top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Ezo Gelin Kınalı Elleriyle…

    Geçenlerde Ulusal Eğitim Derneğinde İran uzmanı bir akademisyeni dinledik. Kendisi Azeri idi ve Türkiye’de yaşıyordu. Epeydir merak konusu olan İran’ın rejimi ve dış politikası hakkında şaşırtıcı şeyler söyledi. İran içerde hiç de demokratik olmayan baskıcı bir molla rejimi ile yönetiliyor ve İran petrol gelirlerini Irak’la uzun süren savaşından beri Ortadoğu’da Şii nüfuzunu yaymaya harcayarak halkını yoksul ve işsiz bırakıyordu. Bu nedenle İran halkının hiç değilse bir kısmını dışarıdan medet umar hale getirmişti. “Bugün İran’da ABD’nin abartısız yedi milyon oyu var” dedi konuşmacı. Gözlerimiz fal taşı gibi açıldı. Nasıl olurdu? ABD gibi dünya halklarının baş düşmanı Amerika’nın İran’da dostları nasıl olurdu? DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR Demek ki oluyor! Bunu açıklayan en özlü söz “Denize düşen yılana sarılır” atalar sözüdür. Yılan, normal zamanlarda hiç de sarılınacak bir yaratık olmamakla birlikte denize düşen ve boğulmak üzere olan bir insan, kendisine bir parça nefes aldıracak bir kararttı arar. Bu bir tahta parçası olduğu gibi, gemide iken düşman olduğunuz bir kişi de olabilir. Bunun geçmişte olduğu gibi bugün de milletler ve devletler arasındaki ilişkilerde sayısız örnekleri var. Osmanlı Beyliği’nin genişlemesini o dönemde Bizans vergi sisteminin halkı canından bezdirdiğine yoran tarihçiler çoktur. İstanbul’un 1453’te fethedilmesini Bizans’ta papanın başlığı yerine Müslüman sarığını görmeyi tercih edenlerin bulunmasına da bağlarlar. Birinci Dünya Savaşı’nda bir kısım Arapların İngiliz ve Fransızların tarafını tutup Osmanlı yönetiminden kurtulmak istemesini “Hain Araplar, bizi arkadan vurdular” gibi sözlerle açıklamak ve bu yolda tarih yazmak yetersiz bir açıklamaktır. Osmanlı, o topraklara dişe dokunur bir hizmet götüremediği gibi Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nda anlattığı gibi ücretsiz tarla bekçiği yapıyordu. Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa, oralarda birçok Suriyeli aydını darağacına çektirmişti! Ayhan Sarıhan da “Çöl Gelini” adlı Suriye gezi kitabında Arapların Türkiye’yi arkadan vurduğu iddiasının doğru olmadığını anlatır. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin Türkiye’ye girişini de hatırlayalım. Rusların Kars ve Ardahan'ı geri istediği gerekçesiyle Türkiye Amerika’nın şemsiyesi altına sığındı. Aç köylü 20 kuruşa Amerikan buğdayı yedi. Çarıklar çıkarılıp kara lastik giyen köylü Amerika hayranı kesildi. Ta 1960’ların ortalarından itibaren Türkiye’de anti Amerikancılık başlayana kadar. SORUNLAR YUMAĞI SURİYE Suriye’de çok sorun var. Dünyanın iki büyük gücü Amerika ve Rusya orada. İran ve Türkiye orada. Suudilerin, İsrail’in Suriye ile ilgili hesapları var. IŞİD’in bu bölgede Taliban rejiminden daha gaddar bir Ortaçağ devleti kurma girişimi bölgedeki iç ve dış kuvvetlerin çabasıyla sonuçsuz kalmış gibi. Şimdi sorun, Suriye devletinin geleceği ve oradaki Kürtlerin statüsünün ne olacağı. Ortadoğu’da Beşar Esat rejimini yıkmak, bu mümkün olmazsa onun egemenlik alanlarını sınırlamak, Rusya’yı bölgede dengelemek, İran etkisinin önünü kesmek isteyen ABD, Suriye’ye asker yığmak yerine kendi yönetimlerini kurmak isteyen Kürt oluşumlarına silah yardımı yapıyor. Bunu önce Türkiye ile birlikte muhalif Arapları eğitip donatarak Beşar Esat’ı bunlarla yıkmayı denedi, fakat bu unsurların Esat’ı yıkamayacağı anlaşılınca Türk yönetimi ile anlaşmazlığa düştü. Türkiye Suriyeli Araplardan ÖSO’yu kurdu, ABD ise PYD’nin ağırlıkta olduğu başka bir silahlı gücü kullanmaya başladı. Şimdi bu iki güç Suriye hükümetine karşı birlikte hareket etmenin yollarını arıyor. ABD de iki yol ağzında. Ya PDY’yi terk edecek ya da onunla birlikte Suriye’de kalıcı olmaya çalışacak. Bu durumda da stratejik Müttefik Türkiye ile arası iyice açılacak. ESAT’IN YAPMASI GEREKEN Bu sorunlar yumağının neresinde tutup çözmeli? Suriyeli olmayanı güçlerin o topraklarda ve rejim üzerinde söz sahibi olmamsı esas ilkedir. Uluslararası hukuka uygun olan da budur. Bu noktada Beşar Esat yönetimine büyük sorumluluklar düşüyor. Suriye yönetimi, rejimin eskisi gibi süremeyeceğini anlamalı, ülkedeki unsurlarla uzlaşma yolları arayarak onların yabancı güçlerle işbirliğine yönelmesini önlemelidir. Bu yerli unsurların başında Kürtlerin geldiği görülüyor. Suriye rejimi içinde kimlik sahibi olmayan Kürtlerin bu saatten sonra buna razı olması herhalde beklenemez. Dünyanın birçok ülkesinde azınlıklar sorunu, onlara kimlik vererek çözülmüştür ve herhalde bundan sonra da uygulanacak olan çözüm budur. Irak’ta bu sorun yıllar önce Kürtlere otonomi sağlanarak çözülmüş gibiydi. Suriye bu basireti gösteremezse hem ülkesi parçalanmış olarak kalacak, hem de bu parçalar üzerinde ABD gibi dış güçler denetim sahibi olacaklardır. Hiçbir milliyet, adam yerine konduğu, demokrasinin nimetlerinden yararlandığı, zenginliklerini paylaştığı bir ülkede yabancı güçlerle işbirliğine yönelmez. Denize düşürülmediği için sarılacak yılan aramaz. Çöl gelinleri de kocalarıyla ve çocuklarıyla mülteci olmaktan kurtulup mutlu bir hayata kavuşurlar. Ezo Gelin Suriye dağlarının başına çıkıp Türkiye’ye kınalı ellerini sallar. Belki de Beşar Esat’ın Kürtlerle bir masaya oturması yakındır. Öyle ya akıl var, yakın var. Denize düşenin yılana sarıldığı atasözünün Arapça bir karşılığı da olmalı. (14 Şubat 2018)

  • Bir Musibet Bin Nasihatten Yeğdir

    ABD Hükümeti ile Türkiye Hükümetinin Suriye’de vardıkları anlaşma şu dört gelişmenin sonucudur ve geçicidir. Birincisi: ABD Dünya jandarmalığının artık sökmediğini anlamış, Suriye devletini yıkma ve başka devletleri de bu çabasına ortak etme hevesinden vazgeçmiştir. ABD, Suriye’deki hâkimiyet mücadelesi nedeniyle bozulan Türkiye ile ilişkilerini onarmak için Tayyip Erdoğan’ın ısrarlı taleplerinden bir kısmını kabul etmiştir. Amerika’nın Ortadoğu’da en güçlü müttefiki ve Doğuda NATO’nun güçlü üyesi Türkiye’yi kaybetme riskini göze alamamıştır. Bu politika, Batının diğer ülkeleri için de geçerlidir. İkincisi: Türkiye Hükümetinin de başlangıçta Suriye’deki Kürt oluşumunu da kullanıp Suriye devletini yıkarak burada kendine bağımlı bir devlet yaratma projesi de suya düşmüş, bunun yerini Türkiye’nin güney sınırlarında bir Kürt oluşumuna izin vermeme politikası almıştır. Ancak sınır ötesi askerî hareket hemen bütün dünyanın tepkisiyle karşılaşmıştır. Üçüncüsü: Suriye’nin koruyucusu rolünü üstlenmiş olan Rusya’nın bölgedeki etkisi artmış, Beşar Esat rejiminin, PYD’nin hâkim olduğu bölgede TSK’nın elde tuttuğu kısımlar hariç, kendi askerlerini sokarak “Suriye’nin bütünlüğü” konusunda umutları artmıştır. Dördüncüsü: PYD, eli altında bulunan bölgeyi savunurken savaşçılarının bir kısmını kaybetmiş olsa da daha büyük kayıplara uğramadan 32 km güneye çekilmeyi kabul ederek daha büyük zarara uğramaktan veya bütünüyle yok olmaktan kurtulmuştur. Bu saptamalar, Suriye’nin, Türklerin ve Kürtlerin uzun vadede geleceği konusuna ışık tutmaktan uzaktır. SORUNUN KÖKTEN ÇÖZÜMÜ İÇİN Bölgemizde esaslı bir barışın kurulması, halkların rahat bir nefes alması, dostluk ve işbirliğinin hâkim olması, açılan derin yaraların onarılması için şu ana noktalarda anlaşmak şarttır: Birincisi: Başta Amerika olmak üzere, büyük devletler ve Suriye’nin komşuları bu devletin iç işlerine burunları sokmaktan vazgeçmeli, Suriye’den bütün yabancı silahlı güçler çekilmelidir. İkincisi: Herhangi bir devlet, Suriye’de rejim değişikliği yapmak için bu ülkedeki muhalif unsurlara silah ve politik destek vermekten vazgeçmelidir. Üçüncüsü: Suriye Hükümeti, gerek içerde ve gerekse dışarıda eleştiri konusu olan, hatta müdahale gerekçesi sayılan Nusayri Araplar dışındaki milliyetlere karşı katı tutumunu değiştirerek bunların hak ve özgürlüklerini anayasal güvence altına almalıdır. Yıllarca süren bunca kavgadan sonra eski statünün devam etmesi mümkün değildir. Aksi halde, Suriye’deki huzursuzlukların devam edeceğini varsayabiliriz. Bir musibet bin nasihatten yeğdir demişler. Suriye üzerinde yıllardır süren savaş, bu devlet için en büyük musibet idi. Şimdi bu kavgadan çıkarılacak ders, yalnız Suriye ve Ortadoğu’ya değil, dünyanın başka yerlerindeki benzer kavgalar için de öğretici olacaktır. Bu dersin oturduğu ilkeler zaten uluslararası ilişkilerde çok önceleri saptanmış ve uluslararası kuruluşların anlaşmalarına yazılmıştır: Her millet kendi kaderini kendisi tayin eder. Hiçbir devlet, başka bir devletin iç işlerine karışamaz. Vatan savunması dışında savaş bir felakettir. (18 Ekim 2019) zekisarihan.com

  • karıa yolu, bafa gölü ve halil ağa

    Kovan yaylaya geldiğimizde akşam oluyordu. Karşıda çok yakınımızda sarp dağların yeri belirsiz kuşu tek notalık şarkısını belli aralıklarla sessizliğe boşaltıyordu. Gu- guk..gu-guk.. Vadiyi zeytin ağaçlarının tek düze yeşili sarmıştı. Dağlara bakan evin üst üste yığılmış taşlardan oluşan duvarının önünde durduk. Bahçede, ağacın altındaki tahta masada bir çift, karşılıklı oturmuş yemek yiyordu. Bir kadın onların masasına bir şeyler bıraktıktan sonra bize yöneldi. Gürsel seslendi. -Teyze şu aşağıdaki düzlükte çadır kurabilir miyiz? Kadın kısa bir tereddüt geçirdi. Bakışında sanki bir güvensizlik, alaca karanlık bir kuşku dolaştı. İsteksizce... -Oluur.. Kuruun. -Peki sende yiyecek bir şeyler var mı? Sıcak yemek.. çay filan. Bezgin bezgin baktı. Masada oturan çifti işaret etti. -Sonuncuyu onlara verdim. Çadır kurmak için aşağıdaki düzlüğe yönelirken seslendi. -Tarhana çorbası yapsam olur mu? Yorgunluktan ölmüş sesim bir an canlandı. Gürsel'den önce konuştum. -Olur tabi. Duvara uzanan basamakları çıkıp bahçeye atladık. Kadın önümüzde yürürken konuşuyordu. -Ben de Söke'den yeni geldim.Söylemesi ayıp fare girmiş eve. Yatak döşek dışarı çıkarıp temizlik yaptım. Bir de elli kişilik bir gurup geldi onlara çay... Bi şeycik kalmadı. Ah bilseniz ne kadar yoruldum. İki yabancıyla selamlaştıktan sonra bahçedeki taşlara oturduk. O kuş yine ötmeye başladı. Gu-guk..gu-guk... Neyi anlatıyordu ki.. Ben ne anlarsam onu. Zamansızlığı... hiçliği... garipliği. Belki de yorgun bir iç çekişi. Yabancılardan erkek olanı İngilizce sordu. Okullarda on iki yıl İngilizce dersi gördüm ama şimdi bu adamın dilinde söyleyemem sorusunu... En azından kendi dilimle söyleyeyim. -Siz bu kuşa ne diyordunuz? Dilime hafif bir İngilizce sos katıp yanıtladım. Gurur duydum(!) tabi kendimle.. -Guguk bird. Doğrusu bu kuşun guguk kuşu olduğundan da emin değilim ya. Öyle deyiverdim işte. Aklımdan geçmedi değil, Jack Nicholson's film's name demek de. Ama konuyu derinleştirmenin ne gereği vardı ki. Sustum... Adam karısına döndü. Birlikte kendi dillerinde kuşun ötüşünü yansılayıp gülüştüler. Gürsel'in İngilizcesi kafa göz yarsa da benden daha iyi. Adamın karısıyla Karya yolunun zorluklarını konuştular bir süre. Ama İngilizceyi en iyi konuşan ev sahibemiz Hatice Hanımdı. Ara sıra tencereye eğdiği başını kaldırıp turistlere soruyordu. -Are you hungry. Gürsel, Hatice hanımın bizden ne kadar küçük olduğunu, artık teyze diyebileceğimiz insanların ne kadar azaldığı gerçeğini fark etmiş olmalı ki hitabından o ''teyze'' sözcüğünü kaldırarak, TRT spikeri gibi sordu. -Efendim nerede öğrendiniz İngilizceyi. Kadının sesinde yine o bezgin tını dolaştı. -Nereden olacak ki... Benim Türk'ten çok yabancı arkadaşım var. Allah Allah dedim kendi kendime Söke gibi bir yerde yabancı arkadaş bolluğu. Olacak şey değil. Sonra aklıma geldi. Belki yurt dışında kalmıştır, kim bilir? Bu kez ben sordum. -Burada korkmuyor musunuz? Sessizlikten, yalnızlıktan, geceden. Heyecansız donuk donuk konuştu. Yanıtı yine ''ki''li, yine karşıdaki dağlar kadar dikti. -Niye korkacakmışım ki. Ben sesten kaçıyorum zaten. Sessizliği seviyorum. İki saat oldu. Ortada yemek filan yok. -Tarhana da kalmamış bulgur da. Ben de patates yaptım diyerek iki tabağı önümüze bıraktı çok geçmeden. Kaşık ve birkaç kuru ekmek dilimini de getirdikten sonra turistleri göstererek. -Şunların yatağını serip de geleyim. Uykuları gelmiş dedi. Ömrümde böyle bir patates yemeği yemedim. Herhalde ben yapsam sonuç bu kadar feci olmazdı. Patatesler hiç pişmemişti. Suyu tatsız tuzsuzdu. Gerçi yemeği yaparken ipuçları vermişti Hatice. Ama yine de böylesini hiç beklemiyordum. -Ben yemeklere tuz katmam. Salçaya da... Ne bileyim ağzıma tuz değdiğinde yüzüm gözüm şişiyor. Kadının yemeğindeki ve sözlerindeki tuzsuzluğu çekip isminin önüne getiriyorum. Adını akıl defterime ''Tuzsuz Hatice'' olarak kaydediyorum. Gece oldu. Ortalık sessiz. Guguk kuşu uykuya varmış. Başka canlıların sesi duyuluyor ara sıra karanlıkta. Murat Ali, Hatice'nin amcasıymış. Az uzaktaki evde oturuyor. O geliyor ziyaretimize. Zaten epi topu iki ev var burada. Yüzü bir kayadan yontulmuş gibi Murat Ali'nin. Başında köşeli bir kasketi var. Dudaklarının üstünde kalın bıyıkları bembeyaz. Konuşurken küçük gözlerinden kıvılcımlar saçıyor. 1948 doğumlu olması sadece bedeninde gösteriyor kendini. Değilse çok genç. Ne çocuklarından ne torunlarından ne hastalıklarından söz ediyor o yaşa özgü insanların çoğunun yaptığı gibi. 27 Mayıs'tan, 12 Mart'tan, Eylül fırtınasından konuşuyoruz. Günümüzde yaşananlar hakkındaki görüşlerini de söylüyor. Lise mezunuymuş. -Sökeli yazar Samim Kocagöz'ü tanıyor musun? Gülümsüyor. -Tanımaz olur muyum hiç çok kitabını okudum. -O da geniş toprakların sahibiymiş ama öykülerinde, romanlarında tarım işçilerini anlatmış hep. Sıkıntılarını, çilelerini, mücadelelerini. Bu yönüyle biraz Tolstoy'a benzetirim onu. Kendi sınıfına ihanet etmiş. -Severim öyle adamları hocam. Hem de çook. Hatice'nin getirdiği açık ve soğuk çayları içtikten sonra noktalanıyor söyleşimiz. Kalkıyoruz. Aşağıdaki düzlükte zeytin ağaçlarının arasına çadırımızı kurarken Murat Ali de bize yardım ediyor. Sabah yola koyulmadan önce Hatice'ye benim kafamda nam-ı diğer Tuzsuz Hatice'ye borcumuzu soruyorum. -Valla bilmem ki pek bi şey de yapmadım ama... Hani çay filan da verdim ya... Yirmi mi desem... Hadi otuz olsun. Gülümseyerek parayı uzatıyorum.Şimdi aklımda sadece o zorlu yol var. Rampalar, üst üste nasıl bindiğine akıl erdiremediğim şapkalı kayalar. Ama anlamak için yürümek lazım. Her anlamda yürümek. Oturan insan sadece görmeden tanımadan yargılar biriktiriyor kafasında. Kemikleşmiş ön yargılar. Etrafı eflatun karabaş otlarının kokusu sarmış. Arılar vızıldıyor. Menzilimiz Bafa gölünün kıyısındaki Kapıkırı. İşte o gölün öyküsüne yürüyorum. Gölün tapusu Osmanlıdan beri üzerine kayıtlı, köylüye izinsiz tek balık bile tutturmayan Halil Ağa ve silahlı adamlarının öyküsüne... Göl insanlarına... Guguk kuşu sesini boşluğa yeniden boşaltmaya başlarken sırtımdaki çantanın hafiflediğini hisseder gibi oluyorum. -karia yolu, kapıkırı köyü, bafa gölü- Tepedeki pansiyonun restaurantından aşağıya Bafa gölünün dalgalı mavisine bakıyorum. Sular kıyıya vurur vurmaz bembeyaz köpürüyor. Gökyüzünde deniz kuşları... Masamızda methini bura insanından çok duyduğum yılan balığı... Rakı 35'lik olsun. Yorgunum. Dahasını içesim yok. İşletme sahibi yanımıza gelip oturuyor. Kısacık boyundan taşmış göbeğiyle durmadan zıplayan plastik bir top gibi. -Kapıkırı'nın en eski pansiyonu benimki. Aşağı yukarı otuz yıl oluyor. Burasını işler büyüyünce genişlettim ama başıma dert aldım. Bu köy sit alanı çünkü. İzinsiz en ufak bir değişiklik yapamazsın. Mahkemeye verdiler. Sonuç iki yıl hapis, bir de para cezası... Dava yargıtayda... Şimdi erken seçim var ya görürsünüz oy için affedecekler... Bir ara göle döndüm yüzümü. Konuşmadan koptum. İçimden bir kayık göle açıldı gece yarısı.Yaşlı balıkçı sessizce kürekleri çekerken yüreğinin gümbürtüsünü duyuyordu sadece. Yanındaki çocuk bir oyuna vermişti kendini. Uykusunu açmak için elini gölün serinliğine batırıp batırıp çıkarıyordu. Kayık, ağları atacakları yere çok yaklaşmıştı. 'Ya' dedi balıkçı.''Ya Halil Ağa'nın adamlarına rastlarsak..Allah korusun''. Bir dua mırıldandı sonra. Gölün karanlığında bir deniz kuşu garip garip öttü. Oğluna fısıldadı. ''Hadi oğlum.Ellerini çıkar sudan. Oyun bitti geldik işte. Tam ağları suya atacaklardı ki silahlar patladı. İri bir sazan suyun yüzeyine sıçradı.Adam düştü. Çocuk ağlamaya başladı. Ben Nazım'ın sesini duydum o an. ''Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. Ve gölde ipi kopmuş boş bir balıkçı kayığı bir kuş ölüsü gibi. suyun üstünde yüzüyor. Gidiyor suyun götürdüğü yere, gidiyor parçalanmak için karşı dağlara. İznik gölünde akşam oldu. Dağ başlarının kalın sesli sipahileri güneşin boynunu vurup kanını göle akıttılar. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır, bir sazan balığı yüzünden kaleye zincirlenen balıkçının kadını." Düş perdem öylece kapandı. Masaya döndüm. Tabaktaki yılan balığından bir parçayı alıp ağzıma attım. Yağlı... midem bulandı. Adam, yanında oturan yol arkadaşım Gürsel'e yılan balıklarının öyküsünü anlatıyordu o sıra. Araya girdim. -Bafa gölünde 60'lı 70'li yıllarda bazı olaylar yaşanmıştı. Hatırlar mısın? Şaşırdı. -Hatırlamaz olur muyum hiç. Halil Ağa diye bir adam vardı. Kıyıdaki S.. köyünden.. Gölün tapusu onun. Hem de Osmanlı tapusu. Ondan habersiz Bafa gölünde kimse balık tutamazdı. Silahlı adamları dolaşırdı suda gece gündüz. Babamla korka korka balığa çıktığımız uykusuz gece yarılarını hiç unutmam. Neyse ki Bülent Ecevit son verdi bu zulme. Halil Ağa hapiste öldü. Sonra şöyle bir şey söyledi.Celladına aşk mı saklıydı bu sözlerde bilemedim. -Tamam Halil Ağa kötüydü kötü olmasına ama onun zamanında yılan balıklarıyla kaynardı göl. Şimdi ne oldu? Yılan balığının nesli tükeniyor. Hem artık Halil Ağa'yı hatırlayan da pek yok. Millet daha çok kazanmak derdinde. Giovanni Papin'in hastasına ''senin bu derdini iyileştiremem ama onu unutturacak daha güçlü bir dert veririm ancak.'' diyen deli doktoru geldi aklıma. Sonra başka bir göl kıyısından kopup gelmiş şair Metin Güven'in söylediği.. ''Unutmak iyidir. İnsan unutarak hatırlar yaşananları.''

  • Alev Konuşma

    Okurum bir şiirde: Konuşmak kutsaldır. Ama konuşmaz tanrılar yaratır ve yıkarlar dünyaları insanlar konuşurken. Onlar, sözsüz oynar en tehlikeli oyunları. Tin iner, ve gevşetir dilleri ama söz çıkmaz: Konuştuğu alevdir. Dil yakılınca bir tanrı tarafından bir öngörü olur alevden ve bir kule dumandan ve çöküşü yanmış hecelerin: Anlamı kalmayan kül. İnsanın sözü ölümün kızı. Konuşuruz çünkü ölümlüyüz: Sözler im değildir, yıldır. Söylediklerini söyleyerek söylediğimiz sözler zamanı söyler: Bizi adlandırırlar. Biz zamanın adlarıyız. Suskundur, ölüler de ama söylerler sözleri yaşayanların söylediği. Dil evidir herşeyin ve açacak gibi durur uçurumun kıyısında. Konuşmak insana özgü. Çeviri: Ali CENGİZKAN * OKTAVIA PAZ Meksikalı yazar, şair ve diplomat. 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü almıştır. 31 Mart 1914'te Meksika'nın Mexico kentinde doğdu. İspanyol bir anne ile Emiliano Zapata'yı destekleyen yerli kökenli Meksikalı avukat bir babanın oğlu. Ailesi iç savaşında sıkıntıya düştüğünden zor koşullarda büyüdü. Meksika Üniversitesi'nde eğitim gördü. İlk şiir kitabı "Ormandaki Ay" 19 yaşındayken yayınlandı. 1937'de İspanyaya giderek Cumhuriyetçiler'i destekledi. Ardından Paris'e geçti. Kendisini derinden etkileyen Robert Desnos ve diğer gerçeküstücü şairlerle tanıştı. Meksika'ya dönüşünde edebiyat dergileri kurdu yönetti. 1963'te Meksika'nın Hindistan Büyükelçisi oldu. Meksika hükümetinin radikal üniversite öğrencilerine karşı sert tutumunu protesto için 1968'de istifa etti. Fransa, İngiltere ve ABD'de yaşadı. İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'nde kısa bir süre ders verdi.1990'da edebiyata katkıları nedeniyle Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer bulundu. Solcu görüşlere eleştiriler yöneltti, solcular tarafından eleştirildi. Ama kendisini sosyalist olarak adlandırmayı sürdürdü. Şiir ve yazılarında Meksika halk edebiyatı ve folklor öğeleriyle gerçeküstücülüğü bağdaştıran bir tutum izledi.​

  • Güneşe Dokunmak

    / -DOSYA- ESİN PERİLERİ ve YARATICILIK SÜRECİ / 40 sanatçı, 40 ayrı sanat öyküsü... Ülkemizde dünyanın en nankör işi olarak gözüken, buza yazı yazmaktan bir farkı olmayan kültür sanat işine bulaşmış, nicel, nitel bakımdan gerçekten önemli bir kitle var. Ama çoğu üniversitesinde prof, okulunda öğretmen, muayenehanesinde doktor, sokakta sıradan bir insan görünen, kendini hep başka bir şey, yaşamını ekonomik kazanımı olan alanla tanımlayabilen, ille de sanatçı olacağım diyenlerinse, ders alınacak yaşam öyküleriyle, geçim sıkıntıları çektiği, hiç bir şey kazanamadığı halde, devletin boynuna yazar kasa asmayı düşündüğü ya da bir hata yapsa da hapse tıksam diye baktığı, aslında çok zeki, çok becerikli, müteahhit olsa kırk köşe dönecek, enerjisini politikaya akıtsa belki de en yüksek makamları kapacak o güzel insanları konu ediyoruz. Ömrünce pervaneler gibi “güneşe dokunmak” için her şeylerini feda eden, gecesini gündüzüne katarak üreten, bir alkış dışında hiçbir şey beklemeyen, onu da, hiçbir zaman moda bir yaklaşımın emrine girmezse bulamayan, çoğu kez yaklaştığı güneşte yanan o güzel insanlarımızı konu alan “GÜNEŞE DOKUNMAK “ dosyamız, “Sanatçı, Esin Perileri ve Yaratma Sürecini” içeriyor. Sanatın her dalına açık dosyamızla, mümkün olduğunca çok sanatçımıza ulaşmak istedik. Yazarı, Ressamı, Heykeltraşı, Mimarı, Yedinci Sanatla Uğraşanı, Her Sanat Dalı… Sonuçta hiçbir yerde bulamayacağınız bir alan araştırması ortaya çıktı. Bir derginin yetmediği çalışmayı ancak 2 sayıda maviADA BAHAR ve GÜZ 2007’de tamamlayabildik. 40 sanatçı, 40 ayrı hikaye... maviADA sizinle paylaşmaktan onur duyduğu kaderi ve kederi ölümsüz bir anıya dönüştürmek istedi. Şenol YAZICI * OKUMAK YA DA BİLGİSAYARINIZA İNDİRMEK İSTERSENİZ RESME TIKLAYINIZ * KATILANLAR 3-Güldem Şahan 5-Feyza Hepçilingirler 6-Fadime Y.Karoğlu 7-Gültekin Emre 9-Cihan Demirci 12-Hakan Sürsal 14-Hasan Erkek 15-Raşal Rakella Asal 16- Öner Yağcı 19-Ayşe Kilimci 20-Alime Mitap 21-Özcan Öztürk 22-Münevver Oğan 23-Sakine Öztürk 24-Kemal Gündüzalp 26-İlkay Noylan 28-Filiz Gülmez 29-Mehmet Rayman 30-Bilal Kayabay 31- Ahmet Yeşil 32-Alaattin Topçu 33-Zafer Köse 34-Gülsüm Baykal 36-Belma Pirim 37-Ayşegül Arat 39-Halide Yıldırım ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Bir Vatan ve Uygarlık Düşmanı Mustafa Sabri

    Damat Ferit Hükümetlerinde şeyhülislamlık yapan Mustafa Sabri Efendi adının Tokat’ta bir imam hatip lisesine verilmesi toplumda haklı bir tepkiyle karşılandı. Yakın tarihimizde Tanzimat’tan beri süregelen kaçınılmaz modernleşme hareketine karşı çıkmış birçok din adamı ve siyasetçi var. Fakat bunların çoğunluğu bağımsız bir vatan düşüncesine uzak değillerdir, hatta çoğu Millî Kurtuluş Savaşı’na canla başla katılmışlardır. İmam Hatip Lisesine adı verilen Mustafa Sabri ise yalnız bir uygarlık düşmanı değil, Vahdettin. Damat Ferit Paşa, Ali Kemal gibi İngilizlerle kaderini birleştirmiş biridir. Hatta bu ekibin en ileri gidenidir. Aşağıda onun hayat hikâyesinden satırbaşları sunacağız. Din ve dünya görüşleriyle ilgili olarak Yard. Doç Dr. Ahmet Akbulut’un “Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Görüşleri” (www.islamiaraştırmalar.com) makalesinden, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki siyasi faaliyetleri ile ilgili olarak da Kurtuluş Savaşı Günlüğü C.1-4 (Türk Tarih Kurumu) adlı kitabımdan yararlandım. HÜRRİYET VE İTİLAF MİLİTANI 1890’da Tokat’ta doğan Mustafa Sabri Efendi, müderris sıfatıyla 22 yaşında Fatih Medresesinde görevlendirildi. İkinci Meşrutiyet’in ilk seçimlerinde Tokat’tan mebus oldu. Aynı zamanda siyasi bir örgüt olan Cemiyet-i İttihad-ı İslamiye’yi kurdu. Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne girdi. Beytan-ül Hak dergisinin başyazarı oldu. Sosyal hayatın dine göre düzenlenmesini istiyordu. İttihat ve Terakki yönetiminin tutuklama girişiminden kurtularak Romanya’ya kaçtı ve Ateşkes Anlaşması’ndan sonra İstanbul’a döndü. İngiliz yanlısı Sabah gazetesi, 17 Kasım 1918 tarihli sayısında “Muhterem Mücahit Tokat Eski Mebusu Mutafa Sabri Efendi”nin demecini yayımladı: “Hürriyet ve İtilaf ölmemiştir. Genel Merkezi ile, şubeleri ile, sürgünlerden ve yabancı devletlerden dönen, peş peşe dönmekte olan eski mebuslarıyla mevcut ve birlik halinde faaliyettedir.” 13 Ocak 1919 günü Hürriyet ve İtilaf’ın yöneticileri olarak Damat Ferit’le birlikte sadrazam Tevfik Paşa’yı ziyaret ederek hükümetin hangi partiye dayanacağını sordular. Tevfik Paşa Hürriyet ve İtilaf’a dayanacaklarını söyleyince hükümeti destekleme kararı aldılar. 19 Şubat’ta kurulan Cemiyet-i Müderrisîn’in de İsklipii Atıf Hoca, Saidi Kürdî (O zamanki adı böyleydi) gibi kurucuları arasındaydı. Yönetimdeki İttihatçılar tasfiye ediliyor, yerlerine İtilafçılar yerleşiyordu. Onu da o zamanın Şeyhülislamlığa bağlı olan fetva kurumu Dar-ül Hkmet-ül İslamiye Dairesine üye yaptılar, aynı zamanda Süleymaniye Medresesi hadis müderrisliğine atadılar. 16 Mart 1919’da Senato üyeleri arasında yapılan tasfiyeler üzerine orada boşalan bir üyeliğe getirildi. Mustafa Sabri Efendi’nin ikbal yolları İngilizler, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’nın sayesinde sonuna kadar açıldı. 4 Mart 1919’da kurulan ilk Damat Ferit Paşa kabinesinde Şeyhülislam oldu. Yunanlıların 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesi üzerine güç durumda kalan hükümet istifa etti. 19 Mayıs 1919’da kurulan İkinci Damat Ferit Hükümetinde Mustafa Sabri Efendi tekrar yerini aldı. Müttefikler, Türkiye’nin tezlerini usulen dinlemek üzere Damat Ferit Paşa’yı Paris Barış Konferansı’na çağırınca Mustafa Sabri Efendi 6 Haziran 1919’dan başlayarak 15 Temmuz’a kadar ona vekâlet etti. Bu sürse içinde Hürriyet ve İtilaf Partisi de hükümete muhalefet etmeye başladı ve partili bakanların istifasını istedi. Mustafa Sabri bu istifa isteğine uymadı. Damat Ferit, 20 Temmuz 1919’da istifa ederek bu kabineyi tasfiye etti. O artık Padişah’ın ve İngilizlerin desteğini yeterli görüyordu. 21 Temmuz’da üçüncü hükümetini kurunca Mustafa Sabri Efendi gene Şeyhülislam koltuğuna oturtuldu. Sivas Kongresine bağlı kuvvetlerin zorlamasıyla 30 Eylül 1919’da bu hükümet de istifa edinceye kadar yerini korudu. İngiliz Yüksek Komiseri Caltrop, 18 Haziran 1919’da verdiği bir raporda onu “namuslu, fakat kuvvetli değil” diye anlattı. Namusun ölçüsü belli ki İngiliz çıkarlarına sadık olmaktı. KUVAYI MİLLİYE’YE DÜŞMAN 22 Haziran’da da İngiliz Yüksek Komiserliği memurları Ryan ve Deedes, Mustafa Sabri Efendi’yle Mustafa Kemal’in İstanbul’a dönme konusunu görüştüler. Sadrazam Vekili onlara “Dönmesine çalışıyoruz. Ancak dönerse tutuklanacağından endişe ediyor. Bunu yapmayacağınıza söz verebilir misiniz?” dedi. Memurların yanıtı “Talimat almadan söz veremeyiz!” oldu. 6 Temmuz 1919’da Damat Ferit’in vekili olarak başkanlık ettiği hükümet, Padişahın iradesi olmadan asker toplayan kumandanların görevden alınması ve yargılanmalarını, Kuvayı Milliye için bağış toplamanın önüne geçilmesi kararını aldı. 7/8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın görevden alınması kararını Padişah’la birlikte imzaladı. 30 Ağustos 1919’da da Elazığ Valisi Ali Galip Bey’den Sivas kongresini dağıtmak ve Mustafa Kemal’le arkadaşlarını tutuklamak için Sivas Valiliği ve Üçüncü Kolordu Komutanlığını kabul etmesini özellikle istedi. Bu hizmetlerinden ötürü Padişah tarafından 4 Eylül 1919 günü birinci rütbe Osmanlı nişanı ile taltif edildi. İngiliz Yüksek Komiserinin 8 Temmuz 1919 tarihli raporuna göre Padişah Mustafa Sabri’yi Yüksek Komiserliğe göndererek Ege’de Yunan işgalinin sınırlanmasını ve Yunan kıtalarının yanında İngiliz kıtalarının da bulunmasını istemişti. Onun bu dönemde sureti haktan görünerek İtilaf Devletlerinden Yunan zulmünden şikâyet eden ve İzmir’in boşaltılmasını isteyen bazı talepleri de oldu. 12 Eylül 1919’da Padişah adına Damat Ferit’le İngiliz ajanları arasında yapılan ve İngiltere’nin Türkiye’nin bütünlüğünü korumasına karşılık halifelik nüfuzunun İngiltere lehine kullanılacağı gibi maddeler içeren bir gizli anlaşmadan hükümetin başı ve Şeyhülislam olarak Mustafa Sabri Efendi’nin haberdar olmaması mümkün görünmüyor. Hürriyet ve İtilaf’la hükümetin arası açılmıştı, hükümet dağılmak üzereydi. Parti üyesi olan Mustafa Sabri, hükümetten ayrılma yerine Hürriyet ve İtilaftan ayrılmayı tercih ederek Milli Muhafazakâr bir parti kurulması için 7 Ağustos’ta Şeyhülislamlık’ta dönemin en namlı İngilizcileri olan Refik Halit, Zeynelabidin, Vasfi Efendiyle bir toplantı yaptı. Anadolu hareketine karşı Hürriyet ve İtilafı yeterince sert bulmuyordu! TEK DAYANAĞI İNGİLİZLER Anadolu’da gelişen millî hareket gitgide alevlenirken Hükümet 11 Temmuz’1919’da seçim yasasını görüştü. Bir çıkmazda olduklarını anlayan hükümet üyelerinin çoğu seçim isterken Mustafa Sabri seçim yapılmasına karşı çıktı. Bu onun milli iradeye değil, İngilizlerin iradesine yaslanmak istediğinin kanıtıdır. Hükümetteki çatlağın büyümesi üzerine Padişah, 29 Eylül’de Dâhiliye Nazırı ile birlikte Mustafa Sabri Efendi’yi saraya çağırarak onlara danıştı. Ertesi gün Damat Ferit istifa etmek zorunda kaldı. Böylece Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislamlığı efendisi olan İngilizlerin Anadolu ile uzlaşan bir hükümet istemeleri nedeniyle sona erdi. Ancak Mustafa Sabri Efendinin bundan sonra da boş durmadığı görünüyor. 21 Şubat 1920’de Alemdar gazetesinde yayımlanan demecinde Bolşevizm aleyhinde bulunarak İttihatçı olarak nitelediği Kuvayı Milliyecilerin Bolşeviklerle anlaşmak istediklerini yazdı. 22 Mart’ta aynı gazetede mebusların subayların gücüne dayandığını yazarak “Ey zabitler size yazıklar olsun! Muazzam bir devlet ve milleti beş on dinsiz ve vatansız çapulcunun yoluna feda ettiniz” diyordu. 10 Şubat’ta da şunları yazıyordu: “Hilafet ve saltanatı parçalamak isteyen aklı ve nesli gibi mezhebi ve meşrebi belli olmayan bir serderge… Ankara’daki eşkıyalık yuvasından sesini yükseltiyor. Sultan Osmanoğlunun makamına geçmek istiyor. Padişah’ı da tehdit etmek istiyor!” Mustafa Sabri görüşlerine en yakın Alemdar gazetesine postu sermiş bulunuyordu. Vahdet gazetesi, 29 Mart 1921’de onun sözlerini Beyoğlu’nda çıkan azınlık gazetelerinin yazdıklarına benzetti. İzmir’in işgali üzerine Vatanseverler yalnız Anadolu’da değil İstanbul’da da meydanları mitinglerle inletmişti. Memleket için miting ve gösteriyi hep vatanseverler yapacak değildi ya! İngiliz yanlısı muhafazakârlar da memleket için bir şey söylemeliydiler. Zaten onlardan başkasının konuşması, yazması yasaktı. Sevr Anlaşmasının hazırlandığı tarihlerde Hürriyet ve İtilaf Partisi öncülüğünde Sultanahmet’te adına “miting” denen bir toplantı yapıldı. Burada bir konuşma yapan eski şeyhülislam, bu şartların kabul edilemeyeceğini söyledi. Ancak Padişahın Sevr anlaşmasını görüşmek için topladığı Saltanat Şûrası’nda anlaşmanın kabul edilmesi doğrultusunda görüş bildirdi. İNGİLİZ CASUSU SAİT MOLLA İLE BİRLİKTE Sadık Bey’in Hürriyet ve İtilaf’ı bir çiftlik gibi kullandığını ileri süren İngilizciler, yeni bir parti kurmaya karar verdiler. 30 Haziran 1920’de Anadolu hareketine azılı düşmanlıklarıyla tanınan kişilerden bazıları başta Mustafa Sabri olmak üzere Alemdar Gazetesi sahibi Refi Cevat’ın yönetiminde toplanarak yeni partinin adını ve programını tartıştılar. 6 Temmuz’da Mutedil Hürriyet ve İtilaf Partisini kurdular. Merkez yöneticileri arasında Mustafa Sabri Efendi’nin adı başta geliyordu. Hürriyet ve İtilaf’taki bu parçalanma İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni de parçaladı. Mustafa Sabri Efendi, İngiliz Casusu Sait Molla ile birlikte 6 Ekim 1921’de yeni bir yönetim kurulu oluşturdu. Kendisi cemiyetin başına geçti. İnönü siperlerinde kazanılan başarılar, hele Sakarya Zaferi, bütün yurtseverlerin zafere olan inançlarını pekiştirmişti. Yurtsever İstanbul halkı da iyimser bir bekleyiş içindeydi. İflah olmaz İngiliz işbirlikçileri de, geçmişteki suçlarının hesabını verememe korkusu sarmıştı. Bu nedenle birbirlerine sarıldılar. 1922 yaz ortalarında Hürriyet İtilafçılarla Mutedil Hürriyet ve İtirafçılar Serl Doryan Kulübünde Mustafa Sabri’nin de katıldığı Damat Ferit’i onurlandırdıkları bir toplantı yaptılar. Dört gün sürecek toplantının konusu savaşın bitiminde İtilaf Devletlerinin ülkeyi kendilerine teslim etmesiydi! Akbulut’a göre Ordu İzmir’e yürürken Padişah’tan sadrazamlık ve TBMM ordularına karşı bir ordu kurma isteğinde bulundu. Büyük Zafer’den sonra ne yapacağını şaşıran Padişahın 3 Kasım 1922’de saraya çağırıp danıştığı kişilerden biri de Mustafa Sabri Efendi’ydi. HİNT MÜSLÜMANLARI DA LANETLEDİ Mustafa Sabri Efendi’nin Padişah’n kaçtığı günlerde İstanbul’dan firar ettiği anlaşılıyor. 18 Kasım’da Mısır’a vardı. 19 Kasım 1922’de Hindistan’a giderken Padişah’ın el yazısıyla bir mektup götürdü. 20 Kasım 1922 günü Hint Hilafet Komitesi başkanı Chotani, Bombay’dan Ankara’nın Roma Temsilcisi Celalettin Arif Bey’e gönderdiği telgrafta, Vahdettin’in Mustafa Sabri ve Rıza Tevfik’in İngilizler tarafından Hindistan’a getirtilip propaganda için kullanılmasına Hint Müslümanlarının izin vermeyeceğini, İslamiyet’e ve Vatanseverliğe aykırı davranan bu kişilerin bir saygınlığının bulunmadığını anlattı ve Hint Müslümanlarının TBMM’ne tam saygıları bulunduğunu bildirdi. El Ezher’de müderrislik yaptı. 1924’te 150’likler listesine alındı. 1938’de af çıktığı halde yurda dönmedi. 1954’te Kahire’de öldü. 5 Türkçe, 6 Arapça eseri bulunan Mustafa Sabri Efendinin bazı görüşleri şöyledir: “Arap milleti Türk milletinden daha faziletlidir.” “Din ile siyaset ayrılamaz.” “Müzik dinlemek yerine Kur’an okunmalıdır.” “Resim yapmak, fotoğraf çektirmek İslam’a aykırıdır.” “Şapka giyilmesi dinî ve millî bir küfürdür.” “Arapça Müslümanların ortak dili olmalıdır.” “Erkek kadından üstündür. Hâkimiyet erkeğin hakkıdır.” “Çok kadınla evlenmek meşrudur.” (BirGün, 17 Kasım 2017, küçük düzeltmeler yapılmış ve ara başlıklar konulmuştur)

  • “Mustafa Kemal'in Askerleriyiz”

    CHP’nin İstanbul il başkanlığına seçilen Canan Kaftancıoğlu, yalnız iktidar sözcülerinin değil, bazı muhalif çevrelerin de hedefi haline geldi. Canan Hanım’ın bu vesile ile orta edilen eski paylaşımlarına bakılırsa, Gezi protestolarında tanık olduğumuz sıkı bir eylemci imiş. Bir gün gelip CHP il başkanlığına adaylığını koyacağını düşünseydi kim bilir ortalıkta biraz daha az görünürdü… Peşinen söylemek zorundayım ki, onun özür dilediği ve dilemediği eylemlerindeki üslupla benimki arasında farklar var. Ben bir şey yapar veya söylerken milletin büyük çoğunluğunun bunu nasıl karşılayacağını düşünürüm. Onların temsilcisi de sanki rahmetli annemdir. Onu ikna edeceğimi düşünmediğim bir eylemde bulunmam. Canan Hanım’ın eşinin bir yabancıyla da olsa yedikleri domuz etinin fotoğrafını paylaşması bu konularda duyarlı bir çevrede yetişmiş olan birinin yapacağı iş değil. Fakat ben gerek sade düşünme, gerek yaşantı açısından önemli ölçüde köylü özellikleri taşıyan biriyim. Fakat Türkiye hızla şehirleşiyor ve şehirlerde büyüyen insanlar için ana muhalefet partisi gibi milyonların desteğine ihtiyacı olan bir partide il başkanı oluncaya kadar böyle şeyler sorun olmayabilir. MUSTAFA KEMAL’İN ASKERİ Mİ, YOLDAŞI MI? Sayın Kaftancıoğlu’nun, bazı kitle eylemlerinde sıkça kullanılmakta olan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganını militarist bulup “Mustafa Kemal’in yoldaşlarıyız” diye paylaşımda bulunmasını da diline dolayanlar var. Bunların Bektaşi’nin latife olarak “Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız” emrindeki ilk kısmı gizleyip “Namaza yaklaşmayınız” kısmını kullanması gibi, şu “yoldaşlık” kısmını gizleyip “Vay sen Atatürk’e karşı mısın?” diye yaylım ateşe başlamaları yalnız tahammülsüzlüğün değil, çarpıtmanın da örneğini veriyorlar. Canan Hanım kendince açıklama yaptı. Atatürk’ü sevdiğini, onun yolundan gittiğini ve onu bir yoldaş olarak kabul ettiğini söyledi ama bu karşıtlarını tatmin etmedi. “Yoldaşlık” sosyalist bir söylemdir ve şüphesiz ki “asker”likten daha samimi ve sıcaktır. Bu açıklamanın doyurucu sayılmamasının nedeni, onların bir kısmının geçmişte sosyalizmle bir bağlarının olmayışı, bir kısmı içinse sosyalizmin zaten ölmüş bulunmasıdır. CHP Genel başkanlığına “Atatürk’ün bir askeri” olarak adaylığını koyan Ümit Kocasakal zaten hiçbir zaman “yoldaş” olmadı. BU SLOGAN NERDEN ÇIKTI? “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını kitleler ilk olarak çeşitli gösterilerde Türkiye Gençlik Birliği’ne mensup gençlerden duydu. Git gide yaygınlık kazanarak CHP’lilerin bir kısmı da bunlara eşlik etmeye başladı. Fakat Gökçe Fırat, yayımladığı “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” adlı kitapta (İlk baskı 50.000, ikinci baskı da yapmış), bu sloganı ilk kez kendilerinin kullandığını, İşçi Partisi’nin bunu kendilerinden çaldığını ileri sürdü. Gökçe Fırat, bildiğimiz siyasi hayatına İP’in gençlik kolu olan Öncü Gençlik başkanlığında başladı ve çok hareketli bir genç olması nedeniyle oldukça da seviliyordu. Fakat İP’li gençlerle bir kampta onları kanun dışı eylemlere kışkırttığı, partiye sızmış bir ajan olduğu gerekçesiyle partiden atıldı. Daha sonra CHP’ye kaydolduğunu, oradan da aynı gerekçeyle üyeliğine son verildiğini öğrendik. Bunun üzerine Gökçe Fırat, Türk Solu ve İleri dergilerini çıkardı. Ulusal Parti’yi kurarak başına geçti. Onun daha da ünlenmesini sağlayan eylemi, 2003’te rektörlerin Anıtkabir yürüyüşünde “Ordu Göreve” pankartını açtırmasıdır. Rektörler, bunun bir provokasyon olduğunu söylediler. Durum bu merkezdeyken Ergenekon davalarının ünlü savcısı Zekeriya Öz, bu olay hakkında birçok kişinin ifadesini alırken Gökçe Fırat’a dokunmadı. Derken Ergenekon kumpası bitti, çok geçmeden onun yerini Fetullahçılık aldı ve 2016’da Gökçe Fırat bu davadan içeri alındı. (Bu yazımla Gökçe Fırat’a yöneltilen geçmişteki ve şimdiki suçlamalar hakkında bir görüş belirtmiş olmuyorum. Bu konuda yeterli bilgim yok ve ben yargıç değilim. Bilinen olguları sıraladım) Demem o ki, bir sloganın lafzına değil, kimler tarafından niçin söylendiğine de bakmak gerekir. Vatan, millet, cumhuriyet, halk, demokrasi, hatta sosyalizm, birçok çevre tarafından istismar edilebilir. Aynen din, iman, ahlak, Türklük, Müslümanlık kavramları gibi. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı, her ne kadar gerici bir iktidara karşıtlığı ifade ediliyorsa da halktan umudu kesip onun yerine çözüm olarak askerî bir rejimi çağrıştırıyor. Ben Ergenekon davaları sürecinde protesto için Silivri’ye gitmelerimde de, daha sonra da bu sloganı hiç kullanmadım. Benim gönül bağım bulunan devrimciler de geçmişte bu sloganı kullanmadılar. Bu “asker” sözüyle de ilk önce 23 Mart 2007’de İP kortejiyle Adana’daki İncirlik üssünü protesto etmeye giderken Ulukışla’da karşılaştım. Ulusal Kanal’da program yapan bir görevli, gruba “Doğu Perinçek’in askerleriyiz” sloganını attırmak istediğinde “Ben kimsenin askeri değilim. Bir daha bu slogan atılırsa gruptan ayrılacağım” diye tepki gösterdim. Gerçi bu slogan daha sonra tekrar edilmedi ama benim gibi “terhis” olanlar dışında kalanlar orada “asker”liklerini sürdürüyorlar. Bin yıllık ezilmişlikten kurtulmaya, özgürleşmeye karar veren halkın iktidarı ele geçirmesidir söz konusu olan. Siyasi kültürümüze bıraktığı çağdaşlaşma mirasına rağmen Atatürkçülükte böyle bir ideoloji yoktur. “Atatürk’ün yoldaşıyız” sözünü de bir uzlaşma çabası olarak görüyorum. Atatürk de sağ olsaydı herhalde “Bu yoldaşlık da nerden çıktı” diye kızardı. “Siz benim askerlerimsiniz” diye bir sözü olmadığı gibi. Sonuç olarak: CHP, içinde birçok sınıfları ve siyasetleri barındıran bir partidir. Canan Kaftancıoğlu’nu da düzene isyan eden kent küçük burjuvazinin bir temsilcisi gibi algılıyorum. Bakalım, CHP’nin daha üst sınıflarını temsil edenler kendisine tahammül edebilecekler mi? Şu ana kadar onu korumaya almış görünmeleri, partideki sivilleşmenin bir kanıtı olarak da olumlu bir gelişmedir. (18 Ocak 2017)

  • Sessiz Çığlık

    Uzak kentlerim var benim hiç gidilmemiş Hiç tutulmamış yar elleri Sokaklarından hiç geçilmemiş Ayrılıklarım var benim Gün yüzü görmemiş hasretim Yabancı sesler kulağımda Tanınmamış kalabalıklarda yalnızlıklarım var Acılarım var diyorum tadılmamış Acılarım var Martı izi görmemiş denizlerim var Kuş konmamış dallarım Doğmamış çocuklarım Çalınmamış şarkılarım var Uzun soluklu çaresizliğim Duymadığınız Sessiz çığlıklarım var...

  • Nazım Hikmete

    -Orhan Kemal 26 Eylül 1943 tarihinde cezaevinden ayrılmazdan önce 3,5 yıl birlikte kaldığı “Nazım Hikmet’e” bu şiiri yazar. - “ Sen Prometenin çığlıklarını Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam Sen benim mavi gözlü arkadaşım Kabil değil unutmam seni 26 Eylül 1943 Seni yapayalnız bırakıp hapishanede Bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken Koşacağım memlekete Tren bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek Gözü yaşlı bir genç kadına beş senenin ardından Kocasını getirecek O dem ki boş verip istasyon halkına Yanaklarından öperken sevgilimi Sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın içimden Bana O dem ki yürekten her şey atılacak Ekmek, kin hasret, fakat nazım hikmet Sen şu kadar kilometre uzakta kalmama rağmen Aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını Batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını Günler geçecek ekmek derdi çökecek omuzlarıma Fabrika, makinalar tezgâhım Sana şeker kamışı, portakal yollayacağım Karım yün çorap örecek, her hafta mektup yazacağız Askere almazlarsa eğer Unutabilir miyim seni Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini Ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz Müthiş anların küfürünü Radyonun yanındaki duvara Kurşun kalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin Unutabilir miyim seni hiç? Hala beton malta boylarında duyuyorum Takunyaların sesini! Unutabilir miyim seni? Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim Hikâye şiir yazmayı Ve erkekçe kavga etmeyi, senden!” * ORHAN KEMAL anlatıyor: 1940 senesi kışı idi. Dikkat edin 1940 dedim. O zaman harp çıktı, devam ediyordu. Fakat henüz yalnız batıda. Ben hapishane kaleminde evraklar ile uğraşıyordum. Amirim olan hapishane kâtibi postadan yeni gelmiş resmi evraka bakıyordu. “Ooo” dedi “gözün aydın üstadın geliyormuş.” “Üstad da kim?” Hiçbir üstadım falan yoktu “Hadi hadi numara yapma, canım Nâzım Hikmet işte. Senin üstadın sayılmaz mı?” İnanamadım. Elinde tuttuğu müzekkereyi uzattı; “14 Mayıs 1966 tarihinde bitecek olan ceza süresini doldurmak üzere tutuklu Nâzım Hikmet idarenizde bulunan cezaevine naklen gönderiliyor.” Bana hapishane bahçesinde dikilmiş zambakların yeşil yaprakları üzerindeki karlar erimiş gibi, umumi afla serbest bırakılmışım cezamın bitmesine kadar olan yıllar birden tükenmiş gibi geldi. Herkes gibi ben de ona gıyaben hayrandım. Herkes gibi kendimi bilmeden onu seviyordum. Muazzam koca şair… İdareden usulcacık çıktım. Hapishanede şiir yazan kendilerini şair sanan bizler üç kişiydik; Necati, İzzet ve ben. Fakat birincilik bende idi. Ne de olsa yazdıklarım basılıyordu. Koşmamak kendimi zor tutuyordum. Necati’nin koğuşuna gittim. Necati Nâzım’ı İstanbul Tevkifhanesinden tanıyordu. Nâzım’ın geleceğini duyar duymaz Necati bir çocuk gibi ellerini çırpmaya sıçrayıp hoplamağa başladı. “Yaşasın!” Sonra da “Aman!” dedi, “Sakın ha şiirmiş soruymuş canını sıkmayın. Bundan hiç hoşlanmaz, pılısını pırtısını toplar başka koğuşa gider. İzzete de tembih et.” İki saat geçmeden bütün hapishane öğrenmişti; Nâzım’ı getiriyorlar. Aradan birkaç hafta geçti, yine böyle kurşuni sisli bir sabah evrak karıştırıp pencereden karla örtülü yeşil zambak yapraklarına yine bakarken Necati nefes nefese kaleme geldi: “Nâzım Hikmet’i az önce getirdiler!” İyice hatırlıyorum, kalemimi elimden düşürdüm. “Müdürün yanına soktular, ona senden bahsettim gel şimdi neredeyse avluya çıkaracaklar.” Bunları nefesi kesilerek bağırıyordu. Elimi kaparak beni neredeyse çekmeğe başladı. O kadar heyecanlıydım ki başım dönüyordu. Onu; Benerci, Jökond, Bedrettin destanlarını yazan insanı, şimdi görecektim demek! Kapı açıldı, gülümseyerek çıktı. Göz göze geldik. Mavi gözlerinde, gülümsemesinde tertemiz apaçık çocuksu bir şey vardı. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünürmüş gibi durakladı sonra Necati’yi gördü. Ona doğru gitmek istedi fakat Necati Nâzım’a doğru koşarak beni takdim etti. Nâzım askerce topuklarını birleştirerek ve yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak kendini takdim etti: “Ben Nâzım Hikmet!” İşte karşılaşmamız böyle oldu, böylece talebesi oldum. Ben de ona kendimden fazla inanıyordum.

  • 21. Yüzyılın İnsanlarına Şiirler

    Bir Eyüp sabrıyla bekledim Sabahı olmayan gecelerde. Gül dalları yerine demir çubuklar vardı Münzevî münzevî pencerelerde. Dört uzun yıl boyunca Dışarda koskoca bir doğa Baştan çıkaran kokularıyla doldurdu yolları. Her bahar göğün kapılarında Şarkılar okudu tarla kuşları. Apak bulutlar geçti habersiz Âşıklığımdan, şairliğimden, Bahar yağmurları bensiz yağdı Ebemkuşağı açtı bensiz. Bir Eyüp sabrıyla bekledim Gübreliğinde günlerimin, İnsanlar olmadı farkında En küçük hünerimin. Ne de bir kimsenin haberi oldu varlığımla yokluğumdan. Yalnız, bir bahar sabahına benzeyen çocukluğumdan Ebemkuşakları gelirdi eğlendirmek için beni, İçinde çırılçıplak çimdiğim dereler Söylerken kulağımın dibinde ninni Bir bahar sabahı gibi güzel çocukluğumun Kırık beşiğine başımı koyar Uyanmadan günlerce uyurdum. Umudumu, dudaklarında büyük türküler Ellerinde gelincik desteleri karşımda bulurdum. Öğrenme istemem bir Eyüp sabrı nedir torunlarımın torunu. Say ki dedelerin bir masal yaşadı Say ki acılar masaldı, Öttür ölümsüzlüğe doğru borunu! / Hasan İzzettin Dinamo: Yazar, şair ve çevirmen (D. 1909, Ahanda köyü / Akçaabat / Trabzon - Ö. 20 Haziran 1989, İstanbul). Bir şehit oğluydu. Şehit çocuklarına ayrılan yetimhanelerde büyüdü, okudu, öğretmen oldu. Önce şiirleriyle başladığı yazın hayatını romanlarla sürdürdü. Kutsal İsyan (1966-67) adlı sekiz ciltlik romanında, belgelere dayanan tanıklıklarla, Kurtuluş Savaşı yıllarını, toplumun tüm kesimleriyle verilen bir “varolma savaşı” ekseninde destanlaştırdı. Kutsal Barış adlı romanıyla (7 cilt) da Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen süreyi “kuruluş yılları” çerçevesinde, belge ve tanıklarla aktardı. Ülke çapında tanınması, şiirlerinden çok, bu romanlarıyla oldu. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış ile 1977 Orhan Kemal Roman Ödülünü, 1998 AFEKS 1. İstanbul Kitap Şefliği Özel Ödülünü aldı. 1931 yılında öğretmen okulunu bitirdikten sonra, Malatya ve Adıyaman’da iki yılı aşkın bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. Ardından Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümüne girdi. Burada öğrenciyken, Türk Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı bulunan Tren adlı şiiri nedeniyle dört yıl ağır hapis cezasına (1935) çarptırıldı. Cezaevindeyken çıkardığı Deniz Feneri (1937) adlı kitabındaki şiirlerde, kendine ulaşma çabası sezilir. Cezaevinden çıktıktan sonra (1939) İstanbul’a yerleşerek profesyonel yazı hayatına başladı. Bu dönemde yazdığı doğaya, barışa, özgürlüğe, mutluluğa, kardeşliğe duyulan özlem ve faşizme, savaşa, baskıya duyulan nefret şiirleri Ses, İnsan, Hamle, Küllük, Sokak, Yeni İstanbul ve Yeni Edebiyat dergilerinde (1939-42) yayımlandı. Vatan Şarkısı ve İki Emekli General ve Bir Sivil Amirale Reddiye başlıklı şiirleri ile Yeni Edebiyat dergisinde yer alan sekiz şiiri nedeniyle yeniden kovuşturmaya uğradı. Sıkıyönetim mahkemesine çıkarıldı (1942), yedek subaylık hakkını kazanmasına karşın er olarak askere sevk edildi. Kaçışlar ve sürgünlerle dolu askerliği yedi yıl (1942-49) sürdü. Askerlikten sonra İstanbul’a döndü; çevirmenlik, fotoğrafçılık, görgü kurallarıyla ilgili derleme çalışmaları yaparak, özel dersler vererek ve gazetelerde yazarlık yaparak geçimini sağladı. 6-7 Eylül (1955) olayları sonrasında ve 12 Mart (1971) askeri müdahale döneminde bir süre tutuklu kaldı. Ölene kadar May Yayınevinde danışmanlık yaptı. Florya Şenlikköy Mezarlığına gömülüdür.

  • İmza Günü

    TANITIM ve İMZA GÜNÜ / ŞÜKRÜ ERBAŞ'ın yeni kitabı OTLARIN UĞULTUSU ALTINDA çıktı.

  • İmza Günü

    Emine ERBAŞ / İmza günü / Tüyap İstanbul 7 Kasım 2019 / Saat 14

  • Türk'ün İti Şehre İnince

    Son birkaç yıldır, sosyal medya kullanıcısı bazı kişilerin yazılarıma gösterdikleri sert tepki üzerine okuryazarların burjuva ideolojisiyle nasıl büyük bir zehirlenmeye uğradıklarını daha iyi anladım. Siyasi mücadelenin özü sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir. İdeolojiler, kültürler, yaşam tarzlarının tümü sınıf damgasını taşır. Sınıf mücadelesi de, toplam servetlerin paylaşımı için yapılır. “Ayının oyunu boz armudun üzerine” derler. Türkiye’de son yüzyılı hesaba katarsak, nüfusun yüzde 90’ı dede, baba veya kendisi olmak üzere köy kökenlidir. Köy nüfusu içinde küçük bir azınlığı oluşturan ağaları ve zengin köylüleri saymazsak köylü nüfus emekçidir ve tarih boyunca sömürülmüş, ezilmiş, savaşlarda ileri sürülerek harcanmıştır. 100 yıl önceki büyük memleket savaşında bir “köylü ordusu”nu meydana getirdikleri halde, savaştan sonra “Evli evine köylü köyüne” denerek yeni rejimin nimetlerinden yoksun edilmişlerdir. Memleketi ayakta tutan bu nüfusça en kalabalık sınıf, hiç iktidar yüzü görmemiştir. Onun kaderi işçi sınıfıyla ve kent küçük burjuvazisi ile birleşmiştir. Türkiye’de değil bunların ortak iktidarı, şimdiye kadar orta burjuvazi bile iktidar olamamıştır. Bunun nedenleri de var. Örgütlü silahlı güçler onların emrinde değildir. Geçmişte ancak eşkıyalık yapabilmişlerdir. Mahkemelere yol gösteren kanun kitaplarını onlar yazmamışlardır. Bankaları, şirketleri, gazeteleri yoktur. Emeği ile yaşayan insanların günümüzde ve tarihte kalan haklarını savunan yazılarıma bu hücumun nedeni, köyden kente inen insanın başkalaşması ve kendi sınıfına yabancılaşmasıdır. Çünkü kent, yalnız yerleşim biriminin cinsi değil, aynı zamanda devletin dolaysız denetimi ve ideolojik egemenliği altındadır. Okul kenttedir. Kitap kenttedir. Gazete, sinema kenttedir. Memurlar kentte oturur. Bunların köye uzanan kolları aynı zamanda devletin ve kentin köye uzanmış vantuzlarıdır. PİR SULTAN’I ASAN HIZIR PAŞA Pir Sultan Abdal’ın, okumak için İstanbul’a gitmesine izin isteyen Hızır’a “Hızır, sonra gelip beni asarsın!” demesi büyük bir gerçeği açıklar. Medreseli Hızır, artık hâkim sınıfın etkisine girmiş ve onun bir parçası olmuştur. 1466 yılındaki bir derlemede şöyle bir deyim varmış. Öztürkçe sevdalısı Rahmetli Emin Özdemir de sık sık tekrar ederdi: “Türk’ün iti, şehre inicek Farisice öter!” Buradaki “Türk”, köylü veya Yörük Türkmen’dir. Farisice ise Farsça’dır. Deyimin Selçuklu veya Anadolu Selçuklu döneminden kalma olduğu anlaşılıyor. Bu devletlerin resmî dili Farsça idi. Memurlar Farsça bilmek zorundaydı. Benzetme olağanüstüdür. Köyden kente göçünce, kentte eğitim gördükçe, devletin ideolojisiyle haşır neşir olan ve köylüden kopmuş insan tipi Selçuklu, Osmanlı dönemleriyle sınırlı değildir. Kesintisiz sürmüştür ve sürmektedir. Kendisini devletin bir parçası sayan bu okuryazarlar, okulda kendilerine belletilen tarihi kesin gerçek sanırlar. Bir kısmı, Osmanlı hayranı olarak yetişmiştir ve günümüzde devletin eğitim kurumları bu tipte insan yetiştirmeye var gücüyle çalışıyor. Bir kısmı, Osmanlı yıkıldıktan sonraki rejimin ideolojik bombardımanı altında yetişmiştir ve Osmanlıya mesafeli olmakla birlikte sonraki rejimin gözü kapalı savunucusudurlar. Sınıfları reddediyorlar ama gerçekte burjuvazinin amansız bir fedaisi olmuşlar. GÜNÜMÜZDE FARİSİCE ÖTMEK NE ANLAMA GELİR? Bu tutum, yalnız burjuvaziye dâhil olmuş, çıkarları burjuvazinin iktidarına bağlanmış olanlarda görülmekle kalmıyor. Aldığı yetersiz bir maaşla deyim yerindeyse açlıktan nefesi kokan küçük burjuva okuryazarlarında da etkindir. Kendisine öğretilenlerin dışına çıkmak, topluma ve dünyaya daha geniş bir pencereden bakmak onları korkutuyor. Emekçi sınıfların ideolojisine sahip olurlarsa dünyada yapayalnız kalacaklarını sanıyorlar. Böyle düşünmekte haksız da sayılmazlar. Çünkü köylüler ve büyük çoğunluğu politikleşmemiş işçilerden beklediği desteği göremezler. Çünkü bu büyük yığın, günlük geçim gailesi nedeniyle kendilerini savunanların varlığından bile habersizdir! Dahası var: Bu son 8-10 yıllık yazı hayatım bana başka bir şey daha öğretti: Kendilerini “sosyalist” olarak tanıtan bazılarının emekçilerin ideolojisinden ne kadar uzak olduklarını gördüm. Gerçekte ise burjuva ideolojisinin bir uzantısı, eklentisi gibidirler. Kendileriyle ilgili hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf ediyorum. Burjuva ideolojisi, kültürü, köyden kente inmiş ve devletin geçmişte veya bugünkü bir parçası olmuş insanların iliklerine işlemiş! Politik hayatın burjuvazinin zerk ettiği bütün şartlanmalardan kurtulmuş, masaldaki çocuk saflığı ile padişahın çırılçıplak olduğunu söyleyebilen saf bir halkçılık hareketine ne kadar çok ihtiyacı var! Bir aydın için “Büyük insanlık” denen dünyanın bütün emekçilerinin çıkarlarını savunmaktan daha rahatlatıcı ve gurur verici ne olabilir? (30 Kasım 2020)

  • Cep Telefonu İcat Oldu...

    Yunanca ışık anlamına gelen "photos" ve yazı anlamına gelen "graphes" sözcüklerinden oluşan fotoğraf sözcüğünü, ışıkla resim yapma sanatı diye tanımlayabiliriz bir anlamda. Bir iletişim aracı da olan fotoğraf, artık günümüzün modern yaşamında üçüncü bir göz gibi her an her yerde yanı başımızda... Fotoğrafları, fotoğraf çektirmeyi kim sevmez ki? Hangimizin evinde bir kutuda özenle sakladığı, bir çerçeve içinden bize gülümseyen ya da bir albümün sayfalarına sıkışıp kalmış fotoğraflar yoktur. Geçmişi özlediğimizde ya da anılarımız depreştiğinde ilk başvurduğumuz değil midir fotoğraflarımız? Malum zaman değişti, artık ne o eski siyah-beyaz ya da solgun renkli fotoğraflar ne onları çeken eski makineler ne de o fotoğrafçılar var… Şimdilerde herkes fotoğrafçı, herkes her anını, her şeyini anında şıp diye çekiveriyor. Ben bir fotoğrafçı değilim, bir fotoğraf makinem bile yok ama elimdeki telefonla birkaç zamandır, özellikle içinde martıların uçtuğu, bulutların dans ettiği gün batımı fotoğraflarıyla gezip dolaştığım yerlerin fotoğraflarını çekiyorum. Bunu sadece ben değil, elinde telefonu ya da dijital fotoğraf makinesi olan herkes yapıyor. Artık fotoğraflar bir "tık" kadar yakınımızda; telefonumuzda, bilgisayarımızda, usb’lerimizde... Ama o kadar işte; gün gelecek bir yerlerde unutulup kalacak ya da silinip yok olacak o güzelim fotoğraflar... Peki, eskiden öyle miydi, bizim kuşaktan kaçımızın çocukluğunun her anını gösteren fotoğrafı var? Oysa şimdiki çocukların daha ana rahmindeyken çekilmiş fotoğrafları var (!) Çocuklarının her anını, her hareketini adım adım izleyip bunları kameraya kaydeden ya da fotoğraflayan anne babalar var... Düşünüyorum da acaba o fotoğraflar çoğaldıkça o çocuklar için bir şeyler ifade edecek mi, yoksa çok olan her şeyin değerini yitirmesi gibi anlamsız birer anıya mı dönüşecek zamanla? Aileme ait ilk fotoğraf 1950 yılında çekilmiş, siyah beyaz bir resim ve ben henüz o resimde yokum; ama benim için öylesine değerli ki... O fotoğraf karesi için herkes süslenip püslenmiş, hazırlanmış sanki zamana bir iz bırakmak için. Elimdeki bana ait ilk resmim ise Mardin’deki evimizin avlusunda kardeşlerimle çekilmiş bir resim… Sonrakiler ise ya okula başlama ya bayram ya da doğum günü gibi özel günlerde çekilmiş resimler. Eskiden öyle her dakika resim çekilemezdi; çünkü fotoğraf çekmek ya da çektirmek hem meşakkatli hem de pahalı bir meraktı... Özel günlerde ya eve fotoğrafçı çağırır ya da süslenip püslenip fotoğrafçıya gidilirdi, sonra da heyecanla fotoğrafların çıkmasını beklenirdi, o bekleme anı belki de işin en heyecanlı yanıydı... Gel zaman git zaman derken 1960’lı yıllardan itibaren Alamanya (!) sevdası çıktı güzel yurdumda. Ve güzel yurdumun güzel insanları ekmek parası için akın akın Almanyalara gittiler. Tatil için yurda geldiklerinde hepsinin ellerinde ya çekilen fotoğrafı anında çıkaran fotoğraf makineleri ya da o yılların en üst teknolojisiyle donatılmış kameralı, ayarlı makineler vardı. O makinelerle bol bol fotoğraflar çekilir sonra fotoğrafçılarda banyo yapılan filmler elden ele gezerdi heyecanla. Benim de ablam bir Almancı olduğundan o makinelerle çekilmiş, renkleri solmuş hayli fotoğrafım vardır. Fotoğraf çekmeyi sevdiğim kadar eski fotoğraflara bakmayı da çok seviyorum. Zaman zaman özellikle kendimle baş başa kaldığım zamanlarda "Pandora'nın kutusunu" açarım, dalar giderim anılara...Yitip gidenlere bakarım çoğu zaman yaşlı gözlerle, bazen de tebessüm ederek seyrederim o resimleri... Lise yıllarında (ki 70'li yıllara denk gelir) İstanbul Kız Lisesinin karşısında "Karlova" lakaplı bir fotoğrafçı vardı; uzun, beyaz saçlı, orta yaşlı bir adam. Sanırım 68 kuşağının aykırı adamlarından biri... Elinde makinesiyle okulları gezer, sınıf fotoğrafları çekerdi. Cibali Kız Lisesinde eski Türk filmleri tadındaki siyah beyaz en güzel fotoğraflarımızı Karlova çekmiştir hep. Edebiyat Fakültesinde de bir Foto Bambimiz vardı... Boynunda asılı fotoğraf makinesiyle gezen, adını bile bilmediğimiz, bizim fakültede okuyan bir öğrenciydi. Üç dört kişiyi bir arada görmesin, hemen yaklaşır, size hiç sormadan deklanşöre basardı, çoğu zaman haberimiz bile olmazdı... Birkaç gün sonra bastığı fotoğraflarla gelir şaşırtırdı bizi; bazen habersiz çektiğine kızar, bazen de güzel bir fotoğrafsa teşekkür ederdik. Saçlarımıza aklar düştüğü şimdilerde ne çok bakar olduk o fotoğraflara arkadaşlarla... Yazımın başında dediğim "Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" deyişi gibi artık o eski fotoğrafların tadı yok... Herkes, her yerde, her an fotoğraf çekiyor; çoluğunu çocuğunu, gezdiğini gördüğünü, yediğini içtiğini çekiyor da çekiyor… Evinin en mahrem köşesinde, hastanede, mezarlıkta, hatta can çekişen bir kazazedenin başında… İnsanların özellikle gezdiği yerleri ya da ilginç, mutlu anlarını fotoğraflaması tabii ki güzel. Bunu zaman zaman ben de yapıyorum hem de zevk alarak yapıyorum ama yediğinin, içtiğinin, hastanedeki hasta yakınının resmini çekip bir de anında sosyal medyada yayınlamanın mantığını bir türlü çözemiyorum... Neyse kimseyi sorgulamak haddim değil, ben yine martıları, denizleri, deryaları, gün batımlarını çekmeye devam edeyim...ha bir de eskimiş, sararmış fotoğraflara bakmaya…

  • BAĞIMSIZ TÜRKİYE’Yİ KADINLAR YARATTI

    “Kurtuluş Savaşı’nı kadınlar kazandı” demek hiç de abartılı bir ifade değildir. Bunu, daha savaş sırasında birçok yazar ve siyaset adamı, komutan teslim etmiştir. Kurtuluş Savaşı’na başlarken Türkiye’de kadınlar hak ve özgürlükleri bakımından ne durumdaydılar? 1919 ilkbaharında İstanbul’da kadınlar hakkında gözlemlerde bulunan bir Fransız kadının Fransa’daki bir gazetede yayımlanan ve Türk basını tarafından iktibas edilen bir yazısında “Artık bin bir gece memleketinden uzak bulunuyoruz” denilerek onun İstanbul Kız Öğretmen Okulu’nda gördükleri aktarılmaktadır: Bu okulda Avrupa’daki gibi bir eğitim uygulanmaktadır. Türk kızları çok yeteneklidir. Çarşaflarının altına giydikleriyle modayı da izlemektedirler. Çok iyi el işlere yapmakta, keman çalmaktadırlar. Çok evlilik de hemen hemen kalkmıştır. “Türk kadınları, yüksek fikri seviyeleriyle kadınlar arasında gerçek bir devrim yapmıştır. Türk kadınları artık asırlarca yaşadıkları hayattan çıkmışlardır.” Yazara göre Hasta Adam’ın doğrulması muhtemeldir. Bu konuda kadınlar arasındaki inkılâp ve tekâmül büyük bir etki yapacaktır. 30 Ekim 1918’de başlayan Mütareke döneminde İstanbul basınında kadınlar için sayfalar açılmış, İkinci Meşrutiyet döneminde patlayan kadın özgürlüğünün sürmesi ve gelişmesi için yayınlar yapılmıştır. Yakup Kadri 1921 tarihli bir yazısında, kadınların on yıl öncesine göre şu işleri yaptığını anlatmaktadır: “Yüzlerini açmak, sokağa manto ile çıkmak, yalnız başlarına istedikleri yere gitmek, erkeklerle birlikte tiyatrolara gidebilmek, memleket işlerine karışmak, hayır derneklerinde çalışmak, dairelerde memurluk, ticarethanelerde kâtiplik, satıcılık yapabilmek, yüz bin kişilik siyasi mitinglerde konuşabilmek.” Fransız L’Humanite yazarlarından Magdelena Marks da Türkiye’den gönderdiği mektuplarından birinde “Türk kadınlığının hürriyeti, savaşın başladığı tarihten başlamıştır. Çok evlilik, harem artık yok. İktisat, geleneği alt üst etti. Kızlar artık üniversiteye, devlet memurluğuna girebiliyor” diye yazmıştır. Mütareke döneminde Türk gazeteleri dünya kadın hareketi hakkında haberler vermekte, Türk kadınlığının özgürlüğü için bu yayınlardan dersler çıkarılmaktadır. KADINLARIN GÖRÜLMEDİK ÖZVERİSİ Kurtuluş Savaşı, Türk kadınlığı için o zamana kadar görülmedik bir özveri, örgütlenme, hizmet dönemi olmuştur. Çünkü artık düşman, anayurdun ta içlerine girmiş bulunuyordu. Bu durum, eşkıyanın talan için bir evin içine girmesinden farksızdır ve kadının yalnız evi, yuvası, eşi, oğlu, kızının hayatı değil, kendi ırzı da saldırı altındaydı. Tehlikenin gelişini öncelikle İstanbul’un aydın kadınları fark ettiler. Kadınlar içinde tepkilerini ortaya koyma imkânına onlar sahiptiler. “Kadıköylü Kadınlar” imzasıyla gazetelere gönderilen ve 18 Kasım 1918’de Akşam gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “Millî haklarımızı muhafaza edecek hükümet ve erkek yoksa biz varız” denilmiştir. Osmanlı Hanımlar Derneği, 24 Mart 1919’da Batı başkentlerindeki kadın derneklerine bir muhtıra göndererek onların analık duygularına hitap etmiş, Türkiye temsilcilerinin de Paris Barış Konferansı’nda dinlenilmesini istemiştir. Daha İzmir’in işgalinden 38 gün önce 7 Nisan 1919 tarihli Memleket gazetesinde “Türk kızı da millî mücadeleye atılmalıdır” başlıklı bir yazının yayımlanması, erkeklerin de kadınlardan beklentilerini ve onlarla omuz omuza mücadele etmeye niyetli olduklarını göstermektedir. “Türk kızı, Türk genci, haydi vazife başına! Vazife başı, vatan sinesi, halkın sahasıdır. Türklerin kız ve erkek çocukları el ele, kalp kalbe vereceklerdir. Halka koşmazsak, temelimiz yıkılmış, işimiz bitmiş demektir.” Düşmanın Bursa’ya kadar gelmesi üzerine Bolu kadınları, Büyük Millet Meclisi’ne bir dilekçe yazarak ırz ve namuslarını kendilerinin koruyabilmesi için silah verilmesini istemişlerdir. İzmir’in işgali üzerine, İstanbul’a çekilen protesto telgrafları içinde Ayşe, Fatma imzalı olanlar da vardır. Üsküdar kadınları, Doğancılar’da toplanarak İngiltere ve Fransa temsilcilerine çektikleri telgrafta, işgale razı olmayacaklarını belirtmişlerdir. Bursa kadınları da Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyetine çektikleri telgrafta, ölmeye hazır olduklarını anlatmışlardır. Erzurum Kadınları da Murat Paşa Camii’nde toplanarak İzmir, Antalya, Maraş gibi yerlerin işgal edilmesi ve buralarda yapılan vahşete göz yumulmasının önüne geçilmezse hakkın savunulması için başka araçlara başvuracaklarını anlatmışlardır. Edirne’de binlerce kadın Sultan Selim Camii’nde toplanarak İtilaf Devletlerinden İzmir için adalet istemiştir. İzmir’in işgali üzerine İstanbul üniversitesinde yapılan toplantıda, Kız Üniversitesi’nin temsilcisi, direnişte erkeklerle birlikte olacaklarını ilan etmiştir. YÜZLERİNİ AÇIP MİTİNG KÜRSÜLERİNE ÇIKTILAR Şimdi sıra kadınların miting kürsülerine çıkmasına gelmiştir. Bu Türkiye tarihinde ilk kez olmaktadır. Fatih, Üsküdar, Kadıköy, Sultanahmet mitinglerinde Halide Edip, Meliha Hanım, Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım, Münevver Saime, Şükûfe Nihal coşkun konuşmalar yapmışlar, vatanın bağımsızlığının ve birliğinin yok edilemeyeceğini haykırmışlardır. Kastamonu kadınları da Kız Öğretmen Okulu’nun bahçesinde toplanmışlar, Zekiye Hanım kadınlara “Gerekirse öleceğiz!” diye seslenmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da daha önce kurulmuş kadın derneklerine yenileri katılmış, Anadolu’da da kadın dernekleri kurulmuştur. Vatan savunması, örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Asri Kadınlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Biçki ve Dikiş Yurdu Hanımları Cemiyeti, Türk Çalıştırma Cemiyeti, Türk Kadınlar Cemiyeti, Şehit Ailelerine Yardım Birliği, İstihlakı Millî Kadınlar Cemiyeti İstanbul’da çalışan kadın örgütleridir. Anadolu’da Alaşehir Türk Kadınlar Cemiyeti, Kasaba İslam Kadınları Cemiyeti’nin adı geçmekteyse de en güçlü ve yaygın kadın örgütü Sivas Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti’dir. 26 Kasım 1919 günü kurulan bu dernek; Amasya, Konya, Kayseri, Viranşehir, Erzincan, Yozgat, Niğde, Pınarhisar, Burdur, Kangal, Aydın, Balıkesir’de şubeler açmıştır. Anadolu’da çalışan diğer kadın örgütleri Kastamonu Hanımları Çalıştırma Cemiyeti, Asker Kardeşlerimize Muavenet Cemiyeti, Antalya Muaveneti İçtimaiye Cemiyeti Hayriyesi’dir. Ülkenin yarısının diğeri üzerine göçmen olduğu bir dönemde Hilali Ahmer kadınlarının gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da yaptığı hizmetler ise unutulamaz. Yardım toplamada ve yardım yapmada Anadolu kadınları birbirleriyle yarışmışlar, hastaların yaralarını sarmışlar, hatta onların topladıkları malzemeyle Kastamonu’da bir hastane açılmıştır. VATANA ADANMIŞ VÜCUTLAR Kurtuluş Savaşı kadınlarının gördükleri en meşakkatli iş, kötü hava koşullarına rağmen Samsun, İnebolu gibi limanlara yığılan savaş malzemesini kağnılarla cepheye taşımalarıdır. Sayıları 20 bin olduğu belirtilen kadınların o günlerde ve daha sonra yazılan birçok yazıda, bu konudaki kahramanlıklarının sayısız örneği verilmiştir. Ali Fuat Cebesoy, kadınların bu işi yapmalarını “Soylu ve yüce bir manzara” diye tanımlamaktadır. Mustafa Necati, bu kadınları tarihteki ünlü Kartacalı Kadınlara benzetmektedir. Kastamonu’nun Seydiler Köyünden Şerife Bacı’nın şiddetli bir soğukta Kastamonu yakınlarında kağnıdaki çocuğunun üzerine kapanıp donmuş olarak bulunması, kağnı kollarında yaşananların bir örneğidir. Fransız muhabir Schliklen, bu kadınlar için “Vatana adanmış vücutlar” diye yazmıştır. Türkiye kadınları silah kuşanarak cephede görev almıştır. Aydın yöresinde, Çukurova’da ve Güneydoğu’da çete savaşlarından başlayarak siperlerde çarpışan, orduya asker toplayan, üsteğmen rütbesine kadar yükselen kadınlar Vardır. Halide Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, Binbaşı Emire Ayşe, Ayşe Çavuş, Çete Ayşe, Tayyar Rahmiye, Kılavuz Hatice, Gül Hanım, Gördesli Makbule, Ayşe Kadın, Adile Hanım, Asker Saime, Türk Jandark’ı Küçük Nezahat bunların en tanınmışlarıdır. Türk devrimi, daha savaş sırasında kadınların yurt savunmasındaki bu hizmetlerini takdir etmiş, kadınlara şükranlarını sunmuştur. Birçok kadına İstiklal Madalyası verilmiştir. Millî Müdafaa Vekili Refet Paşa, Sakarya zaferini kadınların, esas olarak da köylü kadınlarının eseri olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal Paşa bu savaşta en çok takdir edilmesi gerekenlerin Anadolu kadınları olduğunu belirtmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden anıtlardaki kadın figürleri milletin kahramanlıklarını unutmadığını göstermektedir. Dünya Kadınlar Günü’nde biz de onları ve günümüzde onların izinden giderek devrimi bir halk iktidarıyla taçlandırırken, kadın devrimini de tamamlamak isteyenleri selamlıyoruz. Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, Uyusal Eğitim Derneği Yayını, Ankara, 2010.

  • Şimdiden Bir Hâtırasın

    Şimdiden bir hatırasın Bulutsa, tozsa, uçarsa Bütün (aşklar) paranteze alınsın Rüzgar çanısın, rüzgarın diline dolanırsın Ne bir şarkısın, ne de dillerde nağme adın Artık bazı şarkılar kadar yaralısın Günler izmarit diplerinde biriksin O zaman mutlaka bir trenle gelirsin Köpüklerdensin, mavisin, sakinsin istesen suyun tenine bitişirsin ellerimi bıraktım, artık bunu sana yazsın İçimde iki yaşlı balık varsa, İçimde biri pulsuz, iki balık varsa Biri sensen, gelirsen ve yok edersen Bunu yazmak istiyorum sana Sonra postalamak istiyorum Pulsuz bir zarfla Hiçbir mektup artık ikna etmiyor beni hayata Bu kırmızı oyalarla saçlarımda Beyaz bir tülbent gibi kalırsam tenimde, süzemediğim tortularla Gün olur sararırsa sayfalarda Bıraktım ellerimi, sana bunu yazsın Şimdiden bir hatırasın Kırık kalplerle süslü bir sayfaysan Camsan, saydamsam, beni kırarsan Simlerimle sevişirim seninle O süslü sayfaların üzerinde İçimde iki mutlu yıl varsa, İçimde biri simli iki kadın varsa Sen, gelirsen ve yok edersen Bunu yazmak istiyorum sana sonra postalamak istiyorum Simli bir yılbaşı kartıyla Hiçbir mektup artık beni, ikna etmiyor hayata Şimdiden bir hatırasın Açmışsa bir sardunya saksıda Bütün (aşklar) paranteze alınsın Bıraktım ellerimi, artık sana bunu yazsın mektuplar postaya takılırsa... Ey aşk sen Artık bazı şarkılar kadar yaralısın. Didem Madak: 1970 doğumlu olan Didem Madak, lise eğitimini İzmir'de tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Tezgahtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi işlerde çalıştı. Şiirleri pek çok dergide yayımlandı, bazıları; Ludingirra, Akatalpa, Öküz ve Sombahar'da yayımlandı. Grapon Kâğıtları isimli ilk kitabı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü'nü aldı. Kanser nedeniyle 24 Temmuz 2011 tarihinde 41 yaşındayken yaşamını yitirdi. "Didem Madak, 1990'lı yıllarda ortaya çıkan şairlerin nadir iyilerinden biri. Özellikle, 1980'li yıllarla birlikte beliren farklı şiir çizgilerinin çoğu ortak bir paydada buluşmuştu: yoğun imgecilik. İkinci Yeni şiirinin bunda tabii ki payı vardı." Orhan Kahyaoğlu Eserleri Grapon Kâğıtları (2001) Ah'lar Ağacı (2002) Pulbiber Mahallesi (2007) Ödülleri: İnkılâp Kitabevi Şiir Ödülü (2000)

  • Kız Kardeşimin Türküsü

    Göklere inanırdım eskiden, ama sen, denizlerin derinliğini gösterdin bana, Ölü kentleri, unutulmuş ormanları, boğulmuş gürültüleriyle... Gök şimdi yaralı bir martı, süzüldü denize. Sana kargaşalığın üzerindeki köprüyü kurmaya çalışan bu el kırıldı. Bak bana: ne kadar çıplak ve suçsuz duruyorum önünde. Üşüyorum bacım. Kim getirecek bize ellerimizi ısıtacak güneşi? Susuyorum, dinliyorum... Kimseler geçmiyor gecemizin karanlık sokağından. Yıldızlar kazaya uğramış karanlık surların ucunda sendelerken koparıp alınan bir kartalın paslanmış gözlerinde. Bağlı ellerin kapıyor çıkış yolunu. Yalnız senin sesin adımlıyor gecenin dehlizini çarparak taşlara uzun kılıcını. Vakit geç. Ölüm geri çeviriyor beni. Hayat istemiyor. Ben şimdi nereye gidebilirim ki? Yannis Ritsos Çeviren: Cevat Çapan 1 Mayıs 1909 yılında Peloponez yarımadasında Monemvasia’da doğan Ritsos, liseyi bitirdikten sonra, Atina’ya gider, ancak yüksek öğrenim yapmaktan vazgeçer. 1927-1931 (?) yılları arasında verem hastalığı nedeniyle bir sanatoryumda kalır ve ilk şiirlerini bu dönemde yayımlamaya başlar. 1931’de komünist gruplara katılır ve bu olay onun şiirinin yönünü belirler. İlk şiirlerinde burjuva karşıtı devrimci sanatçıların çizgisini izler. Sovyetler Birliğindeki sosyalist düzeni ele aldığı ve teknik temasını Yunan şiirine de soktuğu Trakter (1934, Traktör) adlı, ilk kitabında, nihilizme karşı tavır alır. 12 Kasım 1990'da hayata gözlerini yumar. Aragon’un çağımızın en büyük şairi olarak tanımladığı Yannis Ritsos, metaforlarla örülü şiirlerinde, Yunanistan coğrafyasını arka plana alarak, yurtseverlik duygularını işler. İnsanın günlük yaşamdaki durumuna yaklaşımı, ayrıntıları bütün yalınlığıyla yansıttığı kısa şiirlerinde iyice belirginleşir. Şiirleri 80 kadar dile çevrilmiş ve milyonlarca insana ulaşmıştır. Epitaphios (Yazıt-Mezar Yazıtı 1936) adlı kitabı Atina’da Zeus tapınağında, faşist cunta yönetimi tarafından törenle yakılnıştır. Şair, insanlık dışı cunta yönetimine karşı hep yurdunun ve halkının çıkarlarını savunur. Metaksas ve Papadopulos dönemlerinde Ege Adalarında sürgün olarak yaşayan sanatçı Ayışığı Sonatı (1956) adlı kitabıyla Ulusal Şiir Ödülü’nü, 1976’da Etna-Taormina Şiir Ödülünü ve pek çok uluslararası ödülü kazanır. Otuzdan çok kitabı yayınlanan Ritsos 1977 Lenin Uluslararası Barış Ödülü’nü de almıştır.

  • Şimdi "Üşür Ölüm Bile"

    Yaşanmış bir olaya dayalı bu şiirde üşümek oyun kalır , donarsınız.... ÜŞÜR ÖLÜM BİLE Bir ormanda tutup onu Bağladılar ağaca Yumdu sanki uyur gibi Gözlerini usulca Bir soğuk yel eser Üşür ölüm bile Anlatır akan kanı Beyaz sesiyle Diz çöktüler karşısına Sonra ateş ettiler Parçalanan yüreğine Yuva kurdu mermiler Bir soğuk yel eser Üşür ölüm bile Anlatır akan kanı Beyaz sesiyle Gelip kondu bir güvercin Ellerine o gece Kırmızı bir çelenk oldu Bileğinde kelepçe Bir soğuk yel eser Üşür ölüm bile Anlatır akan kanı Beyaz sesiyle * ÜLKÜ TAMER İkinci Yeni şiir akımının önde gelen temsilcilerinden olan şair, gazeteci, oyuncu ve çevirmen Ülkü Tamer 1937'de Gaziantep'te dünyaya gelir. Çocukluğu ve ilköğrenim yılları bu kentte geçen yazarımız orta öğrenimine İstanbul'da devam eder ve Robert Kolej'den mezun olur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırsa da yarım bırakarak, İÜ Gazetecilik Enstitüsünde öğrenime başlar ve mezun olur. İlk şiiri "Dünyanın Bir Köşesinden Lucia"1954 yılında Kaynak dergisinde yayınlanır. 1964-1968 yılları arasında oyunculuk yapar, ancak kendi oyunculuğunu yeterli bulmadığı için bu işe devam etmez. Çeşitli yayın organlarında danışman-editör olarak çalışır, yayıncılık ve çevirmenlik yapar. Şiirleri 1954'den itibaren Kaynak, Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımlanır. İlk şiir kitabı Soğuk Otların Altında 1959'da çıkar. İkinci Yeni'ye, bu akımın ana çizgileri oluştuktan sonra dahil olduğu halde, kendine özgü imge dünyası ve süssüz, sade söyleyişiyle dikkatleri çeker. Şiirinin kaynakları, Halk Edebiyatından Batı Edebiyatına uzanan çok geniş bir çerçeveyi kapsar. Çoğunlukla keskin bir ironiyle örülmüş derin acıların ve beşeri trajedilerin dile geldiği şiirlerinde 1970'lerden sonra toplumsal duyarlıklar da öne çıkar. Yayımladığı yedi şiir kitabını 1986'da "Yanardağın Üstündeki Kuş" adlı kitapta bir araya getirir 1991 yılında dört öyküsünü içeren "Alleben Öyküleri" adlı kitabını, 1997'de ise "Alleben Anıları" adlı öykü kitabını yayımlar. Bunu, 1998'de yayımlanan "Yaşamak Hatırlamaktır" adlı anı kitabı izler. Oyunculuk dönemi anılarını içeren "Bir Gün Ben Tiyatrodayken" 2003'te yayımlanır. Euripides, W. Shakespeare, A. Çehov, B. Brecht, A. Miller, E. lonesco, J. Steinbeck, T. S. Eliot, H. Ibsen gibi yazarlardan otuzun üzerinde oyun çeviren Tamer,'in bu oyunlarının pek çoğu özel tiyatrolarca sahnelenir. Edith Hamilton'dan Mitologya çevirisiyle TDK 1965 Çeviri Ödülü'nü kazanır. "İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür"(1966) adlı kitabıyla 1967 Yeditepe Şiir Ödülüne, 1979'da çevirileri nedeniyle Macaristan Halk Cumhuriyetince verilen Endre Ady Ödülü'ne, "Alleben Öyküleri" adlı öykü kitabıyla 1991 Yunus Nadi Ödülü'ne, 2014 yılında "Bir Adın Yolculuktu" adlı kitabı ile de Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü'ne değer bulunur. Bugün (2 Nisan 2018) 81 yaşında yaşama veda eden yazarımızı saygıyla anıyoruz... Gerçek bir yaşam öyküsüne adanmış şiirin bestelenmiş halini Suavi'nin güzel sesinden dinlemek isterseniz videoya tıklayın.

  • Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

    Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır Değişen bir dünyaya karşı Kerpiç duvarlar gibi katı Çakır dikenleri gibi susuz Kayıtsızca direnerek yaşarlar. Aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgarı ve güneşi Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden Düşünemezler... Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek Topraklarını büyütmeye çalışırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar karılarını döverler Seslerinin tonu yumuşak değildir Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler. Gazete okumaz ve haksızlığa Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar. Adım başı pınar olsa da köylerinde Temiz giyinmez ve her zaman Bir karış sakalla gezerler. Çocuklarını iyi yetiştiremezler Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur. Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler. Birbirlerinin evlerine ancak Ölümlerde ve düğünlerde giderler. Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar. Binlerce yılın kabuğu altında Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır. Aldanmak korkusu içinde Sürekli birbirlerini aldatırlar. Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse Karılarından en az on adım önde yürürler Ve bir erkeklik işareti olarak Onları herkesin ortasında döverler. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler Kendilerinden olanlarla alay edip Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar. Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar. Yiğittirler askerde subay dövecek kadar Ama bir memur karşısında –bu da tuhaftır- Ezim ezim ezilirler. Enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp On bir ay gökyüzünden bereket beklerler. Dindardırlar ahret korkusu içinde Ama bir kadının topuklarından Memelerini görecek kadar bıçkındırlar Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez Şehre giderler! Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar otobüste ayaklarını çıkarırlar Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar. Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki Zengin bir akrabalarından söz ederler. Kibardılar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre Yollara tükürürler... Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar. Yarı gecelerde yıldızlara bakarak Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur. Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler. Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe -Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa- Sonuçlarını görmeden inanmazlar. Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur. Mülk düşkünüdürler amansız derecede Bir ülkenin geleceği Küçücük topraklarının ipoteği altındadır. Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden Zamanın derin ırmakları önünde... KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL NASIL KURTARALIM?

  • HANGİ AKSARAYLI

    Altmış sekiz Özlemi: İnsanların özel tutkularının ayrıntılarında sözcüklerin, sayıların, simgelerin özel bir yeri ve anlamı vardır. (Hurufilik, astroloji, bakla falı, büyü, üfürükçülükle kesin ilişkisi yoktur sözlerimizin).hani uğurlu olduğuna kendimizi kandırdığımız düşsel imgeler işte. Benim de imge sayımdır altmış sekiz. Elimin ekmek tuttuğu yıla eşlemişimdir, giderek kuşağımın imgesi, ilimizin plaka sayısı da olunca anlam yüklendikçe yüklenmiş,68 sayısı nerde olursa olsun gözümüzden kaçmaz olmuştur. Az gelişmiş ülkelerde, cemaat ilişkilerinden toplumsal ilişkiye geçememiş, hemşericiliğin ve kapalı toplumdan açık topluma geçememenin korkusunda, tedirginliğinde çok sorulan bir sorudur: ‘…Hemşerim nerelisin?..” “Aksaraylıyım…” orunlu olarak gelen ek ikinci soru; “ Hangi Aksaraylı?” Bazı yer adlarımızla aynı sıkıntıyı yaşarız,Ortaköy, Ereğli, Demirci,…. Hemen ek bir soru yapışır yakanıza; “Niğde mi, Konya mı?” “Yok! İl olan Aksaray. Hani 68 plaka!” Sancak Aksaray, İl Aksaray, İlçe Aksaray, Konya Aksaray, Niğde Aksaray, Yeniden İl Aksaray, ve benim tanımımla Asi Aksaray.. Haaaaaaaaaa bir de sürgün Aksaray var İstanbul’da. Çok eskilere gitmeden, bozkırda, Kapadokya’nın günbatısında kendince yaşayan, Karaman Türkçesi konuşan, eken biçen, otlatarak üreterek Karaman Türkmenlerinin yurduna gidelim biz. Karadeniz’den Akdeniz’e, Ege’den Anadolu’nun çatısına çıkarak İran’a, Irak’a, Kafkas’a giden her yolcunun, kervanın uğrak yerinde olduğundan ayakaltı sayılan, her isyanda, savaşta filler ve çimenler olan Aksaray. Selçuklu’ un ve Bizans’ın egemen olmak için yedi kere yaktığı, dokunan halılarını, ürettiği buğdayını da yakarak açlıkla korkutmaya çalıştığı Aksaray. Selçuklunun ölüm döşeğinde bir ara başkent bile olabilen, ama Keykubat zulmünden ak olamayan, ulu ırmağın bile beyazsu olamadığı, Karamanlılığından koparılamayan Aksaray. Osmanlı’ya biat etmektense Karamanlı kalmanın bedelini ağırca ödeyen Aksaray. 1473’te Karaman oğlu Beyliği yıkılınca, yeniden başkaldırmasından korkularak ama zalim görülmemek içinde- “ Kostantinopolis’in mamur edilmesi için azimkâr ve zanaatkâr amele gerekir. Kapadokya’ lı kullarım bu işi canı pahasına yapar.” Kurnazlığıyla iki bin aileyi atıyla itiyle, koyunuyla kuzusuyla yayan yapıldak askerlerce sürüler halinde İstanbul’a sürdürmesinden artakalan döküntülerden türeyen Aksaray. İstanbul’a ulaşanlar, padişah yapılarında sağlam kalanların oluşturduğu İst. Aksaray’lılar bilmem bunu bilirler mi? Ama ben Padişah askerlerini beğenmediği, kalsınlar da buralarda ölsünler dediği Aksaraylılardanım. Karaman oğullarına destek verdiği için Yurdu yuvası dağıtılan Turgutlu aşiretiyle ve Karamanlıların Ege’ye sürülenleriyle 1981’den sonra buluşabildiğimde, evdeki kilimi, tenceredeki aşı, dudaktaki sözü, çağırılan türküyü yeniden buldum. Karamanlının bir kolu da Bozdağlar’da, Aydın Dağları’ndaydı. Osmanlının salt vergi ve asker aldığı, savaşa giderken atlarını topladığı, buğdayını, yağını, yününü, keçisini, koyununu tükettiği bozkır Aksaray’ına verdiği bir şey de yoktu aslında şehitten başka. Bizans, Roma, Selçuklu ve Beylikler döneminden kalan cami, han hamam, kervansaray, medrese dışında Osmanlının bir şeyi yoktur da Çanakkale, Sarıkamış, Balkan, Afrika savaşlarında bolca şehidi ve sakatı vardır. Kaç kıtlık, yangın, deprem, sel baskını görmüştür; bataklığı kim kurutmuştur, sıtma, verem nasıl yenilmiştir oralarda tarihin şanlı yanallarında yoktur. Osmanlının vergi ve asker defterinde Konya Eyaletinin bir sancağıdır sadece. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda yiğitçe direniş, Kuvva-ı Milliye’de iyi bir destektir. Eskil Baruthanelerinden Polatlı cephesine kestirmeden cephane taşıyan SIDDIK ninedir. Develerini Kuvva-yı Milliye’ye bağışlayan Çorakçı Zade Vehbi’dir. Anadolu hükümeti, TBBM yanında, padişahçı ve dinci kışkırtmalara kapılmayan, Delibaşı adam yerine koymayan Türkmen Aksaray. 1920 yıllarında yapılan örgütlenme biçiminde İl olmuş, 1933 yılında ilçeliğe düşürülmüş Niğde’ye bağlı ilçe olmuş, elli altı yıl sonra 15.06.1989 tarihinde il olmuş, 68 Aksaray… Geçmiş siyasal oluşumlarını da adıyla değiştireceğini sanan Kenan Kırımlı günlerin sivil Başbakanı, İl olmanın partisine sağlayacağı oyların sıcak düşleriyle uyurken Aksaray bir kez daha egemene baş eğmeyeceğini kanıtlamış ve gönlümüzde 68 Aksaray olarak sevgisini bulmuştur. 68 Aksaray, okuma yazma oranının yüksekliği ve eğit-öğretime verdiği önem sonucu elde ettiği eğitilmiş ve işgücünü kendi coğrafyasında yerleştirememiş, okuyanına, sanatkârına, işçisine dar gelince önce Avrupa, ardından da kıtalar dağılmak zorunda kalmıştır. İş alanlarının azlığı yanında, ülkemizde yaşanan cunta politikalarının ve uygulamalarının sonucu olarak ta dağılmalar yaşanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki değişimle sonucu giden Rum, Ermeni, Hıristiyan ve Yahudi komşularını unutamayan Aksaray halkı, geçim ve dirlik için dağılan çocuklarını anarken geçmişin özlemini de derinlerde duymaktadır. Türkiye’nin her yerinden yerleşen insanlara Türkmen sıcaklığını gösterirken, çil yavrusu benzeri dağılan çocuklarına da aynı sıcaklığı bekler sanırım. Adı konulmamış kırımda şehit olanların sayısının 68 Aksaray’da yüksek olması anlamlıdır sanırım. 68 Aksaray bir sevgi, bir duyuş, dayanışma, gurbette ekmek kazanırken Türkmen’in Türkmen’i arkalamasıdır. Aydınlığa, bilime ve kültüre gönülden inanma, Aksaray’ın onuruna kir sürmemedir. Biz, Karamanoğlu Beyliği’nin artıklarından 68 Aksaray’ız, dostluk, sevgi, dayanışma va barışız. Bizi anlamaya yazdıklarım yetmediyse Fikret Otyam, Mahmut Makal, Nahit Eruz, Muzaffer Hacıhasanoğlu, İbrahim Şimşek, okunsun, Fikret Otyam ve Hasan Akın tablolarına bakılsın. Hasan Dağı bizimdir kuzey Toroslar da, Hasan Dağı Ruhi Su sesinden dinlensin… Yetmezse Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin,1402 savaşı incelensin. 68 Aksaray’ı sevmek uğruna ilmekle mi olur, yoksa çok yaşayıp onun için bir şeyler yapmakla mı olur? Aksaray dışında yaşayanlar bilirler, biz Aksaray dışındayız ama Aksaray bizim sol göğsümüzün altındadır. Ne anamızın adını, ne de Aksaray’ı unuturuz. Biz Asi, boyun eğmeyen,68 Aksaraylıyız. Arkadaşımız, yoldaşımız için uçak da kaçırırız şehit de oluruz. Bu yazım da benden bir andaç kalsın. 1 Ekim 2009 Rahim GÜR Aksaraylılardan Biri.

bottom of page