top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • BARIŞ

    Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür barış. Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış. Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba elinde yemiş dolu bir sepet; ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak bir testi gibi ter damlalarıyla alnında... barış budur işte. Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman, ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara, yangının eritip tükettiği yüreklerde ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun, ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık, boşa akmadığını bilerek kanlarının, barış budur işte. Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece. Barış, açılan bir pencerden, ne zaman olursa olsun gökyüzünün dolmasıdır içeriye. Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun gözlerinin önüne tutulan kitaptır. Başaklar uzanıp, 'ışık! ışık! ' diye fısıldarken birbirlerine! Işık taşarken ufkun yalağından. Barış budur işte. Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi gibi; barış budur işte. Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de bir kök olduğu zaman gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya. Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardısıra. Ve sonunda hissettiğimiz zaman yeniden zamanın tüm köşe bucağındaki acıları kovmak için ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin. Barış budur işte. Barış ışın demetleridir yaz tarlalarında, iyilik alfabesidir o, dizelerinde şafağın. Herkesin 'kardeşim' demesidir birbirine, 'yarın yeni bir dünya kuracağız' demesidir; ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle. Barış budur işte. Ölüm çok az yer tuttuğu gün yüreklerde, mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların, şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine büyük karanfilini alacakaranlığın... barış budur işte. Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın. Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir. Ve toprakta derin izler açan sabanların tek bir sözcüktür yazdıkları: Barış. Ve bir tren ilerler geleceğe doğru kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden buğdayla ve güllerle yüklü bir tren. Bu tren barıştır işte. Kardeşler, barış içinde ancak derin derin soluk alır evren. Tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini. Kardeşler, uzatın ellerinizi. Barış budur işte. * Yannis Ritsos (1 Mayıs, 1909 - 11 Kasım, 1990) Yunan şair. Peloponez yarımadasında Monemvasia'da doğdu. Ritsos liseyi bitirdikten sonra, on yedi yaşında Atina'ya gitti. Daha sonra yüksek öğrenimden vazgeçti. 1927–1931 yıllarını verem hastalığı nedeniyle bir sanatoryumda geçirdi. İlk şiirlerini bu dönemde yayımlamaya başladı. 1931'te komünistgruplara katıldı, bu şiirinin doğrultusunu çizdi; ilk şiirlerinde burjuva karşıtı devrimci sanatçıların çizgisini izledi. Trakter (1934, Traktör) adlı, Sovyetler Birliği'nde sosyalist düzeni ele aldığı ve teknik temasını da Yunan şiirine sokan ilk kitabında, nihilizme karşı tavır aldı. Epitaphios (Yazıt-Mezar Yazıtı) (1936) adlı kitabı Atina'da Zeus tapınağında, faşist cunta yönetimi tarafından törenle yakıldı. Şair, solcu siyasal görüşleri yüzünden Metaksas (Limnos, Agios Evstratios, Makronisos adaları) ve Papadopulos (Giaros ve Leros adaları) dönemlerinde Ege Adalarında sürgün olarak yaşadı. Ayışığı Sonatı (1956) adlı kitabıyla Ulusal Şiir Ödülü'nü, 1976'da Etna-Taormina Şiir Ödülünü ve pek çok uluslararası ödülü kazandı. Ritsos'un otuzdan çok kitabı yayınlanmıştır. Ritsos 1977 Lenin Uluslararası Barış Ödülü'nü almıştır. Ritsos, metaforlarla örülü şiirlerinde, Yunanistan coğrafyasını arka plana alarak, yurtseverlik duygularını işledi. İnsanın günlük yaşamdaki durumuna yaklaşımı, nesnelere duyduğu ilgi, ayrıntıları bütün yalınlığıyla yansıttığı kısa şiirlerinde iyice belirginleşir. Şiirleri 80 kadar dile çevrilmiş ve milyonlarca insana ulaşmıştır.

  • Barış Koyun Çocukların Adını

    Oyunu sever bütün çocuklar birdirbir, uzun eşek, körebe bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez oyun sözcüğünün halkların dilinde.. (Oyun koyun çocukların adını) Savaşa karşıdır bütün çocuklar kışın: kar altında her sabah tükenip erise de solgun nefesi yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda çarkları döndürse de yoksul alevi savaşa karşıdır bütün çocuklar nice ölümlerden geçmişlerdir nice rüzgarlar içmişlerdir gelincik tarlası çocuklar.. (Emek koyun çocukların adını) Gökyüzünün penceresinden şimdi bir kuş havalansa kanat çırpınışlarında hayatın yağmalanmış sevinci.. - Kuş uçar rüzgar kalır (Sevinç koyun çocukların adını) Uzay denizlerinde şimdi bir balık ağlasa gözyaşı billurlarında yüz bin umut kıvılcımı - Alev uçar nazar kalır .. (Umut koyun çocukların adını) Çocuk bahçelerinde şimdi bir çiçek açsa hüzün sevince dönüşür sevinç çiçeğe - Ölüm uçar çocuklar kalır .. (Mutluluk koyun çocukların adını) Barıştan yanadır bütün çocuklar sabah: kuşatılmış bir toplama kampında ayrılığın tepsisini okşasa da elleri akşam: yıldızların mor orağıyla sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi barıştan yanadır bütün çocuklar nice çığlık emmişlerdir nice korku gezmişlerdir yürekten hisli sevmişlerdir güvercin harmanı çocuklar .. (Devrim koyun çocukların adını) Barışı sever bütün çocuklar beştaş, saklambaç, elim sende bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez barış sözcüğünün halkların dilinde.. ( Barış koyun çocukların adını )

  • YÜZLEŞME

    hep uzakları sevdim ben tek de olsan gidilebilecek artık hepten yalın ayak aşk yalın ayak çünkü kaldırımlarda günebakan yüzlü çocuklar rüyası bile olsun istenmeyen kent duvarları dışında bırakılmış tir tir titreyen örselenmiş bedenler çocukların geçişinde yıkılmış köprüler maviliklerde gözler açık yüzen ölüler hangi vicdan kör olur hayat biterken ölümü meta ve ranta dönüştüren yıkılası oligarklar dışında her çığlık tel örgüde asılı babaya her çığlık annenin kanayan yüreği gözlerinden saçılan kıpkızıl lav her kent sığınılamayan yalnızlık sıradanlık yok ediyor onuru sinsice çağ yalnızlığa çağırıyor kalabalığı nasıl el verecek ruhu kaçak suretler artık her uykusuz kalınan gece sanki tek başına bir gece çocukların kimsesiz kaldığı yerleri uçurtma yurdu yapmanın telaşıdır an bir lokma aş bir dirhem sıcaklık bir çift eski de olsun ayakkabı su ya da dikenli telde tuzaklanmış çırpınan kelebeklere bir el nasıl da insan yapar bizi yeniden mülteci inadıdır artık hakikate karşı uzlaşmayan yürek sessizliği koparıp atmak sıradan hayata hayır suça itaate hayır kardeşimin ölmesine hayır diyen sese ses katma vaktidir artık suçlu bakışı bizde kalıp, geçip giden güne

  • KONSER

    Takvimler 2018'in sonuna doğru gelirken Antalya Kültür Sanat sahnesi bir kez daha Emir Aksoy'u ağırlıyor. Araya giren uzun bir yazın ardından ve yaklaşmakta olan sert bir kışın arifesinde vuku bulacak konserde Aksoy, Antalyalı dinleyicilerine sonbaharın kederini taşıyan şarkılardan oluşmuş bir repertuvar hazırlıyor. Geçen seneki üç konserin bir özeti niteliğindeki sezonun bu ilk konserinde çalınacak şarkıların sıralı tam listesi ve sahnede bir konuk olup olmayacağı konuları hâlâ gizemini koruyor. . Biletler 20 liradır ve #AKS gişelerinden temin edilebilir. . Emir Aksoy: 1988 yılında Antalya'da doğdu. Namık Kemal İlköğretim Okulu ve Adem Tolunay Anadolu Lisesi'ni tamamlayan Aksoy, 2005 senesinde Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Ve Uluslararası İlişikiler Bölümünde eğitim almak üzere İstanbul'a yerleşti. Üniversite, iş hayatı ve müzikle dolu dolu geçen 12 yılın ardından 2017'nin Mayıs ayında eşiyle birlikte tekrar Antalya'ya yerleşen Aksoy, aradan geçen uzun yılların ardından Antalya'daki dinleyicileriyle bağlarını tekrar güçlendirmenin heyecanını yaşıyor. . 1998 yılında kurulan ilk grubu Zebani'den bu yana Aksoy sırasıyla Adem Tolunay Anadolu Lisesi Okul Orkestrası, Kallavi, TRT İstanbul Radyosu Türk Sanat Müziği Gençlik Korosu, Emir Bey, Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Korosu ve Sakareller başta olmak üzere pek çok müzik projesi ve topluluğunda kurucu, solist, korist veya gitarist olarak yer aldı. Emir Bey'in ardından 2014'ten bu yana müzikal yolculuğuna kendi adı altında "Emir Aksoy" olarak devam eden sanatçı on yıldan fazla zamandır biriktirdiği bestelerini, sevdiği diğer şarkılarla birlikte bazen tek başına bazen de değerli müzisyen dostlarıyla beraber icrâ etmekten büyük mutluluk duyuyor.

  • Konser

    26 Mart 2019 Yapı Kredi Kültür Sanat Loca BEYOĞLU /İSTANBUL

  • 1970'ler Türkçe Pop Konseri

    Eski yılı şakayla şarkıyla yolluyoruz... 1970'ler Türkçe Pop söylüyoruz... Rez.: 0216 4052404 25 Aralık 2017 Pazartesi akşamı, sahnemizin müzik topluluğu Öykü Sahne Ensemble ile Lıvıng Room'dayız.

  • Plajdaki Ayna

    Sonradan deli olduğuna karar verilen bir adam plâjın aynasını kırdı. Bu, insanı yemyeşil gösteren, altının sırı dökülmüş, camlaşmış aynanın, insanları çirkin göstermesine içerledi, diye tefsir ettiler. Hayır ondan değil, evvelce aynacı imiş. İtalya’dan ayna ithal edermiş, sonra iflâs etmiş, az buçuk oynatmış, ayna görünce kırmamazlık edemezmiş diye uydurdular. İşin aslını bir ben biliyorum, bir de ayna. O halde aynayı kıran da sensin diyeceksiniz, bize numara yapıyorsun. Pek âlâ! Aynayı kıran benim. Deli olduğuma karar verildi. Ama zararsızmışım, pek zararsızmışım. Öcümü aynalardan alırmışım. Bunlar doğru değil! Doğrusu şu: Aynayı kırmamın hiç bir sebebi yoktur. Sebepsiz yere kırdım. Canım sıkıldı, eğlenmek için kırdım bile diyemem. Güzel insanları çirkin gösteriyormuş; ne münasebet efendim. Güzel insanları çirkin gösteren ayna onların derununu tefriş eder. Böyle aynayı plâjlara asamazlar. Yoksa aynada insanların çirkin taraflarını mı görmeye başladın da… Hani nasıl yazılar aynada ters çıkarsa insanların da tersleri mi gözüküyordu sana, derseniz ben de size felsefeden hiç hoşlanmadığımı, hele böyle dâhiyanesinden iğrendiğimi arz ederim. Hayır ayna, aynaydı. Böyle haltlar karıştırmazdı. Hangi enayi, onu hangi zamanda icat etmişse etmiş; saçımızı taramak, suratımızda kara var mı diye bakmak burnumuzu silerken biraz sümük kalmış mı diye göz atmak, yahut da: – Ulan! benim gözlerim fena değilmiş be! Hele şu ağzımın kenarına inen çizgiye bak! Vay anasını! İfade veriyor suratıma! Şu karılar da erkekten anlamıyorlar vesselâm… Diyebilmek için işe yarar. Her nevi kendi kendine konuşmalar istediğimiz kadar ayna vesilesile uzatabiliriz. Aynaya bir genç kız baktırır. Bir erkek düşündürtür. Kendi kendine vurgunlara ayna öptürür. İhtiyarlara ölüm, tabut kefen gösterir, veremlilere korkunç ateşlerinin ışığını aynadaki gözlerinde yakalarız. Aynaya düşman kesilmek, onunla dost olmak da mümkün. İnsan isterse pekâlâ bir aynayı kırma sebebini felsefeye edebiyata, ruhiyata, tıbba, sinire yükleyebilir. Benim plâjdaki aynayı kırmamın sebebi ise kat’iyen yoktur. Ama size günümü yazacağım. Oradan bir sebep bulmaya çalışmak pek mânasız olacak ama: Zeytin ağacının altında bir küçük çocuk oynuyordu. Yanına yaklaştım. Yeşil zeytinleri korku ile bana uzattı. – Sizin mi bunlar? dedi. – Benim ya, dedim. – Ben taş atmadım, dedi, kendi kendilerine düştü bunlar. – Onlar ne? dedim. – Acı şeyler, dedi. Açık mavi gözlerinin kırmızı kirpikleri yanıp yanıp sönüyordu. – Bunlar ne biliyor musun? dedim. – Bilmem, dedi. – Sen zeytin nedir bilir misin? – Bilirim elbette. – İşte bunlar zeytin. – Sabahleyin yediğimiz mi ? – Siz sabahları zeytin mi yersiniz? – Yeriz ya. – Senin baban kim, dedim. – Benim babam yok, dedi. Mavi gözlerine beyazlıktan mavileşmiş bir göz kapağı altın ışıklarıyla indi. Büyük büyük dudaklarını uzata uzata: – Benim babam ölmüş, dedi. – Nerede ölmüş. – Muharebede? – Hangi muharebede? – İstiklâl muharebesinde. İçimden dostum, kardeşim, canım, ruhum, evlâdım, ciğerim benim, dedim. – Oyna zeytinlerle ama, dedim, sakın, taş atma emi! – Sizin mi bu zeytinler? – Hayır, benim değil. Bu zeytinler kimsenin değil. – Eve götüreyim mi bunları? – Bunlar düşmüş; buruşmuş, iyi değil, kurtludur. – Öyleyse oynarım, dedi. – Oyna ama; sakın yine ısırma. Hepsi acıdır. – İyileri de mi acıdır? – İyileri de acı olur. – Sonra nasıl tatlılaşır? – Onu ben de pek iyi bilmem. – Kim bilir bunu peki? – Ne yapacaksın? – Sabahleyin yemek için zeytin yaparım. – Annen var mı senin? – Var tabiî. – Ne iş yapar? – Çamaşıra gidiyor. – Sen ne olacaksın büyüyünce? – Ben mi? dedi. Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık. – Ben, dedi, boyacı olacağım. – Ne boyacısı? – Kundura boyacısı. – Neden kundura boyacısı? – Ya ne olayım? – Doktor ol, dedim. – Olmam, dedi. – Neden? – Olmam işte. – Neden ama? – Doktoru sevmem ki. – Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu? – Tabii sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan. – Ama annen iyileşti. – Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben. – Peki, dedim, öğretmen ol. – Ben mektebe gitmiyorum ki. – Neden? – Öğretmen beni dövüyor. – Neden? – Yaramazlık ediyorum da ondan. – Sen de yaramazlık yapma. – Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki. – Öğretmenin yapma dediği şey, dedim. – Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının piçi!” dedi. Ben de dövdüm onu. Öğretmen de beni dövdü. Ondan sonra hep çamaşırcının piçi diye çağırdılar. Hiç kimseyi dövmedim. Yaramazlıkmış diye. Birkaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen, diye dövdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem dövdüler, hem mektepten kovdular. – Çok fena yapmışsın. – Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki. – Ne olmak istiyorsun ya? – Boyacı olacağım dedim ya. Ahmet ağabeyim de boyacı. – Sever misin Ahmet ağabeyini? – Tabii severim. Annem de sever. Bazı gece bizde kalır. Para verir bize. Aç bile kalsak o bulur bize ekmek. – Asıl ağabeyin değil mi? – Nasıl asıl ağabeyim? – Bayağı asıl ağabeyin, babanın oğlu değil mi o da? – Değil tabii. – O kimin oğlu? – Bilmem. – Kaç yaşında? – Benden büyük. – Sen kaç yaşındasın? – Dokuz. – O? – Büyük işte. – Ne kadar? – Senin kadar var. – Ha şu mesele. Peki boyacı olunca n'olacak? – Para kazanacağım. – Sonra? – Sonra rakı içeceğim. – Sonra? – Sonram yine potin boyayacağım. – Sonra? – Sonra sigara içeceğim. – Sonra? – Elinin körü! – Bu laf ayıp işte. Senin kulaklarını çekerim. – Anneme söylersem seni. – Bir de selam söyle. Öteden baş örtülü, yüzü yuvarlak, tatarımsı bir kadın geldi. Çocuk ona doğru koştu. – Anne, bak zeytin, dedi. Kadın: – At onları elinden. Çocuk bir dakika atıp atmamak için düşündü. Bana doğru ilerledi. Zeytinleri kadının: – Ne yapıyorsun hınzır? Demesine vakit kalmadan suratıma attı. Ben güldüm: – Üzülme hanım, dedim, çocuktur. Çocuk: – Anne be, dedi, iki saattir beni lafa, tutuyordu. Kadın: – Seni sevmiş de konuşuyor oğlum, öyle nobran olma. – Ben onu sevmedim ki… Ahmet ağabeyim gibi boyacı olacağım dedim. Bana doktor olacaksın sen diyor. – Bak ne güzel söylüyor. – O kendisi olsun doktor. Sen bana demiyor muydun? Allah kahretsin o herifleri! Gözlerini toprak doyursun! diye. – Öyle mi dedim? Allah muhtaç etmesin demedim mi? – Öyle dedin. Kadın bana döndü: – Değil mi beyefendi, dedi. Allah hekime, hâkime muhtaç etmesin. – Doğru, etmesin dedim. Çocuk şimdi arsızlaşmıştı. Annesinin eteklerinde idi. Düşmanca bakıyordu. – Anne be, dedi, ben boyacı olacağım değil mi? Kadın: – Başka ne olabilirsin ki? Çocuk: – Benim babam neciydi anne? dedi. Kadın: – Boyacıydı. Çocuk bana: – Na gördün mü ? Babam da boyacı imiş işte. Kadına: – Öyle mi? dedim. Kadın – Evet, dedi. – Muharebede ölmüş, hangisinde? dedim. Kadın: – Muharebede ölmedi, dedi. Çocuk: – Sen bana öyle söylemedin miydi anne? – Kim söylemiş sana muharebede öldü diye? – Ahmet ağabeyim. – Ahmet ağabeyinin Allah belâsını versin. – Ama ekmeği o getiriyor. – Sus artık, hadi şuradan! Çocuk yeniden zeytinler toplamıştı. Kadın: – At o zehir gibi şeyleri, dedi. Çocuk yine suratıma attı. Anası bu sefer suratına tokadı yapıştırınca hızlı hızlı viraneliğe doğru uzaklaştı. Orada yıkık bir mescit duvarının kenarından: – Al, herifi de götürsene mahzene, dedi. Annesi: – Utanmaz, hınzır. Diyerek çocuğa doğru koştu. Bana da bir göz atmayı unutmadı. Büyülenmiş gibi kadını takip ettim. Kapı yerine takılmış bir çuvalın yırtığından içeriye girdik. Arkasında hamamlarda olduğu gibi bir tokmağı olan bir kapı açtık. İçerisi yıkanmamış bir sefil insan kokusu ile aptesane kokuyordu. Muşamba ile örtülü masanın üstünde iki domates, iki hıyar vardı. Kadın: – Rakı alalım mı? dedi. – İstemez, dedim. – Paran yok galiba? İçimi ezen bir şehvet havasını kaçıracağımdan korkar gibi: – Var var, dedim, ama rakı içmek istemiyorum öğle sıcağında. Gözlerini gözüme dikti. Eliyle cüzdan cebime vurdu. Bir iki buçukluk çıkardım. Beğenmedi. Bir ikinciyi zorla buldum. – Başka meteliğim yok, dedim. Güldü. Kollarını boynuma doladı. Dizlerime oturmuştu. Küçük çocuk kulübenin kenarına yığılmış taşlardan yukarda bir deliğe sıkışmıştı. Kafasını uzatmış mavi mavi bize bakıyordu. – Çocuk? dedim. Kadın: – Aldırma, dedi. Alışıktır. Belki yarım saat çocuk sabit gözlerle bize baktı. İkide bir ne zaman cebine koyduğunu hatırlamadığım yeşil zeytin tanelerini kafamıza atıyordu. Birdenbire kafasını ellerime aldı. Bir hayvan çığlığı ile kıpkırmızı bağırmaya başladı: Kadın ıslık gibi bir sesle: – Beş on para at ona sussun. Yoksa susmaz, diyordu. Evvela iki çeyrek attım. Olmadı. Bir çeyrek daha attım. Sonra bir yirmi beşlik attım. Beş dakika bir sükût oldu. Sonra mahzenin içini çın çın öttüren bir zil gibi öttü. Şimendifer düdüğü sesi çıkardı. Gözleri bende idi. – Şimdi Ahmet ağabeyim yetişsin de görürsün sen, diyordu. Bir yirmi beşlik daha attım. – Bir tane daha atmazsan… Demeye kalmadı, anası dizlerimden kalktı. Beni bile yere yıkacak bir tokat aşk etti. Bana: – Ver bir yirmi beşlik daha şimdi, dedi. Çocuğun küçük kara eli uzandı. Yirmi beşi aldı. Bize arkasını döndü. Şimdi kulakları seslerimize dikilmiş bir köpek gibi yatıyordu. Oradan âdeta erimiş bir öğle aydınlığına çıktığım zaman şakaklarında bir zonklama vardı. Hemen plaja koştum. Plaja temizlenmek, bir şeyden silkinmek, ferahlanmak için mi koştum. Hayır, yalnız mahzenden çıkar çıkmaz kuyudan sıcağa çıkarılmış bir testi gibi terlemiştim. En çok kafam terlemişti, parmaklarımı şakaklarımın diplerine sürdüm. Tırnaklarımın ucu tarafından emilen, yahut bana emilir gibi gelen bir ıslaklık duymuştum. Elime baksam bu ıslaklığın ter olmadığını, tepemden kan sızdığını anlayacakmış gibi oldum. İşte o zaman tepemden kan sızdığını sanarak denize koşmuştum. Yolumun üzerinde denize girinceye kadar hiç bir şey görmediğimi sanıyordum. Halbuki serinlik vücudumu kaplar kaplamaz bir yeşil ot, bir harabe, bir çocuk, bir duman, bir tren yolu, bir köpek gördüğümü hatırladım. Sonra kadının çocuğunun gözlerini gördüm. Sırtımda idiler. Piç ne biçim bakıyordu adama. Deniz suyu iyi geldi. İyi gelmesi de mühim bir şey değil. Yalnız şunu anladım da rahatladım ki kafamdan sızan kan değil, termiş. Öyle olsa deniz kıpkırmızı kesilirdi. İşte deniz suyunun yalnız bu faydası oldu. Yoksa hâlâ şakaklarım zonkluyordu. Hâlâ serinliğin; denizin içinde terliyordum. Hâlâ o abdesthane kokulu, serin, çok serin bir mahzen havası, gözlerini bize dikmiş mavi gözlü, elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk bir duman halinde, ama; ne zaman istesem vücut haline getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında bir yerde uçuyordu. Durmadan geziniyordu. Şimdi size aynayı kırmamın sebebini buldum gibi gelir. Bana sen aynada kendini apaçık bütün vuzuhiyle, çirkinliğiyle, pisliği adiliği ile görmüşsün. İşte onun için de… Şiddetle hayır, derim. Siz gülümser aynada bütün insanlığı, bütün çirkinliği ile kendi vasıtanla sezer gibi olduğun için, insanların bütün denaetlerini, sefaletlerini… Vallahi de hayır, billâhi de hayır. O halde sen bayağı delirmişsin, diyeceksiniz. Neden böyle söylüyorsunuz canım? Bir plajın pis aynasını hiçbir şey düşünmeden, şuursuzca eğilip yerden bir taş alarak, hatta o taşı denizin durgun yüzünde dört beş kere sektirmek içinmiş gibi alarak, aynayı isteyerek bile değil kazara da denemez, şöylece kırıvermek… Neden olmasın? Herifler koştu Ben koştum. Yakalayamadılar. Neden sonra ben döndüm, plajı apaçık gören bir ağacın altına yüzükoyun yattım. Hepsi plâj sahibinin kulübesi önüne toplanmışlardı. Yarım saat geçtiği halde hâlâ benden bahsediliyordu. Daha bir saat öyle ayakta durdular, konuştular, gülüştüler, fikir beyan ettiler. Sonra bir polis geldi. Mesele ona da anlatıldı. O da dinledi. O da fikrini söyler gibi idi. Ben başka yoldan vapur iskelesine gitmek için yolu çok uzun, kendimi çok yorgun buldum. Ağacın altında geceyi bekledim, sarı bir ay doğdu. Gazinolardan sesler, kahkahalar, şarkılar gelmeye başladı. O zaman elimi saçlarıma attım ki karmakarışıklar. Tarağımı çıkarıp saçlarımı taradım. Bir cigara yaktım. Dudağıma bir vals yapıştırdım. Pantolonumun cebine ellerimi soktum. Plajın önünden ıslık çalarak, herkes gibi, mesut bir adam gibi, aynayı kıran ben değilmişim gibi geçtim. SAİT FAİK ABASIYANIK: Sait Faik, Türk öykücülüğünün en önemli temsilcilerinden. Onun yazdıkları, anlattıkları birçok yazara ilham olduğu gibi, birçok edebiyat severe de öykü türünü benimsetmiştir. Sizlerle Sait Faik’in 1950 yılında kaleme aldığı “Plajdaki Ayna” isimli öyküsünü paylaşıyoruz.

  • Üçüncü Mevki

    Vagonun içindeki altı kişiden bir tanesi dayanamadı ve yanındakine: – Gideceğim yol uzak, dedi. Yanındaki, göz kapakları yarı açık, uykulu kara gözlü bir adamdı. Sapanca Gölü bu adamın gözlerinin içinde pürüzsüz, dalgasız, bir damla ışık ve cam gibi parıldadı. Sordu: – Neresi? – Kayseri’ye gidiyorum. İlk defa. Ömrümde ilk uzun yolculuğum, yanıma bir gazete bile almamışım. Yolculuk, bilhassa tren yolculuğu sıkıcı, yorucu, üzücü şey!… – Öyledir. Öyledir diyen, Sapanca Gölü’nün elma bahçelerine gözlerini kapadı. Ve ağır ağır göl, elma ve çıplak çocuklar düşünerek uyudu. Yanına bir gazete bile almamış adam sıkılıyor, üzülüyor, uyumak istiyor, uyuyamıyor. Kayseri çok acayip bir kâinat, Seddiçin kenarında bir tuhaf şehir gibi muhayyilesini gıcıklıyor. Hanlar, kervansaraylar, dar sokaklarda çamaşır yıkayıp çocuklarını döven yağlı kadınlar, ellerinde uzun birer pastırma, öğle yemeği yiyen memurlar ve uzayan bir gün. Kayseri’ye giden, kısa boylu, sevimli yüzlü, sarı gözlü, cüssesinden hiç umulmayan kalın kocaman tüylü ellere malik bir adamdı. Karşısındaki şişman adam gazetesini bir tarafa bıraktıktan sonra, Kayseri’ye giden adama baktı, gülümsedi: – Demek ki Kayseri’ye? dedi. Kayseri’ye giden, daire müdürü hatırını sormuş, ihtiyar ve mahcup bir memur gibi sevindi. Yanağı, sıkılmış ve yanağı sıkılma zamanı geçmiş bir küçük kız gibi kızardı. – Evet, Kayseri’ye efendim. Zatialiniz de mi? Güzel midir efendim, Kayseri, nasıldır? – Kayseri’ye demek hiç teşrif buyurulmadı? – İlk uzun seyahatim efendim. Sözün temsili, Kasımpaşa’da doğdum. Beyoğlu’nu bilmem efendim. -Ya, vah vah! Gazetesinin ilân sayfalarını okumaya dalan şişman adama, Kayseri’ye giden Kasımpaşalı hayretle baktı. Niçin “vah vah” diyordu? Acaba Kayseri’ye gidiyor diye mi üzülüyor? Yoksa Beyoğlu’na çıkmadığı için mi hüzünleniyordu? Şişman adam, kafasındaki düşüncelere de “vah vah” diyebilir, diye düşündü. Ferahladı. Geyve boğazının kayalıkları dibinde birer eşkıya, bazen birer kahraman, hayaletler, insanlar, silahlar ve bombalar, bir çete gizlidir. Bu kayalarda vahşi keçilere, yaban kedilerine tesadüf etmezsek hayret etmelidir. Küçük bir su, bu dekorun gizli görünmez kahramanlarına, eşkıyalarına, yabanî hayvanlarına ses verir. Küçük, masum derelerin kızıl tüylü kayaların dibinde cengâver şarkıları söylediği akşam zamanı gelmişti. Altı kişiden üçü şimdi yemek yiyordu. Kasımpaşa’dan Beyoğlu’na hiç çıkmamış adam ilk konuşmaya başladığı zaman, kara gözlerini açmıştı. Konuşmak istemediği, hâlâ Sapanca Gölü’nün elmalıkları ve kestane ağaçları, çıplak çocuklarıyla uyuduğu anlaşılıyordu. Gazetesini bitirmiş adam üzüntülüydü. Defterine bir şeyler kaydediyordu. Köşede bağdaş kurmuş, önce kunduralarını, sonra da çoraplarını çıkarmış birisi, sıska yüzünden taşan bir canlılıkla yanındakine Boşnakça bir şeyler anlatıyordu. Onun yanındaki, bir Sırp köylüsü kadar sarı, kırmızı ve gençti. Ne mustarip gülüyordu. Lisanlarını anlamadığımız insanların haleti ruhiyelerini keşfetmek hususunda çok aciziz. Onların bizim her günkü konuştuğumuzdan daha başka, daha mühim şeyler konuştuklarını sanırız. Bir müddet sonra onlarla çok alakadar olduğumuz halde biraz sonra onları unutuverir, yine kendimize, lisanımıza ve etrafımıza, yani kendi kendimize döneriz. Tren durmuş; Geyve istasyonu toz, bulut ve akşam pembeliği içinde bir sarı Çin şehri gibi kaynaşıyor; yalınayak çocuklar, saçları perişan arabacılar ve bir kasket yağmuru istasyonu dolduruyordu. Bu kasketlerin altında insanlar; buğdaylarını, tahta traversleri, üzüm, ekmek ve bir vagon penceresinden kendilerine bakan bir hayali düşünüyorlar. Zaman akşamın tozpembesine karışmış, iptidai bir zaman, bu insanları ta Kayseri’lere götüren hain ve dehşetli homurtuya; yani şimendiferin yağlı manivelâsı ve yarısı kızıl tekerlekli makinesine bakıyordu. O, zamanla bir olmuş yolculardandı. Geyve istasyonunda bir aşağı bir yukarı dolaşıyor; yazın, korkunç sıtmasının gökyüzüne ve gökyüzünün yıldızlarına kadar sirayet eden bu küçük kasabayı terke hazırlanıyordu. Bu, uzun bir sıtma geçirmiş insanların korkusu gözlerinde, dalağı büyük bir mahluktu. O da Kayseri’ye gidecekti. Kayseri’nin havası iyiydi. Erciyeş’in resmini görmüştü. Ovaların ve küçük tümseklerin yanında, etrafına hiçbir dost ve sevgili takmadan bir bekâr adam gibi yükseliveren Erciyeş’i dahilere benzetirdi. Öyle kurak ve kimsesiz memleketlerde kendi başlarına sivriliveren insanlardan bir insandı sanki Erciyeş. Kayseri’yi değil, Erciyeş’i seven adam da deminki beş kişilik ve altıncısı ben olduğum kompartımana girdi. Ben isteksiz kendisine yer açtım. O, mağrur oturdu. Bu yer onun sarih hakkı idi. Kimsenin surat etmeye hakkı yoktu. Saçları ve yarım kasketi; çarıkları kadar tozlu, pantolonu ve ceketi derisinin rengi kadar hareli ve yamalı, ilk bakışta gürbüz bir köylü, sekizinci yolcumuz oldu. Köylülerden bahsettiğimiz zaman, “Aslan gibidir, soğan ekmek yer, aslan gibi olur” deriz. Böyleleri olduğunu inkar etmek ne kadar yanlışsa; veçhen aslan gibi gözüktüğü halde, kaburga kemikleri çökük, içindeki azanın pek çoğu haddinden fazla büyümüş veya küçülmüş köylülere de tesadüf edilmez demek o kadar yanlıştır. Soğan ekmek yalnız şehirli midesine değil, köylü midesine de dokunabilir ve dokunmaktadır. Köylü de acayip bir saffet, fakat beklenilmeyen bir cesaretle kendisine isteksizce verilen yere sıkıştı. Hatta biraz daha yer açabilmek için sağa sola kıpırdandı. Bir köylünün bu kadar pişkin olacağını tahmin edemeyen şişman adam, bana baktı. Ben gözlerimi ve içimi köylüden yana çevirdim. Şişman adam selam vermiş de karşısındaki almamış gibi kızardı. Köylü heybesini açmış, heybeden kumlu bir ekmekle iki domates çıkarmıştı. Domatesler ne tatlı şeylere benziyordu. Bir tanesini de bana uzattı. Ne çabuk anlaşmıştık. Uzatılan şeyi gülerek aldım. Kendi francalamla yemeye başladım. Bir lokma kaşar peynirini köylüye uzattım. Aldı. Kokladı, sucuk koklayan bir Karamanlı yüzüyle: -İstanbul işi olduğu belli, dedi. Halis Balkan olmalı? -Yok be dayı. Bu istasyon kaşarı. -Daha iyisi de olurmuş demek, dedi. Sonra düşünerek ilave etti: – Daha iyisi can sağlığı. Şimdi hepsi uyuyordu. Hepsi, tanımadıkları bir şehri düşünerek uyuyorlardı. Köylü ile Kasımpaşalı uyanıktı. Ben uyuyor muydum? Gözlerim kapalıydı, kafamda küçük çocuklarla dolu bir mektep… kafası aydınlık bir arkadaş ve sergüzeşt. Bir küçük tonton kafa düşünerek dalıyordum. Köylü, Eskişehir’de indi. Onun indiğinin farkındayım. Kasımpaşalı hala uyumuyor. Gözünü açana lakırdı yetiştirmeye çalışıyordu. Fakat gözünü kimse açmıyordu ki. Bu his bende o kadar kuvvetliydi ki ve Kasımpaşalı o kadar benim gözümü açmamı kolluyordu ki. Tren durdu. Gecenin içinde Haymana bakir bir orman sesi veriyor. Geyve’de sıtma kapmış entelektüelin de gözleri kapalı ve düşünceleri bir rüya kadar gayri şuuri. Bir küçük kazanın istasyonunda inip unutulmak, şişmanlamak. Bir kasap kızıyla evlenmek, belediye reisi ile eğlenmek, tahrirat katibiyle tavla oynamak.. Ve gelip geçmek mümkün olabilse, diye düşünüyor. Haymana ovası yalnız geceleri gölge veren ağaçlarıyla hayatına karışacak. O, bu kafasıyla kocaman bir köstek sahibi olabilecek. Belki bir sürüsü olacak. Ona da bir müddet sonra hayvan alıp sattığı için cambaz diyecekler. “Cambaz” ne güzel bir kelime. Tren ağır ağır hareket ediyor. Kasımpaşalı uyuyor ve konuşmuyor. Bir belediye fenerinin aydınlattığı tozlu sokağın başındaki evin muşamba perdelerinden içlenen her kompartımanda uyumayan yolcular var. Ben salonu dolaşıyorum. Bir küçük çocuk uyumuş. Uyku ne dinlendirici. Yerime, küçük çocuğun saçlarından ve kafasından aldığım bir masumiyetle çöküyorum. Aynı çocukluk sinirlerime yayılıyor. Fakat zehirlenir gibi uyuyorum. Sait Faik Abasıyanık

  • Botan Yöresinde Bir Hafta: CUDİ DAĞI

    -Balveren Beldesinden Cudi Dağları- 11 Nisan 2019 Perşembe günü Şırnak’taki görüşmelerim bitince. CHP Merkez ilçe Başkanı Osman Yeren: “İstersen bizim köye gidelim” dedi. Buna hemen razı oldum. Bir yöre köyleri görülmeyince anlaşılamaz. 3.500 nüfuslu Balveren Beldesi, Şırnak’ın eskiden beri en aydın yerleşim yeri imiş. Balverenliler çocuklarını okutmaya düşkünmmüşler. Kente 10 km. kadar uzaklıkta beldeye minibüsle gittik ve önce mazbatalarını yeni alan Belediye eşbaşkanlarını makamlarında ziyaret ederek kutladık. Balveren, Şırnak’ın beldeleri içinde HDP’nin belediye başkanı çıkaran tek belde imiş. HDP adayı 910, AKP adayı 774 oy almış. Makamlarına yeni oturmuş olan Şehmuz Sidar ile üniversiteyi yeni bitirmiş olan Zahide Erk, bizi güler yüzle karşılayıp çikolata ikram ettiler. GENÇLERLE SOHBET Beldede, bu yörede herhalde az bulunan bir kütüphaneyi ziyaret ettik. İçeride birkaç öğretmen, lise bitirmiş öğrencilere üniversiteye giriş kursu veriyorlar. Sınıf kızlı erkekli 48 kişiyle dolu. Bizi kabul ettiler ve gençlerle bir saat kadar söyleşmeme izin verdiler. Onlara liseyi ne zaman bitirdiklerini, ailelerinin durumlarını sordum ve kitaplara aşina olup olmadıklarını irdeledim. İçlerinde İnce Memed’i okuyan yoktu ama çoğu onun Yaşar Kemal tarafından yazıldığını edebiyat derslerinde öğrenmişlerdi. Robinson Cruzo’yu yalnız bir kız okumuştu! Bu böyle olmazdı! Kitap okumalıydılar. Okumak onları yalnız bilgili kılmaz, aynı zamanda diri tutardı. İnsanlık tarihi boyunca yaratılmış bütün bilgiler ve kültür, kitaplarda kayıtlıydı. Onları soru sormaya özendirdim ve birkaç soruya yanıtlar verdim. Daha aşağıda Osman’ın altı kahve, üstü konut olan, buradaki bütün evler gibi düz damlı evine geçtik. Yöredeki bazı erkekler gibi Osman da iki evli ve ilk eşinden yedi, ikincisinden ise biri beşikte dört çocuğu var. Annesi ve bir kardeşiyle birlikte tam 16 kişilik bir aile! “Yahu bu kalabalıkta beni nerde yatıracaksın?” diye sordum. CUDİ’NİN KARŞISINDA Güneş batıncaya kadar, balkon gibi kullanılan yerde oturup karşıdaki Cudi dağını seyrettik. Eğimli arazi bir dereye kadar iniyor ve buradan Cudi’nin yüzyılların yağmur suları ve sellerle damar damar yarılmış kapkara gövdesi üzerinde karlı dorukları yükseliyor. Karadeniz’in yemyeşil tepelerine alışık olduğumdan, dağın bu rengini yadırgıyorum. Bu dağ, kömür yatakları barındırıyormuş, Halen işletilen ocaklar da varmış. PKK’nın eski barınakları da uzaktan nerdeyse görülüyor. Bu dağlara çok bombalar yağdığını, bu beldeki evlerin bile bombalardan sarsıldığını anlattılar. Güneş batarken hava serinlediğinden evin geniş odasına girdik. Yer minderlerine oturduk. Ev halkı teker teker gelerek hoş geldin dediler. Sevimli küçük kızlar, hiç yabancılık çekmeden yanıma toplandılar. Osman’ın anası, elini etekliği ile sararak elimi sıktı. (Şafi inancında abdesti bozulmasın diye). Eşleriyle de sohbet ettik. Birbirlerinden hoşnut olduklarını söylediler. Osman’a “Bir CHP’li başkanın iki eşli olduğunu bütün Türkiye’ye ilan edeceğim” diye takıldım. Üç inek ve iki keçiyi anne güdüyor, ev işlerini ise gelinleri yapıyormuş. “SEN NEDEN KÜRTÇE BİLMİYORSUN?” Sonra yere bir geniş muşamba serildi. Hepimiz bunun çevresine diz çöktük veya bağdaş kurduk. Yemek tabakları dizildi. Annenin ve gelinlerimizin marifetlerinin gördük. Sofrada hepimizi gösteren fotoğraflar aldık. Türkçe bilmeyen anne ile Osman’ı çevirmen yaparak biraz sohbet ettik. Dilimi bilseydi veya ben onun dilini bilseydim anlatacağı çok şeyler vardı. Biz Türkler, Türkçe bilmeyen yurttaşları biraz garipseriz. İnanır mısnız, Kürtler de aynı duyguyu Kürtçe bilmeyen Türkler için taşıyorlar. Bana “Sen neden Türkçe öğrenmedin?” diye soranlar oldu. “Çok cahil kalmışsın” demek istiyorlardı. Ben birkaç yıl önce anadilinde eğitim konusunu ele alan yazılarımda, devletin değil Kürtçeyi yasaklamak, okullara seçmeli Kürtçe dersleri koymasını önermiştim. Özellikle doğuda görev yapacak olanlar için bu gerekliydi. Şimdi bu ev sahiplerine hesap vermek zorunda kalıyordum. “Kısmet olmadı işte!” diyerek konuyu savuşturdum. Yemekten sonra birkaç köylü ve gündüz kursta sohbet ettiğiz öğrencilerden ikisi geldi. Bu öğrencilerden biri, ben onlara okumanın erdemlerini anlatırken kendisinde nasıl bir eksiklik duygusu uyandığını anlattı. Bir Balverenli, gördüğü işkenceyi hikâye etti. Köyde korucu yazımı sırasında kendisi koruculuğu kabul etmediği için kumandan tarafından dövülerek dişlerinin kırıldığını söyleyince “Şikâyet etmedin mi?” diye sordum. Kimi kime şikâyet edecekti? Canını kurtardığına şükrediyordu! Köylülerin koruculuğu maaşı için kabul ettiğini, şimdi artık bu kurumun çok zayıfladığını söylediler. PKK’DAN ŞİKÂYET NEDENİ PKK’dan da şikâyetçi idiler. Şırnak PKK’sı ile Hakkâri PKK’sı arasında büyük fark varmış. Buranın PKK’lıları, bölgede iş yapan iş adamlarından şantiyelerden aldıkları haracı Şırnak için kullanmamışlar. Hakkâri PKK’lıları ise, müteaahitleri denetliyor, alınan işlerin tam ve usulüyle yapılmasını şart koşuyormuş… Onları dinlemem gece yarısına kadar sürdü. Çaylar tazelendi. Misafirler ve ev halkı çekildi. Odaya iki yer yatağı serildi. Birinde ben, ötekinde Osman yatacak. “Yahu iki karın varken benim yanımda ne işin var?” dediysem de razı edemedim. Burada gelenek böyleymiş. Ev sahibi, misafirin yanında yatarmış. 12 Nisan Cuma sabahı süt ve çayla kahvaltımızı yaptıktan sonra çocuklar okula gittiler. Osman’la Şırnak’a döndük, parti binasında bir süre oylandıktan sonra saat 13.30’da 95 km. kuzeyde olan Siirt’e gitmek üzere minibüse bindirildim ve Botan yaylasında hoplaya zıplaya yol almaya başladık. (21 Nisan 2019) zekisarihan.com

  • Botan Yöresinde Bir Hafta; CİZRE

    CİZRE Bu yıla kadar, her biri başka özellikler taşıyan güzel ülkemizde ayak basmadığım üç il merkezi vardı. Siirt, Şırnak ve Osmaniye. 9-15 Nisan 2019 tarihleri arasında bunlardan Şırnak ve Bitlis’i, onların bazı ilçe ve beldelerini ilk kez, Batman’ı ise yeniden görüp gezdim. Oralarda, beni konuk eden, gezdiren, yedirip içiren dostlar buldum. Karlı dağlarını biraz merak, biraz ürkerek seyrettim. Bilmediğim dillerden konuşmalar duydum. Çarşılarında alçak peykelere oturup tazelenen çayları yudumladım. Botan, Bitlis dağ eteklerinden doğup Batıya doğru akarak suyunu Dicle’ye katan bir çayın adı. Yöreye, eskiden Cizre’ye, insanlara da adını vermiş. Çeşitli efsanelere konu olmuş, hırçın bir yöre. Gezip görmek, öğrenmekten başka hiçbir amacım yoktu. Epeydir niyetli olduğum halde yanlış anlamalara meydan vermemek için gezimi yerel seçimlerden sonraya ertelemiştim. Oralarda hiç tanıdığım yoktu. Ama ne gam? Gezilerimden bilirim ki, istersen her yerde kendine dost bulabilirsin. Eşim, milletvekilliği sırasında oralara gitmişti. CHP’li yöneticilerden tanıdıkları vardı. Onlardan Şırnak ve Siirt CHP il başkanlarına ulaştı. Benim yöreye bir gezi yapmak istediğimi söyleyerek benimle ilgilenip ilgilenemeyeceklerini sordu. Her ikisi de İstanbul Belediye Seçimlerinde sandıkların korumak amacıyla İstanbul’daydılar. Fakat oradan bazı telefonlar verdiler. Hiçbir sıfatı ve görevi olmayan biri, gittiği yerlerde nasıl karşılanırdı? Eşim beni “Yazar” diye tanıtmış. Oralarda hiç kimsenin hiçbir kitabımı okumadığını tahmin ettiğim için bunu pek içime sindiremesem de kabullendim. Yanıma ilgililere armağan etmek için 10-15 kitabımdan da aldım. Beni “Yazar ve eski milletvekili eşi” olarak tanıttılar… KADİM BİR UYGARLIK KENTİ CİZRE İzmir Kitap Fuarı’ndan döndüğümün ertesi günü, Esenboğa Havaalanından, uzak bir yolculuk yapacak kuşlar gibi havalanıp 9 Mart Salı günü akşamüzeri Şırnak Havaalanına ulaştığımda beni Cizre CHP İlçe örgütün başkanı Kemal Cingü ve yardımcısı Ali Erikli bekliyordu. Arabalarına alıp mütevazı ilçe örgütüne götürdüler, hoş geldin çayını sundular. Sonra hava kararmadan bu kadim kenti tanımaya çıktık. Cizre, Arapçada “Ada” demekmiş. Halkın tamamı Kürt olan ve şimdi 180.000 nüfusa ulaşan Cizre, gerçekten de Dicle’nin ortasında kalan bir ada imiş. Kervanlar, Dicle üzerindeki bir köprüden geçip kente girermiş. Sonra nehrin o yanının ayağını şehirden kesmişler. Cizre de ada olmaktan kurtulmuş. Doğu Anadolu’nun kıraç dağlarından toprakları eritip suyuna katan Dicle, Cizre’den başlayarak bir süre Türkiye-Suriye sınırı boyunca akıp Irak topraklarında yolculuğuna devam ediyor. 13. Yüzyıl Artuklu yapımı olan altı kemerli 114 metre uzunluktaki Desti Ahabin köprüsü ise altından su geçmeksizin yerinde duruyor. Nehrin öteki yanına eskiden sallarla geçilirken şimdi uzun bir köprü o tarafa taşmış olan kentin iki yakasını birleştiriyor. Cizre’nin kent duvarları kısmen ayakta. Sur içindeki yapılardan biri, şimdi il özel idaresine devredilmiş iki katlı Hamidiye Alayları yönetim binası. 1155 yapımı kiliseden çevrilme Ulu Cami, 1568 yapımı Cizre Azizan Emiri Hanşerif olarak anılan Şeref bin Bedreddin tarafından yaptırılan Kırmızı Medrese, Hazreti Nuh Külliyesi ve sürpriz: düşünür, şair, bilim insanı Cezeri’nin mezarı. Bu topraklarda kimler yetişmiş! Bütün bunlar, Cizre’ye bir Ortaçağ kimliği kazandırmış. Burada herkes, Nuh’un gemisi efsanesine inanıyor. Gemi Cudi dağına oturmuş ve Nuh Cizre’yi kışlak olarak kullanılıyormuş! Anlattıklarına göre Cizre yazın cehennem gibi sıcak olurmuş, halk daha serin çevre ilçelere taşınırmış. Cizre'nin cadde ve sokaklarında gezen kadınların önemli bir kısmı çarşaflı. Çarşafın altına giyindikleri tülbendi burunlarının üstüne de çekiyorlar. Bu ilçe merkezinde süre gelen bir gelenek. Başka yerlerde yok. CHP’LİLERİN CESARETİ ARTMIŞ Önceki yerel seçimlerde yalnız 284 oy alan CHP, bu seçimde oylarını 1.355’e çıkarmış. HDP’nin 36.000, AKP’nin 8.500 oyuna karşılık CHP’nin aldığı oy devede kulak ise de CHP yöneticileri bundan büyük bir sevinç duyuyorlar. Cesaretleri artmış. Hatta ilçe binası için daha modern bir yer de tutmuşlar, akşama sabaha taşınacaklardı. Kenti Kayyumdan alan HDP Belediye Başkanıyla görüşmek istediysem de telefona yanıt alınamadı. Akşam nerede konaklamalı? Öğretmenevi dolu imiş. CHP ilçe başkanı beni evlerinde konuk etmek istediklerini söyleyince buna itiraz etmedim. En iyi dostluklar otellerde değil, ev ortamlarında kurulur. Kemal Bey’in Türkçe bilmeyen eşinin hazırladığı nefis yemekleri yer sofrasında yiyoruz. Ertesi gün olan 10 Nisan’da, kentte bir tur atıyor, Dicle kıyısında yazlık çay bahçelerinden birine oturup yanımıza gelen üç gençle sohbet ediyoruz. Öğleden sonra minibüsle 44 km. yukarıda olan Şırnak’a hareket ediyorum. (Ankara, 16 Nisan 2019)

  • Botan Yöresinde Bir Hafta- ŞIRNAK

    ŞIRRAK! Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Suriye ve Irak topraklarıyla sınır olduğu yerde garip bir ilimiz var: Şırnak. Şırnak adı, bende hep “Şırrak!” sesini çağrıştırırdı. Hani birinin yüzüne aşk edilen şamarın çıkardığı ses… Gerçi 10 Nisan günü öğleden sonra Cizre’den minibüsle 55.000 nüfuslu bu kente geldiğimde ortalık sakindi. Yol boyunca yapılan kimlikleri toplayıp bilgisayarda sorgulayan polislerden, devlet binalarının çevresine çekilen yüksek beton bariyerlerden başka bir olağanüstülük görünmüyor ama tabii yapısı bakımından yaşanılmaya özenilecek bir kent görünüm de vermiyor. Kim bilir geçmişte insanlar, hangi ihtiyaçları nedeniyle 1350 metre yükseklikteki bu dağ sırtına yerleşmişler. Tarihi bilinmeyen Şırnak, 1930’da ilçe, 1990’da da Turgut Özal hükümeti tarafından güvenlik gerekçesiyle il yapılmış. Hendek savaşlarından sonra da nerdeyse tamamen yıkılıp yeniden yapılmış. Eski Şırnak evleri tek tük göze çarpıyor. Nüfusun önemli bir bölümü kenti terk etmiş. Devlet, evleri yıkılanlara kira yardımı yapıyormuş, şimdi de yeni evlerin parasını ödeyip geri dönmelerini bekliyor. Yukarı caddede CHP İl Örgütünün önünde minibüsten indiğimde içeride beni önceden haberdar edilmiş ilçe başkanı Osman Yeren ve birkaç arkadaşı bekliyordu. Dairede masa ve sandalyelerin olduğu iki oda var ama Şırnaklılar, yer minderlerinde oturmayı tercih ediyorlar. Böyle bir oda da düzenlemişler. Sohbet başladıktan bir süre sonra, CHP üyelerinden biri yanımıza bir seccade sererek dört rekât ikindi namazını kıldı. Dört rekât, çünkü Şafi mezhebinden olan bölge insanları, mezheplerinin gereği olarak namazların yalnız farzını kılıyorlar. CHP’liler, kendilerinin en çok “dinsiz” suçlamasından şikâyetçiler. Oysa gezim sırasında beş vakit namazını kılan bir hayli CHP’li ile karşılaşacaktım. Şafi bir kız Hanefi bir erkekle evlenmiş. Çok da dindar imiş. Fakat erkeğinin namazlarını sünnetiyle kılmasına hiç alışamamış. “Namaz kılmasından memnunum ama bununki de bitip tükenmek bilmiyor!” diye şikâyet etmiş. Bana nerde kalmak istediğimi sordular. Odadaki minderin üzerinde uyuyabileceğimi söyledim fakat parti üyelerinden esnaf Yaşar Ürek’in önerisini kabul ederek onun evinde gecelemeye karar verdim. Yeni doğum yapmış ve doğum iznini kullanmakta olan eşi Ayşegül Hanım’ın donattığı nefis sofradan kalktıktan sonra epey sohbet ettik ve birkaç yıl önce yapılıp satın alınmış bu modern evin balkonuna çıkıp kırmızı ışıklar içindeki Şırnak’ı seyrettik. Karşıdaki geçidin bir yanında Gabar, diğer yanında Cudi Dağları uzanıyordu ve her ikisinin üstünde bembeyaz karlar ışıldıyordu. 11 Nisan günü, Osman ve arkadaşlarıyla gene parti binasında buluştuk. Önce caddenin hemen öteki kaldırımından çıkılan HDP binasına gittik. İçeride 15-20 kişi oturuyordu. İl Başkanı Zeki İrmez, KHK ile görevden atılmış öğretmenlerden, Yakup Barkın ise Demokratik Bölgeler Partisi İl Başkanı. Hoş peşten sonra toplu bir fotoğraf çektirdik ve ben başında poşu olan birine bunu nasıl sardığını sordum. Gösterdi. Çok da kolaymış. Buradaki kalabalık, bir taziyeye gidecekmiş, biz de “Şırnak hakkında size gerekli bilgileri verir” denilen Şırnak Toplumsal Çalışmalar Derneği Başkanı, 30 yaşlarında liberal bir entelektüel olan Osman Bayık’ı müdürü olduğu etüt merkezinde ziyaret ettik. HDP’nin Belediye Başkan adayı olup seçimi kaybeden Hişar Osal da oraya geldi. Şırnak’ta geçmişte yaşanan acı olayları anlattılar. Burada anlatılanlar, devlet sözcülerinin anlattıklarından epey farklı. Evleri yıkıp yeniden yapmak için hendek siyasetine göz yumulduğundan tutun da işkencelere varıncaya kadar birçok olay sıralanıyor… OYLARIN ÜÇTE BİRİ TAŞIMA! Şırnak’ta son Belediye seçimlerini AKP adayı Mehmet Yaka, Yüzde 61.72 gibi yüksek bir oyla kazanmış. Hişar Osalın oyu yüzde 35.04’te kalmış. Selahattin Demirtaş Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 72.1 gibi yüksek bir oy almış ve milletvekilliklerinde HDP’nin oyu 70.2 iken, nasıl olmuştu da bir yıl sonra Şırnak’ta AKP büyük bir zafer kazanmış? Anlatılanlar doğruysa, Şırnak’a askerî araçlarla büyücek bir seçmen kitlesi taşınarak oy kullandırılmış. “Kullanılan oyların üçte biri HDP’nin, üçte biri AKP’nin, üçte biri de taşınmış seçmenlerin oyları” diyenler oldu. Seçim sonucunu, kazanan başkanın iş adamı olmasına ve Şırnaklılarla bağlarının güçlü olmasına yoranlar da oldu. Her halükârda AKP devleti, burada HDP ve hapse attığı Selahattin Demirtaş’ın yüzüne “Şırrak!” diye okkalı bir şamar atmış! Şırnak adının nerden geldiğini sorup durduysam da tek bir yanıtla karşılaştım: Bu ad “Şehri Nuh”tan geliyormuş. Söz yuvarlana yuvarlana düzleşmiş ve “Şırnak” olmuş! Burayı tufandan sonra Nuh’un kabilesi kurmuş. Yörede herkes, bunu kendileri için bir kimlik gerekçesi sayıyor ve buna inanıyor. Şırnak, Âdem’den sonra insanlığın yayıldığı ikinci merkezmiş. Doğuya efsaneler hükmeder. İnsanlığın tarihiyle ilgili bilimsel bulgular burada henüz aydınlara bile ulaşmamış! Osman Yeren’in “İstersen seni bizim köye götüreyim” demesini de fırsat bilip “Ben zaten bir köy görmek istiyordum” dedim. (18 Nisan 2019) Gelecek yazı: CUDİ DAĞI İLE KARŞI KARŞIYA zekisarihan.com

  • SON ÇİÇEK

    Senin için harfler topladım... Çiçek çiçek... Menekşeler, zambaklar, laleler... Hepsi senin içindi... Ama ellerimi kestiler... O son çiçekti... * Harflerden demet yaptım... Hece hece... Aklımda sen... Sancılarımla bağladım geceleri... Gözyaşlarımla suladım... Ama kurudu... O son demetti... * Senin için heceleri bağladım birbirine... Kelime kelime... Lokmalar boğazımda düğümlendi... Gülerken ağladım... Tutuştum senin için... Yandım... O son alevdi... * Senin için kelimeleri dizdim yan yana... Cümle kovaladı cümleyi... Ve her birisi suçlu... Mübaşir bağırdı mahkeme kapılarında: “Mehmet Zeki oğlu...” Sızlandım... Çiçeklerimi yoldular... O son buketti... * Noktalarla, virgüllerle süsledim... Küçük yıldızlarımı serpiştirdim yapraklarına... Kenar çizgisinden fiyonklar yaptım... Hem yazdım... Hem ağladım... Kapına bıraktım geceleri... O son sepetti... * Milletim, memleketlim... Dön bak artık... Gör... Aç gözünü... Biz yandık senin için, sen hâlâ duymaz, görmez, sağır, kör... Bak gidenlerin arkasından... Hepsi senin içindi... Canımız feda olsun sana ama... Yolundu bahçeler... O son çelenkti...

  • Sonbahar

    Ayrılık mevsimidir bu aylar… Yazlıkçılar döndüler… Kırlangıçlar Nil deltasına gitti… Bu aylarda renk çiçekten ayrılır… Güneş kumdan… Menekşe kırmızıdan… Bahçeler çocuk seslerinden… Salkım asmadan… Yaprak dalından… Bir boş salıncak, rüzgarla terasta sallanır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Her sene bu aylarda ben “ayrılık” yazımı yazarım… Her cümlenin sonuna noktalar, artı iki damla… Hüzün günleridir… Yaş gözden ayrılır… ★ Küçük köpek kaç gündür arkadaşı çocuğu arıyor kumsalda… Arada bir koşuyor kendi kendine… Koşunca arkadaşı gelecek sanıyor… Nereden bilsin… Bu mevsim ayrılık zamanıdır… ★ Dün gece ilk yağmur yağdı… Çatılarda tıkır tıkır… Küçük gölcükler oluştu sokakta… Kediler saçak altlarına sığındılar… Bu sonbahar yağmurları, sanki doğanın ayrılıklara ağlayışıdır… ★ Yaz aşklarında bu günlerde tenler ayrılır… Ne çok giden olur… Ne çok el sallanır bu mevsimde… O ne çok vedadır… Bu mevsimde ne çok “Beni unutma!..” vardır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Aklında bir hüzzam şarkı… Bir de ayrılıkların sızısı kalır… “Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar…” BEKİR COŞKUN: 1945-2020 ANISINA SAYGIYLA

  • Memleket isterim

    Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikayet ölümden olsun. #CahitSıtkıTarancı #ŞİİR

  • Bingöl Çobanları

    Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum. Bu dağların en eski âşinasıdır soyum, Bekçileri gibiyiz ebenced buraların. Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi, Her gün aynı pınardan doldurur destimizi Kırlara açılırız çıngıraklarımızla... Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni; Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek; Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek, Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı; Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı: Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda, Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam; Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda, "Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam. Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla, Çoban hicranlarını basar bağrına yayla. -Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al, Diye hıçkırır kaval: Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun, Daima eğeceksin, başkalarına boyun; Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı, Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an! Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban! Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden, Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden Anlattı uzun uzun. Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun Nadir duyabildiği taze bir heyecanla... Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla Bingöl yaylarının mavi dumanlarına, Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!

  • Ben Ukraynadayken...

    UKRAYNA İZLENİMLERİ-1 * YAĞMALANMIŞ BİR ÜLKE * Yozgat Boğazlıyan'dan öğrencim Mahmut, girdiği hayat mücadelesinde birçok zorlukla boğuşa boğuşa önemli ticari işler yapan bir “Anadolu kaplanı” olmuş. Birkaç yıl önce Ankara’da beni buldu. Yemeğe, ardından Uzunlu’ya götürdü. “Hocam seni iş yaptığım Rusya’ya götüreyim, birkaç gün gezersin” deyip duruyordu. Öğrencilerin, eski öğretmenlerine karşı saygı duymaları doğal olmakla birlikte onun bu ilgisinin özel bir nedeni de varmış: “Dünyanın neresine gitsem hocam, hayalin benimle birlikte geliyor. Her davranışım için hocam duysa acaba ne der diyorum” demişti. Öğretmenlerin öğrenciler üzerinde ömür boyu sürebilecek etkisine bir örnek olsun diye bu duygularını yazmasını ve Öğretmen Dünyasında yayınlatmasını istemiştim. Fakat adımı yazmayacaktı. Yazmış ve dergi de benim adımı çıkarmadan yazıyı yayımlamıştı. Mahmut' la birlikte Kiev'de...4 Mart 2017, Ukrayna "KÜÇÜK KARABALIK" Mahmut, o yılkı öğretmenliğim için birçok ayrıntıyı hatırlıyor. En çok da kendilerine kitap okutup anlatmalarını istememi. Hiç unutmadığı kitaplardan biri İranlı yazar Samed Behrengi’nin o tarihlerde çok okunan Küçük Karabalık hikâyesi. Yaşadığı dere ile yetinmeyen Küçük Kara Balık, ırmağı, sonra bununla da yetinmeyerek okyanusu tanımak ister. Orada büyük balıklara yem olmamak için elinde bir hançerle yüzer. Mahmut bu hikâyenin çok etkisinde kalmış ve kendisi için Küçük Karabalık’ın serüvenini benimsemiş. Bu da kitapların insanlar üzerindeki kalıcı etkisi. Siz siz olun, kitap okumayı ve okutmayı boş bir iş saymayın. Mahmut, onu bir hayalet gibi izlediğimi hissettiği iş hayatında benim hayat felsefemi örnek alabildi mi? Bunu sanmıyorum. Bir iş adamı için galiba buna imkân da yoktur. Fakat ona verdiğim korku bile yeter! “Size verdiğim sözü yerine getirmek istiyorum. Gidiş-geliş beş gün sürecek Ukrayna gezimde bana eşlik eder misin?” önerisini geri çevirmemin makul bir nedeni olamazdı. O, öğretmenine karşı bir jest yapıyordu, ben de birkaç günlüğüne yeni bir ülke görecektim. 1 Mart Çarşamba günü sabaha karşı, oğlu Alperen’in kullandığı otomobille beni evimden aldılar, saat 07 uçağı ile Esenboğa’dan Ukrayna’nın başkenti Kiev’e bir saat 50 dakikada ulaştık. Türkiye’den 10 enlem daha kuzeyde olan Kiev’de soğuk rüzgârlar esiyordu. Havaalanından otobüsle İstanbul Boğazı genişliğinde Dinyeper nehrinin üstünden geçerek kent merkezine gidip bir restoranda sabah kahvaltısı yapıp biraz oyalandık. Kiev’i dönüşte gezecektik. Bir saatlik bir uçak yolculuğu ile akşamüzeri Ukrayna’nın Batı’da Polonya sınırına çok yakın Lvov kentine uçtuk. Bizi, Mahmut’un iş yaptığı fabrikanın ayarladığı bir araba alarak şehir merkezinde günlüğü 50 liradan beş günlüğüne tutulmuş içinde sıcak suyu, mutfağı, duşu, televizyonu, interneti bulunan yan yana iki odaya bıraktı. Şehirde böyle evlerden bir hayli varmış ve otelden daha ucuza gelirmiş. Buralarda oturan bir hayli bekâr, öğrenci ve aile de varmış. Ukrayna saat dilimi bizimkinden bir saat geri. Saatlerimizi ayarladıktan sonra büyük bir markete girip sabah kahvaltılarımız için bazı yiyecekler aldık. Marketlerde zeytin dışında parası olanlar için her şey var. “HER ŞEY BENİM OLSUN…” Akşam domuz etinden yapılmış yemeklerden azade olmak için Mahmut beni Kafkas Restoran’a götürdü. Burayı bir Ermeni işletiyormuş. Biraz sonra Mahmut’un mal aldığı fabrikanın müdürü de geldi. Yemek sırasında ben Ukrayna hakkında bilgi toplamaya çalıştım. Bu arada fabrika müdürü mühendise Ukrayna’dan Türkiye’nin nasıl göründüğünü sordum. Türkiye hakkında fazla bilgisi yokmuş ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şanı oralara kadar yayılmış: Onun için “Her şey benim olsun diyen bir adam” dedi. Gerçi Ukrayna yönetimi de ondan aşağı kalmıyor. Sovyet sistemi bozulunca ülkenin ekonomik kaynakları ve varlıkları parti ve işletme yöneticileri tarafından kendi üstlerine tapulanmış. Şimdi ülkede aşırı zengin bir sınıf var. Demokrasi ve serbest seçimler bir karikatürden ibaretmiş. Komünist Parti’nin yerinde yeller esiyor! “Ukraynalılar, komünizmi neden bıraktı?” soruma birkaç neden sıralanıyor. Bunlardan biri halkın özgürlük isteği imiş. Ukraynalılar kapitalizmden çok bir yağma ekonomisinin yürürlükte olduğu yeni rejimden memnun mu? Bunu öğrenmek zaman alacak. İdama mahkûm edilen bizim Temel’in “Bu da bana ders olsun!” demesi gibi bir şey. Pişman da olsalar fayda etmeyecek gibi. Ukrayna talihsiz bir ülke. Bunun nedeni, ülke sınırlarını koruyan doğal engellerin bulunmayışı. Tarih boyunca yakın ve uzak komşularından atlarıyla ve tanklarıyla bu toprakları çiğnememiş millet yok gibi. Polonyalılar, Kazaklar, Ruslar, Osmanlılar, Almanlar… Ülkeyi yağmalamışlar. İnsanlarını katletmişler. En son İkinci Dünya Savaşı’da Almanların Sovyetler Birliğinde katlettikleri 20 milyon insanın 10 milyonu yalnız bu ülkenin insanlarından. Ukraynalılar şimdi de Ruslarla kavgalı. İki milyon nüfusuyla Kırım’ı Putin’e kaptırmanın acısı içlerine oturmuş. Gene de ülkede Avrupa Birliği ve Rusya siyasetleri çekişiyor. 44 milyon nüfusunun yüzde 17’si Rus. Doğu Ukrayna’da Rusya taraftarları, Batı’da ise Avrupa Birliği taraftarları çoğunlukta imiş. Halkın yüzde altmışının AB taraftarı olduğu söyleniyor. Devlet başkanlığı bu iki kuvvet tarafından tahterevalli gibi inip çıkıyor. (6 Mart 2017) KIRIM’DAN UÇAN BILDIRCINLAR Ukrayna’nın tarihi kenti Lvov’a vardığımızın ertesi günü, erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptık. Mahmut’un mal aldığı fabrikanın eski ve yeni müdürlerini götüren otomobil bizi saat sekizde aldı. 100 km. uzaklıktaki 90 bin nüfuslu Truskaves yakınlarındaki fabrikaya götürdü. Burası 1946’da yapılmış, dünyada benzeri fazla olmayan sondaj makinelerinin kazıcı uçlarını yapan bir fabrika. 42 hektar bir araziye kurulmuş. 600 işçi çalışıyor. Hammaddesi Ukrayna’da üretilen çelik. Elmasları ise ABD’den geliyor. Yılda 20 milyon dolarlık mal üretme kapasitesi var ama bu yıl üretimi 8 milyon dolarlık olarak planlanmış. Anlayacağımız iki el değiştiren ve şimdi bir bankanın işlettiği fabrika, Ukrayna’nın içine düştüğü durumdan ötürü can çekişiyor. Batan geminin mallarından. Çelik kütükler belli uzunluklarda kesilip 950 derecelik bir ocağa sokuluyor, bir kor haline gelince üzerine 6.300 ton ağırlığında bir kafa küt diye inerek onu yamultuyor. Bu parça daha sonraki işlemlerle delici bir çarka döndürülüyor. Bu mal, Rusya, Türkiye, Afrika, hatta Avrupa ülkeleri ve Amerika’ya satılıyormuş. Mahmut işte bunları satın alıyor, tırlarla Türkiye’ye taşıyor, Türkiye’de ve başka ülkelerde satıyor. Ukrayna ekonomisi o hale gelmiş ki, Mahmut sipariş vermese fabrika duracak! Hatta ödemeyi önceden yapıyor, bu nedenle de malı ucuza getiriyor. Fabrika Mahmut’a bağımlı hale gelmiş. İşçi ücretleri ise acınacak durumda. Yakınlarda Ukrayna’da aylık ücretleri 100 dolardan 120 dolara çıkmış. Bu fabrikada ise ellerine net olarak 140 dolar geçiyormuş. Gerçi Ukrayna’da birçok malın fiyatı Türkiye’den ucuz, örneğin benzin 1 dolar kadar, fakat bu ücretlerle insanların nasıl geçindiği meraka değer. Şu örnek açıklayıcı olmalı: Mahmut’la fabrika yöneticilerinin hararetli görüşmeleri uzayınca öğlen vakti geçti. Karnım iyice acıktı. Bunlar öğle yemeği yemeyecekler miydi? Fabrika’ya vardığımızda birer kahve ikram etmişlerdi o kadar. Dışarıya çıkarak orada rastladıklarıma burada kantin benzeri bir yer olup olmadığını sordum. Yokmuş. Koskoca fabrikada işçilerin bir çay içecek yerleri bile yok. Karnım iyice zil çalmaya başladığında sekretere midemi işaret ederek bana yiyecek bir şeyler vermesini rica ettim. Hemen beni odanın mutfak kısmına alarak kek ve bisküvi poşetini önüme koydu. Bunlar sabah gelirken Mahmut’un bir markete uğrayıp aldığı şeylerdi! Bir de çay verdi. Biraz sonra Mahmut de gelip bunlarla açlığını giderdi. Sonradan müdüre sordum. Burada neden bir kafeterya yoktu? Anlattı ki, böyle bir yer varmış ama işçiler uğramadığından kapanmış. Onlar yiyeceklerini evden getiriyorlarmış. Mahmut “Bunlar öğle yemeği yemiyorlar” demişti. Fabrika yönetiminin misafirlere bir kahve ısmarlayacak ödeneği yoktu! Sabah içtiğimiz kahveyi ise muhtemelen müdür evinden getirmişti! KARADENİZ’İN İKİ YAKASI Görüşmeler bittikten sonra, yakınlardaki 30 bin nüfuslu termal kenti Drogobiç’e götürüldük. Buraya birçok ülkeden insanlar geliyormuş. Azeri Restoran’a girdik. Az çok bizimkilere benzeyen yemeklerden yedik. Biralar, votkalar içildi. Sıra karşılıklı nutuklara geldi. Benden de bir hoş bulduk konuşması yapmam istendiğinde şöyle konuştum: “Biz iki komşu ülkeyiz. Kırım’dan uçan bıldırcınlar benim memleketim olan Karadeniz kıyılarına konuyor. Ülkenizin suları, Don, Dinyeper ve Dinyester nehirleri tarafından ortak denizimiz Karadeniz’e dökülüyor. Bunlar bizim kıyılarımızı yalayarak İstanbul ve Çanakkale Boğazından Akdeniz’e çıkıyor. Ayrıca bizim sıkı dostluk günlerimiz oldu. Ukrayna Kızılordu Başkumandanı Mareşal Frunze 1922 başlarında Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı’na Ukrayna’nın desteğini gösterdi. Gerçi daha sonra bizim bu tarafa bakmamız bile nerdeyse yasak hale geldi. Ukrayna Rusya’nın bir parçası sayıldı. Sosyalizmin ülkenizde çökmesi karşısında hayal kırıklığına uğradık. Bize “Komünistler Moskova’ya!” diye bağırırlardı. Ne var ki iş adamı Mahmut bizden önce geldi! Kapitalizmin kötülüklerinden ve sosyalizmin beceriksizliğinden dersler çıkararak bütün halklar için yeni ve adil bir gelecek yaratmalıyız. Ukrayna ve Türkiye halklarının parlak gelecekleri şerefine …” FİYATLAR Ukraynalılar, Grivni adını verdikleri bir para birimi kullanıyorlar. 1 Doların 3.76 TL olduğu gün dolar 27 grivni, 1 TL ise 7.2 Grivni idi. Bazı dükkânlarda fiyatları not ettim. Bunlar Grivni olarak etiketlenmişti. Türk Lirası olarak şu fiyatlar ortaya çıkıyor: Tavuk 3.1, Etler 10.1-13.1, domuz eti 15.27, lahana 3.26, salatalık 9.4, domates 3.8-5.5, limon 6.25, elma 2.1, kışlık kabak 2.5, muz 4.7, soğan 0.76, patates 0.76, kuru fasulye 4.8, bisküvi 5.27, portakal 5.5, mandalina 5.27, karnabahar 7.6, tereyağı 14.5, lor peyniri 5.41, greyfurt 5.2, kırmızı biber 12.5, nar 9.7. çorba: 6.5, restoranda üç kişilik içkili bir yemek 100 liradan az. Bir çakmak 1.5 lira. Bir kitapçıda iki kitabın fiyatını not ettim. Hepsi ciltli olan bu kitaplardan 318 sayfalık olanı 9.7, 610 sayfa olanı ise 15.9 lira idi. Şehir içi otobüslerinin biletleri ise nerdeyse bedava: 27 kuruş. Özellikle bu kış mevsiminde ithal sebze ve meyve fiyatlarının Ukraynalıların ortalama kazancına göre oldukça yüksek olduğu görülüyor. DİLLERİ VAR BİZİM DİLE BENZEMEZ Ukraynalılar, Ruslar gibi Kiril Alfabesini kullanıyorlar. Kaldığımız yaklaşık Lvov kentinde Batılı markaların Latin harfleriyle levhaları da görülüyor. Sovyet dönemimde resmi dil Rusça imiş, 1991’de ayrılmalarına kadar okullarda sıkı bir Rusça öğretildiğinden orta yaş ve üstünde herkes şakır şakır Rusça konuşuyor. Artık resmi dil Ukraynaca olduğundan gençler Rusça bilmiyor. Bu iki dil birbiriyle akraba. Ortak birçok sözcüğü var. Ukrayna sözlüğünde 105 bin sözcük varmış ki bunların bir kısmının Rusçada da olduğu açık. Kentte KABA levhasına sık rastlanıyor. Önce bunun bir marka olduğunu sandım. Oysa bu KAHVE demekmiş. Kiril alfabesinde B, v olarak okunuyor. Tatarlar Kahveye “Kava” diyorlarmış. Bu biçimde de Ukraynacaya geçmiş. Lvov 13. Yüzyılda kurulmuş bir kent. Adını Galiçya Rus Kralı Daniel’in en büyük oğlu Lev’den almış. Tarihte birçok kez el değiştirmiş ve bazı devletlere de başkentlik yapmış. Geçmişinde nüfusu üçte bire kadar çıkan Yahudi nüfusun varlığı ile tanınıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Ukrayna’yı yerle bir eden Almanlar, buraya dokunmamışlar. Bugün, 728 bin nüfusuyla Batı Ukrayna’nın en büyük ve bütün Ukrayna’nın 7. büyük kenti. Devlet, UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde olduğu için şehir merkezindeki yapılaşmayı koruyor. Şehirde 60 müze ve 10 tiyatro var. Yılda birçok festivale ev sahipliği yapıyor. Bu kış gününde bile şehir meydanında müzik yapan kişi ve topluluklar vardı. Hemen bütün caddeleri ve kaldırımları Arnavut kaldırım taşlarıyla dönenmiş. Ulaşım büyük ölçüde troleybüslerle yapılıyor. Avusturya mimari izlerini taşıyan taş binaların yüksekliği birkaç katı geçmiyor. Halkın yüzde 57’si Katolik, 32’si Ortodoks, sadece 2’si Protestan. Sovyetler Birliğinden kalan bir geçişkenlikle şehirde Rus, Beyaz Rus, Azeri gibi milletlere ait insanlara da rastlanıyor. Lvov, Ukrayna’nın en çok turist çeken kentlerinden ve geçmişte de yüksek bir kültüre ev sahipliği yapmış. Gaz lambası ilk kez bu kentte kullanılmış. LVOV CADDELERİNDE Arkadaşım Mahmut, 3 Mart günü yeniden fabrikaya gittiğinden yalnız kaldım ve akşama kadar şehir merkezini ayaklarıma kara sular ininceye kadar adımladım. Yolu şaşırmayayım diye tramvay yolunu izledim. Büyük parkın dibine kadar belki iki kilometre gittim. Aynı yoldan döndüm ve öğleden sonra da ana cadde ile kesişen başka bir geniş cadde boyunca gidip geldim. Dükkânların kapılarında saat 10.00-20.00 arasında açık oldukları yazıyor. Levhalarını okuyamadığım için birbirine benzeyen binaların hangilerinin konut, hangilerinin işyeri olduğu anlaşılamıyor. Restoran olduğunu anladığım birine girip şehirde bir Türk lokantası olup olmadığını sordum. Ukraynalıların çoğu İngilizce bilmiyor. Ancak bazıları, onlar da benim kadar “little” (az) biliyor. Uzaklarda bir yerde Türk restoranı tarif ettiler. Onu da buldum fakat orada da Türkçe bilen yok! Bir patates çorbası istediğimi zor anlattım. Lvov’da şöyle yemekleri dışarıdan görünen, çeşitli çorbaları, sebze ve et yemeklerinin tencereleri sıralanmış lokantalar yok. İçinde domuz eti ve yağı bulunup bulunmadığını ayrıca sormanız gerekiyor. Yemekle birlikte ekmek getirilmiyor. Bunu ayrıca sipariş etmeniz gerekiyor. Yani şöyle doya doya, gönül huzuruyla karnınızı doyurmanız mümkün değil! İnce belli çay bardaklarında değil, fincanda getirilen çay ise memleketteki tadı vermiyor… Bu satırlar, Ukrayna yemek kültürünün kötülüğünü değil, yalnızca kültür farkımızı gösterir. Herkesin kültürü kendine. Türklerin çalıştırdığı birkaç restoran varmış. Birine uğradık sahibi ile iki arkadaşı yemek yiyorlardı. Türklerin kullandığı İbis Otel’de Türkiye’den müşterileri olup olmadığını sordum. Listeyi gösterdiler. 10-15 Türk adı vardı fakat hiç biri lobide değildi. Daha sonra uğradığımda ise İstanbul’dan iş için yeni getirilmiş iki delikanlıya rastladım. DİNLER MÜZESİ 4 Mart Cuma günü şehir meydanında bir gezinti yaptık. Burası aynı zamanda din ve kültür merkezi. Yan tarafında birkaç tarihî kilise var. Grek kilisesinde kısa süre ayin izledik. Kilisede ayinler pazar günü yapılmaz mıydı? Sorduk. Her gün saat sekizde ve onda ayin varmış. Kilisede birkaç bin kişi vardı. Sırtında üstüne büyük bir haç işlenmiş geniş bir cüppe olan papaz, kollarını açmış, mihraba yönelmiş dua okuyor, cemaat “Amen” diyordu. Bazı duaları ise koro halinde okuyorlardı. Bunlar genellikle yaşlı kişilermiş ve Cemaatten birinin söylediğine göre kiliseye devam edenler artıyormuş. Dinlerin birbirlerinin devamı olduklarını bilirdim, fakat bu ayini izlediğimde İslamiyet’teki cami ve ibadet kültürünün Hristiyanlıktan çok şey aldığı konusunda görüşüm güçlendi. Kilisenin eklentisi olan binada bir dinler müzesi de var. Burada Hıristiyanlık, Musevilik, Müslümanlıkla ilgili objeler sergileniyor. O gün bir kapalı çarşıyı gezdik sonra bir tramvaya atlayarak son tramvay durağına kadar gittik. Bir yaşlı bindiğinde hemen ona yer verildiği görülüyordu. Burada da her türlü birinci ve ikinci el eşyanın satıldığı ikinci bir pazara girip çıktık. Burada yol artık asfalttı ve binalar 8-10 kat yüksekliğindeydi. Lvov’un sokakları tertemiz. Sigara izmaritine de çok seyrek rastlanıyor. 17 üniversitenin, 3 tv kanalının bulunduğu Livov’da elinde gazete olan hiç kimseye rastlamadım! Dükkânlarda da gazete satılmıyor. Yalnız tramvayda bir kadın elindeki bir gazeteyi, haber başlıklarını söyleyerek satmaya çalışıyordu. Kimse almadı. Herkes artık ihtiyaç duyduğu bilgileri internetten ediniyormuş! Batılılar gibi, onların tuvaletlerinde de su ile temizlenme sistemi yok! İslam dünyasının tuvalet kültürü konusunda Batılılardan üstün olduğunu kim inkâr edebilir? Buralarda Türk mutfağı gibi Türk tuvaleti de aranıyor… (9 Mart 2017)

  • Utanmak

    "İnsan ne kadar fazla şeyden utanırsa, o kadar şeref ve onur sahibi olur." Bernard SHAW İlyada Destanı'ndaki 'Aidos' (Utanmak) kavramı, kendine hakim olmak anlamına gelmektedir.Sözlüğümüz de utanmayı şöyle tanımlar: “Onursuz sayılabilecek veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahcup olmak”. Sıkılmak, arlanmak yardımcı sözcükleridir. Bir bakıma vicdanın ve merhametin hatta insanlığın dışa vurumudur. Çarpıtılmamış, maskelenmemiş olandır. Yüreğin kekelemesi gibidir.İnsanlıktan yoksun sistem utanma getirir. İnsanlık ayıbı olacak durumlara kayıtsız kalınmamadır. Utanmanın diğer ismi de reddetmektir. Utanmak, insanın kalitesini de gösteren bir güzelliktir. Herhangi bir konuda eksik olduğunu varsayarak duygusal olarak kendini dünyaya kapamayı getirir. Bununla beraber içinde bulunulan durumdan kurtulmak isteme eylemi olarak da yer almaktadır. Utanmak, sahte yaşantılardan sıyrılmayı kendimizle yüzleşmeyi getirir. Sanılanın aksine de zayıflık değildir, güç verir insana. Güzel bir ülke için insanların güvenebilecekleri, destek alabilecekleri bir duygudur. Utanma becerilebildiği taktirde ilişkilerde küçülmemeyi getirir. Kendimize ait resmimizin bütünlüğünü korumaktır. Utanma olmadığında empatiden yoksunluk oluşmaktadır. Kandırmayı, çalmayı , çırpmayı, hukuk bilmezliği … durdurmada önemli etkendir utanmak. Hataların da daha affedilebilir hale gelmesini sağlamaktadır utanmak. Bilinçli olmayı ve kendimizi anlamayı getirmektedir.Utanma duygusu bilinçli bir duygu olarak anılır. Daha çok kendimizi anlamaya çalışma ve değerlendirmeyi getirir. Utanmaktan kaçınmayanların makamlarda bulunması ise, toplumdaki kaos kaynaklarından biridir, çünkü utanmazlık, adaletin olmadığı (veya bozulduğu), böylece toplumsal güvensizliğin arttığı, toplumun parçalanmakta/ufalanmakta olduğu bir zehirli atmosfer yaratılmasına sebep olmaktadır. Utanma insanlığa doğru kocaman bir adım atmayı getirir. İnsanın güzel bir insan olmaya çalışmasıdır. Zulme karșı durmadır. Saygıya yer açar. Hakkı ve halkı korumayı gözetmedir. Kişinin kendisine ikazıdır ve çeki düzen vermesidir. Hatasından vazgeçmesidir. Fredrich Nietzche'nin dediği gibi “En insani davranış, bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir”. Özgür KARAKAYA ozgur694@hotmail.com

  • İlk Türk Cumhuriyeti

    Sanal ağın yaygınlaşması ve cep telefonlarından bile yazı yazılması ve paylaşılması sonucu herkes tarihçi oldu. Siyasi analiz yapar oldu. Şu son günlerde Azerbaycan-Ermeni savaşını yorumlamak üzere televizyonlara çıkan koca koca adamların, adlarının önünde upuzun unvanları olanların yorumlarını ilkokul öğrencileri bile bunlardan iyi sağlam kanıtlar gösterir dedirtiyorlar adama. Geçelim. Gerek medyada ve gerekse sanal ortamda kurulan ilk Türk Cumhuriyetini herkes kendine göre sıralama yaptı. Oysa tarih bir bilimdir. Kesindir ve öyle atmasyonlar ile yazılamaz. Ve bu dehşetengiz tarihçi ve araştırmacılarımızın kimi Tarihte kurulan İlk Türk Cumhuriyeti Aras Türk Cumhuriyetidir, kimi Azerbaycan Türk Cumhuriyetidir diyorlar. Dikkat ediniz bu adamlar Azerbaycan Devletinin adını bile Azerbeycan diyerek yanlış söylüyorlar. Hançereleri ve dağarcıkları yetmiyor anlaşılan. Tarihte Türk adının geçtiği ilk devletimiz GÖKTÜRK olmakla birlikte, bu devlet bir cumhuriyet değildi kuşkusuz. BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ 31 Ağustos 1913 tarihinde Batı Trakya’da kurulmuştur. Enver Paşa Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasında bir tampon devleti Teşkilatı Mahsusaya kurdurur. Siyasal nedenler ile Osmanlı bu devleti tanımaz. Yine aynı siyasi nedenler ile Yunanistan Batı Trakya Türk Cumhuriyetini tanır ve hatta Gümülçine'yi bu devlete bırakır. Başkenti Gümülcine olan bu yeni Türk devleti Cumhuriyet rejimini benimser. Bu devlet 1918’de güneybatı Kafkasya’daki Azerbaycan Türk Cumhuriyetinden 5 sene önce, Türkiye’den ise 10 yıl önce cumhuriyet rejimini benimseyen ilk Türk devleti olarak tarihe geçer. AZERBAYCAN TÜRK CUMHURİİYETİ 28 Mayıs 1918 tarihinde Tiflis'te Azerbaycan Millî Şurası tarafından Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. Meclis açılıncaya kadar geçici şura ilan edilerek, başkanlığa Mehmet Emin Resulzade seçildi. . 1Hükümetin 27 Haziran 1918 tarihli kararı ile Azeri Lehcesi Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin devlet dili oldu. 9 Kasım 1918'de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti tarafından üç renk üzerine ay ve sekiz köşeli yıldızdan oluşan Azerbaycan bayrağı kabul edildi. Bu renkler üstte Türkçülüğü temsil eden göğ (Türk mavisi), ortada çağdaşlaşmayı temsil eden kırmızı, ve altta İslamcılığı temsil eden yeşilden oluşmaktadır. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti delegasyonu tarafından 1919 Paris Barış Konferansı’na sunulan harita: 2 Ocak 1920 tarihinde Rusya dışında dünyanın 23 devleti Azerbaycan Cumhuriyeti’nin varlığını resmen tanıdı. 1920 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti Birinci Dünya Savaşında galip gelen devletlerle tekrar savaşa girmiş bulunuyordu. Aynı düşmanlarla savaşmakta olan Sovyet Rusya Türkiye için bir müttefik olarak görülüyordu. Sovyet Rusya da bunu kullanarak, Türkiye’ye yardım etmek istediklerini, ancak Azerbaycan Musavat hükümetinin buna engel olduğunu öne sürüyordu. Moskova, Türk subaylar aracılığıyla, Ermenistan’la savaşmakta olan Azerbaycan’da varolan hükümeti yıkarak, Komünist Partisi hükümetinin oluşmasını sağladı. Türkiye’ye yardım gerektiği bahanesini öne sürerek, bu yeni hükümetin daveti üzerine Kızıl Ordu 26 Nisan’da sınırı geçerek Azerbaycan’a girdi ve ardından 28 Nisan 1920’de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Aras Türk Cumhuriyeti (Azeri Lehçesi ile Araz Türk Cümhuriyyəti, Türk-Aras Cumhuriyeti, Kasım 1918'de Azerbaycan ve Osmanlı Devletinin desteğini alan Cafer Kuli Han tarafından kurulmuş olan, şu anki Nahçıvan Özerk Bölgesi'nde bulunan kısa süreli bir Türk cumhuriyetidir. Nahçivan, Şerur, Sürmeli kazası (Iğdır-Tuzluca-Aralık) ve Revan'ın güney bölgeleri (Aras boyları) ahalisi temsilcileri bir araya gelerek 3 Kasım 1918'de merkezi Iğdır olan Aras Türk Cumhuriyeti'ni resmen kurmuşlardır. Aynı konu hakkında başka bir kaynakta ise, kurulan hükümetin adının Iğdır Millî Cumhuriyeti olduğu belirtmektedir. İlk Türk Cumhuriyetleri sıralaması 1-Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-31 Ağustos 1913 2-Azerbaycan Türk Cumhuriyeti-27 Haziran 1918 3-Aras-Aras Türk Cumhuriyeti -3 Kasım 1918 4-29 Ekim 1923 Türkiye Cumhuriyeti şeklindedir. Derseniz ilk laik demokrat Türk Cumhuriyeti Azerbaycan Cumhuriyetidir. Buna kimsenin itirazı olmaz. Zaten Türk dünyasında ilk milliyetçilik,demokrasi-laiklik ve bağımsızlık düşünceleri Azerbaycan dünyasında filizlenmiştir.Çünkü Azerbaycan'da çok kaliteli petroller vardır. Fabrikalar, rafineriler kurulmuştur. İşçi sınıfı oluşmuştur.Bu bölgeye birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz,Alman ve Ruslar gelmişlerdir. Dolayısıyla bölge halklarının, emperyal bir devlet olan Rusya'ya karşı bağımsızlıklarını kazanma fikri doğmuştur. Öncelikle, Türkiye'deki milliyetçiliğin Batı (Avrupa) örneklerine göre geç gelişmiş milletleşme ve milliyet bilinciyle şekillendiğini söylemek gerekir. Milliyetçi partiler (MHP) ve Türkçülerin şiddetle reddetmesine rağmen, Türk milliyetçiliği hayli geç bir milliyetçiliktir. Avrupa'da başlayan, ardından Slav halklarına ve Balkanlara yayılan milliyetçiliklere tepki olarak gelişmiştir. Dolayısıyla, reaksiyoner yönü çok baskın, çeşitli açılardan da geç kalmışlık kompleksleriyle kuşatılmış bir ruh halinin etkisindedir. Kurucu ideoloji olarak ortaya çıkan milliyetçiliklerden farklı olarak, bağımsızlaşma, inşa ve yükselme iddiasının değil de; yenilgi, endişe ve savunma ikliminin izlerini taşır. Osmanlı’da azınlıklar bağımsızlık istediklerinden, bu konuya bölünüp parçalanacağı için hiç sıcak bakmamıştır. Bunlardan Azerbaycan halkı da demokrasi ve laiklik yönünde etkilenmişlerdir. Yusuf Akçuralı, Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan, Ali Ekber Sabir bu coğrafyanın evlatlarıdır Ne hazindirki bizler hala tam anlamıyla ne demokrat ve ne de laik olabildik. Bol bol nutkunu attık. Gel de Orhan Veli'yi anma: "Neler yapmadık bu vatan için Kimimiz öldük Kimimiz nutuk söyledik"

  • Tevhidi Tedrisat’ın 96. Yılı: BU DA BİZE DERS OLSUN!

    3 Mart, devrim tarihimizin önemli günlerinden biri. 96. Yıldönümünü bazı toplantılarla ve yazılarla anıyoruz. Buruk bir psikoloji içinde… Ankara’da faaliyet gösteren İzmirliler Kültür ve Dayanışma Derneği, bu yıl erken davrandı. 29 Şubat’ta, Olgunlar Sokak’taki genel merkezlerinde Öğretim Birliği Yasası ile ilgili bir konuşma yapmamı istedi. Bir buçuk saat kadar bu konuda bildiklerimi aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadar anlattım. Olay hakkında ayrıntılara girmeden onun tarih içindeki yerini yorumlamaya çalıştım. Başkan Yasin Aksu’nun sunduğu bir teşekkür plaketinin daha sahibi oldum… 3 Mart 1924’te çıkarılan üç kanunla Şer’iye ve Evkaf Vekâletleri kaldırılmış, bütün bilim ve eğitim kurumları Maarif Vekâletine bağlanmış, halifelik kaldırılarak Osmanlı Ailesinin bütün fertleri yurt dışına çıkarılmıştı. Tanzimat’tan beri adım adım gelişen modernleşme akımı, Türkiye Ortaçağına kesin bir neşter atmıştı. Padişahlığın kaldırılmasından, Cumhuriyetin ilanından sonra sıra, miadını doldurmuş ve milletin ilerlemesinde ayak bağı haline gelmiş üst yapı kurumlarının yok edilmesine gelmişti. Daha sonraki yıllarda tekke ve zaviyeler de kaldırılacak, medeni yasa kabul edilecek, yazı devrimi yapılacaktı. Bey, paşa, ağa, hacı, bey efendi, hanımefendi gibi unvanlar bile yasaklanmıştı. BİR YANI AVRUPA, BİR YANI ASYA ORTAÇAĞI Türkiye’nin bir yanı Avrupa, bir yanı Asya idi. Avrupa ileriliği, çağdaşlığı, Asya geriliği, çağ dışılığı temsil ediyordu. Başımızda “asri” olmamızın yollarını açan devlet adamları bulunuyordu. Gene de bu kesim, küçük bir azınlıktı. Asıl kalabalıklar, köylerde ve kasabalarda ağa ve tefeci tüccarların egemenliği altında geri bir hayat yaşıyorlardı. Ağalar ve beyler, kendi iktisadi çıkarlarına dokunmayan bu devrim hareketlerini kabul etmiş göründüler. Fesi ve sarığı çıkarıp yerine şapka giymenin çıkarlarına bir zararı yoktu. Madem devlet emrediyordu zamana uyacaklardı. Ufak tefek kıpırdanmalar olduysa da boyun eğdiler ve Mecliste de temsil edildiler. Gün geçti, devran döndü, devrim yasalarının sivri gelen yönleri törpülendi ve gericilik için daha az acıtıcı hale getirildi, sonra da esamileri okunmaz oldu. Türkiye tamamen ters bir yola girdi. TEVHİDİ TEDRİSAT Öğretimin birleştirilmesi yasasını ele alalım: Bu yasa hâlâ yürürlükte görünüyor, üstelik anayasaya aykırılıkları ileri sürülemeyecek sekiz devrim yasasından biri. Fakat ortada anayasal bir düzen yok. Milleti artık tek bir kişi yönetiyor. Eğitimin yönetimi de onun elinde. Vakıfların, cemaatlerin sayısız okulu var ve bunların sayısı gitgide artıyor. Şimdi artık laik eğitimi koruma çabası değil, eğitime ve devlete hangi tarikatın egemen olacağı kavgası veriliyor. Bir din devleti kurmak isteyen Fetullahçılar temizlenmekle bitmiyor, onların bıraktığı boşluğu diğerleri dolduruyor. Millî Eğitim Bakanlığı 1924’teki Maarif Vekâleti değil. Bütün amacı vatandaşları dindar ve kindar olarak yetiştirmek. Karanlığın koyuluğu, yıldan yıla artıyor. İdam cezası alan Temel’in dediği gibi “Bu da bize ders oldu!” Oradan buraya neden geldik? Çünkü Cumhuriyet kadroları, üst yapı devrimleri için zamanına göre radikal kararlar aldılar ama alt yapıya dokunmadılar.. Toprak ağalığı, tefeciliği tasfiye etmediler. Köy ve kasabalarda ortaçağın iktisadi ve sosyal ilişkileri sürdü. Kırsal alanda, devleti tahsildar ve jandarma temsil etti. Köylüler, devlete karşı kendilerine en yakın mütegallibeye sığındılar. Bunlar, gitgide büyüyerek devleti ele geçirdiler. Gerici Asyai ilişkiler, modern Avrupai ilişkileri alt etti ve onun yerine devleti yönetmeye başladı. DERİN BİR KİRİZMA* GEREK Bu gericiliğin köleleştirici anlayışına karşı mücadele etmeye devam edeceğiz. Aydınlanmanın ışığını halkçılıkla sarıp sarmalayarak emekçilere ulaştırmaya çalışacağız. İktidarda değiliz ama aydınlar olarak sayımız 1924’te olduğundan daha fazla. İktidar şansını yakaladığımızda, bir daha bugünkü duruma düşmemek için yapacağımızı biliyoruz. Birinci olarak emperyalizmden temelli kopacağız, ikinci olarak halkı iktidarın gerçek sahibi yaparak, onu kapkaççı kapitalizmin elinden kurtaracağız. Emeği en yüce değer yapacağız. Gericiliğin boy verdiği toprağı derin bir kirizmadan geçirerek onun kökünü kurutacağız. İzmirlilere bunları söyledim. Ben zaten bunu bilir, bunu söylerim… (2 Mart 2020) *Kirizma: Toprağı ekime, dikime vb. hazırlamak üzere derince bir biçimde kazarak altını üstüne getirme.

  • Demir Kilisenin Tarihçesi

    Adeta birer mezar taşı gibi yükselen beton yığınlarının, bilmem kaç yıldızlı alışveriş merkezlerinin ve gökdelenlerin semalarını kapladığı, dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan mahzun İstanbul’un bir köşesinde kalmış mücevherlerinden biridir Sveti Stefan Kilisesi. Haliç’in mavi sularının kıyısında, Ortodoks Bulgar Cemaati tarafından 120 yıl önce inşa edilmiş olan, Nam-ı diğer Demir Kilise “Hoşgörü bizim geleneğimizde var” sloganıyla uzun bir restorasyon sürecinden sonra yeniden açıldı. Biz de İstanbul’un incilerinden olan bu zarif kiliseyi, yapılış öyküsünü anlatarak tanıtalım istedik. Rivayete göre, İstanbul’da yaşayan Bulgarlar 19. yüzyılda Rum Patrikhanesinden ayrılarak kendileri için bağımsız bir kilise yaptırmak isterler. Zamanın Osmanlı padişahına isteklerini arz ederler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. Bulgarların isteklerini doğrudan reddetmemek için de "Kilise inşaatını üç ay içinde bitirmek koşuluyla izin veririm" der. Çünkü böyle bir inşaatın o dönemin koşullarında üç ayda bitirilmesi mümkün değildir. Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi, Viyana'da demirden döktürüp, sonra da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden taşıyarak Haliç’in kıyısına üç ay içinde kurarlar. Kilisenin söz verildiği sürede bittiğini gören Sultan Abdülaziz de verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Dilden dile anlatılarak günümüze gelen ve ilgi uyandıran bu rivayetle ilgili yazılı bir belge olmadığı gibi, böyle bir kilisenin üç ay gibi kısa bir sürede inşa edilmesi de mümkün olmadığına göre gerçek hikayeyi anlatalım. O dönemde İstanbul’daki Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapılmaktadır. Bu nedenle İstanbullu Bulgarlar kendi dillerinde ayin yapabilmek için Fener Rum Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise kurmak isteseler de Patrikhane Bulgarların bu isteğine karşı çıkar. Ancak dönem Panislavizm dönemidir ve Rusya’yı arkasına alan genç Bulgar devleti, Osmanlı üzerinde bir güç gösterisi yapmayı arzulamaktadır. 1849'da Osmanlıdaki Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Bâb-ı Âli'den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için de ikisi kagir, biri ahşap üç bina ve geniş bir avlusu olan 25 odalı evini hibe eder. Böylece 1850 de Bulgar Eksarhlığı (önderliği) açılır. Eksarhlığın tam karşına da ahşap bir kilise yapılır ve kiliseye bağışçının adına ithafen Sveti (Aziz) Stefan adı verilir. Bulgarlar on yıl sonra artık Fener Rum Patriğini dini önder olarak kabul etmeyeceklerini deklare ederler. Bunun üzerin Fener Rum patriği 1872’de Bulgarları aforoz eder. Bulgarlar da ahşap kilisenin yerine daha büyük ve gösterişli bir kilise yapma iznini Osmanlıdan alırlar. İzni alan Bulgarlar bu kilisenin inşası için bir proje yarışması açarlar. Yarışmayı Ermeni mimar Hovsep Aznavur, ihaleyi de Avusturyalı Rudolf Waagner Şirketi kazanır. Kilisenin inşası 1,5 yıl sürer. Kilisenin bütün dış cephesi, yan duvarları, pencere kenarları, merdivenleri, kabartmaları, çan kulesi neredeyse hemen her şey demirdendir, bu yüzden kilise Demir Kilise olarak da ünlenir. Kilisenin yeri denize çok yakın olduğu için kilise, aşınmaya karşı beton yerine tamamen demirden yapılır. Önce deneme amaçlı Waagner şirketinin bahçesinde prefabrik olarak kurulur. Sonra parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden İstanbul'a taşınır. 1898'de de Sveti Stefan Kilisesi açılır. Patrikhane de 1945'te Demir Kilise'yi tanımayı kabul eder. Neo-gotik ve Neo-barok stilde inşa edilen kilisenin sadece mihrap kısmı ağaçtan yapılır ve altın kaplanır. Kilisenin ikonaları için Moskovalı bir fabrikatör ile sözleşme imzalanır ve ressam Lebedev de bu ikonaları resmeder. Kilisenin kulesinde bulunan ve en büyüğü 400 kilo civarında olan altı çan ise Rusya'da dökülür. 500 ton ağırlığında olan kilisenin malzemesi ufak gemilerle İstanbul’a getirilir. Brezilya'da yetişen ve suyun içinde yaşayan ağaçlardan yapılmış 325 kazık Haliç’e çakılır. Komple demirden oluşan parçalar, vidalarla denizin üzerindeki ağaçların üzerine monte edilerek 1898'de kilise ibadete açılır. Denizin üzerinde olması nedeniyle zaman içinde yapıda korozyon oluşur ve demir erimeye başlar. Haliç'in çevresi düzenlenirken, kilisenin önüne yapılan yol nedeniyle kilisenin üzerine monte edildiği ve su ile yaşayan ağaçlar su alamadığından zeminde çamurlaşma oluşur. Kilise denize doğru kaymaya başlar. Bunun üzerine 2006 yılında kilisenin çevresine 330 beton kazık çakılarak kilisenin denize kayması önlenir. Zamanında tüm dünyada sadece 2 adet olan demir kiliselerden diğeri zamanla yok olunca Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi dünyadaki tek demir kilise olarak kalır. Üç kubbeli ve haç şeklinde olan kilise, dış süslemelerinin zenginliği ile de dikkatleri üzerine çeker. Mihrabı Haliç’e dönüktür. Çan kulesi giriş kapısının üzerinde ve 40 metre yüksekliğindedir. 9 yıl restorasyon nedeniyle kapalı olan Demir Kilise 7. Ocak 2018'de yeniden ibadete ve ziyarete açılır. Yolunuz Haliç taraflarına düşerse bu ilginç ve güzel kiliseyi görmenizi tavsiye ederiz.

bottom of page