top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Das Kapital

    Karl Marx / Yirminci Yüzyılın hemen hemen bütün çalkantılarının ve siyasal olaylarının, kutuplaşmaların güçlü etkisi, dünyanın en çok okunan, hakkında en çok kitap yazılan, yine ardında en çok kitap bırakan ve dünyada en çok iz bırakan Yahudi asıllı filozof, yazar, politik ekonomist ve Marksizmin teorisyeni Karl Marx, 5 Mayıs 1818 Trier de doğdu - 14 Mart 1883 Londra'da öldü... Denilebilir ki dini kitaplardan sonra, okunmasa da, okunsa da anlaşılmasa da, en çok bilinen kitabın DAS KAPİTAL'ın yazarı. Das Kapital(1867) Karl Marx'ın en önemli yapıtlarındandır. Sanayi Devrimi’nin ilk dönemlerinde yükselen kapitalist üretim biçimine karşı çıkan ve bu üretim biçiminin farklı, ciddi bir eleştirisi, kapitalizmin Marksist açıdan iktisadi dille tahlilidir. Toplam üç cilttir. 2. ve 3. ciltler Marx'ın ölümünden sonra Friedrich Engels tarafından notlarının düzenlenmesi sayesinde yayınlanmıştır. Eserin 1. cildi sermayenin üretim sürecini,, 2. cildi sermayenin dolaşım sürecini, ve 3. Cildi ise bir bütün olarak kapitalist üretim sürecini konu almaktadır. HEGEL okulundan gelen ama HEGEL'i eleştirerek, onun idealist yaklaşımı yerine maddeci yaklaşımla ayrılan, ENGELS'le birlikte dünyanın en büyük ütopyasını; komünizmi biçimlendiren ve rasyonelize ederek hayata geçirme fırsatını da göremese de bulan MARKS'ın bilinç ve ciddi alt yapı isteyen çok karmaşık gözüken felsefesinin dayandığı noktaları kısaca özetlersek geniş halk yığınlarınca neden sempatik bulunduğu belki birazcık anlaşılır. *Üretim araçlarının sermayeden alınıp, işçi sınıfına devrini, *Toplumsal lokomotif olarak işçi sınıfının aktif rol oynamasını, *Devlet düzeninin paylaşımcı ve halk yönetimine dayalı olmasını...önemser. Marksist Felsefe bilimsel yöntemlerle * Diyalektik * Maddeci(Materyalist) * Eylem felsefelerine dayanır. Uygulamasında türlü biçimler ortaya çıkmasına ve bu nedenlerle Maocu, Leninci, Enverci... gibi adlandırılmasına karşın, dünyanın oldukça geniş bir coğrafyasında bir devlet düzeni olarak benimsenen SOSYALİZM, her ne kadar materyalist felsefeyi öncelese de, geniş yoksul kitleleri etkilerken herhalde HEGEL'in "idealist romantizm"inin etkileriyle "hak emek" ilişkisini başat imge olarak bayrak yapar. Marks'a göre dünyadaki bütün çatışmaların temelinde "sınıf " yatar. Bu çatışmaların yok edilmesi için proleterya egemenliği temel koşuldur. Aslında Platon'da üretici bir sınıf olarak var olan işçi sınıfı bu kez yönetime de olmaz olmaz aday gösterilmiştir. Platon'un Devlet'inin yönetenler filozof olmalıdır seçkinciliğine karşın, DAS KAPİTAL ve tıpkı dinler gibi yoksul ve ezilen sınıflar üzerinde yoğunlaşan Marksizm, kitlelerin ilgisini de en çok bu yönüyle çekmeyi başarmıştır. Marksizmin bu en güçlü yanı belki de en zayıf yönü de olacak; çağa yönetim ehliyet mi ister, yoksa "emek" yeter mi tartışmasıyla damgasını vuracaktır. ***

  • ÇOK ÖNEMLİ KİŞİ

    Başkalarının yanına çıkacak kişi, üzerine başına nasıl dikkat etmeye çalışırsa, okuyucularının karşısına çıkmaya hazırlanan bir yazar da kafasında kugulamakta olduğu konuyu evirir, çevirir ve “Acaba neyi nasıl söylesem? “diye düşünür. Yazmaya başlamadan önce böyle çok düşündüğüm konular olmuştur. Yazının dokunduğu kişler olacaktır. Onlar acaba nasıl bir tepki gösterirler? Yazı bazen de kendimize dokunacaktır. Bu konuları yazmak daha da zordur. Aklım ve vicdanım, en son bana “Zeki, der, ne düşünüyorsan dosdoğru yaz!” Üç dört yıl canımı sıkan bir durum var. Havaalanlarında “Çok önemli kişi” muamelesi görmek. Buna ingilizce VİP (Very İmportant Person) diyorlar. Türkçesi “Çok Önemli Kişi.” Kimlerdir bu “Çok önemli kişi”ler? Hepsini bilmiyorum. Bunun bir kanunu, tüzüğü ve yönetmeliği bulunmalı. Ne zaman düzenlenmiştir, hangi kurum düzenlemiştir.? Bildiğim, parlamenterlerin ve eşlerinin “Çok önemli kişi” sayılmakta oluşları. Bu kişiler, havayolları binalarına özel bir kapıdan giriyorlar. İşlemleri çarçabuk yapılıyor. Uçak kalkıncaya kadar misafir edildikleri odalar, bir evin misafir odası gibi döşenmiş. Sehpaların üstüne bazı günlük gazetelerden başka devlet tarafından çıkarılmakta olan lüks baskılı dergiler konuluyor. Çay, kahve, kurabiye gibi atıştırmalık tezgâhı emrinizde. Bunları “zahmet edip” kendiniz alabileceğiniz gibi, görevliler de ikram isteğinizi soruyor ve bunu büyük bir özen ve incelikle yerine getiriyorlar. “Çok önemli olmayan” yolcular otobüsle belirli bir süre önce uçağa götürüldükleri halde, VİP'te yolculuk yapanlar uçak kalkmadan hemen önce, kapıya gelen başka bir araçla alınıp götürülüyor. Bu tek kişi de olsa. Uçakta ön sıralar VİP'e ayrılmıştır. THY'nda bunlara diğerlerinden ayrı ikramda da bulunuyor! Uçaaktan indiğinizde, gene uçağa yaklaşan araç, yalnız VİP yolcularını alıyor. VİP salonunun önüne bırakıyor. Valizleriniz de hemen arkanızdan getiriliyor. Görevliler bütün bunları çarçabuk ve büyük bir saygı ile yapıyorlar. Çünkü siz “Önemli bir kişi”siniz. Neden ötürü ve ne kadar önemli olduğunuz yakanızda bir karta yazılmış değildir. Çalışanlar sizi devlette çok önemli yetkilere ve makama sahip olduğunuzu düşünmektedirler. Milletvekilleri uçak yolculuklarında VİP uygulamasıyla halkla temas etmekten alıkonuluyor. Onlarla sohbet edemiyor. Bu aslında kendilerne bir takım ayrıcalıklar yaratma pahasına Meclis üylerinin halktan tecrit olmayı göze almalarından başka bir şey değildir. O kadar çıkarcı davranılmıştır ki, miletvekilliği sona erdikten sonra da bu ayrıcalık ölünceye kadar devam ediyor. Eşlerinin de! Diğer yolcuların, VİP uygulamasına hiç de iyi gözle baktıklarını sanmıyorum. Bir anket veya referandum yapılsa bu uygulamayı reddedecekleri kesindir. Milletvekillerinin maaşlarının yüksek olduğundan şikâyetçiyiz. Önceki seçimlere giderken bu maaşların beş bin lira olmasının bir yazı ile önermiştim de sıradan olmayan bir haber olarak değerlendirilmiş fakat açtığım imza kampanyası pek de itibar görmemişti. Ben de biliyordum, onların aldıkları 15.000 civarındaki ödenekten ellerine bir şey kalmıyordu. Haydan gelen huya gidiyordu. O kadar çok seyahat ediyorlardı ve o kadar insan onların eline bakıyordu ki, bu işten borçlu çıkanlar bile vardı. Gene de halk içinde milletvekillerinin lüks içinde yaşadığını, onların ailelerinin toptan sınıf atladığını düşünenler var. Bana da sosyal medyadan böyle imalarda bulunanlar oluyor. Ne diyeyim, demek ki dışarıdan böyle görünüyor. Şunu açıklamak zorundayım. Çekirdek ailemizde bir milletvekilinin bulunmuş olması, alenin ekonomik varlığına bir katkı yapmadı. Bir otomobil hariç. Her milletvekiline bir otomobil ve onu kullacak bir danışman kadrosu gerekli. Danışmanı Meclis veriyor. Kredi kullanılarak 60 bin liraya bir otomobil alındı ve milletvekilliği bitince de 57 bin liraya satıldı. Bizim bir aile otomobilimiz zaten vardı. Demem o ki, ben bu VİP işinden sıkılıyorum. Eşimle birlikte uçak yolculuğu yapmak zorunda olduğumuz zaman, “Ben VİP'ten gitmek istemiyorum, sen git, ben arkandan gelirim” mi desem? Yoksa bu yolculuklarda aileyi parçalamak yerine “Kaderde bu da varmış” diyerek bu can sıkıca duruma katlansam mı? Bana lütfen yol gösteriniz! (Ayvalık, 25 Temmuz 2018)

  • Katılma Koşulları

    / Yazılardan ve Yazarlardan Beklentiler / * Dergimize isteyen herkes katılabilir. DERGİ, hayata bakışta çağdaş, akılcı ve bilimsel bir çizgiye bağlı olarak düşüncelerini açıklasa da ne siyasi ne de edebi bir misyon üstlenmez, taraf olmaz, olunmasını da beklemez. maviADA'nın temel amacı, benzer düşüncede insanları bir araya toplamak, kültür sanat temelli olumlu bir uğraş kazandırmak, yaşama karşı koyma güç ve yeteneklerine katkıda bulunmaktır. Yetkinleşen, ustalaşan üyelerine de destek verir. Katılan ürünlerin kültür sanat düşünce alanında estetik ve yetkin olması beklense de, belli bir düzey tutturan, kötü niyet taşımayan, başkalarını da ilgilendirecek HAYAT ve SANAT alanlarında sıradan çalışmalar da yer alır.. Ürünlerin tüm sorumluluğu ve hakları üretenindir. Dergiye uyan ürünler İNTERNET DERGİSİNDE yer alır, nitelikliyse ve derginin basılacak sayılarının beklentilerine uyuyorsa bir maviADA seçkisi olan ADA BASILI DERGİde de yer verilebilir ... DERGİ, hiçbir yazı ve gönderiyi yayınlamaya zorunlu değildir. Emeğe ve telife saygı duyar, ama ticari bir beklentisi ve geliri olmadığından yayınladığına telif ödemez, üyelerinin reklam ve tanıtımına katkıda bulunduğunu düşünür. Bu reklam ve tanıtım içinde ilke olarak dergi bir talep de bulunmaz. Aynı biçimde üyelerin de başta yayınlanan yazıları olmak üzere dergiye sahip çıkması beklenir. İnternet dergide nitelik aranmaz, uygunluk aranır, küçük hata ve yanlışların kişiden düzeltmesi istenilebilir . BASILI DERGİde nitelik önceliktir, hatalı, eksik yazıya basılı dergide yer verilmez. ... Bu nedenle konulacak ürünlerde gönderici, yazınsal yanlışlar, yasaya ya da geleneğe ya da dergi politikasına uymayan bölümlerin yazısından çıkarılmasını özüne dokunmadan değiştirmeyi / değiştirilmesini kabul eder. Yer alımda benzer durumlarda öncelik katkıda bulunan üyelerin, dergi yazarlarınındır.. Basılı dergi çıkarsa dergi, katkısı olan proje ortaklarına ve isteyene kargoyla, üye katılımcılara postayla gönderilir. Bildirdiğiniz adresinizde olan hatalar, oluşan değişiklikler önceden bildirilmemişse gönderilen dergiden sorumluluk kabul edilmez. Fazladan dergi isteyen dergi basılmadan bilgi vermelidir. Bu tür talepler ancak elde dergi varsa karşılanır. Bilgi ve Yazı gönderimi için: adamavi@gmail.com adresi kullanılabilir. maviADA www.adadergi.com BENZER SAYFALAR *katılılım,yazı eklemek *maviADA *üyelik *yetkili yazarlık *yönetim *hepsini gör

  • Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup

    1960’lı yılların başında Antalya Lisesi Edebiyat Öğretmeni Mehmet Özkaynak öğrencilerine “Ahmet Hamdi Tanpınar’a, kendisini tanıtmasını isteyen bir mektup” yazmaları konusunda bir ödev verir. Tanpınar da kendine mektup yazan bu gençlerden birine cevaben bir mektup yazar. Yazarımız, bu mektubu kaleme alırken hem kısaca biyografisini hem de sanat anlayışını -en özlü şekilde- edebiyat tarihine bırakacağı bir belge olarak düşünür. Aslında mektubun yazıldığı öğrencinin kız mı erkek mi olduğu hakkında farklı görüşler öne sürülse de “Antalyalı bir genç kıza” başlığı kabul görmüş ve Tanpınar’ın bu mektubu edebiyatımızın en güzel mektup örnekleri arasındaki yerini almıştır. "Mektubunuza vaktinde cevap veremedim. Maalesef kâtibim yok. Hâlbuki şair, muharrir ve üniversite hocası olarak işim epey fazla. Lise sınıflarını, vaktiyle efsanevî denebilecek uzak bir çağda, yani 1918-1919 yılları arasında, benim gibi Antalya’da okuyan ve beni merak eden bir genci hiçbir şekilde bekletmek istemezdim. Edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? Eserlerimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunuzda beni layıkıyla okuduğunuzu gösteren bir emareye rastlamadım. Yalnız, lise talebesisiniz ve Antalya’dasınız. Yani 1918-1919 yılları arasında aşağı yukarı benim yaşadığım hayatı yaşıyorsunuz. İşte size bunun için yazıyorum. Bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum. Hayatımı herhangi bir antolojide bulabilirsiniz. 1901′de doğdum. Babam kadıydı. Bu yüzden çocukluğum daha ziyade onun Anadolu’da tayin olduğu yerlerde geçti. İstanbul’da iki memuriyet arasında kalıyorduk. Ergani madeninde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim. Ergani’den sonra Sinop’a gittik (1908-1910). Orada denizle dost oldum. Çocukluğumun en büyük zevki bir berzahta kurulu şehrin iki yanındaki deniz kıyısında oynamaktı. Tophane tarafında (asıl ticaret limanı) bir yerde Delibaş diye bir ustanın gemi imalâthanesi vardı. Ben yedi, sekiz yaşımda bu geminin gönüllü işçileri içindeydim. Fakat arka taraftaki kumlukta dalgaların gelişini seyretmekten hoşlanırdım. Sonradan Şile ve Kilyos’a benzediğini öğrendim. Hiçbirisi kumluk sahilde dalgaların birbiri ardınca çığlar halinde gelişi kadar güzel olamaz. Siirt’te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde yüzerdim. Buna akşam saatlerinde uzak dağların o korkunç yalnızlığını, o ezici morluğu ilave edin. Kerkük’te yine damlarda yatardık (1913-1914). Yine gece ve yıldızlar. Şimdi kaybettiğimiz bu şehre on üç yaşımda gelmiştik. Üç evde oturduk. Üçünün de geniş bahçeleri vardı. Antalya’ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, Hastahanebaşı’nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi. Bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı. Bir gün İstanbul’a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaşı’na giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbütün başka şekilde. Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail’in evlerine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasındaki boşluktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği durgun denizi gördüm. Hiçbir şey insana bu kadar yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Manzara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. Gideceğim evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. Denizin ve aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir şey olduğunu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu. O devirlerde bu şiire adamakıllı kendimi vereceğim devirdi. Çocuk denecek seviyede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun benim gördüğüm şeyle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat henüz çare ve fırsatlara sahip değildim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat galiba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu. 1921 yılında tekrar Antalya’ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine Hastahanebaşı yolunda iki evin arasında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı. Bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim sene idi. Birçok şair okumuştum. Yahya Kemal’i, Haşim’i tanıyordum. Zannederim ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm. Bunu gerçekten anladım mı? Bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için çok şeylerden kurtulmamız lazımdır. Bu, bende çok geç oldu. 1921 yılında ise, ben henüz bu çağda değildim. Dilin dışında hiçbir şeyin üzerinde duramıyordum. Aynı günlerde, yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. Bu mağara suyun hücumuyla, açılıp kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu. Dediğim gibi, gördüklerimi henüz küçük bir keşif haline getirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır. Huzur romanımda Antalya’dan bahis vardır. Hastahanebaşı’ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz, Mümtaz’ın iç hayatının adeta örgüsünü yaparlar. Fakat dikkatli okumak, gizli bağları bulmak lazımdır. Bütün roman bu iç zemin üstüne düşer. İstanbul denizi ve Boğaziçi geceleri gene bu senelerde gelir. Fakat asıl hayaller dünyanın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insana yalnız nefsinin ve aczinin sembolü dağlar, bir tarafını deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder. Bunlar benim şiirlerimin 'algebre' tarafıdır diyebilirim. Yıldızlı gece ve denize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan gittim. Deniz insanla durmadan konuşur. Bununla beraber yalnızlık duygusu benden gitmiş değildir. Bittabi bu manzaraları bu şekilde örebilmem için hayata İstanbul gibi bir deniz şehrinden bakmam gerekirdi. Şiirde ve fikirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam Yahya Kemal oldu. Haşim’i daha evvel okumuş ve sevmiştim. Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular. Yahya Kemal’in derslerinden -fakülte hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Gâlib’i, Nedîm’i, Bâkî’yi, Nâilî’yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Hakikatte estetiğimiz ayrıdır. Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. Beş Şehir adlı kitabım onun açtığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İki defasında da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben bu ithafı yapamadım. Bende asıl büyük tesir, Fransız şiirinden ve bu şiirin, Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gerard de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffmann ve Edgar Allan Poe’yu, Faust’u ile Goethe’yi, Dede Efendi’yi, Mozart ve Beethoven’i, Bach’ı, sevdiğim Fransız ve İtalyan ressamlarını, Fransız “impressioniste” ressamların mühimini, bazı modernlerin payını da ayırmak lazımdır. Nihayet bütün bunlara bence en sevdiğim romancı olan Marcel Proust’u da ilave etmek gerekir. Asıl estetiğim Valery’yi tanıdıktan sonra (1928-1930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musikî ve rüya, Valery’nin, “velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır,” cümlesini, “en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki bir rüya halini kurma,” şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar. 'Ne içindeyim zamanın' şiiri, şiir halini, kozmosla insanın birleşmesini nakleder ki bir çeşit murakabe (içine dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakikî romanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Zaten rüyanın kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan duygu bu duygudur. Musikî burada işe girer. Çünkü bu duygu musikîşinas olmamak şartıyla musikî sevenlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. Bunu, yaşadığımızdan başka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. Başka türlü ritmi olan ve mekânla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman. İkinci şiir 'Boğazda Akşam', şiirin örgüsünü anlatır. Bu şiirde realite olarak tek bir bulut vardır. Akşamla bu bulut değişir, fakat biraz kavis olur ve ölür. Attığı çığlıklar camlarda tutuşur, fakat biraz sonra tekrar bir yıldız olarak gelir, Boğaz sularında yüzer. Böylece bir bulut, bir obje etrafında bir atmosferin kurulması hikâyesi. Burada musikî ile bir benzerlik vardır. Musikî durmadan değişir. Değişerek âleminizi içimizde kurar. Bunların dışında şiirin yapısı yahut neticeye bizi vardırarak çalışmanın kendisi gelir. Bence şiir bir şekil meselesidir. Şekil; her şeyden evvel dil, vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik haline gelirler. Ve dile bu sayede, evvelâ kendi sesimiz ve biraz da o yolla ve onunla beraber benliğimiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. Sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nabzımızla değişir. Alelade konuşma anında bile -eğer çok umumi bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir. Hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir. Çığlık şiirin yapısıdır. Bütün mesele dili bir sesin kendisi yapmaktır. Bu, adım adım, yani mısra mısra olur. Şu halde her mısra şekildir. Sanatta hocalarımdan biri olan ve şiirlerini çok beğendiğim Stephane Mallarme mısrayı, “'Birçok kelimeden yapılmış hususi bir dalgalanması olan tek ve uzun bir kelime' diye tarif eder ki, çok doğrudur. Valery ise, şairde kulağın daima uyanık bulunması gerektiğini söyler ki aynı şeydir. Çünkü kulağımız şiir işlerinde en büyük kontroldür. Bence şiir meselelerinde en güç şey, insanın, kulağıyla tam bir iş birliği yapmasıdır. O hem sizin olmalı hem de sizi idare edecek kadar dışarınızda, hattâ tarafsız olmalı. Ancak bu şekilde şiir nağme olur. Bizi his ve heyecanlarımıza esir olmaktan kulağımızın dikkati kurtarır. O yavaş yavaş şiirle aramıza girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kurtarır. Dilin hamuruna gerektiği gibi şekil vermemizi temin eder. Şiir hakkında bu tarz düşünen, onu sonunda insandan ayıran bir adamın niçin roman yazdığını şimdi bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikâyelerim verir. . Şiir ve sanat anlayışımda Bergson’un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber o da borçlu olduğum insanlardandır. Fakat 1932 yıllarında Schopenhauer ve Nietzsche’yi çok okuduğumu da hatırlatayım. Rüya meseleleri beni Freud ve psikanalistlere götürdü. İşte sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz. Ne kazandınız? Orasını bilmem. Kendime gelince… İnsan o kadar mühim değildir. Ben herkes gibiyim. Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski yerinde, yani Ambarlı’da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve coşkunluğunu yaşadım. Size teşekkür ederim. Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin. Minnettarım. Mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum..." Ahmet Hamdi Tanpınar

  • Ne Kadar Özgürsünüz

    50 Yaşında ve zamanında emekli oldum. İyi de ettim. Bir çok arkadaşa, yaşıtıma sorduğumda : - Akay emekli olursam maaşım düşecek, ücret, tazminat gidecek, dediler. Emekli olmazdan önce de böyleydim. Arkadaşlar gider bir yerlere yaranır, rica eder, ehliyet sınavından, üniversite sınavlarına, seçim sandıklarından sayım komisyonlarına kadar, illaki görevli filan yazılır ve ekstra ücret alırlardı. Ben yazılmazdım. Yazıldığımda da illaki gitmezdim. Hatta bir keresinde İl Seçim Kurul Başkanı Hakim ile tartıştım. Rapor aldım yine de gitmedim. Bana, seni içeri atarım dedi. Güldüm. Gitmeme iradesi benimdir. İçeri atarsanız özgür davrandığım için hapse gereceğim. Ama ben sandık başkanı olursam özgürlüğüm gidecek. Zira siz irademe yaşamıma ipotek koyuyorsunuz. Kardeşim para alacaksın dediğinde ise para almak özgürlük değildir. Harcamak özgürlüktür demiştim. Herhalde beni anormal, aklını yemiş birisi sayıp da içeri atmaktan da sandık başına göndermekten de vazgeçti. Gerçekten de ben böylesi işlerle uğraşmadım. Varsayalım ki Üniversite sınavlarında görevli olup 100-150 milyon yevmiye alacağım. Ama gitmem. Sınav görevlisi olmam. Tersine giderim pikniğe. Açarım rakımı. Yaparım kebabımı. 150 milyon harcarım ama işim harici yollara tevessül etmem. Para kazanmak günümüzde hayatın idamesi için zorunludur. Ama bunun bir sınırı olmalıdır. Aşırı çalışmak, özgürlüğünden fedakarlık etmektir. Oysa harcamak dilediğini yapmak olduğuna göre özgürlük kapsama alını içindedir. Doğada hiçbir canlı özgürlüğünü sınırlamaz. Bu bencil tutkular insana özgüdür. Sabahın köründe, gece yarısı idareci olarak defalarca okula baskın yapmış, müstahdemleri denetlemişliğim vardır. O benim asli görevimdi. Zamanımı ona, dolayısıyla halka ayırmak bana zevk ve mutluluk verirdi . Hem de bir karşılığı olmadığı için ayrı bir huzur kaynağı olurdu. Ben bu basit ama özlü davranışı özgürlükle kıyaslarım. Kişi başkalarına zarar vermeden, onun haklarını kısıtlamadan dilediğini yapabildiği oranda özgürdür. Deliliği, aykırılığı, uçarılığı oranında özgürdür. Dolayısıyla mutludur. Kırlara çıkmak, haykırmak, toprağın kokusunu içine çekmek varken, salonlarda ekstradan görevli olup para kazanmak köleliğin çağdaş versiyonudur bence. Dedim ya kişi yaşamını denetleyebildiği ona yön verebildiği ölçüde özgürdür. Bağımsızdır. Yeti sahibidir. Tersi ister paranın, ister eşyanın, ister patronun kölesi olmak, ona ram ve tabi olmaktır ki asıl esaret budur işte. Malı mülkü arabası yazlığı bilmem nesi olanlar acaba benim kadar özgürler mi? Benim gibi dilediklerini yapabiliyorlar mı? Siz de kendinizi sınayın ve bu ölçütler(kıstas) içinde ne kadar özgür olduğunuza karar verin. İlle de esir, köle olacaksanız maddeye, paraya, eşyaya değil de bir aşka olun. Onun zülüfleriyle kalbinizi bağlayın. Gözlerinin derinliğinde boğulun. Ya da ateşiyle yanın. Burada kendinizi özgür hissedeceksiniz. Zira siz kendi iradenizle o güzele ram oluyorsunuz. Acı çekiyorsunuz. Haz duyuyorsunuz. Hiç bir karşılık beklenti olmaksızın birine bağlanıyorsunuz. Çünkü AŞK TEK KİŞİLİKTİR. ÖZGÜRLÜK DE

  • Emine Erbaş'ı da Yitirdik

    2002'den bu yana maviADA'da sık sık şiirlerini okuduğumuz arkadaşımız Şair Emine ERBAŞ da aramızdan ayrıldı. Yeri aydınlık olsun. * Bizde yayınlanan bütün şiirlerini görmek için lütfen tıklayın.

  • Tabu

    “Daha özgür bir dünyanın kurulabilmesi için de tabuların yıkılması gerekli” demişti. Turan Dursun. Kökeni itibariyle Polinezyaca'ya dayanan, anlam itibariyle “güc”ü karşılayan ancak bir takım süreçler sonrasında “yasak, sıradan olmayan” manalarında kullanılan bir sözcüktür. Dışarıdan anlaşılmamakla beraber yer aldığı toplumlarda doğal görünebilmektedir. Tabu tartışılamayan, değiştirilmesi için öncelikle birçok değer yargısının değiştirilmesi gereken hususlar olarak nitelendirilmektedir. Tabu dendiği zaman bir de olağanüstü kutsal, aynı zamanda da tehlikeli, kirli ve gizemli anlaşılmaktadır. Tabu düşüncesinde "bazı unsurlardan korkmayı anlatan âdetler ve bu âdetlere karşılık olan tapınma düşünceleri ya da davranışları da bulunmaktadır. Tabuya örnek vermek gerekirse “çıplaklık ayıptır” fakat çıplaklığın ayıp olmaması gerekir. Çünkü insan çıplak doğmakta ve çıplak ölmektedir. Tabu, toplum tarafından ayıp veya yasak görülen davranıştır. Tabunun temeli bilinç dışında güçlü bir eğilimin istediği yasağı ortaya çıkarmaktadır. Bilim ve sanatı dışlayan zihniyet tabuları yaratmaktadır. Bilim ve sanat; Gerici siyasetin emrine girdiği zaman pek çok konu kendiliğinden tabulaşmaktadır. İnsanın kendi isteklerinden farkında olmadan sorgusuz, -sualsiz vazgeçmeyi getirmektedir.Yap-yapma ve söyle-söyleme v.s. karşıtlığıdır. Tabu, hain ilan edilmeden konuşamayacağın konuyu da içine almaktadır. Yani bir konu da yasak olabilir, bir davranış da... Tabu çok geniş kapsamlı bir olgudur . Öyle ki, yemek yemenin bile tabu sayıldığı günler yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Şartsız koşulsuz, sorgulanmadan kabullenilmedir. Cehaletin yarattığı ön yargılardır. Tabulaşma tartışmayı engellemektir. İlkel toplumlarda yoğun görüldüğü üzere bilginin eksik olduğu ve araştırmanın akıl edilemediği zaman ve koşulların bir sonucudur tabu. Düşüncelerimizi yasak olanlarla doldurup kendimizi sınırlayabilmek ve bağlayabilmektir. Konuşulmak istenip de-konuşulması gereken de diyebiliriz- konuşulamayan sözler, düşünceler, olaylar bütünüdür. Dokunma-ma-, kullanma-ma-, elleme-me- gibi akıl dışı yasaklara verilen isimdir. Dokunulmaz olarak tanımlanmaktadır. "Tepeden inme"özelliği bulunmaktadır. Yaklaşılamayan anlamına sahiptir ve temel olarak yasak ve kısıtlamalarla dile getirilmektedir.Sakınmak kavramını da içersinde barındırır. Ölülere duyulan şefkat ve korkuyu da getirmektedir. Tabuların doğrulukları için akla uygun hiç bir neden gösterilmemektedir. Yasaklanarak korunabilen kelime, nesne ve davranışlartır. Her hangi bir şeyin sabitlenmesi, sorgulanmaması, olduğu gibi kabul edilmesidir. Doğal olarak değerlendirilmesi, sahiplenilmesi, kesinliği çağa göre de tutuculuğudur. Tabu yıkıcılar sürekli olarak şiddet tehdidi altındadırlar. Tabu yıkmak cesaret istemektedir. Kıskançlık ve çekememezliği yaratmaktadır. Kimi ortamlarda tabuyu yıkana iyi gözle bakılmamaktadır. Aslında onu cezalandıranların bastırılmış arzuları aynıdır. Bilinir ki, psikolojik olarak bilinçaltında ne varsa, insan en çok ona karşı çıkar... Boyun eğen kişiler tabunun yasakladığına karşı çift değerli duygular duyabilmektedirler.Tabuya boyun eğmenin temelinde bir vazgeçme bulunduğunu göstermektedir. Tabular bir yerde, aklın yönlendiricisi ve yöneticisi durumunda olduğu kadar, aynı zamanda, aklın iflasını da ortaya çıkarmaktadır.Tabular toplulukları kontrol etmedir. Her tabu güneş görmeyen bir odaya benzemektedir. Tabular oldukça aydınlanmadan söz edilemez, özgürleşme olmamaktadır. Daha özgürlükçü bir dünyanın kurulabilmesi için de tabuların yıkılması gereklidir. Her türlü tabu yıkılmalıdır. Ön yargılara karşı direnmek gerekmektedir. Çocukları rahat bırakarak, korkutmayarak, kafalarını doldurmayıp araştırmaya yönlendirerek bunu başarabiliriz... Kısıtlamalara, baskılara maruz bir beyin her türlü tabuyu da kabul edebilecek bir kısırlıkta şekil alır. Özgür KARAKAYA

  • Behçet NECATİGİL

    ŞAİR, YAZAR / 16 Nisan 1916'da İstanbul'da doğdu. Öğretmenlik yaptı. Şiirinde sade ve alçakgönüllü bir dil kullanan, imgelerden kaçınan şair, gündelik yaşamın ayrıntılarını yalın bir dille aktardı. 13 Aralık 1979'da yine İstanbul'da aramızdan ayrıldı.

  • Küçük Mavi Kuş

    Pir Sultan deyişi bir kadın sanatçının sesi ile daha bir etkileyici, dinleyenin yüreğinin yağını eritiyor adeta. Şu karşı yaylada göç katar katar Bir güzel sevdası serinde tüter, Bu ayrılık bana ölümden beter, Geçti dost kervanı eyleme beni…” Bir güzel sevdası serinde tüter. Başı dumanlı dağın yücesinden ta buralara kadar tutuyor, estikçe insanın başını döndürüyor, döndürdükçe sarhoş eden tatlı bir esinti. Yosun tutmuş taşlar, öfkeye kesmiş yürekler. Vurgun yemiş sevdalar, umudunu yitirmiş kuşlar: Şahinler, doğanlar, martılar, muhabbetler, küçük mavi kuşlar… … Küçük Mavi Kuş varmış, onun kapısının önünde bir yılan dururmuş. Ne kuşu, ne yeli geçirdiği yokmuş! Kapı önünden bir şeyin geçmesi mümkün değilmiş! Oralarda Karayılan’dan gayrı vızlar sinek yokmuş! O kâh sürünüyor, kâh kuyruğunun üstünde, dört dönüyormuş… Bir gün Küçük Mavi Kuş’un sevdalısı bir başka yılan çıkıp gelmiş. Küçük Mavi Kuş’un sevdalısıymış ya, gün aşırı o da gelir olmuş. Karayılan’ın çatal dilini dışarıda gördü mü, hiç bakmaz geçer gidermiş. Bu gelişler genellikle kuşluk vakti olurmuş. Gün öğleye vardı mı, mümkün değil uğramazmış… Yapamamış, böyle onulmaz bir sevdaya tutulunca kaderini kendi yazmak istemiş. Bu böyle olmayacak deyip kozunu paylaşmaya karar vermiş. Güneşin en tepeye çıktığı saatlerde kızıl bir taşın üstüne yatmış, günün kızıllığı, taşın yalımı kızdırdıkça kızdırmış yerinde duramaz olmuş. Öfkesinden enerjisinden oraya buraya koşturmaya başlamış. Kendini iyiden iyiye hazır hissedince Küçük Mavi Kuş’un kapısına varmış. Kapının altından süzülmüş. Başını kaldırınca Karayılan’ı karşısında bulmuş. İki yılan öfke dolu gözlerle birbirini süzmüş, başlarını yukarıya kaldırıp “ben hazırım,” demişler birbirlerine. Yaman bir kavga başlamış Küçük Mavi Kuş’un kapısında. Her yanları kan revan içinde kalıncaya kadar ısırmışlar birbirlerini. Karayılan kavgada mertlik olmaz anlayışını doğrularcasına bir yolunu bulup hasmını yere sermiş. Yenik yılan bir zaman yattığı yerden kalkamamış. Yılanlığının yasasında: Sırtı yere gelen yılan bir daha oralarda dolaşmaz, alır başını gidermiş. O da bir daha ortalıkta görülmemiş… Küçük Mavi Kuş’un mekanı Meşeli Tepe’nin hemen eteklerinde şehrin bir ucundadır. O da lânetlenmiş yılan gibi bir başına kalmış. Gülünce güller açan, ağlayınca gökyüzü ağlayan Küçük Mavi Kuş, kara bulut çökmüş gibi kararmış. Gülmüyor, konuşmuyor, yemiyor, içmiyormuş. Karayılan’ın yılanlığına o da böyle tepki veriyormuş. Elinden ne gelebilir ki? Garip kimsesiz, sefil bir mavi kuşmuş. Denizinden ayrı kalmış bir balık, dalından koparılmış bir gülmüş artık o. Ama ne çare, hakikat buymuş işte. Meşeli Tepe’den doğan ince derenin sesine kulak veriyormuş geceleri. Geceler sakittir. İnce derenin sesini net olarak duyabiliyormuş… “Dışarıda deli dalgalar, Gelip duvarları yalar, Seni bu sesler oyalar, Aldırma gönül, aldırma.” Sabahattin Ali şiiri ile dayanmaya çalışıyormuş, “aldırma, dayan Mavi Kuş” diyormuş. Bir de seher yeli çalıyormuş kapısını. Başkaca da bir Allah’ın yaratığı uğramıyormuş. Ötmek, ötüşmek yasakmış. Uzaktan, ta Meşeli Tepe’den aşıp giden cinsleri, türleri bilinmeyen öteki kuşlarla selam yollayabiliyormuş yalnızca. Haftanın iki günü, bir salı bir de pazar günleri, evlerinin cumbasına çıkar, tahta çıtaların arasından seyredebilirmiş. Bunun dışında gördüğü kireçle badanalanmış duvarlarmış. Önceki cumbalı günleri Pazar ve çarşambaymış Çarşamba adı bir isyan, türküsünü söyletiyor diye cumbalı günleri: Salı gibi sallansın diye salıya alınmış. Pencereler yek pare demir levhayla, bacalar harçla kapatılmış. İğne deliği kadar bir delik bırakılmamış. “Zalimin zulmü varsa sevenin Allah’ı vardır,” sözünün kifayetsizliğini düşününce, ‘isyankâr oldum ben,” deyip hemen tövbe ediyormuş. Arkadaşlarına sabır öneren Mavi Kuş’un sabrı bitiyormuş sanki.”Ne olur güzel Allah’ım, büyüklüğünü göster de bu zulüm bitsin,” diye tam yedi senedir Karayılan’dan gayrı gördüğü başka bir şey yokmuş. Küçük Mavi Kuş, kendi kendine durmadan şiirler türküler okuyarak direnmeye çalışıyormuş, Karayılan’ın zulmüne. İçinden sesiz; ama öfkeli, cini gelesi haykırmaktaymış: “Kara dağın Karayılan’ı Gelir dolanı dolanı, Yedi sene gurbet gezsem de Unutmam seni vuranı Yandım anam, anam Öldüm anam, anam Yağlı kurşun yedim Anam oy oy!” Sonra: “Oy dere Kızıldere Böyle akışın nere, Biz de hâl mi bıraktın, Sana can vere vere!” Ağıttan ağıta, türküden türküye, şiirden şiire geçip işte böyle karşı durmaktaymış Karayılan’ın yılanlığına. Şiirler, türküler, söylenceler, hikâyeler… İyi ki onlar vardır, iyi ki öğretmiştir Dede Kuş. Yoksa şimdiye çoktan Karayılanın yılanlığına teslim olacakmış. Onlarla karşı koyuyormuş Karayılan’a. Ustaya hak verircesine onlarla direniyormuş. Hani demiş ya Thales: “Bir ülkede türküleri yapanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür.” Türküler, şiirler tükenmez umutlardır… Pir Sultanlar, Yunuslar, Karacaoğlanlar, inadına inadına “Enel Hak”, diyen Hallacı Mansurlar, direnişin ozanları Mahsuniler… Birden bire İblis’in Cennet’ten kovulması gelmiş aklına. Havva’ya yasak elmayı yediren İblis’i ağzında taşıyan yılanla, kendi Karayılan’ı arasındaki bağlantı az da olsa onu rahatlatmış. Rivayet odur ki, Cennet’in kapıcılarından olan Yılan, İblis’i Cennet’e alınca Tanrı'nın gazabına uğrayıp dört ayağını da kaybetmiş! İşte o günden beri sürünür durur, beli yerden kalkmazmış. Haziranda kızgın güneş altında ısıracak şey ararmış! Hele bir de kuyruğuna basılırsa… Karayılan Küçük Mavi Kuş’u bir odaya hapsetmiş, gün güneş göstermezmiş. Öyle olmuş, günler, haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamış. Yeni doğan güne bir dosta hasret ölüp gidecektir artık Küçük Mavi Kuş. Ötüştükleri, söyleştikleri cankuşların seslerini, sözlerini duyamamış. Mektep günlerinde dediği, “Tanrı’nın bana vereceği en büyük ceza, sevenlerimden ayrı koymasıdır.” Onları görememek ifade edilebilir; lakin seslerini duymamak ölümdür. Hele Muhabbet’ine hasret ölürse, bir daha sesini duymazsa… İşte bu ölümdür, ölümden de beterdir. Tam yedi yıl türkülerle dayanmış Karayılan’ın yılanlığına. Bildiği türküleri, şiirleri doksan bin defa tekrar tekrar okumuş. Hani Ali’m doğduğu gün doksan bin kötülüğün evi gark olmuş ya! İşte o da doksan bin kez bildiği türküleri, deyişleri, şiirleri okumuş kötülükler, çirkinlikler yok olsun diye… Sabrı tükenmiş, artık tekrarlamaya mecali kalmamış. Şöminenin üstündeki çırayı yakmış. Hani papazlar başpapazı seçmek için bir odaya kapanırlar da seçim yaparlarmış ya; seçimin sonucunu bir dumanla haber verirlermiş ya… İşte başpapaz seçiminin ateşini yakmış Küçük Mavi Kuş... Bu teslimiyetle yüzündeki güzellik, gözlerindeki fer, elinin yüzünün nuru uçup gitmiş. Ezbere bildiği türküleri, şiirleri birden unutmuş. Sevdaya, Muhabbete dair bildiği ne var, ne yok bilgisayar çocuklarının windowsu gibi çökmüş. Meşeli Tepe’nin ağaçları, ağaççıkları bir bir kurumuş. Göğün mavi bulutları kapkara kararmış! Meşeli Tepe’den doğan ince dere de kurumuş buna sebep! Çıranın isli dumanı Karayılan’a umut demekmiş; lâkin yaşama dair umudu yok etmiş. Dara çekilen Mansur’un, derisi yüzülen Nesimi’nin, recme edilen Pir Sultan’ın, kemikleri sızlamış. Küçük Mavi Kuş, adına uygun küçüldükçe küçülmüş, yok olmuş! Her sabah günaydın diyen gökyüzünün özgür kuşları üstünden uçmaz olmuş. Odasındaki kireç badanalar kara toprağın karasına dönmüş. Tekmil renkler, ya karaya; ya da griye dönmüş. Başını dik tutamaz olmuş. Odasındaki aynaların hepsini kırmış. Utancından kendine bakamaz olmuş. Işık saçan güneş gözleri, ayın on beşi gibi parlayan yüzü tükenişin, teslimiyetin, onursuzluğun utancı ile çirkinliğin nişanesi olmuş… Karayılan, güle oynaya, yüzünde gülücüklerle çalmış kapıyı. “Tık tık!” “Kim o?” “Benim, tatlın, kıymetlin!” “…” Karayılan büyük bir keyifle, çözmüş zincirleri. İçeri girer girmez sarılmış Küçük Mavi Kuş’a. Küçük Mavi Kuş’un elleri bedeni cevap olmamış lakin. O gözü kapalı teslim etmiş kendini; sonra da döle yatmış… Artık Küçük Mavi Kuş’a hayat ya hep kıştır, ya hep yazdır... Artık “buda gelir, buda geçer ağlama diyemeyecektir,” Âşık Daimi gibi. Direnç günlerinde büyük bir aşkla söylediği bu türkünün sözlerini bir daha anımsayamayacaktır. Denizlerin, direncini gösterememiştir. Üç yiğit ömürlerin baharında işkencecilerin karşısında çelikten bir duvar gibi durmuşlar, Bir kere bile onurlu mücadelelerinden pişmanlık duymamışlar. Küçük Mavi Kuş, Karayılan’ın yılanlığına teslim olup fır dönen fırdöndülerin yolundan gitmeyi seçmiş. Küçük Mavi Kuş’la Karayılan’ın tıpkısı bir Karayılan daha gelmiş dünyaya. Kimse, hoş gelmiş sefa gelmiş dememiş, demeye de dili varmamış zaten. Telsiz telefondan sesini duyduğu Muhabbet’ini de duyamaz olmuş. Muhabbet direnmiş, özgür sevda günlerinin aşkına, yaşadıkları üç güzel senenin aşkına üç kere, on üç kere daha aramış Küçük Mavi Kuş’unu. On üçüncü seferinde, on üç’ün uğursuzluğundan mıdır nedir, hışmına uğramış Küçük Mavi Kuş’un. “Sesin, avazın güzel! Ben güzelliğe karşı intikam duyguları besliyorum! Artık seni duymak istemiyorum, ben doğu ekspresinde yerimi aldım. Fır dönen fırdöndülerin yolundayım, arama beni, aramam seni. Ben artık senin Küçük Mavi Kuş’un değilim. Ben artık bir anayım, Karayılan’a bir karayılan verdim. Artık beni arama, ben yokum, dayanamadım, senin gibi inançlı bir yaşamı seçmedim. Benden bu kadar, affet beni demeyeceğim. Ben kendimi affedemiyorum. Senin affetmen bir şeye karşılık gelmez. Seni rüyalarıma bile kapattım. Seni rüyamda bile görmem utancımın derecesini artırıyor. Ben utancımla yan yana yaşamak istiyorum, utancımla baş başa kalmak istiyorum. Düne dair ne var, ne yok, hepsini dumana verdim. Meşeli Tepe’den esen zalim bir rüzgâr düne dair her şeyi alıp gitti. Dün yok, mektep yok, bodur çam ağaçları yok, kestane kızılı saçlarımı okşayan beni benden alıp sana veren, yüreğimi hoplatan ellerin yok, Arzu yok, Kamber yok; Leyla hiç yok… Yok… Hiçbir şey yok…” Küçük Mavi Kuş, o günden sonra da dışarı adımını atmamış. Aradan iki yedi yıl daha geçmiş. Küçük Karayılan’ı büyümüş, Küçük Mavi Kuşların peşinden koşmaya başlamış. Küçük Karayılan’ının eli ekmek tutuncaya kadar bu işkenceye katlanırım demiş, sonra zaman uzun demiş, nasıl olsa bir mektebe girdi, bundan sonra başını kurtarır. Ben olsam da olmasam da bir şey fark etmez demiş! Meşeli Tepe’nin üstünden kopup gelen akşam yeli deli bir rüzgâra; sonra bir kötülüğü haber vermeye çalışan felâket tellalına dönmüş. Rüzgârın içinden bir ses Küçük Mavi Kuş’un kulağına bir şeyler söyleyip: ”Haydi, verdiğin süre doldu. Unutma söz verdin, yerine getirmen lâzım. Söz namustur, söz vermek bir şeye benzemez, sözü yerine getirmek, adam olmak demektir… Sen adamlığı ne bilirsin? Sen umudun, direncin, insan olmanın erdemlerini tükettin, sen insanlık tarihinin bütün türkülerini söyledin de direndin Karayılan’ın yılanlığına! Yüze yüze kuyruğuna gelmişken pes ettin. Onca yiğidin direncine bir utanç abidesi olarak kazındın. Rehberim, dediğin Denizlerin, Pir Sultanların, Hallacı Mansurların, Galileo’ların kemiklerini sızlattın. Sen adam gibi adam olmanın ağırlığını taşıyamadın… Sen türküleri, şiirleri, deyişleri kirlettin, sen umudu kararttın, sen sevdanın, sadakatin yüz karasısın!” Küçük Mavi Kuş, üç yedi yıl bir güne bir gün evin cümle kapısından çıkmamış. Karayılan’ın yasakları ilk yedi yılın sonunda bitmişti. Bitmiş bitmesine de o yine de bayram benim neyime diyerek, bu utancın ezikliği ile yaşamış. Bir gün bir çıkacaktı, pir çıkacaktı… Küçük Mavi Kuş, Meşeli Tepe’ye doğru yürümüş: Üç yedi yıl önce hatırladığı doğanın mavisi, yeşili, geçtiği yerlerde siyaha dönmüş. Güneş bile utancından kızıla dönmüş. Meşeli Tepe’nin eteklerindeki bodur meşeler, çaltılar, pırnallar, süpürge otları, fatmagüller, kurtkuyrukları, karadikenler, eşekdikenleri, kengerler, pıtrak otları... Onu görür görmez sırtlarını dönüyor; sonra da kömür karasına dönüyorlarmış. Aradan üç yedi yıl geçmiş, doğanın güzellikleri, tekmil yaratıklar affetmemiş Küçük Mavi Kuş’u. Bu utançla nasıl yaşayacaktı? Bu ağır bir yüktü, daha fazla taşıyamazdı. Nasıl olsa Küçük Karayılanı iyi bir mektebe girmişti ya, ondan sonrası Karayılan’a kalmış. Meşeli Tepe’nin yücesine vardığında güneş, iyot yatağı Marmara’nın ufukla kesiştiği yere doğru yaklaşıyormuş. Gün batımından esen ‘”dur acele etme,” diyen bir rüzgâr göğüslerini okşamış. Sımsıcak bir elmiş bu el. Umuda arzuya yeniden merhaba demeye çağıran bir dost eli. Belki de Muhabbet’in eli… Sonra birden aksi istikametten gelen bir esinti, “Haydi durma geçtiğin yerlerin otları kurumakta, suları çekilmekte, bir dakika bile durma, oksijeni tüketme, haydi… “ demiş! Küçük Mavi Kuş, uçurumun kıyısına kadar varmış, uçmayı unutmuş, süpürge sapı kanatlarını bir iki çırpmış, bırakmış kendini uçurumdan aşağıya. Düşerken başını keskin taşlara çarpmış; yaman bir acıyla sarsılmış. Bu acı aklını başına getirmiş. Eline bir melengiç dalı geçmiş, can havliyle yakalamış. Öyle bir yakalamış, öyle bir yakalamış. Kesseler bırakacak değil… Yaşama yeniden merhaba demek için yardım dilenmiş. Muhabbet ve eski dostları hatırına gelince daha çok bağırmış. Yaşama davet çağrısını bir Anka duyarak gelmiş. Varmış, sırt vermiş, sonra da “atla, durma” demiş. Atlamış o da. Sonra uçmuşlar… uçmuşlar… uçmuşlar…

  • Kızıl Ölümün Maskesi

    “Kızıl Ölüm” uzun süredir kırıp geçiriyordu kenti. Hiçbir salgın böylesine öldürücü, böylesine korkunç olmamıştı. Totemi, kandı; mührüyse, kanın kızılı ve ürküşü. Keskin sancılar, ansızın baş dönmeleri, sonra gözenekleri boğan bir kanamayla ölüm. Kurbanın gövdesinde, özellikle yüzünde beliren kızıl lekeler, onu dostlarının yardımından, sevgisinden yoksun bırakan hastalık belirtileriydi. Hastalığın açığa çıkması, ilerlemesi ve bitmesi ise yarım saatlik bir işti. Ama Prens Prospero mutluydu, yürekliydi, akıllıydı. Ülkesindeki halkın yarısı hastalıktan yok olup gidince, saraydaki şövalyelerle leydiler arasından sağlığı ve neşesi yerinde olan bin kişi çağırttı huzuruna, onlarla birlikte kale gibi bir manastıra, uzaklara çekildi. Çok büyük, çok görkemli bir yapıydı bu. Prens'in o acayip, o ince beğenisinin bir örneği. Kocaman, sağlam bir duvarla çevrilmişti. Demir kapılar gömülüydü bu duvara. Saraylılar kapılardan girdikten sonra, demirci ocakları, çekiçler getirildi ve sürgüler eritilip kapatıldı. Amaç, içeridekilerin umutsuzluk ya da çılgınlık nöbetlerine tutulup dışarı çıkmalarını, dışarıdan da içeri girilmesini önlemekti. Manastır, erzakla doldurulmuştu tıka basa. Bu tedbirler alındıktan sonra saraylılar, kolaylıkla meydan okuyabilirlerdi salgına. Dış dünya, kendi başının çaresine baksındı. Bu zamanda yas tutmak ya da sızlanmak saçmaydı. Prens, eğlence adına, zevk adına ne varsa hepsini toplamıştı bir araya: Soytarılar vardı, şarkıcılar vardı, balerinler, çalgıcılar vardı, güzellik vardı, şarap vardı. Bütün bunlar ve güvenlik vardı içerde. Dışarıdaysa Kızıl Ölüm. Manastıra çekilişinin beşinci ya da altıncı ayında, ay sonuna doğru, salgının doruğunu bulduğu sıralar. Prens Prospero, konuklan onuruna aklın alamayacağı kadar görkemli bir maskeli balo düzenledi. Her türlü duyguyu kamçılayan bir baloydu bu. Ama önce size balonun verildiği salonları anlatayım. Hepsi alt ı salondu, bir de Prens'in özel odası. Çoğu kere bu odalar iç içedir, uzun ve kesintisiz bir görünümleri vardır; kapılar iki yana sürüldü mü her yer rahatça görülebilir. Prens'in acayip şeylere olan düşkünlüğünden beklenebileceği gibi, burada durum bambaşkaydı. Bölümler öylesine karışık bir şekilde sıralanmıştı ki, an­cak bir bölümü, belki biraz fazlasını görebiliyordu bakan. Her ons ekiz yirmi metrede, keskin bir dönemeç ve her dönemeçte yepyeni bir izlenim... Sağdaki ve soldaki duvarların tam ortasında uzun ve dar bir Gotik pencere, odanın girintisini çıkıntısını adım adım izleyen kapalı bir geçide açılıyordu. Bu pencerelerin camları renkliydi; ama pencerenin açıldığı odanın döş eme sindeki baskın renge göre değişiyordu bu renkler. Sözge­limi, doğu uçtaki oda, masmavi döşenmişti; camlar da canlı mavidendi, ikinci salonun süsleri, halıları erguvan rengindeydi ve burada camlar da erguvandı. Üçüncü oda baştanbaşa yeşildi, camları da. Dördüncü, turuncu döşenmiş, turuncu ışıklarla aydınlanmıştı. Beşinci beyaz, altıncı mor. Yedinci salon ise, tavanı boydan boya kaplayıp duvarlardan aşağı sarkan kara kadife kilimlerle kefenlenmişti; kilimler, aynı kumaş tan, aynı renk bir halının üstünde kıvamlanıyordu. Yalnız bu odada, camların rengi uymamıştı döşemenin rengine. Burada kızıldı camlar, koyu kan rengi. Yedi odanın hiçbirinde, şuraya buraya serpiştirilmiş, tavandan sarkıtılmış altın süs yığınlarının arasında bir tane lamba ışığı ya da şamdana rastlanmıyordu. Ne lamba ışığı, ne şamdan ışığı vardı bu iç içe odalarda. Ama geçidin odalara bakan bölümlerinde, her pencerenin tam karşısında, üçayaklı demir bir sehpa üstünde bir ateş yanıyor, renkli camların arasından süzülerek ışığa boğuyordu bitişikteki odayı. Ortalığı, cicili bicili, acayip görüntüler kaplıyordu. Gelgelelim batıdaki siyah odada, kan renkli camlardan geçip koyu döşemeye yansıyan yalaz, ürkünç bir etki yapıyor ve eve girenlerin yüzlerinde öyle çılgın bir anlatım yaratıyordu ki, konuklardan ancak bir-iki tanesi içeri adım atacak yürekliliği gösterebildiler. Yine bu odada, batıdaki duvara, muazzam bir fildişi saat dayanmıştı. Sarkacı sağa sola sallanırken donuk, ağır, tekdüze bir ses çıkarıyordu; yelkovan dönüp de saat başını çalacağı sırada, saatin tunç ciğerlerinden duru, tiz ve derin bir ses kopup geliyordu, tatil, ezgi dolu bir ses; ama öyle acayip bir tonu, öyle garip bir vurgusu vardı ki bu sesin, her saat başı orkestradaki çalgıcılar ister istemez bir an duralayıp kulak veriyorlardı, valsçilerin dönmeleri de yarıda kalıyordu ve neşeli konuklar durgunlaşıyorlardı bir süre; saatin vuruşları birbirini izledikçe, en coşkunların bile sarardığı, daha yaşlı başlıların karmaşık düşüncelere, düşlere dalmışçasına ellerini alınlarından geçirdikleri gözden kaçmıyordu. Ama yankılar bir kere dinmeye görsün, hemen içten bir kahkaha sarıyordu kalabalığı; çalgıcılar birbirine bakıp kendi sinirliliklerini, saçmalıklarını kınarcasına gülüşüyorlar, saatin bir dahaki vuruşunda katiyen böylesi duygulara kapılmayacakları konusunda söz veriyorlardı fısıldaşarak; ne var ki, altmış dakikalık süre dolunca (ki bu, uçan Zaman'ın üç bin altı yüz saniyesi demektir), saatin vuruşu yine duyuluyor, yine eski tedirginlik, eski iç titremesi, eski dalgınlık. Bütün bunlar bir yana, gerçekten neşe dolu, görülmemiş bir şölendi bu. Prens'in beğenileri ne tuhaftı. Renkleri ve etkilerini çok iyi biliyordu. Günün sevilip tutulan kalıplarından kaçınmıştı. Tasarıları cesur ve ateşliydi; inançları, barbarca bir parıltı taşıyordu. Bazılarına göre, delinin biriydi. Ama yakın adamları, onun deli olmadığına inanırlardı. Buna kesinlikle inanabilmek için onu duymak, görmek, ona dokunmak gerekiyordu. Bu şenliğin hazırlıklarıyla kendisi ilgilenmiş, yedi odanın düzenlenmesini kendisi üstlenmiş, konukların giysileriyle bile kendisi uğraşmıştı. Gerçekten acayipti maskeler. Parlak, görkemli, şaşırtıcı, dokunaklı Hemani'den bu yana görülenlerin tümü yer almıştı şenlikte. Elleri kolları uyumsuz, acayip görevler yüklenmiş çiçekli, yapraklı figürler vardı. Ancak bir delinin hayal gücünden doğabilecek ateşli düşler vardı. Güzelden, düşkünden, acayipten bir sürü şey vardı ortalıkta; korkunçtan, az; iğrençten, çok. Yedi odada, bir aşağı, bir yukarı düşler geziniyordu ve bunlar -düşler- içeri dışarı girip çıkıyor, odalardan durmamacasına renk alı yor, orkestranın çaldığı çılgın müziği kendi adımlarının yankısı sandırıyorlardı. Durun, işte kadife salondaki fildişi saat çalıyor! Bir an, her şey durdu, saatin sesinden başka gürültü duyulmadı. Düşler, durdukları yerde dondular. Neyse, seslerin yankısı dindi -bir an sürmüştü zaten ve şimdi kaygısız, yarı ölgün bir kahkaha yüzüyor havada, onların ardından. İşte müzik coşuyor yeniden, düşler canlanıyor, eskisinden daha büyük bir neşeyle bir o yana salınıyorlar, bir bu yana, sehpalarda ışığı süzen camlardan renk alıyorlar. Gelgelelim, odaların en batısına düşen yedinci odaya maskelilerin hiçbiri ayak basmıyor artık; çünkü gece tükenmek üzeredir ve kan rengi camlardan daha da al bir ışık sızmaktadır ve kuzgunî döşeme ürkütücüdür ve her kim ki kuzgunî halıya basar, onun kulağına yanıbaşındaki fildişi saatin vuruşu gelir, oysa öteki bölmelerin uzak şenliğine dalanlar böyle duymamaktadır saati. Ama öteki bölmeler tepeleme doluydu, orada hayatın nabzı çılgınlar gibi atıyordu. Şenliğin çalkantısı her yanı tutmuştu, ta ki saat gece yansını vurmaya başlayana kadar. O sırada, demin de söylediğim gibi müzik durdu, vals çiler yerlerinde kalakaldılar; her şey eski tedirgin durgunluğuna büründü. Şimdi saat on iki kere vuracaktı, belki de bu yüzden, daha saatin son vuruşlarının son yankıları eriyip gitmeden, kalabalıktakilerin birçoğu, daha önce hiç kimsenin gözüne çarpmamış bir maskeli konuğun farkına varacak vakit buldular. Yeni konuk üstüne söylentiler, önce kulaktan kulağa yayıldı, sonra kalabalıktan hoşnutsuzluk ve şaşkınlık belirtisi sayılabilecek bir homurtu, bir mırıldanma, en sonunda da korku, ürkü ve iğrenti yükseldi. Size betimlediğim türden bir düşler ve gariplikler dünyasında sıradan biri böyle ilgi uyandıramazdı. Doğrusunu söylemek gerekirse, en akla gelmedik maskeler bile kullanılmıştı baloda; una yeni gelen, herkesten ileri gitmiş. Prens'in geniş hoşgörüsünü bile aşmıştı. En atak kimselerin yüreklerinde bile duygulu damarlar g örülür ara sıra. Bütün bütüne bitmiş, tükenmiş, hayatla ölümü aynı derecede anlamsız bulanların bile alaya alamayacağı durumlar vardır. Bütün konuklar, yabancının giydiklerinde ve takındığı tavırda hiçbir şakacılık, hiçbir incelik belirtisi olmadığı kanısında birleştiler. Yabancı, sıska, uzun boyluydu; tepeden tırnağa bir kefene bürünmüştü. Yüzünü gözlerini, en yakından inceleyen bile, onu bir cesetten ayırt edemezdi. Yine de bütün bunları hoş karşılayabilir, hiç değilse kötüye almayabilirdi çılgınca eğlenen konuklar. Ne var ki yabancı kızıl ölüm olmaya öykünmüştü. Üstü başı kan içindeydi; alnı, yüzünün her yeri o kızıl korkuyla beneklenmişti. Prens Prospero, gözleri bu düşsel yaratığa takılınca, (yabancı oynadığı rolün gereklerini yerine getirmek istercesine ağır ve ciddi adımlarla dolaşıyordu valsçilerin arasında) ilk anda korkuyla, belki de tiksintiyle irkildi, ama çok geçmeden yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi. Yanıbaşında duran saraylılara dönerek, “Kimdir bu?” diye bağırdı. “Bize bu çirkin oyunu oynamaya kim cesaret edebilir? Hemen yakalayın onu ve maskesini çıkarın, çıkarın da gün doğarken burçlardan kimi sallandıracağımızı öğrenelim!” Prens Prospero bu sözleri söylerken doğudaki mavi odadaydı. Sesi, yedi odada birden çınladı. Çünkü Prens, cesur, güçlü kuvvetli bir adamdı: Müzik, o elini sallar sallamaz durmuştu. Prens, birkaç soluk yüzlü saraylıyla birlikte, mavi odada duruyordu. O konuşurken yanındakiler yabancıya doğru seğirttiler önce; o sırada yakınlarında bulunan yabancı da kararlı ve ağır adımlarla konuşana yaklaştı. Giysileriyle, davranışlarıyla çevredekiler üstünde öyle tuhaf, öyle açıklanamaz bir korku yaratmıştı ki, hiç kimse onu yakalamaya yeltenmedi; böylece, önüne hiçbir engel çıkmadan Prens'e, aralarında bir metre kalana kadar yaklaştı ve koca kalabalık, sözbirliği etmişçesine ortalığı boş bırakıp duvarlara doğru çekilirken o, baştan beri dikkati çeken ağır, ölçülü adımlarıyla, yine hiçbir engelle karşılaşmadan mavi odadan mora geçti. Mordan yeşile, yeşilden turuncuya, oradan da beyaza ve siyaha. O anda, öfkeden ve bir anlık korkaklığın verdiği utançtan deliye dönen Prens Prospero, yerinden fırladı, koşarak geçti altı odayı; peşinden kimse gelmiyordu, herkes korkudan donmuştu sanki. Prens'in elinde bir hançer vardı, gerileyen yabancıya hızla yaklaştı, bir metre kalmıştı aralarında, son bölmeye, kadife odanın bitimine ulaşan yabancı, durdu ansızın, dönüp Prensle yüz yüze geldi. Keskin bir çığlık duyuldu; parıldayan hançer siyah halının üstü ne düştü, derken Prens Prospero yığıldı halının üstüne. Umutsuzluktan gelen vahşi bir cesaretle siyah odaya atıldı şenlikçiler, fildişi saatin gölgesinde dimdik, kıpırdamadan duran yabancıyı yakaladılar, ama hırpaladıkları mezar giysilerinin, cesetsi maskesinin altında elle tutulur bir beden olmadığını görünce, anlatılamaz bir dehşete kapıldılar. Kızıl Ölüm'ün varlığı, böylelikle açığa çıkmış oldu. Geceleyin bir hırsız gibi gelmişti. Ve konuklar, neşelerinin kana batmış şöleninde teker teker yıkıldılar, yıkıldıkları yerde öldüler. Ve şenlikçilerin sonuncusu tükenirken fildişi saatin hayatı da tükendi. Ve sehpalardaki alevler söndü. Ve karanlık ve çürüme ve Kızıl Ölüm, hepsini korkunç boyunduruğuna aldı.

  • Uluslararası Film Festivali

    Merhaba Sevgili Dostlar, Üçüncüsünü gerçekleştireceğimiz Uluslararası Dostluk Kısa Film Festivalinin etkinliklerine ve 11-12-13 Aralık"ta www.dostlukfilmfestivali.com sitesi üzerinden ücretsiz yapılacak olan film gösterimlerine katılmanızı arzu eder, 14 Aralık Pazartesi günü saat 17:00'de Grand Pera Emek Sahnesindeki Ödül törenimizde buluşmayı dilerim. Festival Genel Koordinatörü Mehmet Lütfi Şen Festival Film Panoroma * Festival kataloğu sunuş metni Dünyaya Dostluk Mayası Çalmak Festivalin üçüncü yılından merhaba. Ülkemizde kültür sanat alanında büyük emek ve özveri ile gerçekleşen birçok etkinliğin tanığı olmak oldukça güzel ve aynı zamanda heyecan verici. Fakat coğrafyamıza dair bu anlamda hep eksikliğini duyduğumuz şey var; sürdürülebilirlik. Oldukça güzel başlayan birçok proje ne yazık ki çeşitli gerekçelerle devam edemiyor. Eşsiz bir tuğla koyuyoruz ortaya ve tek başına kalıyor. Oysa bir tuğla daha, sonra bir tuğla daha derken bir sanat abidesi inşa etmeliyiz. Varisi olduğumuz medeniyetlerden aldığımız esinle çağdaş dünyayı ve geleceği daha yaşanabilir ve güzel kılabilmeliyiz. Aslında bizim inancımız pratikte de; “az da olsa devamlı olan”ı yapmalısınız diye öneriyor. Sinema diliyle söylersek tam da Andrey Tarkovski’nin Kurban filminin girişinde altını çizdiği 40 yıl süren periyodik ritme benzer yollar almalıyız. İşte bütün zorluklarla baş ederek, dünyayı alt üst eden pandemi şartlarına rağmen festivali devam ettirme azmimiz ve irademizin nedeni bu. Üç yıllık birikim festivali adım adım bir yere getirdi. Festivale başlarken bir amaçtan yola çıktık. Bu coğrafyaya mahsus dostluk mayasını kendi çocuklarımıza ve tüm dünyaya sanatın yaratıcı diliyle taşımak için çabalayacağımızı söyledik. Yaşadığımız çağda insanlık teknolojik gelişmelerden devşirdiği güce tapınan bir yapıya dönüştü. Bu gücü, parçası olduğu doğaya hakim olma yönünde kullanarak dengeyi bozdu. Tabiata telafisi imkânsız zararlar vererek birçok canlı türünü yok etti. İşte asıl niyetimiz kendi sonunu hazırlayan bu kapitalist vandalizme imkânlarımız nispetinde çomak sokmak. Tam bu nedenle ilk yıl Üstat Fethi Gemuhluoğlu’nun kendine, tabiata, tarihe ve coğrafyaya dost olmak felsefesinden esinlenerek yola çıktık. Sonra Aşık Veysel’in sazıyla gönüllere seslendik. Üçüncü festivalde 13. asırda yine zor zamanda muhteşem şiiriyle dünyaya umut olmuş büyük şair Yunus Emre’nin kılavuzluğuna sığındık. Ne yazık ki bugün insanlığımız çok daha büyük bir çıkmazda ve büyük şair Yunus Emre’nin 800 yıl önce inşa ettiği gönül dostluğuna daha çok ihtiyacımız var. Ben bu zor günlerde ve zor şartlarda çektikleri filmlerle çağrımıza cevap veren kısa filmci dostlara, sinema sektöründeki paydaşlarımıza ve büyük bir özveriyle çalışan festival ekibimize teşekkür ediyorum. Bu süreçte yanımızda olan Kültür ve Turizm Bakanlığına, uluslararası dostluğun en büyük kurumu Türk Kızılay’ına, Beyoğlu Belediyesine, Zeytinburnu Belediyesine, Yunus Emre Enstitüsüne ve festival süresince bize destek veren tüm kurum ve kuruluşlara gönülden şükranlarımı sunuyorum. İyi bir geleceği sadece dostluk inşa edebilir. Dostluk için ortaya koyulan bu heyecan verici çabaları festivalde hep birlikte izleyip ve çoğaltma temennisiyle. Mehmet Lütfi Şen III. ULUSLARARASI DOSTLUK KISA FİLM FESTİVALİ ERİŞİM LİNKLERİ: https://www.instagram.com/dostlukfilmfest/ https://www.facebook.com/dostlukfilmfest https://twitter.com/dostlukfilmfest Basın Toplantısı: https://youtu.be/RlGl9ONgpfw Panorama Seçkisi: https://www.youtube.com/watch?v=RXHRBYuaylo Yarışma Seçkisi: https://www.youtube.com/watch?v=0jKDwdm7lxU&t=4s Kırk Yıllık Hatır Seçkisi: https://www.youtube.com/watch?v=TASTKXNZnhU

  • Metafizik

    Olayları açıklamanın en kolay yolu ve her zaman için sığınılacak bir bahanedir. Var olanı, var olan olarak düşündüğü için var olanın detayını ve nedenini görebilecek parıltıdan yoksundur. Kavramların her birini kendi içinde ele alarak birbiriyle ilişkilerini görmezden gelen bir anlayıştır. “Nesnel geçerliliği olmayan, boş, geçici, öznel, bilim dışı" anlamına gelebilmektedir. Metafizikte değişim de yoktur. Doğa nasıl yaratıldıysa öyle giden bir durağanlık içinde yer almaktadır. Adaletsizlik, kötülük, sömürü, zulüm dünyanın yaratılışında vardır ve sonsuza kadar da var olacak diye savunulmaktadır. Bunu da elbette en güzel haliyle, kutsal bir çerçeve içinde göstererek yapmak zorundadır. Din bir inanç sistemi olduğu için metafizik yapıdadır. Kitleleri, sömürü düzenine, adaletsizliklere, kötülüklere karşı mücadeleden alıkoyan bu düşünce tarzı, sömürü düzeninin de işine gelir. Bu nedenle de, kitlelerde "kaderci" metafizik düşünceyi yaygınlaştırmaktadırlar. Kökten bir kabulle diğer yollar tümüyle baştan kapatılmaktadır. Bilimsel yöntem, sömürü ve adaletsizliğin yaratılış özelliğinden kaynaklanmadığını göstermektedir. Ekonomik tahliller ve iktisat biliminin pek çok dalı, insanlık bilimi ve sosyoloji bilimsel bakışla bu konularla uğraşmaktadır. Metafiziğe göre karşıtlar da bir arada bulunmamaktadır. Bir konu ya öyledir ya da böyledir. Sanki siyah-beyaz ikileminden başka renk yokmuş gibi davranılarak tüm diğer renklere kapatılıp gördükleri her şeyi bu tonlarda yorumlanmaya çalışılmaktadır. Bir insanın hem iyi özelliklerinin hem de kötü özelliklerinin bir arada bulunduğunu kabul etmemektedir. Metafizik düşüncesini savunmada “Kimin için demokrasi”? sorusu sorulmaz ve yanılma da kaçınılmazdır. Olgular birbirinden koparılarak ele alınmaktadır. Bir olayın onu çevreleyen koşullarla bağı kurulmamaktadır. Kendi başına değerlendirilmektedir. İnsanların, dolandırıcı, hırsız, katil, yalancı ya da dürüst, adaletli … gibi benzeri özelliklerle birlikte doğdukları ileri sürülmektedir. Eğitim ve çevrenin etkisi, insanın değişebileceği gerçeği gözardı edilmektedir. Olaylara açık bir şekilde antitez üretememektedir. Ne de olanlar tez olarak sunulabilmektedir. Evrensel bakış açısından yoksunluğu getirmektedir.. Değişime karşı olmayı getirmektedir. Ezilmişlik, dışlanmışlık ve ötekileştirme, metafiziğin kalıcı etkileridir. Bu koşullara kimi zaman karşıtlarını da inandırabilmektedir. Yaşam ve hareket alanını daraltan unsurdur metafizik. Metafiziğin karşıtı materyalizmdir. Metafizik öğreti, toplumun geleceğine yerleştirilen gerici eğitim sistemiyle katılmaktadır. Evrim teorisi yok sayılmaktadır. Adeta gözleri kör, kulakları sağır etmektedir. Beyinler de süngere çevrilmektedir. Öyle ki var olanla her anlamda “yetinmek” öğretildiği için ezbere yaşanan hayatlar, bilimsel bir yaklaşımla iyiye ve çağdaşa evrilecekken bazen daha da geriye gidebilmektedir Metafiziğin engin safsata deryası içinde, yapılması gereken ilk şey insanlara sorgulamayı ve merak duygusunu aşılamaktır. Önümüze çıkan inanç sistemi olduğunda da bu konudaki örnekleri vererek kafalarda rahatlama sağlayabiliriz. Ibni Sinâ, Biruni, …vb gibi. Özgür KARAKAYA

  • ÇAĞ

    Saklanalım çekirdeğimize istesek de terk edemeyiz kendimizi. Kendimle değil yalnızlığın en acısıylayım kabul daha da acıklısı kafatasımın içi dışı hırçın sefil ziyan sanırdım ki bir ölünün ölçüsü kadardır olasıya en büyük anlanmış ki dünya bu cırlak ahenkle dönüyor değil amma çıldırmış bu döngü çıldırmış! çıldırmış bu çığır yaygısı altında ölü kalanın uğursuz zar suratı amma iki kan şelalesi, iki toprak bebesi iki kalıntı gözüme gözüme duruyor kor duruyor zor duruyor kalın tüm bunlar daha mı hunhar sanki içimizdeki aç canlıdan? Çağlar üzerinden bakan solmuş bir sesin kendi başına nedir ki dediği koşar adım düş oluyorum bağırıyorum gecikmiş bir günüm ben kısık, kuru, sancılı.

  • AŞKARAYAN’daki “SES”

    / AŞKARAYAN / Şenol Yazıcı, Öykü, İstanbul 2006 / Şenol Yazıcı’nın Aşkarayan adlı öykü kitabında birbirinden güzel üç öykü var: Ses, Benim Kimsem Olsana ve Aşkarayan. Bu üç öyküden beni en çok etkileyen “Ses” oldu… Edebiyatla uğraşıp da Şenol Yazıcı adını duymayan var mıdır? Bilmiyorum. Ben yine de kendisini, kitabının başındaki özgeçmişinden çok kısa alıntılarla tanıtayım. Trabzon’da doğmuş, Türk Dili Edebiyatı öğretmeni. 1979’dan beri birçok dergi ve gazetede deneme, şiir ve öyküleri yayınlanmış; radyo ve televizyon programları yapmış; 10’a yakın kitaba imza atmış öykücü ve romancılarımızdan biri. Aynı zamanda (Bursa’da) MaviADA dergisini çıkarıyor. Sevgili Yazıcı, Ses öyküsünde, Sabahattin Ali’nin Kağnı öyküsünde olduğu gibi sözü eveleyip gevelemeden, doğrudan olaya girerek anlatıyor. Bu her yazarın başarabileceği bir iş değildir. Öyküde olayı baştan girerek anlatmak, cesaret işidir. Olay en son ortaya çıkması gerekirken bunu en başta anlatmak ve ondan sonra da o öyküyü okutabilmek büyük ustalığı gerektirir. Bu tür öykülerde başarılı olabilmek her babayiğidin harcı değildir. İşte, Şenol Yazıcı bunu başarabilmiş ender öykücülerimizden biridir bence. Hem olayı en baştan vereceksin, hem de öyküyü bir solukta okutacaksın; başarı buradadır bence. Ses öyküsü “Çocuklar, ırmakta yılanlar çıyanlar tarafından yenmiş bir kadın ölüsü bulmuştu.” tümcesiyle başlıyor. Yazarın dili yalın, bir o kadar da güçlü. “Bacakları dışarıda, yüzükoyun suya yatmış bir kadına benziyordu. Sanki su içiyordu, birazdan doğrulup kalkacak gibiydi.” İki tümceyle kadının o andaki fiziksel görünümünü ne kadar net anlatıyor. Ölüyü bulan çocukların içinde en meraklısı ve sabırsızı Ermeni değirmencinin oğlunun olması, öykünün Doğu Karadeniz’de geçtiği anlaşılıyor. Hemen aklıma şu geliyor: Geçmişteki Ermeniler ile Türkler arasındaki husumet olmadığını, Türk çocuklarıyla Ermeni çocuklarının arkadaş olduklarını fark ediyoruz. 1940’lı yıllardan beri süregelen jandarma baskısının ne denli ağır olduğunu öyküdeki diyaloglardan öğreniyoruz. Jandarma komutanı muhtara “-Bu kadın kim muhtar? Gerekirse herkesi falakaya yatırırım bil…” Yine öykünün ilerleyen satırlarında jandarma komutanı tehdit savurarak “-İstiyorum, dedi komutan. Hem de hemen.” Bir alt satırda “Falakaya ilk senden başlarım bak.” diye gözdağı vermeye devam ediyor komutan. Bir düşünün! Devleti temsil eden seçilmiş bir insana jandarma bunu yapmaya kalkarsa –ki yapıyor- sıradan bir köylüye neler yapmaz. Muhtar yine de iyimser düşünerek, kendisine yapılan tehdit karşısında “-Yapmazsın her halde komutanım.” diyor. Muhtarın iyimser tavrı karşısında komutan yumuşayacağına inadına sertleşiyor. Tehdidini daha da ileri götürerek şöyle diyor: “-Görürsün. Şimdi köyün kadınlarını topla buraya. Önce seninkini getir.” Görüyorsunuz sevgili okuyucular. Yazar, komutanın edepsizliğini ve alçaklığını bütün çıplaklığıyla ortaya döküyor. Muhtara söylediği “-…önce seninkini getir.” cümlesini ise nereye çekerseniz çekin. Yazar burada büyük bir dramı ironik bir dille ne güzel anlatmış. Biz galiba ölçülü davranmayı bilemiyoruz. Yetki verilince asıp kesiyoruz; alınınca da sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Bunun bir orta yolunu bulamadık gittik. 1990 öncesi askerlerin durumuyla şimdiki askerlerin durumunu bir kıyaslayın. Geçmişte ne zulüm etselerdi, ne de şimdi bu durumlara düşürülselerdi. Bu ülke de bizim bu ordu da. Dengeleri gözetmek gerektiğine inanıyorum… Öyküde Köse Hasan’ın ortaya çıkışı, yine jandarma komutanının köy meydanındaki çocukları uzaklaştırmaya çalışmasıyla çıkıyor. Kendisini kovalayan ve bağıran komutana aldırış etmeyen Köse Hasan için, bu kez muhtar araya girerek “-Çocuk değil o, ben yaşlarda var. Köse deriz.” diyor. Yazar Köse’yi bize şöyle tanıtıyor: “On üç, on dört yaşlarındaki bir çocuk gövdesine sahip Köse’yi kimsenin adam yerine koyduğu yoktu. Göğsü içeri göçük, sırtı hafiften kamburdu. Tüy adına neyi varsa beyaza yakın sarıydı. Dar alnının hemen ortasından başlayan saçları, hiç budanmayan gür çalılıklar gibi başını sarıyordu. Sakal çıkmayan köse yanakları, parlak mavi gözleri ona iyice bir çocuk görüntüsü veriyordu.” Yazar, sanki kamere görüntüsüyle gözümüzün önüne getiriyor Köse’yi. Hem de güçlü bir betimlemeyle. Jandarmalar cesedin kime ait olduğunu bulmadan giderler. Köylülerden Kayış Ömer: “…Yahu şu, Köse’nin yanındaki ne olduğu belirsiz kadın olmasın?” Köse Hasan babasız, yaşlı anasıyla yaşarken günün birinde annesi de ölünce yapayalnız ortada kalır. Bir yaz günü deniz kıyısındaki bir köyden sakat bir kadını kendisine can yoldaşı olarak getirir. Kadın Köçekçedir; anası da zamanında köçekçedir. Erkekler içki âleminde, kadını oynatırlarken kıskançlık yüzünden aralarında tartışma çıkar, kadın da erkeklerden birini bıçakla yaralar. Bu arada diğer erkekler de köçekçinin gözünün birini kör ederler, kolunun birini de kırarlar. Kaçıp kurtulan kadın, Kösenin bekçilik yaptığı tarlada yaralı olarak inlerken Köse tarafından bulunur. Köse kadını sağaltır. Kadın bir süre sonra iyileşir. Köse’nin kendisi gibi bekâr akrabası Ömer’in şahitliğiyle imam nikâhı kıyarak evlenirler… Köse hem kıskanç, hem de karısının yaraladığı erkek yüzünden, eşinin kaçırılacağı endişesini taşır. Kadın da (yani karısı da) aynı endişeyi taşıyınca Köse yaralanan erkeğin öldüğünü söyleyerek kandırır. Kadın da inanır. Bir süre birlikte yaşarlar. Kadın sonradan olma değil, anadan doğma köçekçe olduğu için oyun oynamadan, dans etmeden duramaz. İyileşince dayanamaz, gece ocakta yanan ateşin alevleri eşliğinde Köse’nin önünde, eteğinin bir ucunu beline sokarak dans etmeye başlar. Köse kadını bu hareketini onaylamaz, kötü kadın olarak görür… Kadın çok üzülür… Köse işe gidince dışarıya da –yakalanırım korkusuyla- çıkamaz. Evde bunalır. Günün birinde Köse, ağanın fındık bahçesinde bekçilik yaparken Ömer ve adamları çıkagelir. Kadın kocası sanarak kapıyı açar… Kadını alıp kaçırırlar. Köse o gün bekçilik yaptığı yerin alt taraflarından içkili eğlence seslerini işitince karısı aklına gelir. Görevini bitirir bitirmez eve döner. Karısını bulamaz. Yazar bu durumu şöyle anlatır: “Kapının önüne çöküp ne yapacağını bilmeden ağlamaya başladı. Tarladan gelen bir hışırtıyla başını kaldırdığında gördü kadını. Mısırların arasından çıkıyordu. Dağınık saçları açıktı, entarisinin önü açılmış, bir göğsü hemen hemen dışarıdaydı. İlk anda sevindi onu bulduğuna, ama yerini en sevdiği kedisi öldürülmüş gibi bir duygu aldı çabucak.” Sayfa:30 “Evin önüne gelinceye değin fark etmedi onu kadın. Görünce de dondu, dizleri çözülmüş karşısına çöktü. Konuşmadan baktılar birbirlerine.” Kadın eski dünyasına döndüğü için mutludur. Ama köse’nin dünyası kararmıştır. Silahını kapıp karısını öldürmeye kalkınca eşi direnir: “-Delirdin mi sen? Bırak beni gideyim. Neyinim ben senin ki?” Köseni yanıtı geçikmez:“-Karım.” Kadın: “-Onu sen çıkardın, millete karşı öyle diyelim diye.” der. Kadın öldürmemesi için yalvarır. “Köse sıkıntıyla başını salladı. Gözleri yaş içindeydi.” (sayfa:35) Köse tüfeğini doğrultur ve kadını vurur. Şenol Yazıcı Köse tiplemesiyle çok ilginç bir karakter çizmiş. Aslında Köse’nin derdi kadın değil, yalnızlıktır. Yazar insan yaşamında en zor olan yalnızlık temasını Köse üzerinden çok başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Yalnızlık öyle bir duygudur ki yaşayan bilir. Kişi çok zengin olabilir, ama yine de gariptir. Yani yalnızdır. Yalnızlık duygusunu zenginlikle, parayla pulla da gideremezsiniz. İşte, yazar bu öyküsünde buna vurgu yapmış. Hem de başarılı biçimde. “Ses” hiç tereddütsüz (duraksamadan) en beğendiğim yirmi öyküden biridir. Yalnızlık psikolojisini bu denli başarıyla veren usta bir yazardır, Şenol Yazıcı benim için. Bu kitaptaki üç öyküyü de bir solukta okuyacağınızı inanıyorum. Ve okumayanlara da öneriyorum. Yüreğine, beynine, eline sağlık Şenol Yazıcı. 30.09.2011 Çiğli-İzmir Kasaba Esintisi Dergisi, 2012,Ocak *

  • maviADA günlükleri

    Bir hayalden bir kazaya dönen, sonra inatçı bir mücadele öyküsü olan bir dergi hikayesi... 2002-2014 Arasında basılı olarak yayınlanan maviADA'nın bütün sayıları, yazarlar, yazılar, etkinlikler, anılar ve güzel öyküsü... maviADA GÜNLÜKLERİNİ GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN

  • Bir maviADA Etkinliği

    maviADA Dergisi kendine emek verenlere destek olmayı sürdürüyor. 13 Mart Cumartesi, Saat 16.00'da Bursa Heykel'de maviADA KÜLTÜR EVİNDE yönlendiriciliğini Şenol YAZICI'nın yaptığı programda maviADA Bursa temsilcisi Mikdat YILDIZ'la yeni çıkan kitabı KATIR KÜPÜN İÇİNDE üzerine söyleşi yapıldı

  • maviADA Yaparsa...

    maviADA 2021'E HAZIR / Sanat bugün değil, Aristotoles'dan beri POETİKTİR; gelişmenin, ÇAĞDAŞLIĞIN, bir adım daha yol almanın tohumu ESTETİK, varoluşunun kökten derdi GÜZELLİKTİR. Bu bile o kısır tartışmanın aklıevellerin üretimi olduğunu sergilemeye yeter; sanat sanat içinse olağan olarak insan ve toplumu KESİNKES hedefler. Siz hiç hidrojen bombası yapmaya çalışan sanatçı gördünüz mü? Güzellik bir yaratığın değil, ancak bireyin temel istenci olduğuna göre SANAT her dem İNSAN odaklıdır. Ötekilerin varsa yaratılışıdır, bir tek insan GÜZEL ve İYİ olmayı öğrenir. maviADA SANATta önce poetikayı amaçlar... Yapmak zorunda değil, bundan insanlığın bir kaybı olmaz, ama yaparsa EN GÜZELİ HEDEFLEYECEK... İnsan güzel şeylere layık değil miydi?... 2021 GÜZEL OLACAK!!! * sizin için bir aylık emekle oldurulmuş maviADA'nın sayfalarını gezmek için buraya ya da resme tıklayın... lütfen sadece eleştirip seyretmeyin daha güzeli yapmak için yardım edin, öneri getirin, emek verin. Ancak birlikte güzel olur bu dünya... Şenol YAZICI

  • Orda Bir Okul Vardı

    -maviADA GÜNLÜKLERİ - Çok eski değil, bakmayın, masal gibi anlattığımıza. Biz arkaik devirlerden kalma filler değiliz sonuçta. Ama öyleydi: Her köyde bir okul vardı. Çok değil bundan otuz yıl önce, ülkenin geneli o denli yoksul ve fırsat eşitsizliği içindeydi ki, bugün yaşamın büyümeye eşlik eden olağan bir süreci olan okumak, o günlerde büyük bir kesim için tanrıların sofrasından ateşi çalmak gibi bir şeydi. Uğruna her türlü fedakârlıklar yapılır, hatta kurbanlar verilirdi ve bu olağandı. “Gün ışımadan yüksek tepelerdeki köylerinden bir yılan gibi kıvrılarak inen yollara dökülen, denize, kente ulaşmaya çalışan utandıkları bol gelen giysilerinin içindeki küçük adamları anımsıyorum… Pazartesi sabahlarının dinlenecek toprağı bizzat vaad eden Tanrı tarafından lanetlenmiş gibi duran hep yolcu Musa kavmini… Yanlarında bazı üstü başı dökülen, başları şapkalı, kalın bıyıklı, tabakalarından hırsızlama tütün sarıp içen babalar, peştamallı, yaşmağından bir tek gözü gözüken kara lastikli analar, çocuklarının on yıl sonra, o da belki, elde edecekleri diplomalar için kenti fethetmeye giderlerdi. Üç kök mısır ve fındığından başka bir şeyi olmayan babalar, yolu yolağı olmayan dağları aşarak, kollarının altında değirmen taşı kadar büyük mısır ekmekleri, “Urus patatesleri” kent yerinde çocuklarını okutmaya çalışırdı. Anneler, o namusun ve onurun hep sandıkta durması gereken yüzü, çocuklar okusun diye kent kapılarında hizmetçi dilenci oldu. Kimsenin kullanmadığı Rumlardan kalma bağlasan köpek durmaz yıkıntı evlere tonla kiralar ödeyerek küflenmiş mısır ekmeklerini her biri adam boyu farelerle bölüşerek okumaya çalıştılar,” bir söyleşide böyle anlattığımdı. O anda bana bile acıklı bir masal gibi gözükmüştü anlattığım. Undergraud bir Fellini filmi gibi... Oysa hepimizin yaşadığıydı. Okumak böyle zordu da …Olmaya çalıştığımız ne mi? Arzuları okulu bitirip ziraatçı, ormancı, polis, bilemedin hastabakıcı… olup devletin kasasına anahtar uydurmaktı. En büyük idealse öğretmen olmaktı. Şimdi o kadarcık mı, diyorsunuz belki? Ne yani, bilinen o kadardı. İnsan hayal ettiğini yaşar, bilmediğini de hayal edemezsin. Köy ve varoşların doktor, mühendis avukat olmayı hayal etmesi bugünün, milenyumun rüyasıdır. O dönemin zeki çocuklarının hele hele milletvekili, bakan, başbakan olmayı düşlemesi ya da gemileri olması akla ziyan bir düştü. Böyle bir düşe düşeni de ilk yatıra götürüp işetirlerdi ki, çarpılırsa düzelir, diye… O dönemdi. Ne zaman mı? Çok değil, bundan 30 -40 yıl önce… Her yerleşimde ilkokul yoktu, ilçelerin çoğunda da ortaokul, lise … Ancak birkaç büyük kentte üniversite vardı. Her köyü okul sahibi yapmak bir türlü mümkün olmadı, yine de çoğunlukta derme çatma okul yerine konulan yerler vardı. Denilebilir ki bütün ülke Atatürk dönemi dahil büyük emek verdi, okullaşmak için, ama şairin dediği gibi, gökteki yıldızlar kadar köylerimiz vardı, yolsuz, susuz, elektriksiz… yine de epey yol alındı, az bir şey kalmıştı ama başarılamadı. Hatta birden olağandışı parlak bir zeka devreye girdi. O okullar, bin bir özveriyle yapılabilen okullar yok edildi, tek bir darbede… Bu toplumun ürettiği üstün akıl, Atatürk sonrası her yirmi yılda bir sancılarla doğurduğu o gösterişli, sorarsan en sureti haktan düşüncelerden biriyle her zamanki gibi ne yapılmışsa yok etti, gül bahçelerini viran eyledi. Ama biz, Tanrı'nın sevdiği kullardandık; çocukluğumda evimizin yakınında ilkokul vardı. Yakın derken ben küçücük ayaklarımla en az bir saat yürürdüm. Bizim ordaydı ya; ona bak sen Çevre köylerden gelenlerin de devam ettiği çok eskiden açılan bir okulumuz bulunmaktaydı. Orada başladım okula. Şimdikilerin hiç anlayamayacağı büyük bir şanstı bu. O okul orada olmasaydı en çok en çok becerikli birer yorgancı ya da inşaat ustası olacak çok çocuk okudu, öğretmen, memur, doktor… oldu. Gel de kadere inanma… O sayede biz üç kardeş okuduk, bizi okutmak için çapını aşan babamı yollarda kurban vererek de olsa... O günün koşullarına göre gelişkin olan okulumuz, çünkü ötekilerin çoğu beş sınıfın bir arada okuduğu tek sınıflıkken, bizim üç ayrı sınıfımız, üç öğretmenimiz vardı, sadece köye gerçek bilimin, çağın girdiği tek kapı olmakla kalmadı, yıllarca o yörenin çocuklarını okullara, çok daha iyi geleceklere, en azından daha bilinçli kadınlar, erkekler; iyi yurttaşlar olmaya taşıdı… İyilik mi etti, bu bakışa göre değişir. Bazılarına göre huzursuz, doyumsuz, anarşist, terörist, uçta, ateist, komünist… yani ne varsa olumsuz onları yaratan yerler oldu okullar. Bazılarına göre de köy çocuklarını çağdaş dünyaya taşıyan, bilimle fenle donatan, yoksulluk ve karanlıktan kurtaran umut kapısıydı onlar. Birinci grup düşüncelerinde baskın geldi, sorarsan aydınlık özlemiyle, sorarsan iyi niyetle güneşi yuvasında boğazladılar. Okulları kapattılar. Evet, sehven öyle yazmadım: Bu ülkede köylerin çağa açılan tek kapısı KÖY OKULLARI 90'lı yıllarda kapandı. Hem de alkışlarla… Karar ne zaman alındı bilmiyorum, ama 1990'lı yıllarda uygulamaya konuldu. Binlerce köy okulu kaderine terk edildi. Batı neyse ama doğuda köyler, insanlar karanlığa mahkûm edildi. Olanaklar elvermişse merkezi yerlerde ilkokulla ortaokulu birleştiren ilköğretim okulları kuruldu, uzak köylerden parmak kadar bebeleri alıp bazen saatlerce uzaktaki okullara götürüp getiren taşımalı eğitime geçildi. Ki bunların hiçbiri ha deyince gerçekleşmedi, yılları buldu. Köylere bir iki öğretmen bulamayan devlet, merkezi okullarda çıtayı yüksek tuttu. Otuz öğrenciye bir öğretmen diyerek planlama yaptı, olmayan branş öğretmenleri aradı, öğretmen yetersizliğini aşmak için onlarca eğitim fakültesi açtı, yetmedi, panik ve telaş içinde kimi bulursa onu; dişçiyi, mühendisi, avukatı, ziraatçıyı, marongozu… her biri kendi alanında kalsa, elbette iş de bulsa mucizeler yaratacak insanları öğretmen yaptı. Bir kuşak eğitim adına boğazlandı. Bu hesapsız uygulama planıyla ve bolca yetiştirilen yüz binlerce öğretmen 2000’li yıllarda işsiz güçsüz kaldı. Tek günahları devletinin derin aklına güvenmek olan yüz binlerce genç, limoncular işsiz gezerken şimdi, peşlerinde gene aslı öğretmen olan zabıtalardan saklanarak limon satmaya uğraşıyor. Sonrası malumunuz, geçtiğimiz yıllarda o uygulamada rafa kaldırıldı. Ne var ki köy okulları artık dönüşümsüz bir noktada… Baykuşların bile tenezzül edip ötmeyeceği viranelere döndüler... Gördüğümde içim kanadı… Dünyanın bir yerinde, batıda böyle bir şey yapabilirler mi bilmiyorum. Yaparlarsa halk, hiç gıkını çıkarmadan, sorgulamadan emeğinin, vergisinin öylece heba olup gitmesine katlanır mı onu da bilmiyorum. Ben bu ülkede çok şeyi anlamadığımı, bilmediğimi, bilirsem daha da yalnız ve kimsesiz kalacağımı ancak bu yaşımda öğrendim, tabi becerebilirsem susmayı da… Adamlar, George Washington oturmuştur diyerek tuvalet taşlarını tarih diye saklıyorlar, 250 yıllık devlet o kültürün bilinciyle okyanus ötelerine, burnumuzun dibine gelip dünya jandarması oluyor, bizimkilerse dahi siyasi manevralarından birini daha yapıp, ilkokulları kapattılar, bir kısmı henüz emzikte bebekleri ergenliğe girmiş gençlerle ilköğretim adı altında mecburi güya öğrenci yaptılar ve tabi bir yandan çok sayıda okul yapıp yeni müteahhitler yaratırken, öte yandan yüzlerce örneği gibi benim okulumu da kaderine terk ettiler. Daha nitelikli eğitim, zorunlu 8 yıllık eğitim... gibi dışardan olumlu gözüken yanları olsa da özünde siyasi bir kurnazlık da taşıyordu. Lise mezunlarının üniversiteye girişlerinde ortaya çıkan alan seçimindeki ek puanlar ya da puan kaybı gösterecekti ki kararın özü tümden siyasiydi. Bir teknik lise mezunu, dahi olsa ağzıyla kuş tutsa bile sosyal bilim okuyamayacak ya da diyelim ki istedi, puanı da yetti ama avukat olamayacaktı. Bu parlak fikrin mucidi olan, güya bu yolla belli bir politik zihniyetin önünü keseceğini de sanan başta 12 Eylül politikası ve onun takipçileri olan anlayışı salt bu yüzden yargılamak gerekli. Ne kadar başarılı oldular? Eğitim durumu ortada. Yıkılan okuluna bile aldırmayan, yiyecek ekmeği olmayan, ama şimdi çocuğunu okutmak için kentlere taşınmak zorunda kalan köylü bu deneyin bedelini ödüyor. Derin amaçları olan o politikanın sonuçları ne oldu görmek zor değil, eğitim sisteminin son on yılda baştan sona ters yüz edildiğini, şimdi köy okullarını açmayı planladıklarını, ama sadece planlamada kaldıklarını, hatta olası yeni bir siyasi art niyetin yapı taşı olduğunu da düşünürsek köy okulları artık bizim göreceğimiz değil. Çocukların, gençlerin durumu?... Hiç sormayın, onlar bize Tanrı'dan armağan; bizim piyonlarımız, istediğimiz gibi üzerlerinde oynamak da hakkımız tabi(!), ama okullar?... İçler acısı… Çok azı girişimci insanlarca kültür sanat evlerine çevrildi, o da batıda… Çoğu hiçbir şey yapılmadan ölmeye bırakıldı. Oysa çok şey yapılabilirdi. Köy evi, kütüphane, kültür evi, hatta düğün salonu… güzel bir şey olabilirdi. Ama olmadı. Köyler gene karanlığa terk edildi. Çocuklar başından beri yoz olan Anadolu feodalitesine, İslam'da hiç yeri almayan ama şimdi egemenlerce varmış gibi dayatılan, akil adamlar diye göklere çıkarılan cahil cükala ruhbanlara teslim edildi. İç kırıcı... O uygulama, eğitimde dünya sıralamasındaki yerimize ve bugüne baksak kolayca görünür, ne kadar işe yaradı? Net görünense, onlarca yıl birer eğitim yuvası olan Anadolu aydınlanmasının ilk askerleri ilkokullar şimdi bu halde. Halkım, cami ve mezarlık dışında alın teriyle, olmayan parasıyla yaptığı tek tarihi imece olan okuluna ancak böyle sahip çıkıyor... Ulusal bazda yansımaları... Kelebek etkisi diye bir şey var be gafil, sen çocukları kime teslim etmiştin okullarını çalarak? Şimdi o çocuklar birer yetişkin ve oy kullanıyorlar. Eğitimin bir uzmanlık ve derin düşünce ürünü olduğunu görmeden kışladan çıkıp hayata don biçersen bu kadar olur. Sen yaparsan olacak ha... Allah at gözlüğünü büyütsün. Büyütsün de gör beni... Ağlayanı bile yok.. Bin yıl önce demiş adam: Rahat yönetmek istiyorsanız cehaleti besleyin... Boşuna mı? 2016 maviADA GÜNLÜKLERİ

  • Gurbete Yakın Göğsüne Irak

    O günlerimden söz ettim mi sana? Fırından yeni çıkmış, az yanmış, buram buram kızarmış ekmek kokan sabahlardan? Rüzgârın önünde bir gazal yaprağı gibi savrula savrula indiğimiz bayırlardan, ürkütücü sislerle bir deniz gibi kaplanmış vadilerden, Cenevizlilerden bu yana kadim insanlığın tüm tarihini barındırdığını düşündüğüm hayalet dolu servili mezarlıktan... Her önüme gelene anlattığım gibi eminim sana da anlatmışımdır... Hiç insanın çocukluğu en büyük depremi olur mu? Konu bensem olur... Bir damlacık bir çocuk, adını bile bilmiyor, akan burnunu ağabeyinden emanet, dizlerine kadar uzayan kazağın kollarına siliyor. Dört müyüm, beş mi, kim bilir? Okula başlamam da öyle bir âlem... Bahçeye toplanmışız. Öğretmen hiç duymadığımız bir adı çağırıyor, elindeki listeden. Çağrılan gidiyor, çağrılan gidiyor, sınıfa alıyorlar. Arada bir de pek duymadığımız garip bir ad çağrılıyor… Kadın adı mı erkek mi, öyle garip… Sonra yeniden bizimkiler çağrılıyor. Benim adım okunmamış henüz… Ben arkada ayakta durmaktan yorulmuş, yere çökmüşüm, bizi aşıp da çayıra ulaşmaya çalışan bir salyangozu elimdeki çubukla yolundan etmeye uğraşıyorum, ama kulağım onlarda… Yeniden çağrılıyor o garip ad… Daha yüksek bir ses ve daha yakından… Benim derdim salyangoz, ıslak yuvasına çekilmiş, kaygılı, çıkmıyor… Uzatıyor uzun tüy gibi dokungaçlarını, öteye beriye bakıyor, bakıyor herhalde o ince uzun şeylerle, beni fark edince yeniden kabuğuna… Kurcalıyorum çıksın diye. Baksana, diyor biri öğretmenlerden. Güneşin önünde duruyor, gözlerimi kırpıştırarak görmeye çalışıyorum… Bana mı, der gibi sorduğumu sanıyor o. “Sana tabi, senin adın ne?”Adımı diyorum. Kızıyor öğretmen bu kez, yanına gelen müdüre; "bu adını bile bilmiyor, nasıl okula gelir," diyor. Meğer benim başka bir adım varmış, babamın oyunu… Hayır, hayır sonuçlarına bakarsan ödülü aslında… Bir Acem teyzeyi kıramamış, ben doğunca onun istediği adı vermiş. Aramızda kalsın, babamda hep vardı bu, hiçbir kadını kolayına kıramazdı aslında, kendi dünyasında kırılmaktan yorulan bütün kadınlar da onu bulurdu. İşte o teyzeyi de kırmamış, onun bana kitapta adı geçen, okunur bir ad olan Hüseyin adını koymasına itiraz etmemiş. Ama insanlar acaip; benim adımı, annem anlattığında öyküsünü sevdiğim, öldürülüşüne günlerce ağladığım, Kerbela’daki kahraman Hüseyin’in adını değiştire değiştire İsiyin yaptılar. Ne öyle tükürür gibi... Ankara’ya gittiğimde ora çocuklarına adımı deyince ne gülmüşlerdi. İsiyin ha? O güne değin hiç sorunum yoktu, ama ondan sonra oldu. Adımı o gün bugündür hiç sevmem. Değiştir Allahım, diyerek yalvarıp durmuştum… ​ Adları Allah takmaz demişti, benden büyük bir çocuk Ankara’da, gene gülmüştü bana. Babalar, anneler takarmış adları…​ Babam takmışsa nasıl derim? Allah’a derim ama değiştir diye. Allah insanı cezalandırır, cehennemde yakar, ama ona çok var daha, tövbe eder düzeltirim ilerde, öyle inip de tokatladığı görülmüş değil ki… Gel de babama de bakalım. İyi ki annem var, ben de anneme derim.... Demek babam kulak vermiş… İyi de bu hiç duyulmamış, kitapta geçmeyen, kadın mı erkek mi belirsiz ad neyin nesi? Ben hep Rüstem isterdim o zamanlar, Annemin anlattığı Zaloğlu Rüstem var ya, ondan… O gitti bunu buldu… Bu garip adı anlayıp sevmeme daha çok var… Neyse böylece aldılar beni sınıfa. Sınıftan aklımda kalan güneşi, pencereleri hiç göremediğim... Pencere olmaz mı, vardır da arkadaşlarım benden hep büyük, kocaman adamlar ya... boğuluyorum aralarında. Öyle büyükler ki biri müdürle yumruk yumruğa kavga ettiğinde öğrenmiştim ki evlisi bile varmış, nasıl ilkokulsa… O zaman öyle işte... Beni eziyorlar; çabuk kavradım küçüksen her yerde ezilirsin, bu okulda da ezilmek kaderim. Onların yaşlarını küçültmek, beni hızla büyütmek olacak iş olmadığına göre… Bir üzülüyorum, bir üzülüyorum… Sonra da anneme babama kızıyorum, ne var beni okula gönderecek, küçüğüm görmüyor musunuz? Ama diyemiyorum, hem okulu seviyorum da... Evde yalnız başıma ne yapacağım, okulda gene birileri var, yaşıtım yok ama birileri var işte… Bir şey yapmalı ama ne? Bulmalı, öyle bir şey yapmalıyım ki herkese galebe çalayım… Onların yapamadığı bir şey… Neyse okumayı söktüm, nasıl olduysa herkesten çok önce. Böylece üstünlük kuracak yolu buldum da… Öğretmen beni tahtaya kaldırıp lokum verdi… Sınıfın o an halini gördüm, tek lokum alan bendim. Kimseye demedim ama ben Ankara’da sıkıntıdan patlarken oyalanırım diye müdürü olduğu okula götürmüştü ağabeyim. Gidip gelirken sökmüştüm okumayı zaten… Çocuklarla yarışabilmek için tek silahım oydu, anlayınca kendimi verdim ve söktüm okumayı… O ara, bir dönem yeniden Ankara’ya gittim geldim. O süreçte de orda okudum. ​ Bu kez başka baktım Ankara’ya, okuldaki çocuklara… Çalacak bir şey arar gibi; kıymetli neleri varsa götürmeye kararlı, öyle baktım ve yazdım aklıma. Yengemin koca bir kitaplığı vardı, çokça okudum, ne bulursam okudum... Desem gülersin, İnce Memet’i bile okudum… Anlamadan bilmeden, kafamı dünya güzeli, yaprak, çiçek zengini bir evrene sokup baktım işte. Anladım mı? Bilmem, ama köpeğime Anavarza adını taktım dönünce. Kırk yıllık Pilot çok aldırmadı bu yeni adlandırmaya ama ben kurt kapıp parçalayana kadar öyle çağırdım onu. Başka şeylerini bilmem ama Ankaralıların konuşmalarını çaldım, okuluma dönünce ben artık Ankaralı gibi konuşuyordum. Beğenilerini hissettikçe sınıfta şakıyorum, kitaplardan okuduğumu, radyodan dinlediğimi, gördüğümü satıyorum, her fırsatta… Katmaya artık katma değil ip diyordum, lağus değil mısır… Etkilendiklerini görüyordum, gördükçe inadına Ankaralı oluyordum. Niye mi, durumdan… Dev gibi onca çocuğun arasında yaşamak kolay mı? Bir de dayakları var… Ama öğretmenler başka aldılar, benim var olmak için kendimi donatmama bir üstünlük gibi baktılar. Bunca marifete bir ödül gerekir, beni ikinci sınıftan üçe değil dörde geçirdiler bu kez… Yani bir sınıf atlattılar, yetmiyor sanki. Düşünebiliyor musun, zaten benden büyükler, şimdi o fark ikiye katlandı. Artık sadece camları değil, gökyüzünü de göremiyorum! Öğretmen tırnaklarımıza bakıyor, mendilimize... Sonra benim küçük elimi alıp kaldırıyor ayağa... Boyum yetmiyor, öğretmenin elinde anahtarlık gibi sallanıyorum...“Ben bu ellerle yemek bile yerim” diyor, öpüyor ellerimi... Bıyıkları batıyor, ama bir hoşuma gidiyor, bir hoşuma gidiyor... Niyeyse arkadaşlarımın hiç gitmiyor. Artık beni her gün dövüyorlar, ağzım burnum kan... En çok da burnuma vuruyorlar, çabuk kanıyor ya herhalde ondan... Dertleri öğretmenin beni çok sevmesi, niye onları sevmiyor da beni seviyor diye... Hiç yıldırmıyor beni dayak; daha çok kesiyorum tırnaklarımı, daha çok yıkıyorum mendilimi, daha çok dersime çalışıyorum. Dayağı hiç sevmiyorum, burnumdan akan kanı da… Giysilerimden çıkmıyor çünkü... Oysa babam harmanda aldığı pantolon için sıkı sıkı tembih etmişti. “Gelecek sene bu zamana kadar başka yok ha…”Babama desem mi, beni dövüyorlar diye. Adım gibi biliyorum; “erkek adam dayak yer mi?” diyecek bana. Erkek adam nasıl bir şeyse! Düştüm diyorum, ağaca çarptım diyorum, bilyeli arabayla giderken uçtum… diyorum. Ne yalanlar ne yalanlar... Olsun, evde asla dayak yiyen bir erkek olamam. Ama aklımda kemikleşiyor; bana bu zulmü annem babam reva gördü, okula böyle küçük göndererek… ​ Talihsizliğin en korkuncu başıma geliyor: Öğretmen beni bazen gelmeyenin yerine, atladığım o sınıfa öğretmen olarak gönderiyor. Orada dayımın bir oğlu var, benden beş yaş büyük. O akılsız hala bıraktığım alt sınıfta, zaten kalmıştı da ben ona yetişmiştim. Dayımın oğlu bir kerkenez, aynen öyle tam bir kerkenez, beni bekliyor orda... Sen kerkenezi bilir misin? Sivri uzun gagası, bir kuzuyu bile kapıp götürecek pençeleri olan alıcı kuş. Küçük kedimi nasıl alıp gitmişti evin önünden? Boğazındaki ameliyattan dolayı başı hafif sağa devrili, gözleri kan çanağı, bana bakıyor en arka sıradan. En son bir arkadaşının altına otururken kalem koymuş da arka sıraya sürgüne gitmiş, ondan oraya oturuyor.​ Bense serçe bile değil; burnu akan, kara kara bir minik uşak... Ama hiç korkmuyorum, gidiyorum gururla ve öğretmenliğimi yapıyorum da bir güzel... Öğretmenin elime tutuşturduğu, sakın esirgeme dediği, boyumdan büyük gürgen sopamı sürükleye sürükleye bir de… Düşünsene, emsallerimin hatta benden büyüklerimin bile zaman zaman öğretmenliğini yapmışım. Beni ne kadar severler anlamak zor değil… Ne var ki sınıfta bana bir saygılılar, bir saygılılar sorma… Bayılıyorum. Gerçeği biliyorum, çünkü Azrail'in öz kardeşiyim diyen öğretmenden korkuyorlar. Arada bir yüzünde en korkuncundan bir ifade gelip bakıyor da kapıdan. Farkındayım ama bazen sihrin benden, gücümün kendimden olduğunu sanmak yok mu? Hatta bazen şaşırıyorum, gidip o günlerde yiyecek olduğum dayakların büyük bölümünde elebaşılık yapacak kuzenimin sırasına durduk yere tık tık vuruyorum sopayla… Hopluyor yerinde, gözlerinde saklamaya çalıştığı utandığı bir korkuyla. Bu zavallılar mı beni dövüyor, diyorum kendi kendime. ​ Bu değişilecek bir şey değil, acayip bir keyif; bir yığın kurdu tavşan gibi ellerimle oynatmak…​ Gerçi az sonra zil çalacak ve… Olsun, ben de hazırlanıp, yakamı çıkarıp, torba çantama koyup, dayağımı yemeye gidiyorum. En çok dayımın oğlu vuruyor şimdi… Alışkanlık yaptı, bazen az vuruyorlar üzülüyorum bile... Dağılan torbamı, kitaplarımı toplarken, kan revan içindeki yüzümü yıkarken tek bir şey geliyor aklıma, yediğim dayaktan daha çok: Ailem beni neden okula küçük verdi? Beni sevmedikleri aklıma gelen. Ama kendime konduramıyorum o kadarını, hem ben sevilmeyecek çocuk muyum? Baksana öğretmenin dediklerine…Babama diyor bunları, okut onu diyor, o acaip bir şey, çocuk değil de… Babamın bana güzel bir şey demesi vaki değil, ama bunu diyor... ​ Ben bu durumdayken öğretmen bir gün kalkıp bana bir sorumluluk veriyor; okula kütüphane kurulacak, yapar mısın diyor. Yapmam mı, benden iyi işgüzar mı olur? Ve kütüphane başkanı ilan ediliyorum...​ Kitap yok, olanlar da orda burda perişan. Bir anımsadığım Arı Maya, bir arının insan gibi maceralarını anlatan o güzel kitap… Bir de Dede Korkut Hikâyeleri… Deli Dumrul... Buluyorum birkaç kitap daha, tozlu yırtık. Temizleyip kaplıyorum, ama üç kitapla kütüphane mi olur, Ankara’da yengemin bile yüzlerce kitabı vardı. Ama kitap nerde? Hele roman öykü gibi… Ders kitapları, dini kitaplar dışında kitap yok kimsede... Olsa da okuyana iyi gözle bakılmıyor. Bir yol buluyorum. Pazara gidiyorum, simit satıyorum, haftalarca. Kazandığımla orada satılan o kötü baskılı, halk hikayelerini kitap diye alıp geliyorum, Hayber Kalesi Cengi, Kerbala falan filan... O kadar işte… Ağabeylerimin ender okudukları kitapları yürütüp okula götürüyorum... Sonra da evden, amcamdan iki küçük dolap buluyorum. Kapaklarını atıyorum, atıp kitaplık yapıyorum, okula taşıyorum... Dünyanın yolu, ama taşıyorum. Sonunda kitaplığımı kuruyorum... Ama ne kitaplık; şehrin meydanındaki heykel bile gösterişsiz kalır yanında, bana öyle geliyor. ​ Öğretmen de alnımdan öpüyor. Hatta beni, sınıfta kimsenin anlamadığı uzun bir konuşmayla övüyor. Her sözcüğünü kızılcık şurubuymuş gibi aşkla yudumladığımızı göstermek için yarışarak dinlediğimiz bir nutuk çekiyor bize. İstersen dinleme, masanın altına eğilen birini yakalayıp iki kulağından kaldırıp yere çarpınca pür dikkat kesiliyoruz. Hiç bir şey anlamıyoruz ama arkadaşlarım nasıl oluyorsa gene benim övüldüğümü anlıyor. Bedeli bana çıkarıyorlar, hep senin yüzünden deyip... O akşam da bu yüzden dayağımı afiyetle yiyorum… Ama ilk kez kinleniyorum. Büyüyünce, yani onlar kadar büyüyünce intikamımı alacağım, diyorum. Onların daha da büyüyeceklerini düşünemiyorum demek ki. Öte yandan öğretmeni de bana bu onuru verdi diye öyle seviyorum, öyle seviyorum ki... Hatta babam şaka olsun diye, sana hocanın Zülük’ü alacağım, dediğinde sırıtıyorum ama çok da istiyorum aslında… Zülük, öğretmenimin benden altı yaş büyük kızı, ama alacağım vallahi... Ondan sonra biraz da onun için çalışıyorum, öğretmenin gözüne girmek için. Zülük... Düşünmesi bile güzel... Benim sınıf arkadaşım. Bembeyaz bir teni var, benimki gibi kömür isi sürülmüş gibi kara değil, uzun örgülü saçları, kocaman kocaman gözleri var. En önemlisi önlüğünü deler gibi geren memeleri var, anneminki gibi. Bir hoşuma gidiyor ki…​ Annemse bana dayımın kızı Hatçe’yi almak istiyor. Yani o kerkenezin kardeşini... Ölürüm de bir metre yakınına gitmem onun, deli miyim? Hatçe yaşıtım, annemle dayım bizi beşik kertmesi yapmışlar. O nedenle ben Zülük'ten biraz fazla söz edince annem telaşlanıyor; “0ğlum sakın ha, o kız akılsız biraz, olmasa senlen birlikte okur muydu onca yaşıyla…” İyi de Hatçe’nin ön dişi yok anne," diyorum; memeleri yok diyemiyorum. Annem de senin de yok diyor, çıkar merak etme… Benim de memelerim çıkar mı, büyük arkadaşlarıma bakıp çok zaman beklediğimi anımsarım…Güya akıllıyım, ama çocuk işte sonuçta… dünya başka akıl başka… ​ İşte öyle, artık her gün kütüphanemle ilgileniyorum. Kütüphane de müdür odasının yanında, koridorda...​ Bir gün kütüphaneye gidiyorum, bir gariplik var. Benim birkaç kitabım eksik, ara tara yok...Çocuklar aldı diyorum... Bana sormadan, adlarını yazdırmadan nasıl alırlar, diye kızıyorum, ama bulamıyorum. Ben öyle aranırken öğretmenim oradan geçiyor, ne oldu, diye soruyor bana. Sığınacak benden tarafa birini gördüm ya, ağlamaklı: "Kitaplarımı çaldılar," diyorum. Hem sonra o müdür de, nasılsa bulacaktır, o güven de var... "Hangilerini," diyor. Biri Arı Maya idi, anımsıyorum; öteki de Kerbela Cengi... “Ben verdim onları” diyor. ​ Aaa! Vursa beni, kanım akmaz... Öyle öfkeliyim.Müdüre vurmak bile geçiyor içimden, şimdi Zülük’ü verse de almam. Ama dev gibi adam, ben paçalarında bir böcek... Tutamıyorum kendimi, nasıl ağlıyorum, nasıl ağlıyorum... Hıçkıra hıçkıra... O arada söyleniyorum: “Sen benim kitaplarımı nasıl verirsin?” “Ben müdürüm oğlum, istersem okulu da veririm,” diyor bana. “Ama ben onları almak için simit sattım, veremezsin… Hem de babamdan gizli, duysa öldürür beni...”​ Sonra fırlayıp gidiyorum... ​ Okulun ardı bir orman, aşağıdan akan dereyi, asfaltı gören bir tepe... Gidip orada akşama kadar yatıyorum, kâh düşünüyorum, kâh düşündüğümden içlenip ağlıyorum... Sonra bir karatavuk konuyor yanıma, toprakta solucan arayan, ona dalıyorum, bir zaman sonra gene kendi dünyama…​ Bir ara beni arayan arkadaşların seslerini duyuyorum, saklanıyorum... Sonra devam... ​ Durmadan, deli bir ata binmiş, eğersiz, dizginsiz çılgın bir ata tutunmuş, ordan oraya koşuyor gibiyim. Güya düşünüyorum. En çok düşündüğüm; yaşadığım her şeyi, en çok da haksızlıkları bir yere bağlıyorum; küçük olmama… Beni niçin böyle küçük verdiler okula, niçin gurbete gönderdiler, sorup sorup duruyorum. Bulamıyorum, beni sevmiyorlar diyorum, en çok… Ordan oraya atlıyorum. Sonra sonra biçimleniyor, ihtimal veremiyorum ama galiba, diyorum. Buluyorum, gerçekten buluyorum sonunda. Parça parça kimi konuşmalar geliyor aklıma, ekliyorum, yapıştırıyorum… ​Hiç insanın en büyük özlemi iki iri göğüs ve kahverengi, üzüm tanesi gibi uçları olur mu? Amma yaptın, konu bensem olur dedim ya... Bugün biliyorum aslında bu bütün çocukların ilk travması​. Anımsıyorum; bildiğim, yapışmışım annemin memesine, yeni doğan kardeşimle beraber emiyorum. Gören işgüzar kadınların, kocaman adam dediğini, o kadınları ve kendilerini hiç ilgilendirmeyen konulara burunlarını sokma huylarını bile net anımsadığıma ve kızdığıma bakarsan, memeye göre büyükmüşüm. Annem bazen beni kırmaya da korkan bir sesle: "Oğlum herkesin içinde öyle meme meme diye koşma peşimden, utanıyorum," derdi. Hissederdim utancını nasıl oluyorsa. "Ne diyeyim ki anne?" Sonra kendim bulmuştum yanıtı, o kış kiraz derdim biri varsa... Zemheri de kiraz! Bana kalsa daha on yıl sürdürürdüm o sefayı ya… Kardeşim de herhalde açlıktan ölürdü. Annemi emilmekten kurtarmak için önce gurbete, ardından okula yolladılar beni. Tamam, durumu azıcık suistimal etmişim, annemin göğsüne uzak bir yaştaymışım, iyi de gurbete ve okula yakın mı? ​ O gece ben eve gidemiyorum, tabi kıyamet de kopuyor... Uyandığımda gün doğuyor.​ Nasıl acıkmışım. Böğürtlen, yabangülü topluyorum, kocakarı armutları… Karnımı doyuruyorum… Okul zamanını bekliyorum. Toplanmalarını, andımızı söylemelerini izliyorum, ne garip aralarında yokum diye bir özlüyorum onları… Ta o mesafeden dayımın oğlunu bile tanıyorum. Ona bile içim ısınıyor, kalkıp yanlarına gitmeyi düşünüyorum. Ama ne oluyorsa öğretmenin biri gelip çocuklardan bir kaçının ellerine vuruyor sopayla, bir şeyler diyor, herhalde tırnakları ya da mendilleri kirli… ​ Gider miyim artık, onlar içeri girince eve gidiyorum. Anneme olduğu gibi anlatıyorum olanı biteni, annem ben anlattıkça dizlerini dövüyor… İnsanın annesi olması ne güzel, ona her şeyi anlatabilirsin, her durumda senden yana… Sevincinden beni azarlayamadı bile. Sabaha kadar uyumamışlar; ev ev, dam dam bütün mahalleyi dolaşmışlar. Odada jandarmaya gitmek için hazırlanan babam korktuğumdu, annem beni suya gönderip ona anlatmayı üstlendi. O gece okulun yakınında evleri olan dedemlerde kaldığımı söylemiş. Allahtan hayli uzak olduklarından dedemlere inmemişler, sabaha bırakmışlar. Belli ki bulunmama babam da sevinmişti, "bir daha habersiz yapma," deyip bırakmıştı yakamı. ​ O günden sonra okula gitmedim, babamdan korktum ama gitmedim. Sonunda babam benimle konuşunca mecburen gittim tabi, ama şikâyet ettim müdürü babama...​ O anı hiç unutmam... Okula gitmediğimi öğrenen babam tabi ki çok kızmıştı, döveceği kesindi. Beklediğim bir şeydi, kafamda kurup kurup duruyordum, kararlıydım dik duracak, bir de okula beni niye küçük gönderdiklerini soracaktım. Ama öyle olmadı, daha o bana vurmadan ağlamaya başlamıştım çoktan. Başım eğik, ağlayarak bekliyordum, gene burnum akıyordu, ama tokat inmedi. Nasılsa dayak yiyeceksin, o zaman konuş da ye bari, diye düşündüm herhalde. ​ Bütün cesaretimi toplayıp haklılığıma çok inanmış bir sesle de: “Vurursan vur, o benim simit satarak aldığım kitapları millete veriyor, hem de bana sormadan... Hem beni…” Dövüyorlar diyecektim, niye beni küçük gönderdiniz diye soracaktım, ama soramadım, fazla gelecek diye düşündüm herhalde. Babam kalakalmıştı... Böyle etkileneceğini düşünmemiştim. Benim çalışmama hep karşı çıkardı, paraya alışan okumaz o zaman derdi, belki ondan... Ama bilmiyorum, vazgeçti dövmekten... Tamam dedi, öyleyse ben konuşurum onunla... ​ Sonra da ömrümde ilk kez, babamla tereyağlı yumurta kırması yeme onuruna eriştim... Durmadan burnum akıyordu, utanıyordum ama büyük gururdu. Yemeği bitirene kadar dayandım... İçimi kemiren o soru da kaldı tabi. Babama ilk kez başkaldırmıştım, ilk kez de bu başkaldırıdan dayaksız çıkmıştım. O hoşluğu bozmamak için belki, belki alacağım cevap beni daha çok üzecek korkusu… Bilmiyorum, ardını getirip de beni niye küçük gönderdiniz diye soramadım. ​ Sonra babam konuştu öğretmenle. Ne konuştu bilmiyorum ama okula döndüm. Öğretmenim beni odasına aldı; önce korktum, kızacak hatta dövecek diye… Ama öyle olmadı. “Ben bu okulun müdürüyüm,” dedi. Ardı ne gelecek bilmediğimden onaylayarak kafamı salladım. “İyi” dedi, “bundan böyle sen de kitaplığın müdürüsün. Senden izinsiz kimse oradan kitap alamaz…“ Sevindim, ama o kadar da şaşırmıştım, ne bekliyordum, ne olmuştu.Yine de: “Sen de mi?” dedim, güldü. Kızmadığını anladığım bir yüksek sesle: “Çık dışarı, “dedi. “Çık, tamam ben de…” ​ Dışarı çıktığımda kanatsız bir kuştum. Bildiğim en büyük güçlere başkaldırmıştım ve korktuğum herkes beni dinlemişti. Bir de şu arkadaşlarımı dövebilsem... Ama sınıfa gidip bunu denemeyi gözüm kesmedi... ​ Okula boş verdim, Çantamı bile almadan, güle oynaya evin yolunu tuttum. Yapacak bir işim daha vardı, bu havayı yitirmeden evde yapmam gereken... Yolda bulduğum küçük bir sopayla patikanın kıyısındaki otların, çiçeklerin uçlarını budaya budaya gidiyordum. Hiç abartmasız kendimi Zaloğlu Rüstem gibi hissediyordum, öyle… ​ Çeşmenin önündeki yalakta lastiklerini yıkayan dayımın oğlunu gördüm, o da okuldan kaçmış olmalıydı. Beni görmüş, o alıcı kuş haline geçmişti. Birden cesaretim uçtu gitti, dar patikadan başka yol olsa sapıp gidecektim. Belki bu kez sataşmazdı, ama böyle beni yalnız bulmuş, bırakır mıydı? Yüzünde pis bir gülümseme hırlayarak doğruldu. Bana doğru adım atmadan, bağırdım. ​ “Sakın, kafanı patlatırım senin.” Halime şaşıyordum ama sopayı başımın üstüne kaldırmış vurmaya kararlı üstüne üstüne gidiyordum. Annem derdi, kediyi duvara sıkıştırma... Galiba ben o noktadaydım, duvara dayanmıştım, ya duvarı yıkacak ya da sonsuza değin ezik kalacaktım. ​ Önce duraladı, sonra ne yapacağını şaşırdı, geri geri çekilirken yalağa düştü. Onun düştüğünü görünce bana cesaretten öte öfke geldi, üstüne yürüdüm. Beni bekleyecek değildi ya, her yanından sular sızarak panikle fırladı, çeşmenin ardındaki yamaçtan aşağı kaçmaya başladı. Allah kalbimi biliyor dursa vuracaktım. ​ Biraz baktım ardından, geri gelir diye hala korkuyordum. Sonra ne olduysa birden bir gülme aldı beni. Onlar da çocuktu sonuçta ve aynen benim gibi korkuyorlardı, ciddi bir tehdit gördüklerinde…Birkaç adım gittikten sonra sopayı attım, ıslık çala çala eve giden yola tırmanmaya başladım. ​ Annemle babam evde mısır ovalıyordu, beni görünce şaşırdılar. Kız kardeşim de yanlarında oturmuş oynuyordu. Sormadan, "Müdür beni kütüphanenin müdürü, yaptı,” dedim gururla. Sonra da ben… “ Orda duraladım azıcık, yalana başvurdum gene. “Sonra da beni eve gönderdi,” dedim. Bir zaman sorup sormamakta kararsız bekledim. Boş ver diyordu içim, bugünlük bu kadar yeter… Ama gurbette yaşadıklarım, hissettiklerim, okulda yediğim dayaklar aklıma geldikçe ağlayacak gibi oluyordum. Yok, bugün bütün sorularımı bitirecektim. Yeterince küçük kalmıştım. ​ Önce babama soracaktım, ama cesaretim yetmedi. Bana yemek hazırlayan anneme döndüm, çok yürekli, çok kahraman, tıpkı Kerbela'daki Hüseyin gibi ölümüne cesur sordum... “Sen beni niye gurbete yolladın anne, dört yaşında hem de, Ankara’ya hem de...” Annemin yüzü karardı, çok kızmazdı bana, ama bu kez kızmış gibiydi. Onu öyle görünce cesaretim, direncim tükendi. Nasıl ağlıyorum, burnum da akıyor, ama geri dönmeye de niyetim yok... “Beni bir damlayken gurbete yolladınız, bir damlayken okula…” Sonra babama döndüm; “Sen beni neden bir damla çocuk okula verdin? Onların her biri at kadar, beni her gün dövüyorlar, haberin var mı, öleyim diye mi? Beni sevmiyorsunuz diye mi?” Kimsede çıt yok, öyle şaşkın, üzgün, darmadağınık bakıyorlar... Babam karar veremiyor, kızsın mı üzülsün mü? Annem çözülmüş, gözleri yaşlı beni sevmeye uğraşıyor. İtiyorum onu… Ama ses yok, yanıt yok... ​ "Ben biliyorum, " diyorum... Sesim boğuluyor... Ağlamam artıyor... “Niye beni gurbete yolladın, okula yolladın biliyorum… Memeden kesmek için değil mi anne?” diyorum... Ama utanıyorum da biraz, annemin memelerinden söz ederken...“Kardeşin vardı, ama" diyor annem, “o bebekti…” Yerde bana gülümseyerek bakan kardeşime saklayamadığım bir düşmanlıkla bakıyorum. “Olsun, iki me...kirazın yok muydu senin? İki de çocuğun… Allah bilerek vermiş işte…” diyorum, hıçkırarak… Bana sarılıyor... Babam gülüyor, ama gözleri ıslak sanki, başımı okşuyor… Kapının önündeki kiraz ağacı safi çiçek, kıyamet çiçek. Arıların vızıltısını duyuyorum... Çok gitmez kirazlar olacak. Gülümsüyorum. * 2017 Yalova

  • Öyle Bir Sevda

    Yıkanmış toprağın yağmurdan sonraki baş döndüren kokusu esiyor içinde. ​ Islanan içim yıldızlı lacivert geceler açıyor. Durmadan, sonsuz geceler… ​ Öyle duyumsuyor. Ekin’in dudakları yaklaşırken… Sıcak nefesi göğüs uçlarındaki ayva tüylerini savuruyor, şimdi ağzı uçlarının üstünde… Göğüsleri şimşek hızıyla kabaran portakallar şimdi, erişmeye, yükselmeye uğraşan… ​ Ekin'in dolgun dudaklarının her dokunuşuyla artan, kabaran o kokuyu; portakal kokusunu duyumsuyor. Çiçek açmaya deli olan, ışığa el sallayan portakallar... Cemre, bedenimden bir parçam sevişirken, enginleri özleyen yüreğim, bir pirinç tanesine titremeden yazı yazan elim… öyle benden. Dolaşırken minik eli her yerimde, her yerimde depremler oluyor, faylar kırılıyor, dağlar yükseliyor, yarlar oluşuyor… Kıyamet gibi çiçek kesiyor her yanım… Gövdem çiçeklenir; Ha değdi, ha değecek ışığınla… ​ Sevdim, korkarak. Nerden gelir aklıma, şimdi bile, bırakıp gider mi beni? Biliyorum güçlü kanatlarıyla uzak ülkelere uçup gidecek Ekinim, beni öyle yalnız koyup gidecek. ​ Sevmek yalnızlığını ayırt etmek demektir. ​ Ben onu sevdim... Sevmek var ya Cemre, ölümüne düğüne gider gibi yürüyecek yüreği kazanmaktır... artık biliyorum; gerçek aşklar bitmeyendir. Aşk hiç gitmez. Toprak ve tohumun o sonsuz birleşme kavgası... ve tam burası kavşak... ve can suyu, içime akan… Duyulur mu, binlerce bebek olacak damlanın içime aktığı, duyuyorum… Binlerce çocuk rahim duvarlarıma koca patilerini vurarak koşuyor… Ağlamak geçiyor içimden; hiçbiri yaşayamayacak…hiçbiri güneşin doğumunu görmeyecek. ​ Onu orda yaşamak isterdim, bir Akdeniz mavisine sırtımı verip, buğulanan üzüm salkımlarının altında yıldız yıldız bir geceyi yatağım yapıp onun olmak isterdim. Bir Akdeniz mavisinde portakal çiçeğine, bir de yıldızlara dokunmak… Olmak... Baş döndüren bir titremede, eşsiz bir büyüde gerçekle düş arasında bir çizgide olmak, ardı ardına orgazm olmak, tanrım ne çok eskide kaldı, ne çok unutmuşum… İşte bu, bir kelebeği tutmak gibiydi... elinizin altında eriyen kanatların müthiş hazzıyla ürpermek... başlarken bittiğini bilmek... en derin kırılmalar çağı o an... kavuşmak yok etmek olur mu? Aklın hassas kefesi, duyguların ağırlığını tartmıyor… Sevdiğinin, bir gün önceden kalma; bedeninin, kuytu köşelerine sakladığı sahici kokusu toprağın kokusuna karışıyor… zaman inanılmaz bir dansta... sallanıyor... bir şimşek hızıyla geçiyor an... ​ Sen gelmeden bir şey eksikti. Bilmiyordum, ama eksikti. Şimdi tamamım. Sağ ol. Durma, lütfen, hadi git gel… Sıcacıksın, bir kadife eldiven gibi sararak ısıtıyorsun, anamın bıraktığı yerdeyim. Hep böyle kalsam, hiç çıkmadan… Salıncak kurmuş sevdalar, boşluğunda evrenin… Bir o yana, bir bu yana… ​ Şimdi ölme zamanı, belki öyle durur zaman, bir heykel gibi yüz yıllar sonrasına kalır an...hani ağladığın an...niye ağlar o an insan? Çıplak bedeni tüm ağırlığıyla üstünde, nefesin kesilmiyor, dahası hiç duymuyorsun. Kasıklarının üstünde ritimle gidip gelirken gözyaşlarının perde gibi örttüğü kirpiklerinin arasından gökyüzünü dolduran milyarlarca yıldızın içinden onu seçiyor; oğlak burcunun en ucundaki solgun yıldızı tanıyorsun. Gülümsüyor yıldız... ve kayıyor. Artık burcunu arayanlar eksik bir takım yıldıza anlatacaklar öykülerini. O solgun yıldız kayıyor... ​ Böyle zamanlarda "Bir dilek tut!" derdi, annesi. Çok istediği bir şey olmalıydı dileği… Hem de hayatta her şeyden çok olmasını istediği. Bir dağın doruğunu isterim, diyordu. Bütün dağlardan daha yüce bir dağın doruğunu istiyorum, şimdi de. Güneşin altında yanan bir dağ... Herkesin gördüğü ama hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar uzakta... senin olmak Ekin'im... ve senin benim olman. ​ Bergama, altın çağın büyük ülkesi… Seçilmiş tepe… Dağ bir akşam güneşiyle yıkanırken, izin vermeyen bekçinin azizliğiyle yamacı yalın ayak tırmanmışlardı. Güneş Akropolis’in üstünden Ege’ye gömülüyordu. Işık yarı çıplak bedenlerini altın tozlarına buluyordu. Tam dorukta sevişmişti Ekin'iyle. Kavuşmuştu. Bergama doruklarında; Yağız atları kanatlanır mı sevdanın? Dilek ağacında asılı Kartal kanadı, kara çaputtan, Umutların… ​ Ne kadar zamandır tutsaktık, unuttuk. Çok zamandır, bir karşı koyuşun hazırlığıydı yaşamımız. Bu oydu Cemre, biz, evrene baş kaldırdık. Bu dağ onun anıtı. Başlangıcın… ​ O çok sevip, bir türlü inandıramadığı, daha ilk tanıdığı günlerde: “başıma gelen en güzel şeysin” dediği, kıyıp kimselerle paylaşamadığı, ama paylaşmak zorunda kaldığı; soluk aldığı her anını birlikte geçirmek istediği, oysa oysa korkuları ve küçük hesapları ve… ve işte her nedense doyacak kadar yakın olamadığı sevdalısından; Ekin’inden bir parça, şimdi o kara çaput, en özellerini, terini, spermlerini, kokusunu taşıyan… O günden geriye kalan bir tılsımlı muska gibi özenle saklanan giysi... o her şey. Olmayan ama aslında istenen bebek, o giysi… ​ İnanmadım başlarken. Sevi kandırmanın sihirli anahtarıydı. Kimse o kadar sevmeye değmez geliyordu oysa. Kimse o kadar soylu değildi. Önemli bir sorumluluktu doğum; kadının yeryüzüne gelişiyle üzerine yüklenen. Kollayıp, gözeteceği; kimselerin sevemeyeceği kadar tutkuyla seveceği canıydı. Öyle kolay da değildi, evlat sahibi olmak; tek başına olmayacağı ve doğru insanla denk gelmeyeceği gerçeği gibi. Ekin, doğru insandı. O’na dokunmuş, onu içine almış, kendini ona katmıştı, bir kez… sürekli kendini ispat için dövüşüp, yaralansa da böyle hissediyordu. Kaybetmemek uğruna olağanüstü gayret gösterişi, onurunu hep geri plana atışı; O’nun, tanrının kendisine gönderdiği büyük bir armağan olduğuna olan mistik inancı Ekin’i değiştiriyor, gerçeğinden alıp olağanüstüleştiriyor, bundan da büyük bir haz alıyordu. ​ Artık kararlıydı. Ondan bir bebeği olmalıydı. Kanıyla canıyla büyüteceği bebeği… Bu bebek olmalıydı. Bir ömrün bu kadarcık bir ödülü olmaz mıydı? Tanrı; sıkıntı, üzüntü ve zulüm dolu koca bir ömrü kurtulamayacağı bir hapishaneye çevirebiliyordu ama istediğinden bebeğini edinmesini bir lüks görüyordu. ​ Efsaneyi yaşatacak bir nişan olmalı… “ikimizin bir parçası, bu mükemmel ten ve ruh uyumunu üzerinde taşıyacak, Ekin ile Cemre’nin yaşadıklarına kanıt; bir kalıt…” diye düşündü. Bunu diledi, kayan yıldızın ardından… Nesi var, nesi yoksa bölüştüğü, sevdalısıyla bunu da pay edecekti. Hissettiklerini, düşüncelerini tarafsız ve katkısız saf haliyle; içinde büyüttüğü çocuğa aktaracak, O’na armağan edecekti. ​ Buna karar verdiğinde, zorlu bir yolculuğa çıktığının farkındaydı. Bu bildik anlamıyla bir bebek olmayacaktı, zor bir doğum, zor doğan bir çocuk olacaktı kuşkusuz. Kendisi de, bütün can damarlarını göğsünde toplayıp, biricik bebeğine akıtarak emziren anne olacak, onda kaybolup, eriyecek, yok olacaktı. Belki de ölecekti. Belki de hiç ölmeyecekti. Düşüncesi bile içini bir hoş ediyordu. Dilekleri kabul görür müydü, Tanrı tarafından? “Aşk, körün taşı gibidir, hiçbir yere ulaşmaz” diyordu bir söz. Öyle mi olacaktı? Hayır, öyle değildi, onlarınki öyle değildi, tüm ölümleriyle, tüm bitişleriyle, tüm sınırları ve duvarlarıyla kökten ihanet olan yaşamın içinde bir tek o yaşayacaktı. Bu kez kararlıydı, onu öyle içine alacak, sıkıca kavrayacak, en seçilmiş tanelerini emecek ve ulaşacaktı. ​Çünkü AŞK ölümsüzdü. *

bottom of page