top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • KİRACI

    "Bahçesi çok büyük, çocuklar için ideal, herhalde verecekler evi bize, umutluyum" dedi eşim telefonda. "Bir evvelki kiracı çok gürültü yapıp komşuları çok taciz etmiş, bu sefer aile olsun da ne olursa olsun diyorlarmış." "Kirası çok mu?" ilk sorduğum soruydu. Bahçesi filan iyiydi de, kirası da çok önemliydi tabii. Her zamanki gibi işin aslına el attım, evin tescilli kötümseri olarak. "Bir önceki kiracı evi biraz hırpalamış, boyamışlar filan ama, çok da iyi değil aslında, onun için apartman kirasına kapabiliriz herhalde" dedi eşim... Sesi umutluydu, çocuklar için çok istediği bahçeyi bulmuştu, ama sorunlar vardı daha çözülecek, umut etmek istemeden bekledim. "Kiraladım, sizi almaya geliyorum, yarın oradayım" diye bir telefon geldi, ertesi günü. işte Metallicanın meşhur olmaya başladığı zaman boşalttığı eve kiracı olarak girmemiz böyle oldu. Metallica'nın tek sşarkısını bile duymamış bizler için hiçbir şey ifade etmeyen bu durum, etrafımızdakilerden değişik tepkiler almamıza neden oluyordu. Komşular "gürültü patırtı" yapan bu guruptan kurtuldukları için cok memnundular. "sabahlara kadar parti, içki, kim bilir başka neler, bıkmıştık", "garajda müzik yapıyorlardı, canımızı burnumuza getirmişlerdi" gibi şikayetler çoğunluktaydı. Araba garajını yirmi santim kalınlıkta yumurta kartonlarıyla kaplamışlar üstünü de sentetik halı parçalarıyla örtmüşlerdi. ev sahibi bu tuhaf oluşumu değiştirmemiş, garajın duvarlarını temizlememişti. Bizim gibi insanlar için Metalica'nın ne olduğunu anlamadan bu durumu anlamak biraz zordu, sadece biz değildik bu durumda olan, bizim gibi yaşayacağı ülkenin pop kültürünü almadan gelen arkadaşlarımız da bizim evin garajına bakıp, "bunu ne diye böyle yapmışlar" diye şaşırdıklarında bizden duydukları şey "Metallica diye bir gurup burada calışmış" oluyordu. Sonra hemen herkes aynı şeyi soruyordu. "kim onlar?" Daha Google filan yok ki ne olduklarını bulayım, "işte bir heavy metal grupmuş, şimdi meşhur olmuşlar buradan gitmişler" deyip geçiyordum. Hemen herkes bizim gibi bu yeni bilgiyi hazmetmeye çalışırken, "yaaa, heavy metal haaa" diye başını sallayıp duvarların tuhaf şekline bakmaya, karton kutuların altını üstünü kurcalamaya devam ediyorlardı. İş bununla da kalmadı, evin popülaritesinin nerelere uzandığını ve ev sahibinin neden evi o kadar isteyen olmasına rağmen bize verdiğini gece yarısı çalınan kapı zilleriyle anladık. Hemen her seferinde genç kadınlar oluyordu kapıyı çalan, genelde de kafaları bayağı iyi oluyordu bunların. Her seferinde guruptan birisini soruyorlar, orada olup olmadığına bakmak için kafalarını da eve sokmak istiyorlardı, evi ucuza kaptığımızı düşündüğümüz için sesimizi çıkarmıyorduk, ev sahibine şikayet etmiyorduk, hem bizim hem ev sahibinin istediği olmuştu, bu olay böyle birkaç sene sürdü. Bir gün işten arkadaşım "evinizi gördüm dün mtv de" dedi, şaşırdım, mtv'yle bizim ne işimiz olur? Hiç istifimi bozmadım, "yaaa öyle mi, niyeymiş?" diye sordum, çok da meraklı görünmek istemeden. "Metallica hakkında bir programdaydı, Lars evi gösteriyordu, "burada yaşadık, burada meşhur olduk diyordu" Çok meşhur bir eviniz varmış da söylemiyorsun, gelip bir havasını koklayayım bari" dedi, gülüştük. "Nasıl oldu da orayı kiralayabildiniz, eminim çok isteyeni vardi" dedi iş arkadaşım. Bilmiş bilmiş başımı salladım "you don't even want to know" dedim. "you don't even want to know"* * Bilmek bile istemezsin

  • NEVİN NAZİK

    Çobanbey Mahallesi’nde bir apartmanın zemin katında kiracı olarak oturuyordu Cemal Taylan. Kendini bildi bileli, güneşi üstüne doğurmamıştı. Şehir yerde günün üstünüze doğması zaten mümkün değildir. Bitişik nizam yapılan apartmanlar kuşluk vaktine kadar geçit vermez güne. Sabah sabah başkalarına garip gelen kahvaltısını yaptı: Sofra olarak kullandığı ekmek tahtasının üstünde kestiği iki domates, iki üç yeşilbiber, bir somun ekmek, bir bardak çay… Terzi Orhan’ın diktiği çizgili kruvaze takım elbisesinin içine beyaz bir gömlek giymiş, yana çizgili kravatıyla da farklı olmuştu yine. Arkadaşları görse neler derlerdi kim bilir? Şunu bunu demelerine aldırmazdı Cemal Taylan. Kirli saç, kirli kot, ona göre değildi. Ayakkabı ile içeriye girmek, gömleği, pantolonu ortak giymek hep aykırı gelirdi ona. Setbaşı Köprüsü’nün korkuluklarına dayanarak derinden akan dereye dalıp gitmişti. Setbaşı Deresi de ülkenin sosyal yapısı gibi kirlenmeye yüz tutmuştu. Yer yer kirlilik adacıkları oluşmuştu. Dere yatağı Bursa Ovası’na doğru yeşil bir vadi, yeşil bir deniz gibi uzanıp gidiyordu. Ayrık otları, labadalar, kanyaşları, hardallar, yaban semizleri; atkestaneleri, karaağaçlar, söğütler, çınarlar… Setbaşı Vadisi’nin zenginlikleriydi. O kadar dalmıştı ki, hayli zaman önce gelip onu izleyen Nevin Nazik’i fark etmemişti. O dereyi, Nevin Nazik de onu izlemişti. Üstüne düşen bir gölgeyle kendine geldi. Saat: 11 00. Gözlerini derenin derinliklerinden alarak, gölgenin geldiği yöne çevirince Nevin Nazik’le göz göze geldi: “A a a dalmışım, kusura bakma!” “Evet, dalmışsın, derenin derinliklerine!” “…” “Beni mi, Mavi Şeytan’ı mı düşünüyordun?” “Yapma ne olur, gün bugün güzel başladı diye gönenirken, kara bir bulut gibi çökme üstüme!” “Hadi, hadi, on beş gündür, Mavi Şeytan’ın yanında isyan günlerimizin güzelliğinden koparak, bir hoş oldun, fark etmedim mi sanırsın?” “Nevin Nazik, incitiyorsun beni!” “Kulağıma eğilip de söylediğin Livaneli türkülerinin isyan ateşini ne de çabuk unutmuşsun!” “Ne olur böyle söyleme!” “Ya şimdi Cemal Taylan, o türkülerin ruhu ve sen bir araya gelebiliyor musun?” “…” Setbaşı Köprüsü’nden Tophane’deki çay bahçesine vardılar. En köşedeki her zaman oturdukları masa boştu, varıp oturdular. Bursa Şehri ayaklarının altındaydı: Altıparmak, Kültürpark, Hürriyet, Hürriyetli Göçmen Kızı Nezihat’ın evi, Uludağ’ın yaban domuzlarının korkulu rüyası, Hasan Hıdır’ın cirit attığı Fomara sokakları… İlk çaylarını tek kelime etmeden içtiler. Nevin Nazik çantasından “sipahi” sigarasını çıkardı. “Ben verdiğim sözü tutamadım Cemal Taylan, bir haftadır gizli gizli içiyorum. İçmezdim, içmemeye ant içmiştim; ama o Mavi Şeytan’a sebep içiyorum. Mavi Şeytan ve sen ikişer kere Mavi Şeytan oluyorsunuz gözümde. İki Mavi Şeytan’ a bununla karşı durmaya çalışıyorum.” “Ne olur yapma, anladığın gibi değil, o benim sadece bir arkadaşım!” “Öyle mi, gözlerin öyle demiyor ama hadi sıkıysa gözlerimin içine bak, ne göreceksin?” “…” Bakamazsın kuzum, bakamazsın! 1978 Eylülü bir araya getirmişti bizi. Bilmeliydim, eylül, ayrılık mevsiminin en belalı ayıdır. Eylül, ayrılık getirir, bilmemişim, kahretsin!” Dörtyollu Nevin Nazik, yaşça büyüktü Cemal Taylan’dan. Görünüşü, yaşından daha da büyük gösteriyordu. Çok çile çekmiş, çok ezilmiş Anadolu kadının duruşu vardı. O, işte onu sevmiş; sevmemiş de yakın bulmuş, arkadaş bulmuş. Yalnız şehir günlerinde yanında yoldaş bilmiştir belki de kim bilir? “Mavi Şeytan’a diyeceğin bir şey yok, peki Anamurluya ne diyeceksin?” “Kuzum bugün sen solundan mı kalktın?” “Ne gördün soldan? Senin de toplum çoğunluğundan hiçbir farkın yok! Sol elle yemek yenmez, sola yüzük takılmaz, iyililik melekleri sağda, kötülük melekleri solda! Ne demek solundan kalkmak?” “…” “Sol elinizi kessinler bakalım, bilmem nerenizi kime yıkatacaksınız, Sol el orayı yıkamaya yararmış! Ne saçma sapan bir şeyler bunlar! Senin gibi aydın geçinenler de buna çanak tutunca dayanamıyorum işte böyle!” “Öyle demezler mi Nevin Nazik?” “Geç bunları, saf ayaklarına yatma!” “Oturduğumuz saatten beri güzel olan bir şey söylemedin. Karabasanların Bursa Ovası’nı kapladı. “Söylemem tabi, Mavi bir Şeytan elimden alır seni, sessiz mi kalayım?” “…” “Ya Anamurlu ne oluyor? “…” “Geçen akşam Habibelerde konuşup tartışıyorduk. Cemal Taylan bir tane demez mi?” “…” Uludağ’ın tepesinden boşanıp gelen bulutlar Bursa şehri’nin üstüne çöktü. Gün, hiçbir şeye şahit olmamak için kara bulutların arkasına saklanmış, bayram ediyordu besbelli. Heykel’e doğru giden araçlar, farlarını yakmış, kararan güne ışık olmaya çalışıyor. Belediye otobüsleri duraklardaki heyecanlı, korkulu yolcuları evlerine taşımak için dolup dolup boşalıyordu. Şeytan bir düğün kurmuş, rüzgârla birlikte dönüp duruyor. Önüne çıkan sandalyeleri, masaları yere sererek Hürriyete aşağı silip süpürüyordu. Nevin Nazik, bu korkuyla eline yapıştı Cemal Taylan’ın, sonra: “Ne olur beni bırakma yalvarırım!” “Beni bırakma” diyerek sarıldı kime kimseye aldırmadan. Gözlerini gözlerine dikmiş, ‘beni bırakma’ diyordu. Setbaşı tarafından esen bir başka esinti de saçlarını Cemal Taylan’ın yüzüne doğru savurdu. Suya hasret saçlar bir kırbaç gibi şakladı yüzünde. Kırbaç yalabık oldu kafasında, kırbaç şimşek oldu düşüncesinde. Tam bu sırada Nevin Nazik’in Mavi Şeytan’ı ayın on beşi gibi belirdi karşında. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kestane kızılı saçlar ıldır ıldır yanıyordu. Bir kara elmas, bir altın sarısı oluyordu. Boyu da büyüdükçe büyüyordu gözünde. Bir dünya güzeli değildi ama Karacaoğlan’a yürekten katılırcasına. “Ben güzele güzel demem, / Güzel benim olmayınca,” diyordu bütün içtenliğiyle. Öte tarafta Anamurlu da ne ay yüzlü, ne gök gözlü, sadece bir göz, hepsi o kadar… Nevin Nazik’in Mavi Şeytanı, Cemal Taylan’ın İkrarı, yönü, salâvatı, musahibi, Kâbesi… Nevin Nazik’in Mavi Şeytan’ı Cemal Taylan’ın hayat kaynağı, Toros Türkmenlerinin kutsal katranı, Anadolu erenlerinin Bektaş Veli’si, Biçare Yunus’u, Sivas ellerinin Pir Sultan’ı… Nevin Nazik’in Mavi Şeytan’ı Cemal Taylan’ın yüreği, nefesi, gözü, ışığı, durmadan çağlayıp akan pınarı… Nevin Nazik’le Cemal Taylan kalkmak üzereydi ki... “Karar katidir, yanlış da olsa uygulanacaktır,”diyen bir sesle irkildiler, Mudanyalı Mahir’di bu. “Bizi zaafa uğratacaklara aman yok!” Bandırmalı Coşkun’du. “Bizi çökertmenize izin yok!” Gemlikli Bayram! “Biz eyleme, sen aşka Cemal Taylan, yağma yok yavrum, bedelini ödeyeceksin, diyordu Oflu Osman! “Emir demiri keser gardaşlar, emir demiri keser. Ben de olsam af yok,” diyordu Manisalı Mustafa! O gün bir güzel ısladılar Cemal Taylan’ı. Çizgili takım elbisesi beyaz gömleği, paramparça olmuş, Türkçe bölüm başkanı Sabit Bayıldıran’a özenerek taktığı siyah gözlüğü kırılmış, çizgili kravatı koparılmıştı. İyice dövüp öfkelerini aldıktan sonra da ayaklarından parkın girişine kadar sürükleyip az ötedeki taflan kümesine aşağı yuvarlayıvermişlerdi… Cemal Taylan Kendine geldiğinde, vakit gece yarısına varıyordu…

  • URLA

    Urla İzmir'in şirin bir ilçesi,Ege Bölgesinin en gözde tatil beldelerinden biridir. Antik Çağa uzanan tarihi ile eski adı Klazomenai olarak anılır. 12 Eylül 1922 tarihinde düşman işgalinden kurtarılmıştır. Yöreye özgü lezzetlerinden ıspanak balığı, urla mantısı bazı örneklerdir. Urla'nın katmeri de meşhurdur. . Her sene Enginar Festivali düzenlenir. Kum Denizi Plajının denizi de güzeldir, Ege Bölgesinin ünlü plajlarından biridir. Oraya 2016 yılında Engelliler Haftası kapsamındaki spor etkinliklerine gitmiştim ve çok eğlenceli geçmişti. Balık yemeyi seviyorsanız İskele tarafındaki lokantaları öneririm. Giderseniz siz de görürsünüz, bir çok yerin adı YORGO SEFERİS... SEFERİS 1900 yılında Urla'da doğdu. 1914'te ailesiyle Atina'ya taşındı. Çalışmalarını 1918-1925 arası Paris, Sorbonne'da sürdürdü. 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı. URLA'nın birkaç ünlüsünden söz etmek istiyorum sizlere. Tanju Okan: 27 Ağustos 1938 tarihinde İzmir'in Tire ilçesinde doğdu. Müziğe ilgisi Ailesinden gelmektedir.Babası Müzik Öğretmeni iken Annesi keman çalmıştı. İtalya'da şan eğitimini almıştı. 1961 yılında profesyonel Müzik kariyerine başlamıştı. Sinemayla ilgilenmiş olan Sanatçı 1964 yılında Cübbeli Gelin adlı filmle ilk defa beyaz perdeye adımını atmıştı.1966 yılında İçimdeki Alev adlı filmde başrol almıştı ve aynı sene Cüneyt Arkın ile Fakir Biz Kız Sevdim filminde oynamıştı.23 Mayıs 1996 yılında vefat etmişti ve vasiyeti üzerine Urla'da toprağa verilmişti. URLAM Mehtapla denizin öpüşünce Geceyi süslerler gizlice Meltemler eserler sevinçle Gecenin cennetisin sen Urlam Dağların çiçeklerle örtülü Şalvarını giymişler kızlar gibi Sende doğar büyür sevgiler Ege'nin cennetisin sen Urlam Altın sarısıdır üzümlerin Yeşil gözler gibi zeytinlerin Doğanın tacıdır tütünlerin İzmir'in cennetisin sen Urlam Melek yüzlü gülen insanlar Sevgisiyle sana koşarlar Balıkçılar ağlarını atarlar Denizin cennetisin sen Urlam Yorgo Seferis: Urla'da doğdu. 1914 yılında Ailesiyle Atina'ya göç etti.20.Yüzyıl Yunan Şiirinin en büyük temsilcilerinden biri oldu. Şairliğinin yanında Türkiye dahil bazı ülkelerde diplomatik görevlerde bulundu. 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı. 1971 yılında vefat etti. ATİNALI EURİPİDES Troya'nın yangınlarıyla Sicilya'nın taşocakları arasında kocadı. Deniz mağaralarını ve deniz resimlerini severdi. Tanrıların bizi vahşi hayvanlar gibi yakalamak için ördükleri bir ağa benzetirdi insan damarlarını: bu ağı yırtmaya çalıştı. Huysuz bir adamdı, dostu azdı; günü gelince kendisini köpekler paraladı. YORGO SEFERİS Necati Cumalı:13 Ocak 1921 yılında Yunanistan'ın Batı Makedonya bölgesindeki Florina'da doğdu. Ailesiyle 1923 yılında Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında İzmir'in Urla ilçesine yerleşti. Türk Şiirinde Garip Akımından etkilenerek Orhan Veli,Oktay Rifat,Cahit Sıtkı Tarancı,Nurullah Ataç gibi edebiyatçılarla tanışıp şiire yöneldi. Hikaye,Şiir,Tiyatro ve Roman Dalında ödüller kazanmış olan Necati Cumalı 10 Ocak 2001'de İstanbul'da vefat etti. SERSERİ KURŞUN Ah, bu serseri kurşun Ne rakı içer Ne kumar oynar Gene de bütün kabahat onda. NECATİ CUMALI Tarihe ve Kültüre ilginiz varsa Necati Cumalı Anı Evini gezmekte fayda var. Necati Cumalının doğduğu ve Eşiyle yaşadığı Evi müzeye dönüştürülerek ziyarete açılmıştır. Zeliha ile Cemal'in büyük aşkını anlatmış olan Tütün Zamanı adlı romanıyla Türk Edebiyatına damgasını vurmuştur. Yaşadığı evin zemin katındaki bir odası ilçe kütüphanesi haline getirilmiştir. Gezerken kişisel eşyaları dahil her şeyini görebilirsiniz.

  • 'ISSIZLAŞAN ŞİİR'

    / maviADA Şairleri Bursa Tüyap'ta 'ISSIZLAŞAN ŞİİR' programını gerçekleştirdi. / 3 Mart 2010'da Bursa Tüyap'ta 'ISSIZLAŞAN ŞİİR' programı Bursa'dan ve çevre illerden katılan çok kalabalık bir kitleyle gerçekleştirildi. Programda Fadime Y. Karoğlu, Gülgün Çako, Özgen SEÇKİN... ve diğer şairler şiir sorunsalına ve siyasetin şiire izdüşümüne değinirken, izleyici beklentilerine göre şiir örneklerine de yer verildi.

  • KİMİN EKMEĞİNİ YİYORSAN…

    Türkiye’de maddi karşılığı olmayan mesleklerin başında yazarlık gelir. Sayısı çok az ünlü bazı yazarlar ve gazeteciler dışında hemen her yazarın geçimini sağladığı öğretmenlik, doktorluk gibi başka bir mesleği vardır. Yazarlık bir hevesin sonucudur. Kendini, düşüncelerini ifade etme, topluma bir şey anlatma güdüsünden kaynaklanır. Yazının maddi karşılığını bulmaması, meslekler arasında haksız bir işbölümüdür. Bir birikimin ve emeğin sonucu olan yazının, makalenin, kitabın, maddi bir karşılığı da olmalıdır. Fakat para için yazı yazılması doğru değildir. Para için yazmayı meslek edinenler, piyasanın isteklerine bağımlı hale gelirler. 23 NİSAN’IN YILDÖNÜMÜ’NDE… 23 Ekim 1994 günüydü. 9.5 yıl önce uzun bir hapislik hayatından sonra bir reklam bürosu kurmuş olan bir arkadaşım telefon etti. 23 Nisan 1995’te kutlanacak olan TBMM’nin açılışının 75. yıldönümünde Meclis önünde yapılacak ışıklı, sesli bir kutlama töreninin metin yazarlığını yapmamı önerdi. Bürosuna giderek konu hakkında bilgi aldım. Benim için böyle bir metni yazmak zor değildi. Özellikle 23 Nisan 1920 Meclisinin nasıl açıldığını ve neler yaptığını kolaylıkla anlatabilirdim. Bunun için bana ödeme de yağılacaktı. Fakat konu bundan ibaret değildi. 75 yıllık geçmişi ve bu arada mevcut iktidarın başarılarını da övmeliydim! İktidarda Doğru Yol Partisi vardı. Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller ise başbakandı. Memleketin hali hiç de iyi değildi. Faili Mechul cinayetler alıp başını gitmişti. 1920 Meclisini anlatan bir metin, 1995 yılında geldiğimiz yeri olumlamaktan öte, buna eleştiri içerebilirdi. Geçmişte Devrimci hareketlere katıldığı ve devrimci siyasi bir partide görev almış arkadaşımın Meclis’in açtığı ihaleye girip bu işi almasına hayret etmedim değil. Fakat o artık geçimini bunlarla sağlıyordu! Tereddüt ettim ve “Cevabımı yarın vereyim” dedim. Düşündüm, taşındım, istenilen metni yazmak içimden gelmedi. Eğer siyasi iktidarı okşayacak bir metin hazırlarsam kendi kendimi inkâr etmiş olurdum. Bu bana hiç yakışmazdı. Ertesi gün verdiğim yanıtta “Ben bu işi yapamayacağım” dedim. Bir televizyon, radyo, gazetede veya bir toplantıda her istediğimizi söyleyemeyebiliriz. Fakat yazıp söylediklerimiz düşüncelerimize aykırı olmamalıdır. Aksi halde sakala göre tarak asan, her devrin adamı haline geliriz. 1960’lı yılların üç gazetecisi devrimci kamuoyunda çok ünlüydü. Çetin Altan, İlhan Selçuk ve İlhami Soysal. Akşam Gazetesinde günlük köşe yazarı İlhami Soysal’ın aynı zamanda “Akşam” imzasıyla da birinci sayfada bir yazısı yayımlanıyordu. Bu yazılar, Soysal’ın üslubundan farklı olarak yumuşak ve uzlaşıcı yazılardı. Bunu neden yaptığını sorduğumuzda “Patron öle istiyor!” demişti. Bunlar imzasız olduğu için Soysal’ı bağlamıyordu… AHMET HAKAN’IN İBRET VERİCİ DURUMU 2013 yılı biterken “Yılın Enleri” diye kendime göre bir liste yayımladım. “En beğendiğim” değilse de “En önce okuduğum yazar” Ahmet Hakan’dı. “Merkez medya” denilen Hürriyet gazetesinde yazıyordu. Onu okumadan duramayışımın nedeni düşüncelerini “kâh nalına kâh mıhına” anlayışıyla kaleme almasıydı. Eleştiri ve övgülerinde İktidarla muhalefet arasında denge gözetiyor, hiçbirine eyvallah demediği izlenimini bırakıyordu. Bir de şimdiki Hürriyet yöneticisi olan Ahmet Hakan’a bakın. Ben onu şimdi de okuyorum, fakat bir insanın nasıl değişip dönüştüğünü ibretle seyretmek için. Hemen bütün yazılarında artık sureti haktan bile görünmeye çalışmayarak nasıl da iktidar tarafına yontuyor! Bunun nedeni, çalıştığı gazetenin iktidar yanlısı bir şirket tarafından satın alınmasıdır. Bu gazetede artık eski Ahmet Hakan’ın yeri yoktu. Değilse ekmeğinden olurdu. Her iktidarın sakalına tarak asmak ve bundan geçimini sağlamak tam da budur. Bunu yapan o kadar çok insan var ki! Kimisi gazeteci, kimi televizyoncu, kimi de yıllarca iktidarlara en sert muhalefeti yapmış olan bazı partiler… Sürekli muhalefete kılıç sallamanın bir getirisi olmalıdır. Bu iş bedavaya yapılmaz. Malum, kimin ekmeğini yiyorsan, onun kılıcını sallarsın… (9 Haziran 2020)

  • Tek Parti Döneminde HÜKÜMET ve MECLİS

    * Biraz da Ezber Bozalım-9 * Ezber bozmanın kolay bir iş olmadığını elbette biliyorum. Yıllarca size ailenizden, mahallenizden, devletten ezberletilen ve sizin zihninize nakşedilmiş, doğruluğu konusunda hiçbir kuşkunuzun olamadığı bir konuda yepyeni bir görüşle karşılaşıyorsunuz ve zihniniz allak bullak oluyor! Eğer öğrenmeye açıksanız ve tartışma üslubuna sahipseniz yeni karşılaştığınız bu görüşü irdeler, hatalarını görüyorsanız yanıt verirsiniz. Değilse yapacağınız şey, görüşleri bir yana bırakarak yazı sahibine hakaret etmektir… 40 yıllık arkadaşınızın adı gitmiş, yerine, “zat” diye tanımladığın bir kişi gelmiştir… Ben ne yazmıştım: “CHP Neden İktidar Olamıyor?” diye sorup bunun nedeni olarak Tek Parti Döneminde CHP’nin olumsuz bir izlenim bırakmasını göstermiştim. Bunun başka mantıklı bir yanıtını gösteremiyorsanız sosyal medyada tartışmaya şöyle katılırsınız: Sevgili Kadir Ağabey, uğraşma şu "Ezber bozan" zatlarla. Onlar her devirde sözü olan "Muhterem Zevat"tır... Hiç bir yararı yoktur. Kendi gerçeklerinden başka gerçek yoktur.(…) Okusalar, "Zorunlu" Tek Parti döneminin, Partisinin, "Muhalefeti de içinde, büyük bir beceri ile barındırdığını" bilirlerdi. Köy Enstitüleri Yasası çıkarken, Başta Menderes 148 Milletvekilinin görüşmelere katılmadığını da bilirlerdi.” Peki, o zaman devam edelim: Tek Parti Döneminde hükümet kararlarının nasıl alındığını bir bilene soralım. Kaymakamlık, mutasarrıflık, valilik, parti müfettişliği, Nafıa, İçişleri Bakanlıkları ve konumuzla ilgili olarak daha da önemlisi CHP Grup başkan vekilliği ve parti genel sekreterliği, genel başkan vekilliği yapmış olan Hilmi Uran, ilk baskısı 1958de yapılan “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” eserinin (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlar, 2008) “Vekiller Heyeti Mekanizması Nasıl İşlerdi?”bölümünde şöyle yazıyor: “Vekiller hayatinin daha evvel vekillerin bilgisine sunulan bir gündemi olmazdı. Her vekilin önündeki kartonlar içindeki evrak, heyetin o günkü müzakere konusunu teşkil ederdi. Fakat her vekil, vekiller heyeti toplantısına gelinceye kadar da o günkü kartonunda neler olduğunu bilmezdi. Çünkü vekâletlerden başvekilliğe hafta içinde yazılan yazıların, vekiller heyeti karar ve tasdikine yetişmesi icap edenler, başvekâlet müsteşarlığı tarafından vekiller heyetine havale edilir ve vekiller heyetine havale edilmiş olan işler de ilkin nereden yazılmış bir iş ise o vekilin kartonuna konurdu. Vekiller heyetinde müzakere ve münakaşa zaptı tutulmazdı. Toplantıda vekillerden başka kimse de bulunmazdı. Başvekâlet müsteşarı ancak yeni bir iş getirmek için odaya girer ve hemen çıkardı. Herhangi bir karara muhalif mütalaa ileri sürmüş olan bir vekilin öyle bir karara muhalefet şerhi yazdığı da vaki olmaz ve ekseriyet kararına uyulmuş olurdu” (s. 232-233) Öğrenmek güzeldir. Neyi öğreniyoruz? Tek Parti Döneminde kanun tekliflerinin başbakanlıkta hazırlanıp bakanlar kurulunda tartışılmaksızın geçtiğini. Yani hükümetin bir hükümet gibi bile davranamadığını. Şimdi de Tek Parti döneminde Meclis kararlarının nasıl alındığını anlatan esaslı bir araştırma kitabına başvuralım. Tek Partinin sistemleştiği ilk Meclis 1927 seçimleriyle oluşmuştur. Ahmet Demirel'in “Tek Partinin İktidarı Türkiye’de Seçimler ve Siyaset (1923-1946, İletişim Yayınları, 2013)” adlı kitabından öğrendiğimize göre, 1927-1931 yılları arasındaki “Yasama organı, tam anlamıyla heyeti vekilenin kararlarını oybirliği ile onay makamı haline” gelmiştir. 1920 İlk Meclisinde oybirliği ile geçen kararların oranı yalnızca yüzde 2,5, 1923 Meclisinde yüzde 31,8 iken, muhalefetin silindiği üçüncü Mecliste bu oran yüzde 96,6’ya çıkmıştır. (s.112), 1931-1935 yıllarını kapsayan dördüncü meclis döneminde bu oran yüzde 93,9 (s. 167), 1935-1939 yıllarını kapsayan beşinci mecliste ise 98,4’tür. (s. 220), 1939-1943 arasındaki yasama döneminde ise ad belirtilerek yapılan her 100 oylamanın yüzde 99,1’i oybirliği ile kabul edilmiştir. (s. 272) 1943-1946 seçimlerinde bu oran yüzde 95’tir (s. 314) Yani zaten Meclise gelen kanun tasarılarına “evet” diyecek kişiler mebus olarak atandığından, bu Meclis hiçbir şekilde denetim görevini yapamamıştır. Tek Parti yönetimini örtülü veya açıktan eleştirenler yukarıdaki iki kitaptan ibaret değildir. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Yakup Kadri Ankara kitabında, Mete Tuncay ve Mahmut Goloğlu, o dönemle ilgili çalışmalarında bize çok şey anlatır. Böyle bir sistemi kutsayan ezbercilerin post modern yeni “tek adamlık” sistemine muhalefet etmesi de inandırıcı olamaz. Şu Köy Enstitüleri yasasının Mecliste nasıl kabul edildiği konusundaki ezberi bozmak da gelecek yazıya kalsın. (6 Kasım 2017)

  • Ümmü'nün Çeşmesi

    Berrak bir ağustos gecesiydi. Gökyüzündeki yıldızlar, lacivert bir kumaşın üzerine saçılmış gümüş parçaları gibi parlıyordu. Gecenin sessizliğini, çan sesleri, köpek havlamaları ve bozkırda yayılan koyunlardan arada bir gelen tıksırıklar bozuyordu. Ara sıra esen hafif rüzgâr hem gecenin sıkıntısını alıyor hem de yüzümüze tatlı bir serinlik veriyordu. Ağustosun bu berrak gecesinde, köy mezarlığının yamacında, amcamla yere oturmuş, altımızda otlayan koyunları güdüyorduk. Amcam: -Ben biraz kestireyim. Korktuğunda yahut yabancı ses duyduğunda kaldır beni, dedi. Kaşla göz arasında yan tarafındaki kepeneğin üzerine sessizce uzanıverdi. Dolunayın ve yıldızların aydınlattığı bu serin gecede, amcam ne de güzel uyuyordu. Oysa yaşadığımız kentte sıcaktan rahat uyuyamıyorduk. Burası İç Ege’de olduğu için kara ikliminin özellikleri hüküm sürüyordu. Gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri soğuk. Bu yüzden yazın, geceleri dam üstlerinde yatılırken yorgan örtünülüyordu. Amcam uyurken ben de yanı başında, sol kolumun üstüne yan gelip uzandım. Önüme de meşe ağacından yapılmış çobandeğneğini çektim silah olarak. Boşta kalan sağ elimle çevremdeki kurumuş otlardan koparıyor, bazen yere atıyor, bazen de dişlerimin arasında eziyordum. Bir süre sonra, koyunlar bulunduğumuz yerden bir hayli uzaklaştılar. Gözümün önünden kayboldular. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan çanlarının seslerini işitiyordum artık. Amcamın tembihine uyup kendisini uyandırdım. Sürüyü bulmak için çan seslerini takip ettik. Nadasa bırakılmış tarlalardan birinde yayılırlarken bulduk onları. Koyun çobanlığında çan sesinin çok önemli olduğunu o an öğrendim. Her çobanın kendi sürüsünün çan seslerini nasıl tanıdığını merak ettiğim için amcama sordum. O zaman amcam anlatmaya başladı: -Bak yeğenim! Çoban, sürüsünün çan sesini tanıması lâzım. Tamam mı? Tanımazsa sürüsüne zor sahip olur. Bunun için her sürüdeki çanların boyları, şekilleri, içinde sallanan dilleri farklı farklıdır. Çan alırken veya yaptırırken bunlara dikkat edilir. Sürüdeki çanların hepsinin aynı tınıyı vermesi gerekir ki geceleyin uyuyup kaldığında, kaybettiği sürüsünü çan sesinden tanısın. Şehirli kısmı belki çobanlığı küçümser ama onun da kendine has bazı incelikleri vardır. Çobanlık da bir nevi yöneticiliktir. Onu beceremeyen yöneticiliği hiç beceremez. Yönetici nasıl ki emrindeki adamlardan sorumluysa, çoban da güttüğü hayvanlardan sorumludur. Zamanında birçok peygamber çobanlık yapmıştır. Buna peygamber efendimiz de dâhil. Anladın mı şimdi? -Evet. Çok iyi anladım. Bu arada, amcam sürüyü köyün kuzeyindeki dağa doğru sürünce buna bir anlam veremedim: -Koyunları niye dağa doğru sürüyoruz? -Oraları daha otluk, hem orada, sabaha karşı hayvanları sulamamız lâzım. -Dağın neresinde sulayacağız? -Tam tepesinde. Şaşkınlığım daha da artmıştı. İçimden “Amcam acaba benimle dalga mı geçiyor.” dedim. -Tam tepesinde mi? -Evet. -Neden orada? -Buralarda başka çeşme yok da ondan. -Allah Allah! Çeşmeyi neden dağın tam tepesine yapmışlar? Hayret bir şey! -Madem merak ettin, anlatayım. Önce sürüyü kazasız belasız şu dereden geçirelim. Koyunlar dereden geçerken sağa sola dağıldılar. Düzene sokmak için bir süre uğraştık. Güç bela yönünü dağın eteğine çevirdik. Bir süre yürüdük. Sabırsızlandım. Hemen anlatmasını istiyordum. İçimden “Sanırım unuttu. Hatırlatayım mı?” diye geçirdiğim anda, amcam anlatmaya başladı: -Evvel zamanın birinde, çok zengin bir ailenin güzel mi güzel bir kızı varmış. Adı da Ümmü’ymüş. Evin tek çocuğuymuş. Ailesinin başka çocukları olmamış. Bunu el bebek gül bebek büyütmüşler. Evlenme çağına geldiğinde kızın birçok taliplisi olmuş. Hiçbirini istememiş. Meğer kız Murat adında bir yiğidi seviyormuş. Sevdiği erkek, anasıyla birlikte aynı köyde yaşıyorlarmış. Bunun da başka kardeşleri yokmuş. Anası, biricik oğluna yüklüyken kocasını kaybetmiş. Ana-oğul baş başa kalmışlar. Oğlan da büyümüş, yıllar sonra Ümmü’ ye âşık olmuş. Anasına kızı istetmesini söylemiş. Sözünün tam burasında sürünün köpeği havlamaya başladı. Amcam hemen kulak kesildi. Uzaklardan köpek havlamalarıyla çan sesleri duyuluyordu. Gürültüler önemsiz olmalı ki sözünü kaldığı yerden sürdürdü: -Anası da “Aman oğul! O kızı bize hiç verirler mi? Biz kim onlar kim? Vazgeç bu sevdadan.” demiş. Ama oğlan abayı yakmış. Bu kez oğlanın ısrarı üzerine kıza dünürcü gitmişler. Babası gelenlere öfkeyle gürlemiş: “Bre zındıklar, bre haddini bilmezler, bu ne cüret ki benim gibi bir adamın kızına talip olursunuz? Delirdiniz mi siz? Yıkılın karşımdan!” deyip dünürcüleri kovmuş. Kız bu olaya çok içerlemiş. Yemeden içmeden kesilmiş. Çünkü o da Murat’ı çok mu çok seviyormuş. Anası, kocasının korkusundan bir şey diyememiş. Acısını içine gömmüş. Bu olaydan sonra, Ümmü evden kaçıp gitmiş. Babası biricik kızının kaçtığını duyunca çılgına dönmüş. “Eyvah! Ben ne yaptım?” demiş. Kızının yanında görücülere hakaret edip kovaladığına pişman olmuş. Günlerce dere tepe, dağ bayır kızını aramış, bir türlü bulamamış. Üzüntüsünden yataklara düşmüş. Kız ile oğlan buluşmuş, dağa sığınmışlar. Gitmekte olduğumuz dağa... Günlerce aç susuz saklanmışlar. Koca dağda bir yudum su bulamamışlar. Yaz günü kaçtıkları için açlıktan çok susuzluğa dayanamamış Ümmü. Dili damağı kurumuş, dudakları çatlamış. Oğlan da aynı duruma düşünce, bu kez kız yalvarmış: “Yiğidim, aslanım!” demiş. “Çek git bu diyardan. Ben zaten iflâh olmam artık. Susuzluk öldürecek beni. Bari sen kurtul! Bu dünyada muradımıza eremedik, inşallah ahrette ereriz.” Bu arada, önümden kedi gibi bir şey hızla sıyrılıp geçti. Korkuyla “Amca!” diye bağırdım. Elim ayağım kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzümün derisi gerildi. Amcam şaşkınlık içinde: -N’oldu yeğenim? Dedi. -Önümden kedi gibi bir şey geçti. - Yaban tavşanıdır. Buralarda bulunur. Sonra bana dönüp: -Anlatayım mı, kalsın mı? -Anlat anlat! -Bu söz üzerine Murat, “Dayan Sultanım. Ben sana su bulup geleceğim.” demiş. Dağdan ovaya inmiş. Uzun ve çetin bir uğraştan sonra, suyu bulup getirmiş. Döndüğünde bir de bakmış ki Ümmü başının altına taştan yastık yapıp uyuyakalmış. Murat elindeki su kabıyla yanına koşmuş. “Uyandırayım da su içireyim.” demiş. “Ümmü! Ümmü!” diye sarsmış. Uyanmamış. “Eyvah! Geç kaldım.” demiş. Çığlık atıp üstüne kapaklanmış. Ardından ağıtlar yakmış. Sonra oturup düşünmüş. Karar vermiş. “Gideyim, ailesine haber vereyim. Ne de olsa evladıdır. Benim ciğerim bir yanarsa, onunki bin yanar.” demiş. Her şeyi göze alarak, soluğu kızın evinde almış. Kızın ailesi, onu karşılarında görünce yüreklerine bir ateş düşmüş. Çünkü anası, o gece rüyasında kızını beyaz, dikişsiz elbisenin içinde, çok susamış bir halde görmüş. Kendisinden su istemiş; fakat -elinde su tası olduğu halde- bir türlü içirecek su bulamamış. Sabah kalkınca rüyasını kocasına anlatmış. O da “Kızın başına bir hal gelmesin.” demiş. Aynı gün, Murat’tan acı haberi de alınca karşısında yığılıp kalmışlar… Babası kendini toparlayınca: “Kalk hatun, kalk!” demiş. “Dövünüp durmayla olmaz. Atlara hemen binip yola koyulalım.” Kızın babasının iki tane atı varmış… Birine kendisiyle karısı binmiş, diğerine de Murat. Tozu dumana katarak soluğu dağın tepesinde almışlar. Ümmü’nün cesedini yerden kaldırdıklarında bir de bakmışlar ki bedeninin toprağa değdiği yer ıpıslakmış. Yastık olarak başının altına koyduğu taşın altından su sızıyormuş. Şaşkına dönmüşler. Bunu, Ümmü’nün susuzluktan yanarak öldüğüne bağlamışlar. Babası, çeşmeyi onun adını ölümsüzleştirmek için yaptırmış öldüğü yere. Mezarı da hemen çeşmenin yanı başındadır. Ailesi, onun köy mezarlığına gömülmesini istemiş; fakat köylü buna karşı çıkmış. Demişler ki: “Bunda bir hayır vardır! Bu kıraç dağın tepesinde, başının altındaki taş yastıktan su çıkması Allah’ın bir hikmetidir.” Köylünün bu sözleri üzerine ailesi ikna olmuş; dağın tepesine gömmüşler. Murat’a gelince: Kızın ölümünden sonra mecnuna dönmüş, aşkından deli divane olmuş. Aklına estikçe, gece gündüz demeden “Ümmü çağırıyor beni!” diye soluğu çeşmenin başında alıyormuş. Ne yapıp ne ettilerse önüne geçememişler. Bir gün, Ümmü’nün mezarının başındaki palamut ağacında asılı bulmuşlar allı yeşilli bir çemberle. Çember Ümmü’nün imiş… Onu da Ümmü’nün yanına gömmüşler. İki mezar yan yana. Gidecek olduğumuz çeşmenin hikâyesi bu. Bir de baktım ki dağın eteğindeyiz. Ova arkamızda, gerilerde kalmış. Sürü dağın eteğinden yukarı doğru tırmanıyor. Suskunluğunu bozan amcam bu kez: -Açıktın mı? -Evet. -Ben de… Torbada yiyecek bir şeyler var; ama yengen ne koydu bilmiyorum. Gel, şu önümüzdeki kayanın üstüne oturup karnımızı doyuralım. -Tamam amca. Amcam torbasındakileri çıkardı. Bir tülbendin içinde somun ekmeği, peynir, kuru soğan vardı. Bir de orta boy cam şişe içinde su. Karnımızı doyurduk. Suyumuzu içtik. Kalktık, koyunların arkasından yürüdük. Önümüzdeki sürüyle dağı yarıladık. Dağın yüzü kayalarla, kurumuş otsu bitkilerle ve devedikenleriyle kaplıydı. Aralarında seyrek de olsa sığırkuyruğu, üzerlik ve çakırdikenleri vardı. Elimdeki değnekle, önüme gelen dikenlere vura vura yürüyordum. Koyunları sabaha karşı dağın tepesine çıkardık. Burası köyün kuzey doğusuna düşüyordu. Dağın zirvesi, dolunay ve yıldızların ışığından adeta gündüz gibiydi. Karşı dağın yamacındaki mezradan ise horoz sesleri geliyordu. Koyunlar çeşmeye akın ettiler. Ümmü’nün Çeşmesi’ne… Ümmü’nün çeşmesi, amcamın dediği gibi dağın tam tepesinde, yönü kuzeye bakıyordu. Duvarı tamamen kuru taş yapıyla örülü ve üstü kemerliydi. Boyu bir metreydi, eni bir buçuk. Yapının derinliği ise elli altmış santimetreydi. Gövdesinin tam ortasında, bilek kalınlığında bir oluğu vardı. İçinden serçe parmağı kalınlığında su geliyordu. Kemere yakın yerde, gövde yapılırken büyükçe bir taş oturtulmuş; taşın üstüne de oyma yazıyla ÜMMÜ’NÜN ÇEŞMESİ yazılmış. Başka ibare yoktu. Su yazın ortasında bile soğuk ve tatlıydı. Susayanlar kana kana içiyorlarmış. Önündeki yalak -yaklaşık bir metre boyunda- kayrak taşlardan yapılmış. Derinliği diz boyu, genişliği ise kırk-elli santim. İçi su ile dolu. Yalaktan taşan su, kendine ince bir yol çizmiş, hemen altındaki çukura akıyordu. Orada küçük bir gölet oluşmuş. Yalağın önünden akan suyun geçtiği yerler ve göledin etrafı yemyeşildi. Geceleyin, rüzgâr estikçe ortalığı taze nane, kekik, reyhan kokuları kaplıyordu. Koyunlar sulanırken, ben de boş durmadım. Elimdeki çobandeğneğiyle göledin derinliğini ölçmeye çalıştım. Amcam: -Derin değil, dedi. Geceleyin öyle görünüyor. Ay ışığı aldatıyor. En derin yeri bir metreyi geçmiyor. Sürüyü suladıktan sonra yönünü köyümüze doğru çevirdik. Artık şafak sökmek üzereydi. Karşı dağın eteğindeki köyümüz gecenin içinden sıyrılmaya çalışıyordu. İçimi hüzün kapladı. Bu hikâye aynen doğru mudur? Orasını bilmiyorum; ama ben hikâyelere inanmasını severim. O günden bu yana ne zaman çeşmeden söz açılsa, hemen aklıma Ümmü’nün Çeşmesi gelir. * Çiğili/İzmir

  • maviADA VİDEOLAR

    ADA'nın seçtiği videolar, filmler buradan izlenebilir.

  • Hemşeri Kitaplığı

    Bakmayın büyük kentlerde kitap fuarlarının insanla dolup taşmasına. Örneğin İstanbul’da her yüz kişiden biri kitap fuarına uğrasa 150.000 kişi eder. Gerçi kitap ihtiyacı yalnız kitap fuarlarından karşılanıyor değildir, sayıları azalsa bile az çok müşteri bulan kitapçılar hâlâ kepenklerini açık tutuyor. Kalabalık bir ülkeyiz. Kültür erozyonu ile Türkiye tam bir çöle dönüyor. Kitap sanayii de gitgide tekelleşiyor. Büyük sermayenin elinde, reklamı yapılan kitapların satış tutarına yüzlerce kitabın satış rakamları ulaşamıyor. Bilimi ve ilerici kültürü taşıyan kitapların yayılma alanı giderek daralıyor. Sanat ve kültür dergileri yayınına paydos demek zorunda kalıyor. HEMŞERİ KİTAPLIĞI Bir de şu uygulamaya bakın. Ankara’da oturan Fatsalıların hiç değilse bir kısmını bir araya getirmek, aralarındaki hemşerilik bağlarını canlı tutmak isteyen bir dernek var. Ankara Fatsalılar Derneği. 1987’den beri 31 yıldır faaliyette. Birkaç yüz üyesi bulunuyor. Fatsalı bir köylü çocuğu olan mühendis Fahri Çetin Çavuşoğlu 2012’den beri üç dönemdir başkanlığını yapıyor. Dernek, geçen yıl bir duyuru yaptı: Fatsalı yazarların imzasını taşıyan kitaplardan derneğe onar adet satın almak. Bunları üyelere satmak. Kitapların Fatsa’yla ilgili olması şart değil, yazarlarının Fatsa nüfusuna kayıtlı olması gerekiyor. İstekleri üzerine ben de elimde bulunan kitaplardan, bulunmayanları da yayıncılarından edinerek götürdüm. Bunların bedellerini alırken derneğimize karşı mahcup olduğumu tahmin edersiniz. Bu nedenle bütçelerine yük olmasın diye en pahalı iki kitabımdan onar değil, ikişer adet götürdüm. Son kitabımdan 10 adet götürdüm, yüzde 25 indirimli bedeli olan 150 lirayı başkan hemen takdim etti. Böylece 650 adet basılan kitabın baskısı için ödediğim 3.000 liranın yirmide biri karşılanmış oldu. Gerisi için Allah kerim! Ama sorun bu değil. KONSEPTİMİZ BÖYLE Aldıkları kitapların bedelini ödemede ısrar etmelerinin nedenini “Konseptimiz böyle” diye açıklıyorlar. Amaçları dernekte bir kütüphane kurmak kadar (bunu yapmaları çok kolay olurdu, evlerde elden çıkarılmak istenen kitaplardan geçilmiyor) hemşerileri olan yazarları desteklediklerini kanıtlamak. Üye ödentilerinden başka bir gelirleri bulunmayan ve bağışlarla yaşayabilen derneklerin nasıl bir mali sorunla cebelleştiklerini dernekçiler bilir. Bu derneğin yöneticileri de mali imkânları elverişi olan bazı hemşerilerinden yardım alıyor. İlginç olan, dernek için bir kat satın almaya para yetişmezken bu paradan kitap alımına kaynak ayırıyor. Başkan Çavuşoğlu’nun verdiği bilgiye göre şimdiye kadar Fatsalı 18 yazardan kitap almışlar. Halen bu yazarlara ait 98 eserden kütüphanede 650 kitap bulunuyor. (Bir kısmını da İstanbul’daki Fatsalılar Derneğine gönderiyorlarmış) Kitaplara 12.500 lira ödenmiş, satıştan ise henüz 2.700 lira elde edilmiş. Kitaplar ödünç de veriliyormuş. Ankara Fatsalılar Derneği’nin bu anlamlı tutumunu bütün hemşeri dernekleri sahiplense ne kadar güzel olur. Bütçelerinde kitaba ayıracak paraları yoksa bile hemşerileri olan yazarların kitaplarını derneğe gelen gidene satmalılar. Bu kitaplarla ilgili olarak söyleşiler, tartışmalı toplantılar düzenlemeli. Kitap okumayı sevdirmenin ve halkı kitap sahibi ve okuru yapmanın yolları vardır ve bunun için kültür sever olmak temel koşuldur. Bazı derneklerde olduğu gibi ömür hep “taş dizmekle” geçer mi? (19 Kasım 2018)

  • Bal İpek

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ / YAŞAR MİRAÇ- sizin için açsam gülleri gülleri ince yeğnik kadife akşam gülleri sülün meleği sizin için uçsam kuşları kuşları gelin üveyik turna göçmen kuşları gönül ipeği kapanıp ağlasam ak göğsünüze göğsünüze ağsam yıldızlarımı kar göğsünüze şiir dileği sizi çiçeklerle saklayacağım arılarla arıyacağım unutmayacağım sevgi peteği kuştüyü ellerinizle sildiniz gizli gözyaşlarımı unutmayacağım / Yaşar Miraç 1953 yılında Trabzon'da dünyaya gelen Yaşar Miraç, İlkörenim ve lise eğitimlerini bu kentte yaptı. Çalışarak okumak amacıyla yurtdışına gittiyse de 15 ay sonra Türkiye'ye dönerek Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili Bölümü'ne girdi ve 1981 yılında bu okuldan mezun oldu. İlk şiirleri Trabzon'daki yerel gazetelerde yayımlanan Miraç, daha sonra Milliyet Sanat Dergisi, Türk Dili, Sanat Emeği, Yusufçuk, Yazko Edebiyat, Militan gibi ulusal dergilere de şiir gönderdi. Karadeniz folklörüyle işlenmiş şiirinde kendine özgün bir dil kullanan şair, "Yeni Türkü Yayınevini kurarak yönetti. 1983 yılında gittiği Almanya'da Türkçe öğretmenliği yapan şair, 1999 yılında Türkiye'ye döndü. Barış, demokrasi, gurbet, sıla konulu şiirler yazmaktadır. Eserleri Trabzonlu Delikanlı - 1979 Şili ile Söyleşi - 1979 Gül Ekmek -1980 Taliplerin Ağıdı - 1980 Çan Deresi Türküleri - 1981 İçli Şarkılar - 1981 Trabzon’dan Çıktım Yola - 1981 İstanbul Bir Kırmızı Gül - 1985 Yurdumun İşçileri - 1985 Barış Günlerinin Gümüş Denizi - 1986 Güleriz Ağlanacak - 1988 Karadeniz Hırçın Kız - 1988 Lazcaz - 1999 Ödülleri 1980, Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü, Trabzonlu Delikanlı 1982, Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü, Dilsiz Sevdalılar

  • Olan Olmuş

    Derede kum, suda balık kalmamış Ağaçlar dağlara kaçmış Dereleri HES’ler içmiş Sulaklar kurumuş Göçmen kuşlar konmaz olmuş Boğazlar atık dolmuş Kömür karasını çalmış Altın zehrini salmış toprağa Beton nefesini kesmiş Yapılar sırtını ezmiş tarlanın Ovalar beton ormanı Ormanlar yolgeçen olmuş Yeşiller azalmış, renkler bozulmuş Gidenler gelmiyor, gelenler yasta Hava zehir olmuş, insanlar hasta Bindiğimiz gemi rotayı şaşmış Gideriz ahrete, kıyamete...

  • HATMİ

    Anadolu’nun cefakârı İtilen, kakılan ama yılmayan Kendine fırsat yaratıp Var olan çiçek. Kimsesi kendi olan Kendini yoktan yaratan Ekilmeyen, dikilmeyen, kendi gelen Gülen çiçek. Dikensiz, çalısız, Sapı uzun, çiçekleri dizim dizim Güzel mi güzel, rengârenk Mahzun çiçek. Nergis, lale, sümbül gibi Tek kullanımlık değil Tüm duyulara uzun soluklu Okunan çiçek. Sallanan rüzgârda nazlı nazlı, Esenleyen durmadan Üstü altı, gövdesinin Tümü çiçek. Seviyorum seni hatmi Benim yapamadıklarımı Yapıyorsun çiçek...

  • İnsan ve Sanat

    Sanat, insana özgüdür ve insanla başlar. Çünkü yaratma ve beğeni insanda vardır. Hayvanlar, güdüleri sayesinde, olağanüstü şeyler yaparlar. Karıncalar şahane yuvalar, arılar milimetrik petekler yaparlar. Ancak bu yapılanlar yüzyıllardır aynen, hiçbir yenilik olmadan devam ederler. Oysa ilkel insanlar bile beslenme, barınma, cinsellik gibi bedensel gereksinimlerini karşılarken ruhsal yapılarını besleyecek sanatsal etkinliklerde bulunmaktadırlar. Barınak olarak kullandığı mağaranın duvarına yaşantısını örnekleyen resimler çizmekte, av aracının bir tarafına şekiller oymakta, avda başarılı olunca sevincini göstermek için dans etmektedir. Demek ki sanat, insanın yaradılışında vardır. İnsanın insani özelliğidir. İnsanı insan yapandır. Sanat anlatımdır. İnsan duygulu, düşünceli bir varlıktır. Bu duygularını, düşüncelerini -yeteneklerini de kullanarak- eliyle, diliyle, hareketleriyle anlatır. Resimle, heykelle, müzikle, tiyatroyla, şiirle, romanla, öyküyle, dansla, sinemayla ortaya koyduğu eserleri başkalarıyla paylaşır. Sanat, yaratmadır. Sanatçı daha önce dünyada bulunmayan şeyleri ortaya koyar. Dünyaya artı değer katar. Kendinden sonra gelecek sanatçılara esin kaynağı olur, mevki kazandırır. Sanat, çıkış yoludur. Siyasal, ekonomik, dinsel, toplumsal… nedenlerle anlatılamayanları anlatmada kolaylıklar sağlar. Nef’i’nin kendisine köpek (kelp) diyen Tahir Efendi’yi söz oyunlarıyla köpek (kelp) konumuna sokması çıkış yoluna örnek sayılabilir. Yine heykelle, karikatürle, tiyatroyla, resimle, müzikle, fıkrayla, başa herhangi bir bela almadan, taşı gediğine koymak, isteneni anlatmak olanaklıdır. Sanat, özgürlüktür. Sanatçı duygu ve düşüncelerini özgürce anlatabildiğinde mutlu olur. Duygu ve düşünceler renklere, dizelere, notalara, mermere, hareketlere yansımadıkça sanatçıya mutluluk yoktur. Sanat, eğitim işidir. Kişi pek çok yetenekle doğmuş olabilir. Bu yetenek, toprak altındaki cevherlere benzer. Çıkarılıp işlenerek mücevhere dönüştürülmedikçe bir işe yaramaz. Yetenekler eğitimle geliştirilir, yönlendirilir, daha önce yaratılanlardan beslenilir, daha güzel eserler yaratılır. Ayrıca sanattan zevk almak için, sanat eserlerinden yararlanmak için ille de sanatçı olmak gerekmez. Sanat eserleriyle ilgili bilgilenerek, okuyarak, izleyerek, dinleyerek estetik zevkler geliştirilebilinir. Eleştiri yapabilmek de sanata ve sanatçıya hizmettir. Aydın yöneticilerin, durumu iyi olanların sanat eğitimi için okullar, kurslar açması, sanatçılara olanaklar sağlaması da sanat ve sanatçı için önemlidir. Sanat, kalıcılıktır. Sanatçılar eserleriyle yaşarlar. Geçmişteki sanatçıların eserleri bilgi hazinesidir. Çağlarına ait bilgileri bu eserlerden ediniriz. Kimi sanatçılar “sanat için sanat”, kimileriyse “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir. İster sanat, ister toplum için olsun sanatın alıcısı izleyici, seyirci veya dinleyicidir. Seyircisiz tiyatro, dinleyicisiz konser, izleyicisiz sergi olmaz. Kimi sanatçılar kendilerini toplumuna, insanlığa karşı sorumlu hissetmişler, duygu, düşünce ve becerilerini toplumun, insanlığın yararına kullanmışlardır. Ancak bu yolda pek çok zorluklarla karşılaşmışlar, baskılanmışlar, engellenmişler, cezalandırılmışlardır. Sabahattin Ali, sanatını toplumun yararına kullananlara bir örnektir. Aldığı eğitimin ve mesleğinin (öğretmenlik) de etkisi ile toplumcu, gerçekçi anlayışla oluşturduğu kişiliğini şiir, öykü, roman ve denemelerle ortaya koymuştur. Kısa ömründe verdiği eserlerle topluma öncü oldu. Pek çok sanatçı tarafından örnek alındı, esin kaynağı oldu. Duygu ve düşüncelerinden hoşlanmayanlarca yasaklandı, eserleri toplatıldı, baskılandı, hapsedildi. Hapishanede “Aldırma Gönül” şiiriyle kendini avutmayı da başarmıştır. Hayatının en verimli çağında bir oyuna getirilerek, yurt dışına çıkarken, öldürülmüştür. Eserleri öldürülemez, yaşıyorlar ve yaşayacaklar, örnekliklerini sürdüreceklerdir. Dünya sanatla, sanatçıyla, sanatseverle güzel. Dünyayı, çevreyi, doğayı, insanı – daha doğrusu kendimizi- anlamak, anlatmak, sevmek, sevdirmek için ille sanat, ille sanat. Fuat ÖZGEN

  • Emekli

    Emekli olunca insan Soruyorlar "Ne yapıyorsun?" Oysa hiç bir şey yapıyorum Gözlerim kapalı dinlemiyorum Kulaklarım tıkalı zırvalara Ağrıları, sızıları havale ediyorum Doktora Emekliyim, emekliyorum Yürüyebilirim diyorum sonunda

  • maviSAYFA

    maviSAYFA'YI GÖRDÜNÜZ MÜ? FİLMDEN, ÇİZGİROMANA, RADYO TİYATROSUNDAN, MÜZİĞE... ARADIĞINIZ HER ŞEY... RESME TIKLA ULAŞ

  • Serhat Şehri Edirne

    Bahar mevsimi, bir başka deyişle gezme mevsimi geldi. Hepimiz olanaklarımız dahilinde tatil planları yapıp bir yerlere gitmek istiyoruz. Cennet ülkemizin her köşesi bir başka güzel ve görülmeye değer. İşte bunlardan birini; yeşilin her tonunu görebileceğiniz, tarihi mekanların, en küçük camilerin bile beton yığınları arasında kaybolmadığı bir sınır şehrimizi; Edirne’yi gezip, görülecek yerleriyle anlatalım istedik. Otobanın iki yanında gözalabildiğine uzanan buğday ve ayçiçeği tarlalarını geçip şehre girdiğinizde gökyüzüne doğru kollarını açarcasına uzanmış Selimiye’nin minareleriyle, orada kaldığınız sürece bir yerlerden kulağınıza hep çalınan ve sanki şehrin fon müziği gibi sürekli vuran davul sesleri, gezinizi renklendirmeye katkıda bulunacak. Şimdi hep birlikte bu güzel şehri gezmeye başlayalım. Ülkemizi Avrupa’ya bağlayan karayolu üzerinde yer alan sınır şehrimiz Edirne; Tunca, Arda ve Meriç ırmaklarının buluştuğu düzlükte kurulmuş. Şehir merkezi Yunanistan’a 7 km, Bulgaristan’a ise 17 km uzaklıktadır. Ainos Antik Kenti Edirne’nin Enez ilçesinde bulunan bir antik kenttir. Ülkemizde bulunan birçok antik kentten biri olan Ainos’ta yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan kalıntılar, tarihe ışık tuttuğu gibi Edirne’nin ne kadar zengin bir tarihe sahip olduğunu da belgeler niteliktedir. Traklardan Bugüne Tarih içinde Edirne ve civarının bilinen ilk yerleşimcileri, Trak kabilelerinden Odrisler ve Bettegerilerdir. 1361-1371 yılları arasında değişiklik gösteren süreçte şehir Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılana kadar, başta Akalar, Makedonlar, Romalılar, Latinler ve Bulgarların hâkimiyetine girmiş, başta Haçlılar olmak üzere pek çok da saldırıya uğramıştır. Kurulduğu yıllarda Odris veya Odrisia diye bilinen şehrin adı Türklerin eline geçince Edirne olarak değişmiş ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’na 92 yıl boyunca başkentlik yapmış. 1453’te İstanbul’un fethiyle eski önemini biraz yitirse de padişahların gözde yerlerinden biri ve canlı bir ticari ve idari merkez olarak kalmıştır. 18. yüzyılda yangınlar ve depremle sarsılan kentin gelişimine en büyük darbeyi, bir zamanlar avantaj teşkil eden Balkanlara açılan kapı olma niteliğinin Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemeye başlamasıyla dezavantaja dönüşmesi vurmuştur. Yabancı işgalini ilk olarak 1828-29 yılındaki Osmanlı-Rus harbinde yaşayan şehir, 93 Harbi’nde (1877-1878) tekrar Ruslar, Balkan Harbi’nde (1912-1913) ise Bulgarlar tarafından işgal edilmiştir. Gidip gelen şehir Birinci Balkan Savaşından sonra kabul edilen barış anlaşmasıyla Bulgaristan’a geçen kent, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan patlak veren İkinci Balkan Savaşından sonra tekrar Türk topraklarına katılmış. I. Dünya Savaşı’ndan Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgiyle çıkmasının ardından Edirne, Temmuz 1920’de Yunan işgaline uğramış, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasıyla 25 Kasım 1922’de (Edirne’nin Kurtuluşu) nihai olarak Türk egemenliğine girmiş ve Lozan Antlaşması’yla Yunanistan’dan savaş tazminatı olarak geri alınan Karaağaç’ın 15 Eylül 1923’te Türkiye’ye katılmasıyla ilin sınırı bugünkü halini almıştır. Tarihi boyunca birçok milletin gelip geçtiği şehirde bu medeniyetlere ait izleri görmek mümkün. Kaleiçi’nde bulunan İtalyan Katolik Kilisesi, Kıyık’ta bulunan Sveti Georgi Bulgar kilisesi ve Kirişhane’de bulunan Sveti Konstantin-Elena Bulgar Kilisesi’nden başka yine Kaleiçi’nde, Türkiye sınırları içerisindeki en büyük, Avrupa’daki 3. büyük sinagog olan Edirne Büyük Sinagogu bulunur. Selimiye Camii Edirne deyince tabii ki ilk akla gelen; şehirle özdeşleşen ve şehrin her tarafından görünen Selimiye Camisidir. Osmanlı Padişahı II. Selim’in Mimar Sinan’a yaptırdığı ve Sinan’ın 90 (bazı kaynaklarda 80 olarak geçer) yaşında yaptığı ve “Ustalık Eserim” dediği Selimiye Camii, gerek Mimar Sinan’ın gerek Osmanlı mimarisinin en önemli yapıtlarından biridir. Caminin kapısındaki kitabeye göre yapımına 1568 yılında başlanmış, II. Selim’in ölümünün ardından 14 Mart 1575’te ibadete açılmıştır. Selimiye Camii ve Külliyesi 2011 yılında Unesco’nun Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır Şehrin merkezinde yer alan Eski Cami, zamanımıza ulaşmış ilk orijinal anıtsal yapı olarak da bilinir. Caminin yan kapısı üzerindeki kitâbeye göre mimarı Konyalı Hacı Alâaddin’dir. Osmanlı tarihinde Fetret Devri diye anılan dönemde Süleyman Çelebi tarafından 1403 yılında inşasına başlanan cami I.Mehmed tarafından 1414’te tamamlanmış. Beyaza boyanmış duvarları ve payeleri üzerindeki 18. ve 20. yüzyılların ünlü hattatları tarafından yazılmış yazılar caminin en ilgi çeken özellikleridir. II.Beyazıd Külliyesi Tunca Nehri kıyısında bulunan külliye Edirne’nin en önemli yapıtlarındandır. Cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, erzak depoları ve öbür bölümleriyle geniş bir alana yayılmıştır. Sultan II.Beyazıd’in 1484-1488 yılları arasında yaptırdığı külliyenin mimari Hayreddin’dir. Çok etkileyici bir görünümü olan külliye küçüklü büyüklü yüze yakın kubbeyle örtülüdür. Padişah II.Beyazıd tarafından kurulan bu külliyenin (sitenin) temel amacı Edirne’yi bir Darüşşifaya(Hastaneye) kavuşturmaktır. Külliye içindeki caminin batısında Darüşşifa ve Tıp Medresesi bulunmaktadır. Ortası açık büyük kubbenin altında bulunan şadırvandan akan suların sesiyle ruh hastalarının tedavi edildiği, revaklarla çevrili ön avlunun yanlarındaki kubbeli hücrelerde ise akıl hastalarının iyileştirildikleri anlatılmaktadır. Avlunun köşesinde, mutfak ve çamaşırhane bölümleri vardır. Darüşşifa ve bitişiğindeki Tıp Medresesi, II.Beyazıt’ın 1484 yılında Akkirman seferinden elde ettiği ganimet gelirleri ile yaptırılan külliyenin birer parçasıydı. Darüşşifa’da tedavi hizmeti ücretsiz verilmekteydi. Medresede okuyan öğrenciler, darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetiştirilmekteydi. 1850’li yıllardan sonra darüşşifa, sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline gelmiş. 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı sırasında Edirne işgale uğradığında içindeki hastalar İstanbul’a gönderilmiş. 1896 yılında onarım gören şifahane, bir süre daha ruh hastalarının tecrit edilmesinde kullanılmış. 1916’ya kadar hizmet vermeyi sürdüren Dar-üş Şifa’nın Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi’ne dönüştürülme çalışmaları 1993 yılında başlamış ve müze 2008 yılında hizmete girmiş. Bu bölümde, 15. Yüzyıl tıp eğitimi mankenlerle canlandırılmaktadır. Şükrü Paşa Anıtı ve Balkan Savaşı Müzesi Edirne’de görülmesi gereken yerlerden bir diğeri de Tarihe “Edirne Müdafii” olarak geçen Mehmet Şükrü Paşa adına yapılan anıt ve burada bulunan Balkan savaşı müzesidir. Balkan Savaşında Edirne’yi savunan Şükrü Paşa ve Balkan Savaşı şehitleri anısına, savunma mevzilerinden biri olan Kıyık Tabya’da inşa edilen anıt-müze, kentin en yüksek yerinde bulunmakta ve 14 bölümden oluşmaktadır. Edirne’de görülmesi gereken yerler arasında bulunan ve Edirne halkı tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağışlanan silah, belge ve mühimmatın sergilendiği bu müze Balkan savaşında yaşananları anlatmaktadır. Camileriyle olduğu kadar tarihi köprüleriyle de ünlü olan şehir yeşilliğini ve bereketli topraklarını içinden geçen Arda, Tunca ve Meriç nehirlerine borçlu bir anlamda Karaağaç’a gitmek için önce Tunca ve Meriç köprülerinden geçmek gerekiyor. Yeşil-mavi suların üstündeki tarihi köprüler adeta şehrin taçları gibi duruyor. Dünyanın en uzun taş köprüsü Edirne’yi süsleyen köprülerin en önemlisi olan ve Unesco Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’ne alınan Uzunköprü; Ergene nehri üzerine II. Murat döneminde 1427-1443 yılları arasında mimar Muslihittin Bey’e yaptırılmış. Bulunduğu ilçeye adını vermiş olan köprü dünyanın en uzun taş köprüsüdür. Bunun dışında Karaağaç’ta Arda ve Meriç nehirlerinin birleştikleri yerde, Meriç nehrinin üzerindeki Meriç Köprüsü ile Tunca Nehri üzerinde yapılmış, Edirne ile Karaağaç’ın bağlantısını sağlayan Tunca köprüleri de Edirne’de yeşil ve mavinin her tonunun seyredileceği en güzel alanlardan. Edirne’nin Karaağaç Semtindeki Trakya Üniversitesi Rektörlüğü alanı içerisinde bulunan ve 1998’de ziyarete açılan Lozan Anıtı; Anadolu, Trakya ve Karaağaç’ı sembolize eden üç yüksek sütundan oluşmaktadır. Lozan Anlaşması ile Karaağaç’ın tekrar Türk topraklarına kazandırılmasını ve Lozan Anlaşmasında kazanılan diplomatik zaferi temsil eden anıtın bitişiğinde ise bu tarihi antlaşmanın anlam ve önemini gelecek kuşaklara aktaracak belge, fotoğraf ve kitapların sergilendiği Lozan Müzesi bulunmaktadır. Edirne’nin ilgi çeken bir başka yönü ise hanları ve kapalı çarşılarıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıla kadar olan döneminde Edirne, çarşı ve hanlar bakımından en zengin ve gelişmiş illerden biri olmuş. Bu çarşıların en bilineni Selimiye Caminin hemen yanıbaşındaki Selimiye Arastasıdır. Selimiye Camisi’ne gelir sağlamak amacıyla yaptırılan çarşı 225 metre boyunda, 73 kemerli ve 4 kapılıdır. Bedesten ise Eski Cami’ye gelir temin etmek için Çelebi Sultan Mehmet zamanında yaptırılmış. Edirnelilerin daha çok Kapalı Çarşı adıyla andıkları Ali Paşa Çarşısı ise Kanuni Sultan Süleyman’ın son yıllarında yaptırılmış şehrin en önemli çarşılarındandır. Dar-ül Eytam (Yetimler) Çarşısı Abacılarbaşı’nda bulunan, eski Dakik Kapanı’nın ( zahire çarşısı) yerine 1911 tarihinde yapılmış büyük bir iş hanıdır. İki katlı ve yarı kagir olan çarşıda seksene yakın işyeri bulunmaktadır. Burası 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında yetim kalan şehit ailelerinin çocuklarına gelir sağlamak amacıyla yapılmış olup, çarşı o yıllarda halk arasında Yeni Çarşı olarak anılmıştır. Günümüzde Yetimler Çarşısı olarak anılan dükkanlar Edirne ticari hayatındaki yerini korumaktadır. Edirne deyince akla gelenlerden biri de geleneksel Türk yağlı güreş turnuvasıdır. Olimpiyatlardan sonra dünyanın en eski spor organizasyonu olarak gösterilen Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri her sene haziran sonu ila temmuz başında Edirne Sarayiçi’nde düzenlenir. Turnuvada pehlivanlar üç gün süresince er meydanında mücadele ederler. Son gün yapılan finallerde her kategorinin birinci, ikinci ve üçüncüleri belirlenir. Bunlardan en önemlisi başpehlivandır. Güreşler esnasında Kırkpınar Festivali düzenlenir ve çeşitli etkinlikler gerçekleştirilir. Türkiye’nin hemen her şehrinde olduğu gibi Edirne’de de kendine has yöresel lezzetler bulunmaktadır. Edirne’ye gelip de ciğer yememek, elbasan tavanın, zerdenin, kandilli mantının, badem ezmesinin ve nişasta helvasının tadına bakmadan ayrılmak olmaz. Gezi sonunda evinize dönerken Kavala kurabiyesi ile Edirne peyniri almak da unutmamalı tabii…

  • Çağdaş Utopyaların Antik Atası

    -PLATON ve DEVLET- DEVLET, antik Yunan filozofu PLATON'un sağlıklı ve mutlu bir toplum hayatı için önerdiği devlet modelini anlatır. Günümüzdeki devlet felsefesi üzerinde temel kaynaklardan biri olması açısından önemlidir. Aynı zamanda mutluluk felsefesi üzerine yazılmış bir metindir. Platon tarafından yazılan eserde Platon'un hocası olan, geride bir kitap bırakmayan Socrates'in konuşmaları yer alır. Platon'un devletinde insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar (işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir. Ayrıca bu toplumda Kadın-Erkek eşitliği mevcuttur. Platon’un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de batı felsefelerinde temsilciler bulacaktır. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî’de görmekteyiz. Platon tek insan ile toplum ya da devlet arasında tam bir benzerlik kurar. İnsan ruhunun üç yanından söz eder: akıl yanı, arzular-istekler yanı ve irade-kızgınlık yanı. Bunun gibi toplumu ya da devleti de üç sınıfa ayırır: yöneticiler sınıfı, üreticiler sınıfı ve koruyucular sınıfı. Platon’a göre insan ruhunun üç yanı gibi toplumun da üç yanından her birinin kendi erdemi vardır. PLATON'un ideal toplumunda her sınıfın bir erdemi vardır. İşçi sınıfının erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir. Yönetilen üretici sınıfın ise kendine özgü bir erdemi yoktur. Bununla birlikte ölçülülük bütün sınıfların erdemi olarak öngörülür. Bu erdemler düzenli bir toplumda olması gereken temel erdemlerdir. Ama adil toplumun ortaya çıkması için bir başka erdeme daha gerek vardır: ADALETe. O toplumun bütününün taşıdığı bir erdemdir. Platon’a göre adalet her sınıfın üzerine düşeni yerine getirmesidir. Platon (M.Ö. 427-347) Platon ya da İslam dünyasında Eflatun olarak bilinir. Gerçek adı Aristokles olan düşünür, geniş omuzları ve atletik yapısı sebebiyle, Yunanca Platon (geniş) lakabı ile anıldı ve tanındı. Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur. Bu akademi aynı zamanda günümüzdeki modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarak da kabul edilir. Platon, akıl hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte bilim ve Batı felsefesinin temellerini attı. Sokrates'e dair bilgilerin çoğu Platon'un diyaloglarından edinilmiştir. Atina’da aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Sokrates’in öğrencisi oldu. Atina’da Akademia adlı kendi kurduğu okulda felsefe dersleri verdi. Eserlerini felsefe için en uygun eğitim metodu olarak gördüğü diyaloglar biçiminde hocası Sokrates'le konuşur gibi yazmıştır. Platon siyasal görüşlerini, yani toplum ve devlet tasarımını Politeia (Devlet) adlı yapıtında dile getirmiştir. Platon’un yapıtında ele aldığı devlet gerçek örneği olmayan ideal devlettir. Varolan tek tek devlet biçimlerinin hepsinden farklı ve mükemmeldir. Böylece Platon bize ussal bir devlet kuramı sunarak kelimenin en tam anlamında bir siyasal öğretiyle, bir siyaset kuramıyla karşımıza çıkan ilk düşünür sayılabilir. Platon yapıtında ideal devlet ve yönetim biçiminin ne olduğunu, bozuk yönetim biçimlerinin neler olduğunu ayrıntılı olarak tartışır. Platon bütün varolanları görülenler ve düşünülenler olarak ikiye ayırır. Nesnesi görülenler alanında olan bilgi türüne sanı (doxa) der. Platon’a göre görülenler alanında varolanlar değişip devinen nesneler olduklarından onlar hakkında bilgi değil, sanı sahibi olabilir insan. Sanı da nesnesi gibi sağlam değildir, yanlış da olabilir doğru da. Sanı yanılabilir bir bilme türüdür. Oysa hakiki bilgiye düşünülenler alanında ulaşılır. Platon düşünülenler alanının değişmeyen, devinmeyen nesneleri olan “idealar” hakkında değişmez bir bilgi türü olan “episteme”den sözeder. Platon’a göre epistemenin, yani hakiki bilginin nesnesi ebedi, değişmez ve kendi başına varolan ideadır. Oysa görülenler alanının nesneleri idealardan pay almakla varolurlar. Söz gelişi bütün güzel şeyleri güzel yapan güzel ideasıdır. Platon buna “güzelin kendisi” de der. Başka bir deyişle idealar tek tek varolanların “ilk örnekleridir” İdealar kuramının dile getirdiği ideal olan ile gerçek olan arasındaki karşıtlıktır. Bu karşıtlık aşılamaz.İdeal olan gerçek olamaz. Gerçeklikte olan da ideal olamaz. İdeal olanı ideal yapan onun tamamıyla gerçekliğe aşkın bir şey olmasıdır.Başka bir deyişle, varolan güzel şeylerin hiçbirisi güzelin kendisi kadar güzel değildir. Platon’un devlet ve toplumunda başlangıç noktasını hocası Sokrates’in görüşleri oluşturur. Sokrates’e göre felsefe evrenin araştırılmasından çok insanın araştırılmasıdır. Oysa Platon’a göre insan ruhunda küçük harflerle yazılmış olan ve bu yüzden de görülmesi zor olan çok şey insanın yaşamında daha büyük harflerle karşımıza çıkacağı için görülmesi daha kolay olacaktır. Platon adaletin ne olduğunu araştırmak için başladığı yapıtında adil insan nasıl olur sorusunu sorduktan sonra bu soruyu yanıtlamak üzere insandan daha büyük ölçekte olan toplumda adalet nasıl ortaya çıkar, adil toplum nasıl olur sorusuna geçer. Platon’un Devlet’inin başlangıç noktası bu ilke; ADİL TOPLUMdur. Platon insan ruhu derken insan doğasını kastetmektedir. Platon felsefesinde ‘ruh’ kavramının insana karşılık geldiğini unutmamak gerekir. Platon’a göre adalet tek insanda varsa, bütün bir toplumda da vardır ve adaletin ne olduğunu tek bir insanda görmek yerine daha büyük ölçekte olan bütün bir toplumda araştırmak daha kolaydır. Platon’a göre “devleti akıllı yapan neyse insanı da akıllı yapan odur. Aynı şekilde devleti ve toplumu adil yapan neyse insanı da adil yapanın o olacaktır. Bütün bunlar Platon’un öğretisinde insanın erdemli olmasının ancak bir toplum yaşamı içinde, bir devlet içinde olanaklı olduğunu söylemeye gelir. Platon’un insan görüşüne göre insan ruhunun üç yanı vardır: Arzular-istekler yanı, akıl yanı ve ikisi arasında dengeyi sağlayan irade denilen yan. Platon insan ruhunun bu üç yanından her birinin kendi işini görmesiyle insanın adil olacağı sonucuna, toplumu oluşturan bölümlerin herbirinin kendi üzerine düşeni yapmasıyla da bir toplumun adil olabileceği görüşüne varır. Platon düzenli bir toplumun doğuşunda adaletin ve adaletsizliğin beraberce nasıl ortaya çıktıklarını görmek için devletin nasıl kurulduğu sorununa eğilir . Devlet öğretisi toplum öğretisi demektir, çünkü Platon’un öğretisinde “devlet” (politeia) aynı zamanda toplum anlamına gelir. Platon’a göre devlet düzenli bir toplum demektir. Platon’a göre devletin doğuş nedeni insanın doğasından kaynaklanır. İnsan ihtiyaçlarını gidermek için toplum halinde yaşaması gereken bir varlıktır. İnsanın mutluluğu toplum içinde yaşamasıyla olanaklı olacaktır, çünkü insan toplum hâlinde yaşarken ancak kendine yetebilir. Toplumu yapan, insanın kendi kendine yetmemesi başkalarını gereksemesidir. Öyleyse bir insan bir eksiği için, bir başkasına başvurur, başka bir eksiği için de bir başkasına. Böylece birçok eksikler birçok insanların bir araya toplanmasına yol açar. Hepsi yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşarlar. İşte bu türlü yaşamaya toplum düzeni deriz, diye iddia eder Platon. Platon’a göre toplum insanın doğal ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelerek oluşturduğu bir bütündür. Bu yüzden de toplum veya toplum düzeni anlamına gelen devlet de doğal bir varlıktır. Platon toplumsal düzenin kuruluşunu insanların doğal ihtiyaçlarını karşılamak gibi doğal bir nedene dayandırmaktadır. Devlet adlı yapıtında da Yasalar adlı yapıtında da devletin ve toplumsal düzenin kuruluşu doğal nedenlere dayandırılmaktadır. Ama insanların bir arada yaşamaya gerek duymaları devletin veya toplumun bütün bölümleriyle varlığını açıklamaya yetmez. Bu bölümlerin de neler olduğunu ve işlerinin ne olduğunu belirlemek gerekmektedir. Yukarıda da sözünü ettiğimiz insanın üç yanına toplumda da üç yan karşılık gelir. Bir toplumun olanaklı olması için o toplumda toplumun ihtiyaçlarını giderecek bir sınıfın, toplumu koruyacak bir sınıfın ve toplumu yönetecek bir sınıfın olması gerekir. Tek insandaki akıl yanına toplumu yöneten sınıf, insanın öfkeli ve dizginleyen yanına toplumu koruyan sınıf, insanın arzulayan ve istek duyan yanına da toplumu besleyen sınıf karşılık gelir. Platon toplumda bulunması gereken üç yanı üç sınıf olarak ifade eder. Buna göre toplumun maddi gereksinimlerini karşılamak üzere bir üreticiler, işçiler, zanaatkarlar sınıfı olmalıdır. Ayrıca devleti dış düşmanlara karşı korumak ve yasaların toplum içinde uygulanmasını sağlamak için bir bekçiler, koruyucular sınıfı olmalıdır. Bundan başka yasaları yapmak ve devleti bilgece yönetmek için bir yönetici sınıf bulunmalıdır. Platon tek insan ile toplum ya da devlet arasında tam bir benzerlik kurar. Platon’a göre insan ruhunun üç yanı gibi toplumun da üç yanından her birinin kendi erdemi vardır. Bilgelik yönetici sınıfın erdemi olmalıdır. Cesaret ise bekçiler, koruyucular sınıfının erdemi olmalıdır. Yönetilen üretici sınıfın ise kendine özgü bir erdemi yoktur. Bununla birlikte ölçülülük yöneticiler ve bekçiler sınıfının da erdemi olmalıdır. Bu erdemler düzenli bir toplumda olması gereken temel erdemlerdir. Ama adil toplumun ortaya çıkması için bir başka erdeme daha gerek vardır: ADALETe. O toplumun bütününün taşıdığı bir erdemdir. Platon’a göre adalet her sınıfın üzerine düşeni yerine getirmesidir. Platon’a göre adalet herkese hakkını vermektir. Siyaset felsefesinde hak kavramı ödev kavramıyla ayrılmaz bir bütün olduğundan, adalet aynı zamanda herkesin üzerine düşeni yapmasıdır. Platon’a göre devleti yöneten sınıfın erdemi bilgeliktir. Devlet yönetimi için “akıllı, değerli, üstelik de toplumla ilgili insanlar” bulmak gerekir. İyi kurulmuş bir devlet her bakımdan iyi olacağından, eğer devleti yönetenler devleti iyi kurarlarsa böyle bir devlet bilge, cesur, ölçülü ve adil olacaktır. Devleti yöneten sınıfın erdemi bilgelik olduğundan yönetici sınıfın bilgece kararlar vermesi gerekecektir. Bilgece karar vermek ise bir bilgi işidir. Cesaret ise koruyucu bekçiler sınıfının erdemiydi. Cesaret hiçbir şeyden korkmamak değil, nelerden korkulacağını nelerden korkulmayacağını bilmektir. Ölçülülük ise tutkuları, istekleri dizginlemektir ve bu erdem bütün sınıfların taşıması gereken bir erdemdir. Platon adaletin diğer üç erdemi de doğuran ve yaşatan değer olduğunu söyler. Adalet herkesin üzerine düşeni yapılması gerektiği biçimde yapmasıdır. İşte bu dört erdemin hepsi bir arada bir toplumu ve devleti düzenleyen ve yaşatan değerler olacaktır. Platon DEVLET'le olanı değil, olması gereken bir model devleti işaret eder.

  • Edebiyatta Tekelleşme ve Dergiler

    Anamalcı Düzene, Yayın Tekellerine ve Edebiyat Ağalarına Karşı Kimsesiz Yazar Ne yapar? "... Ne var ki bizde iletişim ortamı, burjuvazinin tekelindedir. İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Onurlandırılmayacağımız kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşullarını bulmalı ya da oldurmalıyız. Bunlardan biri, dahası ilki, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir. …" Bir soru, üstüne bir kütüphane dolusu kitap yazılabilecek konumuzu anlatmaya yetebilir aslında: Marx’ın, Kapitalist ekonominin girdiği her yerde her şey alınıp satılacak bir metaya dönüverir, sözü ya da Ernst Fischer’in Sanatın Gerekliliği kitabında yazdığı, Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm. Ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir ya da iyi bir yatırım yapmak için, deyişi isabetsiz bir varsayım mıydı? Anamalcı düzenin simgesi, hesap özeti, işletim, ayakbastı parası, ,... dahil düzenin garip meşruiyetini arkasına alıp en haramice yöntemlerle bizi tırtıklayan bir banka, okunmuyor, satılmıyor dediği kitapta ne arıyor olabilir dersiniz? Temel amacı her zaman para olsa da sunumu ve iktidarı yönünden çok farklılıklar gösterebilen tekelleşme, çoğu ülkede uygulamaları, serbest rekabeti ve fırsat eşitliğini yok etmesi nedeniyle yasal ve etik bulunmuyor. Ne var ki olmadığı ülke, yer almadığı bir alan yok. Kapitalist düzenin bir üretimi, belki de insanın engellenemeyen açgözlülüğünün demokrasiyi bile delik deşik eden yansıması olan tekel, hemen her alanda; ekonomi, siyaset, kültür, ahlâk da içinde… Önce kendi düşmanlarını yaratan, birilerini ötekileştiren, güçsüzleri teker teker emip yok eden, salt para, kazanç ve iktidar imansızlığıyla çalışan bir örgütlenme… Onu ilk algıladığımda üniversitedeydim. Devletimizin ekonomik tekelinin ürettiği dünyanın en kötü sigaralarını içmeye yeni başlamıştık. Kaçak sigaralar akıldışı fiyatlar, büyük cezalarla vaat edilmiş ülke gibi dururdu. Ayaklarını denetleyemediğimiz bir merdivene çıkmış, gökyüzüne bir avize takmaya çalışıyorduk. Gençtik, ama hiç çiçek açmayan baharlar gibiydik, öyle hüzün yüklüydük. Ezberlenmiş bir hüzündü bu. Başkaldırımız intihar yürüyüşüydü... Umutsuz şiirler, yazılar yazıyorduk. O yükseklikte, karşımızda bir ayna, ne kadar doğru dediğimizi ölçemeden, konuşuyor, ezberimizi seslendiriyorduk. Siyasî tekel bizi esir almıştı. Sistemi arkalayan karşı tekelse avantajını iyi kullanıyor, bizi tek tek, sözcüğün tam anlamıyla katlediyordu. Son dünya savaşı sonrasında geçerli siyasî düzen, düşünce ve biçimlerin kaynağı, çerçevesi olan demokrasiyi gelişen büyük teknoloji evrenin her yerine çiçektozları gibi dağıttı. Bu her ne kadar insanlığın yararına, mutlak yönetimlerin sonunu hızlandırmışsa da, demokrasiyi güçsüzlük gören özellikle azgelişmiş ülkelerde bazı kuruluşlar, kendi politik çizgisinin egemenliği için yollar arayacak, bu da siyasette tekelleşmeyi getirecektir. Siyasette tekelleşme, işlerliği oldukça anlamlı olan kurumları geri çekilmeye zorlayarak toplumun nefes alma özgürlüğünü yok edebilir. Kimi ülkelerde bu tarz tekelleşmenin, iktidarı da yanına alıp, kitleleri sürülere çevirdiği, demokrasiyi tıkadığı, yeni tiranlar, dukalar yarattığı, seçim mekanizmasını da işlevsizleştirdiği çok görülen örneklerden. Günümüzde yaygınlaşan salt demokrasi olmadı. Kapitalizm dünyayı örümcek ağı gibi sararken, doymayan bir ihtirasla yeni pazarlar, satılabilecek yeni ürünler peşinde… Artık büyük ülkelerin gelişmiş kentlerinde, fabrikalarında ve işçinin alın terinde çıkarlarını aramakla yetinmiyor. Onu para kazanmak uğruna kutupları kirletirken, uzayda ozan tabakasını delerken, dünyayı zehirlerken görebileceğimiz gibi, kavramları, hatta hiç akla gelmeyen somut olmayanları da metalaştırarak satarken görürsünüz. Kısaca her şey artık ticaretin konusu: İnançlar, sevgiler, acılar, dostluklar gibi sanat da pazarda… Bu paranın tanrılaştırıldığı, çürümenin evrenselleştirildiği bir dönem. Edebiyat bunların içinde belki de en anlamlısı. Çünkü edebiyatın inandırma, inanç, ahlâk, toplum oluşturma özelliği var. Yazarların bu yeni düzende kabullendikleri rol asıl sarsıcı olan. Hangi tekel daha çok kazanır da beni de yanına alır, aklıyla insanlığa ihanet ediyoruz, farkında değiliz. Çevremize bakınsak, çürümenin her türlüsünü aramadan görebiliriz. Kirli söylentilerle gölgelenmeyen çok az edebiyat yarışması var. Üç beş kuruş için uyduruk kalemleri Nobellik, ama hakkı yenmiş yazar gösteren ne çok dergi, gazete… Yeter ki parayı versin, herkes başımızın tacı; bakıyorsun çağdaşlık öğreten bir yayın organında çağın düşmanı kim varsa en gösterişli haliyle boy gösteriyor. Para için, ün için, iktidar için utanma duygumuzu yitirdik. Çok saygın isimlerce göklere çıkarılan, yüz binler satan kitaplar, altı ay sonra kimsenin anımsamadığı oluyor. Bilmem ne belediyesinin, bilmem hangi üniversitenin kıt kaynaklarından umulmadık harcamalarla yapılan adı göklere çıkarılan, içi tamtakır etkinlikler, festivaller düzenleniyor. Açlıktan nefesi kokan, ömründe kitap görmemiş, gereksinme listesinde en son sanatın yer aldığı izleyicilere bakıyorsun… Davetli sanatçılara sonra… Al gülüm ver gülüm, her yerde aynı isimleri görüyorsun. Bilmem ne kolonisi gibi çalışan, yontulmamış bir iktidar hevesiyle kazaen kurulmuş A derneği, B takımı… Ya da siyaset tekelinin bir uzantısı, bir eski zamanın olmaya özenmiş, özenmekle kalmış şair eskisi. Sanatta ne yapmış bu, diye bak, bir şey bulamazsın. Yozluğun dayanışmalı tekeli… Basın – iletişim araçları, yani dünyadan haber alma özgürlüğü, insana uymayanı ortaya koyandır. Bu da muhalifliği getirir. Ne var ki bizde iletişim ortamı, ya burjuvazinin tekelindedir ya ilkel siyasetin emrinde, en çok da egemen iktidarın... İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar ya da beyni yıkanmaya aday saf gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Karnımızın doymayacağı kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşulları bulmalıyız. Bunlardan biri de, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir…mi? Evet olabilir, yol uzar, ama olur. Ticarî tekelleşmeden kabul görmeyen yazarın vazgeçilmezi olan imece dergilere önem vermeliyiz. Ekonomik bir hesabı olmayan, imece yaşayan bu dergilerde de toplumsal hastalıkların bir bölümünü görmek doğal. Doğalarından kaynaklı engeller, en büyük benim duruşu, biz olmazsak dünya dönmez, edebiyatı biz kurtardık tavrı hepsinde var. Profesyonel olmayışın argınlığını, imece yapılanmanın ekonomik açmazlarını, kurumlanamayışın çok başlılığını, arka aramanın kuralsızlığını taşısalar da işini en etik yapan özgün girişimler onlar gene de. Varlıkları bir şans. Onlarda tekelleşme yok mu, var tabi, hem de en keskini. Olması gereken de bu. Çünkü her dergi bir anlayış, kendine özgü bir gelenek oluşturma gayretidir. Bunlar yoksa neden çıksın ticarî hesabı olmayan, ama dünya emek, sıkıntı isteyen bir dergi? İşte onun tekel olma tavrını hoş gösteren de bu. Tekel bir çıkar savaşıdır, yani para kazanma mücadelesi… Sözünü ettiğimiz dergilerin parasal bir şansları yok zaten… Yalnız yazarın sığınabileceği bize özgü bir liman gibi duruyorlar hala. Başka türlü yazar okura nasıl ulaşacak, başardığıyla nasıl yüzleşecek? Tabi bir gazetenin eki bilmem ne kitaba bir sayfa ilân için birkaç kitap basım parası verecek gücünüz varsa sorun değil, ona yaslanın. Ki bu sadece reklâmdır, gereklidir, ama yazarın ilklerinden olan yazısıyla kabul görmek değildir. Bir çıkar birlikteliği, ötekilere yaşama hakkı tanımayan bir iktidar savaşı olan, kimi zaman toplumun güçlerini kullanarak kendini meşrulaştıran tekelleşme, öteki rol sahiplerini de zorlayacaktır günü gelince. Bu yolda en acımasız yöntemlerin, en etik dışı söylemlerin kullanıldığı, büyük bir kuralsızlığın egemen olduğu olur. Kimi zaman giderilmesi olanaksız yaralar açarak yerleşmeye çalışan tekelleşme, toplumsal kurumları dönüşümsüz bir biçimde yok ederken şiddeti egemen kılabilir. Bu da demokrasiyi kemirir. Ülkemizi 12 Eylül müdahalesine taşıyan süreci bu yönlü keskin bir örnek olarak anımsayabiliriz. Tekelleşme insanlığın yararına çalışan bir peygamberlik değil elbette. Ne var ki günümüz tekelleri, serbest rekabeti yok edip çok para kazanmak amacın da olsa da, çıkarcı yapısını insanlık yararına bir dinmiş gibi sunmayı, insanı kul yapmayı iyi biliyor. Bozuk sosyalizasyonun ürettiği yalnız insana oynuyor. Birlikte daha güçlü olunacağını iddia ediyor, aitlik vaat ediyorlar. İnsan doğasının güç ve iktidar düşkünlüğü, yalnız bireyin korunmasızlığı ve güçsüzlüğü çoğu kez aidiyetleri yaratandır. Oysa tekelleşme birliktelik değildir, egemen bir güç ve ona hizmet edenler vardır sadece. Sizi birey olarak hiç hesaba katmayan bir egemenliktir bu. Bu yapısıyla güçlendiği toplumlarda, etik değerleri hızlı bir değişime uğratan günümüz tekelleşmesi, ekonomi, siyaset medya üçlemesinde başladığında değerleri hızla eritirken, düşünceye, sanata, yazına sıçrayınca artık poetika, erdem birilerinin istediği, dayattığına dönüşüyor ve gerçek çürüme başlıyor. Yaygın iletişim ortamında ağır reklâm bombardımanına uğrayan bilinçsiz birey, karşı koyma yeteneğini yitirip piyona dönüyor. Teflon tava kullanmayan uygar değildir, bu partiye destek vermeyen, şu gazeteden başkasını okuyan vatan hainidir, mercimek yemeyen gelişemez, keçeye kılıç çalmayan, bizim gibi inanmayan kâfirdir… söylemleri yabancımız değil, örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bir aşamadan sonra onun dediği yazıyı okur, onun önerdiği kitabı satın alır, ideallerini savunur olursunuz. Altyapısız, hele umarsız insan hızla değişir. Dünün toplumcusu, bugünün post modernisti kesilir, dünün solcusu, bugünün sağcısı, bugünün solcusu, yarının sermaye bekçisi olur erinçle. Kurgusunu, kitabını birilerinin özenle, cilâlayarak hazırladığı ve sizin de ezberlediğiniz yeni bir dininiz vardır. Ne kadar ümmet olduğunuz kimsenin umurunda olmasa da cüzdanınızı onların emrine vermeniz çok anlamlıdır. Bu yeni tip aitlikte görünmeyen eşkıyalarca soyulurken kendinizi mutlu bile hissedebilirsiniz. Oysa nasıl ki küçük işletmeler, serbest piyasa ekonomisi, tekelleşmenin acımasızlığına engelse, anlayış ve ideoloji tekelini kıracak olan da kul olmayı yadsıyacak bireydir. Çağımızın insanlığa en büyük armağanının, bireyin ordusu, surları, kaleleri, topları tüfekleri olmadan ya da İnce Mehmet tipi bir aykırılığa düşmeden kendini ifade edebilme yeteneği kazanmasıdır, diye düşünüyorum. Kuşkusuz bozuk kentleşme ve ahlâk erozyonu sonucu yalnızlaşan insanımızın kederi savunulamaz. Bireyin özgür ve özgün düşüncelerinin tektipleşmeye, sürüdeki herkes olmaya, o sonsuz huzura, kireçlenmiş ruha bir tavır olacağına inanırım. Direnen, güç ve çıkar birliğinin omurgasını kıracak olan bilinçli bireydir. Bireysel anlayışın üstünleşmesi demokrasinin en büyük ütopyası olmalı. Çünkü renkler ve ülküler bireyden çıkar, kitlelerden değil. Bu idealist düşünceler yaygınlaşıp, paylaşıldıkça, paydalarında buluşuldukça evrensel güzelliğe yaklaşılır. Son başarı için kitlelere, aydınlık düşünceler içinse bireye gereksinme vardır. İsa vardı diye Hıristiyanlık, Muhammet vardı diye Müslümanlık vardır. Sokrat vardı diye felsefe, Spartaküs vardı diye başkaldırı vazgeçilmezidir insanın. K.Marx vardı diye emekçi sınıfın hakları fark edilmiştir. Atatürk vardı diye, çağdaş Türkiye oluşmuş, azgelişmiş ülkelerin, gelişmişlerin oyuncağı olması kaçınılmaz kader olmaktan çıkmıştır. Toplumsal mücadeleyi ne kadar savunursak savunalım, aydınlanmada bireyin önemi görmezlikten gelinemez. Yazarın ise belki ilk adımı, belki vazgeçilmezidir kendi olmak, her şeye ve herkese karşı farklı düşüncelerini savunmak… O düşüncelerdir, egemen güce ilk tavır. Donkişot benzeri bir başkaldırı gibi gözükse de gerçekte daha büyük bir ideali yaratma gayretinin, yani bulamadığının yerine, daha evrensel olacağını savladığı bir din üretme gayretinin ilk adımıdır da… Yazar bu çıkışla ayağa kalkarken azgın insan nehrinde ötekilere, en çok da mazlumlara tutunulabilecek bir dal olma savındadır. Bir kuralsızlık içinde gidiyormuşuz gibi dursa da, yazın dünyasının bir ekonomisi var. Başka türlü durmadan kurallarını ve beklentilerini yükselten dağıtım firmaları, irili ufaklı yaşam savaşı veren yayıncılar, karşılarında giderek devleşen, tekelleşen banka yayıncılığı, şu an içinde bulunduğumuz Tüyap ve benzeri pahalı dev organizasyonlar olan kitap fuarları nasıl yaşar, nasıl bir uyumla çalışır? Kuralsızlık bizde çok rastlansa da, ekonomi kuralsızlığı hiç af etmez. Az düşünsek para için yapılmayan / yapılamayacak sanatın, sanatı üretmeyenlerin ekmek kapısı olduğunu görmek zor değil… Kimisinin ise bol kazançlı işi… Kültürün politikası ise bir kültürsüzlük terörü… Basın tekelleri, kimi devlet desteği ile yayıncılığa, hatta satıcılığa, dağıtımcılığa… kısaca her alana el attılar. Elerinde bulunan iletişim araçları yoluyla, reklâm gücüyle dayattıkları kitaplar peynir ekmek gibi satılıyor. Ötekilerin hiç şansı yok. Yaşar Kemal çağını tamamlamış bir anlatıcı onlara göre, post modernist kim varsa o çağdaş roman yazarı… Yerli donanım yetmeyince uluslararası yayın tekellerinin bayatlamış kitaplarına sarılıyorlar dört el. Kısa sürede liste başı oluyor bastıkları… Bütün kitapçılarda birer 'çok satanlar' köşesi bulunuyor artık. Kaçı okunup bitiriliyor, kaçı adını hak ediyor o ayrı… Her taraf kitabı yayınlanmış köşe yazarlarıyla, öte yandan da ün kazanmış bütün yazarlara köşe açan gazetelerle dolu. Onlarda, doğal olarak nerden gelirlerse gelsinler, sermayenin, oku dediğini yinelemekten öte bir şey yapmıyorlar. Başlarına şıh sarığı geçirilmiş ama marifeti meçhul insanlar çoğu. Marangoz, ama adı var ya, kuyumcuya da ayar öğretiyor. Bir örnek, oynadığı role göre hayli yorgun bir başka değerimiz, bir gazetenin kitap ekinde dergici ül azam, dergiciler piri… O demişse, kapanmış dergiler, çıkma söylentisi olanlar bile azizleşiyor. Bir sağ dergilerde, bir sol dergilerde artık kimsenin paylaşmadığı yazısına yer buldukça hümanizmanın doktoru kesiliyor. Bugün keşfettiğin bu hümanizma dün nerdeydi, diye kimse sormuyor. Belki de gereksiz. Asıl onlara o rolü verenlere sormalı. Niçin? Ellerine geçirdikleri köşelerde günüyle, ülkesinin nabzıyla hiçbir yanıyla örtüşmeyen yazılar yazıyorlar. Hiç yinelemedikleri, elli yıl önceden kalmış artık sislenmiş, yıpranmış dağarcıklarından ne geçerse ellerine, onu iktidarın büyük sarhoşluğunda güncel sosla kolajlayıp yazıyorlar. Taht verip taht alıyorlar. Kim bu ulu büyüklerimiz? Ne olmuş edebiyata katkıları, diye kimse sormuyor? Nazım Hikmet mi, Orhan Kemal mi, Kemal Tahir ‘mi, Sait Faik mi bu dostlar, hakkı yenmiş, şimdi itibar iadesi yapılıyor? Yaratıcı sanatta büyük değerlerimiz Yaşar Kemal ya da Nobelli yazarımız Orhan Pamuk bilirkişi olsa neyse. Ki onlarda gündelik siyasette bilirkişiliği yeğliyor, ayrı. Ah marangoz, diyesi geliyor insanın, Attila İlhan dışında hep hata mı yaparsın, diyesi… Gerçekte belki de işimizin güzel yanlarını görmüyoruz. Benzer koşullarda yazarın, öteki sanatçılardan daha şanslı olduğu kesin. Satmasa da yazmasını engelleyecek bir güç yok. Beklenti para değildi ki zaten, daha çok okunmaktı, o olsa bari. Kitabı gereğince yapacak, tanıtacak, sonra satacak becerikli bir yayıncı bulabilse… Bulsa tekelmiş mekelmiş diye hiç bakmayacak da… nerde? Artık tekeller, yazdığına değil, 60’ların Almanya’sı gibi, dişine bakıyor, gözüne bakıyor… ünlü değilsen, kim okur seni diyerek, kitabını basmıyor, dağıtmıyor. Bırak kitabı, az çok okuru olan dergiyi de dağıtmıyor, üste para istiyor. Ünlü olup da satmayan kim var ki? Şarkıcı, politikacı, işadamı, mafya ya da derin devlet eskisi… Kim ne bulursa onu yazıyor ve satıyor da… Edebiyat mı? O, Edebiyattan kovulalı çok oldu, bize yeni yeni yansıyor. Bizim tekellerimiz de bize benziyor, kendimiz üretemeyiz, kopya ederiz, o da Batı’dan olacaktır tabi. Kapitalist edebiyatın başka umarı mı var sanki? Ne gerek var onca betimlemeye, tahlile, edebi karakterlere ve tutarlılıklar derdine… Ne gelirse aklına yaz işte. Yeter ki adın olsun, yeter ki reklâmın yapılsın, bak bakalım satar mı satmaz mı? Yazarın yazmak dışında ne olur derdi, okura ulaşmak değil mi? Değilmiş. Geçenlerde birçok ünlü yazarın konuk olduğu, niçin kitap okumuyoruz konusunun irdelendiği bir program izledim. Söz korsan kitaba geldi. Bir yoluyla tekelleşme yolundaki yayınevlerine kapağı atmış arkadaşlar, konuyu bırakıp korsanı tartıştılar uzun zaman. Kimse kitap fiyatlarındaki anormalliklerden, bir liraya mal olan kitabın on katına satıldığından, asgarî ücretle ortalama otuz kırk kitap alınabildiğinden, yayın, tanıtım, dağıtımın tekellerin elinde olmasından, küçük yayınevlerine ve sıra yazara yer kalmayışından, korsanın bile onlara yüz vermediğinden söz etmedi. Yazar bile sahibinin sesi olmuş. Bu işten para kazananlara, kültüre katkın var diye vergi iadesi veren devlet, yazarın bin bir güçlükle yaptığı kitabına, sözde onu korumak adına, denetim pulu için para istiyor. Sevgili şair Ecevit’imizin giderayak iyiliği bu. Önce her yazar boynunda yazarkasayla dolaşsın diye düşündüler, baktılar olmayacak, bandrol bulundu; dolaylı vergi… Olmayan kitap korsan kabul ediliyor. Kuşkusuz korsan kitap etik dışı, kuşkusuz hırsızlık, bizzat yayınevi tarafından el altından satılanları saymazsak… Hepsi değil ama bir bölümünün bunu yaptığı kesin. Bu ülkede değme matbaa tasarlanmış kitabı kusursuz dizemiyor, ali okulu mezunu arka mahalle korsanları 500 sayfalık özel cilt kitabı birebir taklit edecek, inanması zor. Sen kitapçıya 19,5 liraya sat, diye ver kitabı, öte yandan elim darda, diyerek sahafa, toptan alana 3- 5 liraya… İnternetten 9,5 liraya sat. Kelepir kitapçı dükkânları ne çabuk unutuldu? Ne oluyorsa esnaf erdeminden söz eden kitapçıya oluyor. Bu da başka bir hırsızlık tekeli. Hırsızlık da bana ne oluyor? Bu ülkenin kolluk güçleri yok mu? Kitap dediğin esrar gibi zuladan mı satılır, sanki? Hem paramı, kullansın diye yatırdığım bankanın, işletim adıyla benden kestiği yasadışı parayla yaptığı ve sattığı kitapların korsanlığı o bankayla yetkilileri bir de korsanları ilgilendirir, beni değil. Kara para aklama sürecinin bir parçası gibi de duran korsan kitapla mücadelede önceliği yetkililere bırakmak doğru bir adım olabilir örneğin. Bize bunu dert ettiren de düşünce tekeli... Onlar gibi düşünür oluyorsunuz. Beynimiz günün akşamına kadar iletişim araçlarınca yıkanıyor ya artık ezbere konuşuyoruz. Bu yayın tröstlerinin karşısında Guliver’in Devler Ülkesinde’ki haline dönmüşken daha çok yazdığımıza, kendi sorunlarımıza bakmamız gerekmez mi? Benim yazar olarak, ülkemdeki bütün sorunlardan haberdar olmam gerekli elbet. Ne var ki önceliğim kendi alanımda olmalı. Kendi işimi bilmiyor, iyi yapamıyorsam, dünyayı bilsem ne olacak? Peki bu cephede durum ne? Yazar, satmanın yükselişin başlangıcı olduğunun farkında. O zaman herkesin işaret ettiğine bakıyor. Ne demiş Batılı? Edebiyatta her şey yazılabilir. Bizim iç kırıcı bulduğumuz ya edep dediğimiz bu söz, hele sansür gözüyle düşünürsen bir düş gibi gözükse de, içerdiği anlam yönünden ürkütücü… Edebiyat o kadar kolay değil diyorsunuz değil mi şimdi? Kolay aslında, aybaşı sancılarını, üç beş iç gezinmesini, iki de ağza alınmayacak aşk maceranı yazdın mı, bir de tekelleşme elinden tutarsa Nobel bile alırsın. O da yetmezse mezhebine, hapishane anılarına, siyasetine yaslanır, bir başka tekelleşme üretir, yükselirsin. Düşünce yazısı mı diyorsun, ondan kolayı mı var? İki samimiyetsiz, burada ne işi var şimdi, dedirten yoksul sömüren cümle, birkaç 12 Eylül öncesi söylem, bir yazarla tanışıklığını, omzuna dokunmasını, seni sevmesini / sevmemesini, bir başka egemen anlayışın neresinde yer aldığını anlatır, biraz dedikodu, biraz siyaset yapar… bir eşsiz edebi yazı çıkarırsın ortaya. Doğrudur, edebiyatta her şey yazılabilir, sadece kullanılan biçim ve dil her şey olamaz. Bu dil, bu biçim, bu anlayışla bırakın batının işaretine bakan tekellerin gözüne girmeyi, ülkemiz çocuk edebiyatında örneklerini çok gördüğümüz taklit Harry Potterler bile yazamazsınız. Uzun cümle bile kuramayan bir edebiyat; kişisel anılarını, bunalımlarını, cinsel sorunlarını, aşktaki beceriksizliğini… tek malzeme gören, liseli öğrencinin günlüğü gibi aktaran bir edebiyat bu kadar olur. Edebiyat olmaz, ama tekel, ben satarım diyorsa, satar. Siz de büyük yazar olursunuz. En iyi kendi yaşadığımızı bilmez miyiz? Karl Marx, insan doğanın talihsiz çocuğu, der ya, çok talihli bir insan olmadığımı düşünürüm. Gözümü açtığım 60 İhtilâli, kan gövdeyi götüren, siyasî tekelleşmenin kendini şiddeti de kullanarak kabul ettirmeye çalıştığı savaş alanında piyon olduğumuz 60 – 80 yılları, 12 Eylül açık faşizmi, sivili, askeri yığınla darbesi, hiç nefes aldırmayan ekonomik sorunları, bitmeyen iç çatışmaları, nerede duracağı bir türlü belirlenemeyen, yerini bulamayan kadını erkeği, genci, çocuğuyla talihsiz bir ülke olduğumuzu da… Tekeli ilk algılamamdan bu güne onca yıl geçti. Şimdi ne değişti? O kötü sigaraların üreticisi tekel, iyileştirilecek yerde, yabancı tekellerin çıkarına yok edildi. Siyasî tekelleşmeler iki kutuptan bin kutba çıktı. Ben, gene ayakları yere tam basmayan bir merdivenin üstünde gökyüzüne avize takmaya uğraşıyorum. Gene aynalara konuşuyorum, gene ne kadar doğru dediğimi ölçemiyorum. Uğruna savaştığımı sandığım halkım, gene bana çok uzak ve gene bir dağ gibi sessiz, gözlerine gözlerine bakıyorum, boşuna, bana gene yanlış yapıyorsun der gibi mi ne?… Ne var ki bir fark var gene de: Şimdi sesimde hüzün yok, kimsenin sesi değilim. Aldırmıyorum, çünkü bu kez bir tekelin ezberini yinelemiyor, ülkemin algıladığım gerçeğinden kendi sesimi bulmaya çalışıyorum. Ötekiler kimin umurunda, ben inandığımı söylüyorum. Yanlışsa sözüm, zamanın çöplüğünde erir gider. Ama ya doğruyu söylüyorsam?.. Bu ülkede edebiyatçının, yazıncının konu sıkıntısı çekmeyeceği ortada olması bir yana, onuru olan edebiyatçımızın tarihsel bir sorumluluğu da var. Onun bütün çıkarların ve beklentilerin üstünde özgürce yükselen sesi ümit edilen geleceği kuracak objektif, doğru, tarafsız tek sestir diye inanıyorum. Her şeyin yazılabilmesi bu açıdan çok önemli bir özgürlük ve ilk adımdır. Ne var ki edebiyatın içini boşaltmak, edebiyattan edebiyatı kovmak değil. Bu bakış açısında halkıyla, insanıyla ilişkilendirilmiş yazın eseri değerlidir, satmasa da, okunmasa da… Görülmüştür ki moda bakış açılarının ya da tekellerin ürettiği çok kitap, kısa sürede tarihin çöplüğünde yer alıyor; ancak nitelikli olan yarını kucaklar. Nietzsche Ağladığında en çok satan kitaplarından oldu, şimdi nerde? Tekelleşmenin satma gücünü kanıtlıyor bir tek. O zaman kendi çapında yayıncı belki az, ama iyiyi yapmaya gayret ederken, okura büyük iş düşüyor. Nasıl ki demokrasinin umulanı vermesi için bilinçli seçmen istiyor, iyi edebiyat da seçmeyi bilen okur bekliyor. Kolaya reklâma bakmayan iyi kitabı arayan, bir kitabı en ucuz nasıl alacağını yasal zeminde bilen tüketici bilinçli okur gerekli bize. Kuşkusuz okura yol gösteren iyi eleştirmen ve dergiler de önceliklerimiz arasında... O zaman eleştirmenlerin de kitap eleştirisi adıyla eş dost kitabını övmeyi ya da moda bakış açılarını gözlük olarak kullanmayı bırakıp, editörün işi olan nokta virgülle uğraşmayı öteye geçip yapısalcı değerlendirmelere başlamalarını bekliyoruz. Dergilerin de popüler olana aşkla hizmetin yerine nitelikli yazan, ama arkasızlıktan sesini duyuramayana açılması beklenen kuşkusuz… Ne kadar yazsak da, konuşsak da, yazar kendi sesi olsa da her şeye karşın bir soru ortada kalacak biliyorum. Basım, Dağıtım ve Okura ulaşım nasıl olacak?.. Çünkü bu yön parayla gerçekleşebilecek bir süreç ve para, akıl gibi, yaratıcı güç gibi, hatta kimi coğrafyalara denk gelen elmas gibi masalsı bir biçimde arada bir yoksullara denk gelmiyor. Bir çıkış kapısı bulamıyorum. Çünkü vahşî kapitalizme görgüm, bilgim yetmiyor. Gene de bir yol aklıma gelmiyor değil, dağıtım, yayıncı, anlayış tekelini kırmak, direk okura ulaşmak bağlamında iyi bir çözüm gibi duruyor, o da:Korsan Kitap Yazmak...

  • Eski İmece-2

    Daracık kapının önüne dizilmiş telis çuvalları görünce , ‘…Burada telis çuvalın işi ne? Burası dergi kapısı, samanlık seyranlık değil ya!..’ bilsemesiyle kapıyı çalıp girdim. Hoş geldinizin ardından Nebi Öğretmenim yüzüme ezik bakarak; “ Bana yardım eder misin? Postane kapanmadan dergileri postaya verelim. Sonra gelir konuşuruz, çayımızı içeriz .” dileğini sıralayıverdi. “Tamam, Nebi öğretmenim. Benim de İmece’ye katkım olsun.” Kalkıp kapıdan dışarı çıkarken yakaladığı elinden kocaman bedeninin sıcaklığı bedenimi ısıtırken, babamın yanındaymışım duygusu içimi yaladı. Gözleri ıslanmıştı. Birer telis sırtlayıp arka arkaya indik Demir İşhanı’nın merdivenlerinden. Yakındaki Büyük Postane’ye iki dönüşte taşıdık, kalan son telisi de sırtlayıp getirdiğimde, Ankara öğle sonrasının soğuğundan korkmuş olmalı ki; “Koş git dergide bekle beni, terledin, hasta olma!” duyarlılığındaydı. Küçük çalışma odası yine de sıcaktı. Tahta sandalyeyi çekip eski masada sürdürümcülerin adreslerini sarı zarflara yazıp sıralıyordum. Mehmet Koç öğretmen dalgın, sigara dumanları arasında gelen yazıları okuyup ayırıyordu. Kapı tıklatılıp açıldığında içeriye girene başımı çevirip bakarken, Koç öğretmen ayağa kalkıp elini uzatırken; “ Hoş geldin Kartal*! Nerelerdesin kardeşim? Yazın geliyor kendin görünmüyorsun.” “Hoş bulduk Koç! Buralara kadar yolum düşünce uğrayım dedim.” Kartal’ın önemli biri olduğunu duyumsadığımdan ayağa kalkmıştım, köşeden bir kırık sandalye alıp güneş giren pencere önüne sırtını vererek oturuvermişti. Önüne dikilip ‘… Hoş geldiniz! ..’deyişimi önemsizleştirmişti. Koç Öğretmenim; “ Arkadaş Öğretmen Okulunda Öğrenci, Makal’ın da yeğeni. Her hafta uğrar, yardım etmeye çabalar.” dese de ilgi göstermemişti. ‘…İmece de ara sıra yazılarını okuduğum ‘Kartal’bu muymuş?..’ bilsemesinde işimi sürdürürken, anlatılanlardan Eskişehir’de Tarih Öğretmeni olduğunu, ODAİE’nde öğrenci olduğunu da öğrendim. Asıl ilgimi çeken giysileriydi. Lacivert takım giysisi ak gömleği ve kırmızı kravatı, ütüsü, ayakkabılarının parıltısı ilgi çekiciydi. İlginçliğini tamamlayan yüzünün ak ve tıraşlılığından çok, kara saçlarının parıltılılığı, taranış biçimiydi. Bacak bacak üstüne atıp küçük taneli Oltu tespihini çakarken de ilginçti ama odaya soğukluk yansıtıyordu. Dadal Öğretmenim kapıdan eğilip gördüğünde içeri girmeden hanın çaycısına dört çay söylemeyi unutmadı. Elini sıkıp hoşlarken kırmızı Türkmen yüzünde bir sıcaklık da görülmedi. “ Yorulduk ama işi de gördük!” diyerek geriye kalan tahta sandalyeye otururken sıkışan soluğunu koyuverdi. Gelen çaylarımızı içerken içim ısınmış işime daha içten sarılmıştım. Dadal öğretmenim de ortalığı toplamaya başlamıştı. Kalan dergileri sergenlere yerleştirip kitapları düzeltirken Koç öğretmen kendinden geçmişçesine anlatıyordu. “ Milli Demokratik Devrim tamamlanmadı aslında. Kurtuluş Savaşı başlattı ama tamamlayamadı. Atatürk’ün erken ölümü ülkemiz için şanssızlıktır. Kaldığı yerden sürdürmek gerekir.” dedikçe Kartal Bey kızışıyordu. Kendisi gibi süslü sözcüklerle yanıtlamaya çalışıyordu. “ Bunlara gerek kalmayacak devrim gerçekleşince. Denenmiş örnek gözümüzün önünde, Sovyetler nasıl yapıyorsa uygularız olur biter. Yorma kendini Koç kardeş.” Koç öğretmenin susası yoktu, ağzı köpüklenerek sigara dumanları içinde anlatmayı sürdürüyordu. Bir yandan işimi sürdürürken de usuma not düşüyordum. ‘Ne demek milli demokratik devrim, Sovyet modeli, devrimler nasıl yarım kaldı? Öğrenmek gerek bunları.’ Dadal öğretmenim sırık ucuna geçirilmiş eski bir süpürgeyle yerlere dökülenleri süpürürken kapıyı da açmıştı. “ Toz toprak içinde devrim mevrim olmaz, önce yaşadığımız ortamı temizleyelim,” derken alaysı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu. Kartal, tozun görüntüsüne, saçına, ayakkabılarına zarar vermesinden mi, yoksa sözlerden mi ayağa kalkıp küçücük boşlukta gezinirken pencereden dışarılara bakınmaya başlamıştı. Koç öğretmen Kartal’a: “Otur, sözü tamamlayalım!” derken Kartal dışarıları süzüyordu. Dadal Öğretmenim de sandalyesine oturup ikinci sigarası yakıyordu. “ Yok oturmayacağım. Hava fena değil, Ulus’dan Kızılay’a doğru ağır ağır yürüyeceğim belki bir kız tavlarım. İki yıl buradayım, inanması için bir yüzük takarım. Okul bitince de çeker giderim.” Dadal öğretmenimin Erciyes dağının eteklerince engin yüzünün alev aldığını, gözlerinin kocaman olduğunu görünce içim titremeye başladı. “Kartal! Bildiğimce sen evlisin değil mi?” “Evliyim abi! Hanım Eskişehir’de bir ortaokulda görev yapıyor.” “Sokaklarda sürteceğine evine gitsen!” “Yol uzun, masraflı oluyor. Hem bir değişiklik olur benim için.” “Aynı değişikliği yengemiz de yaparsa ne b..k yiyeceksin?” “Yapamaz benim gibi bir adama!” “Bilemem de aklıma takılan bir şeyi soracağım.” “Nedir Dadal abi?” “Sabahtan beri Koç’la kafa s..ktiniz devrim nasıl olur diye. Senin devrim anlayışın ‘… Kapıya şapkayı asıp girmek…’ kazığında bağlı geldi bana. Gideceksin… Suçu günahı olmayan genç bir kızı tavlayıp tertemiz duygularını kötüye kullanacaksın… Sonra da çekip kaçacaksın. Kız ne olacak diye de düşünmeyeceksin… Yaşamın boyunca duyuncun nasıl dingin olacak? İnsanların karşısında nasıl dürüstlükten devrimcilikten söz açacaksın. Kötülük yakamızdan düşmez, nereye gidersek bizi izler. Beklemediğimiz bir yerde, belki de kalabalıklarda yüzümüze dikiliverir. Delikanlı olmalısın, bizim Türkmen töremizde buna yol düşkünü derler. Toplumdan da uzak tutarlar. Yoksa yazdığına da inancım, saygım kalmaz.” Şaşkınlık içerisindeydim ‘yol düşkünü’ ne demekti? Düşünürken kapıyı açıp dışarı fırlayan Kartal öğretmen; “ O sizin dünya görüşünüz, tutucu bir yol. Çağdaş olun biraz!” diyerek kapıyı çarpıp çıkmıştı. Suskunluk odayı basmıştı ama içimdeki kırıklık acıya dönüşmüştü. ‘…Dergideki yazılarını, şiirlerini okumuştum. Boşuna mı okudum?..’ yazıklanmasında kararsız kurgulardayken yerinden kalkan Dadal Öğretmen pencere önüne, Koç öğretmenin yanına yaklaşarak döktü içini. “ Nerden çıkar gelir böyle zirzoplar bilmem? Yazdığına, kalıbına bakarsan adam bellersin. Ettiği sözler şu çocuğun ağzından dökülse güler geçerim de bunun sözleri ağırıma gitti. Bundan sonra gelen yazılarını ben okuyacağım.” Koç öğretmen, kaşla göz işmarla üç çay istediğini vurgulayınca kalkıp dışarı çıktım. Toplum Yayınları’nın kapısında bir kalabalık vardı. Birkaç kişi çıkarken bir kaçı da girmeye yönelmişti. Ocağa yönelip çayları söyleyerek içeri girdiğimde kapıda gördüklerimden biri Kartal’dan boşalan sandalyede oturuyordu. Bizi koç tanıştırdı Talip Apaydın’la. Şaşıp kalmıştım beklemediğim karşılaşmadan. Yarım saat önce sinirlendiren Kartal’dan sonra; efendiden, orta boylu, sıkıntılarını içine saklayıp gülümseyebilen, konuşurken sesindeki okşayıcılıkla gönül alan, gençlerle çabukça iletişim kurabilen, Talip Apaydın öğretmenimin elini öptüm. İçim sevgi ve saygı kaynamasına durmuştu. Kucaklarken, yaptığım işe beğenisini dilendirdi. Söz arasında da; “Makal’ı görüyor musun bu günlerde? Ben de görmüyorum epeydir. Adana’dan da sürülmedi mi daha?” “ Görmüyorum Talip öğretmenim. Ben zaten cumartesi günleri çıkıp geliyorum buraya. Pazar günleri okuldan çıkmıyorum.” dedikten sonra susmak gereğini duymuştum. Amasya öğretmen okulundan, Tokat’tan söz açıyordu. Soruşturmalardan, müfettişlerden, kararlardan usandığını, durumunu buralardan araştırmaya geldiğini, Fakir Baykurt’u görmek istediğini anlattıktan sonra; “Sizi çiğneyip geçmek istemedim Dadal’ım. Nasıl gidiyor işler? Benim kitapların satışı nasıl?” “İyi Talip can! İstenen her yere gönderiyorum. Ortakçılar çok satıyor.” Birden yüzüme baktığını duyumsadım. “Sen okudun mu?” “Okumadım öğretmenim. Memleketten param gelince alacağım.” Dadal Öğretmenimin yüzüne bakıyor, belki de gözle istiyor. Dadal Öğretmen’in uzattığı “ ortakçılar” kitabının kapağını açıp cebinden çıkardığı görümlü kalemle imzalayıp uzatırken de gönlümü almayı unutmuyor. “ Parasını düşünme! Makal’ı görünce alırım.” Dergiye gönderdiği yazıları anımsatarak kalktığında, elini öpüp teşekkür etmeyi unutmadım. Kapıdan çıkıp merdiven başına dek uğurladıktan sonra odaya dönmüştük. “Benim gitmem gerekiyor. Yemeğe yetişmeliyim! Akşamın karanlığı çökmeden armağan kitabı alıp ayaklandığımda, Dadal öğretmenim az önce karıştırdığı tereklerden bulduğu kitabını da imzalayıp iki dergiyle tutuşturdu elime. “ Boş kaldıkça okursun. Yine bekliyoruz haftaya.” Ellerini sıkıp iyi akşamlar dilediğimde merdiven başı kararmıştı. İki kilometre yolu koşar adım gitmem gerekiyordu. Cebimde yirmi kuruş yol param da yoktu. __________________________________________________ *NK. Daha sonra yanlış davranışları nedeniyle soruşturmalarımıza da konu olmuştu. Uzun yıllar sonra Tarih üzerine yazdığı kitapları olduğunu öğrendim.

  • BİRAZ DA TÜRKÇE ÜZERİNE

    Herkesin kargası kendine şahin gözükür ama Türkçe bütün dünya dillerinden çok ama çok farklıdır. Kesin katı şaşmaz kuralları vardır. Acayip ırkçıdır. Yabancı kelimelerden ve hele eklerden hiç hazzetmez. İçine alınan yabancı kelimeleri hemen hazmeder.Eğer büker,değiştirir ve illaki onu Türkçe’ye uygun hale getirir.Örnek mi istiyorsunuz.Alın Muhammed adını. Biz de olmuş Memet. Nardüben-merdiven Char-şenbe: Çarşamba Came-şur: çamaşır Müddeiumumi-müddeyim(savcı) Okuyucuyu sıkmamak için fazla örnek vermiyorum. Özne+nesne+yüklem sözdizimi temel yapısıdır Türkçe’nin. Bu dizilişte değişiklik yaptığında anlamda kaymalar, konuşmada zorluklar oluşur. Bir başka özelliği ise önemsenen nesne, öğe yükleme yaklaştırılır “Yarın taksi ile Erzurum’a gideceğim” dediğimizde Erzurum kelimesi önemsenmiş olduğu için “gideceğim” yükleminden önce kullanılmıştır. “Yarın Erzurum’a taksi ile gideceğim” dediğimizde ise “taksi” önemsenmiştir. Yani başka bir araç ile değil de taksi ile gidileceği vurgulanmıştır. Ek ve köklerden yeni kelime türetmek ise adeta kesin kurallara bağlanmıştır. Bütün bunlara öğrenen yabancı dilciler Türkçe’nin matematiksel bir yapıda olduğunu bu nedenle de dünya dili değil de UZAY dili olduğunu söylerler. Latife bile olsa Türkçe’nin önem v e değerini vurgulamış olurlar. Ne var ki son yıllarda TV lere çıkan sözüm ona muhabirler, yorumcular sanki Türkçe konuşmaktan utanırcasına illaki yabancı kelime kullanmaya merak salmışlardır. Onu da yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Yönetici dese dilini eşek arısı sokacak sanki. Moderatör der.Yüzyılların ahlakı oldu şimdi etik. Hele kısaltmaları okurken adeta kelime cinayeti işlerler. Türkçe’de sessiz harfler okunacağı zaman sonlarına ille de “e” sesli harfi getirilir. be ce de ….gibi. Ne Var ki yazarından profuna, siyasetçisinden bürokratına kadar bunu uygulamayanlar var.Örneğin Ce Ha Pa diyorlar.Ce He Pe diyeceklerine. Sorulduğunda ise çok komik cevapları var. Cumhuriyet Halk Partisi oluğu için biz de Ce Ha Pa diye okuyoruz.İyi de o mantıkla Cu Ha Pa demeniz gerekmez mi.Devamla Te Be Me Me yerine o kişiler niçin Tü Bü Mi Me diye okumuyorlar TBMM yi. Nerden baksan tutarsız. Bu açıdan PKK kısaltılmışını okuduğunda Pe Ke Ke demek gerekir. PeKaKa diye okuyan mantık KKTC' yi de KaKaTeCe diye okumaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin bütün yetkilileri de bu hakareti görüyor ve fakat ayırdına varamıyor galiba. Yoksa bilerek mi öyle yapıyorlar dersiniz. Hele internet ya da cep telefonlarında “slm,cvp” gibi kısaltmalar kullanılmıyor mu. Başıma ağrı giriyor. Bir insan bu kadar mı ana diline öz varlığına saygısız ve duyarsız olur.

bottom of page