top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Hayat ve Edebiyat

    Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla hayat ile bağı olan edebiyat mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli, en karışık yönleriyle anlatmayan duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir şekilde duyurmayan, elemlerimizi felaketlerimizi açık açık yansıtmayan bir edebiyat hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir edebiyat kelimeleri dizip onları işleyen pek hünerli kuyumcular çıkarabilir. Belki onlar çok süslü çok göz alıcı şeyler yapabilirler. Fakat ne yazık ki bütün bu sahte ürünler muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı parlak renkli çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir havaya sert bir rüzgara dayanamazsa hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur. Halbuki bedii his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir. Akşam rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii ise ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için her şeyden çok samimidir. İşte bunun gibi milletler için de “güzel” ve “iyi” telakkilerinden daha “milli” hiçbir şey yoktur. Bir toplumu başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi taraflarıdır. Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki hayatı bütün genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini nedense hala anlayamadık!

  • ama ben de bir put devirdim

    o gün diğer günlerden daha erkenciydi o gün de sıradan berbat bir gündü o günü özel kılan bir özellik yoktu o günde aslında sıradan herhangi bir gündü aynadan uzak o cevherin altında uyuyorsun bir şeyim kalmadı sana anlatacak kalabalık küf bir rüzgar dağıma koyduğum içine gömdüğüm bekleyişler ömrüme küskün düş bu sokak dört duvar soluk dünyam uluyan soğuk bir nefes kapı arkasında bütün fotoğraflarda karnım aç sen hangi çerçevede doydun o günlerde o uyandı ölü bir algıyla tülbentlerde süzülen gözyaşı ve kan mağaraları siper etmiş çocuk yüzleri dilini yemiş bülbül, derisi yüzülen aborjin bir kıyımdan kalan ne varsa toplanmış sanki içime biri dedi: çağ kafirleşti diğeri soldurdu gülleri toprağımda herkes bir şey dedi benim adıma sustum bıçaklar sürerek göğsüme sustum yüzümü toprağa düşürerek sustum susulması kadar her şey sınırlı sayıda tanrı'nın savurganlığını saymazsak sen yabancı bir el, ben her dağa güneş batıp çıkıyorum sensiz bütün vadilere her gün bir çağ kapatıp yenisi ile ekleniyorum hayata arzulu günler sona erdi parmaklarım kan yemiş muşta iyice tüket kendini nasıl olsa yol yenik düşer yolcuya bir ömrün daha sonuna geldik birkaç da put devirdik ağzımızda Arsen Everekliyan

  • Yamalı Gömlek…

    Koronavirüs felaketi karşısında bazı belediyelerimiz yardım kampanyası açtı. Hükümet, iflah olmaz bir partizanlıkla bu kampanyaları durdurup kendisi bir yardım kampanyası başlattı. Ancak bu kampanyaların geniş halk kitlelerini kapsadığı söylenemez. Özellikle Hükümetin açtığı kampanyaya katılanlar arasında devlet şirketlerinin adları öne çıkıyor. Oysa bir kampanyada toplanan miktar kadar ona katılanların sayısı da önemlidir. Savunma savaşlarında olduğu gibi bütün bir milleti, baştan ayağa örgütlemek ve savaşın ihtiyaçları doğrultusunda maddi ve manevi seferberliğe sevk etmek kolay da değildir. Bunu ancak milletin güvenini kazanmış bir hükümet yapabilir. Ayrıca milletin bir örgütlenme geleneği ve örgütlenmiş kesimlerinin bulunması da gerekir. Türkiye’de bunu yapacak belediyelerden başka odalar, meslek birlikleri, sendikalar, vakıflar, dernekler, hemşeri dernek ve birlikleri vardır. Kurtuluş Savaşımız başlangıcında bu görevi gönüllülerden oluşan Kuvayı Milliye örgütleri yapıyordu. İstanbul’da mütarekenin hemen ertesinde göçmenler için yardım toplayan Hilal-i Ahmer kadınlar kolu vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasının ardından, özellikle İnönü Savaşları sırasında yaralı askerlere ve onların geride bıraktıklarına yardım ihtiyacı aciliyet kazanınca Hilal-i Ahmer, Ankara’da da çalışmaya başladı. Halide Edip Hanım’ın önderlik yaptığı bu kuruluşta kadınlar görev aldılar. Ankara Hilali Ahmer Kadınlar Kolu’nun bütün Türkiye kadınlarına yaptığı “örgütlenin” çağrısına ilk yanıt veren illerden biri, Sivas Kongresi’nden beri zaten yurt savunması için yoğun bir çalışma ve örgütlenmenin bulunduğu Kastamonu’dur. Orada Müdafaai Hukuk Cemiyeti, Öğretmenler Cemiyeti, Gençlik Kulübü faaliyet halindedir. Halide Edip’in çağrısı üzerine 1921 Nisan’ında bunlara Kastamonu kadınları da katılmıştır. 20 Nisan 1921’de Mevlevi Dergâhı’nda yapılan toplantıya koşan kadınlar, 12 kadından oluşan bir Hilali Ahmer Kadınlar Merkezi, 5 kişilik de bir yönetim kurulu oluşturmuşlardır. Kimdir bu kadınlar? O zamanın geleneklerine göre kadınların adları ulu orta söylenmez, babalarının, eşlerinin adlarıyla tarif edilirlerdi. Adları belli olanlar yalnızca Hafız Selma, Hafız Nebiye, Münire, Zekiye, Bedriye’dir. Diğerleri komutan, il yöneticisi, memur ve şehir ileri gelenlerinin eşleri, kızları, anneleri olarak anılmaktadır. ÇOK VEREN MALDAN AZ VEREN CANDAN Kastamonu Hilali Ahmer Kadınlar Kolu, kısa sürede Kastamonu ilçelerine de dal budak salmıştır ve kadınlardan yardım toplamaya başlamıştır. Bu kentte yayımlanan ve Kurtuluş Savaşımızın en özgün gazetelerinden biri olan Açıksöz, 9 Mayıs 1921 tarihli sayısında yardım yapan kadınların adlarını ve yardım miktarlarını yayımlamaktadır. Taşköprü ilçesinde açılan yardım kampanyasına katılan 34 kadının adı yayımlanmıştır: “Bir köylü kadın 30 kuruş Miraç oğlu Ahmet Ağa’nın eşi 200 kuruş Terzi Hasan Efendi’nin eşi 100 kuruş Sinoplu Madam Terzi Hanım 100 kuruş Tütüncü Salih Efendi’nin eşi 50 kuruş Orman Bekçisi Nuri Efendi’nin eşi 20 kuruş Belediye kalemesi (yoksa hedemesi mi?) Asiye Hanım 150 kuruş Muzaffereddin Kız Mektebi Başöğretmen Yardımcısı Mahrure Hanım 250 kuruş.” Liste böyle uzayıp gidiyor. KADINLAR BİR HASTANEYİ DONATIYOR Kastamonu Kadınları, Türkiye için ölüm kalım günleri olan Sakarya Savaşı sırasında 700 yataklı bir hastaneyi şu eşya ile donatmışlardır: 406 yatak, 4.108 yorgan, 1.030 yastık, 558 çarşaf, 68 sürahi bardak, 272 maşrapa, 859 havlu, 104 minder, 322 terlik, 114 bakır sahan, 225 bakır tas, 1.415 çatal kaşık, 25 lamba, 17 büyük tencere, 26 tülbent, 178 top Devrekâni bezi ve benzeri eşya… Bu kampanyaya Kastamonu’da yaşayan Rumlar da 225 takım yatak vererek katılmışlardır. Kastamonu Hilali Ahmer kadınları Sakarya boylarında yaralanıp bu hastaneye getirilen askerleri ziyaret ederek onlara sigara, şeker ikram etmişlerdir. Vatan için dövüşürken yaralanan subay ve er için arkasında böyle bir kadın ordusunun bulunduğunu bilmek kadar güçlü bir moral kaynağı olabilir mi? Kastamonu kadınları, yaralılara ve onların çocuklarına yardım için konser de düzenlemişlerdir. Burada 157 lira 50 kuruşluk bilet, 16 lira 30 kuruşluk rozet satmışlardır. 247 lira 20 kuruşluk da yardım toplamışlardır. Konser sonunda çok duygulanan bir kadın, kulağındaki küpeyi çıkararak üstündeki bütün parası ile birlikte Hilali Ahmer’e bağışlamıştır! EŞYE PİYANGOSUNDAKİ YAMALI GÖMLEK! Kastamonu Hilali Ahmer kadınlarının düzenlediği bir eşya piyangosu ise herkesi duygulandırmıştır. Riyazülbenat Okulu’nun üst katında düzenlenen sergiye tam 1.030 parça eşya bağışlanmıştır. Yoksul bir kadın, eşya piyangosu için vereceği başka bir şeyi olmadığı için yamalı bir gömlek vermiştir. Bunu verirken de utancından ağlamıştır. Sergiyi düzenleyenler yamalı gömleği salonun başköşesine asmışlardır. Üzerine iki satır bir yazı yazmışlar, diğer eşyalarda bağışlayanın adı bulunduğu halde bu yamalı gömleği veren kadının adı yazılmamıştır. Bu olay herkesi çok duygulandırmıştır. Açıksöz gazetesi; bu bağışı, malı olup da vermeyenlere örnek göstermiştir. “Asıl onlar ağlasın” diye yazmıştır… (8 Nisan 2020)

  • ten kokulu dizeler

    s ten kokulu dizeler n -mani depresif söylenceler- I aşk ! uysallaştır tüylerimi kavaklar sevişirken...................*en çok kavaklar sevişirken sevişmeli II aşk.....mor fantezi : reçel düşürdüm raftan göbeğin titredi................*benimse bir yağmur sesi soğuttu terimi III eflatun bir sonyazda aşıkların pinokyo taklidi............*hangisi taklit edilemez aşklar kenti ? IV hiç bırakmayacakmış gibi tutup nef'e'simi tar'çın sürdüm önce sonra votka i ş n e ve...astım kendimi memelerine... s e s s i z c e ömrüm düştü yataktan................*çın çın çınladı zaman çıkıp giyindim soyunduğum masaldan... V topla trenlerini...sobeledim hayatı ve seni ararsan geçmişteki istasyondayım her yağmurda ve eskisi gibi....*nasıl özlemişim kendimi... VI gazoz kapaklarıyla oynayalım mı sevgili.... VII iç çamaşırlarına yazıp öyle imzaladım şiirlerimi şimdi aşk buğulu camlarda mandallı her biri *çamaşırlar en çok rüzgarla aldatır bizi... VIII terimle parfümledim kenti ve dansından eridi buz.... IX şiir aralarında ısırgan sürülür ağdalı bacaklara *çok fena! X do sesi verdi hayat raptiyeler fışkırdı düşlerimden *uyanmak için gerçeğe gözlerini kapat ve sonra tekrar aç şekil değiştirecek eşyalar ruhumuza yeni bir dünya ışınlanacak... XI düşlerim yağmura karşı bir yaz gecesinde ayartıldı... *mavi bir sonyazdı en olmazı düşlerin... XII hayat masaj yapıyor ruhuma benimse aklım deniz kokusunda *deniz basıyorum ruhumdaki tırnak izlerine önümde balıklama bir hayat damarlarımda karaya vurmuş yelkenliler oysa bilirsin denizden gitmez trenler... XIII oynat kalçalarını ve ortala hayatımı... XIV şairim hayat sarkıntılık yapıyor dizelerime *şiirlerim kötü alışkanlıktır yıldırım çeker okyanus gecelerinde XV seni uyutup şiirini yazdım öylece iş işten geçmişti kendine geldiğinde XVI sarhoşum düello yaptık hayatla...rakısına XVII ceza yedim...yüksek alkollü çıktı düşlerim *oysa ben sadece seni düşlemiştim... XVIII ba(k/s)ma...midye kabuğu bıraktım posta kutuna *ruhumda m e r d i v e n boşluğu şiirlerimde tuhaf bir karıncalanma... zamk sürülmez şiir kırıklarına... XIX üf ! le ve kurut kolay kurumuyor aşk şiirleri... *karardı oda tüm sokaklar d/inledi... XX hemen bir kurşunkalem a ç ı k s a ç ı k şiirlerime.... ve...XXI delirtici ! boş bir kadeh fotoğrafı gibi izlemek sensizliği bir de anımsamak poşetten bir gecelikle boğduğum kenti bir klarnet sesi gibi...delirtici... * maviADA 2006 BAHAR SAYISI ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Aydın mısın

    Kilim gibi dokumada mutsuzluğu Gidip gelen kara kuşlar Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllelerin Duymuyor musun Kaldır başını kan uykulardan Böyle yürek böyle atardamar Atmaz olsun Ses ol ışık ol yumruk ol Karayeller başına indirmeden çatını Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm Alıp götürmeden büyük denizlere Çabuk ol Tam çağı işe başlamanın doğan günle Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden Her satırında buram buram alın teri Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil Yırt otuzunda aldığın diplomayı Alfabelik çocuk ol Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol... Rıfat Ilgaz: (7 Mayıs 1911- 7 Temmuz 1993) Öğretmen okulunu bitirdikten sonra bir müddet çeşitli illerde öğretmenlik yaptı. 1943 yılında çalıştığı ortaokulda bir öğretmenle kavga ettiği için Nişantaşı’nda bir başka okula sürüldü ve yaşadığı bu günleri “Karartma Geceleri” adlı kitabında anlattı. Rıfat Ilgaz’ın adliyeler ve hapishaneyle tanışması 1944 yılında yayınladığı “Sınıf” kitabıyla başladı ve bir süre çeşitli yerlerde saklanan yazar, nihayet Birinci Şube’ye teslim oldu ve altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Ancak yazarımız hapishaneden çıktığında "sınıf"ını da öğretmenliğini de kaybetmişti. Hastalığı da oldukça ilerleyen Ilgaz, Heybeliada Sanatoryumu’na yattı. 1946 yılında öğretmenliğe kısa bir süreliğine dönse de 1947 yılında meslekten atıldı, bununla birlikte sanatoryumda tedavi hakkını da kaybetmiş oldu. Bir yandan kitaplarını yazan Rıfat Ilgaz bir yandan da gazetecilik ve dergicilik yaparak yaşamını sürdürdü. 1974’te emekli olup memleketi Cide’ye yerleşti. Ancak 12 Eylül döneminde burada sürekli tehdit edildi, rahatsız edildi. Örneğin, bir gün oturduğu evin karşısındaki binaya “Rıfat Ilgaz evden atılmadığı takdirde evin taranacağına” dair not asılmıştı. Yazar, Cide’de “Yıldız Karayel” romanını yazarken bir gece gözaltına alındı. Gözleri bağlanarak ve zincirlenerek merkeze kadar yürütülen yazarımız, Kastamonu’da mezbahadan bozma bir hapishaneye kondu. Doktor muayenesi isteyerek hastalığını kanıtlayınca jandarma tarafından Ballıdağ Sanatoryumu’na yatırıldı. Gözaltına alınmasının belirli bir nedeni bulunmadığı için genel sorgudan sonra serbest bırakıldı ve oğlu Aydın Ilgaz ile yaşamak üzere İstanbul’a yerleşti. 2 Temmuz Sivas Madımak Oteli Olaylarında başta yakın dostu Asım Bezirci olmak üzere birçok kişinin katledildiği haberine çok üzülen Ilgaz, bundan 5 gün sonra, 7 Temmuz 1993’te evinde vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığında Asım Bezirci’nin yanına defnedildi.

  • Mayıs Karası

    6 Mayıs; gece kardeşim doğdu, alacakaranlıkta ablamla Hızır İlyas suyu getirdik köyün uzak çeşmesinden. ‘Bizim Köy’ün kızları gelinleri subaşındaydı, dilekler tuttular iyilikler güzelliklerden yana. Hızır İlyas suyuyla yıkandı bebeğimiz. Uyumadan karşıladık bolluk, bereket dağıtmasını Hızır’la İlyas’ın. Nasip ekmeği koyduk ak taşların üzerine kediler, köpekler, kuşlar, böcekler için. Ebem soğan kabuğuyla yumurta haşladı erden, köyün kırlarında tef çaldı türkü söyledi kadınlar. Yufka ekmeğe kaynamış yumurta ezip kuru soğan doğradık, tuzlu biberli dürünerek yedik. Güneş bozkırda toprağı delmiş çiğdem boyasındaydı, mutluluğu tanıdık. 68’di ve 6 Mayıs; Elimden alınmak istenen hakkımı hukuk savaşında kazanarak yüksekokul sınavına girmiştim. Sınav bitti, Kırşehir’in Kılıçözü deresi kıyılarında kutladım Hızır ve İlyas’ımı. Yaşamımda görmedim oradaki insanlığı, kızlı erkekli oyun havası söyleyip oynamaya durmuş insanların kardeşliğini. Yeni umutlara açılıyordu yüreğim, güneş çiğdem boyağından umut boyağına savruluyordu. Çooook umutluyduk. 72’ ydi ve 6 Mayıs; yüreğim günlerden beri kül boyağıdı. Tuz Göl’ü kıyılarında elim tebeşire ve kaleme ermişti. Radyoyu korkuyla açtım. “ 6 Mayıs 1972, Demir Bank hayırlı Günler diler! Şimdi haberleri veriyoruz… ..idam edildiler.” Kalkıp bahçeye kaçtım, uzaklara… Çok uzaklar bakıyordum ama güneşi göremiyordum. Bağırmak.. bağırmak…bağırmak geçiyordu gönlümden de dilimi ağzıma sığmıyordu. Hızır ile İlyas neredeydi? Güneşi göremiyordum, birileri halkımızın mutlu olması gereken gününü katranlamışlardı bilerek,öç alma kiniyle.. Katrana atılmış üç gül tomurcuğuydu gençlik, İplere bulaşmış mayıs karasıydı güneş. Konuşmayı unutmuş, küskünlüklerdeydim. Eşim öte duvarın dibinde ağlamaktaydı. Doğarken ölen oğlumuzun adına ağıtlar yakıyordu karnına bakarak. Açtık ama boğazımız düğümdeydi ekmek su yasaklarındaydık. Arkadaşım yaklaştı yanıma; “O üç düşmanı salladılar! Duydunuz mu?” “Bir de namazlı abdestlisin. Kandan kına yakılmaz ya dilerseniz kına yakabilirsin… ne” Mayıs’a kara düşmüştü, öldürdüm arkadaşımı beynimde her yerinden asarak. Küsülüyüz o günden bu yana. Selamım bile karadır, yüzünde üç ip sallanır baktıkça. Kente mahkemeye, hastaneye gidenler gazete taşıdı aylarca, okuduk anlattık söylenceler dizdik olana bitene. Yaralar kabuk bağlamaya başlamıştı da yüreklerde kanama vardı. Güz günlerinin saman sarısında ikindisiydi bozkır köyünde, caminin güneyine iki motosiklet yanaştı, dört kişi inip selamladılar topluluğu. Bıyıkları aşağıya sarkıktı, heybelerinden kâğıt çıkarıp dağıttılar. Üstündeki köpekten korkup almadım. “ Bizler ilçeden S.S ‘in arkadaşlarıyız, sizlerle konuşmaya geldik. Buralarda bozkurtların sesini duyacaksınız. Oyları bize vereceksiniz.” En yaşlılarıydı eski ceketli, yırtık lastiklisi, girdi söze. “ Olur, yeğen senin hatırını mı kıracağız. Bir kez de size verelim. Nasıl olsa bir iş gören yok, beş senede sizden bekleriz.” En uzun bıyıklısı daldı söze. “ Biz çok şeyler yaptık bu vatan için.” Boz Kaymak Yusuf emmi saldı sözünü ortaya. “ Ne gibi işler söz gelimi?” “Biz çok güçlüyüz biliyor musunuz? Ankara’da biz çektik ipini üç anarşistin! Bundan büyük iş mi olur?” Deprem olsa da yerin altına inseydim, dilim durmadı dillendim. “Keşke yaptırdığınız fabrikaları anlatsaydın. Üç gencin ipini çekmek bir marifet mi? Onu kimler yapar bilirsiniz.” “Kim bu adam?” “ !!!!!!!!!!! “ Yürüdüm yanlarından evime doğru. Yanımdakiler de dağılmıştı çil keklikçesine, meydanda kalakalmışlardı, dağıttıkları kâğıtları Tuz Gölü’nden esen poyraz savuruyordu. Köyle barıştım da kent bana küstü. Yeteri kadar kararmıştı mayıslar. Yeni masallarla gelenler başka günleri seçtiler karartmak için. Yazlar portakal boyağınan buğday boyağına dönüşürken çıkageldi yeni postallı paşalar. Semercimiz değişmişti biz eşeklikten kurtulamamıştık anlaşılan. Dağlarda kurşunlananlar yetmemiş olmalıydı ki, uslarına düştükçe darağacı kurup ip salladılar. Üç yetmedi elliyi geçtiler dinmedi öfkeler. Hani insan çıkmaz sokaklara sapınca korkularından anımsarlar tanrılarını. Tansık tanrılar yarattılar güçlerine destek. Gökyüzünden barış kuşu beklerken elimizdeki ekmeği çalmak mıydı diledikleri. Komşularımızda estirilen yapay baharlara umut bağlayıp sezemedik tuzağa düştüğümüzü. Komşularımız bütün somundu, parçalayıp parçalayıp yutarken de aymadık. ‘21. yüzyıl kimin adına yenidünya düzeni kuruyor?’ sorusunu soramadığımızdan birbirimizi suçlamanın kolaylığına kapılarak, senaryosu dışardan filmlerin figüranı olduğumuzu sezemedik. Özgürlük adına ağzımıza sunulan memenin başımıza sarık olacağını düşünmek hangi çıkarlarımıza engel oluyordu. Güvendiğimiz akıllılarımızın çığırtkan ördek olduğunu sezdiğimizde olan olmuştu. Yeni bir mayısın gelindiğinde sokağa çıkamayacağımızı, balon patlasa saklanacak siper arayacağımız düşlememiştik bile. ‘…Kağnı devrilip testi kırıldığında akıl verecek çok olur.’ diyeceğim ama güvendiğimiz insanlar tek hücreli amipler olmuşlardı çoktan. Modalar sürgit değişir ya, değiştirecek bir yüzleri kalmayınca sakalla, bıyıkla, kara örtülere sarındılar. Yarasa kuşu uğursuz saldırısını alaca karanlıkta yaparmış. Şimdi tüm alaca kuşağın uğursuz karanlığındayız. Yarınlarda gelecek çiğdem sarısı altı mayıslara güvenimiz de kalmadı. Görünmez karartmalar yetmiyor artık, ziftle sıvamak süremindeler semercilerimiz. Kırk yılı geçti de Hızır İlyas günlerinde gülmedim, şenliklere de küskünüm. Çıkaramadım yaşamımdan mayıs karasını, özledim çiğdem boyalı mayısları. Ne diyeceğim Hızır’la İlyas’a? İnsandan, sevgiden, barıştan yana. Durdurun büyümesin Mayısların Kararması. & Berfin Bahar Dergisi. Mayıs 2016, sayı: 219/ 56-57

  • Bak Oğlum

    “Anaaaaa! Ben geldim!” “………” Tandır, kayıt, oturma odalarının kapılarını yokladı. Kilitliydi. Sol yanındaki helaya girip işedi. Avluda tavuklar bile dolaşmıyordu. “… Babam işinde, anam tarlada bahçede olmalı…’ düşüncesiyle bavulun yanına dikilip çevredeki evlerin önlerini gözledi. Bunaltan ceketi çıkarınca gördü yoğun toz kalıntılarını. Yakasından tutup arka arkaya silkeleyerek bavulun üzerine koydu. Gömlek yakasını gevşetip kravatı sıyırdı, silkeleyip ceketin yanına uzattı. Bedenindeki ağırlıktan sıkıldığından sağına soluna bakınırken duvarın deliğindeki tükenmek üzere olan sabunu görünce sevindi. ‘…Kestirmeden dereye inivermek en iyisi…’ düşüncesine sarılarak sabun parçasını alarak yürüdü. Sıcağın yakıcılığından, iş süremi olmasından, daracık taş sokaklarda, meydanda kimseye düş gelmeden cami köprüsünden geçerek alışık olduğu ikinci akıntının kıyısındaki söğüt kümesine ulaştı. Akan suyun, gölgenin hoşluğunda kuytu bir yer bulup kendini suya attı. Sağ avucundaki sabun kirtiğini* akıntıda yitirmek istemiyordu. Sudan çıkıp kuytuda sabunlanarak akara atlamak hoşuna gitmişti. Arada pantolonunu, gömleğini, atletini silkeleyip otların üzerine serdi. Çorabını yıkayıp söğüt dalına asarak yeniden sabunlanarak akara atladığında sabunu kaçırdı ama üzülmedi. Serinlemesini yeterli görünce de ağırdan giyinmeye başladı. Yolda tozdan kirlenmesin düşüncesiyle ayakkabısını ıslak ıslak giyinip geldiği yerlerden eve yürüdü. Avludan içeri girdiğinde bıraktığı gibi görünce şaşırdı. Kardeşleri, tavuklar, yoktu; bavulu, filesi, kravatı, ceketi duruyordu. Tavukların yalağı kuruydu. Evin çevresini dolaştı, boş testi aradı. Su getirip su yalağını** doldurmayı, hayatı sulamayı düşündü ama testi de yoktu. Avlu kapısına dikilip uzaklara, yalım kayasının dik yamaçlarına bakındı. Oraların gölgesi koyulaşmıştı. Koyu gölgelerin içinden ana dedesinin evinin önünü inceden inceye gözledi. Kadına benzer dokular sezinleyince; ‘…Anamın her zamanki huyu, boşluk bulunca çocukları toplar, anasının evine gider… Babam da, ben de ne zaman eve gelsek kapıyı açık, anamı evde bulamayız. Kaç kez kavga çıkardılar bu yüzden…”düşüncesinde kararsız kalırken ceketinin cebinden tarağını alıp saçlarına biçim verdi. ‘…Gitsem dayım kızı Asıra’da oradadır. Köşeli köşeli konuşur, beni sinirlendirmekten hoşnut kalır…’ düşüncesini yenerek tarağı ceket cebine sokup yürüdü. Dağınık evlerin boşluğundan kestirme geçerek toz toprak içinden yürürken, ayakkabısına dolan kumdan, çakıldan ayakları acısa da biriken öfkesinden aldırmadı. Dört sokağın kesiştiği boşluğun doğusuna gölge iyice uzamış, dedesiyle dayısının evi arasına yirmi kadar kadın toplanmıştı. Duvarın önüne dizili taşlarda yaşlılar, karşılarında orta yaşlılar oturmuş gürültülü ortamda birbirini daha iyi duymak için bağırarak konuşmaya dalmışlardı. Bir köşede on kadar çocuk yolun tozuna belenmiş toprak arasında oynuyorlardı. Yakınlarına sokulduğunda ‘…Hoş geldin!..’ ünlemeleri duydu, kolaya kaçarak tek tek yanıtlamak yerine sırayla ellerini öpmeye duruverdi. Sıralananların en sonunda taş üzerinde oturan anası gözüne ilişiverdi. Sırayı tamamlayıp anasının karşısında durduğunda, anası görmezden gelerek yanındaki kadınla söyleşmesini sürdürüyordu. Yolun tozları içinden iki çocuk kalkarak koştular. Üzerindeki tozlarıyla birlikte bacaklarına, bedenine sarılırken ‘… Abim Gelmiş!..’ çığlıkları kadınların dalgın söyleşisini durduruvermişti. Kucaklayıp öptüğünü koltuk altına alarak ötekine sarılırken dört buçuk ayın özlemi kırlangıcın kanadına binip uçamamıştı. Yeniden anasının yanına sokulup elini yakalamaya çabaladı. Anası elini saklıyordu, boynuna sarılıp yüzünü kendine çekerek öpmelere ama anası inatlaşıyordu. Pantolonunun dizini çekiştirerek yanına, tozsuz kayanın üzerine oturdu. Çevredeki kadınların irileşmiş gözlerini üzerinde duyumsadı. Anasının konuşmasını bekledi, sessizlik uzadıkça sıkıldı, sıkıldıkça uzadı. Anasından beklediğini bulamayınca öfke boşaltmak mı yoksa azarlamak mı istedi? Topluluk suskun bekleyişteydi. “ Evde kimse yoktu ana! Bavulumu kapıya koydum çimmeye gittim. Geldim yine yoksunuz. Burada buldum. Akşam yaklaşıyor kalk gidelim!” Annesi sağ omuzuna bakıyor, yüzünü kaçırıyordu. Tam karşısında oturan yaşlıca kadın fısıldadı. “ Anan küs geldi! Babanla kavgalılar da.” Bu yaşta, dört çocuğu, bir torunu olan kadının kavga etmesini, çocuklarını alarak baba evine sığınmasının usuna yatıramamıştı. “ Ayıp anne! Bu yaşta evimizin saklısını gizlisini buradaki kadınlara duyurmak yakışıyor mu sana? Kalk evimize gidelim!” Şalvarının dizlerinden asılan küçük oğluyla kızı da çekiştiriyordu. Anne kalkmaktan yana değildi. Yanındaki kadın yeniden fısıldadı. “ Baban avrat seviyormuş!” Dudu mu duymadı mı, önemsiz mi buldu belirsizdi. “Kalk evimize gidelim. Bavulum, ceketim, kravatım kapıda kaldı.” * Babasının yorgun, öfkeli, yüzü terden kızarmış, soluk soluğa kalmıştı daracık yollardan buraya dek tırmanmaktan. Çevredeki kadınlara selam bile vermeden eşinin tepesine dikiliverdi. Kalabalık yokmuşçasına söylendi. “ Kendine, çocuklarına, torununa yakıştırıyorsan kal burada. Yürü oğlum evimize!” Babası, eli arkasında bağlı, parmağındaki tespihi devindirerek yürüdü. Kardeşleri de arkasına dizildiler. Anasının eline yapışarak çekerek kaldırdı. Koltuğunun altına sokulup itelemeye durduğunda kalabalıktan kimse de ‘…kal!..’ demedi. Önlerinden giden baba ile kardeşler köşeyi dönerek kestirmeye döndüklerinde anası itelemeden yürüyordu.’… Oğluna hoş geldin!..’ demeyen, kucaklamayan anne öfkesini fısıldadı. “ Baban Namaza başladı! Hem de avrat seviyor!” Babasının namazla pek barışıklığı olmadığını bildiğinden önemsemedi ama avrat sözünden irkildi. Babasının çapkınlıklarını az çok bilirdi da anasının avrat deyişinden anasına sokularak sordu. “ Namazı boş ver de avrat kim?” “ Gavrulmuş gayfe yüzlü Sıdık!” “Olur mu ana? Hacı’yla babam arkadaş! Hacının Sıdıkla ilişkisini, kaçtıklarında saklandıkları oteli bilen yalnız babamdı!” “Hee! Öyleydi!” Anımsamıştı gavrulmuş gayfe yüzlü Sıdık kadını. Uzunca boyuna göre dolgunca bedeniyle yürüdükçe yerleri sallayan, konuştuğu insanı söyleşisiyle kendine tutsak eden kadın nasıl olmuş da bir eşek yükü kadar Hacı ‘ya gönül indirmiş olurdu? On yedi yaşında anlaşılacak işlerden değildi. “Eski gocasına çocuk doğuramayınca, üç çocuklu Hacı ‘ya, kuma üstüne gaçtı. Hacı garşı garşıya bakan iki odasını garılara ayırmış. Mısır goçanı gadar galmış eski garısı arka arkaya üç gız doğurunca, oğlan doğuramadığına utancından boyun eğmiş zaar. Netsin? Üç çocukla sığınacak baba-gardaş evi mi var?Dizini gırdı oturuyor. Sıdık da oğlan doğuracağı günü bekliyor ama heç doğuracağa da benzemeeyor. Sıdık’ın yüzü erkek yüzüne benziyor yaa!” “Babama ne bunlardan ana?” “Sıdık gurnaz! Araya goç gatacak oğlum! Çalıştığı yer tam Sıdık’ın odasının garşısı. Sabahtan akşama yüz yüze bakıyor gapıları. Hacı’nı eski garısı, Sıdık, babanla aynı avludan girip çıkarlar. Helaları bile aynı.Bir de namazcı oldu baban! Yatsıya giderse gece yarısı geliyor, sabah namazına gidiyor eve gelip aşını yemiyor. Ben bilmem mi babanı?” Aklının ermesi gereken kitapların dışında da bir yaşam olduğunu biliyordu da ayrıntılardan, gizil girintilerden bilgisiz miydi? “ Boş ver ana kavgayı küslüğü. Ben geldim gayrı, izlerim babamı. Ev öksüz, avlu yetim, tavuklar bir köşeye dağılmış, yalaklarında su bile yoktu geldiğimde. Kardeşlerim kir pas içinde, dede sofrasına diz çökmek kolay mı?” Avludan içeri girdiklerinde babası odanın önünü sulamış, ot süpürgeyle süpürmeye çabalıyordu. İki kardeşi de babasının çevresinde dolaşıp cıvıldaşıyorlardı. * Kayıt evinin kapısı açılmıştı. Bavulunu içeriye alıp ekin bölmelerinin köşesine, duvara dayayarak yerleştirdi. Eskimeye yüz tutmuş giysilerini, bez ayakkabısını fileden çıkarıp giyinirken, testilikteki testilerin boş olduğunu sezinleyerek yokladı. Boşları alarak dış duvarın önüne dizdi. İple çatıp omuza alarak çeşmeye gitmek kadınlara özgü, erkeğe yakışmayan ayıplama sayıldığından iki testi alarak kestirme dereden çeşmeye yürüdü. Köy imecesiyle yapılan, başarısı Demokrat Partiye yakıştırılan çeşmeye ayak alışkanlığıyla yürüyüverdi. Taşlı kumlu dere yolu kısaydı ama yürümesi kolay sayılmazdı. Anası yaşındaki komşuların “ Hoş geldin! Koşa koşa gelip anana çimme suyu mu dolduruyorsun gadersizim!” şakalarını da geçiştirerek üçüncü gidiş gelişte işini tamamladığında yollarıda karanlık basmıştı. Avlunun alt yanında, ilk odalarının önünde anası sofra benzini sermiş yufka ekmek suluyordu. Yeni odanın önüne serilmiş hasırın üzerinde yanan gazocağının sarıdan maviye zambaklaşan alevi üzerindeki bakır tencereden bulgur pilavı kokusu duyumsandıkça; kardeşleri oturdukları yerden kıpırdanmaya başlamıştı. Hasırın en ucunda babasının namazda olduğunu sezinledi. İçeri girip beş numara gaz lambasını yakıp dış pencere önüne koyduktan sonra da sofra kurmaya girişti. Ablası gelin gittikten sonra, kadın erkek ayrımı yapılmadan her işe koşturmak söylenmeden görevi olmuştu. Tatil dönemlerini çok severdi anası, ‘…işin ucundan tutmasa üç çocukla ne yaparım ben, bir de torun var. Anası üzerime atıp atıp gidiyor..’ sözleri sevgiden miydi, sömürüden miydi bilemezdi. Anasının tandır evinin önünde suladığı ekmeğin bohçasını alıp sofranın kıyısına koyarken, anasının kapının eşiğine oturmasından, barışın sağlanamadığı kuşkusuna kapıldı. Babası karanlığa selam verip namazdan çıktığında söylendi. “ Ablan olacak dinigara da uğramıyor. Anasının küslüğünü güdüyor.” Anasına mı yakın dursaydı babasına mı? Kimseye bir söz de söyleme hakkı olmadığından, uzaklarda olmanın verdiği çekintiden kararsız, kurduğu ev düşlerinin ilk günden toz oluşundan kararıp kalıyordu. Sofra başına toplanan babanın çevresinde çocuklar vardı da ana en uçtaki kapının eşiğinde oturmakta inatlaşıyordu. Babası belirgin bir şaşkınlık, umarsızlık, ortam yumuşatıcı olması dilediğinden mi söylenmişti? “ Sen solculuğa daldın, ben namaza. Gidiyoruz bakalım, nerede dururuz? Karnen iyi mi? Sınıfı geçtin mi bari? Neydi o toplum kalkınması kursu? Kırk yıldır işe yarar olarak bir okul, on kadar da öğretmen çıktı bu kasabadan. Siz solcular da elektrikle suyu getirin bakalım da kalkındırın toplumu.” “Karnem iyi, sınıfı da geçtim ama keşke eve gelmeseydi. Altındağ’da amelelik yapsaydım.” “Şuna bak şuna! Gelir gelmez anasının yasını güdüyor.” Anamın suladığı ekmek, kendi pişirdiği pilav, sofra bezinde kırdığı kuru soğanla, ivedi doyunup sofra bezini dizinden silkeleyerek kalkarken duyurdu. “ Ben yassı namazına gidiyorum!” Ayakkabısını ayağına geçirerek avludan çıkınca anası da sofraya sokuldu. Cıvıldaşarak gecikmeli doyunduktan sonra anası sofrayı toplamaya durduğunda kardeşleri boynuna sarıldı. ‘Işık boşa yanması!’ diyerek gaz lambasını söndürdüğünde doğudan, iki tepenin arasından ay doğuyordu. Anası sol yanına sokuldu, beklemediği bir anda da boynuna sarılıp kucakladı. Kulağına fısıltısı doluyordu. “ Nasılsın bakim! Hoş geldin ama biz hoş garşılayamadık. İşlerimiz böyle. Ben avarları ektim, bir gat da çapaladım. Sabah erken galk da Gayısıpınarı’nı, Vakıf Bahçesi’ni, Yoncalı Bahçeyi sula da gel. Küreği, çapayı gapıya hazırla. Gecikirsen su sırası vermezler.” * Hasırın üzerindeki çul yorganın arasından sıyrılıp kalktığında ortalık ağarmaya yüz tutmuştu. Anası, kardeşleri evin önündeki hasırın üzerinde uyuyorlardı. Zor duyulan tıkırtının babasının ayak sesleri olduğunu sezinledi. Sabah namazına gidiyordu. Oyalanmadan taş yığını arasındaki ayakyoluna girdi, Oyalanmadan çıkıp küreği, çapayı alarak Dereyol’dan inerek sola döndü. Okulun kuzeydeki köşesinin iç tarafına geçerek küreği, çapayı yere koyup yanlamasına uzandı. Uzandığı yerden başını az kaldırınca camiden çıkan karartılar görünüyordu. ‘…Suya geç kalırsam kalayım, yeter ki nereye gittiğini göreyim…’ düşüncesiyle, uyuyup kalmama direnciyle beklemeye başladı. Derenin suyu iyice azalmıştı yaz başında. Cansız, isteksiz, çağıltısız akıyordu. Birazdan ahırlardan bırakılacak hayvanların su içmeye gelmesiyle coşar mıydı bilinmez. Gözleri sabah uykusuna yenilmek üzereyken camiden çıkanlar aradaki köprüden geçerek sokaklara dağılmaya başladılar. İçlerinden babasını seçip izlemeye hazırlanırken, üstten sessizce gelip sokağın başındaki merdivenlerden yukarıya çıkan babasının ayrımına varıverdi. Ayakkabıları elindeydi. İki yanına bakınıp kapısız üst avluya giriverdi. Yalın ayak, duvardan atlayıp koştu, sessiz adımlarla babasını çıktığı merdivenleri çıkarak kapısız üst avluya girdiğinde şaşırdı kaldı. İşyerine bitişik odanın kapısı usulca örtülüvermişti. Kulağını iş yerinin kapısına dayayıp içeriyi dinledi, ses yoktu. Yüreği, ‘…Bir gören olursa ne derim?..’ korkusuyla gümbürderken sokağı gözleyerek inip köşeye koştu. Dıştan çapayla küreği, ayakkabısını alarak yola düştüğünde avlulardan tek tük hayvanlar çıkmaya başlamıştı. Arıktan arığa, bahçeden bahçeye geçerek sulama işine dalsa da usundaki soru aynıydı. ‘…anamın söylediği doğru mu?..’ sorusu yüreğine çakılı kazık oluvermişti. Yatsı namazından sonra izlemeler tarladan harmanlardan dönenlerden, Sabah ezanından izlemelerde tarlalara erken gidenlerden dolayı zorlaşınca yüreğini sıkıntılar basıyordu. ‘…Babasının, durmadan namaz kılan Hazım emmi gibi olmasından, yakalanıp ele dile düşmesinden, işinden uzaklaştırılıp altı ay cezaevinde yatmasından, ceza sonrasında işe dönse de, gösterişli namazlardan uzaklaşıp sıradan, saygı duyulmayan düşük insan olmasından…’ tedirginlik duyuyordu. İşyerinin kapısında oturmuş, kumasının kızlarıyla söyleşen, bir yandan da büyük kızın saçlarını ören Sıdık Hanım el ederek çağırmıştı da; “Sabah akşam buralarda görünüyorsun da oturup konuşamadık oğul. Hele gel yanıma da iki söyleşek. Bak bu gız senden iki yaş küçük, bunu bile görmüyor gözün. Sen delikanlı değil misin yoksa? Babandan hiç mi huy kapmadın?” deyiverince anasının kinleşmesinde haklılığına inanmaya başladı. Sıdık Hanım’ın konuşması, gülmesi, el kol devinimleri, beden devindirmesi, ne anasına ne de komşulara benziyordu. Görmezden gelip uzaklaştı oralardan ama usunu takıntılarını silemiyordu.. * Kuşlukla öğle arası süremde, itler bile dili dışarda sığınacak gölge ararken, azalmış gölgeden duvara sürtünerek taş merdivenlerin ucuna basarak çıktı. Soldaki iki kapıyı göz ucuyla süzdükten sonra sağdakileri de süzerken; iş yerinin eşiğindeki tek kadın lastiğini, iki parmak aralık kalmış kapısını ayrımsayınca titremeye başladı. Sessiz adımlarla yaklaşıp im parmağıyla kapıyı iterek içeri daldı. ‘…Bu kez bari tutturalım koç m…, derine.. derine…’ sözlerini duymasa olanı biteni ayrımsamayacaktı. Odanın solundaki sandalyeye ellerini dayamıştı Sıdık Hanım. Örgülü saçları yüzünü örtmüş ama gerisi açıktı. Babasının pantolonu yoktu bacaklarında. Geri adımlarla çıkarken kapının zembereğinden tutarak çekti, iki parmak kala öylece bırakıp çıktı. Hemen eşiğe oturup beklemeye koyuldu. Oturduğu yerde kış tipisinde kalmışçasına eli ayağı titremeye başlamıştı. Uzun uzun soluk aldı, amacına ulaşmış insanların dinginliğinde, ağır bir uyku bastırmıştı bedenini. Karşı kapılar açılırsa, girip çıkan olur da görürlerse, sorarlarsa ne yanıt vereceğini düşünmeye dalmıştı. Eşikteki arkası yırtılmış lastiği alıp gömleğiyle sol yanının boşluğuna soktu. Gölgelerin kuzeye uzaması sezilir olduğunda içeriden usul ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Eşiğin yarısını kapattığından içerden çıkanın ayağı kabalarına çarpmıştı. Yanlayıp eşikten atlayan Sıdıka Hanım yerlerde lastiğinin tekini aranırken görüvermişti. “ Kapıda niye oturuyon leeen? Babanı mı bekliyon? Acıkmış da dürüm getiriverdiydim.” diyerek tek lastikle koşarak kapısını açıp içeriye dalıvermiş, kapı hızla çarpılarak kapanmıştı. Arkasından babasının fısıltısını duydu. “Sen miydin?” “Benim baba! Kapıyı açık unutmuşsunuz. Açık diye girdim, olanı gördüm, Sıdık hanımın sözünü duydum.” “Niye gitmedin de kapıda oturdun?” “Ya başkası girseydi de yakalansaydınız? Seni bekledim.” “ Bekle geliyorum!” Aynı eşikte bir sürem daha oturdu. İçeriden giyinmiş, saçını tarayıp kravatını bağlamış babasının çıkmasını bekledi. Arka arkaya düşüp basamaklardan inerek toz toprak içinden çekintiyle bahçeler arasına yürüdüler. Söğütlerin altında bir yer bulup oturdular. Baba kravatını gevşetip bir sigara yakarak sönen kibriti toprağa sokarken söylendi. “Bak oğlum!.. Hazım olayında sana söylemişti. Bir adam karşısındakine göstererek namaz kılıyorsa, cami çevresinden ayrılmıyorsa kesinlikle b..klu bir işi vardır. Gördün! Dile düşürüp yaygara çıkarmanın da bir anlamı yok sanıyorum. Anan duymasın!” “Solculuğu iyi pişirdim baba. İnsanların gizlisini saklamayı da öğrendim.”

  • Gagavuz Yazını

    Türkçenin evrensel bir dil olduğuna inancım güçlendikçe, ilgim bilsemeye dönüştükçe, Türkiye dışındaki Türkçe çekici gelmeye başladı. Bilsememin kökeninde iki yıl süren asker öğretmenliğimin deneyimleri olduğuna inanırım. Kalem pilli küçük el radyomdan her akşam Azerbaycan radyosunu dinlerdim. Haberler, hava durumu, spor haberleri ve derken arkası yarınlardan dinlemeyi alışkanlık edindim. Cengiz Aytmatov, Anton Çehov, Nikolay Gogol alışkanlığım olmuştu. Öyküleri dinlemenin hoşluğundan ‘…Pil Bitecek…’ kaygısını unuturdum. Pilin parası önemli değildi de karlı yollardan gelmesi zordu. Azerbaycan Türkçesinin dilimize yakınlığı ilgimi çekerken eski sözcüklerin çokluğundan yakınsam da has okur olmanın kolaylığından yararlanırdım. Azerbaycan’ın Mustafa Kemali yoktu, dil devrimi yapılmamıştı. Türkçe konuşsalarda Kiril abecesiyle yazmak zorundaydılar. Okuma yolculuğum ilerledikçe Türkçe konuşan öteki ulusların yazınına yoğunlaştım. Kiril abecesiyle okuma yazma edimi yoksunluğundan çeviri yapıtların sınırlarını aşamadım. Türkmenistan, Azerbaycan ve GAGAUZ dilinden Latin abecesiyle yazılanları, başlangıçta zorlansam da kolayca anlamaya başladığımı görünce, ayrı bir tad almanın yanında bilinmeyeni bulmanın coşkusunu yaşadım. Çağdaş Azerbaycan, Çağdaş Türkmenistan, Çağdaş Gagauz Öyküleri* değişik sulardan içmenin tadındaydı.Kitaplar her iki dilde karşılıklı yazılmış, sonuna sözlük de eklenmişti. Bir süre zorlandıktan sonra sözlük bölümüne bakmadan okudum. Türkçenin ılık denizlerinde yüzmenin, kulaç atmanın verdiği haz çevrenimi açtı. Türkmence ve AzeriTürkçesi’yle daha sonra yeniden buluşsam, kendimi tamamlasam da Gagauz Türkçesiyle uzun süren kopuş yaşamak zorunda kaldım. Küçümsediğimiz, yerini bilmediğimiz, kapısını çalmadığımız il/ilçe Halk Kitaplıkları olmasa kopuş daha da sürecekti sanırım. Yıllar sonra ‘ Çağdaş Gagauz Öyküleri’**öyküleriyle buluşmak eski bir tanışla kucaklaşmaya benziyordu. Kitabın daha derin incelenmesi, bu yazının doğuşu gösterişten uzak, alçak gönüllü kitabın sonucudur. Gagauz yazının çekiciliğinin en belirgin özgünlüğü Türkçeyle aynı kökenden olmasıydı. Oğuz soyunun Altay kültüründen, değişik coğrafyalarda, değişik inançlarda biçimlenmişiydi. Günümüz Moldova’sı Asya ile Avrupa arasında geçiş yolu olunca tarihi, kültürü, tarih ve kültürün en başat göstergesi olan dil olmuştur. Osmanlı, Romen, Rus dilinin örselemesine, yok etme girişimlerine karşın yok edilemeyenGagauz Türkçesinin varlığını korumada gösterdiği çabaların önemini yadsıyamayız. 21.yüzyıla küçültülmüş Balkan devleti olarak giren Moldavya Cumhuriyeti’nde Gagauz yazınını geleceğini bilsemekteyim. Özgünlüklerine değinmeden önce, Gagauz halkının dilini korumada verdiği çabayı anımsamadan geçemeyiz. “ Dilsiz ve yazınsız halk olamaz; yoksa başka halklara karışıp yok olmaya hazırdır. Edebiyat güzel dille yazılmış bir tarihtir.”( y.9).*** Günümüzde Moldovya Cumhuriyeti olarak bilinen toprakların içinde sayıları azalsa bile on beş yazarın kırk öyküsü de bir gerçektir. İvmenin kökenlerine baktığımızda; “ İleri sürülen yirmi görüş sonucuna göre, Gagauzların Oğuz Türkmenlerinden olduğu, Baserabya’nın Güneyinde, şimdi Moldova sınırlarında yaşadıkları, Oğuz Türkçesiyle konuştukları kesinlik kazanmış durumdadır. 1918-1940 Romanya devleti içerisinde yaşarken, Büyükelçi Hamdullah Suphi Tanrıöver’in çabalarıyla okullarda haftada iki saat Türkçe dersi gördüklerini öğreniyoruz. 1940 yılında bölgenin denetimi Sovyetler Birliğine geçince devlet dili Kiril abecesinde Rusça olunca, Türkçe unutturulmaya çalışılırken Gagavuzların Türklerden soğutulması, düşmanlaştırılması çabalarının izlerini görüyoruz. Gagavuz’ca yasaklanır ama yok edilemez. Romen ve Kirilabecesiyle 1908de denenen dini gazetenin başarılı olamaması, 1918 ‘de Mihail çakır Latin abecesinde denemeyi sürdürür.1940- 1957 arası Kiril abecesiyle yazma denemeleri yapılamaz. 1950 yılı Gagauz Türkçesinin önemli atılım yılı olur. Moskova İlimler Akademisi Gagauz Türkçesini incelemeye alır; 1957’de Kiril abecesiyle Gagauz dilinde yazma izni verilir. 1959 yılında “ Bucaktan Sesler” ilk kitap olarak yayımlanır.1986-87 yılında okullarda Gagauz dili ve yazını dersleri verilmeye başlanır. 88-89 yıllarında şiir ve öykü kitapları yayınlanmaya başlar. 2007 de 1 roman, 10 öykü, 40 şiir kitabı yayınlanır.Sovyet İlimler Akademisinin yasaklamalara karşın Gaguzca dilinin incelemesinde ve izin verilmesindeki çabası unutulmaz bir bilimsel karardır. 1960 yılından sonra Gaguz Yazını kendini gösterme çabasına girer. (Prof. Dr. Argunşah Hülya / Prof. Dr. Argunşah Mustafa )” Çevirmen-Yazar Güllü Karanfil’in öyküleri toplu değerlendirmesi önemli bilgileri içermektedir. Benim yaklaşımım Türkiye öyküleriyle örtüşmesine bakmak oldu. Konular bağlamında baktığımda duyumsadıklarımın ortaklıklarına ilgi çekmektir. Gagauz Türklerinin yaşadıkları yerlerin kırsalın köyleri ve kasabalında yaşayan, topraktan ve hayvandan doyunan insanların birbiriyle ilişkileridir. Yaşamın zorlamalarına karşın ortak sıkıntıları çekerken kin duygusunu taşımamalardır. Küçük bencillikleri, açıkgözlükleri, yaşamanın kolaya kaçışları olarak görürler de kesinlikle düşmanlaştırmazlar. Konularda belirgin olarak sezilen yaşadıkları tarihsel sürecin izleri belirgindir. Anlatılan dönemlerde Osmanlının izi duyulmaz. Romanya, Sovyet dönemi belirgindir. Genç yazarlarda başlayarak 21. Yüzyılın izlerini cep telefonu, bilgisayar, modunda, telefon, metrobüs, televizyon, market, kredi kartı, Türkiye’de çalışmaya giden köylü kadınla eşinin ilişkilerinin anlatılışında görürüz. Ulus devlet konumundan uzaklaşıp yeniyi aramanın izleridir sezinlediklerimiz. Üç keçili, iki inekli, tarlalı, bağlı, bahçeli yaşam gerilerde kalmıştır. Ünlü öykücülerde sıklıkla gördüğümüzkırsal yaşamın güç üretimi, hayvanlarla ilişkileri, doğa ve hayvan sevgisi, insanlar arasındaki hoş ilişkiler azalırken kent kokusu duyumsanır. Bütün yazılanların gerisinde, okuması- yazması yasaklanan Gagauz halkının sözlü yazın ürünlerinin gizemli gücünün olduğu unutulmamalıdır. 1928-32 arası Türk devrimlerinin Anadolu halkına getirdiği kır yaşamının zorluklarına, yoksunluklarına, yokluklarına karşın devrimlerin eğitime yönelik sıcaklığı duyumsanırken; Gagauz halkının sancısı sürmektedir. İleride ‘Köy Yazını!’ olarak altsanacak da olsa kırsalın yazını başlamıştır.İkinci paylaşım Savaşında Gagauz halkının duruşu hiç bir öyküde dillendirmez ama “Sibirya Sürgünü” çoğu öyküde vardır. Dilin yasaklanması acıdır da Sovyetlerin Gagauzca yazmaya izin vermesi dillendirilmez. Kıtlık, yoksulluk, hastalık Avrupa’yı sardığı denli Asya’yı da sarmıştı. Savaşın ve doğanın tutsakları değil miydik? Ülkemizin o yıllarını yaşlı yazarlarımız daha mı mutlu anlatır? Dil yaklaşımından baktığımızda; Aynı süreçte Gagauz dili Rus dili ile kavgalıdır ve var olma savaşı vermektedir. “Dillerini başka dillerin baskılarından kurtarma” savaşımında aydın desteği oluşmamıştır ama yok değildir. On beş yazarın çok yazanlarında (Dimitri Karaçoban, NikolayBaboğlu, PetriÇebotar, Nikola Esir…) Romen, Rus dönemlerinin etkilerini açıkça görürüz. Osmanlıya söz söylememek, Romanya’ya ılımlı yaklaşmak,Sovyet karşıtlığı, Stalin düşmanlığı, kolhoz karşıtlığı sıklıkla dile getirilirken dönemin siyasal tarihi de duyumsatılmış olur. Siyasal erkin sağlanması çalışmalarıyla eğitim çabalarının da koşut gittiğini sezinleriz. Kıpçak- Gagauz dillendirmesinin Gaguzların Kıpçak Türkleri mi oldukları açıklanmaz ama sezdirilir. Türkiye öykücülüğünde ulaşılan noktaları Gagauz öykücülüğünde aramak usa uygun olamaz. Kırsal insanının usa uygun, tarıma, hayvancılığa, el zanaatlarına dayalı yaşamı; insan ilişkilerindeki içtenliği, dinsel yaklaşımlardaki ussallığı, kendi kültürünü yaratmadaki özgünlüğü ortaktır. Kendinizi Gagauz yerleşimlerinde, Gagauz insanlar arasında duyumsarsınız. Birlikte yaşama olanağımız olsa yabancılık çekmeyeceğimiz duygusunu duyumsarsınız. Aynı duyguları ünlü Bulgar öykücü YordanYovkov****’dan Torlak Köylerini anlatırken duyumsadım.Biçem olarak baktığımızda çoğunlukla kısa olay ve kişi tanıtımlarına dayanan öykülerdir. Kısa tümcelerle, betimlemelerle, herkesin anlayacağı duruluk ve anlatım arılığında yazıldığından her kültür düzeyinde okunup anlaşılacak biçemdedir. Uzun betimlemelerden, derinlemesine gizemli anlatımlardan, fantastik kurgu oyunlarından uzak anlatımlardır. Gagauz yazınını önemli adlarından Mariya Kapaklı’nın söyleşisinde öne çıkardığı, Türkçe konuşup yazan halkların işbirliğine inancım sonsuzdur. Gagauz yazarları özgün/ üzgün, inatçı çabalarla yazının temelini atarak, Gaguz Türkçesine yaşama alanı açmayı başarmışlardır. Asıl beklentimiz genç kuşakların soruna ilgi gösterip, var olanı evrensel alanlara taşımalarıdır. Genç kuşak yazarlarla aramızın daha yakınlaştığını görmekten mutluyum. En azından sözlü dönem yazınımız ortak değerlerini korumaktadır. Bu anlayışla, Türkçenin konuşulduğu her ülkenin okurları ve yazarları arasında bağlantı kurmaya özen gösteren dergi( Güncel Yaşam), dernek (KIBATEK) çalışmalarını da önemsemek gerekir. Kitaplara ulaşmak zor gelirse de dergilerin tanışmamızı, kültür bağı kurmamızı kolaylaştıracağına inanıyorum. 21.yüzyıl yazarlarının yazdıklarını da incelemenin yerinde olacağına inanıyorum. Gagauz yazarlarına bir selamım olmasını dilerim. 19 Mayıs 2016. * Çağdaş GagauzEdebiyatı. Kültür Bakanlığı yayınları ** Hüseyin SU. Çağdaş Gagauz Öyküleri. Seçki. Hece Yayınları, 2014 *** Güllü Karanfil. Güllü Karanfil. Çevirmen. **** YovkovYordan. Tekerleklerin Türküsü. Öykü, Evrensel Basım Yayım-2013

  • Corona-Covit 19 Sıkıntısı-IV

    79. GÜN Gül ayını bitiriyor, Boz ayın kapılarını çalıyoruz. Yaşantımızda değişiklikler olmayınca birbirine benzer günlerin sıradanlığı sıkıntı kaynağımız oluyor. İlçe Halk Kitaplıklarının açılacağını duyunca içimi sevinç esintisi yalayıp geçti. Üzerimde kayıtlı iki kitapla İnci Aral düşüverdi usuma. “Kitaplıklar açılsa ne yapabilirim?” sorusuna takılıp kaldım. Gidip kitaplık ortamında kitapları izleyerek, dokunarak, koklayarak doyunmadıktan sonra yarım bir mutluluk olur sanırım. Kitaplıksız, kitaplığı kapalı ilçeleri, ilçeleri düşündüm; oralarda geçen sıkıntılı yıllarımı, kurulan kitaplıklara bağışladığım kitapların ilgisizlikten dağılıp gittiği süremlerin acısını yeniden duyumsadım. Kitap üzerine söylenen sözlerin ne denli gerçek, içten duyularak söylendiğini anladım. İnsanın sürdürümcüsü olduğu bir- iki derginin olması bile, değeri sıkıntıda bilinecek ayrıcalıkmış. Dergiler de olmasa postacılar, kargocular da çalmayacak kapımızı. Hapishaneye görüşmecinizin gelmesi duygusunu anımsatıyor duyabilene. 80. Gün Hafta sonu yasağının sonuncusu olmasına umut yeniliyorum. Haziran başlarının ayrı bir sıkıntısı vardır yüreğimde. Birbiri ardına ölüm günleri gelir sevdiğim ozanların, yazarların. İçim yanar, içime dönük bir üzünçle sarmalanır tinim. Ölüm yaşamın doğal aşamalarından biridir ama yine de benimseyemiyor yazına, yazara, aydına duyarlı insanlar. Sevgili Orhan Kemal ustam on iki yaşımda “Sarhoşlar” öykü kitabıyla girmişti yaşamıma. Öylesine sevdim ki, bir lira bulup bir kitapçıya da düş gelirsem alırdım. Anamdan “ Eline para geçince karın doyurmaz kitaplara veriyor. Bir lira dört ekmek eder anam! Biz fıkare insanlarız, kitap bizim neyimize? Kur’an olsa neyise !” yakınmaları uslandırmadı beni. Varlık Yayınları’yla içli dışlı yaşadım ortaokul yıllarımı. Yaşamım boyunca da sevdim, okudum, yazılar yazdım, ilgimi azaltamadım, diri tuttum… Adı, acıma, üzünç, ayrımında olmadan yaşamı öğreten öğretmen olarak kaldı usumda. Yaşamımın ilk parasını da “Avare Yıllar” romanından sonra kazandım dersem öğretmenliğini sezdirmiş olurum sanıyorum. Şiir ustalarımızdan Ahmet Arif, “Ant Dergisi” olmasa okuma daha geç düşecekti okuma çevrenime. “ Hasretinden Parangalar Eskittim” şiir kitabını yirmi dokuz kez aldım, arkadaşlarıma, öğrencilerime armağan ettim. Otuzuncu kitap yıllar önce armağan ettiğim öğrencimin bana armağanı olması bakımından da önemlidir. Sürgit sakalarım, saklayacağım da. Yarım yüzyıldır Ahmet Arif sözü geçen yazıları okumadan geçemiyorum. Genç yüreğimizdeki izi oldukça etkili olmuş demek ki! 81. GÜN "Ant Dergisi” nin, 1964 sonrası Ahmet Arif’le Nazım Hikmet şiirinin yaygınlaşmasında çok önemli katkıları olmuştur. Öğrenci artırımlarımla siyah beyaz dergiden izlerken, çevremde ilk düşmanlarımı da oluşturduğumu 1967 Mart’ında öğrenebildim. Siyasetçilerin onlara çektirdiği çile yanında, bizlere verilen cezaların adı bile anılmazdı. Belleğe kazınması derin, kalıcı, tanıtıcı olmasının yanında ilgiyle izlenmesini de sağladı. Yaşamlarının her aşamasını inceden inceye bildiğimi sanırdım ama yetmiş bir yaşında daha bilmediklerimin olduğunu öğrendim. Öğrenmekle de bitmeyeceğini sezinliyorum. 1973 yılında Nevşehir-Kaymaklı Kasabası’nda onarımcı Bulgar Mustafa ustayla tanıştım. 1953 yılında Bulgaristan’dan göçle geldiğini söyler; işliğinde yalnız olduğumuzda Bulgarca- Türkçe olarak Nazım’dan şiirler okurdu. Bilsediğimden sormuştum iki ülke arasındaki yaşam ayrıcalıklarını. “ Ben geldiğimde orada gazyağı yakan ocak kullanıyordum. Burada iki taş çatıp tezek, çalı çırpı yakmayı öğrendim. Radyonun ve imamların yanıltmacasına kandık.” derdi. Kendisini, sözlerini unutmadım. Sözlerinin doğruluğunu sürekli sorguladım. Korona sıkıntısının yoğunlaştığı günlerde İnternet gazetelerinden inandırıcı olanında düş geldim “Nazım Hikmet’in Bulgaristan Gezileri” yazısına. Sorumun yanıtı oradaydı. 1951 sonrası Bulgar köylüleri Kolhozlara girmekte çekimse kalınca; dillerini, kültürlerini iyi bilen Nazım Hikmet çağrılmış iletişimi kolaylaştırmak için. Bulgar Hükümeti Kolhoza girmeyenlere ‘ Dilerlerse Türkiye’ye gidebileceklerini…’ söyleyip sınır kapılarını açarak izin vermiş. Yüz elli bin kişi kapılara yığılmış, uzun süren sıkıntılı diplomatik görüşmelerden, perişanlık içinde bekleyişten sonra Türkiye’ye girişleri 1953 yılına değin sürmüş. Mustafa Usta, onlardan birisiydi sanırım. O yıllarda Bulgaristan da Nazım’ın kitapları arka arkaya basılıp satılıyormuş. Bulgaristan Türklerinin çoğunluğu da Nazım Hikmet’i, şiirlerini biliyormuş.(Sol Gazete. 03 Haziran 2020.). Biz çocuktuk ama yaşlanınca da olsa öğrendik. Geçmişimizde de ne korkunç düşünce virüsleriyle savaşmış aydınlarımız. Yeniden araştırmak, yeniden öğrenmek, sıkıntılı günlerde de güzel geliyor insan olana. 82. Gün: Virüs önlemlerinde gevşetme başlayacağı sezdirilmekle kalmadı, birçok alanlarda da başladı. Sıkılan insanlarımız sakınca geçmiş duygusuna kapılıp maskeyi, sosyal aralığı, sokak yaşamının önerilen inceliklerini yok sayan davranışlar sergileyince üzüntü duydum. ‘ Biz seksen iki gündür bu sıkıntıları, siz sorumsuz davranasınız diye mi çektik?..’ Yaşlıyız, çoğumuzun da sakalı var ya sözümüz dinlenmiyor. Sakal dedik de Oruç Arıoba’nın uçmağa durduğunu unutmadım. Adını şiirleriyle belleğime yazdım, çok sonraları da özbilginci (felsefeci) yönünü tanımakla mutlanmıştım. Güzellikleriyle de anmayı sürdüreceğim. 83. Gün: Sosyal paylaşım duvarlarında bugün herkes çevreci. Konuda araştırma, deneme yazılarımla değinmeler yaptım. İçimde koruna sıkıntısına benzer sıkıntı hiç eksilmedi. Doğayı koruma duyarsızlığımızdan yakınmadan öteye gidemiyoruz. Yıllar önce değerli yazarımız Latife Tekin’in çevre duyarlılığı izlekli yapıtlarını değerlendirirken dilendirmişti.” Çevreyi korumayı öne çıkarıyoruz da ülke topraklarının mülkiyet haklarının korunmasında duyarsız kalıyoruz. Ülkemiz topraklarının tümü bizim mi? Yabancılara satılan toprakları çevreci enteller bilmiyor mu?” sorusunu sormuştum. “ Orası bizimim işimiz değil, siyasilerin işidir.” Aynı sorumu sormayı sürdürüyorum. Gerisi “çevrecilik modası”oluyor, Haziran’ın ilk haftasında parlayıp sönüyor. Yine yangınlar, hesler, resler, termikler, termaller, talanlar, madenciler destanı işte. Virüsü bireysel ve dünya geneli korunma çabalarıyla yeneceğimize inanıyorum da başka virüsler nasıl yenilecek? 84. Gün Biz 65+ için izinli günümüz. Sıcakta nereye gidebiliriz ki, en yakın market, manav dolaşıp mutfak eksiklerini tamamladık. Aldıklarımızın ederinden yakınmıyorum, üreticinin durumu ortada. Küçük Menderes Ovasının patates tarlaları gökyüzüne bakıp sıcakta kavrulmamak için tanrılarına yakarıyorlar. Yenileri bilmiyorum ama eski mahalle bekçileri izine ayrılınca bile düdüğü alır mahallesine gelirmiş. Biz alt gelir kümesi tiritleri de öyle, ivedi evlere sığınıp düşünmeye, kaşınmaya, bitiremediğimiz çocukluğumuzu anımsamaya başladık. Virüslü, salgınlı günlerden uzaklaşıp altı yaşına, günlerce karın ağrısı çektiğim, adını şimdi de bilemediğim sayrılık günlerime gittim. Gün boyu, geceleri birkaç kez yineleyen sancılara dayancım kalmayınca ağıda vururdum kendimi. Ebem bildiği tüm yöntemleri dener, umarsız kalınca kına, eşek b..ku suyu bile içirirdi. Ter, ağıt, sıkıntı içinde çığlıklandığım kuşlukta; “Şahin Emmin taa geceden Ağzıkarahan Köyü’ne gitti. Sana Hamaylı yazdırıp gelecek. Kara İmam Hamaylıyı yazmaya başlayınca karın ağrıların şip diye geçecek.” Köyün dükkânlarından, bildik evlerden İngiliz Tuzu ( Karbonat-Yemek Sodası) arandı ama bulunamadı. Akşam karanlığında emmim Hamaylıyla döndü, otuz lira almış Kara İmam. Hamaylı işe yaramayınca kara eşeğe sarıp ilçenin yolunu tuttu babam. İlçeye girişte solda, evinde tanı koyan doktor 2,5 lira aldı. Eczası Vasıf Dede’ de (Vasıf Otyam) 7,5 liralık ilaç verdi. İkindi serinliğinden gecenin yarısına kadar çul gibi sarılı döndüm doktordan ama kurtuldum. Otuz lira boşa gitti, on liraya yaşama dönüp günümüze geldim. Tatsız anı nereden düştü usuma bilmem, bildiğim hayvanlarımız, insanlarımız, bitkilerimiz, iki köy öteden gelen dereden su gereksinimimizi karşılardık. Yılda birkaç kez de kıran gelirdi. Facebook duvarındaki paylaşımı okuyunca anımsadım sanırım. “ Derin, bilgili, kudretli hocalardan Korona ‘dan korunma muskaları. Sadece 49,50 TL. Çoklu isteklerde kargo ücreti bizden” duyurusuydu. “Yüz lira verip iki muska alsak, korunma ve yasak sıkıntısından kurtulsak mı?” düşüncesine takılıyorum. 1955-2020 arası nereye takıldık kaldık? (Z) kuşağı gençlerimize, aydınımsılarımıza sormak mı gerekir? 85. Gün: Büyük-küçükbaş hayvanlara gelen merada otlama vergisine çok gülmüştüm. Dün torba yasalar içinde çıkan bir yasa ile ülkemde yaşayan her yurttaştan 90 TL. Vatandaşlık vergisi alınacağını öğrendim. Ülkem adına sevindim yeni vergi sorumluluğumdan. Bir katkımız olur sevgili ülkemize(!). Fitreyi, zekâtı, davulcu bahşişini, cuma çıkışında konulan bağış tepsilerini görmezden gelir, yılda bir kez devletimize destek oluruz. Bilmek istediğim ülkemizde yaşadığı söylenen 83 milyon vergi yükümlüsü içinde Balkan halkları, Suriyeli göçmenler, Afganlı muhacirler, İranlı kaçak işçiler, Pakistan, Hindistan, Bangladeş kaynaklı yerlerden yasal boşluklardan yararlanarak gelenlerden de alınacak mı 90 TL.? Ülkemizde kayıt dışı dolaşan insan sayısını araştırıp bilen var mı? Yoksa onların yükünü de biz mi çekeceğiz? Uzun yıllardır Ergenekon, Balyoz, Silivri, Fetö-PYD tutuklamalarına, duruşmalarına, sonuçlarına değer verip sağlıklı bilgiler veren Sayın Müzeyesser Yıldız, İsmail Dükal’in tutuklanmasına takılıp kaldım. Müyesser Yıldız ki fetö- pyd haberlerinde uzmanlaşmış, gerçeğin üzerine üzerine giden gazetecimizdi. Fetö-pyd saklılarına nasıl yardım- yataklık yapabilir? Korona-19 bulanıklının sıkıntısında daha da sıkıntılı geldi bana. Diske bağlı Emekli Sen basın bildirisi okuyor 65+ yasaklarının kalkması için. Gelişmeler nasıl okur bilinmez ama sıkıldığımızın somutluğu da ortada. Korona-19 korunmalarının yükü salt gençlere, umut kesilen yaşlılara yüklenmesin derim. Umarım eylemlerinden dolayı 3150 TL. ceza ile ödüllendirilmezler. Aylıkları cezalarını ödemez! 86. Gün: Kurul topladı iletisine sevindim. Gençlerle yaşlılara sakıncasız bir kolaylık sağlarlar mı bilemiyorum. Asıl gündem “ Yaz döneminde yapılacak düğünle, nişanlar, toplu yemekler, kutlamalar…” olsa gerek. Dayançla bekliyorum gelişmeyi. Akşamın boğuntulu sıkıntısında aldım iletiyi. Sabah 10.00-20.00 arası maske ve sosyal aralık kuralına uymak, kalabalıklardan kaçınmak koşuluyla özgürüz. Asıl sevindiği torunlarıma uygulanan kısıtlamanın kalkması oldu. Genç, büyüyen, tüketen enerji dolu gençlerin evlerde tutulması anne baba için hiç de kolay olmadı. LGS, YKS sınavına odaklanama, ısınma olması bakımından yaralı olacağı kanısındayım. Sanki Korona-19 sıkıntımız bitmişçesine yapay bir gündem yaratılıyor; “Ayasofya toplu ibadete açılsın/ açılmasın…” tartışıyoruz. Virüse, işsizliği, sıkışık ülke ekonomisine yararı olacaksa açılsın, halkımız de görsün kaç kişi katılacağını. Sanki ülkemizin tüm camileri, mescitler dolup taşmış da Ayasofya kalmış gibi. Amaç cami açılması mı, bulanık suda oy avlamak mı? Yapay gündenmelerden de virüs sıkıntısı denli sıkıldık artık. Özgürce soluklanıp virüssüz günlere ulaşmak için etkilenen her yurttaşımıza kalıcılık dileyerek sonluyorum yazımı. Ödemiş; 10 Haziran 2020

  • Azerbaycan Niçin Üç Parça

    Emir Timur’un Altınorda Devletini yıkmasının ardından Rus beylikleri yavaş yavaş toparlanıp birleştiler ve Altınorda Devletinin yerine geçtiler. Çarlık Rusya’sı Batılı bir devlet olup bütün kurum ve kurumları ile çağdaşlaşmaya önem verdi. Sanayisini kurdu. Gelişti. Ve Türkler aleyhine topraklarını genişletti. Osmanlı ve Kaçar Devleti ile sürekli savaştı ve topraklarını genişletti. Osmanlı ve Kaçar iki kardeş millet olmalarına rağmen hem zaman zaman kendi aralarında savaştılar, hem de Rusya’ya karşı tam anlamıyla birlik olamadılar. Balkanlarda Sırp-Bulgar-Yunanlıları Osmanlı aleyhine kışkırtıp hırpalarken Kafkas bölgesinde de Kaçarlara saldırdı. Ne var ki bu iki büyük Türk devleti çağın gereklerine ayak uyduramamış, teknolojide, eğitimde geri kalmıştı. Bunun sonucu da savaşları kaybediyorlardı. 1828’de Rusya Kaçar Devletine saldırıp yenmesi üzerine Türkmençay antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Azerbaycan kuzey ve güney olarak ikiye bölündü. Bakü ve Tebriz başkentleri oldu. Rusya bu antlaşmanın ardından, o tarihe kadar bu coğrafyanın her tarafına dağılmış bulunan Ermenileri toparlayıp bir kukla piyon devlet kurarak arada bir tampon bölge oluşturmak istedi. Rusya’dan 80 bin Osmanlı topraklarından 40 bin kadar Ermeni'yi Revana yerleştirerek bu günkü Ermenistan'ın temellerini atmış oldu. Şimdi birçokları diyor ki Rusya Ermenistan'ın arkasında. Nasıl olmasın ki, Ermenistan’ı kuran kurduran Rusya’dır. Türkler ile Rusya arasında bir tampon devlet kurduran Rusya’dır. Sovyetler Birliği kurulduğunda Nahcivan ile Azerbaycan’ın kara bağlantısı vardı. Yani Azerbaycan’ın bir parçası, bölgesi idi. Ne var ki Stalin Türkiye’nin Türkler ile kara bağlantısını kesmek için Zengezur bölgesini Ermenistan’a verdi ve İran ile Ermenistan’ın kara sınırı oluşmasını sağladı. Buna mukabil Nahcivan’ın Azerbaycan ile bağlantısını kesti. Böylece Azerbaycan bir kez daha bölündü ve ortaya üç parçalı Azerbaycan çıktı.(Başlıktaki sorunun da cevabı verilmiş oldu.) Zengezur’un Azerbaycan’a verilmesi ya da alınması ile Ermenistan ile olan ihtilafların ana kaynağı çözülmüş olur ve İran’ın da Ermeniler ile bağlantısı kesilir. Buna mukabil Türkiye’nin Azerbaycan ile direkt sınırı oluşur. Hatırlayalım. Ermeniler Karabağ’ı işgal edip katliamlar yaparken, merhum Ecevit Laçin koridorunun açılması önerisinde bulunmuş ama karşılık bulmamıştı. Bu bir temenni ama hayata ne ölçüde geçer. Üç parça olan Azerbaycan ne zaman birleşir. Şimdilik konjektör buna pek uygun değil. Ama ajandada bulunması gerek.

  • Umut Çiçeği

    Göçmen kuşlar Güneşi yükleyip kanatlarına Terk ettiler ya iyi gün dostları gibi Uçup gittiler sıcak diyarlara Sabahları, pencereni şenlendiren Kelebekler de yok artık. Ağustos böcekleri şakımıyor. Yapraklar veda ediyor, Hüzne bulanıp usulca. Mevsim sonbahar artık. Ama sen sakın Umutsuzluğa kapılma Al güneşi yüreğine Saçak altına sığınan Minicik serçenin Kanatlarından ışık Ötüşünden neşe Yüreğinden sevgi topla Dök umutlarını düşlerini Savur geceye Bırak tutuşsun dizeler Korkma yanmaktan, Yıldız tozları bulaşsın ellerine. Serp sevgi kırıntılarını heybenden Un ufak dağılsın. Korkma, tak umudunu Gonca gül misali yürek cebine Hem bize umutsuzluk yakışmaz Fiyakalı olsun tebessümün At hüznü üzerinden Hayata tebessümle efelen Yürü, geceyi ısıtsın sımsıcak... Gülüşün yıldız olsun. Karanlığı delsin mavi ıslığın Unutma! Yalnız değilsin, düşlerinle büyüksün Tepeden tırnağa umutsun Hayatı ıskalama Sımsıkı tutun, gülümse Yağmur misali ıslansın Düşlerinde mavi dünya Güzel günlere gebe çiçekler gibi Kardelenler sabahlara uyansın. (/22.10.2020 saat:17.39 metroda güneşten uzak düş yolculuğunda)

  • O Güzel İnsanlar da Gittiler...

    Yeni yılın ilk haftası bitmek üzere, kış mevsiminin tam ortası... karanlık, soğuk ve umutsuz günler yaşıyoruz. Güzel bir haber duyar mıyız diye beklerken üst üste aldığımız kötü haberlerle adeta yaşam mücadelesi veriyoruz; sözün kısası acılar hiç bitmiyor... İşte bugün Türk sinemasının efsane ismi, Hababam Sınıfının Mahmut hocası Münir Özkul'un kaybına üzülürken, Bir İstanbul sevdalısının, mimar, yazar Aydın Boysan'ın da ölüm haberini duyduk. Bir yanda babalarının kurşunlarıyla hayata veda eden iki minik yavru, diğer yanda neredeyse bir asrı bulan yaşamlarına veda eden iki koca çınar... İşte karanlık ve ölüm kadar soğuk bir gün daha... Ölümün ne yaşı var, ne zamanı... Günün birinde bir çığlıkla geldiğimiz dünyadan yine günün birinde, hiç haberimiz olmadan çekip gideceğiz, arkamızda gözü yaşlı sevgililer, ağıtlar bırakarak. Her ne kadar Cahit Sıtkı; "Yaş otuz beş yolun yarısı eder" dese de bu hesabın tutmadığını hepimiz biliyoruz. Yetmiş yaşına kadar yaşayacağını zanneden Tarancı, ne yazık ki kırk altı yaşında hayata veda edivermiş. Yani yaşam ne bizim istediğimiz, düşündüğümüz gibi ne de planladığımız gibi gidiyor. Lafın özü ne doğmak elimizde, ne de ölmek... Tıpkı şairin şiirde dediği gibi ... "Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider." Hayatın acı bir gerçeği olan ölümü aslında çok iyi bildiğimiz halde bilmezden geliyoruz ta ki yanı başımıza gelene kadar... Zaten ölüm kendini hiç unutturmuyor ki... Bir bakıyorsunuz bir maden göçüğünde, bir bakıyorsunuz bir trafik kazasında, bazen bir hastane odasında, bazen sıcacık yatağınızda ya da sokak ortasında... ama hep yanı başımızda... Gençlik yıllarında bir ölüm haberi duyduğumuzda (bugün de olduğu gibi) hemen yaşını sorardık ölen kişinin. Ellili veya altmışlı yaşlarındaysa "eh, az da yaşamamış" derdik. Oysa şimdi aynı yaşlarda ölenlere; "vah vah, daha gençmiş" diyerek hayıflanıyoruz. Çünkü ömür göreceli bir kavram; zamana göre, kişiye göre değişiyor ha bire... Madem ki ölüm bu kadar yanı başımızda, böylesine yakın bize, öyleyse kalan ömrümüzü niye heba ediyoruz ki... Şöyle bir düşündüğümüzde ömrümüzün en güzel günlerini hep bir şeyleri kovalayarak, ya da birileri için yaşayarak geçirdiğimizi fark ediyoruz; işimiz, ailemiz, tutkularımız, hırslarımız en güzel yıllarımızı alıp gidiyor elimizden. Tam kendimize geliyor sıra, biraz da kendimiz için yaşayalım derken veda vakti gelip çatıyor... Yeni bir yıla başladık madem, hayata bakışımıza da yaşamımıza da yenilik getirsek olmaz mı ? Örneğin geçmişteki öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı unutmaya çalışsak, "birileri ne der ki" düşüncesini silip atsak kafamızdan, gülümsemeyi, "günaydın" demeyi, selam vermeyi öğrensek yeniden. Empati yapabilsek kızıp öfkelenmeden önce, hırslarımızı, kinlerimizi bir yana bıraksak... Diyeceksiniz ki "bunca olumsuzluk, çirkinlik yaşanırken; bunca kötü insan ortalarda kol gezerken nasıl olacak o dediğin?" Marifet orada değil mi zaten...her şeye rağmen hayata gülümseyerek bakabilmekte ya da en azından hayattan vazgeçmemekte değil mi marifet... Belki de bu dediklerime en güzel örnek olarak bugün kaybettiğimiz iki güzel insanı verebiliriz. Aydın Boysan, otuz beş yaşında yabancı dil öğrenmiş, altmış bir yaşında gazetelerde yazmaya başlamış, altmış üç yaşında ilk kitabı çıkmış ve seksen beş yaşına kadar otuz kitap yazmış, hayata sımsıkı sarılmış, neşe dolu bir insandı. “Rakıyla yetmiş senedir, eşimle altmış senedir evliyim. Demek ki evlenme kararını almak için on yıl kafayı çekmek gerekiyormuş.” diyerek kendiyle dalga geçen, hayata gülümseyen bir insan... Münir Özkul'un ise beyaz perdede canlandırdığı tipleri hepimiz anımsarız. Mahmut hoca, Yaşar usta, turşucu Kazım ve diğerleri...O tıpkı yaşamındaki gibi üstlendiği rollerde de hep sevecen, vakur bir aile babasını canlandırır. Fakirdir ama evini geçindirir. Hakkı olmayana el uzatmaz, başka bir haksızlık gördüğünde de müdahale eder. O haylaz öğrencilerinin babaca öğretmeni, filmlerini izleyen herkesin hocası ve manevi babasıdır! Her ikisini de sevgi ve rahmetle anıyoruz Öyleyse yarından tezi yok, yaşama yeniden dört elle sarılmayı, yaşamdan zevk almayı deneyelim... Mesela; önce kendimizi severek, kendimize selam vererek başlayalım güne, bindiğimiz otobüsün şoförüne selam verelim, gördüğümüz apartman veya sokak komşumuza gülümseyelim, ayağımıza sürtünen kedinin başını okşayalım, sararan yaprakları, düşen yağmur damlalarını seyredelim yürürken, martılara ya da kuşlara el sallayalım...film izleyelim, kitap okuyalım... Belki de tüm kötülüklere, kötü insanlara rağmen hayatın hâlâ ne kadar güzel ve yaşanılası olduğunu fark ediveririz kim bilir... "Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında." Mademki ölüm hepimizin başında, hem de yanı başında; öyleyse o saltanatı musalla taşına bırakmayalım, yaşarken sürelim...

  • Her Yerde Kar Var

    Kimi zaman güneşli, kimi zaman yağmurlu ama nispeten ılık havalardan sonra nihayet dört gözle beklenen karımız (!) arz-ı endam eyledi. İki üç gündür şöyle gelecek, böyle gelecek, her şeyimizle hazırız haberlerinden sonra salınarak uçuşmaya başladı bembeyaz kuş tüylerine benzeyen kar taneleri... Yeni yıla unuttuğumuz, çocukluğumuzun kartpostal manzaralarıyla gireceğiz gibi görünüyor. Penceremin önünde soğuktan kasvetli kasvetli dolaşan ıslak kedileri izlerken sanki bir çuval pamuğu yukarıdan boşaltmışlar gibi savrulan kar tanelerinin içinden süzülüp çocukluğuma yol alıyorum... Hani hep deriz ya "çok mu şanssız çocuklardık biz, yoksa çok mu şanslı?" diye...varın siz karar verin... Eski kışlar çok sert geçerdi İstanbul'da, içimiz titrerdi soğuktan, buz tutardı yüreğimizin dışında her yerimiz... Kar günlerce yağardı, birikir birikir buz olup kalırdı yollarda, sokaklarda. O yıllarda belediyelerin şimdiki gibi modern kar mücadele araçları yoktu. Belediye işçileri simsiyah kömür tozu serperlerdi o beyaz buzların üstüne, ya da bizler sobadan çıkan külleri dökerdik kapılarımızın önüne insanlar kaymasın diye...çünkü o dönemlerin en etkin karla mücadele yolu buydu. Ya bizler, ya çocuklar... Ah bir kar yağsa da okula gitsek diye dua ederdik kış geldiğinde. Şimdiki çocuklar gibi okulların tatil edilmesini beklemezdik dört gözle, hem de okula gidecek servislerimizin olmamasına rağmen. Annelerimizin diktiği paltolarımıza sarınır, yine elde örülen yumuşacık atkılarımızı başlıklarımızı takar, öyle markalı falan olmayan, altı kösele botlarımızı giyer düşerdik yola. Elimizde kocaman okul çantalarımızla kelimenin tam anlamıyla "düşerdik yollara"... Hele ben ne çok kayar düşerdim, o dimdik Gedikpaşa yokuşunun dibindeki okuluma giderken. Buz tutmuş ellerimizi ve ayaklarımızı sınıfta yanan kömür sobasının başına toplanarak ısıtmaya çalışırdık; ellerimiz buz tutsa da yüreklerimiz sıcacık sevgi doluydu, mutlu çocuklardık velhasıl hem de çok mutlu... Karlı kış gecelerinin bir başka keyfi de bütün mahallenin toplanarak Vefa'ya boza içmeye gitmesiydi. Boza karlı kış gecelerinin vazgeçilmeziydi. Gündüzden planlar yapar, annelerimizi kandırır, güle oynaya, "HER YERDE KAR VAR" diye şarkılar söyleyerek, kar topu oynayarak, karlara bata çıka giderdik Vefa'ya... Sonra tarçınlı, leblebili bozanın dayanılmaz lezzetine kaptırırdık kendimizi... Bizler VEFA'nın sadece bir semt ismi olmadığını ta o yıllarda öğrenmiştik... O zamanlar şimdiki gibi günler öncesinden meteorolojik uyarılar yapılmazdı kar geliyor diye. Sabah uyandığımızda gördüğümüz o bembeyaz örtü en büyük sürpriz olurdu bizler için. Kar yağacak günlerin hayalini kurardık ısınmaya çalıştığımız yataklarımızda, sabah yağdığını görünce de deliler gibi sevinir, yola koyulurduk. Şimdiki çocuklar gibi hayallerimizi çalan, yok eden teknolojinin esiri değildik. Sadece bir odası sıcak evlerimizde ailece oturur, sobanın üstünde pişirdiğimiz kestaneleri yerdik, kar manzaralarını televizyonlardan değil, burnumuzu dayayıp, buharlaşan camına yazılar yazdığımız pencerelerden izlerdik...velhasıl şanslı mı şanslı çocuklardık... Şimdi Vefa çok uzaklarda, bozacıya gidecek kimseler yok artık hatta bozanın ne olduğunu bilen de; o yüzden kulağım kirişte, sokaktan gelecek "booooozaaaaa" sesini bekliyorum, bakarsınız geliverir... Hem "İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" dememiş miydi şair? umutlarımın üstüne hiç kar yağdırmadım ben; yağsa da kardelen oldum, yırttım toprağı boynu bükük, ama pembe beyaz... fışkırdım yeniden... n.b.a

  • Korona'ya Yakalanırsam

    Covit-19 denilen salgın gitgide yayılıyor! Her gün yayımlanan rakamlar, henüz bu mikrobun girmediği bedenler çevresindeki çemberin giderek daralmakta olduğunu gösteriyor. Hepimiz kaygılar içinde yaşıyoruz ve can korkusu içindeyiz. Telefonla haberleşenler birbirlerine “Aman dikkatli ol!” tavsiyesinde bulunuyor. Bunu her akşam tekrarlayan Sağlık Bakanın da dilinde tüy bitti. Hastalığın yayılma hızında dünyada ön sıralara yükselme kabahatinin bir kısmı biz yurttaşların “Bana bir şey olmaz” tevekkülü ise, bir kısmı da salgın sürecini iyi yönetemeyen iktidarda olduğu açık. Zaten bozuk olan ekonominin büsbütün dibe vurmaması ile yurttaşların sağlığını koruma çabasındaki dengeyi sağlıklı yapamadı. Uzun süre virüs taşıyıcılarının sayısını hiçbir şey yokmuş gibi gizleme yolunu tuttu. Hatta bunu açıklayanları suçlama yolunu seçti. Ama sonunda gerçek kendini dayattı, taşıcıların sayısını da açıklamak zorunda kaldı. Maskeden aşıya kadar, sokağa çıkmada saat sınırlamaları ve yaş grupları için alınan özel önlemlere karşı çıkanlar var. Başta sağlık personeli olmak üzere, salgın sürecinde tehlikenin ortasında topluma hizmet eden herkese teşekkür borçluyuz. Salgını yarım önlemlerle yenemeyeceğimiz anlaşıldı. Hastane ve fırıncılar gibi en temel hizmet birimleri dışında bütün bir milletin karantinaya girmesinden başka çözüm yok. Bu, biraz daha yoksullaşmamıza neden olsa bile buna dayanabiliriz. Bir süre yalnızca su ve ekmekle bile idare etmeyi göze alabilmeliyiz. Kadınlarımız evde ekmek yapmayı bilirler. Ortalama gelirleri Türkiye’nin yarısı kadar olan ülkelerde de insanlar yaşıyor. Bir süre yoksullar, hapistekiler, oruçlular gibi yaşamayı göze alamazsak işimiz bitiktir. Bir toplumsal görev üstlenenler dışında bir ay sokağa çıkmadan da yaşayabiliriz. Jimnastiğimizi ayakta ve odanın içinde yürüyerek de yapabiliriz. Bu ülkede yıllarca dört duvar arasında yaşayanların da canı var! Mevsimlerin güzelliklerini pencerelerimizden, balonlarımızdan da seyredebiliriz. “Her şeyin başı sağlık” diye boşuna dememişler. Sağ olalım da bu salgını atlattıktan sonra yeniden okula ve dairelerimize gidebilir, dükkânlarımızı yeniden açabilir, yeniden para kazanabiliriz. Önlemlerimizi alarak sabır ve tahammülü ilke edinmeliyiz. Bir süredir, üç kişilik hanemizde covit-19 saptanırsa ne yapacağımızı planlıyoruz. Durumumuz hastaneye yatırılacak derecede ileri olmazsa ki çoğunluk evlerinde tedavi ediliyor, evde nasıl bir düzen kuracağımızı konuşuyoruz. EVİ PAYLAŞACAĞIZ Bizim evimiz, küçük bir bahçe içinde bodrum üzerinde üç katlı. En üst katta benim balkondan çevrilmiş çalışma odam var. Okuma-yazmama yarayacak araçlar orada. Kitaplarımın bir kısmı, bilgisayar ve televizyon bulunuyor. Ben hasta olursam bu katta hayatımı devam ettirebilirim. Benim yiyeceklerimi merdivene koyarlar, oradan alırım. Eşim ve oğlum hastalanırsa, onlar için de benzer önlemler düşünüyoruz. Oğlum ikinci katta, eşim giriş katta yaşayacak. Çünkü mutfak da orada. Malum, zıkkım boğazımızdan geçecek olanları o hazırlayacak. “Kendine ait bir oda” ihtiyacını da bu vesileyle ve geçici olarak karşılamış olacağız… Hem de salon ve mutfağın bitişik olduğu en geniş oda burası oluyor. O zaman en az iki metre mesafeden birbirimizle konuşmak gerekirse maskelerimizi de takacağız. Kalabalık nüfusun yaşadığı daracık evlerde böyle bir düzen kurmanın zor olduğu ortada. Hele evde birkaç küçük çocuk varsa! Yokluklar, felaketler yaşamış, ekmeğin karneye bağlandığı dönemlerden gelmiş bir toplumuz. Bu belayı da, bilimin ve örgütlü bir sağduyu sayesinde bütün insanlık olarak atlatacağız. Biraz daha sabır, biraz tahammül ve daha iyi bir kriz yönetimiyle. Koronaya kurban verdiklerimizin son nefeste bizden istedikleri de buydu. (2 Aralık 2020) NOT: 2 Eylül tarihli “Bunlar Beni Konuşturmayacaklar Anlaşılan” başlıklı yazımda Fatsa Cumhuriyet Savcılığının Fatsa Güneş gazetesinde yayımlanan iki yazımdan ötürü hakkımda soruşturma açtığından, sosyal medya hesaplarıma erişimin engellendiğinden söz etmiştim. Fatsa Savcılığının talimatı henüz bana ulaşmadı. Adliyede böyle gecikmeler oluyormuş. 8 Ağustostan beri “Giriş” butonuna ulaşamadığımdan yazılarımı yükleyemediğim bloğuma ve yazılarımı topluca gönderdiğim Googol grubuma uzman bir arkadaşın sayesinde yeniden ulaştım. Bunların neden engellendiğini çözememiş olmakla birlikte, uzman arkadaşım hesaplarımın binlerce defa saldırıya uğramış olduğunu gördü ve bana da gösterdi. 8 Ağustos’tan sonra paylaştığım yazıları bloğuma taşıdım. İzlemek isteyen arkadaşlar, eskisi gibi aşağıdaki bloğumu tıklayarak bunları okuyabilirler. (3 Aralık 2020) www.zekisarihan.com

  • Rüya

    11.12.2016 I Çeşit çeşit kokuların olduğu bu ufacık dükkân büyük küçük rengârenk şişeyle doluydu. Bunlardan pek azı raflarda özenle diziliydi. Diğerleri gelişi güzel dükkânın içine dağılmış, birbirinin aynı şişelerdi. Tek farkları içlerindeki kokulardı. Dükkânın girişinde sağ tarafta, kolilerin içinde tozlu şişeler kaderlerine terk edilmiş, öylece duruyordu. Dükkânın sahibi Ruşen Bey, kırk sekiz yıldır özel kolonyalar yapıp satıyordu. Yaptığı kolonyaların hemen hepsi kişiye özeldi. Kokular insanlara biricikliğini duyumsattığı için, kasabada yaşlısından gencine herkesin kendi kokusu vardı. Bu yüzden, yabancılar hemen fark edilirdi. Yalnız geçirdiği gecelerin sabahına farklı bir kokuyla uyanırdı Ruşen Bey. Yaşayamadıklarını, umutlarını, aşkı, sevdayı şişelerdi böyle gecelerde. Kış çiçeği, Deli Rüzgar, Deniz Esintisi, Feriştah, Gül damlası, Gardenya, Rüzgar, Güldeniz, Cennet Damlası, Billur… hepsi Ruşen Bey’in hayallerinin isimleriydi. Duygularını damıtıp, saf suyla olgunlaştırır içine birkaç damla esans damlatırdı. Fabrikalarda el değmeden şişelenen, birbirinin aynı kokuların karşısında ayakta kalmaya çalışırdı. Kokunun büyüsünün zamana yenik düşüp yok olmasına gönlü elvermezdi. (***) Rafta duran el yapımı gözyaşı şişelerine baktı. Çoğu antikaydı. İçlerinden birini derisi buruşmuş, üstü çil çil olmuş elleriyle okşadı Ruşen Bey. Sanki ilk defa dokunuyormuş gibiydi. Akşamüzeri gelen kızı düşündü. -Merhaba. Benim için özel bir koku yapabilir misiniz? Kelimeler, kızın dudaklarına küçük öpücükler kondurup uçarcasına havalanıyordu dükkânın içinde. Ruşen Bey’in nefesi kesildi. Yıllardır kasaba dışından kimse dükkânından içeriye girip kendine özel koku istememişti. Yaşlı bedeni şaşkınlığını ve hayranlığını gizlemeye çalışarak; -Nasıl bir koku istiyorsunuz, dedi. Kız, etrafa dikkatlice bakıp dükkânın karışık kokusunu içine çekti. -Bilmiyorum… İçinde biraz “ben”, biraz “hayallerim” olabilir. Mutlaka gizemli olmalı. Bilmiyorum işte! Aşka bulanmış bir elma şekeri belki de... Ruşen Bey, kızın söylediklerini şaşkınlıkla dinledi. -Hangi kokulardan hoşlanırsınız? -Melisa. Vanilya da olabilir. Ama ben bu kokulardan farklı bir şey istiyorum. Sizin bana yardımcı olacağınızı söylediler. Kız, kendinden emin; narin, uzun parmaklarının arasında duran, gözleri gibi mavi gözyaşı şişesini uzatırken, Ruşen Bey’in aklına gençlik yılları gelmişti. Güldeniz de dükkâna ansızın gelmiş, siyah saçlarını savurup etrafa şöyle bir baktıktan sonra, “İçinde misk olan bir koku istiyorum,” demişti. Ruşen Bey o zamanlar yakışıklı bir delikanlı, hemen kızın isteğini yerine getirmek için kolları sıvamış bu arada da Güldeniz’e misk kokusunun hikâyesini anlatmıştı. “Yeşil yaprakları gökyüzüne uzanan, renk renk çiçekleri etrafa çeşitli kokular salan, derelerinde balıkların oynaştığı, ceylanların su içtiği çok güzel bir orman varmış. Bu ormanın içinde mutsuz mu mutsuz bir kız yaşarmış. Tüm bu güzelliği görmez, duymazmış. Hayvan arkadaşları ne yaparlarsa yapsınlar onu mutlu edemezlermiş. Bir gün ormana güzel mi güzel bir erkek ceylan gelmiş. Tüm hayvanlar bu yeni arkadaşlarını çok sevmişler. Mutlu, güler yüzlü, dost canlısı, sevgi doluymuş. Her şeyi olumlu yanıyla düşünürmüş. Mutsuz kız bu ceylanın varlığıyla da mutlu olmamış. Günden güne daha da hüzünlü ve içine kapanık biri olmuş. Ceylan zamanla bu mutsuz kıza âşık olmuş. Aşkıyla yanıp tutuşurken çaresizlikle kızı nasıl mutlu edebileceğinin yollarını araştırıyormuş. Çabalarının hiçbiri sonuç vermemiş. Geceler boyu oturup onu nasıl mutlu edeceğini düşünmüş durmuş. Ama elinden hiçbir şey gelmiyormuş...” Güldeniz hikâyeyi dinlerken kâh üzülüyor, kâh heyecanlanıyormuş. Ruşen Bey cümleleri olabildiğince uzatıyor, kelimeleri ağzında geveleyip duruyormuş. Bu arada da küçük parfüm şişesine alkolü damlatırken, sabırsızca, “Sonra ne olmuş?” diye soran kızın merakını daha da arttırmak için yavaş hareket ediyormuş. “…Ertesi gün, daha ertesi gün durmadan yorulmadan aramış kızı mutlu edecek şeyi. Ama bir türlü bulamamış. O gün yine çok yorulmuş, bir çam ağacının altında uykuya dalmış. Rüyasında, bu mutsuz kızın kendine ait bir kokuya ihtiyacı olduğunu ve kendisini biricik hissetmediği için mutsuz olduğunu söylemiş, orman perisi. Ceylan bunun üzerine kendinden bir parça sunmaya karar vermiş mutsuz kıza. O gün, karnından bir parça koparıp küçük bir şişenin içine akıtmış. Ertesi sabah şişe ağzına kadar misk bir kokuyla doluymuş. Mutsuz kız bu kokuyu fark edince çok mutlu olmuş. Sihirli gibiymiş koku. Şişenin kapağını açtığında her şeyi daha farklı görüyor, duyuyormuş. Bu kokunun sahibini aramaya başlamış. Herkes kokunun ceylana ait olduğunu biliyormuş ama onu bulamıyorlarmış…” Güldeniz gözlerinde yaşlarla, “Öldü değil mi ceylan?” demiş. Ruşen Bey kızın sorusunu duymazlıktan gelip hazırladığı kokuyu kıza doğru uzatıp ”Kokun hazır ama bir şartım var,” demiş. Kız hâlâ hikâyenin etkisinde; “Şart mı, ne şartı?” diye sormuş. Ruşen Bey şişeyi arkasına saklayıp, "Bir öpücük isterim." demiş… Ruşen Bey hayallerinden sıyrılırken kızın sesi kulaklarında çınladı. Bir an gerçekle hayal birbirine karıştı. Gözlüklerinin üstünden karşısında duran kıza baktı. Kızın söylediklerini çok sonra anlayabildi. -Yapabilirsiniz değil mi? Pardon, ne zamana hazır olur, koku? Ruşen Bey titreyen elleriyle kızın uzattığı şişeyi aldı. Zamanı söylemekte kararsız kalmıştı. Hayaller, geçmiş, gelecek iç içe geçmiş; girdab Ruşen Bey’i içine çekiyordu. Altı gün sonra olabilir, derken gözlüklerinin arkasından kızın masum suratına baktı. Kızın kapıdan çıkışını ve etrafa yayılan kokusunu içine çekti. Bu koku bildiği bir koku değildi. Uçarı, buruk, rüzgâr gibi yeşili anımsatan, deniz gibi ama mavisi olmayan bir koku. Önünde altı gün vardı ve nasıl bir koku yapacağını bilmiyordu. Kızın bıraktığı gözyaşı şişesini kendi şişelerinin bulunduğu rafa yerleştirdi, gözlüğünü burnunun üstüne indirip uzaklara daldı. “Cennet Damlası!” dedi. Kumsalda Tuana ile oturduğu yıllar öncesinin sevdalı bir yaz akşamına uzandı gölgesi. Sarı saçlardan etrafa yayılan leylak kokusu, Ruşen Beyin aklını başından almıştı. Tuana neşeyle saçlarını savururken, "Bak bu senin bana yaptığın koku. Beğendin mi? Saçlarıma, boynuma, kollarıma sürdüm," derken kollarını Ruşen Bey’e uzatıyor saçlarını iki tarafa sallıyordu. Ruşen Bey usulca kızın kollarını tutup kendine doğru çekti. Leylak kokusu artık ona da sinmişti. Usulca başını kızın boynuna yaklaştırıp kokuyu derin derin içine çekti. Leylak, aşk, ve Cennet damlası bir bütün olmuştu… Ruşen Bey hayallerden kurtulup bir türlü işini yapamıyordu. Neye elini atsa o yabancı kızın getirdiği esinti onu başka yerlere götürüyor ve hayaller perde perde açılıyordu. Bir geçmiş bir yabancı kızın büyüsü, o gün Ruşen Beyi rahat bırakmadı. Kapıdan içeriye girişi, mavi çiçekli eteğinin kavradığı biçimli kalçası, saçlarını savururken çenesinin ve boynunun hareketi, hemen boynunun bitiminde usulca sallanan inci damlasının göğüslerinin arasına uzanan zinciri, gömleğinin altından belirginleşen göğüslerinin kalp atışıyla kıpırdanışı, çakmak çakmak bakan gözleri, ıslak pembeliğiyle daha çekici duran gülümsemesi… hepsi Ruşen Bey’in içini altüst etmişti. İçi kıpır kıpır oldu. Kızın şişeyi uzatırken bir anlık tenine dokunmasıyla duyumsadığı, yaşlı tenini heyecanlandırmıştı. Kıza geçmişin kokularını yakıştıramıyordu. Dükkânın arka odasına gidip çalışması, yeni bir koku yaratması için bir şeylere ihtiyacı vardı. Farklı bir şeylere, hiçbir yerde olmayan bir şeye. Üçüncü gün, kendinde dükkânın arkasındaki odaya gidecek gücü buldu. Önce; melisa, vanilya biraz da karanfil esansını yavaş yavaş karıştırdı. İlk denemesi sonuç vermedi. İkinci, üçüncü de… Karanfil acıydı; yaşlılığın derin ormanında yürüyenlerin kokusu. Ruşen Bey’e Makbule’yi hatırlattı. Karanfil yerine bir damla Beyaz Gardenya damlattı. Olmadı! Bu yalnızlık kokuyordu; heyecanı içine hapseden, çevresine kalın duvarlar ören, Feriştah’ın kokusuydu. Deniz Yosununu Miskle karıştırdı, biraz da yaprak esansı –tütünsüz olanından- koydu. Güzel olmuştu olmasına ama durgun bir kokuydu, neşesi yoktu tıpkı Nevbahar gibi… İki gün boyunca durmadan çalıştı. Bütün kokuları denedi. Eskiden olsa hiç tereddütsüz ilk karışımda bulurdu, ama bu sefer zorlanmıştı. Duyguları, hissettikleri, bedeni zorlamıştı onu. Beşinci günü artık ümidini yitirdi ve dükkânında sabahlamaktan vazgeçip evine gitti. Bir günü kalmıştı ve hâlâ elinde bir şey yoktu. Zaman acımasızca ilerliyordu. Derin bir uykuya daldı… Son gün geldiğinde o, hâlâ ne yapacağını bilmiyordu. Dükkânına gitti. Gözyaşı şişelerinden birine, vanilya ve amberi, portakal ve bergamotla karıştırıp içine özel esansından koydu. Bir başka şişeye yasemin, sandal ağacı ve gardenya kattı, şişeleri tek tek dolduruyordu. Rüyada gibiydi. Son bir gayretle elindeki tüm kokuları şişelere doldurdu. Yaşlı elleri titremeye gözleri buğulanmaya başladı. Bedeni, ruhu ilk defa bu kadar acı çekiyor çaresizliğini kokulara yansıttığını duyumsuyordu. Ruşen Bey kendini tutamadı, bu çaresizliğine dayanamayıp ağlamaya başladı. ‘Biraz daha genç olsaydı, daha farklı olurdu’, diye düşündü. Gözyaşları önünde duran şişenin içine inci taneleri gibi düşmeye başladı. Tıkırtılı seslerle düşen her damla maviyi, yeşili, pembeyi alıyor, renk armonisiyle birbirine karışıyordu. Ruşen Bey’in gözyaşları bittiğinde şişe tamamen dolmuştu. Gözlüklerini çıkarıp gözlerini sildi. Gözyaşıyla dolu şişeyi görünce çok şaşırdı. İçinde kristal damlacıklar bulunan duru şeffaf sıvının, o güne kadar hiç bilmediği bir kokusu vardı. Bunun bir mucize olabileceğini düşündü. İçindeki heyecana dur, diyemiyordu. Akşamın alacalığı dükkâna çökmüş sadece bu pırıltılı sıvının ışığı etrafı kaplamıştı. Kapı açıldı mavi gözleri çakmak çakmak bakan kız içeri girdi. -Merhaba. Ruşen Bey gözlüklerinin arkasından kapıdaki kıza baktı. -Hoş geldiniz. Sesinde mutluluk vardı. Kız ise heyecanlıydı. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. -Oldu mu? Ruşen Bey ayağa kalkıp masanın üstünde duran gözyaşı şişelerini göstererek; -Bunları sizin için yaptım. Hangisini beğenirseniz o, sizin, dedi. Kız heyecanla şişeleri tek tek koklamaya başladı. Her şişede, kokuyu beğenmiş gibi yapıyor ama bir diğerini koklamak için acele ediyordu. Sonuncu şişeye geldiğinde Ruşen Bey kızı engelledi tam bu sırada şişenin üstünde elleri birbirine değdi. Kızın yüzü usulca kızardı. Ruşen Bey ne yapacağını bilemedi ama elini de çekmedi. Şişe alev alev yanıyordu. Işıltıları daha da artmış yıldızlar saçıyordu etrafa. Ruşen Bey kızın gözlerine bakarak; -Bu en özel olanı, dedi. Kız, şişeyi eline aldı hiç koklamadan boynuna, kollarına ve kulak arkalarına birer damla kondurdu. Ruşen Bey artık kızın tenine girmiş bir daha da hiç çıkmayacakmış gibi gençliğine katılmıştı. Kız gülümsedi. -Evet, bu tam istediğim koku!’ diye haykırdı. -Kokunun ismi ne? diye sordu. Ruşen Bey kokunun ismini hiç düşünmemişti. Ne söyleyeceğini bilemedi. Kız, Ruşen Bey’e teşekkür etti, kapıya doğru yürüdü. Ruşen Bey içinde büyük bir huzur, kızın arkasından baktı. Bedeni sanki gençleşmiş gözleri daha bir parlamıştı. Kız, geride kokusunu bırakarak dükkândan çıktı, tam kapı kapanırken, Ruşen Bey, kokuya isim bulmuştu. Rüya, olmalı, diye fısıldadı. * maviADA MÜZE: Görmek için TIKLAYIN

  • Kırık Ayna

    Parmakların ucuyla arkaya attığın saçlarının sonbaharına düştüm elimi tut, yalnızlığımı okşa gözünün izi kalsın gözümde… Aynadaki sûretine sar beni Gamzen açan kır çiçeği üzerinde idi acılarım sen rengini kokladın ben kokusunun rengini Sonbahar akşamına sar beni Seni hangi ömrümle sevdiğimi bir güz yağmurları bildi bir de saçlarına düşen sonbahar kahve falına resmini kim çizdi? Üşüdüm yağmuruna sar beni Hasretime vaha, çölüme serap ol kendine başka anlam bulsun intihar son istasyonda beklerken ömrüm seni sevdim, ne söylesem, hepsi inkâr Giderken, elvedana sar beni

  • UNUTMA DOSTUMSUN

    Sen dostumdun benim gülünce güneşler açan Bulutlara rüzgara asarım suretini her akşam Her akşam bir mektup yazarım dağlar kadar Meşeler göğermiş diyorsun, varsın göğersin Anlamını yitiren bir şeyler mi var şimdilerde Yazdığım şiirlere yabancıyım, sokaklara yabancıyım Taşı delemiyor bir çığlık ve apansız Su oluyorum ipince, kendime sızıyorum Dünya yetmiyor bazan, bırakıp gidebilir miyim? Kuşları ürkütülmüş bir dal gibiydin, öylesine mahzun! Efkar da yakışırdı sana, ilk kadeh kekik kokardı Unutalım mı şimdi kente indiğimiz o ilk günü Sabahlara kadar okuduğumuz o kitapları Sabahlara kadar düşüncelerimizde yaşattığımız hayallerimizi Kar aydınlığında yürüdüğümüz o yolları Sen dostumdun benim gülünce güneşler açan Bulutlara rüzgara asarım suretini her akşam Her akşam mektup yazarım dağlar kadar Kayıp bir adresten geliyor sesin şimdi, üşüyorsun Unutma dostumsun sen, neredeysen orda ölmek isterim!

  • Acıyı Bal Eyledik

    Bak şu bebelerin güzelliğine Kaşı destan Gözü destan Elleri kan içinde Kör olasın demiyorum Kör olma da Gör beni... Damda birlikte yatmışız Öküzü hoşça tutmuşuz Koyun değil şu dağlarda San kendimizi gütmüşüz Hor baktık mı karıncaya Kırdık mı kanadını serçenin Vurduk mu karacanın yavrusunu Ya nasıl kıyarız insana Sen olmazsan öldürmek ne Çürümek ne zindanlarda Özlem ne ayrılık ne Yokluk ne yoksulluk ne İşşiz güçsüz dolanmak ne Gün gün ile barışmalı Kardeş kardeş duruşmalı Koklaşmalı söyleşmeli korka korka yaşamak ne Kahrolasın demiyorum Kahrolma da Gör beni... Kanadık toprak olduk Çekildik bayrak olduk Döküldük yaprak olduk Geldik bugüne... Ekmeği bol eyledik Acıyı bal eyledik Sıratı yol eyledik Geldik bugüne... Ekilir ekin geliriz Ezilir un geliriz Bir gider bin geliriz Beni vurmak kurtuluş mu Kör olasın demiyorum Kör olma da Gör beni...

  • Cennet ve Cehennem

    Bu akşam bilmediğim bir âlem içindeyim, Ya rüyada bir seyyah, ya semavi Çin'deyim, Bir orman yangınıyle kızardı karşı dağlar, Taraf taraf tutuştu meş'aleler, çırağlar, Bir renge girdi eşya günün altın tasında, Bu kızıl kâinatın gezerken ortasında. Birden alev alıyor düşünceler, duygular, Ateştir burda hattâ ateşe düşman sular... Burda her göz ateştir, her gönül ateşperest, Ateş vermiş çizdiği esere bir çîredest! Duyuyorum bu akşam, din gibi, sevda gibi, Ne duyarsa içinden bir Mecûsi rahibi: Andırıyor hisarlar birer tütsü kabını, Leylekler ezberliyor Zerdüşt'ün kitabını, Benziyor bir mermere alnını koyan dere Bu ateş mabedinde bir ateşten ejdere. Parlıyor bir damla kan çamların sorgucunda Birer kâğıt fenerdir meyveler dal ucunda, Gördüm, sihirbaz gibi geçtiğini üç kızın Bu ateş âleminin içinden yanmaksızın! ...

  • Nilüfer Caz Tatili

    Bursa Nilüfer Caz Festivali 28 Ocak 2018 - 18 Şubat 2018

bottom of page