top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ

    Nurten B. AKSOY * Osmanlının son dönemlerindeki en çalışkan devlet adamlarından, en tanınmış sanatçı ve entelektüellerinden, Türk Müzeciliğinin ve güzel sanatların gelişmesinde çok önemli hizmetleri olan Osman Hamdi Bey'in (30 Aralık 1842-24 Şubat 1910) en ünlü tablosu olan Kaplumbağa Terbiyecisi'nin hikayesini anlatalım. Resimlerinde okuyan, tartışan, özlemini duyduğu Türk aydın tipini ve dışarıya açılmış kadın imgesini ele alan Osman Hamdi Bey, dekor olarak tarihi yapıları, aksesuar olarak tarihi eşyaları kullanır. “Kaplumbağa Terbiyecisi” (1906), “Silah Taciri” (1908) Osman Hamdi’nin en ilgi çeken ve özgün eserlerindendir. Birçok resmi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Londra, Liverpool ve Boston müzelerinde sergilenmektedir. Osman Hamdi Beyin en bilinen eserlerinden olan Kaplumbağa Terbiyecisi adlı eseri 1906 ve 1907 yıllarında iki farklı versiyonunu çizdiği tablosudur. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti tarafından çıkartılan gazetenin on yedinci sayısında tablonun adı Kaplumbağalar ve Adam olarak geçer, ancak tabloya daha sonra yaygın olarak bilinen Kaplumbağa Terbiyecisi adı verilir. Belinde sıkı bir kemerle bağlanmış kırmızı uzun bir giysi giyen sakallı bir adam, mavi çinilerle kaplı eşyasız ve bakımsız bir odada, izleyiciye arkası yarı dönük biçimde dikilmektedir. Başına, etrafına gelişigüzel bir yemeni sarılmış arakiye takmıştır. Adamın ayaklarının dibinde, yerdeki yaprakları yemekte olan kaplumbağalar vardır. Bursa'daki Yeşil Camii'nin üst katındaki odanın duvarlarındaki sıvalar ve çiniler yer yer dökülmüştür. Tablonun tek ışık kaynağı adamın önündeki alçak penceredir. Ellerini arkasında kavuşturmuş olan adam bir ney tutmaktadır. Sırtında bir nakkare asılıdır ve buna bağlı bir mızrap boynundan aşağıya sarkar. Bazılarına göre adamın sırtında asılı olan şey, eskiden dervişler ve dilenciler tarafından kullanılan, Hindistan cevizinden ya da abanozdan yapılma dilenci çanağı olan keşkülüfukaradır. Osman Hamdi Bey'in bu tablosu, özellikle ilham kaynağına dair net bilgilerin olmadığı dönemde, geri kalmış bir toplumu çağdaşlaştırmaya çalışan bir aydının yorgun hâlini anlattığı şeklinde yorumlanmıştır. Kaplumbağaların esin kaynağının, Lale Devri'ndeki Sadabad eğlenceleri sırasında, hava karardıktan sonra sırtlarına mum dikilerek serbest bırakılan kaplumbağalar olduğu öne sürülmüştür. Bu yoruma göre, Sanayi-i Nefise, Asar-ı Atika Müzesi, Düyûn-ı Umûmiye gibi birçok kurumu kurmak ve yönetmek görevini üstlenen Osman Hamdi Bey, tabloda kendini terbiyeci, kendi iş yapış biçimine uyum gösteremeyen astlarını ise yemeğe ulaşmaya çalışan kaplumbağalar olarak göstererek, onları hicvetmektedir. 1869'da Tour du Monde isimli dergide yayınlanan Charmeur de tortues isimli gravür, Kaplumbağa Terbiyecisi'nin esin kaynağı olabilir. Başka yorumlara göre, düşünceli biçimde dikilen adam, sabır gerektiren zor bir iş olan kaplumbağaları terbiye etme işini, elindeki ney ve sırtındaki nakkareyi çalarak başarmayı ummaktadır. Bu yoruma göre de terbiyeci Osman Hamdi Bey'in kendisidir. Terbiyecinin zorlu işi elindeki müzik aletleriyle halletmeye çalışması, Osman Hamdi Bey'in de değişime direnen bir toplumu sanat yoluyla çağdaş seviyeye getirmeye çalıştığını, bu yüzden sanat okulu ve müze açma girişiminde bulunduğunu vurgular. Terbiyecinin, kaplumbağaları eğitmekte kullanacağı neyi üfleyemeyip arkasında tutması, Osman Hamdi Bey’in neyi üfleme, yani kaplumbağalar ile temsil edilen halkı eğitme kaygısından artık vazgeçtiği, çünkü derviş sabrının bile bir sonunun olduğu şeklinde de yorumlanmıştır. Ayrıca tablodaki kablumbağaların ilham kaynağının, Osman Hamdi Bey'in Paris'teyken sokaklarda dolaştıklarını gördüğü, Charles Baudelaire'in Modern Hayatın Ressamı kitabında da bahsi geçen kaplumbağalar olduğu da öne sürülmüştür. Tablonun ikinci versiyonunun, 2009 yılında Sakıp Sabancı Müzesindeki bir sergide sergilenmesi sırasında, tablonun ilham kaynağına dair yeni bir iddia öne sürülmüştür. Buna göre Osman Hamdi Bey, Tour du Monde isimli Fransızca bir derginin 1869 tarihli sayılarından birinde gördüğü bir gravürden esinlenerek bu tabloyu çizmiştir. L. Crépon tarafından, Japon millî gravüründen esinle çizilmiş olan bu resim, dergide Charmeur de tortues (Kaplumbağa Terbiyecisi) adıyla basılmıştır. Resimde, Osman Hamdi Bey'in tablosundaki terbiyeciye benzer şekilde giyinmiş yaşlı bir terbiyeci, elindeki ufak davulu çalarak bir grup kaplumbağanın bir masanın üzerine çıkmasını sağlamaya çalışmaktadır. Osman Hamdi Bey, 13 Temmuz 1869'da Bağdat'tan babasına gönderdiği mektupta, "bana yollamış olduğunuz Tour du Monde'u okudum" demektedir. Osman Hamdi Bey muhtemelen 1869 yılının ilk cildini okumuştur ve Kaplumbağa Terbiyecisi'ni çizerken bu gravürden etkilenmiş olabilir. 2004 yılında yapılan bir açık artırmada Pera Müzesi, Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu Türk resim sanatında bir esere verilen en yüksek fiyat olan 5 milyon TL karşılığında satın alır. Tablo halen Pera Müzesi’nde sergilenmektedir. Nisan 2009 itibarıyla tablonun değerinin yaklaşık 10 – 15 milyon TL olduğu tahmin edilmektedir. https://www.adadergi.com/post/osman-hamdi-bey Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kaplumba%C4%9Fa_Terbiyecisi

  • Bir Tuhaf Kuş: HAMSİKUŞU

    Şenol YAZICI Konu yemek olunca çocuktan alacaksın haberi. Çünkü insan dediğin, ömrünce hep o çocukluğundaki unutulmaz tatları, kokuları, lezzetleri arar. Benim çocukluğumdan anımsadığım bir yemek yok, dahası arada boş bulunup o zamanlar yemek mi vardı diyesim gelir. Başka türlü salt sinir, kas ve kemikten oluşan, hemen hepsi gençliklerinde manken gibi zayıf o insanlar nasıl ortaya çıkardı? İlerleyen yaşlarımda yargım biraz değişti, onların yaşlılarının da öteki coğrafyadaki insanlar gibi "kalın birer dala" dönmelerinden değil elbet; kış günlerinde metropollerde bütün bir kenti olmasa da en az bir ilçesini kükürt kokusuna boğan bolca karabiberli karalahana çorbasını, bütün dünyaya Karadeniz'i meşhur eden Trabzon ekmeğini, bir aralar Afrika'da bile ortaya çıkan Akçaabat Köftesini, yayladan nam almış, telli yağlı peynirle yapılan kuymağını, yol kıyılarında, her ırmak ağzında, her kestaneye sarılı kokulu siyah üzümün altında, sanki ezelden beridir hep ordaymış gibi, bütün malzemesi kskin bir bıçak ve yüzülmüş, yarısı yenmiş koyun iskeleti olan kasapları gördükçe haksızlık ediyorum diye düşünsem de Rize Pazar'dan ileride yaşayan Lazlar dışında çok belli bir yemek kültürüne sahip değildir Karadeniz. İnsafsızlık etmeyeyim ama yemeden yaşamayı başaran insanlar ülkesidir desem yeri. Bu yokluk kültürünü bir yerinden delen Hamsikuşu hariç... Çocukluğumun sihirli tadıdır hamsikuşu. Eğer konu hamsiyse bütün kızartma yemekleri başlangıçta havada hoş bir tat, vadedilmiş bir lezzet cenneti izlenimi bırakır, ne var ki yemeye başladığınızda bilinen balık gerçeğiyle yüzleşirsiniz. Çok az balık yemeğinden oturduğunuz kadar mutlu, mesut ve bahtiyar kalkarsınız Oysa hamsikuşu öyle değildir; ustasının elinden çıkmışsa pişirdiğiniz hamsikuşlarını afiyetle yer, daha yok muydu diye bakınır, hatta günlerce saklayabilir, ekmeğin, çayın yanına katık olarak yiyebilirsiniz ve her seferinde o özgün tadı alırsınız. Bu özgünlük onda kullanılan malzemelerden kaynaklanır. Bu malzemelerin karışımı sanıyorum Da Vinci'nin altın oranı gibi hamur işlerinin lezzet karışımı olsa gerek. Gördüğüm Hamsikuşu yeşillik, un, yumurta ve tuzlu hamsiden oluşturulan inanılmaz güzellikte bir tattır. "..." Siz dilediğiniz zamanda yapabileceğiniz gibi yöreye göre değişse de hamsikuşu hamsinin olmadığı bir zamanın yani İLKYAZın ürünüdür gelir bana. Çünkü tuzlu hamsi ve taze soğanla yapılır. O özgün tadı yaratmak, hafızalara kazımak için yanına koyacağınız salatalıkta ve hamuruna katacağınız pazı, taze soğan, maydonoz, marul gibi yeşillikler ancak bu mevsimde çıkar. Diyeceksiniz ki o dediklerin seralarda her mevsim var; doğrudur, ama aynı tatta olmadıkları gibi, hamsikuşu sera kültürünün geliştiği bir çağın değil, kardeşi değil, babası ya da anası KAYANA gibi arkaik bir kültürün ürünüdür. Yani M.Ö aittir ve biz Anadolu'ya gelmeden Ege ve Akdeniz'den gelen koloniler , Lazlar ve Gürcüler döneminde de vardır. "..." Trabzon, Giresun, Rize, Artvin... başta olmak üzere hemen bütün Karadeniz illerinde yapılır, Yöresine ve olanaklarına göre küçük değişikliklerle uygulanır. Bu ilginç ve güzel adın nereden geldiği, bir Karadenizli şairin övgülü imgesi mi, yoksa çok iştahlı bir hamsiseverin " bu kuş kadarcık şeyle karın mı doyar? " serzenişinin bir sonucu mu olduğu çok net belli değilse de bazı yörelerde "hamsipuli" denmesiyle ilgi kurulur. "Puli" Lazcada "kuş yavrusu" manasına gelir. Yumurtalı Hamsikuşu MALZEMELERİ: *Yarım kilo ayıklanmış ve kılçıkları çıkarılmış hamsi *Yarım demet dereotu *Yarım demet maydanoz *1 Küçük soğan *Üç - dört dal taze soğan *Dört - beş adet pazı yaprağı *İki adet yumurta *Bir su bardağı mısır unu *Bir - iki yemek kaşığı beyaz un *Bir buçuk tatlı kaşığı tuz *İstenirse yarımşar çay kaşığı nane ve karabiber *Kızartmak için sıvı yağ TARİFİ: Kafa ve kılçıklarından ayıklanan hamsiler bol suda yıkanır, süzdürülür, fazla suları kağıt havlu kullanarak alınır. Karadeniz'in kimi bölgelerinde flato şeklinde bütün hamsiler kullanılırken benim yöremde yani Trabzon'da hamsiler küçük parçalara bölünür. Yıkanıp ayıklanan taze soğanın yeşil kısımları ile dereotu ve maydanoz yaprakları ince ince doğranır. Derin bir kasede hamsilerle harmanlanır. Mısır unu ve beyaz un ilave edilir. Yumurta ve tuz eklenir. Ancak tuzlu hamsi kullanılacaksa tuz miktarına dikkat etmek gerekir. Hepsi karıştırılarak katıca bir hamsikuşu hamuru yapılır. Bu karışıma istenirse yarım tatlı kaşığı nane ve yarım çay kaşığı karabiber eklenebilir. Gerek duyulursa su veya un ilavesi yapılabilir. Böylece hamsi kuşu köftesi harcı elde edilmiş olur. Kızdırılan tavaya bir miktar sıvı yağ konulur. Bir yemek kaşığı yardımıyla hamsili karışımdan alınarak kısmen oval şekilde tavaya yerleştirilir. Hamsi köfteler alt ve üst kızartılır. Hamsi kuşu sıcak veya ılık olarak servis edilir. Çayın, turşu kavurmasının yanında, salatalık eşliğinde sunulabilir. Afiyet olsun. ÖNEMLİ NOT: maviADAlı Fuat ÖZGEN'in yazı nöbeti Cuma günü... Akşam geç saatlere değin yazısını göremeyince galiba bugün bir engeli var diye düşündüm ve günü dolduracak yazılar koydum. Tabi ondan beklediğim HAMSİKUŞU yazısını da mecburen ben üstlendim. Fuat ÖZGEN'in HAMSİKUŞU yazısını görünce bugüne planladığım yazıyı koymayabilirdim, ama bu da farklı bir uygulama örneği olarak düşünülebilir diyerek olumlu buldum. Böylece sağlama yapma şansımız da oldu, aynı yöreden iki HAMSİKUŞU yazısı ortaya çıktı. not 2. Yine de kıskandığımı belirtmekte yarar var, böyle güzel yazılır mı? Gelecek hafta AŞ'EVİ'nde aynı hamurdan hazırlanan benzer bir yemek var, hamsili KAYANA. Eğer Fuat ÖZGEN benden önce yazarsa amenna, denilecek söz kalmaz, ama benden sonraya bırakırsa fırsat o fırsat gurmeliğimi korumak için yazısına onay vermeyeceğim. *Aşağıdaki resimde hamsileri bütün yani flato şeklinde kullanmış, yumurtasız hamsikuşu tabağı.

  • Buz Kesiği

    Fadime Y. KAROĞLU * Başımızda Çay kokusu yolları tutmuş Ihlamur sarhoşluğu... Güller katmer katmer, Yaseminler desen, Bir eski zaman şarkısı Bahçelerde patlamış Gelin tacı Kulaklarımızda kan kırmızı Kiraz küpeler... Saygılı söğütler eğilmiş Bele kadar. Hani biz, "Her bahar aşık olur, Rüzgar olur, yağmur olur"duk... Zaman tutamadığın Işık hızı. Bembeyaz kanayan ruhumuz Şimdi buz kesiği!

  • 5 Kısa Öykü

    Birbirinden güzel 5 kısa öykü okumaya ne dersiniz. Öyleyse resme TIKLAYIN...

  • HAMSİ KUŞU

    Fuat ÖZGEN * Karadenizliler hamsiyi balıktan ayrı tutar. Özel bir deniz ürünüdür onlar için. Hamsiden çeşitli yemekler yaparlar. Hamsi Tava, Hamsi Izgara, Hamsi Buğulama, Hamsi Ekşili, Hamsi Pilavı, Hamsili Ekmek (Hamsikoli) Hamsi Çıtlama... Ben hemen herkesin seveceğini umduğum Hamsi Kuşunun yapılışını anlatacağım. Gerekliler: 10-12 tane tuzlu hamsi 3 su bardağı mısır unu 4 tane yumurta Yarım demet maydanoz Yarım demet taze nane 2-3 tane taze soğan (kışın pırasa da konur) 2-3 tane taze pazı yaprağı Maya Tuz Su Yapılışı: Hamsiler, kılçıkları çıkarıldıktan sonra parçalara ayrılır. Bütün yeşillikler yıkanıp süzüldükten sonra ince ince doğranır. Bir kabın içine mısır unu, hamsiler, doğranmış yeşillikler konur. Üzerine iki yumurta kırılır. Tuz ve maya eklenir (hemen pişirilecekse maya yerine kabartma tozu konulur). Su eklenerek yoğurulur. Hamur çok sert olmamalı. Ekmek hamurundan biraz daha yumuşak (cıvık) olmalı. Hamur 1-2 saat mayalanmaya bırakılır. Köfte büyüklüğünde şekillendirilip kızgın tavaya dizilirler. Önce bir tarafları, sonra diğer tarafları pişirilir. Üzerine çırpılan iki yumurta gezdirilir. Pişince alınır. Yarasın.

  • KAR

    Kar yağdı durmadan üç gün üç gece, Tıkandı geçitler yollar kapandı. Yalnızlığın buzdan çetelesinde Kimseler umursamadı karı. Yüzlerinde iğreti bir kibirle Hep düşürmekten korktukları, Dalıp gittiler günlük işlerine. Diz boyu birikmiş kar içinde Yürürdük uzatarak açtığımız kanalı, İki kar güvesi gibi sokaklarda seninle Anardık bütün yitik aşkları Bu karlı kış gününde. Güngörmüş dağlara karşı Sımsıcak öpüşürdük sarılıp birbirimize. -Sevgilim, yanımda olsaydın keşke! Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde, Bir iğdiş ve buruşuk zamanı. Kimsenin türküsü yok dilinde Karşılayacak yağan karı Coşkulu ve sarhoş sesiyle. Bıçak açmıyor ağızları; Acı, yalnız acı var yüreklerde. Kar yağdı durmadan üç gün üç gece, Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı, Pencerelerden baktı ev içlerine. Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı Kendi özgül tarihinde. Çıngırakların, kızakların karı Yağdı herşeyin üstüne sessiz bir öfkeyle. Birikti bir çamaşır ipine bile. Saçaklardan sarktı, Attı kendini gürültüyle yere, Kimse sahip çıkmadı; Yığıldı kaldı duvar diplerine. Yalnız kuş ayakları Bastılar incelikle göğsüne. -Sevgilim, yanımda olsaydın keşke! Kar var yaşadığımız günlerde. Umutsuzluk çevremizi kuşattı, Kıtlık kıran gündemde. Yine de ele güne karşı, Özenle saklıyorum yüreğimde Sana duyduğum aşkı, Dört yanım kar içinde.

  • BENİM KURGUSAL KAHRAMANLARIM

    Niyazi UYAR* Ne zor şeymiş yazmak! Kahramanlar yaratıyorsun, mekânlar çiziyorsun cihana dek! Bir seviyorsun onları bir seviyorsun, baş tacı ediyorsun. Yarattığın kahramanın aşkı yalnızca o öyküye dair olduğundan, kıskanç kahraman, kazan kaldırıp savaş açıyor sana. O, Nasrettin Hoca’nın eşeği misali hep merkezde olmak istiyor. Kahramanlar yaratıyorsun görülmeye değer, öyle bir yaratıyorsun, kendini kendinden kıskanıyor. Öyle bir kurgusal kahraman çıkıyor ortaya narsis; hem de ne narsis. Öyle bir yaratıyorsun, yedi düveli dolaşsalar bu kadar güzel, bu kadar eşsiz birine denk gelemezler! Sonra benim kurgusal kahraman fasulye gibi kendini nimetten saymaya başlıyor. Ne zor şeymiş yazmak! Bundan on iki on üç yıl önceydi galiba, bir öykümdeki kurgusal kahramanların karakter analizlerini yapan kendine eleştirmen yaftası yapıştıran biri, kahramanlarıma alakasız roller verip onlardan enteresan çıkarımlar yaparak sıkıntıya sokmuştu. Eleştiri yazısında kadın kahramanlara hastalıklı sonuçlar yazıp aşağılayınca; sayısı belirsiz geceler uykusuz kalmıştım. Bu dert yüreğimde derin yaralar açmış, yıllar boyu da unutamamıştım. Ne zor şeymiş yazmak! Yazılarımdaki kurgusal kahramanları yakınımdakilere bile anlatamadım. Bir yerde kurgusal da olsa yazanın başının belasıdır onlar. Bir kere yarattığın kadın tiplemesi öyle çok güzel olmamalı, onu çok yüceltmemeli; fazla alımlı çalımlı olmamalılar. Ne zor şeymiş yazmak! Gördüm ki son öykülerde, anlatımım, konu seçimim oldukça etkileyici; yazdıklarımdan keyif alıyor, beğeniyorum. Geçenlerde yeni, yepyeni bir öykü dünyaya getirdim: Karakterler, anlatım tekniği ve kurgu olarak yazdıklarım, Niyazi Uyar’ın takdirini kazandı. Öyküyü okuyan bir arkadaşım, kendini o kadar kaptırmış ki arayıp “sahi bunlar olmuş mu, nerede geçiyor bu olay” diye sorunca, tutulup kalmıştım. Ne zor şeymiş yazmak! Okurun, öykülerde, yazarı araması onun özgürlüğünü elinden alır ki bu doğru bir okuma değildir. Okur, öyküyü yenidünyalar keşfetmek için okumalıdır… Yazmak ne zor şeymiş! Yine bir çalışmamda kurgusal kahramanı öyle bir yüceltmişim, öyle bir yüceltmişim; bizim kahraman arşı âleme çıkmış, el sallıyor dünyaya. Öyle bir betimlemişim, öyle bir betimlemişim ben bile kıskandım. Benim kurgusal kahraman kendini aşmış, omuzlarıma basmış, yükseldikçe yükseliyor, tanrıya itaat etmeyen İblis gibi, “yüksekleri ben yarattım alçakları kim yaratmış,” diyor adeta! O kurgusal kahramanı dünyaya getirdiğimde tanrıya tapınır gibi memnuniyetini ifade etmede sözcükleri kifayetsiz kalmış gözyaşlarında vücut bulmuştu minneti. Sonra birden benim kurgusal kahraman Frankenstein gibi bir canavar oluvermişti. Bu Anadolu nelere kadir nelere? Demezler mi, fakiri padişah yapmışlar, önce anasından, babasından başlamış, bizim kahraman da yaratıcısından! Ne zor şeymiş yazmak! Yazmanın kurgusal tarafı yormaya başladı beni. Hadi dedim bari düşünce yazıları, deneme, fıkra yazayım. Ne yazacağım, ağacı, börtü böceği anlatsam; yine insanı anlatmış olacağım. Düşünce yazısı yazmanın siyasal iktidarların rahatını kaçırması var ki başın daha katmerli girer belaya. Hak-hukuk dersen memleketin anlı şanlı hâkimlerinin, savcılarının şimşeklerini üstüne çekersin. Ya gelir dağılımı, bozuk düzen, örgütlenmek, sendikalaşmak dersen; işte o zaman, yandı gülüm keten helva! Yazmak ne zor şeymiş! Nazımlarımız, Yaşar Kemallerimiz, Fakir Baykurtlarımız, Uğur Mumcularımız, Aziz Nesinlerimiz, İlhan Selçuklarımız, Sabahattin Alilerimiz… yazdıklarından ötürü siyasal iktidarların cezaevlerinde ömürlerinden ömür gitmiş! Ne zor şeymiş yazmak! Bir kez daha anladım ve öğrendim ki kurgusal kahramanın bile olsa adam olmayanı, adam katarına çıkarmayacak, adam olmayana adam demeyeceksin. Kurgusal kahramanın bile olsa, yerde sürüneni tepene çıkarmayacaksın. Köy çocuğu olduğum için, hayvan davranışlarını iyi bilirim. Hiçbir hayvan nankör değildir, kedi olsa bile. Kuyruğuna basmayınca, yılanın birini ısırdığına tanık olunmamıştır. Ne zor şeymiş yazmak! Sözün özü, insan soyu, öykülerine, romanlarına kurgusal kahraman bile olsa her daim içinde bir ihanet saklı durur. Camsap’a iyilik eden Şahmaran’ın başına gelen efsanelerde anlatılır durur. Sen, sen ol, hak etmeyene, hak etmediği unvanı verme!

  • Münzevi Bir Fikir İşçisi: Cemil Meriç

    Nurten B. AKSOY * "Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım; karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?" CEMİL MERİÇ Başta dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış; kendini, “yazar ve hocayım, başlıca işim düşünmek ve düşündüklerimi cemiyete sunmaktır” diye anlatan, yaşamını Türk irfanına adayan "münzevi bir fikir işçisidir” Cemil Meriç. 1916’da Reyhaniye’de (bugünkü Reyhanlı) dünyaya gelen Cemil Meriç Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan göçmüş bir ailenin çocuğudur. Yedi yaşına kadar Antakya’da yaşayan Cemil Meriç, babasının memuriyetten ayrılması üzerine ailesi ile birlikte Reyhanlı’ya döner. Burada ilkokulu bitirdikten sonra yeniden Antakya’ya gider ve Fransız idaresindeki şehirde, Fransız eğitim sistemi uygulanan Antakya Sultânisi’nde okur. Bu okulda iken gözlerinin altı derece miyop olduğu anlaşılır. İlk yazısı olan “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlıklı makalesi yerel Yeni Gün gazetesinde yayımlanır. On ikinci sınıftayken milliyetçi tutumu, yayımlanan bir yazısı ve bu yazıda bazı hocalarını eleştirmesi yüzünden lise diplomasını alamadan okulu terk etmek zorunda kalır. Lise öğrenimine devam etmek üzere İstanbul'a gider. Bu sırada Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla tanışır. Liseyi bitirince geçim sıkıntısı nedeniyle 1937’de İskenderun’a döner. Haymaseki köyünde dokuz ay kadar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra aynı yıl İskenderun’da Tercüme Bürosu’na başkan yardımcısı olur. 1938’de Batı Ayrancı Köyünde ilkokul öğretmenliği, Türk Hava Kurumunda sekreterlik, belediyede kâtiplik gibi geçici işlerde çalışır. 1939 Nisan ayında Hatay Hükümetini devirmek iddiasıyla tutuklanıp Antakya’ya götürülür ve idam talebiyle yargılanır; iki ay sonra beraat eder. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokuluna burslu olarak kabul edilir, iki yıl bu kurumda öğrenim görür. 1941'den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazıları yayımlamaya başlar. 1942’de Elazığ Lisesi Fransızca öğretmenliğine atanır; Bu arada öğretmen Fevziye Menteşeoğlu ile tanışıp evlenir. Her iki gözündeki yüksek miyoptan ötürü askerlikten muaf tutulan Meriç, ilk çeviri kitabı olan Balzac’ın “Altın Gözlü Kız” romanını 1943’te yayımlar. Eşinin tayininin Elazığ’a çıkmaması ve çiftin bu şehirde iki çocuk kaybedip, eşinin ancak İstanbul’da doğum yapabileceğinin anlaşılması üzerine 1945 yılında Elazığ’daki öğretmenlik görevinden istifa edip İstanbul’a gider. 1945’te oğlu Mahmut Ali, ertesi yıl ise kızı Ümit dünyaya gelir. 1946’da İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca okutman olarak göreve başlayan Meriç, 1974’te emekli oluncaya kadar Fransızca okutmanlığını sürdürür. Bu arada bir yıl kadar Yirminci Asır dergisinde yazılarını yayımlar. 1948 yılında Victor Hugo’nun Hernani adlı piyesini manzum olarak tercüme eder. Işık Lisesi’de Fransızca öğretmenliği yapar. 1954 yılının bahar aylarında bir kaza sonucu gözlerini tamamen yitirince birkaç başarısız göz ameliyatının ardından, 1955’te vapurla tek başına Marsilya’ya, oradan Paris’e gider. Altı aylık tedavi başarılı sonuç vermeyince yurda döner. Görme yetisini tamamen yitirdiğinden dolayı bir süre bunalıma girse de çevresindekilerin yardımıyla yeniden okuyup yazmaya başlar. Ancak görme yetisini yitirdikten sonra Cemil Meriç'in yazarlık hayatının en üretken çağı başlar. Çevresindekilere okuttuğu Fransızca ve İngilizce metinleri sözlü olarak çevirir ve bunları yardımcılarına yazdırır. Basılmamış olan bir Fransızca grameri hazırlar. Dikte etmek suretiyle makaleler yazmaya devam eder. 1963 yılından itibaren Edebiyat Fakültesi’nin Sosyoloji bölümünde sosyoloji ve kültür tarihi dersleri verir; bu dersleri emekliliğine kadar sürdürür. Aralıklarla yirmi yıl yazmayı sürdürdüğü günlüklerine 1963 yılında başlar. İlk telif kitabı “Hint Edebiyatı” 1964’te yayımlanır. Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesiyle yola çıkan Meriç, İran edebiyatı ile işe başlar, ama sonra Hint edebiyatına yönelir. Doğu medeniyetlerine karşı olan önyargıları yıkmayı amaçlayan ve dört yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan eseri, “Bir Dünyanın Eşiğinde” başlığıyla iki kez daha basılır. Hint Edebiyatı’ndan sonra Batı düşüncesine yönelir ve bu düşünce tarzının önemli bir yönünü aydınlatmayı amaçlar. Bu düşünceyle sosyalizmin temelini atan ve sosyolojinin kurucusu olan Saint Simon hakkında bir eser kaleme alır; ancak basacak yayınevi bulmakta zorlanır. Eser, ancak 1967 yılında basılır. 1965-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazıları ve çevirileri yayımlanan Cemil Meriç, Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığı ile sürekli denemeler yazar. İstanbul Üniversitesi Fransızca okutmanlığından emekli olduktan sonra yılların birikimini kitaplaştırmaya girişir. O yıl, Türkiye Milli Kültür Vakfı’ndan fikir dalında ödül alır. "Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülâkata bu kitabı yazmak için geldim"; dediği ve onun çeşitli fikir, kültür ve edebiyat meselelerine dair aforizmalarından oluşan “Bu Ülke” adlı kitabı 1976’da yayınlanır. Medeniyet kavramını tartıştığı “Umran’dan Uygarlığa” adlı eseri de aynı yıl yayımlanır. 1978-1984 yıllarında çoğu Kubbealtı Cemiyetinde olmak üzere konferanslar veren Meriç'in, 1980’de bir edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan "Kırk Ambar" adlı eseri Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülüne layık görülür. HÜZÜNLÜ GURBET Güz mevsiminin ortasındayız Dağların tepelerinde kar var Kar bir yük gibi binmiş dağlara Benim hüzünle yüklendiğim gibi adeta Dağ nice yükler kaldırır daha Oysa ben Diyar-ı gurbette Küçük bir han odasında Mum ışığının altında Bilmem daha ne kadar yük kaldırabilirim Bilmem daha ne kadar dayanabilirim gurbete Hüzünlü gurbete Karlar eridiğinde mi kavuşurum acaba Geride bıraktığım ahbaba Kader güldürür benim de yüzümü elbet Biter elbet bu hüzünlü gurbet CEMİL MERİÇ

  • Yazar Ne Yazar

    Şenol YAZICI * "... Edebiyat Ağalarına, Anamalcı Düzene ve Yayın Tekellerine Karşı Kimsesiz Yazar Ne Yazar? Yaşar Kemal der ya; o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler; güzel bir devrin sona erdiğini anlatır bu söz. Yazarların da her yazdıklarının kitap olduğu o altın devir bitti. ... Yasaların bakışı belli: En son bandrolle olmayan kazançtan vergi alacak ve ekonomiyi düzlüğe eriştirecek bir şair, yazar başbakanımız, umudumuz ECEVİT çıktı, göndere tüy dikti. Bu ucube yasayı da konu eden bir tanrı kulu da 20 küsür yıldır çıkmadı. Hiç rüya görmeyin bizde medya, iletişim ortamı, burjuvazinin tekelindedir, onun da kimi kolladığı "fıtratından" bellidir. Ona o imkanları sağlayan, ucuz krediyi bulan kimse onun emrinde olması doğal değil mi? İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Onurlandırılmayacağımız kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşullarını bulmalı ya da oldurmalıyız. Bunlardan biri, dahası ilki, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir. Bir de "KORSAN KİTAP YAZMAK" …" Marx’ın, Kapitalist ekonominin girdiği her yerde her şey alınıp satılacak bir metaya dönüverir, sözü ya da Ernst Fischer’in Sanatın Gerekliliği kitabında yazdığı, Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm. Ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir ya da iyi bir yatırım yapmak için, deyişi isabetsiz bir varsayım mıydı? Anamalcı düzenin simgesi, hesap özeti, işletim, ayakbastı parası, ,... dahil düzenin garip meşruiyetini arkasına alıp en haramice yöntemlerle bizi tırtıklayan bir banka, okunmuyor, satılmıyor dediği kitapta ne arıyor olabilir dersiniz? Bu değinme, üstüne bir kütüphane dolusu kitap yazılabilecek konumuzu anlatmaya yetebilir aslında: Günümüzün tek tanrısı vardır, o da PARA... Temel amacı her zaman para olsa da sunumu ve iktidarı yönünden çok farklılıklar gösterebilen tekelleşme, çoğu ülkede uygulamaları, serbest rekabeti ve fırsat eşitliğini yok etmesi nedeniyle yasal ve etik bulunmuyor. Ne var ki olmadığı ülke, yer almadığı bir alan yok. Kapitalist düzenin bir üretimi, belki de insanın engellenemeyen açgözlülüğünün demokrasiyi bile delik deşik eden yansıması olan tekel, hemen her alanda; ekonomi, siyaset, kültür, ahlâk da içinde… Önce kendi düşmanlarını yaratan, birilerini ötekileştiren, güçsüzleri teker teker emip yok eden, salt para, kazanç ve iktidar imansızlığıyla çalışan bir örgütlenme… İLK TEKEL ALGISI Onu ilk algıladığımda üniversitedeydim. Devletimizin ekonomik tekelinin ürettiği dünyanın en kötü sigaralarını içmeye yeni başlamıştık. Kaçak sigaralar akıldışı fiyatlar, büyük cezalarla vaat edilmiş ülke gibi dururdu. Ayaklarını denetleyemediğimiz bir merdivene çıkmış, gökyüzüne bir avize takmaya çalışıyorduk. Gençtik, ama hiç çiçek açmayan baharlar gibiydik, öyle hüzün yüklüydük. Ezberlenmiş bir hüzündü bu. Başkaldırımız intihar yürüyüşüydü... Umutsuz şiirler, yazılar yazıyorduk. O yükseklikte, karşımızda bir ayna, ne kadar doğru dediğimizi ölçemeden, konuşuyor, ezberimizi seslendiriyorduk. Siyasî tekel bizi esir almıştı. Sistemi arkalayan karşı tekelse avantajını iyi kullanıyor, bizi tek tek, sözcüğün tam anlamıyla katlediyordu. Son dünya savaşı sonrasında geçerli siyasî düzen, düşünce ve biçimlerin kaynağı, çerçevesi olan demokrasiyi gelişen büyük teknoloji evrenin her yerine çiçektozları gibi dağıttı. Bu her ne kadar insanlığın yararına, mutlak yönetimlerin sonunu hızlandırmışsa da, demokrasiyi güçsüzlük gören özellikle azgelişmiş ülkelerde bazı kuruluşlar, kendi politik çizgisinin egemenliği için yollar arayacak, bu da siyasette tekelleşmeyi getirecektir. EN TEHLİKELİSİ Siyasette tekelleşme, işlerliği oldukça anlamlı olan kurumları geri çekilmeye zorlayarak toplumun nefes alma özgürlüğünü yok edebilir. Kimi ülkelerde bu tarz tekelleşmenin, iktidarı da yanına alıp, kitleleri sürülere çevirdiği, demokrasiyi tıkadığı, yeni tiranlar, dukalar yarattığı, seçim mekanizmasını da işlevsizleştirdiği çok görülen örneklerden. Günümüzde yaygınlaşan salt demokrasi olmadı. Kapitalizm dünyayı örümcek ağı gibi sararken, doymayan bir ihtirasla yeni pazarlar, satılabilecek yeni ürünler peşinde… Artık büyük ülkelerin gelişmiş kentlerinde, fabrikalarında ve işçinin alın terinde çıkarlarını aramakla yetinmiyor. Onu para kazanmak uğruna kutupları kirletirken, uzayda ozan tabakasını delerken, dünyayı zehirlerken görebileceğimiz gibi, kavramları, hatta hiç akla gelmeyen somut olmayanları da metalaştırarak satarken görürsünüz. Kısaca her şey artık ticaretin konusu: İnançlar, sevgiler, acılar, dostluklar gibi sanat da pazarda… Bu paranın tanrılaştırıldığı, çürümenin evrenselleştirildiği bir dönem. Edebiyat bunların içinde belki de en anlamlısı. Çünkü edebiyatın inandırma, inanç, ahlâk, toplum oluşturma özelliği var. Yazarların bu yeni düzende kabullendikleri rol asıl sarsıcı olan. Hangi tekel daha çok kazanır da beni de yanına alır, aklıyla insanlığa ihanet ediyoruz, farkında değiliz. ÇÜRÜME Çevremize bakınsak, çürümenin her türlüsünü aramadan görebiliriz. Kirli söylentilerle gölgelenmeyen çok az edebiyat yarışması var. Üç beş kuruş için uyduruk kalemleri Nobellik, ama hakkı yenmiş yazar gösteren ne çok dergi, gazete… Yeter ki parayı versin, herkes başımızın tacı; bakıyorsun çağdaşlık öğreten bir yayın organında çağın düşmanı kim varsa en gösterişli haliyle boy gösteriyor. Para için, ün için, iktidar için utanma duygumuzu yitirdik. Çok saygın isimlerce göklere çıkarılan, yüz binler satan kitaplar, altı ay sonra kimsenin anımsamadığı oluyor. Bilmem ne belediyesinin, bilmem hangi üniversitenin kıt kaynaklarından umulmadık harcamalarla yapılan adı göklere çıkarılan, içi tamtakır etkinlikler, festivaller düzenleniyor. Açlıktan nefesi kokan, ömründe kitap görmemiş, gereksinme listesinde en son sanatın yer aldığı izleyicilere bakıyorsun… Davetli sanatçılara sonra… Al gülüm ver gülüm, her yerde aynı isimleri görüyorsun. Bilmem ne kolonisi gibi çalışan, yontulmamış bir iktidar hevesiyle kazaen kurulmuş A derneği, B takımı… Ya da siyaset tekelinin bir uzantısı, bir eski zamanın olmaya özenmiş, özenmekle kalmış şair eskisi. Sanatta ne yapmış bu, diye bak, bir şey bulamazsın. Yozluğun dayanışmalı tekeli… KİMSESİZLİK ve MUHALİFLİK Basın – iletişim araçları, yani dünyadan haber alma özgürlüğü, insana uymayanı ortaya koyandır. Bu da muhalifliği getirir. Ne var ki bizde iletişim ortamı, ya burjuvazinin tekelindedir ya ilkel siyasetin emrinde, en çok da egemen iktidarın... İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar ya da beyni yıkanmaya aday saf gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Karnımızın doymayacağı kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşulları bulmalıyız. Bunlardan biri de, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir…mi? Evet olabilir, yol uzar, ama olur. Ticarî tekelleşmeden kabul görmeyen yazarın vazgeçilmezi olan imece dergilere önem vermeliyiz. Ekonomik bir hesabı olmayan, imece yaşayan bu dergilerde de toplumsal hastalıkların bir bölümünü görmek doğal. Doğalarından kaynaklı engeller, en büyük benim duruşu, biz olmazsak dünya dönmez, edebiyatı biz kurtardık tavrı hepsinde var. Profesyonel olmayışın argınlığını, imece yapılanmanın ekonomik açmazlarını, kurumlanamayışın çok başlılığını, arka aramanın kuralsızlığını taşısalar da işini en etik yapan özgün girişimler onlar gene de. Varlıkları bir şans. Onlarda tekelleşme yok mu, var tabi, hem de en keskini. Olması gereken de bu. Çünkü her dergi bir anlayış, kendine özgü bir gelenek oluşturma gayretidir. Bunlar yoksa neden çıksın ticarî hesabı olmayan, ama dünya emek, sıkıntı isteyen bir dergi? İşte onun tekel olma tavrını hoş gösteren de bu. Tekel bir çıkar savaşıdır, yani para kazanma mücadelesi… Sözünü ettiğimiz dergilerin parasal bir şansları yok zaten… Yalnız yazarın sığınabileceği bize özgü bir liman gibi duruyorlar hala. Başka türlü yazar okura nasıl ulaşacak, başardığıyla nasıl yüzleşecek? Tabi bir gazetenin eki bilmem ne kitaba bir sayfa ilân için birkaç kitap basım parası verecek gücünüz varsa sorun değil, ona yaslanın. Ki bu sadece reklâmdır, gereklidir, ama yazarın ilklerinden olan yazısıyla kabul görmek değildir. TEKELLEŞME AZINLIĞI EZEN KURALSIZ BİR DÜNYADIR Bir çıkar birlikteliği, ötekilere yaşama hakı tanımayan bir iktidar savaşı olan, kimi zaman toplumun güçlerini kullanarak kendini meşrulaştıran tekelleşme, öteki rol sahiplerini de zorlayacaktır günü gelince. Bu yolda en acımasız yöntemlerin, en etik dışı söylemlerin kullanıldığı, büyük bir kuralsızlığın egemen olduğu olur. Kimi zaman giderilmesi olanaksız yaralar açarak yerleşmeye çalışan tekelleşme, toplumsal kurumları dönüşümsüz bir biçimde yok ederken şiddeti egemen kılabilir. Bu da demokrasiyi kemirir. Ülkemizi 12 Eylül müdahalesine taşıyan süreci bu yönlü keskin bir örnek olarak anımsayabiliriz. Tekelleşme insanlığın yararına çalışan bir peygamberlik değil elbette. Ne var ki günümüz tekelleri, serbest rekabeti yok edip çok para kazanmak amacın da olsa da, çıkarcı yapısını insanlık yararına bir dinmiş gibi sunmayı, insanı kul yapmayı iyi biliyor. Bozuk sosyalizasyonun ürettiği yalnız insana oynuyor. Birlikte daha güçlü olunacağını iddia ediyor, aitlik vaat ediyorlar. İnsan doğasının güç ve iktidar düşkünlüğü, yalnız bireyin korunmasızlığı ve güçsüzlüğü çoğu kez aidiyetleri yaratandır. Oysa tekelleşme birliktelik değildir, egemen bir güç ve ona hizmet edenler vardır sadece. Sizi birey olarak hiç hesaba katmayan bir egemenliktir bu. Bu yapısıyla güçlendiği toplumlarda, etik değerleri hızlı bir değişime uğratan günümüz tekelleşmesi, ekonomi, siyaset medya üçlemesinde başladığında değerleri hızla eritirken, düşünceye, sanata, yazına sıçrayınca artık poetika, erdem birilerinin istediği, dayattığına dönüşüyor ve gerçek çürüme başlıyor. Yaygın iletişim ortamında ağır reklâm bombardımanına uğrayan bilinçsiz birey, karşı koyma yeteneğini yitirip piyona dönüyor. Teflon tava kullanmayan uygar değildir, bu partiye destek vermeyen, şu gazeteden başkasını okuyan vatan hainidir, mercimek yemeyen gelişemez, keçeye kılıç çalmayan, bizim gibi inanmayan kâfirdir… söylemleri yabancımız değil, örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bir aşamadan sonra onun dediği yazıyı okur, onun önerdiği kitabı satın alır, ideallerini savunur olursunuz. Altyapısız, hele umarsız insan hızla değişir. Dünün toplumcusu, bugünün post modernisti kesilir, dünün solcusu, bugünün sağcısı, bugünün solcusu, yarının sermaye bekçisi olur erinçle. Kurgusunu, kitabını birilerinin özenle, cilâlayarak hazırladığı ve sizin de ezberlediğiniz yeni bir dininiz vardır. Ne kadar ümmet olduğunuz kimsenin umurunda olmasa da cüzdanınızı onların emrine vermeniz çok anlamlıdır. Bu yeni tip aitlikte görünmeyen eşkıyalarca soyulurken kendinizi mutlu bile hissedebilirsiniz. ÇIKIŞ BİREYDE Oysa nasıl ki küçük işletmeler, serbest piyasa ekonomisi, tekelleşmenin acımasızlığına engelse, anlayış ve ideoloji tekelini kıracak olan da kul olmayı yadsıyacak bireydir. Çağımızın insanlığa en büyük armağanının, bireyin ordusu, surları, kaleleri, topları tüfekleri olmadan ya da İnce Mehmet tipi bir aykırılığa düşmeden kendini ifade edebilme yeteneği kazanmasıdır, diye düşünüyorum. Kuşkusuz bozuk kentleşme ve ahlâk erozyonu sonucu yalnızlaşan insanımızın kederi savunulamaz. Bireyin özgür ve özgün düşüncelerinin tektipleşmeye, sürüdeki herkes olmaya, o sonsuz huzura, kireçlenmiş ruha bir tavır olacağına inanırım. Direnen, güç ve çıkar birliğinin omurgasını kıracak olan bilinçli bireydir. Bireysel anlayışın üstünleşmesi demokrasinin en büyük ütopyası olmalı. Çünkü renkler ve ülküler bireyden çıkar, kitlelerden değil. Bu idealist düşünceler yaygınlaşıp, paylaşıldıkça, paydalarında buluşuldukça evrensel güzelliğe yaklaşılır. Son başarı için kitlelere, aydınlık düşünceler içinse bireye gereksinme vardır. İsa vardı diye Hıristiyanlık, Muhammet vardı diye Müslümanlık vardır. Sokrat vardı diye felsefe, Spartaküs vardı diye başkaldırı vazgeçilmezidir insanın. K.Marx vardı diye emekçi sınıfın hakları fark edilmiştir. Atatürk vardı diye, çağdaş Türkiye oluşmuş, azgelişmiş ülkelerin, gelişmişlerin oyuncağı olması kaçınılmaz kader olmaktan çıkmıştır. Toplumsal mücadeleyi ne kadar savunursak savunalım, aydınlanmada bireyin önemi görmezlikten gelinemez. Yazarın ise belki ilk adımı, belki vazgeçilmezidir kendi olmak, her şeye ve herkese karşı farklı düşüncelerini savunmak… O düşüncelerdir, egemen güce ilk tavır. Donkişot benzeri bir başkaldırı gibi gözükse de gerçekte daha büyük bir ideali yaratma gayretinin, yani bulamadığının yerine, daha evrensel olacağını savladığı bir din üretme gayretinin ilk adımıdır da… Yazar bu çıkışla ayağa kalkarken azgın insan nehrinde ötekilere, en çok da mazlumlara tutunulabilecek bir dal olma savındadır. YAZARIN GERÇEKLERİ Bir kuralsızlık içinde gidiyormuşuz gibi dursa da, yazın dünyasının bir ekonomisi var. Başka türlü durmadan kurallarını ve beklentilerini yükselten dağıtım firmaları, irili ufaklı yaşam savaşı veren yayıncılar, karşılarında giderek devleşen, tekelleşen banka yayıncılığı, şu an içinde bulunduğumuz Tüyap ve benzeri pahalı dev organizasyonlar olan kitap fuarları nasıl yaşar, nasıl bir uyumla çalışır? Kuralsızlık bizde çok rastlansa da, ekonomi kuralsızlığı hiç af etmez. Az düşünsek para için yapılmayan / yapılamayacak sanatın, sanatı üretmeyenlerin ekmek kapısı olduğunu görmek zor değil… Kimisinin ise bol kazançlı işi… Kültürün politikası ise bir kültürsüzlük terörü… Basın tekelleri, kimi devlet desteği ile yayıncılığa, hatta satıcılığa, dağıtımcılığa… kısaca her alana el attılar. Elerinde bulunan iletişim araçları yoluyla, reklâm gücüyle dayattıkları kitaplar peynir ekmek gibi satılıyor. Ötekilerin hiç şansı yok. Yaşar Kemal çağını tamamlamış bir anlatıcı onlara göre, post modernist kim varsa o çağdaş roman yazarı… Yerli donanım yetmeyince uluslararası yayın tekellerinin bayatlamış kitaplarına sarılıyorlar dört el. Kısa sürede liste başı oluyor bastıkları… Bütün kitapçılarda birer 'çok satanlar' köşesi bulunuyor artık. Kaçı okunup bitiriliyor, kaçı adını hak ediyor o ayrı… Her taraf kitabı yayınlanmış köşe yazarlarıyla, öte yandan da ün kazanmış bütün yazarlara köşe açan gazetelerle dolu. Onlarda, doğal olarak nerden gelirlerse gelsinler, sermayenin, oku dediğini yinelemekten öte bir şey yapmıyorlar. Başlarına şıh sarığı geçirilmiş ama marifeti meçhul insanlar çoğu. Marangoz, ama adı var ya, kuyumcuya da ayar öğretiyor. Bir örnek, oynadığı role göre hayli yorgun bir başka değerimiz, bir gazetenin kitap ekinde dergici ül azam, dergiciler piri… O demişse, kapanmış dergiler, çıkma söylentisi olanlar bile azizleşiyor. Bir sağ dergilerde, bir sol dergilerde artık kimsenin paylaşmadığı yazısına yer buldukça hümanizmanın doktoru kesiliyor. Bugün keşfettiğin bu hümanizma dün nerdeydi, diye kimse sormuyor. Belki de gereksiz. Asıl onlara o rolü verenlere sormalı. Niçin? Ellerine geçirdikleri köşelerde günüyle, ülkesinin nabzıyla hiçbir yanıyla örtüşmeyen yazılar yazıyorlar. Hiç yinelemedikleri, elli yıl önceden kalmış artık sislenmiş, yıpranmış dağarcıklarından ne geçerse ellerine, onu iktidarın büyük sarhoşluğunda güncel sosla kolajlayıp yazıyorlar. Taht verip taht alıyorlar. Kim bu ulu büyüklerimiz? Ne olmuş edebiyata katkıları, diye kimse sormuyor? Nazım Hikmet mi, Orhan Kemal mi, Kemal Tahir ‘mi, Sait Faik mi bu dostlar, hakkı yenmiş, şimdi itibar iadesi yapılıyor? Yaratıcı sanatta büyük değerlerimiz Yaşar Kemal ya da Nobelli yazarımız Orhan Pamuk bilirkişi olsa neyse. Ki onlarda gündelik siyasette bilirkişiliği yeğliyor, ayrı. Ah marangoz, diyesi geliyor insanın, Attila İlhan dışında hep hata mı yaparsın, diyesi… Gerçekte belki de işimizin güzel yanlarını görmüyoruz. Benzer koşullarda yazarın, öteki sanatçılardan daha şanslı olduğu kesin. Satmasa da yazmasını engelleyecek bir güç yok. Beklenti para değildi ki zaten, daha çok okunmaktı, o olsa bari. Kitabı gereğince yapacak, tanıtacak, sonra satacak becerikli bir yayıncı bulabilse… Bulsa tekelmiş mekelmiş diye hiç bakmayacak da… nerde? Artık tekeller, yazdığına değil, 60’ların Almanya’sı gibi, dişine bakıyor, gözüne bakıyor… ünlü değilsen, kim okur seni diyerek, kitabını basmıyor, dağıtmıyor. Bırak kitabı, az çok okuru olan dergiyi de dağıtmıyor, üste para istiyor. Ünlü olup da satmayan kim var ki? Şarkıcı, politikacı, işadamı, mafya ya da derin devlet eskisi… Kim ne bulursa onu yazıyor ve satıyor da… Edebiyat mı? O, Edebiyattan kovulalı çok oldu, bize yeni yeni yansıyor. Bizim tekellerimiz de bize benziyor, kendimiz üretemeyiz, kopya ederiz, o da Batı’dan olacaktır tabi. Kapitalist edebiyatın başka umarı mı var sanki? Ne gerek var onca betimlemeye, tahlile, edebi karakterlere ve tutarlılıklar derdine… Ne gelirse aklına yaz işte. Yeter ki adın olsun, yeter ki reklâmın yapılsın, bak bakalım satar mı satmaz mı? Yazarın yazmak dışında ne olur derdi, okura ulaşmak değil mi? Değilmiş. Geçenlerde birçok ünlü yazarın konuk olduğu, niçin kitap okumuyoruz konusunun irdelendiği bir program izledim. Söz korsan kitaba geldi. Bir yoluyla tekelleşme yolundaki yayınevlerine kapağı atmış arkadaşlar, konuyu bırakıp korsanı tartıştılar uzun zaman. Kimse kitap fiyatlarındaki anormalliklerden, bir liraya mal olan kitabın on katına satıldığından, asgarî ücretle ortalama otuz kırk kitap alınabildiğinden, yayın, tanıtım, dağıtımın tekellerin elinde olmasından, küçük yayınevlerine ve sıra yazara yer kalmayışından, korsanın bile onlara yüz vermediğinden söz etmedi. Yazar bile sahibinin sesi olmuş. EDEBİYATIN BRÜTÜSÜ ECEVİT Bu işten para kazananlara, kültüre katkın var diye vergi iadesi veren devlet, yazarın bin bir güçlükle yaptığı kitabına, sözde onu korumak adına, denetim pulu için para istiyor. Sevgili şair Ecevit’imizin giderayak iyiliği bu. Önce her yazar boynunda yazarkasayla dolaşsın diye düşündüler, baktılar olmayacak, bandrol bulundu; dolaylı vergi… Olmayan kitap korsan kabul ediliyor. Kuşkusuz korsan kitap etik dışı, kuşkusuz hırsızlık, bizzat yayınevi tarafından el altından satılanları saymazsak tabi… Hepsi değil ama bir bölümünün bunu yaptığı kesin. Bu ülkede değme matbaa tasarlanmış kitabı kusursuz dizemiyor, ali okulu mezunu arka mahalle korsanları 500 sayfalık özel cilt kitabı birebir taklit edecek, inanması zor. Sen kitapçıya 300 liraya sat, diye 200 Liraya ver kitabı, öte yandan elim darda, diyerek sahafa, toptan alana 3- 5 liraya… İnternetten 150 liraya sat. Kelepir kitapçı dükkânları ne çabuk unutuldu? Ne oluyorsa esnaf erdeminden söz eden kitapçıya oluyor. Bu da başka bir hırsızlık tekeli. BANA NE OLUYOR? Hırsızlık da bana ne oluyor? Bu ülkenin kolluk güçleri yok mu? Kitap dediğin esrar gibi zuladan mı satılır, sanki? Hem paramı, kullansın diye yatırdığım bankanın, işletim adıyla benden kestiği yasadışı parayla yaptığı ve sattığı kitapların korsanlığı o bankayla yetkilileri bir de korsanları ilgilendirir, beni değil. Kara para aklama sürecinin bir parçası gibi de duran korsan kitapla mücadelede önceliği yetkililere bırakmak doğru bir adım olabilir örneğin. Bize bunu dert ettiren de düşünce tekeli... Onlar gibi düşünür oluyorsunuz. Beynimiz günün akşamına kadar iletişim araçlarınca yıkanıyor ya artık ezbere konuşuyoruz. Bu yayın tröstlerinin karşısında Guliver’in Devler Ülkesinde’ki haline dönmüşken daha çok yazdığımıza, kendi sorunlarımıza bakmamız gerekmez mi? Benim yazar olarak, ülkemdeki bütün sorunlardan haberdar olmam gerekli elbet. Ne var ki önceliğim kendi alanımda olmalı. Kendi işimi bilmiyor, iyi yapamıyorsam, dünyayı bilsem ne olacak? CEPHEDE DURUM NE? Yazar, satmanın yükselişin başlangıcı olduğunun farkında. O zaman herkesin işaret ettiğine bakıyor. Ne demiş Batılı? Edebiyatta her şey yazılabilir. Bizim iç kırıcı bulduğumuz ya edep dediğimiz bu söz, hele sansür gözüyle düşünürsen bir düş gibi gözükse de, içerdiği anlam yönünden ürkütücü… Edebiyat o kadar kolay değil diyorsunuz değil mi şimdi? Kolay aslında, aybaşı sancılarını, üç beş iç gezinmesini, iki de ağza alınmayacak aşk maceranı yazdın mı, bir de tekelleşme elinden tutarsa Nobel bile alırsın. O da yetmezse mezhebine, hapishane anılarına, siyasetine yaslanır, bir başka tekelleşme üretir, yükselirsin. Düşünce yazısı mı diyorsun, ondan kolayı mı var? İki samimiyetsiz, burada ne işi var şimdi, dedirten yoksul sömüren cümle, birkaç 12 Eylül öncesi söylem, bir yazarla tanışıklığını, omzuna dokunmasını, seni sevmesini / sevmemesini, bir başka egemen anlayışın neresinde yer aldığını anlatır, biraz dedikodu, biraz siyaset yapar… bir eşsiz edebi yazı çıkarırsın ortaya. Doğrudur, edebiyatta her şey yazılabilir, sadece kullanılan biçim ve dil her şey olamaz. Bu dil, bu biçim, bu anlayışla bırakın batının işaretine bakan tekellerin gözüne girmeyi, ülkemiz çocuk edebiyatında örneklerini çok gördüğümüz taklit Harry Potterler bile yazamazsınız. Uzun cümle bile kuramayan bir edebiyat; kişisel anılarını, bunalımlarını, cinsel sorunlarını, aşktaki beceriksizliğini… tek malzeme gören, liseli öğrencinin günlüğü gibi aktaran bir edebiyat bu kadar olur. Edebiyat olmaz, ama tekel, ben satarım diyorsa, satar. Siz de büyük yazar olursunuz. En iyi kendi yaşadığımızı bilmez miyiz? Karl Marx, insan doğanın talihsiz çocuğu, der ya, çok talihli bir insan olmadığımı düşünürüm. Gözümü açtığım 60 İhtilâli, kan gövdeyi götüren, siyasî tekelleşmenin kendini şiddeti de kullanarak kabul ettirmeye çalıştığı savaş alanında piyon olduğumuz 60 – 80 yılları, 12 Eylül açık faşizmi, sivili, askeri yığınla darbesi, hiç nefes aldırmayan ekonomik sorunları, bitmeyen iç çatışmaları, nerede duracağı bir türlü belirlenemeyen, yerini bulamayan kadını erkeği, genci, çocuğuyla talihsiz bir ülke olduğumuzu da… Tekeli ilk algılamamdan bu güne onca yıl geçti. Şimdi ne değişti? O kötü sigaraların üreticisi tekel, iyileştirilecek yerde, yabancı tekellerin çıkarına yok edildi. Siyasî tekelleşmeler iki kutuptan bin kutba çıktı. Ben, gene ayakları yere tam basmayan bir merdivenin üstünde gökyüzüne avize takmaya uğraşıyorum. Gene aynalara konuşuyorum, gene ne kadar doğru dediğimi ölçemiyorum. Uğruna savaştığımı sandığım halkım, gene bana çok uzak ve gene bir dağ gibi sessiz, gözlerine gözlerine bakıyorum, boşuna, bana gene yanlış yapıyorsun der gibi mi ne?… Ne var ki bir fark var gene de: Şimdi sesimde hüzün yok, kimsenin sesi değilim. Aldırmıyorum, çünkü bu kez bir tekelin ezberini yinelemiyor, ülkemin algıladığım gerçeğinden kendi sesimi bulmaya çalışıyorum. Ötekiler kimin umurunda, ben inandığımı söylüyorum. Yanlışsa sözüm, zamanın çöplüğünde erir gider. Ama ya doğruyu söylüyorsam?.. Bu ülkede edebiyatçının, yazıncının konu sıkıntısı çekmeyeceği ortada olması bir yana, onuru olan edebiyatçımızın tarihsel bir sorumluluğu da var. Onun bütün çıkarların ve beklentilerin üstünde özgürce yükselen sesi ümit edilen geleceği kuracak objektif, doğru, tarafsız tek sestir diye inanıyorum. HERŞEYİ YAZABİLEN BİR EDEBİYAT Her şeyin yazılabilmesi bu açıdan çok önemli bir özgürlük ve ilk adımdır. Ne var ki edebiyatın içini boşaltmak, edebiyattan edebiyatı kovmak değil. Bu bakış açısında halkıyla, insanıyla ilişkilendirilmiş yazın eseri değerlidir, satmasa da, okunmasa da… Görülmüştür ki moda bakış açılarının ya da tekellerin ürettiği çok kitap, kısa sürede tarihin çöplüğünde yer alıyor; ancak nitelikli olan yarını kucaklar. Nietzsche Ağladığında en çok satan kitaplarından oldu, şimdi nerde? Tekelleşmenin satma gücünü kanıtlıyor bir tek. O zaman kendi çapında yayıncı belki az, ama iyiyi yapmaya gayret ederken, okura büyük iş düşüyor. Nasıl ki demokrasinin umulanı vermesi için bilinçli seçmen istiyor, iyi edebiyat da seçmeyi bilen okur bekliyor. Kolaya reklâma bakmayan iyi kitabı arayan, bir kitabı en ucuz nasıl alacağını yasal zeminde bilen tüketici bilinçli okur gerekli bize. Kuşkusuz okura yol gösteren iyi eleştirmen ve dergiler de önceliklerimiz arasında... O zaman eleştirmenlerin de kitap eleştirisi adıyla eş dost kitabını övmeyi ya da moda bakış açılarını gözlük olarak kullanmayı bırakıp, editörün işi olan nokta virgülle uğraşmayı öteye geçip yapısalcı değerlendirmelere başlamalarını bekliyoruz. Dergilerin de popüler olana aşkla hizmetin yerine nitelikli yazan, ama arkasızlıktan sesini duyuramayana açılması beklenen kuşkusuz… ÇÖZÜM: KORSAN KİTAP YAZMAK Ne kadar yazsak da, konuşsak da, yazar kendi sesi olsa da her şeye karşın bir soru ortada kalacak biliyorum. Basım, Dağıtım ve Okura ulaşım nasıl olacak?.. Çünkü bu yön parayla gerçekleşebilecek bir süreç ve para, akıl gibi, yaratıcı güç gibi, hatta kimi coğrafyalara denk gelen elmas gibi masalsı bir biçimde arada bir yoksullara denk gelmiyor. Bir çıkış kapısı bulamıyorum. Çünkü vahşî kapitalizme görgüm, bilgim yetmiyor. Gene de bir yol aklıma gelmiyor değil, dağıtım, yayıncı, anlayış tekelini kırmak, direk okura ulaşmak bağlamında iyi bir çözüm gibi duruyor, o da: Korsan Kitap Yazmak...

  • Nereye Böyle Erken?

    Y. Bekir YURDAKUL yby.yurdakul@gmail.com İzmir’den dönüyoruz. Seferihisar’a. Direksiyonda Zülal Atagün. İzmir Ekonomi Üniversitesindeydik. Gülce Başer’le görüştük. Şair, gazeteci Gülce’yle yolumuz 1990’lı yılların ortasında kesişti. Gazete Ege’de çalıştığımız yıllar. Sevgili Gülce bizi, “Erken Cumhuriyet Dönemi ve 1990’lı Yıllar Arasında Türk Moda Tarihi” adlı kapsamlı araştırmanın mimarı Dr. Öğretim Üyesi Dilek Himam’la tanıştırdı. Moda ve hayat üzerine de epeyce uzun sohbet etme olanağı bulduk. İzmir’de derin izler bırakmış zarif insan Esin Yılmaz’ı, giysiyle hayatın derin bağlantılarını büyük emekle ortaya koyan Sabiha Tansuğ’u, yine bu kentin anıt adlarından Zuhal Yorgancıoğlu’yu konuştuk anılarına saygıyla… Dilek Himam arkadaşımın kitabından ayrıca söz açacağım elbette. *** İzmir’den dönüyoruz. “Bu görüşme, biraz bilgisayardan uzak kalmak iyi oldu benim için. Akşamki çalışmaya enerjim kaldı.” dedim. “Sevindim hocam.” dedi Zülal. “Bu hafta Sadık Uygun Kültür Merkezinin açılışını ve Çocuk Yazını Ödüllerini yazayım istiyorum…” dedim. “Araya Kemal Rafet Gücoğlu, Fehmi Salık dostların aramızdan ayrılışı girince gündeme alamadım ödül törenini. Geçen hafta Kemal Rafet için yazdım. Bu arada bir başka kaybı, Aydoğan Yavaşlı’yı da öğretmen okulundan sınıf arkadaşı sevgili Salim Çetin yazdı bugün. (1) Köy enstitülerinin yetiştirdiği güzel insan, direnç adası, sıkı dost ve yazar Fehmi abi için de bir şey yazamadım…” demeye kalmadı telefonum çaldı. Muzaffer Kale arıyor. ‘Ya İzmir’e düşürdü yolu (Yazları Milas’ta oluyor çünkü.), belki de Seferihisar’a geldi…’ düşünceleri arasında açınca telefonu “Haberin oldu mu?” dedi. “Tuncay’ı yitirmişiz.” “Tuncay?” “Kent kültürü üzerine düşünen, kenti ve çevreyi savunan…” “Ahmet Tuncay?” “Evet, o… Kent kültürü deyince bildin bak…” *** Şu telefon çalmasa, olur olmadık zamanlarda, böyle erken erken şu haberler gelmese, olmasa böyle… Yine Nâzım’ın dizeleri… “Çoooook yorgunum kaptan!” Bir de Serdari’nin dedikleri: “Nesini söyleyim canım efendim?” Kaza mıydı, kalp miydi? Bilmiyordu sevgili Muzaffer. Bense ondan öğrenmiştim bu kahredici haberi. “Hasta mıydı?” diye sordu. “Yooo, çok olmadı konuşalı.” dedim. “Salgın günlerinde düzenlenmesine önayak olduğu çevrimiçi Kemeraltı Çalıştayı’nın kayıtlarını yayıma hazırlamamı istemişti. Epeyce bir zamandır kitaplaşmayı beklemekteydi o dosya. Bir fırsat yaratmış, yeniden bakalım istemişti o dosyaya…” Günün, günlerin yorgunluğu katlandı. Kocaman bir kedere evrildi. Gelip oturdu tuşların üstüne… Neredeyse hemen her gün şu kadim kentin, İzmir’in her köşesinde olduğunu/ bulunabileceğini savlayabileceğim Ahmet Tuncay Karaçorlu. Doğal ve Kültürel Yaşam Girişimi sözcüsü, Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesinin kurucu başkanı, yönetim kurulu üyesi, mekân tasarım ustası, kente ihanet edenlerin gözünde “her taşın altından çıkan” Tuncay… Şimdi bunları yazınca bir şekilde oturdukları koltuklardan bir daha kalkmayanlar düştü aklıma… Öyle çoklar ki! Hangi birini söylemeli. Tuncay mı? Kent Plancıları Odasının İzmir Şubesinin kuruluşunun ardından seçildiği başkanlığı, zamanı gelince sevinçle bıraktı bir meslektaşına… Yalnızca her türden haksızlığa yürekten, yorulmak bilmez karşı çıkışının yanında bu inceliği de kıymetliydi sevgili Tuncay’ın. Onun içindir ki Ahmet Tuncay’ı yitirmek; bir arkadaşı, dostu, kardeşi, yareni, yoldaşı yitirmekten çok daha fazlası… *** Bayraklıdayız. İzmir Kültür Sanat Festivali’nin açılışı için düzenlenen program ve sonrasındaki konseri izlemek için Tepekule’deyiz. Epeyce de erken varmışız. Olasıdır ki buluşup gitmişiz Ahmet Tuncay’la. Yıl mı? Yok aklımda. Hem ne önemi var ki! Aklımızda Ekrem Akurgal… Ören yerlerinde hep aklıma düşeni seslendiriyorum. “Biliyor musun, ne zaman buraya ya da benzeri bir yere düşse yolum aklıma hep buralarda kimlerin, nasıl yaşadığı gelir. Arkeologlar da düşünür sanırım aynı şeyleri…” deyince ben o unutamadığım tümceyi ikram etti bana sevgili Tuncay: “Bekir Hocam, acıya ilk dokunan kişidir arkeolog.” *** Dil Derneği İzmir Temsilciliğinin aylık düzenli toplantılarından birinde bizim için “Sokakların Dili” başlıklı bir konuşma yapar mıydı? “Elbette…” dedi duraksamadan. Öncesinde bir de görsel sunum hazırlamayı istedi ve onun isteğiyle çıktık sokağa… Bir kenti derinlemesine görmenin, tanımanın ancak konuya vakıf bir sanat/ bilim insanıyla mümkün olabileceği düşüncesini o gün yeniden yazdım aklıma… Okumalarımız azaldıkça, algılama becerilerimiz köreldikçe büyüyen işyeri tabelalarının yaşadığımız sokağı, semti, şehri tanıma hakkımızı nasıl elimizden aldığını sanki ben de aslında bütün ayrıntısıyla biliyormuşum da o an anımsayamamışım bir incelikle birkaç saatlik dolaşmanın arasında aktarmıştı. *** Yapılar, duvarlar, cumbalar, balkonlar, pencereler, çatılar, tabelalar, duvar resimleri… Hepsinden söz açtığı sunumundan sonra katılımcı şair dostlardan Sıtkı Salih Gör’ün “Madem dilden konuşuyoruz, merak ettiğim bir şey var: sahi ‘atıyorum’ ne demektir?” sorusuna sanki soru önceden verilmiş de yanıtı cebindeymiş gibi bir çabuklukla yanıt vermiş, “Örneğim sağlam değil, kaldırıp atıyorum, demektir. Kullanmayın dostlar…” deyivermişti. O gün bugün kimden bir “atıyorum” erişse kulağıma, sevgili Tuncay’ı anımsayıp gülümsemekteydim ki bundan geri hüzün dahası keder de eşlik edecek bu gülümsemelerime… *** Üşenmez bir kent tutkunuydu Ahmet Tuncay; ne eline ne ayağına ne kalemine… Ve kent suçu işlemeye yeltenenleri, heves edenleri bağışlamaz bir yaşam tutkunuydu. Kordon da onundu; Kültürpark da İnciraltı da Aliağa da Karşıyaka’da Efemçukuru da… Unutmayalım ki Allianoi de… Bergama’nın Yortanlı köyünde, aynı adlı bir sulama barajının yapımı gündeme gelmişti. Tam da o günlerde yöredeki çiftçilerden birinin sabanına takılan bir kalıntıyla “su yurdu” Allianoi İzmir’in gündeminde baş sıraya oturmuştu. Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümünden doğa ve hayat dostu Prof. Dr. Ahmet Yaraş’ın başkanlığında başlayan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılan tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bu şifa yurdunun kıymeti ve korunması mücadelesinde de yine ön saflardaydı sevgili Tuncay. Onca eylemin içinde -çoğun başında- oluşuna bakınca başka bir çalışmaya vakti kalmadığını sanırdınız oysa koştuğu denli yazmaktaydı da sevgili Tuncay. Telefonla arayışlarından birinde, kitaplaşmaya yaklaştırdığı şiirleriyle ilgili bir buluşmaya çağırmıştı. Kabuk Kitabevinde, kitaplar ve dostlar arasında; Recai Atalay’la dilimiz döndüğünce çalışmasının kaynakları, değeri ve anlamı üzerinden cümleler kurmuştuk. O söyleşiyi; “İçinde yer aldığım doğal ve toplumsal mücadelelerin bir başka farkındalık alanı olarak (ve onlara) zemin olması için kaleme aldığım ilk şiir kitabımın tanıtım buluşması...” diye tanımlamış, duyurmuştu. ‘Topraklarımızda Dört Mevsim Sürsün Diye...’ adını verdiği şiir kitabını daha da geliştirebilmek heyecanıyla bir anlamda okurların ön değerlendirmesine sunuyordu. Ne zaman bir haksızlık çalınsa kulağımıza ya da İzmir’in herhangi bir değerine/ doğasına, dokusuna yönelik saldırı hevesi; kendi payıma söyleyeyim, “Ahmet Tuncay var bu kentte!” tümcesi dökülürdü dilim(iz)den… Kültürpark’ta açık havada düzenlenen son kitap fuarında çevreyi, yorgun Kültürpark’ı savunmak yine Tuncay’a düşmüştü… Onun bu direnci ve haklı karşı çıkışının esiniyle kaleme almıştım fuara ilişkin notlarımı. (2) *** Haberini aldığımda son yolculuğunu da tamamlamıştı. Onu alkışlayarak uğurlayan dostları arasında yer alamamış olmanın da üzüntüsüyle söylemeliyim ki Ahmet Tuncay’ın gidişi Ege’nin/ Akdeniz’in incisi İzmir için biraz daha yalnızlaşmak demektir. Yönetim yetkisini; doğal, kültürel, tarihsel değerleri hiçe sayar biçimde kim kullanmaya yeltenmişse duraksamadan karşısına dikilen Ahmet Tuncay Karaçorlu için hiç değilse “Tarihi Karşıyaka Tren İstasyonu Müze Olsun!” direnciyle günlerce ve tutkuyla koştuğu bu mekânda adını taşıyan bir müze ya da çocuk kütüphanesi açılsa o yalnızlığımız az da olsa hafiflemez mi? ……………………..………….. 1 ‘ben sahiden uzun masallar anlattım’, Salim Çetin, Yenigün, 24 Mayıs 2024, s.4 2 Günlerin Yorgunluğu, Y. Bekir Yurdakul, Yenigün, 26 Nisan 2024, s.2

  • Zülfü Livaneli: Yönetimler aydın ve yetenekli insanları yok etti, meydan sağ ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı

    "Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i ve daha birçok kişiyi yok etmeye çalıştılar; hepimiz devlet baskısıyla, kamuoyunun duyarsızlığı ve aydınların negatif duyguları arasında kaldık..." Bir sürgün ve dostluk hikâyesi… 1970’li yılların Ankara’sında başlayan, sürgün yıllarıyla pekişen, gücü asla eksilmeyen bir dostluk. Farklı ülkelerde, farklı zorluklarda ülkemizin sert rüzgarlarında nefes almaya çalışan, birlikte büyüyen, edebiyata ve sanata adanmış iki hayat. Can Yayınları’ndan yayımlanan “Sazın Teli Koptu”, Zülfü Livaneli-Erdal Öz dostluğunun anılarla, mektuplarla, söyleşilerle, yazılarla kurulmuş hikâyesi olduğu kadar, Türkiye ve Avrupa için bir dönem panoraması da sunuyor. "Saz çaldın mı Sağ elin geçmiştedir Sol elin Gelecekte." Yaşadığımız topraklar her dönemde zor. Sürekli mücadele içindeyiz. Ancak bizden önceki kuşaklar da ağır, zor şartlar yaşamışlar. Livaneli’nin dediği gibi, “Yönetimler, aydın ve yetenekli insanları kitleler halinde yok etti ve meydan sadece ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı.” Vasatla mücadelemiz, nepotizm, maddi sorunlar, barınma problemi altında eziliyoruz ve sesimiz kısılıyor. Ancak iki dostun mektupları ve Livaneli’nin bugünden geçmişe yorumlarını okuyunca umudum tekrar canlandı. Direnmeliyiz ve her şey çok daha güzel olacak… Neden olmasın ki? Hayat da tam bu değil mi? Dostluğun, direnmenin, ayakta kalma mücadelesinin en yalın hali “Sazın Telin Koptu”yu mutlaka okumalısınız. -Gençlik yıllarında Zülfü LİVANELİ- * “Atlantik Okyanusu’nu geçerek doğdukları yere dönen somon balıkları gibiyiz hepimiz” - Bir dönem, bir dostluk hikâyesi. İç dünyanızdaki yalnızlığı, mücadelenizi okumaya doyamadım. Rahmetli Erdal Öz’le karşılıksız, beklentisiz, derin ve sessiz bir dostluğunuz var. Yollarınız nasıl kesişti? Erdal'la Ankara'da tanıştık.  Büyük Sinema Pasajı içinde Erdal'ın, çok tanınan Sergi Kitabevi vardı. Hemen hemen bütün okur yazarların uğrak yeriydi. 1960'lardan sonra iyice hız kazanan yeni kitapları, uzun çalarları saatlerce incelediğimiz, aynı zamanda Erdal'la da sohbet ettiğimiz, kültür mabedi gibi bir kitapçıydı. Oraya gide gele Erdal’la dost olduk. Eşi eczacı Ülkü ve benim eşim Ülker’le hep birlikte yemekler yedik, geceler boyu sohbetler ettik.  Ben saz çaldım, türküler söyledim ve aramızda çok yakın bir dostluk oluştu. -Erdal Öz kitabevinde, 1970'ler- - Mektuplar bir anlamda da kişisel tarihçeniz. Erdal Öz’ün ilerleyen yaşlarında sorguladığı gibi insan yaşlanınca mı önemsiyor kendi tarihçesini? Asla size yaşlı demiyorum, kızmayın bana. Niye kızayım? Yaşlanmak, daha doğrusu yaşlanabilmek iyi bir şey, çünkü alternatifi daha beter. :) Yaşlanınca insanın geçmişine merakının artması, ailesine ve kökenlerine dönmek istemesi kaçınılmaz bir olgu. Ben bunu Yaşar Kemal’de de gördüm, kendisini annesinin köyüne götürmemi isteyen Elia Kazan’da da İlhan Koman’da da. Galiba Atlantik Okyanusu’nu geçerek doğdukları yere dönen somon balıkları gibiyiz hepimiz. Zülfü Livaneli ve Erdal Öz - Satırları okurken Erdal Öz’ün duygusal devinimlerini çok merak ettim. Neden size yazdığı mektuplar kitapta yer almıyor? Erdal'ın gönderdiği mektupları onun yaptığı gibi saklamıştım, gerçekten ilginç mektuplardı ve dediğiniz gibi Erdal Öz gibi önemli bir sanatçının iç dünyasını yansıtıyordu. Mektupları ailesine göndermiştim ama bir türlü bulunamadı. Erdal ise benim mektuplarımı yayına hazırlamış, düzenlemiş notlar almış. Ne yazık ki onun yazdıklarını henüz bulamadık. “Soğuk savaş yıllarında Türkiye’de solcu olmak, Küba’da sağcı olmak gibi bir şeymiş” - Umarım tez vakitte bulunur. Peki birçok dostunuz olsa da sanırım Yaşar Kemal ve Erdal Öz ayrı bir yerde. Neden başkası değil de Erdal Öz? O dönemlerde pek çok arkadaşımız vardı ama darbe ve hapisler dönemi sonunda herkes çil yavrusu gibi dağıldı, bazı arkadaşlar öldürüldü. Erdal kadar uzun süren bir dostluk sadece Yaşar Kemal ile oldu. - Yurtdışındaki başarılarınızı destekleyen ve sizi gerçekten sevmiş bir isim Erdal Öz. Yaşadığınız haksızlıklar dostluğunuzun ortak noktası olabilir mi? Ebru, o dönemde yalnız Erdal ve ben değil, çok kişi haksızlığa uğradı. Soğuk savaş yıllarında Türkiye gibi NATO'nun ileri karakolu konumunda bir ülkede solcu olmak, Küba’da sağcı olmak gibi bir şeymiş. Devlet mekanizması asker ve sivil olarak sadece solu ezmeye odaklanmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde 68 kuşağına mensup gençler daha sonra ülkeleri yönettiler. İyi yetişmiş oldukları için ülkelerini ileri götürdüler ama Türkiye'de böyle olmadı. Yönetimler aydın ve yetenekli insanları kitleler halinde yok etti ve meydan sadece sağ ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı. Erdal Öz, SSCB, 1975 “Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i kıskançlık hezeyanlarıyla yok etmeye çalıştılar” - 1974 yılında başlayan mektuplarınızda yalnızlıktan yorulmuş, üzgün, ailesini geçindirme derdinde ve memleket özleminde bir Livaneli var. Bugünden o günlere dönseniz ne söylerdiniz 29 yaşındaki Ömer Zülfü’ye? “Aynen devam et” derdim, “bestelerini yapmaya, kitaplarını yazmaya devam et.” Çünkü bundan başka bir yaşam biçimi bilmiyorum.  Zor bir hayattı bizimki. Ben söyleşilerimde ya da kitaplarımda yakınmayı, kendime acındırmayı, “Şöyle çektik, böyle çektik, parasız kaldık” demeyi sevmem ve hiç yapmadım; hani “Kan tükürdük, ‘Kızılcık şerbeti içtim’ dedik” diye bir söz var ya o bizim aileye çok uygun. Ama yakın bir dostuma yazdığım mektuplarda sizin de gördüğünüz gibi bu durum ortaya çıkıyor. Türkiye'de yalnız hükümetler değil, basın, korsan kasetçiler, dedikodu yaparak rahatlayabilenler, dayanışma içinde olması gereken kesimler Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i ve daha birçok kişiyi kırdılar, kıskançlık hezeyanları içinde yok etmeye çalıştılar. Dolayısıyla hepimiz devlet baskısıyla, kamuoyunun duyarsızlığı ve aydınların negatif duyguları arasında kaldık. Hayat boyu çektiğimiz parasızlık ise başka dert. Dikkat ettiyseniz umarsız bir şekilde para bulmaya, ailemi geçindirmeye çalıştığım uzun yıllar, albümlerimin bir numara olduğu bir dönem. Yıllar içinde albümlerim korsan kasetler ve korsan plaklar şeklinde milyonlara ulaştı ama ben bütün o dönemde kızımı okutabilmek için arkadaşlarımdan borç almak zorunda kalıyordum. Parasızlık uzun ve ağır bir hastalık gibidir, ben ve Ülker bunu çok iyi biliriz. Şimdi tutumlu olduğumuz, aşırı masraflarımız olmadığı için geçinebiliyoruz ama bu pahalılık yine korkutmaya başladı doğrusu. Korsan kasetler “Saygı Öztürk, resimleri Emniyet’ten alıp Hürriyet'e getirdiğini iftiharla yazdı, burada söz bitiyor” - 1972-73’te üç kez hapse girilmiş, Denizler asılmış ve o dönemde tekrar hapse girme şüphesiyle ve dostlarınızın yardımıyla sürgün hayatınız başlıyor. O süreci biraz anlatır mısınız? Acı günler tabii.  Denizler asıldı, Sinanlar vuruldu, Mahirler paramparça edildi ve bizler hapiste bu korkunç haberleri alarak acı çektik. Dayanabilmek için sazımı alıp ağıtlar yaptım ve kendi kendime yemin ettim; “Bu acıları, bu zulümleri dünyaya duyuracağım” diye. İsveç'e gider gitmez ağıtları bir uzun çalar yaptım, Belçika'da Coodif bastı, Süleyman Demirel kabinesi hemen yasakladı albümü ama kasetler vasıtasıyla Türkiye'ye girdi, köylere kadar ulaştı ve cuntaya karşı direnişin sesi oldu. Bir görevdi bu. - Aynı yıllarda Türkiye’de hakkınızda iftira ve karalamalar başlamış ve çok zor günler yaşamışsınız. Özellikle Türk basınının karalama politikasıyla zor bir süreç başlamış. “Türkiye’de Livaneli olduğum için hapsediliyorum, burada Livaneli olmadığım için mi hapsedeceksiniz?” diyerek haykırmanız hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Sizin deyiminizle tam bir Kafka hikâyesi. Yaşam mücadelenizde, dile, söze gelmeyen baskı da neler yaşadınız? Ne yazık ki öyle oldu. İsveç'te siyasi mülteci olmak için başvurduğumda kimliğimi ispat etmemi istediler, edemediğim için orada da hücreye kapatıldım. Türk basını zalimdir. Yurt dışındayken benim için, yalnız benim için de değil Cem Karaca, Selda, Melike Demirağ gibi arkadaşlar için neler yazdılar ne yalanlar attılar ne iftiralar uydurdular inanamazsınız. Ne yazık ki bu lanet, o dönemle sınırlı değildi. Hâlâ anlamadığım bir biçimde, cuntayla mücadele eden bir devrimci olarak İsveç’e iltica başvurusunda bulunduğum gün çekilen resimler bizim polisin eline geçmiş. Oysa demokratik bir devlette ahlâkî olarak bunun gizli kalması gerekir. Yıllar sonra 1994 şaibeli ve hileli seçimlerinde beni zoraki aday yaptıklarında bunlar devreye girdi. Seçime bir hafta kala Hürriyet gazetesinin manşetinde beni terörist gibi göstermek amacıyla bu resimleri yayınladılar ve gerçekten de bazı kesimleri etkilediler. Oysa gerçek demokrasilerde cuntaya direnmek o insana saygınlık kazandırır. Geçenlerde Saygı Öztürk bu resimleri kendisinin Emniyet Müdürlüğü'nden alıp Hürriyet'e getirdiğini iftiharla yazdı. Burada söz bitiyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ahmet Arif'in Zülfü Livaneli'ye yazdığı mektup “En yurtsever şiirleri yazmış büyük şairimize iftira attı hamam böcekleri, mitolojideki Kronos gibi evlatlarını yiyen bir ülkeyiz” - Şu an Moskova’da Nazım Hikmet Kültür Merkezi açılışındasınız değil mi? Evet Ebru, sorularını Moskova'dan yanıtlıyorum. Burada Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ni açtık. Bugün de (7 Haziran) Kızıl Meydan'da konuşmam ve imza günüm var. Burada, Nazım'a atılan iftiralar da aklıma geliyor. Yıllarca Türk halkını “Nazım Hikmet, beni Stalin yarattı dedi” yalanıyla kandırdılar. En yurtsever şiirleri yazmış olan büyük şairimize iftira attı hamam böcekleri.  Maalesef mitolojideki Kronos gibi evlatlarını yiyen bir ülkeyiz biz. Moskova’da beni çok duygulandıran bir şey oldu. Değerli araştırmacı ve Vera’nın yakın dostu Melih Güneş, bu resmin Vera ile Nazım’la yaşadığı evde, büfenin üstünde durduğunu anlattı. Saman sarısı Vera Tulyakova’nın bu jesti beni çok etkiledi. Zülfü Livaneli ve Vera Tulyakova - Mektuplarda sık sık para konusu geçiyor. Geçim derdiniz çok fazla. Düzenli gelir olmadan nasıl var oldunuz yurtdışında? Tahmin ettiğiniz gibi çok zordu.  Çok çalıştık, kısıtlı para harcadık, küçücük öğrenci yurtlarında kaldık, arabamız falan olmadı fakat Stockholm Üniversitesi’nden aldığımız burslar çok işimize yaradı. Daha sonra da müzik yoluyla para kazanmaya başladım ama bu süreç ailemi geçindirmeye yetmediği için zar zor ayakta kalabildik. - Zor yıllarda eşiniz Ülker hanımın dimdik duruşu ve büyük desteğinin ayakta kalmanızda, başarınızda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Eşiniz ve minik Aylin nasıl uyum sağladılar ve mücadelenize ortak oldular? Benim hikâyemin asıl kahramanı Ülker’dir. Bir subay kızı, genç yaşta evlendiği bir solcunun çalkantılı hayatında bir kaya gibi sağlam durdu. Hapislik, parasızlık, sürgün, sonunu bilmediğimiz maceralara atılma ve bu arada bir çocuk yetiştirme, ucu ucuna ekleyerek bir aile geçindirme gibi çok zor görevleri üstlendi. İsveççe öğrendikten sonra yabancılara İsveççe öğretmeni oldu, bir dönem bizi biraz rahatlatan tek gelir buydu. Aylin'in ise ülke ve okul değiştirmekten başı döndü. İsveç, Fransa, Amerika, Londra'da okudu ama dilimizden ve kültürümüzden kopmadı. Yaşar Amcası onu dizine oturtur ve “Aylin Türk” diye gülerek severdi. Çünkü Aylin ona hep, “Yaşar Dede, babam seni dinler, söyle de Türkiye'ye dönelim” dermiş. Hapse girdiğimi yıllar sonra anılarımı okurken öğrendi. “Anadolu'da âşıkların sazları toplandı, Aşık Veysel'in sazları yakıldı” - Farklı disiplinleri birleştirip türküleri bize sevdirdiniz. Atatürk, Anadolu kültürüne, halk müziğine sahip çıkarken ilerleyen yıllarda türkü neden hor görüldü? Ve medeniyetin tam karşısında yer aldı? Bu devletin halkı tek tipleştirme politikası mıydı? Bu ilginç bir konu. Her devrimde kraldan çok kralcılar olur. Atatürk, Halk müziğine karşı birisi değildi ama ne yazık ki Anadolu'da âşıkların sazları toplandı, Aşık Veysel'in Ahmet Kutsi Tecer'e anlattığı gibi onun da sazları yakıldı. Devrim dönemleri normal dönemler değildir ve aşırılıklara rastlanır. Böyle üzücü şeyler de oldu maalesef. - Kitapta özellikle arabeskin doğuşu ve toplumun arabeske teslim oluşunu önemli bir noktadan özetliyorsunuz. Devletin politikası ters tepti ve halk depresyonun kucağına ya da arabeskin uyuşturucu etkisine mi düştü? Yoksa arabesk, halkın devlet sorunlarını görmemesi için oyalayıcı bir kurtarıcı mıydı? Yıllardan beri arabeski anlattığım yazılarda sadece müzikten bahsettiğim sanıldı. Oysa ben halktaki eğilimlerin en hızlı göstergesi olarak, dipteki dalgayı gösteren bir üstyapı belirtisi olarak arabeski anlattım. Adı üstünde “Araplaşmak” demek olan bir yapıyı göstermek istedim. Birçok devlet idarecisine, parti başkanına bunu anlattığımda, kültürün bir tarlaya ekilen tohum gibi toplumu nasıl dönüştürdüğünü bilmeyen siyasetçiler, söylediklerimi “Canım şimdi bunu dinliyorlar, yarın başka şeyi dinlerler” diye hafife aldılar. Atatürk yeni Cumhuriyet insanı oluşturmak için, 600 yıldır kul olmuş insanları yurttaş kılabilmek için kültür devriminin önemini çok iyi bilen bir insandı, çünkü iyi bir entelektüeldi. Sofralarında hep tarih ve edebiyat konuşulurdu. Askerlik anısı anlattığına hiç rastlamadım kitaplarda. “Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür” sözü de bu anlayışı yansıtıyor. Yani bizim halkın kısaca, “Ne ekersen onu biçersin dediği” durum. Kültür zaten ekin olarak karşılanıyor dilimizde, dünyada da bir ekin ekip yetiştirmek, tarlayı hazırlamak ama böyle bakabilen insan çok az ne yazık ki. Arabeskin TRT'de yasaklanması ise ayrı bir konu, ben o yasaklara hep karşı çıktım. "Yaşar Kemal'in, Abidin Dino'nun, Elia Kazan’ın, Mikis Theodorakis'in hiç kimseyi kıskandığını görmedim" “Timur Selçuk parçalarımı yasakladı, benimle en çok uğraşanlardan biri de Fikret Kızılok oldu” - Memleket özleminde, uzak günlerde birçok dosttan da maddi, manevi olarak zarar görmüşsünüz. Timur Selçuk bile sizi TRT’de yasaklayanlardan. Neden sizden bu kadar korkuldu ve başarınız aşağıya çekilmeye çalışıldı? Bir insanı yok etmeye çalışmak ahlaki ve vicdani bir ayıp değil mi? Bu konu o yıllarda yazılmış mektuplar sonucunda ortaya çıktı, yoksa Timur'un (Selçuk) anısına saygı göstererek susmayı tercih ediyordum. Ama madem ortaya çıktı, bunun beni çok üzen olaylardan birisi olduğunu anlatmak isterim. Bazen rekabet duygusu insanları bu noktaya sürükleyebiliyor. Timur benim parçalarımı yasakladığı zaman, Yaşar Kemal Cumhuriyet gazetesine bir yazı yazmış ve demişti ki; “Bir ülkenin sanatçıları da yasakçı kervanına katılıyorsa vay halimize.” Nedense bizde rekabeti de aşan bir düşmanlık, yok etme hırsı oluşabiliyor. Ben bunu hiç anlayamadım ve Yaşar Kemal'in, Abidin Dino'nun, Elia Kazan’ın, Mikis Theodorakis'in hiç kimseyi kıskandığını görmedim, duymadım. Nazım Hikmet'in de bu konuda bir yazısı var, “Hayatımda hiç kimseyi kıskanmadım” diye. Demek ki büyük yaratıcılar kendi eserleriyle uğraşıyorlar, meslektaşlarıyla değil. Benimle en çok uğraşanlardan biri de maalesef hiç tanımadığım, yüzünü görmediğim Fikret Kızılok oldu. Neden? Ben ona ne yaptım hiç bilmiyorum. Müziğini de severdim. Keşke tanışıp dost olabilseydik. “Bu iftiralar padişahın gözünden düşürme alışkanlığı, yüzyıllardır sürüp gidiyor” - Erdal Öz’ün şikâyet ettiği “sol tutuculuğunun” kurbanı da olmuş olabilir misiniz? Evet Erdal'ın da çok canını yaktılar. Bazı günler Yaşar Kemal'e gittiğimde onu küplere binmiş kadar kızgın görürdüm. Birisi bir yayın organında iftira atmış, yalan söylemiş, o da çok kızmış, “Mahkemeye vereceğim bu alçağı!” diye söyleniyor. Onu sakinleştirmeye çalışırdım; “Sel gider, kum kalır. Koskoca Yaşar Kemal'e ne yapar bunlar” derdim ama sinirleri bozuluyordu haklı olarak. Büyük eserine harcayacağı zamanı paçalarına dolananlarla mücadeleye veriyordu. Bu iftiralar ne yazık ki padişahın gözünden düşürme alışkanlığı olarak yüzyıllardır sürüp gidiyor. Benim artık şöyle bir ölçüm var: Yaratıcılar eserlerini verir, halkın önüne çıkar, ciddi eleştirmenler bu eserleri eleştirir. Buraya kadar normal ama aynı alanda çalışan, yapıtlar üreten bir sanatçı başka bir sanatçı arkadaşına saldırıyorsa burada hiçbir iyi niyet ve masumiyet görmem. “Sen kendi işinle uğraş, niye meslektaşına saldırıyorsun?” diye sormak lazım. Mesela Sartre, Camus’ya saldırıyor muydu? Ya da Hemingway, Faulkner’a? İnanın bana böyle kişileri görünce, "Vah zavallı, demek ne kadar acı çekiyor" diye düşünüyorum. "Neden hepimiz sadece Batı dilleri biliyoruz? Bu önemli bir soru değil mi?" “Doğu’yla Batı arasına sıkışmış köprüde yaşıyoruz, edebiyat dergilerimizde Marcel Proust yazısı Fransa'dan fazladır” - Mektuplarınızın birinde, “Avrupa aydınları da Avrupa’da yaşayıp da buraların kültürünü abartan Türk aydınları da yetti! Bir an önce dönmek istiyorum” diye yazıyorsunuz. Bu yorumunuz Türk edebiyatının son yüzyılı için çok önemli. Avrupa’ya özenen, Türk kültüründen kopan yazarlarımız hakkında ne söylemek istersiniz? Neden özgün olmak yerel karşılanıyor bu memlekette? Ve neden bu kadar kibirliler? Edebiyatımızda gelinen bu noktada özenti ve abartının etkileri var mı? Biz ne yazık ki Doğu’yla Batı arasına sıkışmış, ne Doğulu ne Batılı olabilmiş, iki tarafın da bizi tam olarak kabul etmediği bir köprü üzerinde yaşıyoruz. Bu kültür ikilemi şu andaki siyasi kargaşanın da temel nedeni. Kimliğimizi tayin edemiyoruz. Tanzimat Fermanı’ndan sonra aydınlarımız Avrupa'ya dikkat etmeye başlayınca, eserler de ister istemez Batı formuna büründü. Aslında daha da önce başlamıştı bu. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, derin müzik kavrayışıyla Dede Efendi ve sonrasını tahlil ettiği çok güzel denemeleri var. Çünkü müziğin bir gösterge olduğunu o da biliyordu. Biz Bedri Rahmi'nin söylediği gibi “otobüsü kaçırmış bir milletin çocukları” olarak kendimizi nasıl tanımlayacağımızı bilemedik. Bu yüzden bir kitabımın alt başlığını “Batı’nın Kibriyle Doğunun Cehli Arasında” olarak belirledim. Bugün bile edebiyat dergilerimize bakın, pek çoğunda Türk edebiyatı değil; Fransız, İngiliz, Amerikan, Latin Amerika edebiyatları inceleniyor. Hatta Marcel Proust hakkında çıkan yazı herhalde Fransa'dan fazladır. Kendi adıma Arapça ya da Farsça bilmemeyi büyük bir eksiklik olarak görüyorum. Neden hepimiz sadece Batı dilleri biliyoruz? Bu önemli bir soru değil mi? Kibir ise ayrı bir konu. Evet, “entelektüel kibri” diye bir şey var. Ne yazık ki var. Oysa hepimizin bildiği gibi olgun başak eğilir. “94 seçimlerine zoraki itildim, karşıma Tansu Çiller, Susurlukçular, tarikatlar gibi güçler çıktı, oy çalma metodunun da başlangıcıydı” - Geçmişe baktığınızda hiç pişmanlığınız var mı? Evet var. 94 seçimlerine zoraki olarak itildim ama keşke Ülker’i dinleyip daha çok direnseydim. Cadı kazanının tam ortasına düştüm haberim olmayarak. Amerika’nın, Türkiye’de bir İslami iktidar kurma stratejisine geçtiği, kadrolarını oluşturduğu, üç sosyal demokrat partinin de lider ihtirasları uğruna birbirini kırdığı, karşıma Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Ecevit, Baykal, emniyet, Susurlukçular, tarikatlar gibi güçlerin çıktığı ve beni şahsen yok etmeye çalıştıkları dönemde, rahmetli babam dahil bütün aile çok acı çekti ama bundan da önemlisi, Türkiye’de bu kadar örgütlenmiş kötülüğün olduğunu o zaman gördüm. Ayrıca oy çalma metodunun da başlangıcıydı. Yıl da o korkunç 94. Ülker zaten istemiyordu, şimdi de “Seni vurmadıklarına şükret” diyor. “Erdal’ın yokluğunu, omuz başımda kesik bir kol gibi hissettim” - Erdal Öz bir dip notunda, “Şaka, maka Zülfü’ye güzel şeyler yapmışım, aferin bana, kendimi sevdim” diyor. Çok etkileyici. Altı yılda derinleşen bu dostlukta birlikte büyümüşsünüz. Sizin de çok desteğiniz olmuş. Bugünkü “Can Dünya Edebiyatı” külliyatında önemli önerilerinizin olduğu da aşikâr. “Sevdalım” dediğiniz hayatta, Erdal Öz’ü yitirmeniz sizde nasıl bir boşluk yarattı? Erdal’ın yokluğunu, omuz başımda kesik bir kol gibi hissettim ve hâlâ ediyorum. O benim dostumdu, güvenirdim, dertlerimizi paylaşırdık, her şeye rağmen çok gülerdik. Dostlarımın çoğunu kaybetmiş olmak zor geliyor. - Merak ediyorum. Cenazesinde bunca insan konuşmuşken siz neden yer almadınız? Ve bu durumu ailesiyle konuşmadınız mı? Kırgınlığınız devam ediyor mu? Sebebini bilmiyorum. Sanıyorum Samiye ve çocuklar o acı kaybın etkisiyle sarsılmış durumdayken töreni hazırlayacak halleri yoktu. Okuduğuma göre Deniz Kavukçuoğlu adlı bir gazeteci düzenlemiş. O da benden -nedense- tanımadan nefret edenlerden birisiymiş. Ne yapalım, Türkiye böyle bir ülke. Hiçbir kötülük yapmadığınız insanlar düşman oluyor. Almanlar “Viel feind, viel ehre/Çok düşman, çok şeref” der ama keşke böyle olmasaydı. * DERLEME: Uğur ÖZIŞIK Bu yazı BURADAN alıntıdır

  • ÜNİVERSİTE HAYALİ

    Yusuf AKSOY * Bir üniversite sınavı daha bugün itibariyle geride kaldı. Sınavı kazanacak olanlar sevinecekken, bu yıl başarılı olamayanlar da bir daha ki seneyi iple çekecekler. 2024 YSK’ye (Yüksek Öğretim Kurumlar sınavı) 3 milyon 234 bin 409 aday başvurmuştur. 2023 yılında YKS' ye başvuru ise sayısı 3 milyon 498 bin 18 idi. Bu yıl 462 bin daha az aday başvurusu olmuş. Bu yıl ki başvuru düşüklüğünün temel sebeplerinin başında ekonomik sebeplerle birlikte, yoksulluk, iş bulamama kaygısı, yarınlara olan güvensizlik başı çekiyor diye düşünüyorum. Sınav ücretleri, üniversiteyi ikamet ettiği kentin dışında kazanmak durumunda barınma ve fahiş ev kirası gibi sorunlar sınava başvuruları azaltmıştır. YÖK tarafından yapılan yükseköğretimde yeni istatistiklere göre: " 2022-2023 eğitim öğretim yılında toplam 6.950.142 öğrencinin 6.204.078’i devlet üniversitelerinde, 735.433’ü vakıf üniversitelerinde, 10.631’i vakıf meslek yüksekokullarında öğrenim görüyor." (1) Bu sayı önemli bir eğitimli genç potansiyeline işaret etmektedir. Ancak bu potansiyeli olumlu değerlendirme yeteneği ise maalesef yoktur. Ülkemizde üniversiteye girmek, üniversiteyi okumak ve bitirdikten sonrası süreç sorunlar yumağı özelliğini katlanarak korumaya devam ediyor. Öğrenciler en baştan eşitsiz bir üniversite yarışı ile karşı karşıyalar. Donanımsız, öğretmen sorunu yaşayan, üniversiteye hazırlanma ortamı ve kaynakları neredeyse hiç olmayan lise ve dengi okul öğrencileri ile her türlü olanağa en üst düzeyde sahip öğrenciler yarıştırılıyor. ‘Yarış’, pedagoji bilimine aykırı iken ülkemiz çocuk ve gençleri yarışın en adaletsizliği ile karşı karşıya bırakılıyor. Üniversiteyi kazanamayan yüzbinlerce genç güvencesizlik içinde okulsuz ve işsizlikle ne yapacağını bilmez bir durumda mutsuzlukla tek başlarına mücadele etmek durumunda kalıyor. Üniversitelere yerleşebilenleri ise başkaca birçok sorun bekler oluyor. Bir yanda özerk, demokratik olmayan ve mali anlamda da bağımlı olan, YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) kıskacında baskıcı bir akademik ortam, diğer yanda barınma, beslenme ve ulaşım, ders/alan araç gereçlerine erişim sorunu gibi onlarca sorun üniversite öğrencisini beklemektedir. Okurken, hele ki son sınıfa gelirken gelecek kaygısı en ağır sorunsallık olarak gençleri kara kara düşündürmektedir. Her üç gençten birinin işsiz olduğu günümüz Türkiye’sinde altı üniversite mezunundan da biri ise işsiz durumdadır. Üniversite mezunlarının alanı dışında bile olsa bir işe yerleşebilmesi en azından birkaç yıl alıyor. İstihdam kapsamında görülen üniversite mezunu çalışanların büyük bir kısmı bitirdikleri alanların dışında bir işte çalışmaktadır ve dolayısıyla eksik istihdam tanımı içerisinde olmaktadırlar. Bununla beraber her ilde bir üniversite ve hemen hemen her ilçeye bir yüksekokul, 5-6 katlı birçok apartmanda özel üniversite açmak umut tacirliği yapmak ve genç işsiz sayısını gizlemekten başka bir anlam taşımıyor. Okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar özel okul ve özel üniversite açmak eğitim alanının piyasalaştırılması ve rant alanına dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. Nitelikli kamusal eğitim hizmetine karşı bu derece niteliksiz özel okulculuk çılgınlığının başka bir ülkede örneğinin bulunamayacağını biliyoruz. Son yıllarda artan üniversite sayısına paralel kısmen de olsun üniversiteli çalışan sayısı da artmıştır. Ancak üniversite mezunlarının çoğu mesleğinin dışında, güvencesiz olarak asgari ücret ya da asgari ücretin de altında ücretle çalışmak zorunda kalıyor. Yoğun emek sömürüsü, güvencesiz çalışma, baskı ve her türden mobing altında çalışma hayatı gençleri umutsuz ve mutsuz kılıyor. Bu nedenle yurtdışında çalışmak ve orada yaşamak tercihleri son yıllarda artarak sürüyor. Son üç-dört yılda üç binden fazla tıp doktorumuzun Avrupa ülkelerine (özellikle Almanya’ya) göç ettiği ve tıp öğrencileriyle birlikte çok büyük bir üniversiteli potansiyelin yurtdışına gitmek için uygun koşulları beklediği bilinmektedir. Günümüzde yurtdışına göç etme isteği, orada çalışma ve yeni bir hayat kurma talebi ortaokul ve lise öğrencilerinin de talebi olmaya başlamıştır. Ülkemizde üniversiteyi bitirmek artık işe girme garantisi taşımıyor. Genç nüfusumuzun üçte birinden fazlasının işsiz olduğu bilinmektedir. Acı ama gerçek olan şu; gençler, üniversite okumanın ailenin parasını tüketmek yani aileyi istemeyerek sömürmek anlamına geldiğinin farkındalar. Bu gerçekliğe bir de "Giden gitsin!" şeklinde üstenci ve eğitimli gençleri değersizleştirici söylemler, ne yazık ki onların hayallerini başka ülkelerde aramaya zorlamaktadır. Yurtdışında okumak ve sonrasında orada çalışma eğiliminin her geçen gün daha da artmasının sebebi -salt işsizlik ve emeğinin karşılığını alamamak- değildir şüphesiz ki. Gitme isteği ile en son aşama da buluşan gençler esasta değer görmek istiyor. Kendini değerli hissetmek; iş, aş hürriyet ve adaletin her yurttaş için mümkün ve eşit olduğu koşullardır. Gençliğini kaybeden toplum; bugününü ve yarınını kaybediyor demektir. Toplumun ölü taklidi yapar gibi duyarsız ve sinmiş olması insan onuruna yakışır beklentilerin tarihini sürekli öteliyor. Ciddi bir genç beyin göçüne karşı siyasi iktidarı uyarmak, gençliğe sahip çıkmak olmazsa olmaz bir yurttaşlık görevidir oysaki! Ülkesinden umudunu kesen gençlerin sesi olmak zorundayız. Bu zorunluluğun zamanı geldi de geçiyor. Her kademede eğitim ve öğretimin ekoloji ile bütünleşik olarak yeni, özgür, eşit, laik ve demokratik mutlu bir toplum için olması gerektiğini bir kere daha tekrarlamakta fayda vardır diye düşünüyorum. Gençliğin beklentileri belli. Bu beklentileri bugünümüz ve yarınlarımız için mümkün kılmak sorumluluğu hepimize aittir. Kimse yüzünü saklamasın. Gençliğini kaybeden bir ülke, varlık nedeni olan can damarlarını kaybedecektir. Gençliği söküp atılamayacak şekilde bağrımıza basmalıyız. Bu tarihsel bir zorunluluktur, kaçmamalıyız. Şehir şiirinde; "Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir." diyen Konstantin KAVAFİS' in dizeleri bizim gençlerimizin dilinde dolanıp durmasın uzak diyarlarda . İki yaka arasında bile hasret yüzyıldır hiç iyileşemezken ... Kaynakça 1.https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/Haberler/2023/yuksekogretimde-yeni-istatistikler.aspx

  • BİR GÜN SABAH SABAH

    Turgut UYAR * Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni: Ki, sisler daha kalkmamıştır Haliç'ten. Vapur düdükleri ötmektedir. Etraf alacakaranlık, Köprü açıktır henüz. Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam... Yolculuğum uzun sürmüş oldukça Gece demir köprülerden geçmiştir tren. Dağ başında beş-on haneli köyler, Telgraf direkleri yollar boyunca Koşuşup durmuş bizle beraber. Şarkılar söylemişim pencereden. Uyanıp uyanıp yine dalmışım. Biletim üçüncü mevki, Fakirlik hali. Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, Sana Sapancadan bir sepet elma almışım. Ver elini haydarpaşa demişiz, Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl, Hava hafifden soğuk, Deniz katran ve balık kokulu. Köprüden kayıkla geçmişim karşıya, Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu... Bir gün sabah sabah kapıyı vursam, -Kim o dersin uykulu sesinle içerden. Saçların dağınıkdır, mahmursundur. Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim, Bir sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni, Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç ten. Fabrika düdükleri ötmektedir.

  • İsmi Gibi Zarif Bir Şair CAHİT ZARİFOĞLU

    Nurten B. AKSOY * SULTAN Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harfleri ACZ tutuyor Bağışlamanı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme Hayat bir boş rüyaymış Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri “1 Temmuz 1940’ta Ankara’da doğdum. Rahmetli babam hâkimdi. Bu vesile ile çocukluğum Güneydoğu’da geçti. İlkokula Siverek’te başladım. Maraş ve Ankara’da bitirdim. Ortaokula ise Kızılcahamam’da başladım, liseyi Maraş’ta tamamladım. Aslen Maraşlıyım. Ceddimiz 300 yıl kadar önce Kafkasya’dan Maraş’a gelip yerleşmiş” diye başlar yaşam öyküsünü anlatmaya Abdurrahman Cahit Zarifoğlu... Hukukçu olan babasının sık sık yaptığı görev yeri değişikliklerinden dolayı yaşanan sıkıntılar nedeniyle daha küçük yaşta annesi ve babası ayrılır. Babasının bir başka kadınla evlenmesi küçük çocuğu derinden etkiler. Annesi ile baş başa kalan şairi yaşamı boyunca etkileyecek “yalnızlık” duygusunun temelleri de bu yıllarda atılır. Ve o, yaşamı boyunca babasına karşı hep soğuk ve mesafeli durur. AŞKA DAİR Öyle sofralar gördüm ki İnsan kasları vardı tabaklarda O eğik gövdeler önünde yalnızlık Her şeyi birbirinden uzağa çarpıyordu Bir kadın Bir erkek Gizlice soluyordu Kendisini ”Aslen Maraşlıyım” diye tanımlayan Zarifoğlu “Kara Mektep” diye bilinen Kahramanmaraş Lisesindeyken şiir ve kompozisyonlar yazarak tanışır edebiyatla. Kendi deyişiyle ”Usta hikayeci” Rasim Özdenören, şair Erdem Beyazıt, şair Alaeddin Özdenören ile aynı sıralarda okur. ”Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum” diyen Zarifoğlu yirmili yaşlarda genç bir şair iken ”İkinci Yeni Şiiri” Türkiye’nin edebiyat gündemini belirlemeye başlar. İşte şiir hayatı boyunca, yani “şiirin mayalanma sürecinde aklın mahiyetini yeniden sorgulama” döneminde, İkinci Yeninin bu ”akıl sorgulaması” Zarifoğlu’nu da etkiler. İçe kapanıklığına, dalgınlığına, zeki olmasına karşın alabildiğine inatçıdır şairimiz. Lise yıllarında arkadaşlarına cebir, geometri dersleri verir. Fakat kendisi bir yıl edebiyat ve cebir derslerinden, iki yıl da yalnız cebir dersinden sınıfta kalır. İnat eder ve kitapların kapağını açmaz. Edebiyat sınavına girer, hiç bir soruya cevap vermez. Cebir sınavlarında da aynı tutumu sürdürür. İşte bu süreçte bir yandan şiir yazarken bir yandan da mahalli gazetelerde çalışmaya başlar. ANILAR DEFTERİNDE GÜL YAPRAĞI Anılar defterinde gül yaprağı gibi Unutuldum, kurudum Başıma düşmüş sevda ağı Bir başıma tenhalarda kahroldum Sen kim bilir Rüzgarlı eteklerinle Kim bilir hangi iklimdesin Şiirleri lise yıllarında okul dergisi olan “Hamle”de, sonra da İstanbul´daki edebiyat dergilerinde yayınlanmaya başlar. 1959 yılında Maraş´ta bir yıl vekil öğretmenlik yapan Zarifoğlu, nihayet Maraş Lisesini arkadaşlarından üç yıl gecikmeyle bitirir ve 1961 yılında İstanbul’a gelir. O yılları “Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatını bitirdim. Öğrenciliğim sırasında çalışmak zorundaydım. Muhtelif gazetelerde sayfa sekreteri olarak çalıştım. Bu yüzden tahsilim biraz ağır aksak ilerledi. Bütün bunlar zarfında vazgeçmediğim, değişmeyen, istikrarlı bir yönüm vardı, o da şairliğim ve yazarlığımdı.” diye anlatır. Zarifoğlu´nun, kendine ait tutkuyla bağlandığı çok şey vardı. İnsanlara kayıtsızlığına, umursamazlığına karşı, sevdiklerini de tutku derecesinde sever, onlara delicesine bağlanırdı. Serüvenci, girişimci ve gezginci bir ruha sahip olan şair, gençliğinde otostopla Avrupa´nın belli başlı ülkelerini bir uçtan diğer uca gezer, dolaşır ve dostlar edinir. MAVİ GÖK ORADA MI Bakıyorsun kuşlar hazır Sokak lambaları yanık unutulmuş Bir Kadıköy vapuru hınca hınç insan Çok geçmeyecek Martılar beyhude turlar atacak Kıyılar lağım konserve kutuları Mısır koçanları Sevgi aranabilir yine Şiirlerini Papirüs, Yeni Dergi, Türk Dili ve Soyut gibi edebiyat dergilerinde yayımlar. Nihayet söz konusu edebiyat dergilerinde yayınlanmış olan şiirlerini kitaplaştırmak ister. Borç, dert ve aç kalma pahasına şiirlerini kitaplaştırır. Zarifoğlu’nun “İşaret Çocukları”yla başlayan şiir serüveni “Yedi Güzel Adam”la sürer ve “Menziller”le odaklanır. “Bir yerde çok titiz bir insanım, bir bakıma da hiç titiz değilim. Görünüşte bir düzensizlik içindeyim; ama her şey zihnimde benim de şaştığım bir disiplin ve düzen içindedir. Şu masanın halini görüyorsun. Çekmeceler de öyle; ama söyleyin bir şey, onu gözüm kapalı çıkarayım. Hayatım da öyle, bir telaş içinde parçalanmış gibiyim. Ama saati saatine programlanmışımdır. Şiiri de ne zaman yazacağımı bilmiyorum. Memur gibi, durum öyle gerektiriyor.” diye anlatır kendini. Kendisine özgü şiiriyle tanınan Zarifoğlu’nda şairlik bir mizaçtır sanki. Şiiri dıştan çok içe dönük bir anlatıma yönelir. İç ürperişleriyle, hayretle başlayan şiiri, metafizik ürpertiyle bilgeliğe ulaşır. Hikâye, roman ve günlük türünde yazdığı kitaplarında da şair duyarlığı egemendir. Çocuklar için yazdığı kitaplarda fantezi ve olağanüstü gerçekler dünyası ile hayaller dünyası iç içedir. 1986 yılında son şiir kitabı olan “Korku ve Yakarış” yayınlanır. Böylelikle hayatın bütün inceliklerini kuşanmış bir zarif insan, bir şiirsel yürek olarak Menziller´den sonra korku ve yakarışın şiirini yazar. Yaşamakla ölüm arasında, korku ve ümidi bir yay gibi geren, gerdikçe daha bir zarifleşen, şiirleşen ve gizemli bir dünyanın fotoğrafını çekmeyi başaran Zarifoğlu, 1987 yılı başında hastalanır ve 7 Haziran 1987'de hayatını kaybeder. YANMA Sevdiğim Önce kemir bu tel örgüleri gövdemden Geç derimin altındaki tehlikeleri Yürek kızgın bir kuma devrilmeden Yokla beni Anlıyorum kaçmaya zaman yok Şafak birden doğrulacak Eşi Berat Zarifoğlu anlatıyor: “Bir gün Cahit Beye bana hiç şiir yazmadığını söyledim. O da kağıdı kalemi eline alıp yazmaya başladı. Söyledikten sonra bir anlamı yok dedim, bana baktı oturdu ve o şiiri yazdı. Onu her okuduğumda farklı duygulara kapılırım, zaman geçtikçe ona olan özlemim artıyor. Öyle mükemmel, adı gibi öyle zarif bir insandı ki ondan sonra insan algım değişti. Yerini de kimse alamadı zaten.”

  • Karaciğer Dostu Enginar

    Fadime Y. KAROĞLU * Çocukluğumda ve ilk gençliğimde bilmezdik. Anadolu bozkırında da yetişmediği aşikar. Egenin ılıman ikliminde yetişen dikenligillerden bir sebze enginar. Sapları ayrı, İç kısmı ayrı yemeği yapılıyor, hatta hatta öyle şifalı ki kabukları da kurutulup çay olarak tüketilebiliyor. Muhtemelen Yunan Kültüründen etkilenmis birbirine yakın Ege insanı  ayni zamanda zeytin ve zeytinyağı ürettiği içinde zeytinyağlı yemekleriyle bilinir.  Kalp damar rahatsızlıklarının arttığı son zamanda sağlıklı beslenmenin önemini vurgulayan doktorların önerisi de bu yönde. Ne diyordum, biz Anadolunun batısında görüp öğrendik enginar yemeyi. İyi ki de öğrenmişiz. Enginarli yaz plavından tutun, salatası,  dolması, etli etsiz her türlü yemeğini yaparak çeşitlendirmek mümkün. Ben kendi usulümce bu kez iç baklalı, zeytinyağlı enginar pişireceğim. Tanesi 40 -50 TL  Bu  pahalılıkda nerden çıkardın enginarı, dediğinizi duyar gibiyim. Ben de aynı fikirdeyim. Enflasyon bu kadar yükselmemişken geçen yıl buzluğa koyduğum enginarlari tüketeceğim. Alabilecekler tazesini alırsa daha güzel olur elbette. Hazır  baklalarda pazara çıkıp içlenmeye başlamışken. Dilerseniz gelin birlikte yapalım: Kullanacağım malzemeleri şöyle sıralarsak: 4 Adet çanak enginar (isteğe göre adet değişebilir) 1 Büyük boy soğan veya bir demet yeşil soğan 1,5 Çay bardağı zeytinyağı veya dört beş yemek kaşığı 1 Kase iç bakla 1 Tatlı kaşığı tuz 1 Çay kaşığı şeker(isteğe bağlı) 1 Su bardağı taze sıkılmış portakal suyu(Portakal yoksa limon suyu da yeterli olacaktır) Yarım limon suyu 1 Demet dereotu 1,5 Su bardağı sıcak su Çanak enginarlarımızı kararmaması için limonlu suda tutmayı ve iç baklalarımızın kabuklarından bir bıçak veya tırnak yardımıyla ayırmayı unutmuyoruz. Tüm malzemelerimiz hazırsa başlayalım o halde. Uygun bir tencereye yarım çay bardağı zeytinyağımı koyarak, ince yemeklik doğradığım soğanları bir iki dakika soteliyorum. Dış kabuklarından ayıkladığım ve yıkadığım iç baklamı ilave edip, karıştırarak birkaç dakika pişirmek üzere tencerenin kapağını kapatıyorum. (Çok fazla pişirmiyorum sonrasında dağılmaması adına) Enginar çanaklarını, sotelediğim soğanlı iç baklalı tencereme ters olarak kapatıyorum. Bir bardak taze sıktığım portakal suyunu enginarların üzerine döküyorum. bir tatlı kaşığı tuzunu ve şekerini ilave ederek, hazırladığım bir veya bir buçuk bardak sıcak suyu da ilave ederek pişirmeye bırakıyorum. Enginarların pişip pişmediğini bir kürdan yardımıyla kontrol ediyorum. Pişen enginarları ters yüz ederek birlikte pişen bakla çekirdeklerini enginar çanaklarına bir kaşık yardımıyla dolduruyorum. Pişen bu nefis karaciğer dostu enginar yemeğimin olmazsa olmazı ince kıyılmış dere otuyla süsleyip, parlak görünmesi için üzerine hafif zeytinyağı gezdirerek, ılık servis ediyorum. Hiç iç baklalı enginar yapmayı denemeyenlere, hem pratik, hem lezzetli hem de şifa kaynağı yemeğimi önemle tavsiye ederim. Afiyet Olsun!

  • GUERNİCA

    PAPLO PİCASSO * Guernica, hikayesi ve konusuyla ön plana çıkan bir tablodur. Doğal olarak o sadece bir tablo değil, savaşın dehşetini ve geçmişin hüznünü anlatır. Ülkenin yaşanmışlığını anlatan acı bir tablodur. Hüznü ve acıyı hissederiz. Guernica Hikayesi 20. yüzyılda 26 Nisan 1937 tarihinde Adolf Hitler ve Benito Mussolini’n desteğini alan Francisco Franco öncülüğünde, Nazi ve İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarının İspanya’nın Guernica kasabasında denenmesine izin verilmiş ve şehir bombalanmaya başlanmıştı. Bombardımanın ardından kasabada hiç görülmemiş bir vahşet varlığını göstermiş, kasaba yerle bir olmuştu. Yapılan bombardımanın çoğunluğunu Alman hava kuvvetleri üstlense de İtalyan hava kuvvetleri destekte bulunarak, kasabanın üç gün boyunca yanmasına neden olmuşlardır. Dönemin Bask Hükümeti’nden yapılan açıklamaya göre, beş bin nüfusa sahip Guernica’da sivil can kaybı en az 1654, 889 ise yaralı bulunmaktaydı. O sıralarda Paris’te sürgün halinde olan Pablo Picasso’dan İspanya Hükümeti, Paris Dünya Fuarı’nda sergilenmek amacıyla bir tablo yapmasını talep etmiş, ancak Picasso bombalanma haberini alana kadar ne çizeceğini bilemiyordu. Picasso, İspanya’nın Guernica kasabasında gerçekleşen insanlığın yok edildiği olayı gazeteden öğrendikten sonra artık ne çizeceğini biliyordu. Pablo Picasso, bir an önce bu katliamı anlatmalıydı. Bütün dünya görmeliydi İspanya’nın büyük acısını, katliamın yaradılışını, renkli vakitlerin geçtiği, insanların birbirlerine gülümsediği, çocukların oyunlar oynadığı Guernica: anaların gözyaşıyla, çocukların feryatlarıyla, kanla yıkanan sokaklara bürünmüştü. Artık küllerden oluşan, mavinin yok olduğu siyah beyaz bir tablo olmuştu. Picasso bu tablonun resmedilmesiyle birlikte, 20.yüzyılın önemli kübizm akımının öncülerinden biri olmuştur. Guernica Tablosundaki Semboller Guernica tablosunda, deforme olmuş veya yarım olarak ifade edilmiş, çarpık formlarda birçok insan, hayvan, binalar bir araya gelerek etkileyici diyebileceğimiz kompozisyon oluşturmuştur. Tablo genelinde bir kaçma hissi uyandırırken, aynı zamanda bir odanın içinde iken ansızın duvarların kaldırıldığı odanın dışarıya açıldığı hissi uyanmaktadır. Boğa Figürü Tablonun solunda yer alan kızgın boğa figürü, en dikkat çeken ögelerinden birisidir. Bu kızgın boğa figürü, o dönemlerde dünyada gelişen milliyetçilik akımının sembollerinden biri olarak gösterilir. Aynı zamanda İspanya kültüründe tarihi bir yeri olan figür, kuyruğundaki alevler ve tüten meşale şeklinde olması savaşın iç yüzünü gösterir. Ölü Bebeği Tutan Kadın Figürü Guernıca tablosunda, kızgın boğa figürünün altında yer alan ölü bebeği tutan kadın ögesi, acılar içinde çığlık çığlığa haykırarak resmedilmiştir. Bebeğin cansız bedeni, kadının kollarının arasından sarkık olarak resmedilmektedir. At Figürü Tablonun tam ortasında baktığımızda, atın karnını delerek diğer bir yanından çıkan mızrağın, atı acılar içinde bıraktığı çizilmiştir. At figürünün İspanya’nın acı çeken insanlarını temsil ettiği düşünülmektedir. Ölü Adam Figürü Guernica tablosunda acılar içinde olan atın hemen altında bulunan ölü adam figürü, kopuk kolu ile bir kılıç tutmakta, tuttuğu kılıcın ucundan ise bir çiçek filizlenmektedir. Diğer kolunda ise avuç içindeki kesikler dikkat çekmektedir. Kılıcın ucunda filizlenen çiçek geleceğe dair umutları temsil ederken, avuç içindeki kesikler ise proleter sınıfını temsil etmektedir. Ampul Figürü Tablonun ortasında atın başının hemen üstünde göz şeklinin içinde bir ampül figürü yansımaktadır. İspanyolca ampül anlamına gelen ‘bombilla’ya gönderme yaptığı gibi aynı zamanda da Tanrı’yı temsil etmektedir. İnsanlığın savaş ve şiddet karşısında savunmasızlığını ve Tanrı’ya sığınmaktan başka bir çare olmadığını ifade etmektedir. Gaz Lambalı Kadın Figürü Atın sağ tarafında endişeli ve korku dolu ifadeye bürünen, içeri süzülen bir kadın figürü görülmektedir. Elinde gaz lambası tutan kadın figürü, Guernıca tablosundaki ışıklar arasındaki çatışmayı resmetmektedir. Diğer Kadın Figürü Gaz lambalı kadın ögesinin altında soldan sağa doğru hareket eden ve ampulün ışığına boş bakışlarla kilitlenen bir kadın figürü bulunmaktadır. Geriden gelen bacağından yaralı olduğu ve eliyle bacağını destekleyerek ilerleyebildiği anlaşılmaktadır. Picasso, bu kadın figürü ile savaşta yaralanan çaresiz sivil insanları simgelemektedir. DERLEME: KAYNAK:İNTERNET

  • AŞ'EVİNDEN KAYMAKLI HELVA

    Nurten B. AKSOY * Dergimizde Aş'evi başlığı altında yemek tarifleri yazmaya başlandığında "ne yazsam acaba?" diye düşünürken, aklıma yıllar öncesinin Antalya günleri ve orada arkadaşlarım, eşim, dostum tarafından çok beğenilen bir helva tarifi geldi... KAYMAKLI HELVA Günümüzde pek çoğumuzun kullandığı kutu sütleri pek kaymak tutmuyor, ama çocuklarının sağlığını düşünen anneler hala mandıralardan getirilen günlük sütleri bulabilir ve kaymaklarını biriktirip, kullanabilirler. Çok yerini tutmasa da marketlerde satılan kutulu kaymaklarla da bu helvayı yapabilirsiniz. Malzemeler: *Bir ölçü kaymak *Bir ölçü un *Bir ölçü şeker *Bir ölçü su *3/4 ölçü iri kıyılmış ceviz (ölçü olarak bir su bardağı veya orta boy kase kullanabilirsiniz) Yapılışı: 1-Orta boy, yayvan bir teflon tencere veya tavaya kaymağı koyup orta ısılı ateşin üzerine oturtuyoruz. Kaymak iyice eriyip biraz kaynamaya başlayınca unu ekliyoruz. Tahta bir kaşıkla sürekli karıştırarak unu 30-45 dakika, rengi koyu kahverengi oluncaya  kadar kavuruyoruz. 2-Kavrulan unun üzerine kıyılmış cevizleri ilave ederek birkaç kez daha karıştırıyoruz. 3-Bu arada, toz şeker ve suyu küçük bir kaseye koyup şeker eriyene kadar iyice karıştırıyoruz. 4-Şekerli suyu iyice kavrulan unun üzerine aktarıp, ateşi kıstıktan sonra (etrafa sıçramaması için) hızlıca karıştırıyoruz. Bu işlemi yapınca helva koyu bir kıvam alıyor. Yine karıştırmaya devam ediyoruz. Helva suyunu 2-3 dakika içinde çekecektir. Hemen ocaktan alıp, son bir kez karıştırdıktan sonra üzerine bir kağıt havlu veya peçete koyarak kapağını kapıyor ve helvayı bir müddet demlenmeye bırakıyoruz. 5-Helvamıza ister yemek kaşığıyla şekil veriyor, istersek bir servis tabağına yerleştiriyoruz. Ilık haldeyken servis yapıyoruz. Afiyet olsun…

  • Zülfü Livaneli: Nazım Hikmet'i Mezarı Başında Andık

    Türk şiirinin evrensel ismi, Türkiye ile Rusya arasındaki ortak değerimiz Nâzım Hikmet’i aramızdan ayrılışının 61. yıl dönümünde Moskova’daki mezarı başında hep birlikte andık. Anma törenini T.C. Moskova Büyükelçiliğimizin himayelerinde, RTİB ev sahipliğinde ve başkanlığını benim yaptığım Nazım Hikmet Vakfımızın iş birliği ile gerçekleştirdik. Büyükelçimiz Tanju Bilgiç, RTİB Başkan Vekili Recep Haki, Onursal Başkanımız Zülfü Livaneli, Moskova Kuzey Bölgesi Kültür İdaresi Müdiresi Aleksandra İlyina ve Başkanımız Ali Galip Savaşır gerçekleştirilen törende birer konuşma gerçekleştirdiler. Türkiye’den ve Rusya’dan çok sayıda misafirin, gazeteci ve sanatçı dostlarımızın, iş dünyası temsilcileri ve bir çok kurumun katılım gösterdiği programın ardından Nâzım’ın mezarı karanfillerle süsledik. Aynı zamanda tören Türkiye @sozcucomtr canlı olarak yayınlandı. Organizasyonlarımız için başta Büyükelçiliğimiz ve Rus-Türk İş İnsanları Birliğine ve bizlere yalnız bırakmayarak törene katılan tüm dostlarımıza şükranlarımızı sunarız. * Zülfü LİVANELİ

  • ANADOLU FENERLERİ; DERGİLER

    maviADA DOSYA: ANADOLU FENERLERİ; Kültür Sanat DERGİLERl Yer Alanlar: Şenol Yazıcı, Hidayet Karakuş, Fadime Y. Karoğlu, Nadir Gezer, Zeki Sarıhan, Öner Yağcı, Deniz Kavukçuoğlu, Nazım Mutlu, Rahim Gür, İ. Biçer ... Elbette dergileri ancak ona emek verenler bilir… Ancak Anadolu’nun kadim tarihini ve eşsiz kültür harmanını, kendi küçük hayal gücüyle ve özlemiyle ve egosuyla çizdiği varoluşundan öteye gören bilir. Ne var ki aklı olan herkes bilir, dev bankaların kültür sanata aşkla soyunduğu, uluslararası şirketlerin yayıncılık yaptığı, cep telefonu üretir gibi model yazar ürettiği bu çağda ticarete ya da cemaate ya da iktidara yaslanmayan imece bir dergi ancak romantik ütopyacıların işidir, elbette yazmak da cahil cesareti değilse aynıdır... Böyle olduğunu herkesin bilmesi ya da bilmemesi bir gerçeği değiştirmemektedir: Her yazarçizer için doğru başlangıcın ilk kapısı olan, ama yazarçizerinin bile sahip çıkmadığı Anadolu Dergileri, tamamladığı çağının son demlerini, zor bir süreci can çekişerek yaşamaktadır ve olmayan bir çözümü aramaktadır. ... DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ

  • Deniz KAVUKÇUOĞLU'yla

    VATANSIZ Bırakılan Yazarlar Üzerine Bir Söyleşi / "12 Mart'ta yurttaşlıktan atılınca 22 yıl ülkesine dönemeyen Deniz Kavuk­çu­oğlu, 'Sen Vatan Haini Misin Baba?' adlı kitabında sür­günd­e geçen yıllarını anlatıyor. Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir biraha­neye dalıyor, bazen İspanyollarla birlikte Flamenko yaparak haksızlık­lara başkaldırıyor ya da Portekiz’de bir meyhanede Fado dinleyerek hüzünlene­biliyorsunuz. Ama vatanınız­dan kovulduğunuzu, artık isteseniz de dönemeyeceği­nizi en derinden duyumsaya­rak yaşıyorsunuz. En önem­lisi herhâlde yasak olduğu için burnunuzda tüten vata­nınızı, Türkiye’yi ve Türk insanını sürekli görüyorsu­nuz. Uzaktan ve çok yakın­dan... Dergimize de yazan KAVUKÇUOĞLU'yla kitabı ve VATANSIZLIK üzerine maviADA adına NURAY SALMAN söyleşti. / ŞENOL YAZICI * maviADA SÖYLEŞİ Nuray Salman: Önce Deniz Kavukçuoğlunu yakından tanıyalım. Deniz Kavukçuoğlu: İstanbul-Cihangir doğumluyum; 12 yaşına kadar Cihangir'de, 12-20 yaşları arasında Moda'da yaşadım. 1963 yılında yüksek öğrenim yapmak üzere Almanya'ya gittim. Tübingen Üniversite'sinde Prof. Ernst Bloch'un kürsüsünde 2 yıl felsefe derslerine devam ettim. Daha sonra Heidelberg Üniversitesi'nde 2 yıl sosyoloji, Avrupa İşçi Hareketleri Tarihi okudum, Marksizm'in temel metinleri seminerlerine katıldım. Yüksek öğrenimimi Erlangen-Nürnberg Üniversitesi ekonomi bölümünde tamamladım. 1970-1992 yılları arasında AEG, Dr. Oetker-Deutscher Ring,BMC gibi firmalarda yönetici olarak görev yaptım. Bu süre içinde, 1986-1989 yılları arasında Hamburg'da öğretim görevlisi olarak çalıştım. 12 Mart 1971 Askeri Darbesi'nden sonra yurttaşlıktan çıkarıldım, Türkiye'ye ancak 22 yıl sonra, 1992 sonunda döndüm. 1993 başından beri TÜYAP'da Kitap/Kültür Fuarları Genel Koordinatörü olarak görev yapıyorum; 1996 yılndan bu yana da Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarıyım. Yayımlanmış 13 kitabım var. Moda'da yaşıyorum. YAPITLARIM: Karl Marks'dan Günümüze Almanya'da Sosyal Demokrasi / Sosyal Demokraside Temel Eğilimler,Cumhuriyet Kitapları, 1996, İnceleme/ Deniz Bitti, Can Yayınları, 1999, Deneme/ Zarife, Doğan Kitapçılık, 2003, Roman/ Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?, Doğan Kitapçılık, 2002, Anı/ Sen vatan haini misin, baba?, Doğan Kitapçılık, 2003, Anı/ Kedi Gülüşü, 2004, Doğan Kitapçılık, Anı/Derleme/ Canım Acıyor Baba, Can Yayınları, 2006, Öykü / Akıntıya Karşı - Milliyetçilik Üzerine Aykırı Yazılar, 2007/ Bir Yolculuk Öyküsü, İstanbul Kitap Fuarı'nın 25 Yılı, 2007, Anı/Röportaj / Tarih Her Sabah Yeniden Yazılır, Literatür Yayıncılık, 2007, Yazılar/ İnsan Suretleri, Literatür Yayıncılık, 2007, Yazılar/ Komik Şeyler Yazmak, Can Yayınları, 2007, Öykü/ Onu Ben Öldürdüm Leonardo, Can Yayınları 2008, Roman/ Umut: Sosyalizm, Literatür Nuray Salman: Sayın Kavukçuoğlu, dergimizin bu sayısı için belirlediği­miz konu üzerinde durur­ken, akla ilk gelen isimler­den biri sizsiniz. Memle­ketten uzakta yaşamakla ilgili deneyimlerinizi, düşüncelerinizi okurlarımıza aktarmak isteriz. 22 yıl yurtdışında yaşamak kolay olmasa gerek. Başka bir ülkenin şartlarına alış­mak, oralara uygun bir hayat sürdürmek... Vatan­sızlık nasıl bir şey? Deniz Kavukçuoğlu: Benim konumum biraz farklı, bunu belirtmeliyim. O dönemde idamdan ya da işkenceden akıl almaz yöntemlerle, bin bir güçlükle kaçarak ülke dı­şına çıkan insanlara göre kabul etmeliyim ki biraz daha şanslıydım. 1963 yılında Almanya’ya gitmiştim. Daha önce de Almanca biliyordum. 1955–1956 yıllarında babamın görevi nedeniyle yaşadığımız Bremen’de okula devam etmiştim. Yükseköğrenimimi de Almanya’da yaptım. Yurttaşlıktan çıkartılarak “vatansız” kalmam 1971’in Aralık ayında gerçekleşti. O tarihte Nürnberg’de önemli bir Al­man kuruluşunda (AEG) çalışıyordum. Dolayısıyla benden sonra “sürgün” olarak gelen arkadaşlarımın birçoğunun karşılaştıkları uyum sorunu veya yeni bir ortama alışmak benim için söz konusu olmadı. Fakat bir insanın 22 yıl gibi uzun bir süre yurdundan uzak kalması gerçekten çok zor. Özellikle bu uzak kalış gönüllü değil de bir zorunluluk olunca… Vatandaşlıktan çıkarılınca tüm plânlarınız altüst ol­muştur mutlaka. Süresi belli olmayan “vatansızlığı” yaşamaya başladığınızda neler yaptınız? Özleminizi nasıl bastırdınız? Deniz Kavukçuoğlu: Plânım, öğrenimimi tamamladıktan sonra bir yıl staj yapıp İstanbul’a dönmekti. Fakat 12 Mart 1971 darbesi bütün plânlarımı altüst etti. Darbeyi Türk, Alman, Yunan arkadaşlarımla bir Yunan lokantasında yemek yerken açık olan televizyonun verdiği haberle öğrendim. Yunan arkadaşım, “Haydi bakalım,” dedi, “şimdi sıra Türkiye’de!” Hristo, Yunanistan’daki 1967 Albaylar Darbesi sürgünlerindendi. Doğrusu o anda onunla benzer bir kaderi paylaşacağımı aklıma getirme­miştim. Gülüp geçtim. Ne var ki aradan geçen günlerde birçok arkadaşım gibi ben de olayın ciddiyetini kavramaya başladım. Türkiye’de tutuklamalar yoğunlaşmıştı, aynı siyasal örgütlenmelerde yer aldığımız arkadaşlarım ardı ardına tutuklanıyordu. Bu arada Yeni Ortam Gazetesi’nde 132 kişilik bir aranan­lar listesi yayımlandı. Ben de aranıyordum. Doğal ki Tür­kiye’ye dönmedim. Süresi biten pasaportum uzatılmadı, 6 Aralık 1971 günü de Bakanlar Kurulu kararıyla TC vatan­daşlığından çıkarıldım. Sekiz yıldır yaşadığım Almanya’da bir anda “vatansız bir sürgün” konumuna düşmüştüm. Böylece 22 yıl sürecek özlem yılları başladı. Nuray Salman: Yurtsuz kalmamış, vatan hasreti çekmemiş insanlara bu duygular nasıl anlatılabilir? Yaşamadan da hisse­debilir mi insan böyle bir durumu? Deniz Kavukçuoğlu:İlk zamanlar insan pek bir şey anlamıyor, çünkü geri dön­mek umudu daha taze. Darbe döneminin sıkıntıları elbet sona erer diye düşünülüyor. Örneğin 1974 Affı gibi… Fakat başvurular geri çevrili­yor, Af Yasası’nın yurttaşlıktan çıkarılma durumunu kap­samına almadığını öğreniyorsunuz… Psikolojik bir yıkım! O zaman durumun vahametini kavramaya başlıyorsu­nuz… Aylar yıllar geçiyor… Ülkenizle aranızda tek bağ dört-beş gün gecikmeyle gelen gazeteler ve mektuplar… Hayat durmuyor, yasadığınız yerde olduğu gibi geri dö­nemediğiniz yurdunuzda da devam ediyor. Hayatın getir­diği değişimleri uzaktan izlemeye çalışıyorsunuz. Örneğin, Boğaz’a bir köprü yapılıyor, gazetede resimlerini görüyor­sunuz, başlıyorsunuz üzerinden geçmeyi hayal et­meye... Zamanla, yurdunuz, kentiniz, sokaklarınız kafanızda se­naryolaşıyor. O senaryoda bir rol de size düşüyor. Anne­anneniz, babaanneniz hayata veda ediyor, siz kafanızda kurguladığınız cenazedesiniz. Kuzenleriniz, yeğeniniz doğuyor, yarattığınız hayal dünyasında seslerini duymaya çalışıyorsunuz. Duyamıyorsunuz… Yurdunuzdayken hiç aklınıza gelmeyen şeyleri aramaya, özlemeye başlıyorsunuz. Çocukluğu insanın yurdudur… Çocukluğunuzu özlüyorsunuz. On yıl, on beş yıl geçiyor… Eşiniz, çocuklarınız Türkiye’ye tatile gidiyorlar; size hep beklemek düşüyor. Döndüklerinde size hayalinizde hiçbir yere yerleştiremeyeceğiniz görüntülerden söz ediyorlar. Artık hayal bile kuramıyorsunuz. Bir gün geliyor, gurbette yaşadığınız sokakların, kıyısında dolaştığınız denizin, sizi ısıtan güneşin, geri dönemediği­niz sokaklarınıza, kıyısına sandalınızı bağladığınız denizi­nize, yurdunuzun güneşine benzemediğinin ayırdına varıyorsunuz. Yaşadığınız yere yabancılaşıyorsunuz. Bu yabancılaşma özleminizi tetikliyor. Bir kısırdöngüye düşüyorsunuz. Benzer durumu yaşamamış bir kişinin yurtsuzlaşmış bir insanın duygularını anlaması gerçekten zor, hatta olanak­sız. Dilerim kimsenin başına gelmez. Nuray Salman: Çok teşekkür ederim, zaman ayırdığınız için. Deniz Kavukçuoğlu:Derginizde yer verdiğiniz için ben çok teşekkür ederim. Bu vesileyle MaviADA okurlarıyla tanışmış oldum. Edebiyata açılan bu sayfalardan onlara sevgilerimi gönderiyorum.

bottom of page