiyle sadece Barış Manço konserlerinde göründü. Barış Manço bu albümünde daha çok çocukların ilgi odağı olmuştu. Bundan sonra da hep çocukların Barış Abisi olacaktı. Barış Manço'nun müziğe olan tutkusu malumdu ama her zaman kafasında kurduğu TV projeleri de vardı. Özellikle çocuklara yönelik bir program her zaman hayaliydi. Sonunda bu hayali de gerçek oldu. İyi ki de oldu. Yoksa biz Barış Abisiz bir dünyada 90'lar kuşağı olarak nasıl büyürdük... TV projesini hayata geçirmek için TRT 1 kanalına daha önce yapılmamış bir program önerisiyle gittiğinde bunca zaman ona olumsuz yanıtlar veren kanal bu sefer kayıtsız kalamadı. ''Barış Manço ile 7'den 77'ye'' 1988 yılında dünyaya gelmiş oldu. Böyle dile getiriyorum, çünkü hepimizi onunla buluşturan bu program Barış Ağabey'in üçüncü çocuğu olmuştu. Gerçekten adı gibi 7'den 77'ye herkesin ilgisini çekmişti. Tabi ki başta biz 90 kuşağı çocuklarını, sonra da o çocukların ebeveynlerini ekrana kitliyordu. Bu programla hepimiz Barış Ağabey'le beraber gittiği 150'den fazla ülkeye gidip oraları gezerek onunla birlikte ''dünyanın en çok yer gezen çocukları'' olduk ve Barış Ağabey hepimize yolculuk boyunca uslu durduğumuz için, söz dinleyip ıspanak yediğimiz için, bayram sabahları erkenden kalktığımız için hep 10 puan verdi. ''Adam Olacak Çocuk'' ile çocuklara övgüler verirken, ''ikinci Kahvaltı'', ''Dönence'' ve ''Dere Tepe Türkiye'' ile yetişkinlerle buluştu. Barış Manço 1 Şubat 1999'da Moda'daki evinde kalp krizinden öldü. Bence hepimizin sevgisini yüreğinde taşımak, kan pompalaması gereken bir organa fazla gelmişti. Barış Ağabey bizleri bırakıp sonsuzluğa gitti. Devlet sanatçısı unvanı olan Barış Manço'ya devlet tarafından ona yakışır bir tören düzenlendi. 3 Şubat 1999'da üzerinde Galatasaray bayrağı da bulunan Türk bayrağına sarılı tabutu Atatürk Kültür Merkezi'ne getirildi ve bir tören yapıldı. Kanlıca Mihrimah Sultan Mezarlığında toprağa verildi. Mezarına ''Gesi Bağları'' yorumundan sebep Kayseri Gesi beldesinden getirilen topraktan atıldı. Barış Manço'nun ölümünden sonra Kadıköy Moda'daki köşkü müze haline getirildi. Şu anda Barış Ağabey'in kişisel eşyalarının sergilendiği bu müze şarkıları ve sevgimizle birlikte hala onu yaşatmaktadır. *BİYOGRAFİ KAYNAK: İNTERNET

  • Sevmek Bir Kalabalık Olma Devrimidir

    Bir insan nedir, tek başına, ulu bir çınar bile olsa; kuru bir ağaç. O ağaçtan çiçek çiçek bir dal gövertmek, dal, yaprak, çiçek zengini olmak, aşmak kimsesizliği, yani SEVMEK... Keşke bir din olsaydı SEVİNİZ diye başlayan, insanlığın ortak dini olur muydu?.. Ya da bir bayram... Nedir ki sevmek? Biyolojik olarak içeriği belli... Sosyolojik olarak insanın varoluş gerekçesi, sanatsal olarak kendini yüceltmesi, mahalle olarak insanın acziyeti... Ötekine sonsuz muhtaçlığı... Peki hangisi? Sevmek Bir Kalabalık Olma Devrimidir. Başarırsa elbet... Hiç çiçek yüklü bir kiraz dalına alıcı gözle baktın mı? Sevmek, ilkeyi bilmezsen, doğası gereği sürekli yenilmektir. Biliyorum sen onlardansın; yenilmeye yeminli olanlardan. Kırık bir oyuncak bebek gibi Bir köşede bulsalar ölümünü, Kimse üzülmeyecektir bilirsin, Tek çivi oynamaz yerinden, Gene de denemelisin. Kuşkusuz denemelisin. Çiçek ve dal zengini olmak buna bağlı, mutluluk da; birini sevmeye… bu intiharınsa bile. Yani insansan o sevme kalkışmasına mecbursun, başarırsan adı devrim olacak... Oysa kaderin başkasına bağlı, aklın varsa sürekli artan bir mutluluksa istemin, acıların öğretisine gereksinmen yoksa kendine yetmelisin. Ya da başkaldır, sev... Ama bil ki, sevmektir bir başına yapılamayan. Kimsen yoksa nasıl seversin? Yoksa su, yoksa uçan kuş, yoksa çocuk, yoksa elif endamlı, hareli yaprak yeşili gözlü, bahar doğumlu… olmazsa nasıl seversin? Hadi ötekini ara... Orda tıkanır insan, en büyüğümüz bile orda yenilir. Belki bu vazgeçilmezlik, ihaneti, sevgiyle aynı yere, aynı sözlüğe yazar. Biri varsa öteki de var olur. Su kurur, kuş uçar, çocuk ölür… eşyanın doğası bu? Ya seven? İhanet eder. Çünkü o nazenin sevginin sana karşı, acımasız dünyaya karşı tek gücü odur. Türünün en vurucu, en incitici silahı ihanettir. Çocuğunun, hiç ısınmadığın komşunla sana karşı iş birliği yaptığını bir düşün. Karnına gelmesin kurşun, çok acı verir derler, öyle mi olur insan? Öyle de insan, vaz mı gelir sevmekten ve kalabalık olma gayretinden? Ya da seven, ihaneti denemekten?.. Yılan insan koynunda büyüdü diye aslını mı yadsıyacak? Yanıtı bilirsin de senin doğan bu, mademki insansın, seveceksin. Komşunu, çocuğunu, arkadaşını, başağa durmuş ekini ya da güneşin önünde yeni uçuşlara özenen çirkin martıyı… sevip hayal kırıklığından hayal kırıklığına uğramalıyız değil mi? Sevip kör bıçaklarla gırtlağını kesmeliyiz sevilenin. Hep sevdiğin ya da yakınındır celladın bilmez misin? Olsun daha da zoru vardır, sen kimseye cellat olma da. Öyle dikenli bir yoldur sevmek, sokulmak. Gene de bir şey çeker seni. Belki uçman için ikinci kanat. Belki kanatların tam da, yüreğini kaldıracak,enginleri aştıracak bir güçtür derdin. Sırtını ürpertecek bir şey, iki elin kanda olsa, koy git, dedirtecek, belki aşamam ama bu uğurda ölemem mi, dedirtecek bir şey, ışığa ulaşmak için yanmayı göze almanı sağlayacak bir etkileme, bir türkünün gücüdür, belki de aradığın. Şimdi düşünmeli işte. Neden gülümseyen çocuk türkülerin yoktur. Neden sevi için yakılan onca türkü, hep hüzün, ihanet, gözyaşı, figandır? Neden sevdalarımızla türkülerimiz birbirine bunca benzer? Hüzün mü, sevdaya onca yakışır, sevda mı hüzne? Düşündün mü? Senin önce haksızlığa uğramaya, durmadan uğramaya ve ardından gözyaşları dökerek ayağa kalkmaya gereksinmen var. Yani sevdaya. Madem bunca isteklisin, uzaklardan başlasın türkü. Güneşin altında okşanmaya deli bir Van kedisiyken, bir gözü yaprak, bir gözü su olmuşken, ne olur sana bir düşün? Biri ölmüş, salâsı okunur sanki. Karnından vurulmuş gibisin. İşte senin sevdan o, türkün de… Ne zaman sevsem, o türkü duyulur,zaman günün ortasıysa bile bir zindan karası geceye döner. Bir falçata ağzı geçer yüreğimden, bir kelebek boğulur kozasında, bir ayna kırılır. Oysa huzur, genç bir anne göğsüdür.Yaprak oynamaz dalında. .. Huzura düşen salâdır türkü, geceye düşen ışık… keskin bir jilet gibi doğrar, kanım akmaz. Kement olur dolanır boynuma, Şeyhim Bedrettin olurum, malı haram, canı helal, boynu vurula...Ne zaman sevsem...​En acıklısından bir Kerbela cengi yaşanır, yaşanır yüreğimde, başım döner... Bir portakal ağacı çiçek açar, bir bebek öldürülür kucağımda. Fırat’a üç adım kala,ağzıma tuz basılmış, sonsuz bir susuzluktur duyumsadığım. Ne zaman sevsem; Kan açar zakkumlar, Ölesim gelir. İşaret bu, ne zaman sevsem… Bir türkünün ağlatmasına deli gibi muhtaç kendime yetmeme çağımdayım artık. Umut rafların en yükseğine atılmış, hüzün ve umutsuzluk giyneğim. Arzun bu muydu? Kendini daha iyi mi hissediyorsun? Karınca ölmeye yakın kanatlanırmış ondandır. Olsun hiç kanatsız ölmek de vardı, diyor içinden bir ses, değil mi? İyi de, sen huzurunu satın almak için neler yapmadın? Uyum olsun diye, kimse incinmesin ve de seni incitmesinler diye inançtan inanca taşındın. Ayakkabıların dışında hiçbir şeyin kendi seçimin değildi. Birlikte oldukların T.Fikret’in şiirindeki İstanbul’du. Sen daha ileri gidip şimdiki İstanbul oldun, bıçak ağzında ayılmaya neden şaşırıyorsun? Şimdiki İstanbul, ancak böyle sevilir? Sen bunu hak etmemiş miydin ve sevdiğin herkes bunu yapmadı mı sana? Bütün türküler senin. Bütün ölümler ve acılar… O kadar da üzülme. Kimse yaşam ustası doğmadı, yanlışlar da bizim için. Üstüne üstlük sevgi en çok senin hakkın. Yanlış yapmak, yaşamı balkonlardan izleyip sorunsuz yaşamlardan dem vurmak değil, Beyoğlu’nun arka sokaklarına gece yarısı dalıp tırmık içinde, ama sağ çıkmaktır. Akılsa, bir daha yinelememek aynını... En çok bilenin, en çok hata yapan olduğunu herkes biliyor, senden başka. Ezberlediklerimizi unutmanın zamanı geçiyor. Kendi sevgimizi, bize uyanı kendimiz bulmalıyız; çoğu okuma yazma bilmeyen, bilse de etik ya da akıl yoksunu, tam bir yaşam yitiği, ama ahkam ustası çevremiz değil. Hiç ölümcül kanser hastası gördün mü? Ağrıyı kesmek için en şiddetli uyuşturucular verilir. Başın ağrıyor diye sen de mi onu denemelisin? Kendine yetmek zor olsa da, kendin olmak o denli zor mu? Dertsiz ölmek mi istiyorsun, biraz canın sıkılır belki ama o kadardır; SEVMEYECEKSİN. İyi de biliyorsun ki, sevmek kalabalık olmaktır. Eşitini yaratmak, dal çiçek vermektir... Ve huzursuz, mutsuz olmak… mı? Dost olmayı bilirsen, hayır. Dostlukla büyüyen sevgi, tek başına yapamayacağın çok şeyi birlikte yapmaktır. İster anne, ister baba, ister arkadaş, istersen sevgili ama önce dost... Kendine olduğu dende dürüst, açık, adil, candan ve özverili. Bu da bir yol. Sahi kendine dost olmayı biliyor musun? Aynanın karşısına geçtiğinde görüyor musun eksikliklerini? Korkmadan tanımlıyor, eleştiriyor ve düzeltiyor musun? Yoksa, aman canım sıkılmasınlar da… övgüler mi düzüyorsun kendine? Öyleyse bile bir yerden başlamalı. Kendine yet, kendin ol, daha güzel olacaksın. Ben görmesem bile... Dostluk o değil midir? Sana yararı olmasa bile onun adına sevinmek. Biliyorsun sen onlardansın. Hep yanlış yapanlardan, çünkü insansın. Ondan o kadar güzelsin. Biliyorum, kaçamazsın insanlığından; SEVECEKSİN

  • Çocuklar Hiç Ölmez

    vurulduğunda önce ekmek düşerken elinden 15 yaşındaydı Berkin kapkara gözleri daha da koyulaştı düştü kalkamadı yaralı bir kuş gibi annenin gözyaşları kan kırmızı yaptı yerdeki ekmeği ve ayak izlerini oğulun ve halk bayrak gibi tuttu onu en yükseğe kaldırdı yoksul ve namuslu mahallelerde gelenektendir yaralı kuşu uçurtmak ve elinden ekmeği düşürülenin ahını unutmamak umudun çocukları ölür mü hiç? ÖLMEZ!

  • Ahlak ve  Anlamı

    "İnsanları yasa ve ceza ile yönetirseniz, onlar bir daha yanlış yapmayacaklar, ancak şeref ve utanma duygularına da sahip olmayacaklardır. İnsanları erdemle ve ahlak kuralları ile yönetirseniz, o zaman onlar hem utanma duygusuna sahip olacaklar, hem de doğruyu yapmaya çalışacaklardır." Konfüçyüs Eylemlerimizi düzenleyerek, belirli kurallara göre yön verebilen bilgi alanıdır ahlak. Ahlak insanı insan yapan öğedir. İnsana saygılı olmaktır. Eylemlerimizi düzenleyen yönlendiren bilgi alanıdır. Dünyayı yaşanılabilir kılmaktadır. İyi, kötü, doğru ve yanlış olanı da belirlemeye çalışmaktadır. Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaktan geçmektedir. Ahlak; insani ve vicdani hareket etme çabasıyla zincirlenmiş vicdanların rahatlama yoludur. Kendine ve karşındakine de dürüst olabilmektir. İnsanın yaşam karşısındaki duruşudur. Karanlıkta da yere çöp atmamayı anlatır. El fenerini de andırır, nerede olursa orası aydınlanır... Toplumsal değer yargılarını da cinselliğe indirgememektir ahlak. Kadınların nasıl giyinmesini gerektiğini de belirlemek değildir. İnsanın kendisine olan saygısını kaybetmeden verdiği sözü tutarak; yolsuzluk, dolandırıcılık, talan yapmayarak başkalarının emeğine göz dikmeden çıkar sağlamamaktır. Ahlak; zulme, adaletsizliğe ve haksızlığa karşı çıkmaktır. Sömürünün, baskının, iftiranın, haksızlığın, bozgunculuğun ve hizipçiliğin karşında yer almaktır. Ahlak, İnsana insan olmayı öğretir; iyiyi, kötüyü nasıl seçeceğini gösterir. Karakterdeki her hangi bir hataya karşı sessiz kalmayıp onu düzeltme eylemidir. “Bal tutanın parmağını yalamasını” hoş göreme anlayışını da benimsememektir. Cezalandırma korkusu olmadan doğru olanı yapabilmektir..Ahlak insanlar arası ilişkileri düzenlemede etkili bir alan olduğundan Platon da “Ahlak yaşamın amacıdır” demişti. Ahlak, tek kişiyi değil toplumun mutluluğunu esas almaktır. Bu mutluluk da ancak devlette bulunur. Devletin amacı insanlara erdemli, iyi olan bir yaşamı sağlamasından geçmektedir. Özgür Karakaya ozgur694@hotmail.com

  • İnce Zamanlar

    Cennetin kayboluşunu izle Neydi ölümüne kucaklaşmamız Sonsuz bir ürperişe boyun eğerek Hiçbir duaya açılmayan ellerimiz Dudaklarımızda zorlu bir gülümseme Gülsuyu'ndan ince bardaklarımızda Sadece ve sadece Şarap ve meze Durmadan odun atıyoruz Yanan ateşe bakıyoruz Kirpiklerimiz değiyor birbirine Uzun bir ölüme benziyoruz ikimiz de Acayip bir çağa takılıyor aklım Biliyorsun aklın da çağı var Cennetin kayboluşunu izliyoruz Savaşın gölgesi düşüyor yüzümüze

  • Seçme Şiirler

    Türk edebiyatının en iyi öyküleri arasında sayılan ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesinde, fotoğrafçı dükkanlarının vitrinindeki mutlu insanlara özenen adam, bir gün öyle mutlu bir fotoğraf çektirmek ister; fakat olaylar istediği gibi gelişmez. Kahramanımız bir gün ismi ile müsemma bu fotoğrafçıya gider ve vesikalık çektirmek istediğini söyler; tabii ki aklında bin bir hüzünlü düşünce ve bin bir soruyla... Fotoğrafı çekilirken öyle bir ifadeyle bakar ki kameraya, fotoğrafçı özür dilemek zorunda kalır: “Beyim, kusura bakmayın, sizin resminizi çekemeyeceğim, burası mesut insanlar fotoğrafhanesi." İşte mutsuzluğun en yalın hikayelerinden birini yazan, edebiyatımızda “Yedi Meşaleciler” diye bilinen topluluğun yedi üyesinden biri olan Ziya Osman Saba… Geçen Zaman Hiç olmazsa unutmamak isterdim Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar... Yalnız bırakmayın beni hatıralar. Az yanımda kal çocukluğum, Temiz yürekli uysal çocukluğum... Ah, ümit dolu gençliğim, İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgim... Doğduğum ev… rahatlayacak içim, duysam Bir tek kapının sesini. Arıyorum aklımda bir ninni bestesini... Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım günler. Güneş, getir bir bayram sabahını. Açılın açılın tekrar Çocuk dizlerimdeki yaralar, Hepiniz benimsiniz: Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar... Yalnız hatırlamak hatırlamak istiyorum Nerde kaldı sevgilim seni ilk öptüğüm gün, Rengine doymadığım o sema, Ahengine kanmadığım ırmak… Bırakıp her şeyi nereye gidiyorum… Neler geçmişti aklımdan, Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm? Ah nasıldı yaşamak Ziya Osman Saba Fotoğraf: Ara Güler SAİT FAİK ABASIYANIK Çağdaş Türk hikâyeciliğinin mihenk taşlarından olan Sait Faik, 1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare, gözlemci balıkçı, çakırkeyf sirozlu, küfürbaz şair, müflis tacir, züğürt yazar, hamdolsun diyemeyen rantiye, anadan doğma çevreci” gibi çeşitli sıfatlarla anılan Abasıyanık şöyle der: ““Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım, içinde hikâye kokusu var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.” O ve Ben Sana koşuyorum bir vapurun içinden Ölmemek, delirmemek için. Yaşamak; bütün adetlerden uzak Yaşamak. Hayır değil, değil sıcak Dudaklarının hatırası Değil saçlarının kokusu Hiçbiri değil. Dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde Ben onsuz edemem. Eli elimin içinde olmalı. Gözlerine bakmalıyım Sesini işitmeliyim Beraber yemek yemeliyiz Ara sıra gülmeliyiz. Yapamam, onsuz edemem Bana su, bana ekmek, bana zehir Bana tat, bana uyku Gibi gelen çirkin kızım Sensiz edemem. Sait Faik Abasıyanık CAHİT IRGAT Yaşadığı dönemde tiyatro, sinema ve şiir dünyasının önemli isimlerinden olan ancak günümüzde çok da fazla tanınmayan Cahit Saffet Irgat’ın şiirleri, savaşın, terörün, yoksulluğun canlar yaktığı günümüzde bir kez daha anlam kazanır. Zaman tüm hızıyla gelip geçse de acılar ve korkular hiç değişmiyor… “anne girmem bu oyuncak dükkanına / orda toplar, tayyareler, tanklar var / ben yaşamak istiyorum / ağaç gibi sessiz sessiz ve rahat…” Korkuyorum Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert Korkuyorum Sen de kaçma bu şehirden Yalnız bırakma beni Gökler bile değişiyor lahzada Ardından geliyor bak Güneşiyle bulutuyla gökyüzü Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü Sen de kaçma bu şehirden Yalnız bırakma beni Ben fakir bir sahilin Kahır yüklü çocuğu Korkuyorum… Cahit Irgat HALİL CİBRAN Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan “Kırık Kanatlar” ile Doğu'nun ‘arabesk kadercilik’ üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına bir başkaldırı niteliği taşıyan “Asi Ruhlar” isimli eserlerinden sonra aforoz edilip “Bir dağın değil, bir şiirin ismidir” dediği memleketi Lübnan'dan sürgün edilen Halil Cibran'ın, bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında okunan bir yazar olduğundan bahseder, memleketlisi olan Amin Maalouf. Evet o, bir edebiyat sürgünüydü ama bir asır sonra hâlâ edebiyatın başköşesinde yerini alan bir sürgün… Sevgi derler ki, çakal da, köstebek de aslanın susuzluğunu giderdiği aynı ırmaktan su içer. Ve kartal ve akbaba gagalarını aynı leşe daldırırlar, ölünün huzurunda barış içinde, beraberce. Tanrısal eliyle arzularımı dizginleyen, ve onura ve gurura olan açlığımı ve susuzluğumu arttıran sevgi... İçimde güçlü ve değişmez olanın, zayıf benliğimi baştan çıkaran ekmeği yemesine, şarabı içmesine izin verme Varsın aç kalayım, ve yüreğim kavrulsun susuzluktan, ve ölüp yok olayım; yeter ki senin doldurmadığın bir bardağa veya senin kutsamadığın bir kaseye uzanmasın elim. Halil Cibran FÜRUĞ FERRUHZAD 1935 doğumlu İranlı şair, yazar, oyuncu, yönetmen ve ressam. Kısacık bir hayat yaşamış ama 32 senelik ömründe sanatın her alanına dahil olmayı başarmış bir kadın o. Üstelik bütün bunları, imkansızlıklarla dolu yıllarda; bir imkansızlık ülkesinde yapmış. Daha uzun yaşasaydı, muhtemelen tüm dünyaya duyuracaktı adını. Ve herkes bilecekti onun en etkileyici betimlemelerle dolu dokunaklı cümlelerini. Ancak Füruğ, her şeye rağmen, yaşadığı süre boyunca Fars edebiyatının en güzel şiirlerini yazdı; şair oldu, ödüllü bir yönetmen, ressam, eş, anne, aşık oldu. Bu duygulu kadının “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” isimli şiirinden alıntılarla, kısacık bir yaşama neler sığdırdığına bakalım: Rüzgar Bizi Götürecek küçücük gecemde benim, ne yazık rüzgârın yapraklarla buluşması var küçücük gecemde benim yıkım korkusu var dinle karanlığın esintisini duyuyor musun? bakıyorum elgince ben bu mutluluğa bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun dinle karanlığın esintisini duyuyor musun? şimdi bir şeyler geçiyor geceden ay kızıldır ve allak bullak ve her an yıkılma korkusundaki bu damda bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali yağış anını bekliyorlar bir an ve sonrasında hiç. bu pencerenin arkasında gece titremede ve yeryüzü giderek durmada bu pencerenin arkasında bir bilinmez seni ve beni merak ediyor ey baştan aşağı yeşil! yakıcı anılar gibi ellerini, bırak benim aşık ellerime ve dudaklarını varlığın sıcak duygusunu benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak rüzgâr bizi götürecek rüzgâr bizi götürecek. Furuğ FERRUHZAD ŞÜKÛFE NİHAL (1896 – 1973) “Şükûfe Nihal hemen her görenin aşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. Güzel denemezdi pek; gözleri çukurdu ve ufaktı… Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da bu dünyaya metelik vermeyen haliydi. Ya o sıralar, hayran olunacak kadın sayısı mı çok değildi, ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hala sevdiğimi biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı. Evet, pek çok kişi sevdalanmıştı, zamanın en gözde şairlerinden biri olan bu kadına.” (İsmet Kür’ün Yarısı Roman adlı eserinden) Şükûfe Nihal’in hayran kitlesi arasında; Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi Tecer, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi ünlü şairlerin yanında Cenap Şahabettin’in kardeşi şair Osman Fahri de vardır. Aşkına karşılık bulamayınca önce İstanbul’u terk ederek öğretmenlik yapmak üzere Elazığ’a gider, ama aşkını unutamaz ve 1920 yılında kafasına tabanca dayayıp intihar eder. Şükûfe Nihal ona karşı bir şey hissetmemiş olsa da sonrasında kara sevda yüzünden canına kıyan Osman Fahri’yi ömrü boyunca unutamaz. “Zaten insan hayatında bir kez sever. Gerisi kapılış aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim. Tek aşkım odur. Beni tek seven odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı” diye dert yanar. Son Hatıra Adını ellerimle çizdim altın kumlara Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra, Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!.. İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine; Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu… Hicranınla yanarken ben derinden derine, Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu… Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere, Kumların arasında ben de bir parça taşım! “Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere” Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım… Şükûfe Nihal SAPPHO MÖ. 615 yılında dünyaya gelen ve Antik Çağ'da adından en fazla söz ettiren isimlerinden biri olan, aynı zamanda da Yunan'da ilk kadın şair olarak ünlenen Sappho, Lesbos şehrinde (bugünkü adıyla Midilli adasının Mytilene şehrinde) yaşayan aristokrat bir ailenin üyesidir. Bir Afrodit kültü rahibesi olan Sappho, bağlı bulunduğu kültün de kendisine vermiş olduğu rahatlığa dayanarak özgürce içinden geçeni söylemiş, Açık ve yürekli bir tutum sergilemiştir. Dilindeki bu içtenlik ve açıklık sayesinde eserleri, tüm ardıllarını ve benzerlerini geride bırakarak yüzyılların ötesine geçmiş, çağlar boyu öykünülmüş, eleştirilmiştir. Atlılardır Der Kimi Atlılardır der kimi en güzel evrende: yayalar, gemiler kimi, kimi severse kişi odur bence en güzel olan öyle kolay ki kanıtlamak bunu bakın en iyisi diye Helena gördüğü bunca kişinin içinde kimi beğendi Troya’nın onurunu kıranı görünce onu, ana babasını çocuğunu bile bir kez anmadan düştü eline Kypris’in; böyledir kadın yüreği kolay çıkar baştan, tutkulanınca… Anaktorya düşer usuma şimdi burda olmayan, sevgili yürüyüşünü görmeyi, ışık saçan yüzünü yeğlerim yaya arabalı savaşçılarına Lidyalıların Sappho Türkçesi: Azra Erhat-Cengiz Bektaş

  • İNCE MEMED NE KADAR ZAMANDA YAZILIR?

    Yazarlık atölyesi nedir bilmiyorum. Ben böyle bir atölyeye veya kursa gitmedim. Gidenlerle de karşılaşmadım. Bize öykü, şiir, roman, deneme, makale, fıkra, oyun gibi edebiyat dallarında güzel yapıtlar veren yazarlarımızdan hangileri bu atölyelerden yetişmiştir? Kimsenin öz geçmişinde böyle bir bilgi okumadım. Bununla birlikte böyle kurslar olması doğaldır. Türkçe okuma yazma, imla konularında kendilerini geliştirmek isteyenler bilenlerden ders alabilir. Bunda hiç bir sakınca yoktur. Hepimiz bu konuda okuduğumuz okullarda sınıf öğretmenlerinin, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin verdiği derslerde öğrenmeye çalıştık. Bize kitap okuttular, anlattırdılar, kompozisyon yazdırdılar, bunları düzelttiler. Bu okul eğitimini almayan kişiler yazar olamaz. Geleneksel masal anlatıcıları ve halk şairleri hariç. Onların da sözlü geleneğin ustaları vardı. En azımdan onları dinlediler. Beni bir yazar sayanlar varsa eğer nasıl yazar olduğumu açıklayayım: Öncelikle kitap okumaya merakım vardı, sonra bildiklerimi ve duygularımı başkalarına söz ve yazıyla aktarmak için yanıp tutuşuyordum. Okul duvar gazetelerinden başlayarak, önce yerel gazete ve Anadolu'da çıkan dergilere, sonra ulusal gazetelere, kendi çıkardığımız bülten ve dergilerde yaza yaza, ardından kitaplar bastırarak yazar olmuşumdur olduysam. Normal bir insan eğer yeteneksiz biri değilse ancak yaza yaza yazar olabilir. Yani dersine bu biçimde çalışmış olur. Tabii sürekli okuyarak, kendini bilgi ve duygu yönünden besleyerek. Bana şiirlerini gösterip görüşlerimi soran amatör arkadaşlara bazı halk ve modern şairlerimizin adını verir, bunları çok çok okumadan ellerine kalem kâğıt almamalarını öneririm. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Âşık Veysel, Fuzuli, Nedim, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nazım Hikmet, Ziya Osman Saba, Orhan Veli, Gülten Akın... Demem o ki siparişle yazar olunmaz. İlkokul öğretmeni bir arkadaş, maddi durumunu düzeltmek için aynı zamanda küçük bir kamyonetiyle taşımacılık yapıyormuş. Acaba başka hangi işi yaparsam daha çok kazanırım diye düşünürken aklına Yaşar Kemal gelmiş. Diğer arkadaşına sormuş: "Yaşar Kemal İnce Memed'i ne kadar zamanda yazıp bitirmiştir?" Arkadaşı "Her halde altı ayda yazmıştır" yanıtını verince, "Acaba ben de yazar mı olsam" demiş ciddi ciddi. Öyle ya Türk edebiyatının en ünlü ve çok okunan kitabı İnce Memed. Herhalde yazara çok para kazandırmıştır diye düşünmüş. Edebiyat öğretmeni olan arkadaşı o zaman şu açıklamayı yapmış: Yaşar Kemal İnce Memed'i yazmak için bir ömür harcamıştır.

  • Decameron'un Aşk Hikayeleri-II

    Pazar Öyküleri İKİNCİ GÜN II. HİKAYE / "Öpülmüş dudak, mutluluğu kaçırmaz. Onun kaderi her zaman yeniden doğan aya benzer." Uzun zaman önce Babil’de Belmenedap adında, çoğu zaman şansı yaver giden bir hükümdar vardı. Çocuklarından biri olan, güzeller güzeli kızı Alatiyer’i, Arap ordusuna karşı kendisine yardım etmiş olan Algerya kralına vermek üzere söz vermişti. Hükümdar, kızını kalabalık bir yardımcı gurubu ve zengin çeyizle bir gemiye bindirerek, iyi silahlanmış muhafızlar eşliğinde krala gönderir. Gemi, güzel bir havada İskenderiye'ye ulaşır. Yolcular oradan yola devam ederek Sicilya'yı geçer, tam hedeflerine varacakları sırada şiddetli bir fırtınaya yakalanırlar. Prenses ve yanındakiler ölüm tehlikesi geçirirler. Usta kaptanlar bütün yeteneklerini kullanarak iki gün fırtınaya dayanırlar. Fakat üçüncü gün sabah fırtına yatışacağı yerde büsbütün şiddetlenir ve gemi Mallorka Adası civarında su almaya başlar. Herkes kendi başının çaresini aramaya koyulur. Gemideki misafirler denize indirilen bir sandala bindirilir. Fakat onların ardından silahlı muhafızların karşı koymasına rağmen bütün gemi halkı sandala doluşunca sandal bu kadar ağırlığı taşıyamadığından batar, içindekilerin hepsi ölür. Prenses ve nedimeleri su almakta olan gemide kalmışlardır. Yarı yarıya su alan gemi rüzgârın etkisiyle Mallorka kıyılarında bir kayaya çarpar. Sabahleyin hava biraz yatışınca ölümle burun buruna gelen prenses başını kaldırarak yanındakilere seslenmeye başlar. Fakat kimse cevap vermeyince telaşa düşer, baktığında yardımcı kadınların çoğunun korkudan öldüğünü görür. Sağ kalanları uyandırmaya çalışır, hep beraber ağlaşmaya başlarlar. Aradan dokuz saat geçtiği halde kendilerine yardım edecek kimse görünmez. Sonunda kıyıda uşaklarıyla çiftliğinden dönmekte olan Perikan görünür. Bu adam gemiyi görünce tehlikeyi anlar ve adamlarından birini durumu görmek üzere gemiye yollar. Adam bin bir zorlukla gemiye çıkınca prenses ve yanındaki kadınları korku içinde birbirlerine sarılmış bulur. Kadınlar adamın dilini anlamadıklarından el-kol işaretiyle yardım isterler. Uşak karaya çıkarak gördüklerini Perikan'a anlatır. Perikan derhal kadınları değerli eşyalarıyla gemiden çıkararak şatolarından birine götürtür. Yardımcı kadınların gösterdikleri saygıya bakarak güzel kızın asil bir kişi olduğunu anlar. Prenses yorgun ve bitkin olmasına rağmen güzelliği Perikan'ın gözünden kaçmaz ve şayet bekarsa onunla evlenmeye, bu mümkün olmazsa dost olmaya karar verir. Aradan birkaç gün geçince iyi bir bakımla prenses sağlık ve güzelliğine kavuşur, fakat Perikan onunla konuşamamaktan üzüntülüdür. Sevimli ve zarif işaretlerle kadına arzularını anlatmaya çalışır. Fakat boşuna, prenses onu anlamak istemez. Perikan'ın ihtirası ise o oranda artar. Prenses etrafındakilerin hallerine bakarak onların Hristiyan olduğunu ve kendi hüviyeti ortaya çıkarsa iyi bir şey olmayacağını ve zamanla Perikan'ın ısrarlarına karşı koyamayacağını anlayarak kötü kaderiyle savaşmaya karar verir. Yanında kalmış olan üç kadına hüviyetini kimseye söylememelerini ve namuslu kalmalarını emreder. Kendisi de kocasından başka kimseye hoşgörülü olmayacağını söyler. Kadınlar bu emri onaylarlar ve ona uyacaklarını bildirirler. Bu arada Perikan'ın ihtirası reddedildiği ölçüde artar. Tatlı sözlerinin etkisiz kaldığını görünce hilelere baş vurur. Bu da olmazsa zor kullanmaya karar verir. Prenses kendi dinince içmesi haram olduğu halde, şarabı sevmektedir. Perikan, Venüs'ün bu içkisini kullanmaya karar verir. Bir müddet prensesin sevimsizliğine aldırış etmez görünür ve bir ziyafet bahanesiyle kadını şahane bir yemeğe davet eder. Eğlenceler sırasında uşaklarından birisine çeşitli şaraplardan bir kokteyl hazırlatır. Prenses bu şaraptan öyle hoşlanır ki, kendisini tutamaz ve çok fazla içer. Geçirdiği kazayı unutarak İskenderiye tarzında dans etmeye kalkar. Perikan bu durumu görünce emeline yaklaştığını anlar, sofraya daha başka yemekler ve içkiler getirtir. Yemek gece yarısına kadar devam eder. Sofra dağılınca, prensese yatak odasına kadar eşlik eder. Prenses, Perikan'ın yanında sanki bir kadının yanındaymış gibi soyunur ve yatağa girer. Perikan hemen ışıkları söndürerek kadının yanına yatar, onu kollarına alır ve en ufak bir karşı koyma görmeksizin aşkın hazlarını tadar. Bu akşamdan sonra, prenses şimdiye kadar erkeklerin silahlarından habersiz, Perikan'ın tatlı sözlerine karşı koyamadığına üzülür. Artık davet beklemeksizin el-kol işaretleriyle böyle tatlı geceleri kendisi istemeye başlar. Fakat ikisinin bu neşeli günlerini kıskanan ve prensesin bir kral karısı yerine bir şövalye metresi olmasına razı olmayan kader, kadına daha zalim maceralar hazırlar. Perikan'ın yirmi beş yaşında Marata adında, gül tenli, güzel bir kardeşi vardır. Bu delikanlı prensesi ilk görüşte sevmiştir. Ve onun işaretlerine bakarak kendisinden hoşlandığına inanır, öyle ki emellerine kavuşmak için devamlı olarak kızı ve ağabeyini gözetler. Sounda kararını hileyle uygulamaya koyulur. Şehrin limanında iki Cenevizliye ait ve Romanya’ya gitmek üzere uygun havayı bekleyen bir gemi vardır. Marata, prensesle beraber ertesi gece bu gemiye girmeyi kararlaştırırlar. Marata, gece en yakın iki adamıyla Perikan'ın evine girerek orada saklanır ve gece yarısı odasına girerek ağabeyini uykudayken öldürür. Uyanıp ağlamaya başlayan prensesi silahla korkutarak Perikan'ın hazinesiyle birlikte gemiye getirir. Uygun havayı bulan gemiciler hemen demir almaya başlarlar. Prenses bu olaya çok üzülse de Marata onu doğanın erkeklere verdiği özelliklerle teselli eder, öyle ki kadın kısa zamanda Perikan'ı unutur ve Marata'ya alışır. Fakat bu memnuniyet uzun sürmez. Çünkü kader ona yeni bir felaket daha hazırlamıştır. Prensesin güzelliği ve davranışları, iki genç gemi sahibini öyle büyüler ki bu adamlar Marata'dan gizli olarak ona yaklaşmaya çalışırlar. İki gemi sahibi aralarında kıskançlığı kaldırmak için kadının aşkını paylaşmayı kararlaştırırlar. Fakat Marata'nın uyanıklığı, kadın hakkındaki her kötü niyeti engellediğinden, bir sabah Marata'yı geminin ön kısmından denize atarlar. Prenses, Marata'nun ölümünü duyunca ağlamaya başlasa da iki aşık gemici birçok vaadlerle, el-kol işaretleri ile onu teselli ederler. Kadın, biraz sakinleşince gemi sahipleri, kimin ilk defa kadınla yatacağını tartışmaya başlarlar. Fakat hiçbiri ilk geceden ödün vermeyi istemediğinden şiddetli bir kavgaya tutuşurlar. Kimse onları ayıramaz. Nihayet birisi ölü, öteki ağır yaralı olarak kavga sona erer. Prenses kendisini yalnız ve terk edilmiş hissedince çok üzülür. Fakat yaralı gemicinin tatlı sözleri ve Şazera'ya yaklaşılmış olması onu teselli eder. Şehre çıktıklarında yaralı gemiciyle beraber bir otele inerler. Prensesin eşsiz güzelliğinin ünü her tarafa yayılır ve bu sırada orada bulunan Mara Prensinin de kulağına gider. Prens, ilk görüşmede kadına öyle aşık olur ki, başka bir şey düşünemez. Onu elde etmek için her çareye başvurmaya başlar. Prens, kadında güzellikten başka kibar davranışlar da gördüğünden, onun, asil bir kadın olduğunu anlar ve ona bir metres gibi değil, bir eş muamelesi yapmaya başlar. Prenses, başından geçenleri düşündükçe şimdiki halinden mutluluk duyar. Bu mutluluk prensesin güzelliğini öyle arttırır ki, bütün Romanya'nın tek konuşma konusu olur. Bu durum prensin dost ve akrabası olan genç ve güzel Atina kontunda onu görme isteği uyandırır. Yanına kalabalık bir yardımcı gurubu alarak Jiyarınza’ya gelen kont, orada büyük törenle karşılanır. Aradan birkaç gün geçmiştir ki prensesin güzelliğinden söz açılır. Kont onun söylendiği kadar güzel olup olmadığını sorar. Prens, söylendiğinden fazla, ama bunu sana benim sözlerim değil kendi gözlerin anlatmalı, der. Kontun ricası üzerine prens onu prensese götürür. Prenses kontu neşe ve zarafet içinde kabul eder, onunla konuşamasa da kont hayranlıkla prensesi seyreder ve adeta onu ölümlü bir insandan farklı bir şey olarak görür. Kont, prensesin gözlerinden aşkın şarabını içmiş ve onu görmekle yetinmeyerek iyiden iyiye aşık olmuştur. Oradan ayrılıp yalnız kalınca, böyle bir kadına sahip olan prensi dünyanın en mutlu adamı görür ve neye mal olursa olsun, bu mutluluğu onun elinden almaya karar verir. Emellerine çabuk kavuşmak için aklı ve mantığı bırakarak kendisini aşkın büyüsüne kaptırarak bir plan yapar: Prensesin uşaklarından Gungani'nin yardımı ile bir akşam prensin yatak odasına sokulur. Hava sıcak olduğundan prens çırılçıplaktır, prenses ise yatakta uyuyordur. Kont yavaşça pencereye yaklaşarak, birdenbire prensin karnına hançerini kabzasına kadar soktuktan sonra ıssız denize ve kayalara bakan pencereden aşağıya onu atar. Bu sırada Kontun yardımcılarından birisi nöbetçinin boynuna bir ip geçirerek boğar ve onu da kontun yardımıyla pencereden aşağıya atarlar. Kendilerini kimsenin görmediğinden emin olan kont, kadının yatağına yaklaşarak onu itina ile soyar ve hayranlıkla seyretmeye dalar. Kont şiddetli arzular içinde ve az önce yaptığı cinayeti unutmuş olarak kanlı elleri ile kadının yanına yatar. Kadın, yanına gelen kontu uyku sersemi prens sanmıştır. Kont aşkın ifade edilmez hazlarını tattıktan sonra kalkar ve prensesi adamlarının yardımı ile bir ata bindirerek Atina yolunu tutarlar. Kont, evli olduğu için kederli kadını doğru Atina'ya değil, o civardaki çiftliklerden birisine götürür. Ertesi sabah yardımcıları saat 9'a kadar prensin uyanmasını beklerler, fakat bir ses çıkmayınca kapıyı kırarak içeri girdiklerinde içerde kimseyi bulamayınca onun güzel prensesle gizlice bir geziye çıktığını sanırlar. Delinin biri ertesi gün prensin ve nöbetçisinin cesetlerinin bulunduğu yere gider Nöbetçinin boynundaki ipi çıkararak onu sürükleyip şehre getirir. Halk, ölüyü derhal tanır, bunun üzerine delinin rehberliği ile aynı yere gidenler, prensin de cesedini bulurlar ve büyük bir saygıyla onu gömerler. Kontu arayıp da bulamayınca onun prensesi kaçırmış olmasından şüphelenenler prensin kardeşini tahta çıkararak onun, ölen kardeşinin öcünü almasını isterler. Yeni kral asker toplayarak Atina Kontuna karşı sefere çıkar. Kont bunu duyunca asker toplar. Bunların yanında Bizans kralının oğlu da bulunmaktadır. Savaş hazırlıkları kızışınca kontes Kostantin’i yanına çağırtarak gözyaşları içinde olanı biteni anlatır ve özellikle kontun gizlice getirdiği kadından sızlanır ve çare bulmalarını ister. Kostantin ve yeğeni Emanuel, prensesin saklı olduğu yeri öğrendikten sonra, kontese veda ederler, prensesin güzelliği onların da ilgisini çekmiştir. Onun için konttan onu kendilerine göstermesini rica ederler. Kont, prensesi daha ilk görüşte kendisinin başına gelenleri unutmuş gibi ertesi gün Kostantin'i ve Emanuel'i prensesin yanına götürür. Kostantin prensese hayranlıkla bakar, onu bütün kadınlardan güzel bulur. Bu kadın yüzünden kontun yaptığı ihanetlere de şaşırmaz. Kostantin, prensese iyice aşık olmuştur. Şimdi onu kontun elinden nasıl alacağını düşünür. Prensin ordusu da bu sırada Atina üstüne yürümektedir. Kont ve Kostantin de düşmana karşı bir orduyla hareket etmişlerdir. Kostantin'in tek düşündüğü şey prensesi elde etmek olduğundan kontun yokluğu buna elverişli olacaktır. Onun için hastalık bahane ederek kumandayı Emanuel'e bırakır ve Atina'ya döner. İşte şimdi prensese sahip olmanın zamanı gelmiştir. Kostantin, gizlice süratli bir gemi hazırlatıp onu prensin oturduğu yerin yakınlarına yollar, kendisi de maiyeti ile birlikte prensesi ziyarete gider. Prenses bu ziyaretten memnun olur ve hepsini bahçede bir gezintiye davet eder. Kostantin gizli bir şey söyleyecekmiş gibi Prensesi sahile indirir. Orada beklemekte olan bir adamının yardımı ile kadını yakalatır, gemiye taşıtır ve gemi derhal hareket eder. Geceyi gemide beraber geçirdikten sonra ertesi sabah Kiyos'a varırlar. Babasının öfkesinden ve elindeki avı kaybetmekten korkan Kostantin, Kiyos'u en emin bir yer sayar. Prenses, Kostantin'in aşkı ve tesellisiyle ağlamaktan vazgeçer. Bu sırada Bizanslılarla harp halinde olan Türk padişahı İzmir'de bulunmaktadır. Kostantin'in kaçırılmış bir kadınla Kiyos'ta safa sürdüğünü haber alan Türk padişahı, bir akşam ansızın, adaya baskın verir ve şaşkına dönen prensesi ve adamlarını yakalatarak İzmir'e getirtir. Türk padişahı derhal prensesi zevceliğe alır ve onunla İzmir'de bir kaç ay sakin bir hayat geçirir. Bizans kralı, bu arada Kapadokya kralı Bassana ile görüşür ve Türklere saldırmak üzere anlaşmaya varırlar. Bunu haber alan Türk hükümdarı prensesi adamlarından birisine emanet ederek ordusu ile Kapadokya kralının üzerine yürür. Türk padişahı savaşta ölür, ordusu dağılır. Bassano bu zafer ile İzmir'e girer. Prensesin emanet edildiği Antiyogu, sadakat borcunu unutarak kadına aşık olumuştur. Prensesin de dilinden anladığı için kadınla iyice anlaşır ve tatlı bir aşk hayatı yaşamaya başlarlar. Antiyogus, Türk padişahının öldüğü haberini duyunca padişahın hazinelerini alarak Rodos'a kaçar, orada hastalanır, ölümünün yaklaştığını hissedince servetini ve taptığı güzel kadını Kıbrıslı bir tüccar dostuna vasiyet eder. Bir gün, o tüccar ve prensesi çağırtarak: -Ölümümün yaklaştığını hissediyorum, asıl şimdi hayatımın zevkini sürecektim, fakat sakin ölüyorum, çünkü bir tarafımda en aziz dostum, bir tarafımda da en çok sevdiğim kadın bulunmakta. Dostum sana rica ederim, servetime ve sevgilime sahip ol, der. İkisi göz yaşları içinde bu vasiyeti dinlerler. Az sonra Antiyogus ölür ve törenle gömülür. Birkaç gün sonra Kıbrıslı tüccar kendisine miras kalan malların hepsini satar ve prensese bir Katagonya gemisi ile beraberce Kıbrıs'a dönmeyi teklif eder. Prenses onun Antiyagos'un dostu olarak kendisine bir kız kardeş gibi davranacağını umduğunu söyler. Tüccar bunu memnuniyetle kabul edeceğini, yalnız yolculuğu rahat geçirebilmeleri için kendisini eşi olarak tanıtacağını söyler. Geminin ön tarafında kendilerine bir kamara ayrılır. Fakat yatağa yattıkları zaman gecenin ve yatak sıcaklığının etkisiyle Antiyagus'a verdikleri söze rağmen kendilerini aşkın zevklerine bırakırlar. Böylece tüccarın memleketi olan Bafo’ya çıkarak orada bir müddet kalırlar. Bu sırada Bafo'ya Antigona isimli aklı çok, parası az, yaşlı bir şövalye gelir ve Kıbrıs kralının güvenini kazanır. Bir gün, Kıbrıslı tüccar, Ermenistan'a mal götürmek üzere yola çıkar. Antigona, Prensesin evinin önünden geçerken tesadüfen pencerede olan prensesi görür ve onun güzelliğine hayran olur. Onu daha önce bir yerlerde görmüş olduğunu düşünür. Prenses bunca felaket geçirdikten sonra artık acılarının sona ereceğini ummaktadır. Antigona'yı görünce, onu İskenderiye'de babasının yanında gördüğünü hatırlar ve birdenbire onun tavsiyesiyle eski şerefini bulabileceği umuduna kapılır. Bunun için adamı içeri çağırır. -Siz Antigona değil misiniz? Adam; “Evet,ben de sizi tanıyor gibiyim. Sizi hatırlamama yardım edin." Onun Antigona olduğunu anlayan Prenses, onun boynuna sarılarak, İskenderiye'de beni gördünüz mü, der. Antigona kadının sultan kızı Alatiyer olduğunu anlayınca saygılı bir tavır takınsa da prenses buna izin vermez. Antigona; "Bütün Mısır sizi denizde boğulmuş biliyor, buralara nasıl geldiniz?" der "Keşke bu rezil hayatı süreceğime denizde boğulsaydım. Babam da maceramı duyunca aynı şeyi isterdi herhalde." der prenses. Bunun üzerine yaşlı adam; "Vakitsiz üzülmeyin, başınızdan geçenleri bana anlatın, belki de mutlu bir dönüşün çaresini buluruz." "Sizi görünce babamı görmüş gibi oluyorum. Sizi görmek bana büyük bir sevinç verdi. Onun için acı kaderimi babama anlatır gibi size anlatacağım. Eğer beni eski durumuma getirme çaresini bulursanız, bunu yapmanızı rica ederim; fakat çare yoksa beni gördüğünüzü ve benden işittiklerinizi kimseye söylemeyin." diyen prenses, ağlaya ağlaya bütün başından geçenleri bir bir anlatır. Antigona bile gözyaşlarını tutamaz. Yaşlı adam biraz düşündükten sonra şöyle der: "Geçirdiğiniz kazalarda kimse gerçek hüviyetinizi anlayamadığı için sizi babanıza kavuşturmakla yetinmeyeceğim. Algerya kralına da eş olarak verebileceğimizi umarım." Prensesin ricası üzerine Antigona planını anlatır. Ve yeni bir olaya sebebiyet vermemek için Kıbrıs Kralına gider: "Hükümdarım, sizin elinizde bir imkan var ki kendinize büyük şeref getirir ve beni de fakirlikten kurtarır. Denizde boğulduğu sanılan sultanın güzel kızı Bafo'ya gelmiş bulunuyor. Şerefini muhafaza ederek karşı koyduğu talihsizliklerden sonra fakirleşmiş, şimdi babasına dönmek istiyor. Onu benim gözetimimde babasına yollarsanız, bu sizin için de faydalı olacak ve sultan bunu unutmayacaktır." der. Kral anlayış göstererek, prensesi büyük bir törenle sarayına getirtir. Ve birkaç gün sonra yanında Antigona olduğu halde kadın ve erkek yardımcılarıyla prenses yola çıkarılır. Sultan bu gelenleri sevinçle karşılar. Prenses birkaç gün dinlendikten sonra, babası onun başından geçenleri dinlemek ister. Antigona'nın tavsiyelerini benimsemiş olan prenses: "Babacığım, buradan hareketimizden 20 gün sonra gemimiz su almaya başladı ve kuma oturdu. Ertesi sabah, civardaki köylüler gemiyi yağma etmeye geldiler. Ben kendimi yanımdaki iki kişiyle sahilde buldum. Diğerlerine ne olduğunu bilmiyorum, ben ağlayıp dururken iki haydut saçlarımdan tutarak beni bir ormana sürükledi. Fakat orada dört atlı görünce beni bırakıp kaçtılar. Asil görünen bu adamlar benimle konuşmak istediler, fakat dillerini bilmiyordum. Aralarında konuştuktan sonra beni bir ata bindirdiler ve kendi dinlerince yapılmış bir manastıra götürdüler. Bu manastırda dillerini biraz öğrendikten sonra kendimi bir Kıbrıslı şövalyenin kızı olarak tanıttım. Doğruyu söyleseydim, onların dinlerinden olmadığım için düşmanlıklarını çekecektim. Başrahibe, ara sıra Kıbrıs'a, dönmeyi isteyip istemediğimi sorardı. Ben de bunu çok istediğimi söylerdim. Ama kadın namusumu korumak için beni kimseye emanet edemiyordu. Nihayet iki ay önce Fransa'dan karılı kocalı bir kafile geldi, içlerinden birisi baş rahibenin akrabası idi. Onların Kudüs'e İsa'nın mezarını ziyarete gideceklerini anlayan baş rahibe beni Kıbrıs'a babamın yanına götürmelerini rica etti. Hareketimizden birkaç gün sonra Bafo'ya çıktık ve mutlu bir tesadüf beni emanet ettikleri adamın bir dostu olan Antigona'ya rastladık. Ben onu görünce, kendi dilimde, beni kızı olarak kabul etmesini rica ettim. O beni anladı ve beni Kıbrıs Kralına götürdü ki onun iyiliklerini hiçbir zaman unutamam. Anlattıklarımda bir noksan kaldıysa onu da bu hikayeyi kendisine sık sık anlattığım Antigona tamamlasın." diye anlatır. Antigona; "Sultanım, benim burada ilave edecek bir şeyim yok. Şüphesiz manastırda geçirdiği temiz hayatı, rahibelerin iyi davranışlarını, veda ederken ağlayışlarını anlatmaya kalkarsak, günlerce sürer. Yalnız şunu söylemek isterim, bütün hükümdar kızları içinde en güzeli, en faziletlisi ve en namuslusu sizin kızınızdır." Padişah, anlatılamaz bir sevinç içinde Allaha şükrederek, kızına iyi davranmış olan Kıbrıs kralına münasip hediyeler yollar. Antigona'yı ise bol bol mükafatlandırır. Artık onun tek arzusu kızını Algerya kralı ile evlendirmektir. Krala haber yollar, kızını aldırabileceğini bildirir. Kral, büyük törenle kızı yanına getirtir. Prensesin sekiz erkekle yatmış kalkmış olmasına rağmen onun bakire olduğuna inanır ve onunla yıllarca mutlu bir hayat sürer... Onun için atasözüdür: Öpülmüş dudak, saadetin kaçmasına sebep olmaz. Onun kaderi her zaman yeniden doğan aya benzer.

  • Kaşıkçı Cinayeti ve Cumartesi Anneleri

    2 Ekim 2018 günü, evlilikle ilgili işlemleri için Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna giren Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’dan bir daha haber alınamadı. Suudi Hanedanının uzun süre hizmetinde bulunduktan sonra Amerika’da The New York Times gazetesinde bu hanedan rejimine karşı eleştirel yazılar yamakta olan Kaşıkçı’yı, Suudilerden gelen bir katil grubunun öldürdüğü anlaşıldı. Bu olayın aydınlatılmasını başta ABD Başkanı Trump, Birleşmiş Milletler ve Avrupa İnsan çevreleri istiyor. Suudi Hükümeti, suçu hanedan içinde bir kliğin üzerine atarak işin içinden sıyrılmak istiyor. Bu tüyler ürpertici cinayet, elinde büyük güçler bulunan ABD, Suudiler ve Avrupa gibi ülkelerin hem birbirlerini sıkıştırdıkları hem de bu vesileyle yeni çıkarlar elde etmenin bir vesilesi oluyor. Kaşıkçının öldürülmesi, büyük güçler ilgilenmeseydi faili meçhul bırakılacak bir cinayetti. Bizler faili meçhullerle sık karşılaşmış bir toplumuz. Günümüzde “Faili Meçhul” denince bizde ilk akla gelen, Cumartesi Anneleridir. Ansiklopedilere geçmiş olan Cumartesi Anneleri hakkında Viki Sosyalizm sitesindeki bilgilerin bir kısmını buraya aynen alıyorum: “CUMARTESİ ANNELERİ 20 Mart 1995'te eve dönmesi beklenen Hasan Ocak'tan 55 gün boyunca hiç haber alınamamıştır. Ardından geçen süreçte Hasan Ocak'ın işkence edilmiş bedeninin İstanbul'da bir ormanda bulunduğu ve kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı. Hasan Ocak ilk 'kayıp' değildi ama bu kez ortada çok sayıda tanık ve kanıt vardı. Kamuoyunun dikkatini konuya çekmek için bir araya gelen, her birinin bir yakını gözaltında kaybedilmiş 30 kadar insan, Galatasaray Meydanı'nda oturmaya karar vermiştir. Eylem ilk ayını doldurmadan, polisin saldırısına uğradı. Baskı ve tehditler her hafta yinelenmiştir. Bununla birlikte onlarla birlikte hareket eden insan hakları savunucuları baskılara maruz kalmıştır. Uluslararası insan haklan kuruluşlarının raporlarında özel bir yer bulan 'Türkiye'de gözaltında kaybolanlar' başlığı, iktidarların uluslararası görüşmelerinde de bir gündem maddesi haline gelmiştir. 15 Ağustos 1998’de başlayan polis saldırısı ve gözaltılar, 13 Mart 1999’a kadar sürmüştür. Toplam 1093 kişi gözaltına alınmıştır. Kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları daha Galatasaray’a gitmeden yolda, hatta kafelerde dövülerek gözaltına alınmaya başlanmıştır. Baskıların sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları, 200. haftadan itibaren oturma eylemine ara vermiştir. Fakat kayıp anneleri 1999'daki ağır devlet baskısı ve polisin saldırıları nedeniyle sona erdirdikleri cumartesi eylemlerine, 10 yıl sonra, 2009'da yeniden başlamışlardır. Milliyet gazetesinin haberine göre 1990 - 2011 yılları arasındaki toplam faili meçhul cinayet sayısı 1.901'i bulmuştur.” EY ADALET, SENİ DE Mİ KAYBETTİLER? Evlatlarının katillerinin bulunmasını isteyen bu ailelere daha geçen ay nasıl bir muamelenin reva görüldüğünü biliyoruz. Toplantıları zorla dağıtılmış, içlerinden bazıları yerlerde sürüklenmiş ve gözaltına alınmışlardır. 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri altında kaybedilenler gibi 23 yıldır kendilerinden haber alınamayan kayıplar için ellerinde en modern araçlar bulunan güvenlik güçleri arama yapmışlar mıdır? Kanıt toplamışlar mıdır? Bu insanları kimler ortadan kaybetmiştir? Bu konu üzerinde ciddi olarak durulmadıkça ve kayıp yakınlarına tatmin edici bilgi verilmedikçe, Kaşıkçı cinayetini çözme çabası, ABD’nin hatırına yapılan bir iş olarak anlaşılacaktır. Ey adalet! Nerdesin? Neden Cumartesi Annelerinin yıllardır süren feryatlarını duymuyorsun? Yoksa sen de bütün devrimciler, yoksullar ve kimsesizler gibi tutuklu musun? Sen de mi faili meçhulsün? (20 Ekim 2018)

bottom of page