top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Belgrad İzlenimleri-4

    ENTERNASYONAL YERİNE "KÂTİBİM"İ ÇALALIM Bugünkü Sırbistan’da komünist Yugoslavya’dan kalan neler var? Kent merkezindeki yapıları saymazsak, hemen bütün imar çalışmaları, özellikle geniş bir alanda planlı ve bol yeşil alanlı Yeni Belgrad komünist dönemin ürünü. Sağda solda başka şeyler de vardır muhakkak. Bir meydanda birkaç katlı bir binanın alnına kazılmış ve silinememiş “Yugoslavya Sendikalar Konfederasyonu” yazısı bunlardan biri. Tito’nun öldüğü yıl olan 1980’de on yaşında olanlar şimdi 38, Komünist rejimin 1990’da resmen tasfiye edildiği yıl doğanlar 28 yaşında. Noel nedeniyle ana caddelerinin bembeyaz elektrik ışıklarıyla süslendiği Belgrad caddelerinden biri olan Prens Mihail Caddesi’nde gezmekten yorulduğumuz 24 Aralık akşamı Işık bizi Skadarlija Mahallesi denilen, eskiden daha çok sanatçıların devam ettiği otantik bir sokağa götürdü. Oldukça uzun olan sokağın iki yanında vakit geçirilecek, yiyip içilecek mekânlar var. Bunlardan 200 yıllık birine girerek siparişlerimizi verdik. Arka masada oturan çekik gözlü on kişiden birine Japon mu, Koreli mi olduklarını sordum. Çinli imişler. İletişim kurmaya başlangıç olsun diye “Ben üç kez Pekin’e geldim” dedim. İçlerinden bir bayan da “Ben de geçen yıl Ankara’daydım” dedi. Acaba bu Çinli “vatandaşların” Çin hakkında düşünceleri neydi? Bir kâğıda İngilizce olarak şunları yazdım: ÇİNLİLERİ SINAVA ÇEKTİM! “Do You know this book on China (Çin hakkındaki şu kitapları biliyor musunuz?) Red Star on China (Edgar Snow) (Çin Üzerinde Kızıl Yıldız) Mother (novel) (Pearl S. Buck): (Ana, roman) Frendly Cauntry (novel) (Pearl S. Buck) (Dost Toprak, roman) Selected Works volume I, II, III, IV, V (Mao): (Seçme Yazılar, Cilt I, II, III, IV, V) Military Works (Mao) Askerî Yazılar , Notum birkaç el dolaştı, birkaçında gülümseme hissettim. Sonra o bayan notu bana geri verirken: “Mao, Mao Ze Dung mu?” diye sordu. “Evet” dedim. Anlaşılan Çin’de Mao adında çok yazar vardı ve bu kitapları hangisinin yazdığı bilinmiyordu? Artık Çinliler bile bizim gibi bu konularla ilgilenmiyorlardı… Bir orkestra masaların arasında müzik yaparak bahşiş topluyordu. Çinlilere dönüp çaldıkları “Çav Bella” diye bildiğimiz Partizan’la hepimiz biraz coştuk. Çinliler bahşişlerini verdiler. ENTERNASYONALİ BİLMİYORUZ "KÂTİBİM"İ ÇALALIM... Madem öyle ben de “Enternasyonal”i çalmalarını istemez miyim? Hani şu dünyanın dört bir yanında aynı ezgiyle her milletin kendi dilinde söylediği “Uyan artık uykudan uyan / Uyan esirler dünyası” diye başlayan marş. Bir eser çalmaya başladılar ama Enternasyonal değil. Bunu hatırlatınca çalgıcı başı “Enternasyonal” sözünden her yerde bilinen bir ezgi olduğu sonucunu çıkarmış, buna göre bir parça seçmiş. Ben, ezgisini mırıldanarak “Enternasyonal’i hatırlattım. Kendisi biliyor muydu, benim mırıltılarımı hemen kaptı mı bilmem, denedi ve ekipteki arkadaşlarının bunu bilmediğini söyleyerek vazgeçti! Türkiye’ye ait bir ezgi olsun diye “Üsküdar’a gider iken” diye başlayan “Kâtibim”e başladılar ve onu çalıp Sırpça sözleriyle mükemmel söylediler. Harcamalarımızı Sırp Dinarı ile yapmakta olan Işık bahşişimizi verdi. SIRBİSTAN’DA ETNİK DURUM Tayyip Erdoğan’ın Suriyeli teröristlere yardım yaptığını yazdığı için Türkiye’de erişimi engellenen dünyanın en tarafsız ansiklopedisi Wikipedi’de Belgrad’da okunduğuna göre, 2011 verileri esas alınırsa Sırbistan halkının yüzde 83’ü Sırp. Azınlıkların başında yüzde 3,5’la Macarlar geliyor. Bunu yüzde 2,1 ile Romanlar, 2 ile Boşnaklar, 0,8 ile Hırvatlar ve gene 0,8’le Arnavutlar izliyor. 0.7 kadar da Slovak var. 0.3’de etnik kimlik olarak “Müslüman’ım” demiş. 5.1’nin etnik durumu ise belirsiz. Dinlerine gelince: En büyük grubu Doğu Ortodoksları oluşturuyor (Yüzde 84,5), Bunu şu inanç grupları izliyor: Roma Katolik 5, İslam 3, Ateist ve agnostik 1,1, Protestan 1, diğer 0,1. 4,4’ü ise inancını belirtmemiş. Yeni Belgrad’da Çin Pazarı denen çarşıyı gezdikten sonra otobüs beklerken, aramızdaki konuşmadan Türk olduğumuzu anlayan seksen iki yaşında bir adam söze girdi. Türkçesi bizimkinden epey farklılaşmış olmakla birlikte Makedonyalı olduğunu, bu Çin Pazarında ticaret yaptığını, iki oğlundan birinin doktor, diğerinin avukat olduğunu ama Türkçe bilmediklerini söyledi. Belgrad’da başka Müslüman olup olmadığını sorduk. “Binlerce” diye yanıtladı. Bir başka Kosovalı Müslüman’a da Sava Nehri kıyısındaki Belgrad’a bitişik Zemun kasabasında restorana girerken karşılaştık. Arabalara yer gösteriyordu. “Belgrad’da ne kadar Müslüman var?” soruma “Binlerce” yanıtını verdi. Zemun’da “Caminiz var mı?” diye sordum “Her ev bir cami” diye yanıtladı. Işık’ın duyduğuna göre ülkede halen Türkiyeli sayısı binden azmış ve bu nedenle Türkiye’deki seçimler için sandık konulmuyormuş. Sırbistan’da 10’u ulusal yayın yapan 340 gazete, 1.262 dergi varmış. Gazetelerin hapsi yarım gazete boyunda. Bizdeki gibi büfelerin önünde sergileniyor. Bunlardan en eskisi 1904’te yayın hayatına atılan Politika gazetesi. Ek olarak 2018 yılı takvimi verdiği için 1,5 liraya son sayısını aldım. Sırplar Avrupa topraklarında yaşadıkları halde kendilerini Avrupa’ya değil Doğu’ya ait sayıyorlarmış. 2011 sayımına göre halkın ancak yüzde 16’sı yüksek eğitim görmüş. Yüzde 49’u orta öğrenimli, yüzde 20’si temel eğitim almış, yüzde 13’ü temel eğitimi bile bitirememiş. Yüzde 2’si okur yazar değil. Bilgisayar okur yazarlığı ise yüzde 49. Belgrad’da bir Eğitim Müzesi de var. 1896’da Sırp Öğretmenler Birliği tarafından açılmış. İlk sergisini 1998’de açmış. Burada eğitim tarihi ile ilgili resimler ve materyaller var. Sakallı bir öğretmenin çocuklara ders verdiği resim bizim eski mahalle mekteplerini andırıyor. YAŞAR KEMAL YOK, ORHAN PAMUK VAR İki kitapçıya girdik. Türk edebiyatından eser olup olmadığını sordum. Ayrı ayrı raflardan arayıp tek tek önüme koydular. Bunlar Elif Şafak, Orhan Pamuk, Ayşe Kulin, Burhan Sönmez ve adını orada duyduğum Çiler İlhan’ın Sırpçaya çevrilmiş kitaplarıydı. Öteki kitapçıda da Orhan Pamuk’un kitapları vardı. Yaşar Kemal ve Aziz Nesin’i sordum. Tanımıyorlardı… Bu bilgiler edebiyat ve kültür cephesinde de dünyanın nasıl bir değişim içinde olduğunu gösteriyor sanırım. Benim gibi değişime direnen bazı kişiler, buna ayak uyduramaz ve hâlâ eski sosyalist ülkelerde “Enternasyonal’i arasalar da… (6 Aralık 2017) Fotoğraflar 1 ) Eğitim Müzesi , 2) Belgrad'ın tek camisi

  • Belgrad İzlenimleri-3

    / TİTO’NUN KABRİ ÖNÜNDE * Kafkaslar gibi Balkan Yarımadasında da birçok millet yaşıyor. 1990’da Sovyetler Birliği dağılıp da Kafkaslardaki milletler yeniden kendi bağımsız devletlerine dönünce Türkiye’deki öğrencilerden birinin kaygıları bir fıkraya konu olmuştu. Çocuk demiş ki “Şimdi coğrafya dersinde hapı yuttuk! Mevcut devletlerin adını ezberleyemiyorduk, şimdi yeni çıkan devletlerin adını da ezberlemek var.” Aynı şeyi Yugoslavya için de söylemek mümkün. Burası tarih boyunca değişik dillerin, dinlerin ve uygarlıkların buluşma yeri olmuş. Yerleşik toplulukların tarihi MÖ 7.000-3.500 yıllarına uzanıyor. Kuzey’den inen bazı topluluklar ise toprağa yerleşip çiftçilik ve hayvancılık yapmaya başlamışlar. Öne çıkan halklar İlliryalılar, Daçyalılar, Makedonlar, şu bizim Trakya’ya adlarını bırakan Traklar. Rusya bozkırlarından MÖ 3.500’lerden başlayarak gelenler Attila gibi ülkeyi yağmalayıp gitmiş. Slav istilası 5. Yüzyılda başlamış. İlk gelenler Slovenler. Ulah ve Arnavutlar daha eski yerleşimcilerden. Bunlar zamanla birbirine akraba ama farklı millet olmuşlar. Uygarlıklarında hem Batı’nın, hem Doğu’nun izleri var. Gotlar, Hunlar, Bulgarlar, Avarlar, Roma, Bizans, Osmanlı… Yerli prens ve krallıklar kurup birbirleriyle mücadele etmişler. Dalmaçya kıyılarına Venedik el koymuş. İlk Sırp devleti MS 850’de kurulmuş ve Bizanslılarla Macarların ve Bulgarların hâkimiyet mücadelesine konu olmuş. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilip Bizans devleti tarihe karıştıktan 10 yıl sonra (1463) Sırbistan’ın fethi tamamlanmış. Bosna, halkının Müslümanlığa girmesi nedeniyle Osmanlıların bölgede dayanağı haline gelmiş. Müslüman olanların devlet yanında itibarı artmış ve bu durum Sırpların onlara hain işbirlikçi gözüyle bakmalarına neden olmuş. Son Sırp-Bosna savaşında Sırpların bu tarihî kinlerinin büyük etkisi olduğu söyleniyor. Bosna Savaşı sırasında buraya bir gezi yapan ekip içindeki Prof. M. Tahir Hatiboğlu o zaman yazmıştı. Fransız İhtilalinin bütün milletlere aşıladığı hürriyet ve bağımsızlık bilicinin Osmanlılardan önce buradaki, milletleri etkilediği anlaşılıyor. 1557’de Sırp Patrikliği kuruluyor ve ulusal bilinç oluşmaya başlıyor. 1699 Karlofça anlaşmasından sonra bölgede zayıflayan Osmanlı egemenliğine karşılık Sırp ayaklanması 1787-1791 yıllarında olmuş. Kara Yorgi önderliğinde özerklik isteyen ayaklanmanın tarihi ise 1804. 1815’te yeni bir ayaklanma patlak veriyor ve Milas, Sırbistan prensi oluyor. 1830’da tam özerklik sağlanıyor. Biryandan da ulusal kimlik oluşturma çabası sürüyor. 1830’larda ilk gazete yayımlanıyor. Artık Sırpları bağımlı bir millet olarak tutmanın imkânı kalmamıştır. Buna rağmen Osmanlılar 1903’teki genel ayaklanmayı bastırıyor. -Tito ve Sırp Tarihi Müzesinin girişi- OLMAYACAK DUAYA ÂMİN DEMEK… (Belgrad izlenimlerinin ilki olan “500 Yıllık Tecavüz”ün yarattığı tartışmaya da yollama yaparak şimdi burada açıkça soralım: “Siz Osmanlı padişahı olsanız Sırp bağımsızlıkçıları bastırıp burasının Osmanlıya bağımlı kalmasına mı çalışırdınız, yoksa olmayacak duaya âmin demekten vaz mı geçerdiniz?” Olaya bir de öteki taraftan bakalım: Bir Sırp olsaydınız, “Biz bağımsız olmayalım, bizi Osmanlılar yönetsin?” mi derdiniz? Bu soruya vereceğiniz yanıt, çok önemlidir ve sizin Türkiye’nin ve insanlığın geleceği için de ne düşündüğünüzü gösterir…) Daha sonraki yıllarda köprülerin altından epey boz bulanık seller de akmış. Osmanlıların 1912-1913 Balkan Savaşında feci yenilgisinden sonra Sırbistan tam bağımsızlığına kavuşmuş. Bilindiği gibi 1914’te bir Sırp milliyetçisinin Avusturya veliahdını öldürmesi Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan bir kıvılcım olmuş. Savaştan sonra 1920’de Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı kurulmuş. Kurucu Meclis seçimlerine etnik temelli 15 parti katılmış. Avrupa’da faşizmin yükseldiği 1929’da I. Aleksandar “Ben ülkeyi tek başıma yöneteceğim” diyerek meclisİ dağıtmış. İkinci Dünya Savaşı’nda (1941) Alman faşistleri ülkeyi istila etmişler. Krallık yenilmiş ve parçalanmış. Kukla bir hükümet kurulmuş, faşist Hırvatlar, Sırplara soykırım uygulamışlar. Sırp Komünist Partisi, Mareşal Tito önderliğinde direniş hareketi başlatmış. 1943’te geçici bir hükümet kurmuşlar. 1944’te de Belgrad’ı ele geçirmişler. 1945’te yapılan seçimler, Komünistlerin önderlik ettiği Halk Cephesinin zaferiyle sonuçlanmış. -Sırbistan Millet Meclisi Önünde- BAĞIMSIZLIK BİLİNCİ Mareşal Tito önderliğinde kurulan Yugoslavya, merkezi Moskova’da olan Komünist Enternasyonal’den çıkarak bağımsız bir politika izlemeye başlamış, merkezî planlama yerine de özyönetim adı verilen ve sendikaların yönettiği rekabetçi bir yönetim biçimini uygulamaya başlamış. Yugoslavya artık Amerikan ve Sovyet paktlarının dışında Bağlantısızlar Hareketi’nin de en prestijli ülkesidir. Ülke hızla kalkınmaktadır. Tito, 1980’de ölüyor. Ardından Sovyetlerde bozguna paralel olarak Yugoslavya devleti dağılmaya başlıyor. Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Slovenya, Karadağ peş peşe ayrılınca Sırbistan tek başına kalıyor. Ardından Bosna’nın da ayrılmak istemesi Sırpların tepesini attırıyor. Bir zamanlar kendilerine gösterilen tahammülsüzlüğü bu kez onlar Bosnalılara karşı gösteriyorlar. Olmayacak bir duaya âmin diyerek Bosna’yı elde tutmak için katliamlar yapıyorlar. NATO müdahale ediyor. Sırbistan’a bombalar yağdırıyor. Sırplar, televizyon binasında ve Savunma Bakanlığındaki bu yıkıntıları uğradıklarını düşündükleri mağduriyetin anısı olarak koruyorlar. Meclis binası önünde çok uzun bezin üzerine bu savaşta “şehit” olan yüzlerce Sırp’ın fotoğrafı yerleştirilmiş. Belgrad’da geniş bir parkın yüksek yerinde Tito için bir sade mezar yapılmış. Kapalı alanda ona sunulan hediyelerden oluşan bir sergi, aynı mekânın öteki duvarında ise Sırbistan tarihini anlatan görseller var. Günümüzdeki Sırp Hükümeti Türkiye hükümetine benziyormuş. Bu nedenle Tito için bu müzeyi hükümet değil, bunun için kurulmuş bir vakıf yönetiyor. Müzenin girişindeki danışmada çeşitli hatıra eşyalardan yalnız 3 Türk lirası değerinde bir tükenmez kalem aldım. Tito’yu düşünerek ve onun yalnız Yugoslav halkları için değil, dünya halkları için de taşıdığı önemi hatırlayarak… Şu soruyu herkes gibi ben de kendime çok sormuşumdur: “Yugoslavya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ve birlikte yer alan milletlerin kendi bağımsız devletlerini kurması iyi mi, yoksa kötü mü olmuştur?” Yanıtım da şudur: “O milletler nasıl yaşamak istiyorlarsa bırakın öyle yaşasınlar. Zorla güzellik olmaz! Her millet şöyle evindeymiş gibi ayaklarını uzatıp rahatça türküsünü söyleyebileceği bir ülkeye sahip olmak istiyorsa kim ne diyebilir ki?” (4 Ocak 2018)

  • Belgrad İzlenimleri-2

    500 YILLIK TECAVÜZ! Belgrad’a uçmadan önce Sırbistan hakkında bilgi toplamak için bazı internet sitelerinde dolaştım. Ekşi Sözlük’te “Sırp kadınları dünyanın en güzel kadınları”dır notunu gördüm. Bunu yazan kişi, annesini de tanık gösteriyordu. O da Sırp bir gelin sahibi olmak istermiş. “Gönül kimi severse güzel odur” demişler. Eşimin yanımda olmasına aldırmadan, Sırp kadınlarına (başka bir niyetle değil, bu yargı doğru mu, yanlış mı diye) alıcı gözle baktım. Dünya ahret bacım olsunlar, Sırp kadınlarını da (Allah sahiplerine bağışlasın), Türkiye’de benzeri bulunan ince uzun yüzlü, beyaz tenli, Cide-İnebolu yöresindeki kadınlara benzettim. Bu konuda daha iyi bir değerlendirmede bulunabilecek oğluma sordum: “Türkiyeli kadınlara benziyorlar” dedi. “İyi ama dedim, Türk ırkıyla, Slav kökenli olan Sırplar, birbirlerinden çok uzak. Nasıl olur?” Şu yanıtı verdi: “Sırplar, beş yüz yıl boyunca Türk tecavüzüne uğradıklarını söylüyorlar!” Bu sözler, tabi beni hemen Osmanlıların balkanları istilası üzerinde düşünmeye sevk etti. İlk ve Ortaçağ’da, zaman zaman yakın tarihlerde Japonya’nın Kore’yi istilasında da görüldüğü gibi istilacı devletler, boyun eğdirdikleri milletlerin yalnız hazinelerine, savaş araçlarına, mal mülklerine değil, kadın ve çocuklarına da el koyuyorlar. Evlenmeleri yasak olan Yeniçeriler ve tımarlı sipahiler kadın ihtiyacını zapt ettikleri ülkenin kadın ve kızlarıyla giderdikleri gibi, bunlardan en güzel ve sağlıklı olanlarını ailelerinden zorla koparıp İstanbul’a getiriyorlar, saraya hediye ediyorlar, konaklara cariye ve odalık olarak satıyorlardı. Çocuklar ise sünnet edilip eğitilerek Müslüman yapılıyor, Yeniçeri ve kapıkulu yapılıp bu kez kendi halkları üzerine yağmacı olarak gönderiliyorlardı. İnsanlık tarihinin herhalde en büyük trajedilerinden biri budur. Hıfzı Topuz’un uçakta okumak için yanıma aldığım III. Murat ve III. Mehmet dönemlerini anlatan “Şanlı Kanlı Yıllar” kitabında rastladığım şu satırları Belgrad’da okudum: “Osmanlılar, işgal ettikleri Hıristiyan köy ve kasabalarında sekiz ila on sekiz yaş arasındaki çocuk ve gençlerin belirli bir sayısının zorla ailelerinin ellerinden alınarak acemi ocağına gönderilmesine karar verdiler. Köylerden kasabalardan toplanan gençler, suçlu insanlar gibi elleri kolları bağlı, gözyaşları arasında arabalarla yola çıkarılıyordu. Gençlerin yakınları da çoğu zaman perişan halde arabaların peşinden koşarak çocuklarını uğurluyorlardı. Onları bir daha hiç göremeyeceklerdi. Gençlerin suçları neydi? Sadece işgale uğramış bir bölgenin insanları olmak. Halk böylece devlete bir vergi ödemiş oluyordu.” Yugoslav yazarı İvo Andriç, Sırp çocuklarının toplatılmasını şöyle anlatmış: “Çocukları ellerinden alınan analar, babalar, kardeşler, saç baş darmadağın, perişan halde, nefes nefese atlıların peşinden koşuyor, sünnet edilecek evlatlarının arkasından çırpınıyorlardı. Artık onlar, dinlerini, memleketlerini, köklerini unutmaya, yaşamlarını Yeniçeri olarak Osmanlılara hizmet etmeye mahkûm olmuş insanlardı. Aileler kafileye fazla yaklaşacak olurlarsa ağanın adamları onları kırbaçlıyordu.” (Şanlı Kanlı Yıllar, İstanbul, 2017, Remzi Kitabevi, s. 137-138) Anlayacağımız Osmanlı askerleri Balkanlarda ve Orta Avrupa’da ilerlerken geçtikleri bağlarda yedikleri üzümlerin parasını asmalara bağlamıyorlardı… Resmî tarihin en büyük yalanlarından biri budur. Ne kadar kötü bir miras değil mi? Hangi Sırp ve Balkanlı bu kötü mirası unutabilir? Neyse ki, bu mirası reddettiğim için oralarda başım eğik gezmedim. Bu zulmü yapanlar benim atalarım değil ki, hâkim sınıfların ataları. Özellikle de 15 gün içinde Şam Emevi Camiinde orayı zapt etmiş bir kahraman olarak namaz kılma hevesinde olanların. Bunlar Tuna boylarında sıra servilerin “Türkler gitti diye” sessiz sessiz ağladığını anlatan şiirler bile yazdılar. Yağmacılık ve açgözlülüklerini de Allah’ın adını kullanarak yaptılar ve yapıyorlar. BELGRAD’DA OSMANLI İZLERİ Rumeli Osmanlı egemenliğine 1364’teki Sırp Sındığı Savaşıyla girmeye başlıyor. 1389’da Birinci Kosova Savaşıyla Osmanlıların önü açılıyor. Geçmişi MÖ 7.000 yıllarına kadar giden ve pek çok kavganın odak noktasında yer alan, bugün 1.700.000 nüfusuyla Balkanların en büyük kenti olan Belgrad, 1521’de Kanuni zamanında zapt edilmiş. 1830’dan sonra bağımsız Sırp Krallıkları tarafından yönetilmiş. Osmanlılara karşı övünebilecekleri bir ayaklanma tarihleri var. 1912-1913’te Balkan Savaşıyla Osmanlı egemenliği kesin olarak sona ermiş. Belgrad’da Osmanlılardan ne kalmış? Sokak aralarında tek tük kalmış iki katlı küçük konaklara rastlanıyor. Fakat bugünkü adı da Kale Meydan olan üç tarafı kat kat surlarla çevrili, kapılarından birinin adı İstanbul kapısı olan kale alanı en önemli Osmanlı kalıntısı. İçinde anıtlar, müzeler, spor tesisleri var. Damat Ali Paşa’nın kabri de burada bulunuyor. Haznedar Kapısı, Bir Sırp köyünde doğup devşirme acemi oğlanlıktan veziriazamlığa yükselmiş Sokullu Mehmet Paşa’nın adını taşıyan bir çeşme bulunuyor. Şu yerlerin adı da Osmanlılardan kalmış: Taşmajdan (Taş Meydan), Karaburma, Taraziye, Dörçol (Dörtyol), Topçider (Topçu Deresi), Bulbulder (Bülbülderesi) Osmanlılardan kalma camiler yıkılmış, yalnız 1690’da yapılmış minareli küçük Bayraklı Camii hizmet vermeye devam ediyor. İçeride ikindi namazı kılan iki kişi gördük. Hemen karşısında ise Sırbistan İslam Merkezi var. Müftüsü Suudi Arap’mış. Görüşmek istedik. Karşılaştığımız iki kişi bozuk bir Türkçeyle onun içeride meşgul olduğunu söyledi. Çukurçeşme’nin ise Sırp tarihinde önemli bir yeri var. Osmanlıların Sırbistan’da hâkimiyetlerinin iyice zayıfladığı bir dönemde yalnızca kalede askerleri kalmış. Bu sokaktaki çeşmenin önünde Sırplarla askerler arasında kavga çıkmış, Askerler çocuğu öldürmüşler. Yabancı egemenliğine karşı burnundan soluyan halk galeyana gelmiş. Kaledeki son askerler de aileleriyle birlikte Belgrad’ı terk etmiş. Gidiş o gidiş. Sırplar o çeşmenin üstüne ölen delikanlının bronzdan ve uzanmış yatan bir heykelini koymuşlar. Olay tarihi olarak 1862’yi, anıtın yapılış tarihi olarak da 1931’i yazmışlar. (1 Ocak 2018)

  • Belgrad İzlenimleri-1

    SIRPLARIN KALBİ BELGRAD İki oğlumuzdan küçüğü olan (Küçük dedikse 32 yaşında) Felsefe Doktoru Işık, şu sıralarda oturduğu Belgrad’a davet edince, hem onunla özlem gidermek, hem de yeni bir ülke görmek amacıyla beş günlüğüne Belgrad’a gittik. 22 Aralık Cuma günü THY’nın uçağıyla İstanbul aktarmalı eski Yugoslavya’nın, şimdi tek başına kalmış Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a uçtuk. İstanbul’dan saat 19.00’da havalandık, 18.50’de Belgrad’daydık! Yanlış okumadınız. Saat farkı böyle şaşırtıcı bir sonuç verdi. Kazandığımız bu iki saat on dakikayı tabii dönüşte kaybedecektik! Belgrad Havaalanından çıktığımızda bizi bir sürpriz karşıladı. Taksi beklerken (huyum kurusun) bir sigara yaktım! Gelen taksiyi bekletmemek için de onu bitirmeden yere atıp ayağımla söndürdüm. Tam hareket edeceğimiz zaman bir polis otomobilin penceresine eğilerek pasaportumu istedi. Neden istediğini anlayamadan uzattım. izmariti yere attığım için ceza ödememi istiyordu! Siz benim için “Oh olsun!” diyorsunuzdur ama acaba kazın ayağı öyle mi? Hele bir dinleyin: İzmaritin yere atılmasının cezayı gerektirdiğine ilişkin bir uyarı olmadığı gibi, yerde başka izmaritler de vardı. Yakında bir sigara söndürülecek yer de yoktu. İzmariti yerden alıp cebime koydum. Neye uğradığımın ve bu soğuk karşılamanın şaşkınlığını yaşarken Şenal, polisin peşine düştü. “Makbuzunu kes, cezayı ödeyeceğiz” dedi. Ceza da Türk lirasıyla 180 lira kadar tutuyormuş. Polis önce yakınlardaki bir büroya kadar gitti, sonra dönüp havaalanına girdi. Ceza kesecek bir yer bulamadığından pasaportumuzu iade etti. Sırp şoför de şaşkınlık içinde kaldı. Belgrad, kirli bir kent olmamakla birlikte sonraki günler yerlerde bir hayli izmarit gördüm! Hepimizin yorumu, bu polisin bizden bir parça rüşvet sızdırma peşinde olduğuydu. daha sonra öğreneceğimiz üzere Belgrad’da kapalı restoranlarda sigara içmek yasak değildi. Neyse ki, beş gün boyunca Sırplardan bize karşı bir nezaketsizlik görmedik. Kent merkezine 18 km. çeken Havaalanından şehir merkezindeki eve gittik. Burası bir Türk akademisyene aitti ve Işık tarafından 15 günlüğüne kiralanmıştı. Ev sahibi tatildeydi. Belgrad’ın merkezini Kızılay sayarsak bu ev Kolej veya İncesu taraflarında idi. Işık bizim için bir gezi programı yapmıştı. Kendisi de Sırpçasını epey ilerletmiş, elinde Sırbistan’la ilgili bir turizm rehberiyle aileye çevirmenlik yapıyor. Rusçaya da aşına olduğundan işleri kolaymış. Çünkü Sırpça ile Rusça aynı dil ailesindendi, ortak birçok sözcükleri varmış. Sırplar Kiril’den uyarlanmış 30 harfli bir alfabe ile Latin Alfabesi’ni birlikte kullanıyorlar. Bizdeki Ç ve Ş harfleri onların Sırpça’ya uyarladıkları Latin Alfabesinde de var. Yalnız çengelleri harflerin altında değil, üstünde . Beş gün boyunca öğle üzeri kuru fakat ısırıcı bir havada evden çıkıyoruz, kâh yürüyerek, kâh taksi veya otobüsle meydanları, kiliseleri, birkaç müzeyi, anıtı dolaşıyoruz. Belgrad Kalesi’nden, Almanya taraflarından buraya gelinceye kadar bir hayli yorulduğu anlaşılan, buna rağmen Karadeniz’e kavuşmak için yoluna devam eden Tuna ile güneyden ülkenin yarısını sulayıp 940 km yol aldıktan sonra Tuna’ya kavuşan Sava’yı seyrediyoruz. Akşamları restoranlarda yemek yiyor, yorulduğumuz zaman bir “kafa”ya (kahveye) girip çay, kahve içiyoruz. Belgrad “Beyaz Şehir” anlamına geliyormuş. Böyle iki büyük nehrin birleştiği bir yerin tarih öncesinden beri gerek yerleşmeciler gerek talancılar açısından ilgi odağı olacağı açık. Şimdi bir milyon 200 bin nüfusu barındırıyor ama özellikle Sava’nın öte yakasında 1950’lerden sonra geniş bataklıklardan kurutularak yerleşime açılmış bölüm nedeniyle Belgrad’ın geniş bir alan kapladığı görülüyor. Sava’nın iki yakası boyunca suyun içine yapılmış aralarında restoranların da bulunduğu tek katlı yazlıklar, göl kıyılarında yaşayan ilk insanların vahşi hayvanlardan korunmak için göl içine yaptıkları kulübeleri andırıyor. GEZERKEN DÜŞÜNMEK Hem gezip görüyor, hem sesli düşünüyoruz. Avusturya mimarisi tarzında yapılmış görkemli apartmanlara, yüksek katlı yeni yapılara rağmen neden kiliseler ve İslam toplumlarında camiler hâlâ kentlerin simgesi olmaya devam ediyor? Yeni Çağ’ın görkemli opera binaları neden kiliselerin bu saltanatını elinden alamadı? Çünkü üç büyük dinden Yahudilik 3.250, Hıristiyanlık 2.000, İslamiyet ise 1.500 yıldır, inananları bir potada eritmiş ve onlar için ortak inanç sistemi yaratmış. Her millet, o dine ve hatta mezhebe kendi rengini katarak millî bir din oluşturmuş. Sırplar Hıristiyan, fakat diğer Hıristiyanlardan farklı, Ortodoks fakat diğer Ortodokslardan farklı. Onlar Sırp Ortodoks kilisesine bağlı. Bu kiliselerin İsa, Meryem ve havariler gibi ortak azizlerinin yanında kendi kiliselerinin de azizleri var. Anladığımıza göre, bu azizler yalnız din adamı değil, yabancılara karşı halklarını ve ülkelerini savunan, milli onurları için kahramanlık yapanlar da azizleşmiş. Aziz Sava (1174-1237) bunlardan biri. Kosovalı. Sırp Kilisesinin kurucusu Sava’nın mezarı ve eşyaları, Hıristiyanlar tarafından şifa niyetine ziyaret edilirken zamanla buna Müslümanlar da katılıyor. Osmanlılar, onu tarihten silmek için eşyalarını Belgrad’a getirip yakıyorlar. Bu büyük kilise onun yakıldığı yere inşa ediliyor. Sırbistan’ın geçirdiği savaşlar nedeniyle yapımı 120 yıldır sürüyor. Sırpların elinde Osmanlı sarayının hazinesi yok ki birkaç yılda Selimiye veya Sultanahmet gibi bir yapıyı bitirsinler. Her "sefer"de yağmalanıp İstanbul'a getiriliyor. Aynı meydana heykeli dikilen Kara Yorgi de Sırpların bir hürriyet kahramanı. 1804’te Belgrad’da Osmanlı merkezi yönetimi iktidarını kaybetmiş. Yönetim Yeniçerilerin eline geçmiş. Kara Yorgi buna karşı ayaklanmış. Osmanlılar duruma yeniden hâkim olunca da Osmanlılara karşı savaşmış kısa süreliğine bağımsızlığını kazanmış bir tüccar, asker ve eşkıya. Daha sonra da sülalesi Sırbistan siyasetinde önemli bir rol oynamış. Bir başkentin en öğretici mekânı Millî Müze’dir. Sırbistan’ın millî müzesi yok muydu? Varmış ama on yıldan daha önceki bir tarihte onarım nedeniyle ziyarete kapatılmış. Onarım bitince bir de bakmışlar ki birçok eserin yerinde yeller esiyor! Bu nedenle “onarım” hâlâ sürüyormuş… (29 Aralık 2017)

  • Belgrad İzlenimleri-5

    DOMUZ ETİ VE TAHARET BORUSU Bir ülke hakkında şöyle doyurucu bir yazı kaleme almak için beş günlük bir gözlem ve internetten derlenmiş bir parça bilgi yeter mi? Ben bile gözlemlerimin ve ye yargılarımın doğruluğunu kuşkuyla karşılıyorum. Siz de okuyup geçin. Zaman elverseydi de bir Sırp köyünü görseydik, bir Sırp evine misafir olup kahvelerini içerken hal hatır sorsaydık. Bir gazete idarehanesini, televizyon merkezini, millî kütüphanelerini gezebilseydik. Türk elçiliğine gidip ülkede yaşayan Türklerin sorunlarıyla ilgili bilgi alsaydık… Şehir içindeki okulların yanından geçerken bahçelerden gelen çocuk cıvıltıları ile öğretmenliğim depreşti ama Sırpların nasıl bir eğitim sistemi uyguladığını bile öğrenme imkânım olmadı. Küba’da birkaç ilkokula çat kapı girmiş, Kuzey Kore’de öğretmen ve öğrencilerle röportaj bile yapmıştım. Burada olmadı. Sırbistan’da öğrencilere hiç şüphe yok ki Sırpların tarih boyunca ne büyük haksızlıklara uğradığını ve milletin bunlara nasıl kahramanca karşı koyduğunu anlatıyorlardır. Diğer ülkelerde de yapıldığı gibi. Sırplılarla konuşmamız, selamlaşmak, fiyat sormak, taksicilere yol tarif etmek, lokantada sipariş vermekle sınırlı kaldı. Son Sırp-Boşnak savaşı hakkında ne düşündüklerini öğrenmek isterdim ama duyduğuma göre Sırplılar bu konularda konuşmak istemiyorlarmış! Belgrad’da metro yok. Toplu taşım aracı olarak otobüs ve troleybüsler var. Bunlar oldukça da kalabalık. Orada yaşlılara yer verme anlayışı Türkiye’den daha zayıf görünüyor. Bunun nedeni, bu taşıtlarda zaten orta yaş üstündeki insanların seyahat etmesi mi, yoksa gençlerin ellerindeki cep telefonuna bakmaktan başlarını kaldıramaması mı bilmem… Bu araçlara binmek için aylık kartlarla abone olunuyor. Bunlar binme sayısıyla değil, süreye bağlı olarak kullanılıyor. Seyrek olarak kontrol yapılıyormuş. Kartı olmayanlara veya süresi geçtiği halde kullananlara ceza kesiliyormuş. Şoföre ödeme yapmak da mümkün. Bir seferinde şoför parayı bozamadığı için bedava binmiş olduk. Şehirde yalnız iki dilenciye rastladım. BİZDEN DAHA YOKSULLAR Para birimi olarak Dinar kullanılıyor. 120 Dinar bir Avro ediyor. 1 TL, 26 Dinar’la değiştirilebiliyor. Banknotların en büyüğü 5.000 Dinarlık. Kâğıtların üstünde bizim paralarda olduğu gibi Sırp tarihiyle ilgili kahramanlar ve bilim, sanat adamlarının resimleri var. 25 Aralık günü, Yeni Belgrad semtinde bir manavın tezgâhındaki meyve ve sebzelerin etiketlerindeki fiyatları not ederek Türk parasına çevirdim. Şöyle bir liste ortaya çıktı: Kivi 9.6, Domates 6.9, Muşmula 6.1, Kestane 15.3, Ayva 7.7, Elma 6.9, Armut 8.4, Üzüm 10.7, Mandalina 6.9, Yeşil soğan 1.5, Marul 2.3, Kabak, 7.7, Kırmızı biber 9.6, Salatalık 5.7, Patates, 3.7, Yumurta 0.5, Soğan 3.0, 400 gram ekmek 1.5 TL. Bu fiyatların çoğu Türkiye’dekilerden yüksek. Hükümetin İMF’ye atfen yaptığı son açıklamaya göre Türkiye’de kişi başı gelir 11.000 dolara yaklaşmış ve bunun alım gücü 25.000 doların üstündeymiş. Peki, kişi başı (2016 rakamlarına göre) 5.852 dolar, alım gücüne uyarlandığında 15.153 dolar olan Sırplılar, bu sebze ve meyveleri yiyebiliyorlar mı? Herhalde hepsi değil. Zaten gördüğümüz manavın önünde kuyruklar da yoktu! Sırbistan’da ormanlar ülke topraklarının yüzde 29.1’ni kaplıyor. Avrupa ortalamasından biraz daha az. Sektörler arasında yüzde 69.1 ile hizmet sektörü başta geliyor. Endüstrinin payı yüzde 32.8, tarım ve hayvancığın payı ise 7.9. Başlıca endüstrileri ise otomotiv, maden, gıda işleme, demir dışı materyaller, elektronik, tıp, dokuma, elektrik, kömür, petrol ve gaz olarak sıralanıyor. DOMUZ ETİ VE TAHARET SUYU MUSLUĞU Türkiye’den Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu ülkelerine gidenlerin karşısına iki sorun çıkar. Bunlardan biri yemeklerde domuz eti ve yağıdır. Neyse ki, bütün dünya Müslümanların domuz eti yemediğini biliyor. Söylerseniz size domuzsuz yiyecek veriyorlar. Bu bakımdan bir zorlukla karşılaşmadık. Küçük oğlumuz Işık’ın zaten hiçbir hayvansal ürün yememekte oluşu da işimizi kolaylaştırdı. Sırp aşçılar fırında kuru fasulye yemeğini çok lezzetli yapıyorlar. İkinci sorun, biraz ayıp kaçtığı sanıldığından olacak kimsenin dile getirmediği tuvaletlerdeki temizlenme su borusunun olmayışıdır. Uygar ve icatçı Avrupa, Müslümanların alafranga tuvaletler için icat ettiği bu buluşu da benimsese çok iyi olurdu. Her ne kadar bol kâğıt peçete varsa da su ile temizlenmeden insan rahat edemiyor… (8 Ocak 2018) BELGRAD İZLENİMLERİ BİTTİ. Fotoğraflar: 1) Belgrad Kalesi'nden bir bölüm, 2) Kalenin İstanbul Kapısı

  • Ödünç Yalnızlıklar Dramı

    sen düşmeden çok önceydi çok öncesindendi beklenen aktı avuçlarımın arasından tuttuğum ne varsa... kalbim, sana ayrılıklar dilerim bir başka eylül getir bana saçlarına benzeyen dökülsün göğsüme sarı sarı, dalda yaprak, duldalanan bıçak kapansın yara... göç zamanı geldi kalabalık akıyor içim bağlamamda gümüş tel kapıda eylül ayrılıklar da biçim biçim... her ne olursa bu havalarda olur hatıra kalsın diye boynumda taşıyorum acını... göğün yarısı benim sen hangi yıldıza dilek tuttun duymadım... sabırla bekledim / susarak dağıldık koca koca ayrılık her yer hazırız artık dem çekmeye fotoğraflarıyla sararan çerçevede... bir başka eylül getir bana kimsenin bilmediği...

  • Bugün de Ölmedim Anne

    Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum Bugün de ölmedim anne Kapalıydı kapılar, perdeler örtük Silah sesleri uzakta boğuk boğuk Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük Bugün de ölmedim anne Üstüme bir silah doğruldu sandım Rüzgar, beline dolandığında bir dalın Korktum, güldüm, kendime kızdım Bugün de ölmedim anne Bana böylesi garip duygular Bilmem niye gelir, nereye gider? Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar Bugün de ölmedim anne... Ahmet Erhan

  • Annem ve Akşam

    bir kapı açıldı, ansızın, baktık: akşam!.. kimse benzemez oldu kendine; kimbilir ne kadar hüzünlü artık, bir odadan ötekine geçmek bile… sen neysen o kadarsın, ey akşam! annem içini çekiyor kimi ansa; ürkü!.. biri ansızın bir gül koparsa; şimdi uzak olandır neye ulaşsam… ah, akşamdan bile ürküyor çocuk; her yer alacakaranlık gurbet; soldu annem, solarken goblen ve tülbent; ve akşamın ucuna doğru yolculuk… bir türkü söylendi, neyin tadı var? akşam bile bitti, kalmadı çünkü… çekildik, bir başına kaldı o türkü; kapılar arkamızdan kapanmadılar... Hilmi Yavuz

  • Mimozalar Diyarı İstanbul Adaları

    Bahar yüzünü göstermeye başladı yavaştan. Mimozalar açtı, ağaçlar çiçeğe durdu, güneş içimizi ısıtmaya başladı. İşte yaz günlerinin o insan kalabalığıyla dolu günlerini beklemeyin. İlkbaharın şu güzel günlerini kaçırmadan çıkın Prens Adalarını sessiz, sakin keşfedin. Bizden söylemesi… PRENS ADALARI Adalar, Prens Adaları, İstanbul Adaları ya da Kızıl Adalar; İstanbul’un Anadolu Yakasının güney kıyılarının açıklarında, Marmara Denizinin kuzeydoğu kesiminde yer alan ve kısaca Adalar olarak anılan takımadalardır. Büyüklü küçüklü 9 ada ve kıyıya yakın iki kayalıktan oluşur. Aynı zamanda İstanbul ilinin bir ilçesini oluşturan Adaların beşinde (Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada ve Sedefadası) yerleşim vardır. Sivriada, Yassıada, Kaşık Adası ve Tavşan Adası’nda ise sürekli ve düzenli yerleşim bulunmamaktadır. Adalara, “Prens Adaları” ismi, kimi kaynaklara göre Bizans döneminde soyluların, prenslerin, patriklerin hatta imparatorların sürgün yeri olarak kullanıldığı; kimi kaynaklara göre de, Bizans İmparatoru II. Justin’in 567 yılında Büyükada’da görkemli bir saray ve manastır yaptırdığı için verilmiştir. Eski devirlerde ulaşımın güç, kaçmanın ise adeta imkansız olduğu adalar, asıl ününü, din ve taht kavgalarıyla sarsılan Bizans’ın sürgün ve çile beldesi olarak kazanmıştır. Anakaraya yakınlığı nedeniyle Kınalıada, sürgünlerde en çok tercih edilen yerdi. Özellikle 8. yüzyılda ve sonrasında gözden düşen din adamları, siyasal rakip olarak görülen saray mensupları, prensler, naipler hatta imparator ve imparatoriçeler, çoğunlukla da ağır işkenceler altında, gözlerine mil çekilerek adalara sürgün edilmişler, orada hayat boyu çile doldurmaya ya da ölüme terk edilmişlerdir. Bizans İmparatoru IV. Romanus Dyojen, 1071 yılındaki Malazgirt Savaşında Selçukluların bozgununa uğradıktan sonra, ardılı VII. Mikhail Dukas tarafından gözlerine mil çektirilip Kınalıadadaki Metamorfoz (Başkalaşım) Manastırı’na sürgüne yollanmış ve 4 Ağustos 1072’de Kınalıada’da ölmüştü. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun Adaların trajik tarihini yorumlayışı ilginç ve çarpıcıdır: "Adalar, pitoresk bir tabiat yapısı ile zengin tarih haralarına sahiptir. Her adımda yirmi asırlık bir tarihin izine rastlanır. Çam ormanlarıyla örtülmüş tepeleri, türlü kır çiçekleriyle bezenmiş vadileri, Marmara dalgalarının çırpındığı kıyıları, bir zamanlar buralarda taç ve tahtından mahrum edilmiş imparatorların işkenceler, mahrumiyetler altında ve korkunç bir sefalet içinde inleyip mahvolduklarına inandıramaz." BÜYÜKADA Eski adı Prinkipo olan Büyükada, Adalar ilçesinin merkezidir. Bu adanın en yüksek yeri ise Adaların da en yüksek yeri olan Yücetepe, herkesçe bilinen adıyla Aya Yorgi Tepesidir. Tepedeki Aya Yorgi Kilisesi özellikle 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde her dinden dilek sahiplerinin uğrak yeridir. Çamlık ormanları, ahşap, kagir ya da ikisinin karışımı eski konakları, köşkleri ve sakin yaşamı ile bir güzellikler beldesi olan Büyükada; doğal güzelliklerinin yanı sıra dünyanın en eski ve en büyük ahşap monoblok yapılarından biri olan Rum Yetimhanesi (Prinkipo Palas) ve çok sayıda özgün tarihi eser ve dini mimari yapıları ile görülmesi gereken güzelliklerdendir. Ayrıca Türk Edebiyatının ünlü romancılarından Reşat Nuri Güntekin de burada yaşamıştır. HEYBELİADA Karşıdan görünüşü bir “heybeye” benzediği için Heybeliada diye adlandırılan bu adanın kuşbakışı görünümü aslında bir serçenin profilini andırır. Çam ormanlarıyla kaplı adanın ikliminin özellikle tüberküloz diye bilinen verem hastalığına iyi geldiği 16. yüzyılda keşfedilince III. Mehmet döneminin (1595-1603), İngiliz sefiri olan E. Borton, tüberküloza yakalandığında Heybeliada’ya gelmiştir. 1924 yılında Atatürk’ün emriyle açılan sanatoryumda nice “ince hastalığa” yakalanan hasta şifa bulmuş, ancak sanatoryum 2005 yılında kapanmıştır. Adanın kuzeybatısında Ümit Tepesinde bulunan ve 1844 yılında din adamı yetiştirmek için faaliyete geçen Heybeliada Ruhban Okulu, 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adını taşımış, daha sonra bulunduğu ada ile özdeşleşerek Heybeliada Ruhban Okulu olarak anılmaya başlamıştır. 1971’yılında Türkiye'deki tüm özel yüksek okulların devlet denetimine girmesi ile ilgili karar gereği, bu değişikliğe razı olmayan Fener Rum Patrikhanesinin karşı tutumu nedeniyle okulda teoloji eğitimi kaldırılmış, okul sadece lise düzeyinde eğitim vermeye devam etmiş, okul 1971-1972 eğitim döneminde patrikhane tarafından tamamen kapatılmıştır. 1912-1944 yılları arasında Heybeliada’da yaşayan romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Ruhban Okulunun karşısında, adanın en güzel manzaralı tepesinde bulunan evi, bakımsız ve ihmal edilmiş bir müze ev olarak ziyaretçilere açık. Evdeki en ilginç objeler ise yazarın kendi işlediği danteller, el işleri ve yazdığı kitapları… Bunun dışında İsmet İnönü ve ailesinin yazlık ev olarak kullandıkları ve Atatürk’ün hediye ettiği eşyalarla döşenmiş, asıl adı Mavromatakis Köşkü olan ev de İsmet İnönü’nün ailesi tarafından yönetilen İnönü Vakfı’na bağlı bir müze olarak ziyaret edilebilir. Bunların dışında Heybeliada’da Deniz Lisesi, Hristos Manastırı, adanın en eski manastırı ve kilisesi olan Aya Triada, Süslü mezar, Heybeliada Camii ile Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülmeye değer yerler arasındadır. Ayrıca çamlar altındaki plajlarında denize girerken Münir Nurettin üstâdla “mehtaba çıkmayı” da unutmamalı Heybeli’de… BURGAZADA Çam ormanları ve zarif ahşap köşkleriyle Prens Adalarının büyüklük olarak üçüncüsü olan ve Yunanca kale/burç anlamına gelen Burgaz (Pyrgos) adını alan adanın tek tepesi Bayrak Tepe’dir. Çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından hikâyeci Sait Faik Abasıyanık, hayatının bir bölümünü burada geçirmiştir. Burgazada ve diğer İstanbul Adaları, hikâyelerinde önemli yer tutmuştur. Abasıyanık’ın Burgaz'daki evi, Sait Faik Müzesi adıyla müze haline getirilmiştir. İstanbul'daki Rum nüfusun azalmasıyla birlikte, adadaki Rumların sayısı da çok azalmıştır. Bugün adada çok az Rum kalmasına karşılık, İstanbullu Yahudilerin sayısı artmıştır ve adanın nüfusunun büyük bir oranını Türkler oluşturmaktadır. Adanın sol yamacındaki Avusturya Lisesi’ne ait binalarda ise Avusturyalı rahip ve rahibeler yaşamaktadır. KINALIADA Demir ve bakır madenlerinin etkisiyle kızılımtırak olan toprağının renginden dolayı Kınalıada diye adlandırılan ve Prens Adalarından İstanbul’a en yakın olan adadır. Hem ağaç ve yeşillik yönünden hem de tarihi doku yönünden çok fakirdir. Hızlı betonlaşmayla adeta İstanbul’un küçük bir kopyası haline gelen adada daha çok Ermeni vatandaşlar yaşamaktadır. Adalardaki tek Ermeni Kilisesi olan Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi Kınalı Adadadır. Manastır Tepesi diye bilinen yerde de Rum Ortodoks Hıristos Manastırı bulunmaktadır. SEDEF ADASI Adalar’ın yerleşime açık olan en küçük adası olan sedef Adası 1.300 x 1.100 metrekare büyüklüğündedir. Eski adı Terebinthos olan adaya üzerindeki bitki örtüsü uzaktan bakıldığında sedefe benzediği için Sedef Adası adı verilmiştir. Eskiden tavşanı bol olduğu için Tavşanadası adı da kullanılmıştır. Sedef Adası da, diğer İstanbul adaları gibi Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmıştır. Adanın en önemli sürgünlerinden biri, miladi 857 yılında adaya gönderilen Patrik Ignatios’tur. Ignatios, on yıl adada çeşitli işkencelere maruz kalarak yaşadıktan sonra, 867 yılında yeniden patrik seçilmiştir. YASSI ADA 27 Mayıs Darbesi döneminde burada gerçekleştirilen ve Demokrat Partililer ile dönemin başbakanı Adnan Menderes’in de yargılandığı, günlerce süren duruşmaları ile de tanınan Yassıada, Marmara Denizi’nde İstanbul’a yakın küçük bir adadır. Biri sivri, diğeri yassı görünümlü olan, birbirine yakın iki metruk adadan yassı olanıdır. 1859’da adayı İngiltere’nin İstanbul sefiri Sir Henry Bulwer satın alır, sahilde burçları olan kaleye benzer bir bina ile adanın ortasına enteresan bir mimari üslupta, şato büyüklüğünde bir köşk inşa ettirir. Ancak bir müddet sonra bu şehirden uzak ve ıssız yerde sıkılarak adayı satışa çıkarır. Osmanlı Hükümeti Bulwer’den adayı bir Türk’e satmasını ister. Bu kez arazi, bahçe, bağ ve binalar Mısır Hidiv’i İsmail Paşanın ilgisini çeker ve adayı satın alır. Fakat o da, kısa bir süre sonra, bu şehirden uzak olan Yassıada’dan sıkılır. Tekrar birkaç bekçi ve martılardan oluşan adada ıssız günler başlar. 1947’de Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınan ada 1952’de eğitim hizmetlerine açılmıştır. 27 Mayıs Darbesinden (1960) sonra burada kurulan mahkemelerde Demokrat Partililer yargılanmıştır. Mahkeme sonunda idam cezasına mahkum edilen 15 sanıktan Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun cezaları İmralı Adası’nda infaz edilmiştir. Yassıada Yargılamaları bittikten sonra, ada yeniden Deniz Kuvvetlerine teslim edilmiş ve buradaki eğitim faaliyetleri 1978 yılına kadar sürmüştür. Not: Prens Adalarına ulaşmak için Şehir Hatları vapurlarından veya motorlardan yararlanabilirsiniz. Şayet Yassı Adaya gitmek isterseniz başınızın çaresine bakmanız gerekir.

  • Dostum Tuncer Cücenoğlu

    Üretken tiyatro yazarımız Tuncer Cücenoğlu da 18 Temmuz 2019 günü aramızdan ayrıldı. Onun hakkında yazmazsam üzerimde hakkı kalır diye düşünüyorum. Aynı yaşta olduğumuz, eserleri 30’dan hazla dile çevrilen bu üretken yazarımızla yüz yüze hiç görüşmedik. Kültür hayatıyla ilgilenen herkes gibi yalnızca adını duyardım. Doğrusu nasıl bir yazar olduğu hakkında bir bilgim yoktu. Çünkü hiçbir oyununu izlediğimi de hatırlamıyorum. Ben Ankara’da oturuyorum. Cücenoğlu ise İstanbul’da yaşıyordu. Ama artık kalıcı dostluklar kurmak, birbirimizi anlamak için sosyal medya denilen bir aracımız da var. KALP KALBE KARŞIDIR 9 Nisan 2013 günü “Sabahattin Ali’yi Anarken” yazımı paylaştım. Aynı gün Cücenoğlu verdiği yanıtta, yazımı beğendiğini ve kendisinin aynı konudaki oyun kitabını göndereceğini yazdı. Birkaç gün sonra postadan çıkan "Sabahattin Ali'yi Kim Öldürdü" kitabını “Zeki Sarıhan dostuma merhaba” diye imzalamış. Bu “dostum” sözcüğünün imza masalarında herkes için kullanılan bir niteleme olmadığı, kalıcı bir dostluğa “merhaba” dediği anlaşılıyordu. Öyle de oldu. Kitapta Sabahattin Ali’nin genç yaşında meslekten atıldığı ve göreve dönmesi için Atatürk’ü öven bir şiir yazmasının şart koşulduğu anlatılıyordu. Sabahattin Ali bunu yerine getirmiş ve mesleğe dönmüş… Ne yazık ki 1930’lu yıllarda böyle bir adalet sistemi vardı. Nazım Hikmet de 1937’de cezasının affedilmesi için Atatürk’e cezaevinden bir mektup yazmak zorunda kalmıştı! O zamanki adalet sisteminin nasıl işlediği konusunda sayısız örnekten biri olan Sabahattin Ali’ye şiir yazdırılmasının üzerinde de durmak gerektiğini Cücenoğlu’na yazdım. Ona 24 Nisan 2003 günü birkaç kitabımı gönderdim. Karşılık olarak bana 12 kitabını içeren bir koli gönderdi. Onun benim kitaplarımı okuyup okumadığını bilmiyorum. Fakat onun kitaplarını sıra ile okumaya başladım. Çığ, Kızılırmak, Helikopter, Neyzen Tevfik, Yeşil Gece, Boyacı, Tiyatrocular, Kadın Sığınağı, Gece Kulübü, Toplu Oyunlar 1, Toplu Oyunlar 2… Daha sonra Facebook ve e-posta gruplarında paylaştığım yazılarımdan bir kısmına Cücenoğlu’ndan övgüler aldım. Mütareke döneminin ünlü gazetecilerinden Mahmut Sadık’ın “Ermeni Tehciri ve Almanlar” başlıklı yazısını 18 Aralık 1918 tarihli Yeni Gazete’den aktararak 12 Nisan 2015 günü paylaştım. Yazıda Enver Paşa’nın Almanların isteğine boyun eğerek ülkeyi nasıl savaşa soktuğu, Ermeni tehcirinin de bir Alman isteği olduğu anlatılıyordu. Bu yazımı Facebook arkadaşlarından yalnızca 24 kişi beğendi ve altı kişi de paylaştı. “TÜRKİYE’NİN VİCDANISIN” Cücenoğlu ise bu yazıya gönderdiği notta “Türkiye’nin Vicdanısın!” diyordu. Bizde suçu Ermenilere yüklemeden tehcir konusunda yazı yazmak bayağı cesaret istiyordu (Hâlâ da öyledir). Tabu sayılan bu konuya Cücenoğlu’nun bakışı bana cesaret verdi. 19 Nisan 2015 günü de “Bu Bir Soykırım Tartışması Değildir” başlıklı yazımı paylaştım. Yazıda, sermaye birikimi yapmakta treni kaçırmış olan Türk burjuvazisinin bir an önce zengin olmak için azınlıkların elindeki ticaret ve sanayiiye göz diktiğini, milliyetçilik maskesi takınarak azınlıkları mahvettiği anlatılıyordu. Yazıya görsel malzeme olarak yeni okuduğum Nesim Ovedya İzrail’in “24 Nisan 1915-İstanbul, Çankırı, Ankara” kitabının kapağını koydum. 42 arkadaşın beğendiği yazı yalnız yedi paylaşım aldı. Cücenoğlu bu yazımı kendi e-postasında paylaştı. Önceki yıl 5 günlüğüne gittiğim Ukrayna’dan dönüşte, gezi izlenimlerimi anlatan yazılarımdan birine Cücenoğlu’ndan bir not geldi. Oyunlarının Ukrayna’da temsil edildiğini, Ukrayna ile ilgili yazılarımı bu ülkenin İstanbul Konsolos Yardımcısına ilettiğini, İstanbul’a geldiğimde uğrarsam beni Türkolog da olan konsolos yardımcısı ile tanıştıracağını bildirdi. Ne yazık ki ben bu şansı kullanamadım. Cücenoğlu önceki yıl yazdığı bir notta, oyunlarından birinin Ankara’da sahneleneceğini, beni de oyunu izlemeye beklediğini yazınca, hem oyununu izlemek hem de kendisiyle görüşme fırsatı doğacağından sevindim. Fakat bu sahnelenme nedense yapılamadı. Her zaman yazar ve söylerim. Gerçek sanatçı, toplumunun önünde yürür. Tuncer Cücenoğlu da bunlardan biridir. Bu nedenle toplumun vicdanını taşıyan onlardır. Yazılarımla ilgilenmesi ve kitaplarının tümünü göndermesi alçak gönüllülüğünün de kanıtıdır. (20 Temmuz 2019)

  • Antalya

    Buradan (Alanya’dan) Antalya’ya doğru yola çıktım. Bu şehir, yüzölçümünün genişliği, nüfusunun çokluğu ve planının muntazamlığı itibariyle bölgenin en önde gelen şehirlerindendir. Her fırka diğer fırkalardan tamamen ayrıdır. Hristiyan tüccarları “Mina” adıyla bilinen mahallede oturmaktadırlar. Mahallenin etrafı bir surla çevrilmiş olup geceleri ve cuma vakti kapıları kapanır. Şehrin eski sakinleri olan Rumlar, diğerlerinden ayrı olarak başka bir mahallede otururlar. Bunların mahallesi de bir sur ile çevrilmiştir. Aynı şekilde Yahudilerin de sur içinde ayrı bir mahallesi bulunur. Şehrin hâkimi, idesi ve devlet ricali de yukarıda açıkladığımız şekilde, şehrin öteki mahallelerinden ayrı olarak etrafı surlarla çevrilmiş bir kalede oturmaktadır. Müslümanlar ise asıl şehirde ikamet ederler. Bu beldede bir cami ve medrese ile birçok hamam, gayet tertipli ve geniş çarşılar vardır. Şehrin etrafı, yukarıda zikrettiğimiz mahalleleri de ihtiva eden büyük bir surla kuşatılmıştır. Buranın bağ ve bahçeleri çoktur. Meyveleri ise pek nefistir. Özellikle “kamereddin” denilen bir çeşit kayısısı vardır ki pek lezzetli olduğu gibi çekirdeği de tatlıdır. Bu meyve kurutulduktan sonra çok makbul sayıldığı için Şam ve Mısır gibi memleketlere gönderilir. Şehrin, yazın en sıcak günlerinde bile buz gibi soğuk, lezzetli su kaynakları vardır. Burada Şeyh Şehabeddin-i Hamevî’nin medresesine indim. Güzel sesli çocukların her gün ikindiden sonra cami ve medresede Fetih, Mülk ve Amme sûrelerini okumaları bir gelenekti. * İbni Battuta: 1304 ve 1369 yılları arasında yaşamış ünlü Faslı seyyah İbn-i Batuta’nın eserinde Anadolu şehirlerinden birkaçını da bulabiliriz. Dünya tarihinin en büyük seyyahlarından biri olarak kabul edilen Faslı Seyyah İbn-i Batuta, 29 yıl süren ve Çin’den İspanya’ya kadar yaklaşık 130 bin kilometreyi bulan seyahatleri boyunca İslam dünyasının ve çevresinin büyük bir bölümünü gezmiştir. Antalya, Burdur, Eğridir, Denizli, Tavas, Muğla, Bursa, Amasya, Kayseri ve Sivas gibi şehirler İbni Batuta’nın gezdiği ve Rihle adlı seyahatnamesinde yer verdiği bazı Anadolu şehirlerdir. Örneğin Bursa’da Orhan Beyle görüşmüş ve seyahatnamesinde ondan “Türkmen hükümdarlarının en ulusu” olarak bahsetmiştir. Yine ahilik hakkında da önemli bilgiler vermiştir. Ayrıca Bizans dönemi İstanbul’unu ziyaret eden İbn-i Batuta, seyahatnamesinde oradaki yaşama da değinmiştir.

  • 2017’nin En'leri

    En çok üzen: Bombalı saldırılarla kitle katliamları. En nefret edilen: Halkın yarısının da nefret ettiği, adını yazmaktan korktuğum kişi. En ibret verici: Fetullahçıların düştüğü durum. En akılda kalacak olan: “Ne istediniz de vermedik?” En kibirli söz: “Sen kimsin ya! Sen bir kere benimle muhatap olamazsın!” En tehlikeli girişim: İktidarın sivillerden bir karşı devrim ordusu kurması. En karşı çıkılması gereken: Tek adam diktatörlüğü. En kayıplara karışan kavram: Hak ve özgürlükler. En fos çıkan siyaset: Şam’da Emevi Camiinde Cuma namazı kılmak. En antidemokratik uygulama: Seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanması. En tiksindirici: Çocuk istismarcıları ve kadın cinayetleri. En görkemli eylem: Adalet Yürüyüşü. En uzun direniş: Semih ve Nuriye’nin açlık grevi. En hedefteki: Kemal Kılıçtaroğlu. En ün kazanan ada: MAN Adası. En büyük itirafçı: Rıza Zarrap. En haksızlığa uğrayan: Tutuklanan Milletvekili ve gazeteciler En şaşırtıcı olan: Bir zamanlar proleter sosyalizmini savunmuş bir grubun Tayyip Erdoğan’ı desteklemesi. En okunacak gazete: Cumhuriyet. En iyi köşe yazarı: Taha Akyol. En acayip şahsiyet: Sevan Nişanyan. En beğendiğim roman: Kuyucaklı Yusuf. En çok bilgilendiğim kitap: Tanzimat. En kalifiye edebiyat sitesi: Mavi Ada. ( www.adadergi.com ) En unutulmaz gezi: Tunceli ve Ovacık gezisi. En çok memnun eden: Üç kitabımın peş peşe basılması. En verimli uğraş: Okumak ve yazmak. En çok istediğim şey: Bilge insanlarla tanışıp sohbet etmek. En mutsuz eden: Aylarca süren diş tedavisi. En zevklisi: Ezber bozmak. En kârlı alışveriş: Lahana çorbası ile kitap takas etmek. En dinlendirici olan: Kedi yavrularıyla oynamak. En kaygı verici: Ölenlere bakarak yaşlanmakta olduğunu hissetmek. En sinir bozucu: Paylaştığım yazıları zaman zaman Googol’un geri çevirmesi. En teşekküre değer: Beni şahsen tanımadığı halde yazılarım için blok kuran Salih Türk. (29Aralık 2017)

  • Hikaye İçinde Hikaye

    Kolej yıllarında oda paylaştığım bir arkadaşım Nihat Genç’in “İyi Kocalar, Korkak Aşıklar” makalesini yollamış, keşke okusan da hakkında konuşsak demiş. Nihat Genç’i kendine yakın buluyormuş, bense kendisini Ekşi Sözlüğün sol frame’inden başka yerde görmediğimi itiraf edeyim. Hiçbir kitabını da okumadım, ama bu makalesini okudum. Makalenin "Bu romanlar, kumpaslara ve ihanetlere karşı plansız, projesiz ve bir kasıt taşımayan; insan varlığımızı koruyan kalkanlar, insan yüreğimiz ve kabuğumuz oldu. Cesetlerinden köprü yapıp geçen Annibal orduları gibi…" kısmını okuyunca aklıma geçenlerde dinlediğim ve çok sevdiğim bir hikaye geldi. Hikayelerin, özellikle iyi yazılmış kitaplardaki hikayelerin insan yaşamı üzerindeki etkisini çok güzel anlatan bir hikaye bu. Hikaye içinde hikaye yani… Muhammet Somali'de hayatının en güzel altı ayını yaşıyordu, sevdiği işi yapıyor ve yeni evlendiği karısına dinlemesi için kaset dolduruyordu. Yazdığı bir mektup yüzünden Somali Hükümeti tarafından müebbet hapse mahkum oluyor ve tek kişilik bir hücreye atılıyor. Hamam böcekleri dışında başka canlı görmeyen Muhammet, sekizinci ayın sonunda yan duvardan bir fısıltı duyuyor. Hapse atıldığı mektubu yazmasına neden olan doktorun da yan hücrede olduğunu anlıyor böylece. Doktor ona duvara vurarak kendi aralarında yarattıkları bir kodla konuşmayı öğretiyor. Günlerce aylarca duvara vurarak konuşuyor, birbirlerine fıkra, hikaye anlatıyorlar. Doktor, Muhammet tutuklandıktan sonra içine birkaç eşya ve birkaç kitap koyduğu çantası ile hazır bekliyor; her an çalacak kapıyı, gelecek polisi… Ama hapiste eşyaları hatta gözlüğü bile ona verilmiyor. Muhammet hapiste tek kişilik hücrede giderek delirmekten korkuyor, geceleri karabasan görüyor sürekli ve birkaç kere uyanıp doktorla konuşmak istiyor. Gece kaç kere olursa olsun, saat kaça olursa olsun doktor kalkıp onunla konuşuyor, onu sakinleştirmeye çalışıyor. Muhammet en çok da karısına kızıyor, onu aramadığı, sormadığı için öfkeleniyor. Kadıncağızın arama sorma imkanı olmadığını bilmesine rağmen giderek içi bileniyor ona karşı. Karısının onu boşadığını sanıyor, zaten altı aydır evliydiler, zaten karısı çok gençti, zaten kocası hapse giren siyasi suçlulara baskı yapılıyordu kocalarını boşamaları için. Muhammet karısının dışarıda iyi bir hayat yaşadığını, belki tekrar evlendiğini düşünerek delirecek gibi oluyordu. Ama ikinci yılın sonunda doktor iki yıldır giydiği giysilerini değiştirmek üzere hapishane müdürünün odasına çağrılıyor. Doktor çantasından giysilerini alırken kitaplarını görüyor ve müdürden alamayacağını bildiği halde kitaplarını almak için izin istiyor. Müdür ona bir kitap alması için izin veriyor ve o da kitapların en kalını olan Anna Karanina'yı alıyor, hücreye götürüyor. Günlerce, aylarca duvardan duvara Anna Karanina okunuyor böylece. Kitap İngilizce; 800 sayfa, 350000 kelime, yaklaşık 2 milyon harf, her harf birkaç tıklama… (Dünyanın en zor okunan kitabı olmalı) Doktor bileği ve parmağının incinmemesi için elini çarşafı ile sarıyor ve kitabı okumaya (tıklamaya) başlıyor. Edebiyat tarihinin en iyi başlangıç cümlelerinden biri olan şu cümleyle; "Mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Hikâyenin burasından sonrası Anna Karanina'nın Muhammet'in üstündeki etkisi hakkında. Muhammet’in Konta olan nefreti Anna, güzel siyah kadife elbisesiyle baloya gidip onunla dans ettiğinde başlar, çünkü kont askerdir ve üniforma giyiyordur. Muhammet de askeri bir hapishanededir. Hikâye malum; Anna, Kont Vronski'ye aşık olur, kocasını aldatır, aşığından hamile kalır. Buraya kadarı olanlar o zamanlar soylular arasında yaşanan olağan işler, ama Anna sonra hiç yapılmamışı yapar ve sevmeden evlendiği kocasını ve küçük çocuğunu terk eder ve aşığıyla yaşamaya başlar. Anna toplumdan afaroz edilir, Kont Vronski ise erkek olduğu için yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam eder, davetlere balolara gider Annasız. Anna sevdiği adam onu sevseydi, onu bu durumdan kurtarmaya uğraşırdı diye düşünür ve çok üzülür. Muhammet de karısı için aynı şeyi düşündüğünden kendini Anna'da görür. Anna toplumun baskısı yüzünden yalnız ve acılar içinde kıvranırken Muhammet de hapiste yalnız ve acılar içindedir. Anna'nin çektiği kıskançlık acılarının aynısını Muhammet hücresinde çeker. Bu acılarla aklını kaybedeceğini düşünen Muhammet kendini 1800’lerde yazılmış kitabın kadın kahramanında işte böyle bulur. Romanın 750. sayfasına gelindiğinde Anna Kont Vronski'le Moskova’da yaşamaya başlamıştır. Hava sıcaktır, Vronski annesini ziyarete gitmiştir. Anna Kont'un annesinden nefret eder, çünkü onun oğlunu genç bir kadınla evlendirmeye çalıştığını biliyordur. Anna bir yandan onsuz Vronski’nin hayatının kolaylaşacağını düşünür, bir yandan da Kontun da onun kadar acı çekmesini ister ve olaylar gelişir. Birden, Vronski'yi ilk tanıdığı gün trenin altında kalıp ezilen adamı hatırlar, ne yapması gerektiğini anlamıştır artık. Raylara giden merdiveni koşar gibi iner. Trenin geçeceği yerin yakınında durup vagonların alt kısımlarına, zincir ve vidalara bakar. Ön ve arka tekerleklerin arasını tasarlamaya ve tam önünden geçeceği zamanı atlamaya çalışır. Trenin gölgesine ve kararmış traverslere bakarak, “evet tam ortasına atlayacağım, hem kendimden hem başkalarından kaçmış olacağım, ona cezasını vereceğim" diye düşünür. Muhammet tıklamaları dinlerken Anna'nın intihar edeceğini anlar, ağlamaya başlar, ama gözyaşları sadece kendisi için değildir, bu sefer karısı için de ağlar. Onun da kim bilir ne kadar acı çekmiş olabileceğini düşünür ilk defa. Ayrılıklarının ikinci yılında kendini ilk kez karısının yerine koyar, onun için çok üzülür. İyi bir eş olabilmiş miydim ona, diye sorar kendine. O mektubu yazdığı ve eşini de bu duruma mahkum ettiği için ilk defa kendini suçlar. Evet kendisi hapisteydi ama dışarıda da karısı kim bilir neler çekiyordu. İlk defa kendine acımak yerine karısına acır ve böylece kendini çok daha iyi hisseder. Tolstoy’un sihridir bu olay deniliyor. Kendisini herkesin yerine koymuş gibi yazar Tolstoy, olaylara değişik açılardan da bakmamızı sağlar. Kitaptaki karakterler de sürekli birbirlerini tartarlar ve birbirlerini daha iyi anlamaya çalışırlar. Hikaye iyice uzadı ama dahası da var, yorulmadıysanız. Muhammet Somali'de siyasi rüzgarlar değişince, sekiz yıl sonra hapisten çıkar. İç savaş eskiden yasadığı şehri yerle bir etmiştir. Karısı çalıştığı bankanın müdürü tarafından Muhammed’i boşaması için baskıya uğramıştır ama kadın boşanmamıştır. O zaman müdür de kadını başka bir şehre sürmüştür. Muhammet çıktığında karısı Almanya’da göçmen kampında yaşamaktadır. Oraya yakın başka bir ülkede buluşmaları için on ay daha geçmesi gerekir. Muhammet karısını görürü görmez tanır, karısı ona koşar, kucaklamak için kollarını açar ama Muhammet ona sadece elini uzatır sıkması için. Ona tam o anda ne olduğunu anlayabilmek için Muhammet tekrar kitaba döner ve kendini bu sefer Konstantin (Kostya) Dmitrich Levin'e benzetir. O anda, Levin'in bütün kitap boyunca yaptığı gibi kendinden şüpheye düşer çünkü. Orada yıllarca kavuşmayı beklediği karısının karşısında ruhsuz, duygusuz kalır. Ama kitabın sonundaki Levin gibi o da her şeyin mükemmel olamayacağını bilahare anlar ve elindekilerle mutlu olması gerektiğine karar verir. Hapisteyken yaşamadığı anlar ve yaşama kaldığı yerden devam edebilmesi için her şeyi tekrar öğrenmesi gerektiğine karar verir ve öyle de yapar. Tekrardan sevmeyi öğrenmesinin zaman alacağını, karısının sekiz sene tek başına yaşayan bir insanla tekrar beraber olabilmesi, yaşayabilmesi, anlaşabilmesi için çok çaba sarf etmesi gerektiğini anlar. Bunu bilmek onun karısıyla tekrar beraber yasamaya alışmalarına, birbirlerine tekrar aşık olmalarına yardım eder. Bunu da dünyasını zenginleştirdiği için Tolstoy'a borçlu olduğunu söyler. Bu hikayeyi çevirirken internette Anna Karanina için ne yazılmış diye bir ara baktım. Bir sürü makale var, yazanların hemen hepsi de erkek. Acaba kadınlar Anna için ne düşünüyor diye sordum kendime. “Madam Bovary’yi, Kız Kardeşim Carrie’yi, Anna Karenina’yı” çok genç yaşta lise yıllarında okudum. Onların dünyası benimkinden çok uzaktı ve benim aklımda kendi hayatımın paralelindeki tek olgu, Anna’nın çocuğunu arkasında bırakmak zorunda kalışı ve çocuğunu görebilmek için yaptıkları ile kocasının katı davranışlarıydı. Daha sonraları yaşım geçtikçe kendilerine çizilen yolda yürümek istemeyen her kadın kendini öldürmek zorundadır felsefesini kakalamak isteyen Avrupalı yazarlara diş bilediğimi hatırlıyorum. Çok genç yaşta bile Kont Vroski’nin işe yaramaz biri olduğunu hemen anlamış ve sırf aşık olduğu için çoluğunu çocuğunu bırakan Anna’ya kızmıştım. Aşk dediğin şeyin insanın başına bela açmaktan başka işe yaramadığını görmek için Anna Karanina’yı okumak gerekmiyordu ben büyürken. İnsanın etrafına bakması ve görmesi yetiyordu. Aşk için kendini oradan oraya atan kadın varsa etrafımızda sonu zaten iyi olmuyordu. Onlar aşk meşk derken, erkekler doktor mühendis oluyor hayata atılıyor para kazanıyor ve sonra kendilerine aşkla bağlı kadınları sepetliyorlardı. O zaman en iyisi okumak, onlar gibi doktor mühendis olmak aşk kapanına düşmemekti. Nihat beyin bahsettiği “Kadının içinden patlaya patlaya fışkıran, akıl mantık, gelenek ve iradeyle durdurulamayan volkan” olayı kağıt üzerinde hoş durmakla birlikte bizler için lüksten başka bir şey değildi.mGene de Tolstoylara Flaubertlere, Dresierlere uzun yaz tatillerinin sıkıcı günlerini ve gecelerini doldurdukları ve başka dünyaları bize açıp aydınlattıkları için buradan teşekkür edelim…

  • Kızıl Papaz ve Vivaldi'nin Dört Mevsimi

    - videoya tıklayarak müzik eşliğinde okumanız önerilir- KLASİK ve SIRADANLIK İktidar güzel şeydir, güç ya da dünyalık ondadır, doğru, ama evrensel ve kalıcı değildir. Sanatçınınsa derdi o olmalıdır; EVRENSELLİK. Diğer türlü olsaydı dünyalıklarını karşıladıkları dönem kilisesinden başka kim tanırdı Rafael'i, Da Vinci'yi? Öteki halde iyi şiirine karşın dünyalığını doğrulttuğu iktidara silahşör olarak onlarla beraber tarih olan Necip Fazıl olursunuz, iktidarın sürgün edip vatansız yaptığı ama insanlığın evrensel şairliğe yükselttiği Nazım Hikmet değil. Sanat keseye, iktidara değil, zevk ve beğeniye hizmet eder, dersek yanlış olmayacaktır. Buna bakıp hani o beylik sözü gözlük alırsan; "zevkler ve renkler tartışılmaz..."ı yani, görecedir başarısı ve değeri denilebilir değil mi? Sen beğenmiyorsun ama öteki beğenir... dersen olur mu? Öyle san, komik olursun. Konu yumurtaysa yaptığın önce yumurta olmalı; gezen tavuk, çift sarılı ayrıntısı ayrı... Belli ölçütleri karşılayamayan, alanında çıtayı aşamayan bir yapıt çok kişi tarafından bilinip beğenilse de belki moda olabilir ama sanat yapıtı olamaz. Hele klasik hiç… Klasik, sıradan sanat yapıtından daha ötesi aşkın eser demektir, tartışılmaz, yani çift sarılı yumurta... Yapıtın sanat eseri olduğunu kanıtlamasının yanında çağlar boyunca nitelikli olarak tanımlanmış, sanatçısı ve ismi yaygın olarak bilinen yapıtlardan biri olduğu gelir akla. Picasso’nun Guernica ya da Boticelli’nin “Venüs” tablosu ya da Montaigne’nin Denemeler kitabı.. gibi. Konu müzikse Rodrigo’nun Gitar Konçertosu, Beethoven’in Ay Işığı Sonatı, Ravel’in Bolerosu… örneklenebilir. Hele Vivaldi’nin “Dört Mevsim”’i denilince akan sular durur. Adından da anlaşıldığı gibi dört mevsimi, mevsimlerin tipik özellerini, KIŞ bölümünde üşürsünüz, sarılacak bir şey ya da bir kişi ararsınız, BAHARda o hercai coşku, SONBAHARda ne giyeceğini bilemeyen insan hali, YAZ da ise rehavet... yansıtacak dende başarılı olmasının yanında insan ruhundaki o ana bağlı dalgalanmaları da çok güzel hissettirir. YAZ da rehavet hali dedik ya "4 MEVSİM"in YAZı fırtınalıdır, hele sonları. Bunda temel etken de sanatçının yapıtına insanı yani direk kendini de katmış olmasıdır. VİVALDİ , sara hastasıdır ve YAZ mevsiminde sıkıntıları artar Sayısız reklam ve filmde kullanılmış, birçok farklı tür ve anlayıştaki müzisyende farklı enstrümanlarla “Dört Mevsim”i yorumlanmıştır. Dört Mevsim'e değinmeden ilginiz yoksa bilmediğiniz bazı müzik terimlerine değinmeli. Konçerto bir çalgının teknik özelliklerini ön plana çıkartmak amacıyla yazılmış, orkestra eşliğinde seslendirilen, genellikle üç bölümden oluşan müzik eseridir. Vivaldi ve ardılı da sayılabilecek Bach bu şekle esas karakterini vermişlerdir. DÖRT MEVSİM İnsanı ruhunu lodos yemiş deniz gibi altüst eden bu uzun soluklu yapıt "4 MEVSİM", İtalyan besteci Antonio Vivaldi tarafından keman için bestelenmiş 4 konçertodan oluşan bir eserdir. 1725 yılında bestelenmiş Dört Mevsim, Vivaldi'nin en ünlü eseri olmakla beraber, aynı zamanda Barok ve klasik müzik repertuarının en ünlü örneklerindendir. Özgün içeriğe sahip konçertoların her biri, adını aldığı mevsimin özelliklerini yansıtır. Örneğin "Bahar" coşkulu ve tempoludur, "Kış", yüksek perdeden notalarla çalındığı halde, "Yaz" kendisinin "Fırtına" olarak da adlandırılan son bölümünde adeta bir fırtınayı çağrıştırır. Sara hastası olan Vivaldi, artan rahatsızlıkları nedeniyle yazdan nefret eder ve siz bunu o muhteşem müzikte derinden hissedersiniz. Sonbaharsa uyku zamanıdır. Belki de sanat yapıtlarının ortak gizemi burdan anlaşılır. Bir yapıt ne kadar çok bir insanı payda alırsa o kadar çok insanı kucaklayacak ya da evrenselleşecek demektir. Konçerto değindiğimiz gibi her bölümün başında açıklayan bir soneyle resmedilir. Bunlara göre; "İlk konçerto olan “İlkbahar”ın birinci bölümünde, kemanlardan kuş sesleri yükselir. Bahara özgü ne varsa sökün eder; bir derenin şırıltısı, meltem esintisi ve rüzgârın sesi... Bu tempolu ve coşkulu açılış o hercai bahar coşkusuna dinleyeni de taşır. İkinci bölümde yaylılar eşliğinde solo keman, bir çobanla köpeğinin ağaçların altında uyuklamasını seslendirir. Üçüncü bölümde ise sakin bir pastoral dans çalınır. İkinci konçertoda “Yaz”, zaman zaman fırtına ve yağmurların görüldüğü, boğucu sıcaklıkta bir mevsimdir. İlk bölümde güneşin merhametsiz sıcağıyla adeta yanıp kavrulan insanlar, hayvanlar ve ağaçlar anlatılır. Ardından orkestra; kuşların şarkılarını, rüzgârın sesini ve yaklaşan bir fırtınanın uğultusunu seslendirir. İkinci bölümde, uykulu bir küçük çobanın, çakan şimşekler ve sinekler nedeniyle uyuyamaması canlandırılır. Son bölümde ise fırtınanın kükreyişi, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun ekinleri yerlere yatırması duyulur. “Sonbahar”, hasadın toplanmasını kutlayan köylülerin dansı ile başlar. Dansa, “Baküs’ün kadehi özgürce akar ve pek çoğu derin uykuda huzurlarını bulurlar,” sözleri eşlik eder. İkinci bölümde köylülerin içkinin etkisiyle birer birer uykuya dalışı canlandırılır. Son bölüm ise bir av anlatımıdır. Solo keman korkmuş av hayvanlarının çığlıklarını seslendirir. “Kış”ın ilk bölümünde; rüzgârlı, karlı ve buz gibi bir hava resmedilir. Solo keman ısıran ve iğneleyen rüzgârı, yaylı çalgılar ise titreyen ve ısınmak için ayaklarını yere vuran insanları anlatır. İkinci bölümde ise bir ateşin başında toplanmış köylülerin rahatlaması, huzur ve dinginliğe kavuşmaları canlandırılır. Konçerto, karda yuvarlanmanın ve buzda kaymanın heyecan ve keyfini yansıtan canlı bir allegroyla son bulur." Vivaldi yakın zamana değin pek bilinmedi. Ancak 1920'den sonra yapılan araştırmalar sonucunda kendi notları ve yüzlerce eseri gün ışığına çıktı. DÖRT MEVSİMe açıklayıcı olarak Bahar, Yaz, Sonbahar ve Kış başlıklı iki dörtlük ve üç dörtlükten oluşan 14 dizelik bir nazım şekli olan dört sone, yani şiirler de eklediği de çok bilinen değildir. Oysa müzik tarihinde ilk kez açıklamalı, şiirli eser yaratan da o olmuştur. Kullandığı temaların hepsinin bir adı vardır; “avcıların kovaladığı ceylan”, “buzda kayan adam”, “saka kuşu”, “pınarların fışkırması” gibi isimler kullandı. Konçerto hakkında bir diğer az bilinen bilgi ise, dört mevsimi ayrı ayrı başarıyla yansıtan bu yapıt genelde bahar temalıdır. Vivaldi’nin sara hastası olması nedeniyle en çok zorlandığı mevsim olan yaz ayının ve bitmesini hiç istemediği kış aylarının temalarını hüzünlü bir ezgi olan Minör ezgiyle yazmış olması da bir diğer bilinmeyendir. KIZIL PAPAZ “Kızıl Papaz” diyorlardı VİVALDİ'ye. Henüz kominizim icat edilmediğinden siyasi değildi kuşkusuz bu adlandırma. Kıpkırmızı saçları vardı ve gerçekten de rahipti. Antonio Vivaldi 1678’de Venedik’te doğdu. Terzi kızı bir annenin ve berber bir babanın oğluydu. Berber baba zamanla başarılı bir kemancı olacaktı. Kemancı babanın oğlu ne olur ki? O da ilk müzik eğitimini babasından alacaktı. Sonra papaz okuluna gitti. Vivaldi, 1703 yılında resmen papazlık görevine atandı. Bu arada kızlar yetimhanesinde keman öğretmeni oldu. Yetim ya da sakat kızlara keman çalmayı öğretiyor ve konserlerde seslendirmeleri için her ay iki konçerto yazıyordu. Bu dönemde Vivaldi besteci olarak dikkat çekmeye başladı. Op.1 sonat seti 1705 yılında yayımlandı. 1709 yılında yetim kızlara keman öğretmenliğinden ayrılmak zorunda kaldı. 1709'da Op.2 keman sonatını Danimarka Kralı IV. Frederik'e ithaf eden Vivaldi, konçerto yazımını sürdürüyordu. Hollandalı yayıncı Estienne Roger, Vivaldi'nin 12 konçertodan oluşan L'estro Harmonico adlı eserini yayımladı. Bu, dönemin en etkili müziksel yayını oldu. Almanya dışına hiç çıkmayan Bach'ın müziğinin İtalyan yanının oluşmasında önemli bir yeri olacaktı 1714'te Vivaldi'nin konçertolarını duyan Quantz, Albinoni ile birlikte Vivaldi'ye konçertoda reform yapmaları için ödenek bağladı. Ne güzel dönemmiş, ne güzel de ülke… Yeter ki sanatla uğraş diyorlar bir de maaş bağlıyorlar. Biz de ise bir partiye asker olursan dünyan garanti... 1723 ile 1724'te Roma'daki karnaval mevsimi için üç opera yazdı. Yine 1723'de Vivaldi, Pieta'nın yöneticileriyle ayda iki konçerto besteleme konusunda anlaştı. 1725'te yazdığı eseri Op. 8, Il cimento dell'armonico e dell'inventione ile ünü daha da yayıldı. Bu yıllarda opera sanatçısı Anna Giraud ile aşkı başladı. 1737'de görev yaptığı Ferrara'nın yöneticileriyle arasında sergilenecek operaların seçimi konusunda çıkan anlaşmazlık sonucu işinden ayrılacak, ardından Amsterdam'a yerleşecekti. 1741'de Graz'da sevgilisi Anna'yı dinlemek için Avusturya'ya yaptığı yolculuğu sırasında Viyana'da konakladığı bir dulun evinde ölecek, aynı gün de kimsesizler mezarlığına gömülecekti. Vivaldi'nin 500'den fazla konçertosu vardır. 94 tane opera yazdığı söylenmesine karşın, bunların ancak 50'si günümüze ulaştı. Farklı enstrümanlardan yararlandı. Viyolonselden solo enstrüman olarak onun yararlandığı kadar kimse yararlanmadı. Barok müziğinde nefesli çalgılar ağırlıktayken, onun müziğinde yaylı çalgılar öne çıktı. Yine de klasik estrümanları da başarıyla kullandığı yapıtları az değil, 230 keman konçertosunun yanında, flüt, obua, çello, viyola, mandolin konçertoları vardır. Klasik müzikle ilgisi olmayanların bile bildiği Dört Mevsim Konçertoları en sevilen eseridir. Bir müzik dehası olan Vivaldi'nin hırslı ve güçlü kişiliği, müziğine de yansıyacaktır. Huzurla uyu VİVALDİ, yerin aydınlık olsun.

  • Karamanname

    “Çağrıldığın yara gitmeye ar eyleme, çağrılmadığın yere gidip de dar eyleme” demişler. Öğretmen arkadaşım Alâeddin Özmen, can ve gönülden birkaç kez “Karaman’a beklerin” deyince 7 Ekim Sabahı Ankara’dan çıkıp 8 Ekim akşamına kadar Karaman’ın konuğu oldum. “Git gel Konya altı saat” sözü bilmem Ankara’da mı yoksa motorlu araçların olmadığı dönemde Konya yakınlarındaki bir yerde mi söylenmiş ama şimdi Konya’ya kadar hızlı trenle ve 110 km daha ötede bulunan Karaman’a Ankara’dan gidiş dönüş, altı saati fazla aşmıyor. Yazdan kalmış güneşli bu sonbahar günlerinde okuduğunuz kitaptan başınızı kaldırıp çevreye baktığınızda sapsarı biçilmiş ekin tarlaları, biçilme zamanı gelmiş mısır tarlaları ve henüz sulanmakta olan yeşil pancar veya yonca tarlaları görürsünüz. 1989’a kadar Konya’nın bir ilçesi olduğu için eskiler Karaman’ın kocaman bir il olduğuna inanamaz. Oysa kent nüfusu 150.000’i bulmuş. Sekiz bin yıldır yerleşim birçok yerinin merkezi olan Karaman, düzgün cadde ve sokakları ile dikkat çekiyor. Bunun nedenlerinden biri, Karaman’ın geçen yüzyılın başlarında Almanların inşa ettiği Bağdat Demiryolu istasyonlarından birinin üzerinde bulunması. Kendisi de Karaman’ın bir köyünden alan Özmen beni tren istasyonunda arabasına alır almaz, yaşadığı yeri konuğuna tanıtmak isteyen her ev sahibi gibi, Karaman hakkında, hem da göstererek bilgi vermeye başlıyor. Ben bu kentten iki gez geçtim ve 4 Eylül 1992’de Eğitim-İş ve Eğit-sen’in birleşmesini isteyenlerin toplantısına katılarak bir meslektaşımın evinde bir gece konuk olmuştum. Kentin yapısı ile ilgili aklımda hiçbir şey kalmamış. Karaman’ı tanıtmaya gar binasından başladı. Sonra Kale’ye götürdü. Gördüğü restoranla dimdik ayakta duran Kale, Konya’daki Alâeddin Tepesi’ni andıran ancak ondan biraz daha küçük bir yükselti üzerinde Selçuklular tarafından inşa edilmiş. İç kısmında restorasyon çalışmaları devam ediyormuş. Ankara Kalesi’nin duvarlarında üzerinde çeşitli motifler bulunan bazı mermerler vardır. Bunlar yıkılan bazı yapılardan taşınmıştır. Karaman Kalesi’ndeki figürlü taşların hemen hepsi mezarlarda ve anıt yapılarda bulunabilecek Arapça yazılar. Fakat bunların hepsi ters konulmuş! 227 YILLIK KARAMAN DEVLETİ Karaman Beyliği Osmanlı Beyliğinden 43 yıl daha önce kurulmuş ve İstanbul’un alınışından 30 yıl sonraya kadar 227 yıl ayakta kalmış. Dile kolay. Türkiye Cumhuriyeti henüz yüz yaşına basmadı. Bu 227 yılın öyküsü artık tamamen Osmanlı tarihinin gölgesi altında, silinmiş gibi. Kalede ters konulan yazılı taşların anlamı ise şuymuş. Osmanlı ile Karamanlılar arasında süren sekiz yıllık bir savaş sonunda Osmanlılar, Karaman’ı dümdüz etmişler! Karamanlıları da aşağılamak için yeniden inşa ettikleri kaleye onları anıtlarından elde edilen bu yazıları ters koymuşlar! “Akraba’nın akrabaya akrep etmez ettiğini” sözünü kanıtlamışlar. Bunların ikisi de Oğuz Boylarından! Kaleyi dolandıktan sonra günlük Karaman’ın Sesi gazetesini de çıkaran Karaman Gençlik Radyo ve Televizyonunda 15 dakikalık bir canlı yayına çıkarılıyoruz. Yunus Emre Camii avlusunda dinleniyoruz. Restore edilmiş bir Karaman Evi olan Hürrem Dayı Evini geziyoruz. YUNUS EMRE KARAMANLI MI? Geçen yıl bir turizm şirketi tarafından hazırlanıp giderleri Belediye tarafından üstlenilen Karaman Kültür Müzesi ise mutlaka görülmedi gereken bir mekân. Sırf bunun için Karaman’a gitmeye değer. Karaman’ın yetiştirdiği ünlülere ve ilin tarihi ve turistik yerlerine ayrılmış odalar ve bunların akışkan resimleri sergilenmiş. Karaman’ın en çok sahip çıktığı, kişiliğiyle övündüğü şahsiyat haklı olarak Türkçeyi beyliğinin devlet dili ilan eden Karamanoğlu Mehmet Bey. Onu başköşeye oturtmuşlar. Karamanlılar, Mehmet Bey’in Türkçe konuşulması buyruğundan esinlenerek Karamanname adında bir dergi de çıkarıyorlar. Son sayısında benim de Mehmet Bey’in fermanının önemi hakkında bir yazım var. Karamanlılar her yıl bir dil bayramı da kutluyorlar. İkinci sırada Yunus Emre geliyor. Karamanlılar, Yunus’un Karamanlı olduğu konusunda çok ısrarlılar. Buna ilişkin tapu kaydı gibi bazı belgelerin de olduğunu ileri sürüyorlar. Kâzım Karabekir de şimdi onun adını taşıyan ilçeden. Atatürk’ün dedelerinin de Karaman’dan Rumeli’ye göç ettirilenlerden olduğu anlatılıyor. Mevlana’nın çocukluğu burada geçmiş, Piri Reis’in ailesi de Karaman sürgünlerindenmiş.. Ayrıca Hititler tarafından Tanrı Dağı olarak adlandırılmış ve birçok Roma ve Bizans kalıntılarını, özellikle Binbir Kilise mağaralarının bulunduğu Karadağ, bu ilin sınırları içinde. Müzenin rehberi Özgür Duran adlı genç, bu konularda görüntülü bilgiler veriyor. KARAMAN AYDINLARIYLA BULUŞMA Alâeddin, Karaman’ın demokrasi kültürünü temsil eden kitle örgütlerinden bir grubu Kent Otel’de bir buluşmaya davet etmiş. 12 kişi geldi. Alaaddin beni U biçimi verdiği masaların ortasına oturtarak hakkımda bilgiler veriyor, ama bir kısmıyla çeşitli vesilelerle tanışıklığımız var. Bir saat süreceğini tahmin ettiğimiz buluşma iki saat on dakika sürüyor. Eğitimin nereye gittiği başta olmak üzere nereye savrulmakta olduğumuzu anlatıyorum. Davetliler sorular soruyor ve kendi görüşlerini de anlatıyorlar. Alaaddin’in lise öğrencisi iki güzel kızı Ayşegül ve Melike’nin başında beklediği kitaplardan 15’ini imzalatıyorlar. Özmen’in beni gece konuk etmesinden sonra ertesi günü 35 yıldır Öğretmen Dünyası okuru ve bir süre temsilciliğini yapmış olan Emir Koçak öğretmenin evine öğle yemeğine daha doğrusu ziyafetine davetliyiz. Becerikli eşi Hasibe Hanım’ın bakarak da doyabileceğimiz Karaman yemeklerini tattıktan sonra tavana kadar kitapların istif edildiği kütüphanesini görüyoruz. Alâeddin beni yolcu ederken, çantama kendi köyü Yeşildere’den getirttiği bir poşet elma koyuyor. Karaman, bisküvi ve elmanın da başkentiymiş… (9 Ekim 2017)

  • Datça

    Özlemle beklediğimiz yaz günlerine sonunda ulaştık. Yaz denilince de akla tatil geliyor kuşkusuz. Tatili planladığınız güne ulaşmak için gün sayarken duyulan heyecanın sebebi herkese göre farklıdır. Kimileri ayaklarını uzatıp hiçbir şey yapmadan TV izlemeyi isterken, kimileri dağlara çıkıp zirve yaptığında, madalyayı kendine takmış olmanın gururunu yaşayarak, kimileri ise gökyüzünün denizle birleştiği ufuk çizgisine saatlerce bakarak tatilden keyif alır. Siz hangi seçeneğe uyduğunuzu düşüne durun; sınav stresini atmış aileler doğanın çağrısına kulak verip çoktan yollara düştü bile… Biz ilk yaz tatilimiz için Datça'yı seçtik. ‘’Datça yolcusu kalmasın’’ diye bağırmadan önce hala gitmeyenler için kaç madde sıralayabilirim diye düşündüm birden. Ülkemizdeki diğer gözde turizm merkezlerinde olduğu gibi gürültüye kurban gitmemiş, dinginliğini korumayı başarmış bir yerdir Datça… Tabiat ananın cömertçe davranarak doğa harikası koy ve plajlarla süslediği sahillerinde sabahın erken saatlerinde başlayıp gece yarılarına kadar uzayan beach partiler bulmak zor, hatta neredeyse imkansızdır. Palamutbükü, Ovabükü, Hayıtbükü’nün bulunduğu koylarda denize girdiğinizde cennetten bir köşe bulduğunuzu sanırsınız. Çadırını kapıp burada kamp yapanları görünce şaşırmazsınız. Datça daha çok gündüzleri eşsiz havanın tadını çıkarırken, geceleri üzerinize bir şal alıp kumsalda dostlarınızla sohbet etmenize imkan tanıyan, ‘’bakir denilebilecek bir yerdir’’ diye başlarsak söze , gitme merakı uyanacaktır herkeste. Yunan coğrafyacısı Strabon’un “Tanrı sevdiği kulunu uzun ömürlü olsun diye Datça’ya gönderir.” diyerek övgüler yağdırdığı Datça havası şu günlerde hepimizin ihtiyacı. Datça’ya 8 kilometre kala yolun kenarından gelenleri selamlayan, terk edilmiş yel değirmenlerini görmek isterseniz Kızlan Köyü’ne gitmelisiniz. Pek çok Ege kasabasında olduğu gibi Datça’yı da süsleyen bu yel değirmenleri ile muhteşem karelere imza atarken, en verimli arazilerinden olan Kızlan Köyü’nde keşif dolu bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Emin olun bu köy sizi şaşırtacak! Gezen tavuk yumurtasını yiyin diyenler; burada ki çok gezenti tavuklardan bahsediyorlarmış meğer. Yumurtanızı aldınız, yemeğinizi yediniz mi doğru denize; ama nerede girmeli akla geliyor şimdi. O kadar çok seçenek var ki. Gereme’de, Aktur’da, Akvaryum koyunda, Mesudiye’nin birbirinden muhteşem büklerinde…Denizin içindeki taşların ayaklarınıza zarar vermesi ihtimaline karşın deniz ayakkabılarınızı yanınıza almayı unutmayın. Doğa ve denizin bir arada olduğu nadir koylarda yüzmek bir ödül gibi gelecektir size. Çadırda yaşamayı seven doğa aşıkları, başka bir yere gitmeyi akıllarına bile getirmeyeceklerdir bundan böyle. Knidos antik kentinde güneşin batışını seyredip, ellerinizle kalp yapmak boynunuzun borcu olsun. Dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos’un ve güneş saatinin mucidi Eudoksus’un yaşadığı yer olan Knidos Antik Kenti’nde geçmişin izini sürebilirsiniz. Palamutbükü’ne giderken dağlara bakarsanız burnunu gökyüzüne çeviren uyuyan kızılderili figürünü yakalayabilirsiniz. 20 dakika farkla Akdeniz ya da Ege Denizine girme şansını sadece burada bulabilirsiniz. Endemik bitkiler burada bulunurken, hala yaşayan Vaşak türü yırtıcıları, dağ keçilerini ve oklu kirpiyi gördüğünüzde selam vermeyi tercih edin; resim çekeceğim derken kirpinin oklarını yemeyin de... Datça’nın şifacı yönünü bilmeyenler küçük bir araştırma sonucunda 400 yıl önce sarı limana gelen İspanya korsanlarının cüzzamlı mürettebatını(33 kişi) bırakıp gittiğini ve ölmeleri beklenen hastaların burada iyileştiğini bulabilirler. Bol oksijenli denizinde yüzerek, çeşitli bitkilerden ilaçlar yapılarak şifa bulabilirsiniz diyerek övünmekte haklılar… Virajlı yollarını kalbiniz ağzınızda giderken, badem ağaçlarının güzelliğini seyretmeye doyamazsınız. Badem çiçeğinin efsanesinin Romeo ve Jüliet aşkını aratmayacak bir hikaye olduğunu duyunca, ağaçta açan çiçeklerin doğayı gelinlik giydirmişçesine olmasına şaşırmazsınız. Bademin her çeşidini yemeden, eşe dosta, eve bol bol badem almadan dönmeyeceksiniz. 35’ ten fazla badem çeşidi olan bu belde de En kalitelisi nurlu bademdir.(fiyatı da en yüksek olan) En kolay yeneni ise kabuğu dişle kırılabilen dişli bademdir. Ak badem, sıra badem çeşitlerini almak için yol kenarında badem kıran, güleç yüzlü kadınları görüp, muhabbet etmeden sakın geçmeyin derim. Biz ilk günden itibaren yerli halk ile iç içe olduk. Bunun nedeni çokça pazar kültürüne düşkün olduğumuz içindi. Sahilde gezerken balık var mı sorusunu sorduğumuza azcık pişman olsak da hikayelerini dinlemek için yürüyüşe biraz mola verdik. Akdeniz’e kıyısı olan bu beldeye uzak doğudan dahi istenmeyen konuklar katılmış. Kurbağa balığı diğer adı Balon balığının buraya gelişi gibi.İşin enteresan yönü bu balığın hiçbir ekonomik yanı olmaması ve her türlü canlıyı neredeyse plastik dahil yiyen bu balık tüketildiği takdirde direkt öldürücü bir zehire sahip. En çok ta mürekkep balığı türü olan Kalamar-Ahtapot ve sübye popülasyonunu bitirmek üzeredir diye dert yanan balıkçılara hak vermemek elde değil. Datça’nın Bal-Badem-Balık olayını orada yerleşik olan bir Datça severin ağzından dinleyince de biraz üzüldük. Bal konusundaki sıkıntıların tarım ilaçlarının etkisi olduğunu, badem konusunda Amerikan bademinin piyasaya hakim olma girişimini anlattı. Balıkta ise kaçak avlanma durumunda olan art niyetli Gırgır ve trolle avlanmalar sonucu biten balıkların azaldığını Datça’nın üç B ile hatırlanmasına ket vurulduğunu üzülerek dinledik... Eski Datça’nın daracık sokaklarına araba girmesi mümkün olmadığı için güneşin içimizi dışımızdan daha çok yaktığı bir öğle vaktinde yollara düştük. Ege’nin ve Akdeniz’in ortak noktası olan bu güzel belde Can YÜCEL ile özdeşleşmiştir. Dantel örgülü ya da delik işi perdeli camlara hayran hayran bakarak yürürsünüz, Bademli kahve ve bademli gazoz içmek , keçi sütlü dondurma yemek için sokak aralarındaki dükkanlara oturun derim. Can Yücel’in evini, her zaman gittiği kahvedeki sandalyesini bile görmeye can atarken, Arnavut kaldırımı sokaklarda gezerek bulduğunuz evin bahçe kapısından bakarsanız. Can Baba kapıyı açıp sizi buyur edecek gibi olur ; ikram edeceği şarabından içmek isteyebileceğinizi hayal bile edersiniz. Şiirler bir bir aklınızdan gelir geçer. Sizi en çok etkileyen, ayaklarınızın bile farkında olmadan onun evine getiren o gizemli yerde şiirlerini mırıldanmaya başlarsınız. Tıpkı benim yaptığım gibi… Bahçeden dışarıya taşan hanımeli çiçeğinin kokusunu içinize çekip gözlerinizi biran kapatın . O büyülü havadan etkilenip, ezberlediğiniz şiiri düşünüyorsanız, duygusal gezginciler arasına hoş geldiniz derim. Can Yücel’in şiirini hayatımıza geçirmek isterken bize ne duygular kattığını zamanla farkedeceksiniz. * ‘’Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın Bir gün yalan söyleyeceksen eğer Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. İşte budur hayat! İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın’ Datça’da olmak anlatılmaz, yaşanır diyebilmeniz için valizleri hazırlayın düşün yollara…Kalbinizin götürdüğü yer belki burasıdır. Aşkı bulmak aşkı yaşamak, en çokta yaşamanın tadına varmak için harekete geçin. Sevgiyle ve güzelliklerle ulaşmak için beklemeyin. Hayatı ertelemeyin. * Bu şiir Can Yücel’e ait değildir. Şiir aslında anonimdir ancak zamanlar Can Yücel’in şiirleri arasında kendisini bulmuştur.

  • Köy Öğretmeni

    / İNSANSAN EBEDİYETİN YOKMUŞ * On altı yaşıma altı ay kala Sivas’ta göreve başlamış öğretmen ve marangozun hatası okul müdürüydüm. İlk maaşımla siyah bir gözlük, Sivas’ın yaz sıcağında fazla gelen, ama bana dünya güzeli gözüken siyah kaşe bir ceket, ispanyol paça ama içine zor girdiğim daracık bir pantolon almış, gömleğin önünü açmış, onca zaman üç numaraya mahkum edilmiş saçlarımı hasretle beklediği özgürlüğüne bırakıp uzatmış, fotoğrafçıda zafer saydığım halin bir resmini çektirmiştim. Ne güvenli, ne mağrurdum ama o an. Dükkân camlarını bir seviyordum ki… Bir de geçtikten sonra bir şey unutmuş muyum gibi yapıp beni süzen kızların yakaladığım bakışlarını… Belki de kimisi, bu garip yaratık da ne diyordu, ama bir de bana sor... Tıpkı yurtdışından gelen ilk işçiler gibiydik. Ya da Harlem'in arka sokaklarından yıldızı parlayarak öne çıkan zenci genci... Bazılarımız ilk maaşlarını o güne kadar bir Almancılarda gördüğümüz teyplere ya da bond tipi çantalara monte edilmiş pikaplara, kırkbeşlik plaklara yatırmış, elinde dolaşıyor, her fırsatta da açıp Yurdaer Doğulu’nun moda müziği Şehnaz Tangoyu dinliyordu, ömrü tangoyla geçmiş gibi değilse de artık hiçbir oyun havasına bakmadan Tango ya da valsle yaşayacak gibi… Savunmaya gerek yok, hepimiz sonradan görmelere dönmüştük. Öğrenmenin en iyi yollarından biri de taklitse öğrenecektik işte... Mutluydum, artık saçımı üç numara kestirmek, şapka takmak, sigaramı saklamak zorunda değildim. İstediğim gibi giyinmek için param da vardı. Kimse ne paçama, ne saçıma ne kolyeme bir şey diyemezdi… Sanıyordum... Bu başka bir hakaye: Ne bilelim bu ülkede devlet dahil herkesin tek vazifesi ötekinin inancına, düşüncesine, kılığına kıyafetine hatta nefes alıp vermesine ayar çekmektir ve her vatandaş ta bu mahalle baskısını olduracak müthiş sihrin gönüllü bekçisidir. Acıklı, hatta dehşet verici bir biçimde öğrenmemize daha vardı... 70'li yılların kaosu henüz mutfakta kotarılıyordu, hele bir fırına verilsin... Sonuçta yaşı en büyüğü 20lere yeni girmiş, taze ergenlerdik... Sonra kura çektik bir büyük salonda… Divrik'in yakın olduğu bilenlerce söylenen bir köyüne verilmiştim. İlçeye gittiğimde, kurayla çektiğim, atandığım köyde öğretmen ihtiyacı olmadığı ortaya çıkacak, beni uzak bir köye göndereceklerdi. Anlamadığım bir şey olmuştu ya da çok anlaşılır bir şey: Yurdum hali kendini resmediyordu. Saçım kılığım başıma bela oluyor, beni sevimsiz gösteriyor diye aklıma gelse de gerçek daha basitti: Beni alıp torpilli birine yer açmışlardı. Benim gibi kuşkucu, sorgulayan ya da hayatı kitaplardaki bir adil düzen sananları ya da zor öğrenenleri bile anında ikna eden, zihnini açan kocaman harfli bir alfabeyi gözüne sokuyordu İçimde bir dünya cam kırıldı… Şangır şangır, her biri bir yerime, karaciğer. mide…deyip saplanan dünya cam…Hissetsem de okulumu çalmalarına bir şey diyemedim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Olsa da ne ne yapacağımı ne de nasıl yapılacağını biliyordum. Parmak kadar bir çocuk ve yabancıydım. Bir ay sonra huzursuz, hep isyan olsam da o zorlama okuluma ulaşmak için güçlükle bulduğum bir traktörün sırtında dağ yollarındaydım. Kaplumbağa kadar yavaş giden traktörün römorkunda kaç kişiydik şimdi anımsamıyorum, ama balık istifi üst üste yığılmıştık. Hepsi de dünyanın en araziye uyan, görünmeyi sevmeyen renklerinden yapılmış eski giysilerine bürünmüş şapkalı, nikotinden sararmış sakallı, posbıyıklı, kavruk insanlardı. Herhalde kente inmenin onuruna bolca dökündükleri tür tür kolonyalara, ağır bir ter kokusu da ekleniyordu. Anlamakta zorlandığım bir yöresellikle, bazen de hiç kavrayamadığım sözcüklerle, ama bana değmeyen bir dille durmadan konuşuyorlardı. Ben uzaydan düşmüş, dünya dışı bir yaratık gibi aralarındaydım, ama sanki hiç yoktum. Bozuk yollarda kaplumbağalığı bırakıp oransız tekerlerinin üstünde şaha kalkmış ata dönen motorda EMİR KUSTURİCA’nın özellikle yerleştirdiği bir model gibi ilgisiz ama ilginç duruyordum. Çevremdekilerle iletişim kuramayacağımı fark etmiş, çekildiğim köşemde kenarlıklara sımsıkı tutunarak içime dönmüştüm. Şimdi, yaşadıklarıma buradan bakınca iyice inanıyordum ki, yönetmeni manyak, çılgın bir filmdi bu. O yönetmeni bir yakalasam… diyemeyecek kadar çaresiz düşmüş, değil yarın, az sonra indi inecek gecede ne yapacağımı bilmeden kaderime teslim olmuş, şimdi dünyanın tavanına yakın olduğuna hükmettiğim bir yerden, Tecer dağlarının üstünden gidiyorduk. Ne kadar gittik bilmiyorum, ne kadar yükseldik dağın üstünde… Gün geceye teslim oldu, dört yanımız zifir zindan bir geceyle perde gibi örtüldü. Sonra gökyüzü lacivert bir aydınlıkla içten içe yandı yandı… Ardından ateşböcekleri kadar çok yıldız döküldü üstümüze… Evet, burada gece gündüzüne uymayacak dende muhteşemdi… Traktörün sağlam tek farının deldiği gecede zaman zaman çıplak, zaman zaman bodur ağaçların kapladığı arazilerden geçtik. Bir ırmak içinden ilerledik. Sonra solgun ışıkların belli belirsiz aydınlattığı toprakla bir evlerin arasından geçip birinin önünde durduk. Bir anda boşaldı römork, onca insan karanlığın içinde gürültülü konuşmalarla kayboldu, bir ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yerimde kalakaldım. Yok emindim, böyle bir senaryoyu o manyak yönetmen de yazamazdı. Önünde durduğumuz yer şimdi daha belirgindi, dar kapısından sızan ışıkta incik, boncukla, top top kumaşlarla, daha doğrusu aklınıza gelecek her şeyle dolu raflar gözüküyordu. Benzetemesem de galiba bir bakkal dükkânıydı. İçerden sürücüyle birlik salt bıyık gözüken bir yüzle sahibi çıktı ve beni görünce irkildi. Kendine ait olduğu belli olan kasaları, teneke kutuları aşağı indirirken bir yandan bana bakıyordu. Bense hala ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Son kutuyu da aldı adam, dükkâna bıraktı, dönüp sürücünün parasını verdi. “Sen inmeyecek misin Yezit? “ dedi bana, hiç beklemediğim bir rahatlıkla. Yezit! Anlamıştım… Hüseyin’i katledenleri kastediyordu. Aslında beni iğneliyordu ama o seslenişte bir şaka, bir insani taraf var diye düşünmüştüm… İyi düşünmekten başka da şansım yoktu ki… “Benim adım Hüseyin, Yezit değil,” diyebildim. Posbıyıkları neşeyle oynadı, sonra gürültülü bir biçimde güldü. “ İnsene o zaman Hüseyin,” dedi ,”Kerbela’nı buldun işte...” Tutunabileceğim tek o vardı, inmek için kımıldadım. Saatlerdir aynı durumda kalan uyuşan bacaklarım zorlandı. Gene de yan korkulukları aşarak inmeye çalıştım. Bir yandan da ocağımla tüpümü kenara almaya çalışıyordum. Tam o anda bir çatırtıyla olan oldu. İnerken zorlanan dar pantolonum, arkasından başlayarak bir bacağım boyunca dizime kadar söküldü Daha aşağılayıcısı ve kötüsü olamazdı. Bana okulda öğretilen her şeye sövdüm. Onlara inanan kendi aklıma da… Her gün tıraş olacakmışız, öğrenciye, çevremize örnek olmak için ütülü, kravatlı elbiseli olacakmışız… Burada şayaktan bir iş tulumu gerekliydi yaşamak için. Elbise değil… Bakkalı bir gülme aldı, neden sonra; “Geç içeri” diye dükkânı gösterdi bana, bakkal.” Geç pantolonunu da çıkar…” Kuzu kuzu dediğini yaptım, olay yönetme yeteneği vardı adamın ya da şu an benim yerime karara veren sevdiğim oluyordu.. Tezgâhımsı bir şeyin ardında sığınıp pantolonumu çıkardım. Bakkal aldı, kayboldu… Sonra elinde eski, yamalı, ama temiz bir pantolona benzer, içinde kaybolduğum bir şeyle geri geldi. “Nereye gidiyorsun,” dedi. “ Herhalde öğretmensin…” Zaman zaman çok düzgünleşen bir konuşması vardı. Gittiğim köyün adını söyleyince; “Uzak değil buraya, ama şimdi gidemezsin, sabah gidersin… Belki geçen bir traktör olur ona da eşyalarını veririz. “ Ne yapacağım şimdi, der gibi yüzüne baktığımı görünce, “Burada kalırsın,” dedi. *** O gece orda kaldım, bakkalın hemen yanındaki konuk odasında. Sabah da herhalde karısının eliyle ancak kaba saba dikebildiği pantolonumu giydim, kavurma ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Bakkalın geçen bir motorcuyu durdurup söylemesi üzerine eşyalarımı koyup çok uzak olmayan köyüme, dere yatağı boyunca, bostanların arasından yöneldik. Muhtarı bulmam zor olmadı. Ama ne ben ilgilendiriyordum onu ne de okul kavramı. O kadarla bitmiyordu, daha büyük düş kırıklığı beni bekliyordu. Okul diye bir bina yoktu. Boş bir evin odasından tek göz bir sınıf yapmışlardı. Okula dair tek işaret duvarlardan birine alt alta çakılı katranla boyanmış tahtalar, önüne dizilmiş ilkel yöntemlerle yapılmış sıralar vardı. Hepsi buydu. Ben etrafta işime yarayacak bir şeyler aranırken muhtar ortadan kayboldu. Bir daha da gözükmedi… Ne kadar kaldım orada bilmiyorum. Evin önünde dolanıp durdum, ördükçe ördüm, kahırlandıkça kahırlandım. Neden sonra bir motor sesi duydum, kapıya çıktım. Sabah beni getiren motorcu geri dönüyordu. Elimle işaret ettim durdu. Geldiği yere dönüyordu. Şaşkın bakışları altında eşyalarımı götürüp yerleştirdim, sonra da bindim… Dönüp köye bir daha bakmadım. Derslerde öğretilen çok şey aklıma geliyordu, burada hiç işime yaramayan çok şey. En çok Tonguçlar, Yüceller; onların mücadelesi... Bir dirençsizliğime kızıyordum, bir devletin aldırışsızlığına, kötü ev sahipliğine... Aşağı köye varınca ocağı, tenceremi bakkala hatıra bıraktım, araba bulacağım en yakın yeri sordum… Niye diye sormadı bakkal, eşyaları aldı... Yolu tarif etti. Şu ırmağı aş, şu dağı geç, şu yola ulaş, sonra şu köye varırsın, sonra… Hiç bilmeyen biri için iyi bir harıtaydı. “Beş altı saat yürümen gerekecek, “ dedi. “Cürek Maden Sitesinde bulabilirsin… Belki yollarda da bir Almancıya ya da bir motora denk gelirsin. ” Kalktım, elini sıkıp sarılıp öptüm. “ Anlaşıldı. Sen Kerbela’da kalmayacak Hüseyinlerdensin…" Hüseyin ölüyordu. Bense kaçıyordum. İçim doldu. Bakkalı ve köyü geride bırakan ırmak yatağını aşınca ağlamaya başladım. Ağladıkça açılıyordum. Bir süre sonra bağıra bağıra şarkı söylüyordum. Dağlardan tepelerden o hiç bilmediğim yollardan tesadüfen rastladığım birkaç kişiye sorarak üç saat sonra Cürek’e vardım. Oradan da minibüsle Divriği’ye ulaştığımda geceydi. Hemen otobüse binip gitmeyi düşündüm önce. Sonra aybaşına bir iki gün olduğunu anımsadım, bekleyip maaşımı alabilirdim. Param yetecek miydi? Hadi oteli idare edebilirdim o kadar. Peki yiyecek? Babamdan bana kalan tek armağan kolumdaki saatti.Bir saatçiye girdim, sattım. Az bir para verdiler eski saate… Ama yetti ve aybaşını buldum. Maaşımı almaya gittiğimde ilköğretim müdürü de ordaydı. Kapıdan girince en sıcak gülüşünü takınıp bana bakmasına hiç aldırış etmedim, selam bile vermedim. O da bir şeyleri çözdüğümü hissetmiş olmalı ki, anında karardı ve bakmaz oldu. Bir ara kaymakama çıkıp her şeyi anlatmayı düşündüm. Sonra kapıldığım umutsuzlukla vazgeçtim. Gitsem ne olurdu? Kurada çıkan okulumu elimden aldılar, beni dağlara sürdüler mi? O da biri gidecek, diyecekti bana... Belki de huylanacaklar, maaşımı elimden alacaklar, adamların her emre hazır jandarmaları var, kim bilir belki buna da yetkileri vardır. Maaşımı aldım giden ilk otobüsle önce Divriği’den sonra da Sivas’tan bir daha kazayla bile yolum düşmemesi umuduyla ebediyen ayrıldım. Oysa insan mısın, ebediyetin yoktur... Bilmiyordum. * devamını okumak isterseniz buraya tıklayın * *

  • Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Şiiri Üzerine...

    Değişen dünya bozuyor. En yüksek dağa çıkıp, İsrafil’in borusu gibi bir sesle; “ben sizden değilim,” diye haykırası geliyor insanın. “Bunun için miydi kavga,” diyesi... Nesnelerin, paranın, naylon ilişkilerin sarıp sarmaladığı bir hayat. Posta kutunuzu açtığınızda insan sesi taşıyan mektuplar yok artık. Tüketime çağrının yapmacık sesi ya da faturalar dökülüyor önümüze. Plastik gülüşlerle selamlıyoruz birbirimizi. Küçük küçük çıkar kapılarını göğsümüze iğnelediğimiz rozetlerle açmaya çalışıyoruz, kurnazca. Onun için sevda tutmuyor, delik deşik yüreğimiz. Günler bir devenin hörgücünde yağmursuz ve çiçeksiz sapsarı akıp giderken, şair; "Cam bilyeleriyle oynayıp duran çocuklar gibi Işıyarak sözcüklerle İyiliğin ipeğinden İpincecik bir dünya " yaratmaya çalışıyor: "Yumuşak, sevecen, geniş..." Bir serap onunkisi. Kaktüsün parlak, ama kısa ömürlü çiçeği gibi gelip geçici. "İbresi çarşılarda pervane" olan "ezik heves, görgüsüz para, özenti ve şımarıklığın biçimlendirdiği" kimliksiz mihrapsız halk, şairin iyilik ipeğinden dokuduğu dünyayı fark etmeden, başkalarının kendilerine biçtiği hayatı yaşıyor kabaca. Fark edilmeme hüzünlendiriyor şairi. Sonra Erbaş'ın gücenik sesi: "Gözleri yüreğinin dalında bir çift günebakan Ayrılık sularıyla beslenen bir çocuktan başka Kimseler gelişimi fark etmedi." Kullandığı imgelerle yürekleri hafif hafif ırgalayan Şükrü Erbaş'ın meltemsi şiiri, "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? " de ansızın poyraza döner. …Ve yitip gider şiirin büyüsü, ipek yırtılır. Hayatın kaba topukları, çirkin yüzü görünür. Artık şairin karşısında onlar vardır. Yeniliklere kapalı, duyarsız, yalancı, kaba, çıkarcı, pis... Onlar; "Aptal, kaba ve kurnazdırlar İnanarak ve kolayca yalan söylerler, Dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler Gazete okumaz ve haksızlığa Ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar Otobüslerde ayaklarını çıkarırlar Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara ... Kibardırlar lokantada yemek yemeği bilecek kadar Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre Yollara tükürürler ... Birbirlerinin evlerine ancak Ölümlerde ve düğünlerde giderler Yaz gecelerinde yıldızlara bakarak Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur" Şükrü Erbaş, kararlıdır bu şiirinde kimi şair ve politikacılar gibi halk dalkavukluğu yapmamaya... Kentte yaşasa da, modern yapılarda otursa da, kibar kibar konuşsa da aslında ruhunda kocaman bir köy gezdiren toplumumuzu tuttuğu aynaya döndürmektir amacı. Dizelerinde gerçeği dolaştırır. Şiirin tamamında "onlar" vardır. Eylemler çoğunlukla üçüncü çoğul sahsa göre çekimlenir. Her bölümün başında tekrarlanan Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Dizesinin aksine, şiirin sonunda "Köylüleri Söyleyin Nasıl Kurtaralım?" dizesi bir kez söylenir. Bu dizenin büyük harflerle yazılması kurtarmanın, öldürmekten daha önemli olduğunu vurgular gibidir. Şükrü Erbaş, burada hep yargılayan, eleştiren, ama bir şeyleri değiştirme konusunda çaba göstermeyen aydını da alaysılar. Durbaş’ın bu şiiri, TC Edebiyatı yaşadıkça yaşayacak, onda kendi isyanını, kendi sitemini bulan birisi mutlaka olacak, bak bu ne güzel anlatmış meramımı diyecekler de… Tıpkı Yakup Kadri’nin Yaban’ı gibi, Tıpkı Gorki’nin Ana’sı gibi doğru yere, doğru zamanda dikilmiş bir ağaç o, bin yıllara uzanan. Ama sonuca yönelik bir saptama olduğu görmezlikten gelinecek. Köylüyü öyle yapan utansın, diyen de çıkmayacak. Öfkesi ve gerçekleri dile getirme çabası Erbaş'ın şiirini, şiirsel büyü yönünden sakatlar. Toplumu kurtarmanın köylülük zihniyetini öldürmekten geçeceğine inanan şair ,"...gece sokaklarına sabahın resmini çizen..." çarşılar ortasında "... bir güz kederiyle iplik iplik ağlayan çocuğun mezarını da kazar bir bakıma. Bu şiirin altına, insandan yana her uğradığım düş kırıklığında imzamı atsam da, siyaset sanatı zorluyor, diye düşünmeden edemedim… Kimse / SİZ dergisi, 2002 Kasım

  • HAYAT ÜÇ GÜNDÜR

    Bulut bulut bembeyaz bir rüyadır çocukluk. Sonraya sadece ha­tırlananlar kalır. Kenarı tırtıklı sararmış fotoğraflardır vesikaları! Ve yakın akraba sohbetlerinde, "Ben çocukken..." diye başlayan bir motif... Büyüklerle beraber sahura kalkma heyecanı... Ama bir türlü iftar gelmez. Karnı acıktıkça zaman uzar, geçmez olur. Sonra yarım günlük oru­cun bir büyüğe satılışı... Ardından "Bugün yarım oldu ama yarın tam tutacağım..." diye karar veriş... Daracık tozlu yollarda hayatın birinci günü bitiverir... "Ben çocuk değilim, büyüdüm..." havaları eser... Gençlik pespembe... Bütün renkler pembenin tonlarıdır... Bırak­tığı iz çocukluğa göre daha çok... Bir dolu heyecan... Vatan kurtarma fasılları... İnsan çocukken gerçeklerden habersiz, gençken gerçekle­rin seyircisi... Ama ne seyircilik!... Hep yüksek perdeden yorumlar: "Ben olsaydım..." diye başlayan. Gerçeği yaşayanları küçük görmek ve tenkit... Gençlik işte... Dünyayı kurtarmaya kalkışan enerjiden böylesi sapmalar beklenmez mi? Ya oruç?... Sokaklarda "Oruç mu­habbeti" vardır. "Ben üç senedir tutuyorum..." veya "Ekrem tutmuyor­muş. Çünkü evde kimse sahura kalkmıyormuş..." Sonra bir teklif: "Haydi top oynayalım..." Bu teklife itirazlar: "Oruçluyuz yahu...", "Za­ten susadım. Bir de oynarsak, dilim bir karış sarkar..." Ama ilk çocuk ısrarlı: "Aaaa, amma da hanım evladısınız. Bir oruç tuttunuz, bayılmadığınız kaldı. Zaten İftara iki saat var. Oyun oynarız, vakit çabu­cak geçer..." Aslında vakit çoktan geçmiştir bu tartışmalarla ve se­vinçli bir koşturmaca başlar evlere doğru... "Anne, ne yemek var?" Ya sonrası... Sonrası ömrün üçüncü günü... Gençlikten sonrası yâni... Olgun­luk ve ihtiyarlık diye ayırmaya değmez. En güzel iki gün, çocukluk ve gençlik geçip gitmiş zaten... Son fasıl ağır... O, gençken hafife alınan gerçek, gelip tokadını atıveriyor. Belli belirsiz bir kambur çıkıyor. Omuzlar hafif çöküyor. Hani insan, elinde olmadan düşünerek konuşuyor. Eee, rastgele ko­nuşmaların faturası adam ediyor adamı... Bir zamanlar şimşekler ça­kan gözlerde alabildiğine derin ifadeler var. "Hayat bu, kolay değil..." İnsanın diline takılıveriyor işte. Her rüzgârın ardından sürüklenen bir yaprakken zaman sizi parselliyor. Sabah sekiz otuz ve akşam altıda otobüs durağının sakinlerinden oluyorsunuz. Ramazan size tatlı tebessümler getiriyor, işten erken çıkıyorsu­nuz çoğu zaman. Fırına koşturuyorsunuz. Pide için kuyruğa giriyorsunuz. Kuyruk­ta beklerken eve girişinizi hayal ediyorsunuz. Çocuklar ellerinize ba­kıyor. Allah'tan ramazan... Patronunuz ikramiyenizi vermiş. Eve eli­niz boş girmiyorsunuz. Bir hoş oluyor içiniz. Adamlığın keyfi ve hu­zuru sarıyor içinizi... Ve ömür geçiyor. Hafta sonu tatilleri iki ders arasındaki kısa te­neffüsler gibi... Yaz tatili mi? O üçüncü günün sonunda... Murat BAŞARAN, Sevmek Ölmekle Başlar

  • Gündüz Dersem Çıkma

    insan gölgesi kadardır en fazla derken gündüz gelme diyorum şimdi. dünya ışık aldatmacasıdır çünkü alışkanlıklar bitirir düşleri. bahar değince çiçeklenmemeli gözlerin su damlası düşmemeli aklına yağmurda ellerin eklenmemeli yalnızlığıma ki bilirim sol kolumda bir yara. gündüz gelme diyorum sana. kekeme şairlerin dili duyduğun. söz sen bulmalı aynasını aymadan durmalıyız gecede yoksa evcilleştirirler yıldızları orta oyunu olur gölgedeyken sevi. sesleşen ben im ip üstünde saklambaç oynayan. oyun arkadaşımsa sen yüzleştikçe kaybolan. bulduğum yerde kal gündüz dersem çıkma. ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * * *

bottom of page