top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Öyle Bir Sevda

    ​Yıkanmış toprağın yağmurdan sonraki baş döndüren kokusu esiyor içinde. ​ Islanan içim yıldızlı lacivert geceler açıyor. Durmadan, sonsuz geceler… ​ Öyle duyumsuyor. Ekin’in dudakları yaklaşırken… Sıcak nefesi göğüs uçlarındaki ayva tüylerini savuruyor, şimdi ağzı uçlarının üstünde… Göğüsleri şimşek hızıyla kabaran portakallar şimdi, erişmeye, yükselmeye uğraşan… ​ Ekin'in dolgun dudaklarının her dokunuşuyla artan, kabaran o kokuyu; portakal kokusunu duyumsuyor. Çiçek açmaya deli olan, ışığa el sallayan portakallar... Cemre, bedenimden bir parçam sevişirken, enginleri özleyen yüreğim, bir pirinç tanesine titremeden yazı yazan elim… öyle benden. Dolaşırken minik eli her yerimde, her yerimde depremler oluyor, faylar kırılıyor, dağlar yükseliyor, yarlar oluşuyor… Kıyamet gibi çiçek kesiyor her yanım… Gövdem çiçeklenir; Ha değdi, ha değecek ışığınla… ​ Sevdim, korkarak. Nerden gelir aklıma, şimdi bile, bırakıp gider mi beni? Biliyorum güçlü kanatlarıyla uzak ülkelere uçup gidecek Ekinim, beni öyle yalnız koyup gidecek. ​ Sevmek yalnızlığını ayırt etmek demektir. ​ Ben onu sevdim... Sevmek var ya Cemre, ölümüne düğüne gider gibi yürüyecek yüreği kazanmaktır... artık biliyorum; gerçek aşklar bitmeyendir. Aşk hiç gitmez. Toprak ve tohumun o sonsuz birleşme kavgası... ve tam burası kavşak... ve can suyu, içime akan… Duyulur mu, binlerce bebek olacak damlanın içime aktığı, duyuyorum… Binlerce çocuk rahim duvarlarıma koca patilerini vurarak koşuyor… Ağlamak geçiyor içimden; hiçbiri yaşayamayacak…hiçbiri güneşin doğumunu görmeyecek. ​ Onu orda yaşamak isterdim, bir Akdeniz mavisine sırtımı verip, buğulanan üzüm salkımlarının altında yıldız yıldız bir geceyi yatağım yapıp onun olmak isterdim. Bir Akdeniz mavisinde portakal çiçeğine, bir de yıldızlara dokunmak… Olmak... Baş döndüren bir titremede, eşsiz bir büyüde gerçekle düş arasında bir çizgide olmak, ardı ardına orgazm olmak, tanrım ne çok eskide kaldı, ne çok unutmuşum… İşte bu, bir kelebeği tutmak gibiydi... elinizin altında eriyen kanatların müthiş hazzıyla ürpermek... başlarken bittiğini bilmek... en derin kırılmalar çağı o an... kavuşmak yok etmek olur mu? Aklın hassas kefesi, duyguların ağırlığını tartmıyor… Sevdiğinin, bir gün önceden kalma; bedeninin, kuytu köşelerine sakladığı sahici kokusu toprağın kokusuna karışıyor… zaman inanılmaz bir dansta... sallanıyor... bir şimşek hızıyla geçiyor an... ​ Sen gelmeden bir şey eksikti. Bilmiyordum, ama eksikti. Şimdi tamamım. Sağ ol. Durma, lütfen, hadi git gel… Sıcacıksın, bir kadife eldiven gibi sararak ısıtıyorsun, anamın bıraktığı yerdeyim. Hep böyle kalsam, hiç çıkmadan… Salıncak kurmuş sevdalar, boşluğunda evrenin… Bir o yana, bir bu yana… ​ Şimdi ölme zamanı, belki öyle durur zaman, bir heykel gibi yüz yıllar sonrasına kalır an...hani ağladığın an...niye ağlar o an insan? Çıplak bedeni tüm ağırlığıyla üstünde, nefesin kesilmiyor, dahası hiç duymuyorsun. Kasıklarının üstünde ritimle gidip gelirken gözyaşlarının perde gibi örttüğü kirpiklerinin arasından gökyüzünü dolduran milyarlarca yıldızın içinden onu seçiyor; oğlak burcunun en ucundaki solgun yıldızı tanıyorsun. Gülümsüyor yıldız... ve kayıyor. Artık burcunu arayanlar eksik bir takım yıldıza anlatacaklar öykülerini. O solgun yıldız kayıyor... ​ Böyle zamanlarda "Bir dilek tut!" derdi, annesi. Çok istediği bir şey olmalıydı dileği… Hem de hayatta her şeyden çok olmasını istediği. Bir dağın doruğunu isterim, diyordu. Bütün dağlardan daha yüce bir dağın doruğunu istiyorum, şimdi de. Güneşin altında yanan bir dağ... Herkesin gördüğü ama hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar uzakta... senin olmak Ekin'im... ve senin benim olman. ​ Bergama, altın çağın büyük ülkesi… Seçilmiş tepe… Dağ bir akşam güneşiyle yıkanırken, izin vermeyen bekçinin azizliğiyle yamacı yalın ayak tırmanmışlardı. Güneş Akropolis’in üstünden Ege’ye gömülüyordu. Işık yarı çıplak bedenlerini altın tozlarına buluyordu. Tam dorukta sevişmişti Ekin'iyle. Kavuşmuştu. Bergama doruklarında; Yağız atları kanatlanır mı sevdanın? Dilek ağacında asılı Kartal kanadı, kara çaputtan, Umutların… ​ Ne kadar zamandır tutsaktık, unuttuk. Çok zamandır, bir karşı koyuşun hazırlığıydı yaşamımız. Bu oydu Cemre, biz, evrene baş kaldırdık. Bu dağ onun anıtı. Başlangıcın… ​ O çok sevip, bir türlü inandıramadığı, daha ilk tanıdığı günlerde: “başıma gelen en güzel şeysin” dediği, kıyıp kimselerle paylaşamadığı, ama paylaşmak zorunda kaldığı; soluk aldığı her anını birlikte geçirmek istediği, oysa oysa korkuları ve küçük hesapları ve… ve işte her nedense doyacak kadar yakın olamadığı sevdalısından; Ekin’inden bir parça, şimdi o kara çaput, en özellerini, terini, spermlerini, kokusunu taşıyan… O günden geriye kalan bir tılsımlı muska gibi özenle saklanan giysi... o her şey. Olmayan ama aslında istenen bebek, o giysi… ​ İnanmadım başlarken. Sevi kandırmanın sihirli anahtarıydı. Kimse o kadar sevmeye değmez geliyordu oysa. Kimse o kadar soylu değildi. Önemli bir sorumluluktu doğum; kadının yeryüzüne gelişiyle üzerine yüklenen. Kollayıp, gözeteceği; kimselerin sevemeyeceği kadar tutkuyla seveceği canıydı. Öyle kolay da değildi, evlat sahibi olmak; tek başına olmayacağı ve doğru insanla denk gelmeyeceği gerçeği gibi. Ekin, doğru insandı. O’na dokunmuş, onu içine almış, kendini ona katmıştı, bir kez… sürekli kendini ispat için dövüşüp, yaralansa da böyle hissediyordu. Kaybetmemek uğruna olağanüstü gayret gösterişi, onurunu hep geri plana atışı; O’nun, tanrının kendisine gönderdiği büyük bir armağan olduğuna olan mistik inancı Ekin’i değiştiriyor, gerçeğinden alıp olağanüstüleştiriyor, bundan da büyük bir haz alıyordu. ​ Artık kararlıydı. Ondan bir bebeği olmalıydı. Kanıyla canıyla büyüteceği bebeği… Bu bebek olmalıydı. Bir ömrün bu kadarcık bir ödülü olmaz mıydı? Tanrı; sıkıntı, üzüntü ve zulüm dolu koca bir ömrü kurtulamayacağı bir hapishaneye çevirebiliyordu ama istediğinden bebeğini edinmesini bir lüks görüyordu. ​ Efsaneyi yaşatacak bir nişan olmalı… “ikimizin bir parçası, bu mükemmel ten ve ruh uyumunu üzerinde taşıyacak, Ekin ile Cemre’nin yaşadıklarına kanıt; bir kalıt…” diye düşündü. Bunu diledi, kayan yıldızın ardından… Nesi var, nesi yoksa bölüştüğü, sevdalısıyla bunu da pay edecekti. Hissettiklerini, düşüncelerini tarafsız ve katkısız saf haliyle; içinde büyüttüğü çocuğa aktaracak, O’na armağan edecekti. ​ Buna karar verdiğinde, zorlu bir yolculuğa çıktığının farkındaydı. Bu bildik anlamıyla bir bebek olmayacaktı, zor bir doğum, zor doğan bir çocuk olacaktı kuşkusuz. Kendisi de, bütün can damarlarını göğsünde toplayıp, biricik bebeğine akıtarak emziren anne olacak, onda kaybolup, eriyecek, yok olacaktı. Belki de ölecekti. Belki de hiç ölmeyecekti. Düşüncesi bile içini bir hoş ediyordu. Dilekleri kabul görür müydü, Tanrı tarafından? “Aşk, körün taşı gibidir, hiçbir yere ulaşmaz” diyordu bir söz. Öyle mi olacaktı? Hayır, öyle değildi, onlarınki öyle değildi, tüm ölümleriyle, tüm bitişleriyle, tüm sınırları ve duvarlarıyla kökten ihanet olan yaşamın içinde bir tek o yaşayacaktı. Bu kez kararlıydı, onu öyle içine alacak, sıkıca kavrayacak, en seçilmiş tanelerini emecek ve ulaşacaktı. ​Çünkü AŞK ölümsüzdü. *

  • Michelangelo

    Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. (6 Mart 1475 – 18 Şubat 1564) Rönesans döneminin en yaygın üne sahip ressam, heykeltıraş, mimar ve şairidir. 6 Mart 1475'te Kıği yakınlarında Caprese’de doğar. Ailesi, o daha bir aylıkken Floransa’ya taşınır. Annesi, kendisi altı yaşındayken ölen Michelangelo, 13 yaşına geldiğinde Floransa’da Domenico Ghirlandaio’nun yanına öğrenci olarak verilir. Bertoldo di Giovanni’nin zamanında, Medici ailesine ait olan San Marko bahçesinde çalışan genç Michelangelo, bu arada Lorenzo de' Medici ile tanışır. Michelangelo, heykeltıraştaki rüştünü kanıtladığı ilk ve en ünlü eseri olan çocuk kral Davud’un heykelini yaptığında henüz 26 yaşındadır. Beş buçuk metrelik bir mermer kütleden çıkaracağı eser için genç dâhi, mermer bloğun yanına bir baraka inşa ederek, yardımcısız bir şekilde, çoğu zaman geceli gündüzlü çalışarak Rönesans sanatının harikalarından biri olarak kabul edilen David’i yaratır. 1505 yılında Papa II. Julius tarafından kendisine, en önemli başarılarından biri olacak Vatikan’ın yanındaki Sistine Şapeli’nin tavan resimlerinin yapılması işi verilir. 3 yıl sonra başlayacağı bu görevi sanatçı, 520 metrekarelik bir alanda yaklaşık dört yıllık bir çalışmanın ürünü olarak bitirir. Ortasının da, her biri Âdem, Havva ve Nuh Tufanıyla ilgili İncil’in Eski Ahit’inden alınma öykülerden esinlenerek yapılan resimlerin bulunduğu dokuz pano bulunan freskin yan unsurları da mitolojik figürlerle bezelidir. Özellikle “Adem'in Yaratılışı” ismindeki sahne batı resim sanatının en canlı tasvirlerinden biri kabul edilir. 1519 yılında Cosimo de' Medici’nin soyunun son temsilcisi Lorenzo de' Medici’nin ölmesiyle Michelangelo, onla birlikte genç yaşta ölen Nemours Dükü Giuliano’nun mezarlarının konulduğu kiliseye iki ünlünün heykelini yapar. 1534’te Papa III. Paulus’un heykeltıraşı ve mimarı yapılan Michelangelo’ya Sistine Kilisesi’nin sunak duvarına bir ‘Kıyamet Günü’ tasviri yapmasını ister. Meryem’in Göğe Yükselişi, İsa’nın Vaftizi ve Musa’nın Hükmü’nün anlatıldığı freskler süsler bu duvarı. Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paulus ise, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hale getirmesini isteyince, ustanın cevabı şu olur: “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.” Michelangelo’nun yaşadığı çağ, kendisiyle boy ölçüşebilecek derecede yetkin ressam ve heykeltıraşçılara da tanıktır aynı zamanda. Bunların başında Rafael ve Leonardo Da Vinci gelir. Bu sanatçılar arasında keskin ancak hoşça bir rekabet vardır. Anlatılan bir öyküye göre, sanatçının rakiplerinden Rafael ve Bramante, işbirliği yaparak Michelangelo’ya Sistine Kilisesinin işini verdirmeye çalışırlar. Böylelikle, kendini ressamdan çok bir heykeltıraş olarak kabul eden Michelangelo, bu işi kabul etmeyerek Papanın gözünden düşecektir. Hayatının son dönemini Roma’daki Aziz Peter Kilisesi’nin mimarı olarak geçiren Michelangelo 18 Şubat 1564'te 89 yaşında ölür. Michelangelo Buonarroti Rönesans sanatına benzersiz bir etkide bulunan Michelangelo, klasik sanat tekniklerini öğrenmesinin yanı sıra asıl olarak, insan formunu her açıdan tasvir edebilmek için kadavralar üzerinde çalışıp, Yunan ve Roma sanatından devraldığı idealleştirilmiş insan tasarımlarını ulaştığı gerçekçilik boyutunu yakalamaya çalışır. Batı resminin babası olarak bilinen Giotto’nun resmindeki doğallık ve gerçekçilik ile 15. yüzyıl başında tam olarak anlaşılabilen derinlikte perspektif olgusunu geliştirip kendi tarzına temel yapan Michelangelo onlarca heykel, freske imza atıp Roma’nın yeniden inşa ve düzenlenmesinde de önemli görevler almıştır. Onu idolü olarak seçen birçok kişi vardır.

  • SPARTAKÜS

    "Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var / Spartaküs" (MÖ 109 – MÖ 71) Tarihi bir şahsiyet gibi duruyor değil mi?Oysa hakkında bilinenler bir tür efsane: Spartaküs diye biri yaşamış, Roma'ya kök söktürmüş, ama onunla ilgili en somut bilgileri bir romandan edindiğimizi düşünürsek, tarihi bir kişilikten daha çok, düşsel bir kahramana daha yakın. Hoş M.Ö sözünü ettiğimiz, Spartaküs de bir köle sonuçta. Kölenin o günlerde tarihi mi olurmuş? Doğru; antik Roma'da arena’da dövüşen bir köle gladyatördü. MÖ 73 - MÖ 71 yılları arasındaki köle ayaklanmasında önderliği ile tarih sahnesine çıktı. Örgütlediği kölelerle çağının en büyük ve organize devleti Roma’nın lejyonlarını defalarca yenilgiye uğrattığı, yaşadığı ve yaptıkları Çiçero dahil bir çok tarihi şahsiyetin kayıtlarından bilinse de hakkında bilinen ayrıntılar çok net değil. Özgürlükleri için savaşan Spartaküs'ün ve kölelerin Roma'yı defalarca yendikten sonra amaçlarına ulaşmaları, İtalya’yı terk edip Alpleri geçerek dağlarda kaybolmaları beklenenken, vardıkları Kuzey İtalya’dan zafer sarhoşluğuyla hatalı bir seçimle geriye dönüp ve bu kez yenilmeleri tarihin şaşırtıcı, kazansalardı ondan sonraki 2000 yıl daha sürecek kölelik tarihi ne olurdu sorusunun yanıtını buldurmayan garip bir ironisidir. Sıkıştıkları bölgeden çıkıp Sicilya’ya geçmeye niyetlenirler ama anlaştıkları korsanların ihanetine uğrayınca Messina’ya çekilirler. M.Ö 71de yapılan son savaşta Roma, köle ordusunu yok eder ve geride kalanları çarmıha gerer. Spartaküs ise bulunamaz. O devirde yaygın inanışlara göre , tıpkı otuz yıl sonra doğacak İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonrasına benzer, tanrıların onu yanına aldığı gibi söylentiler varsa da Spartaküs’e ne olduğu hiçbir zaman bilinemedi. Buradan da anlaşılacağı gibi bir tür ortak kahramana döndürülüp efsaneleşen Spartaküs’ün hakkında türlü öyküler anlatıldı yüzyıllar içinde. Önderlik yeteneğiyle dikkat çeken Trakyalı bir köle olan Spartaküs, bir söylenceye göre Roma ordusundan kaçmış, haydutluk yaparken yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. Sonra da efsane başlar, o artık insanüstü bir dövüşçü, seçkin bir gladyatördür. Spartaküs MÖ 73'te kendisiyle birlikte Capua'daki gladyatör okulundan kaçan 77 arkadaşıyla Vezüv Yanardağı'na sığındı. Küçük bir Roma ordusunca kuşatılan kaçaklar, asma dallarından yaptıkları halatlarla uçurumdan aşağı inerek Romalı askerleri şaşırtıp kurtuldular. Kısa sürede kendilerine katılan ve sayıları 100 bine ulaşan kaçak köle ve gladyatörlerle amansız bir çatışma sonucunda Publius Varinius'u yendi ve kentleri yağmaladı. Böylece Güney İtalya'ya egemen oldular. Roma Senatosu tehlikenin ciddiyetini anlayınca MÖ 72'de iki konsülün yönetimindeki güçler Spartaküs'ün üzerine gönderildi. Spartaküs onları da yendi, sonra kuzeye, Alpler'e doğru yürüyüşe geçti. Gallia Cisalpina valisi onu durdurmaya çalıştıysa da yenilgiye uğradı. Köle ordusu artık Alpler'i geçebilir ve güvenlik içinde dağılabilirdi. Ne var ki, kimse İtalya'dan ayrılmak istemedi, güneye döndüler Lucinia'ya geri dönen ordu, orada ilk yenilgisini aldı. Spartaküs, Sicilya'ya geçmeyi tasarlayarak Messina'ya çekildi. Onları kaçırmaya söz veren anlaştıkları korsanlar sözlerinde durmadı. Romalı Crassus, köleleri kuşattıysa da, kuşatmayı yararak çekildiler. Daha sonra, MÖ 71'deki son savaşta yenilip tutsak edildiler. Ne var ki Spartaküs bulunmadı; ya savaştan sağ kurtulup Roma'yı terk etti ya da Romalılar tarafından öldürüldü, ama tanınamadı. Spartaküs'ün ordusundan sağ kalan 6000 kişiyi tutsak alan Romalılar, Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirdi. O dönemdeki inanışa göre tanrıların Spartaküsü yanına aldığı, koruduğu gibi dedikodular yayıldı. Savaş alanında öldürülmüş ve tanınmayacak hale gelmiş olabileceği güçlü bir olasılık olsa da Spartaküs'e ne olduğu tam olarak hiçbir zaman öğrenilemedi. O dönemde Roma, bugünün Amerika'sından daha güçlü ve donanımlı, rakipsiz bir devlettir. Köle ve yoksullardan oluşan bir ordu yıllarca M.Ö.73-71 arasında İtalya yarımadasında bağımsız bir şekilde var olmuş ve ROMA'yı oldukça zorlamıştır. Kendilerine karşı gönderilen sayısız orduyu yenmiş ve Roma Cumhuriyeti'nin yönetim sistemini sarsmıştır. İsyanının eşitlikçi ve özgürlükçü karakteri nedeniyle sol literatürde sahip çıkılan idealist, romantik bir kişiliğe zaman içinde dönüşür. Bu da 20.YYın sanayi devrimiyle çiğ gibi çoğalan ezilmiş, çok çalışan, ama antik çağ kölelerinden farksız bir yaşama mahkum, uyanan, başkaldırmaya hazır, ne var ki güçsüz, deneyimsiz, örneksiz geniş kitlelerin kahramanlar, idoller arayan yarasını sağaltmaya çalışan ortak ruhunun bir sonucudur. Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan , 1918 yılında yaşanan devrimden sonra 1919 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı Spartaküs Birliği'dir. Başlangıcından beri bilinen ve yazılı tarihte de yer alan Spartaküs’le ilgili günümüzde yaygın bilgilerin kaynağında Howard Fast’ın 1951’de yazdığı, dilimize de çevrilen Spartaküs adlı kitabı vardır. Spartaküs’un sol söylemin vazgeçilmez direniş sembolü olması da bundan sonradır. Bunun o dönem Amerika'sı, dünya siyaset gerçeği ve hovard Fast’ın kendi siyasi anlayışıyla çok ilişkisi olduğu düşünülebilir. Komünist partiyle olan ilişkileri dolayısıyla bir dizi Hollywood ünlüsüyle birlikte hapiste yatan Fast, bu sırada Spartacus adlı romanı kaleme alır. O günlerde Amerika'nın en çok satan ve en iyi bilinen yazarlarından biri olmasına karşın, Joseph McCarthy Amerika'sındaki korkulu atmosferden dolayı, hiçbir yayıncı bu kitabı yayınlamayı kabul etmez. Sonunda kendi imkânlarıyla bir yayınevi kuran Fast, kitabını kendisi bastırmıştır ve tarihte kendisinin bastırdığı kitapla bestseller olma ünvanını kazanan tek olmasa da ilk yazar olmuştur. 1952'de Stalin Barış Ödülünü alan Howard Fast, bundan birkaç yıl sonra Sovyetler Birliğinde yaşanan gelişmeler ve Doğu Avrupa meseleleri yüzünden Amerikan Komünist Partisiyle yollarını ayırır. Pablo Picasso ve Pablo Neruda dahil birçok kişiyle yakın arkadaşlığı bulunan Howard Fast, aynı zamanda Nazım Hikmet için bir şiir yazmıştır. Spartacus, aynı zamanda daha sonra Kirk Douglas'ın başrolü oynadığı, Stanley Kubrick'in yönettiği Spartacus (1960) filmine de kaynaklık eden kitaptır. Filmin senaristi olan Dalton Trumbo Amerika'da o yıllarda hakim olan McCarthyci rüzgar sırasında 1947 yılında komünist olmakla suçlanmış, kara listeye alınmış ve hapis cezasına çarptırılmıştır. Kendisi gibi kara listedeki yazarlar takma isimler altında çalışmışlardır. Bu filmde Trumbo'nun gerçek ismi ilk kez yayınlanarak McCarthy'ci yasak delinmiştir. Bu yasağın delinmesinde Trumbo'nun isminin jenerikte yayınlanmasında ısrar eden Kirk Douglas'ın da büyük payı vardır. Yine aynı kitap 2010-2013 yılları arasında Starz adlı bir Amerikan TVsi tarafından birkaç yıl boyunca ilgiyle izlenen bir dizi haline dönüştürülmüştür. Görünen köleliğin çok doğal olduğu antik çağın bu ünlü savaşçı kölesi, başkaldırının onurlu simgesi günümüzün insanın köleliğini gerçek anlamıyla hiç bilmeyen, tanımayan çağında bile sempatiyle karşılanıp alkışlanmaktadır.

  • Paranın Dini İmanı...

    Piyasayla kavga etmeden gereğini yapacağız demişti paranın genç bakanı. Öyle de oldu. Şu günlerde doların önünü kesecek tek araç faiz artışını bekliyordu piyasa, o olmadı. Ne var ki kavga da olmadı. Dolara yerinde dur, dedi. Dinlemedi, Dolar fırladı... Borsa tepetaklak, yarın benzin yeni zammı görür. 100 dolar alan daha da artacak deyip asla bozdurmaz. Türk lirası hükümsüz... Piyasanın kavgası başka nasıl oluyor? Önce damadın ekonomiye bakan yapılışına takılmıştım. Gencecik çocuk, tamam bakanlık da yapmış, ama ekonominin ateşten gömleğe döndüğü yerde deneyimi ne? Aileden biri, herkesi ilgilendiren, en riskliyi üstlenirse kaygı duyuyorsunuz, bağımsız iş yapamaz diye... Siyasete tövbe etsin diye mi? Bildiği varsa bile mahalle baskısıyla şaşırtmaz mı? Bırakırlar mı kendi haline?.. Sonra açıklamalarını dinledim, içime bir nebze su serpildi: " Piyasayla kavga etmeyeceğiz, " diyordu; "Uyumla, herkesin fikrini alarak yapacağız..." diyordu. Paranın dini imanı yoktur, derler, yola gelir mi böyle sözlerle, emin değilim ama yine de inanmaya öyle ihtiyaçlıyız ki, umutla bakıyorum. Olmasa da görmeye kararlıyım. Belki böyle de başarırlar. Kavga etmemenin sırrının konuşmaktan, anlamaktan, uzlaşmaktan... geçtiğini sanırdım. Değilmiş, otur yerine diyeceksin, oturacak... Ne umutlanmıştık oysa. Hoş, yeni Milli Eğitim Bakanına da öyle bakıyorum; aşkla.... Ne dese alkışlıyorum. Onu bakan yapmadan cumhurbaşkanı adayı yapsaydı bir parti, eminim ki muhalefetin tüm adaylarına fark atardı, diye düşünüyorum. "Belagatı" öyle iyi, tam halk tipi... Bir de sahici, kalbe dokunur... Uygar, şehirli bir yanı da var... Yani hoşumuza giden gibi... Sağlık bakanı da vakıf hastahanesi sahibi... Ne var ki hiç konuşmasını duyamadık, henüz notu yok... İcraata bakan kim, konuşmalı yönetici dediğin. Eskiden yöneticide liyakat, yetkinlik, alanında seçkinlik aranırdı, şimdi bizi kurtarırsa halk tipi kurtaracak. Yani ben... Benim kendime faydam yok ama... Dedem, Karadeniz'in en iyi yapma tabancalarını yapardı, beni de keşfedip MKE'ye genel müdür yapacak biri aranıyor... Keramet onda bunda değil, biz öyle umutsuzuz ki bu hal ondan, bekle azıcık, ne çıkacak desem... de gönlüm bakanı sevdi. Ne yapacağına nasıl çözüm yolları düşündüğüne dair tek uygulaması yok henüz ama, olsun niyeti iyi diyorum. Şimdi anlıyorum, benimki evde kalmış kız sendromu; her çıkanda bir güzellik buluyorum... Eminim ki Berat Albayrak'ın da niyeti iyi... Ekonomi denilen bu dinsiz imansızı halledecek, korktuğumuzla kalacağız, yüzümüz gülecek, iyi ki yanılıp da başkalarını seçmedik diyeceğiz... Öyle inanıyorum. Çok da haksız çıkmadım. PPK (Para Politikası Kurulu) bugün toplanacak ya şahlanan dolar, önce hafiften duraladı, sonra hızla geriye gitmeye başladı. 4,85'lerden bir günde 4.73'e indi. Hemen hemen tüm yorumcular beklenen 1-1,5 dolayında faiz artışının piyasanın ateşini düşürmeye yeteceğini söylüyorlardı. Hoş faiz iyi bir şey miydi? Yükselen faizlerin ekonomik durgunluğu körükleyeceği de bilinmeyen değil. Değil elbette, ama başka bir yol üretemiyorsanız, hammmadde girdilerini artıran, enflasyonu körükleyen doları durdurmak için denenmiş, iyi bir yoldu. Ayrıca yurttaşın üç beş kuruş tasarrufu böylece daha az erirdi. Dünya piyasaları bir yana, ne vaat edilirse edilsin, dolara ilgi bitmiyor, kentlisi köylüsü, hacısı hocası... herkes ona yatırım yapıyor bir zamandır. Bir Mayıs'ta 400.000 bin lirasıyla 100.000 bin dolar alan birisi üç ayda parasını 490.000 lira yapmıştı. Yani yüzde 25.... Aynı paraya en cazip banka faizinin üç ayda 13.000 lira olduğu yerde kaçırılacak fırsat mıydı? Alan da bırakmıyor, öyle ya daha da artarsa... Eşten dosttan borç bul, bankadan kredi çek...Dolardaki paranı bozdurma... Bu ekonomik durgunluk olmaz mı? Sonuçta genç bakan da piyasayla kavga etmeyeceğiz dememiş miydi? Görünen faizi sevmeseler de ateşi düşürmek için sağduyunun sesini dinleyecekler, faizi bir puan daha artıracaklardı. Baksana dolar bile korkmuş, düşüyordu. Ekonomininin de tansiyonu düştükçe piyasa o yüksek faizi kendiliğinden rasyonolize ederdi, olmadı. Toplantı sonrasında faiz artmadı, 17,75'te kaldı. Oysa çok zamandır piyasa faizleri % 20'yi geçmiş... Dolar da yanıtı vermekte gecikmedi, akşama varmadan 4,97'i gördü. Yarın borsa tepetakla gider. Bizim gariban çaycı 1 Liradan sattığı çayı 1,5 yaptı bile, ne ilgisi varsa... Rize nere, Amerika nerde, su ile doların akrabalığı mı var? Piyasayla kavga etmemek bu mu? Ben ne dersem onu yapacaksın piyasa... hali bu. Hadi bizim piyasa bu emri anladı, sanmam ama uydu da diyelim, ya dünya piyasası, dinler mi dersin? Belki bildikleri var, umalım öyledir. Umut güzel şey... Görünen yaz daha da yakacak... Şimdi en çok Milli Eğitim Bakanını merak ediyorum, tabi ki konuşurken değil, iş yaparken..

  • CHPnin Büyük Günahı

    Pazartesi yani bugün CHP muhalefetinin başlattığı CHP iç savaşının, olağanüstü kurultay önerisinin kaderi büyük olasılıkla belli olacak. Ya 625 ıslak imza getirecekler, CHP yönetimini olağanüstü kurultaya zorlayacaklar. Ya da... Ne var ki, yönetim aynı yargıda değil, kurultayı istemiyor. Ne olur dersiniz? Konu CHP olmasa bu taktik hataların sonucu birilerinin siyasi hayatı burda noktalanacak ve sonsuza değin anlatılacak anılara dönecek, diyeceğim ya... Temenni değil, ama görünen bu iş mahkemede biter; her durumda daha bir zaman CHP İÇİ İKTİDAR SAVAŞLARINI izleyeceğiz, naklen yayından. Muharrem İnce, bence hiç ihtimal verilmezken CHP'nin cumhurbaşkanı adayı gösterildiğinde sergilediği "benden kurultay sözünü duymayacaksınız," deyişini unuttu, Demirel'in siyasette "dün dündür" sözünü haklı çıkardı, kurultayı gündeme getirdi. Bunun siyasetin etiksizliği benimsediği günümüzde ne kadar önemi vardır, tartışılır. Bir yıl kadar sonra büyük bir önem taşıyan yerel seçimler partiyi beklerken, enerjisini yutacak böyle bir çatışmaya ne gerek vardı da denilebilir. İNCE'nin aldığı %30 oyun CHP'nin oyu olmadığını, bu özgüvenin bir sanrı olduğu da savunulabilir. CHP'nin KILIÇDAROĞLU'yla bilmem kaçıncı mağlubiyetini yaşadığı, genel başkanın yetemediği, %25 lik CHP kitlesini kötü bir kadere mahkum ettiği de denilebileceği gibi, yumuşak siyaseti, herhalde CHP'den herkesi kucaklayan bir parti yaratma gayretiyle yapıya hiç uymayan radikal ittifaklara girdiği, yine bu seçimde izlediği stratejik tavrıyla, seçmeni yönlendirmesiyle başarılı bir kriz yöneticisi olduğu da söylense yalan olmaz. Öteki tezler gibi bunlar da tartışılabilir. Hepsi de bakışa göre haklı ya da haksız, katılırsınız ya da katılmazsınız.... Düşünce değil mi bu, siz de özgür bir yurttaş?... Ben, ben asıl başka bir şeyi, tartışılmayan, hatta gündeme bile gelmeyen bir konuyu düşünüyorum. KILIÇDAROĞLU'nun yönettiği CHP'nin çok büyük bir günahı vardır. CHP'nin ATATÜRK önderliğinde mimarı olduğu parlementer düzen, yasama, yürütme ve yargının ayrı ve net yapılar olduğu düzen şimdi nerde? Yerinde tek adama dayalı 60'da terkettiğimiz BAŞKANLIK düzeni var şimdi? İyidir ya da kötüdür, ülkemiz için sonuçları olumlu olacak ya da olmayacaktır, kuşkusuz bunu anlamak biraz da zamana bağlı. Ne var ki gerçek değişmiyor: 20 yıl önce biri dese bile inanılmaz olan gerçekleşti. ATATÜRK'ün önderlik ettiği, misyonunu onun ilkelerini ve dünya görüşünü savunmak üzere kuran, Türkiyenin en eski partisi olan CHP, omurgasından önemli bir parçayı alıp götüren bu tarihi adıma elinde demokratik siyasi müdahale gücü olduğu halde ancak tanık olmuştur. PARLEMENTER SİYASETİN SONLANMASINA, YERİNE CUMHURBAŞKANLIĞI DÜZENİnin gelmesine karşı mücadelede başarılı olamamıştır. Kendiliğinden varolan yüzde elliye yaklaşan halk desteğini artırmayı başaramamış, ATATÜRK'ün kurduğu siyasi düzenin terkedilişine, atı alanın Üsküdar'ı geçmesine sadece seyirci olmuştur. Sistemin bekçisi misyonuyla oy toplayan CHP'nin bu basiretsizliğinin, acaba kıyamet mi kopar, diyen halk kitlelerinin yönlenmesinde ve sistem değişikliğinin doğal olarak algılanmasında etkisi az değildir. KILIÇDAROĞLU'nun GERÇEK BAŞARISIZLIĞI BUDUR. Şeytan gör diyor: Sivas'ta tam bir ortaçağ vahşeti sergilenip aydınlar yakıldığında da CHPnin bir başka versiyonu iktidardaydı. ÖTEKİ YENİLGİLER, CHP bu yapısal özelliklerde kaldıkça kolayına değişmeyecek sonuçlardır; değil Muharrem İnce, Bülent Ecevit'i de canlandırıp getirseniz çok değişmeyecektir; sonuçlar bir nedenle anlatılabilir, gerekçe bulunur ve tatmin de eder. Ama bu olgu, kim CHP'NİN BAŞKANIYSA hatta yönetimindeyse onların gerçek başarısızlığı, yüzkarası, giderilemeyeck utancıdır. İyi ki ülkemizde Japonya'daki gibi harakiri geleneği yok, zaten öğütlemeyiz de, istifa da yeterince onurlu bir duruştur. Keşke KILIÇDAROĞLU da bunu bir onur sorunu sayıp, hasbelkader başına düşen, içinde de boğulduğu CHP genel başkanlığını o zaman bıraksaydı. Beklenti ve yararı ne olursa olsun KILIÇDAROĞLU, artık ya gidecek ya gidecek. Hatta o dönem CHP yönetiminde yer alan herkes gitmeli... Muharrem İnce'nin sevabı günahı tartışılır, erken gibi duran bu iddialaşmada istenen imzaları toplayamazsa ya da seçilemezse ne olur, başarıp partinin başına geçse ne yapar, kuşkusuz bilinmeyen. Ne var ki şu an onun yıldızı parlak, öne çıkma kısmeti onun, yaraya parmak basmak da bazen bir cesarettir, ayrıca kişiler hiç önemli değil. Düşünüyorum da kurultayın her nitelikli partiliye açık bir genel başkanlık seçimine döndürülmesi ne güzel olurdu, herkese şans verilse... Ne var ki o kadar sağduyuyu, bu denli demokrasiyi CHP bile kaldıramaz. Bir de bakmışsın yeni bir Abdullah Gül ya da Ekmelettin vakası üretebilirler eşsiz yaratıcılıklarıyla. Sonuçta ne olur ne olmaz göreceğiz ve sonra da tartışacağız, iyisiyle kötüsüyle... Ne var ki KILIÇDAROĞLU gitmezse kesin olan bir şey var ki CHP elden gidecek... Belki de hayırlısı budur. Tek parti dönemi dışında iktidar yüzü göremeyen ama seçmeninin 95 yıldır böylesine sadakatle taşıdığı, yaşattığı bir parti, artık umut değil, belki de ölmeye yatmıştır da biz görmüyoruz. Nasrettin Hoca'nın fıkrası geliyor aklıma, havalar böyle giderse şu kesin, birilerinin anası ağlayacak; her durumda birileri gidecek... Artık o mızrak o çuvala yeniden sığmayacak...

  • GURBETE YAKIN GÖĞSÜNE IRAK

    O günlerimden söz ettim mi sana? Fırından yeni çıkmış, az yanmış, buram buram kızarmış ekmek gibi kokan sabahlardan? Rüzgârın önünde bir gazal yaprağı gibi savrula savrula indiğimiz bayırlardan, ürkütücü sislerle bir deniz gibi kaplanmış vadilerden, Cenevizlilerden bu yana kadim insanlığın tüm tarihini barındırdığını düşündüğüm hayalet dolu servili mezarlıktan... Her önüme gelene anlattığım gibi sana da anlatmışımdır…Hiç insanın çocukluğu en büyük depremi olur mu? Konu bensem olur...Bir damlacık bir çocuk, adını bile bilmiyor, akan burnunu ağabeyinden emanet, dizlerine kadar uzayan kazağın kollarına siliyor. Dört müyüm, beş mi, kim bilir? Okula başlamam da öyle bir âlem. Bahçeye toplanmışız. Öğretmen hiç duymadığımız bir adı çağırıyor, elindeki listeden. Sınıfa alacaklar. Çağrılan gidiyor, çağrılan gidiyor, içeri alıyorlar. Arada bir de pek duymadığımız garip bir ad çağrılıyor… Kadın adı mı erkek mi, öyle garip… Sonra yeniden bizimkiler çağrılıyor. Benim adım okunmamış henüz… Ben arkada ayakta durmaktan yorulmuş, yere çökmüşüm, bizi aşıp da çayıra ulaşmaya çalışan bir salyangozu elimdeki çubukla yolundan etmeye uğraşıyorum. Ama kulağım onlarda…Yeniden çağrılıyor o garip ad… Daha yüksek bir ses ve daha yakından…Benim derdim salyangoz, ıslak yuvasına çekilmiş, kaygılı, çıkmıyor… Uzatıyor uzun tüy gibi dokungaçlarını, öteye beriye bakıyor, bakıyor herhalde o ince uzun şeylerle, beni fark edince yeniden kabuğuna… Kurcalıyorum çıksın diye. Baksana, diyor biri öğretmenlerden. Güneşin önünde duruyor, gözlerimi kırpıştırarak görmeye çalışıyorum… Bana mı, der gibi sorduğumu sanıyor o. “Sana tabi, senin adın ne?”Adımı diyorum. Kızıyor öğretmen bu kez, yanına gelen müdüre; bu adını bile bilmiyor, nasıl okula gelir, diyor. Meğer benim başka bir ardım varmış, babamın oyunu… Hayır, hayır sonuçlarına bakarsan ödülü aslında… Bir Acem teyzeyi kıramamış ben doğunca, aramızda kalsın, babam da hep vardı bu, hiçbir kadını kolayına kıramazdı asılında, kendi dünyasında kırılmaktan yorulan kadınlar da onu bulurdu, onun bana kitapta adı geçen, okunur bir ad olan Hüseyin adını koymasına itiraz etmemiş. Ama insanlar bir garip, benim adımı, o öyküsünü annem anlattığında sevdiğim, öldürülüşüne günlerce ağladığım, Kerbela’daki kahraman Hüseyin’in adını değiştire değiştire İsiyin yaptılar. Ne öyle tükürür gibi... Ankara’ya gittiğimde ora çocuklarına adımı deyince ne gülmüşlerdi. İsiyin ha? O güne değin hiç sorunum yoktu, ama ondan sonra oldu. Adımı o gün bugündür hiç sevmem. Değiştir Allahım diyerek yalvarıp durmuştum… ​ Adları Allah takmaz demişti, benden büyük bir çocuk, Ankara’da, gene gülmüştü bana. Babalar, anneler takarmış adları…​ Babam takmışsa nasıl derim? Allah’a derim ama değiştir diye. Allah insanı cezalandırır, cehennemde yakar ama ona çok var daha, tövbe eder düzeltirim ilerde, öyle inip de tokatladığı görülmüş değil ki… Gel de babama de bakalım. İyi ki annem var, ben de anneme derim.... Demek babam kulak vermiş… İyi de bu hiç duyulmamış, kitapta geçmeyen, kadın mı erkek mi belirsiz ad neyin nesi? Ben hep Rüstem isterdim o zamanlar, Annemin anlattığı Zaloğlu Rüstem var ya, ondan… O gitti bunu buldu… Bu adı anlayıp sevmeme daha çok var… Neyse böylece aldılar beni sınıfa. Sınıftan aklımda kalan güneşi, pencereleri hiç göremediğim....Pencere olmaz mı, vardır da arkadaşlarım benden hep büyük, kocaman adamlar ya...boğuluyorum aralarında. Öyle büyükler ki biri müdürle yumruk yumruğa kavga ettiğinde öğrenmiştim ki, evlisi bile varmış, nasıl ilkokulsa… O zaman öyle işte... Beni eziyorlar; çabuk kavradım küçüksen her yerde ezilirsin, bu okulda da ezilmek kaderim. Onların yaşlarını küçültmek, beni hızla büyütmek olacak iş olmadığına göre… Bir üzülüyorum, bir üzülüyorum… Sonra da anneme babama kızıyorum, ne var beni okula gönderecek, küçüğüm görmüyor musunuz? Ama diyemiyorum, hem okulu seviyorum da. Evde yalnız başıma ne yapacağım, okulda gene birileri var, yaşıtım yok ama birileri var işte… Bir şey yapmalı ama ne? Bulmalı, öyle bir şey yapmalıyım ki herkese galebe çalayım… Onların yapamadığı bir şey… Neyse okumayı söktüm, nasıl olduysa herkesten çok önce. Böylece üstünlük kuracak yolu buldum da… Öğretmen beni tahtaya kaldırıp lokum verdi… Sınıfın o an halini gördüm, tek lokum alan bendim. Kimseye demedim ama ben Ankara’da sıkıntıdan patlarken oyalanırım diye müdürü olduğu okula götürmüştü ağabeyim. Gidip gelirken sökmüştüm okumayı zaten… Çocuklarla yarışabilmek için tek silahım oydu, anlayınca kendimi verdim ve söktüm okumayı… O ara, bir dönem yeniden Ankara’ya gittim geldim. Bir dönem orda okudum. ​ Bu kez başka baktım Ankara’ya, okuldaki çocuklara… Çalacak bir şey arar gibi; kıymetli neleri varsa götürmeye kararlı, öyle baktım ve yazdım aklıma. Yengemin koca bir kitaplığı vardı, çokça okudum, ne bulursam okudum... Desem gülersin, İnce Memet’i bile okudum… Anlamadan bilmeden, kafamı dünya güzeli, yaprak, çiçek zengini bir evrene sokup baktım işte. Anladım mı? Bilmem, ama köpeğime Anavarza adını taktım dönünce. Kırk yıllık Pilot çok aldırmadı bu yeni adlandırmaya ama ben kurt kapıp parçalayana kadar öyle çağırdım onu. Başka şeylerini bilmem ama Ankaralıların konuşmalarını çaldım, okuluma dönünce ben artık Ankaralı gibi konuşuyordum. Beğenilerini hissettikçe sınıfta şakıyorum, kitaplardan okuduğumu, radyodan dinlediğimi, gördüğümü satıyorum, her fırsatta… Katmaya artık katma değil ip diyordum, lağus değil mısır… Etkilendiklerini görüyordum, gördükçe inadına Ankaralı oluyordum. Niye mi, durumdan… Dev gibi onca çocuğun arasında yaşamak kolay mı? Bir de dayakları var… Ama öğretmenler başka aldılar, benim var olmak için kendimi donatmama bir üstünlük gibi baktılar. Bunca marifete bir ödül gerekir, beni ikinci sınıftan üçe değil dörde geçirdiler bu kez… Yani bir sınıf atlattılar, yetmiyor sanki. Düşünebiliyor musun, zaten benden büyükler, şimdi o fark ikiye katlandı. Artık sadece camları değil, gökyüzünü de göremiyorum! Öğretmen tırnaklarımıza bakıyor, mendilimize... Sonra benim küçük elimi alıp kaldırıyor ayağa... Boyum yetmiyor, öğretmenin elinde anahtarlık gibi sallanıyorum...“Ben bu ellerle yemek bile yerim” diyor, öpüyor ellerimi... Bıyıkları batıyor, ama bir hoşuma gidiyor, bir hoşuma gidiyor... Niyeyse arkadaşlarımın hiç gitmiyor. Artık beni her gün dövüyorlar, ağzım burnum kan... En çok da niyeyse burnuma vuruyorlar, çabuk kanıyor ya belki ondan... Dertleri öğretmenin beni çok sevmesi, niye onları sevmiyor da beni seviyor diye... Hiç yıldırmıyor beni dayak; daha çok kesiyorum tırnaklarımı, daha çok yıkıyorum mendilimi, daha çok dersime çalışıyorum. Dayağı hiç sevmiyorum, burnumdan akan kanı da… Giysilerimden çıkmıyor çünkü... Oysa babam harmanda aldığı pantolon için sıkı sıkı tembih etmişti. “Gelecek sene bu zamana kadar başka yok ha…”Babama desem mi, beni dövüyorlar diye. Adım gibi biliyorum; “erkek adam dayak yer mi?” diyecek bana. Erkek adam nasıl bir şeyse! Düştüm diyorum, ağaca çarptım diyorum, bilyeli arabayla giderken uçtum… diyorum. Ne yalanlar ne yalanlar... Olsun, evde asla dayak yiyen bir erkek olamam. Ama aklımda kemikleşiyor; bana bu zulmü annem babam reva gördü, böyle küçük göndererek… ​ Talihsizliğin en korkuncu başıma geliyor: Öğretmen beni bazen gelmeyenin yerine bıraktığım o sınıfa öğretmen olarak gönderiyor. Orada dayımın bir oğlu var, benden beş yaş büyük. O akılsız hala bıraktığım alt sınıfta, zaten kalmıştı da ben ona yetişmiştim. Dayımın oğlu bir kerkenez, aynen öyle tam bir kerkenez, beni bekliyor orda... Sen kerkenezi bilir misin? Sivri uzun gagası, bir kuzuyu bile kapıp götürecek pençeleri olan alıcı kuş. Küçük kedimi nasıl alıp gitmişti evin önünden? Boğazındaki ameliyattan dolayı başı hafif sağa devrili, gözleri kan çanağı, bana bakıyor en arka sıradan. En son bir arkadaşının altına otururken kalem koymuş da arka sıraya sürgüne gitmiş, ondan oraya oturuyor.​ Bense serçe bile değil; burnu akan, kara kara bir minik uşak... Ama hiç korkmuyorum, gidiyorum gururla ve öğretmenliğimi yapıyorum da bir güzel... Öğretmenin elime tutuşturduğu, sakın esirgeme dediği, boyumdan büyük gürgen sopamı sürükleye sürükleye bir de… Düşünsene, emsallerimin hatta benden büyüklerimin bile zaman zaman öğretmenliğini yapmışım. Beni ne kadar severler anlamak zor değil… Ne var ki sınıfta bana bir saygılılar bir saygılılar sorma… Bayılıyorum. Gerçeği biliyorum, çünkü Azrail'in öz kardeşiyim diyen ögretmenden korkuyorlar. Arada bir yüzünde en korkunç ifade gelip bakıyor da kapıdan. Farkındayım ama bazen sihrin benden, gücümün kendimden olduğunu sanmak yok mu? Hatta bazen şaşırıyorum, gidip o günlerde yiyecek olduğum dayakların büyük bölümünde elebaşılık yapacak kuzenimin sırasına durduk yere tık tık vuruyorum sopayla… Hopluyor yerinde, gözlerinde saklamaya çalıştığı utandığı bir korkuyla. Bu zavallılar mı beni dövüyor?... diyorum kendi kendime. ​ Bu değişilecek bir şey değil, acayip bir keyif; bir yığın kurdu tavşan gibi ellerimle oynatmak…​ Gerçi az sonra zil çalacak ve… Olsun, ben de hazırlanıp, yakamı çıkarıp, torba çantama koyup, dayağımı yemeye gidiyorum. En çok dayımın oğlu vuruyor şimdi… Alışkanlık yaptı, bazen az vuruyorlar üzülüyorum bile... Dağılan torbamı, kitaplarımı toplarken, kan revan içindeki yüzümü yıkarkan tek bir şey geliyor aklıma, yediğim dayaktan daha çok: Ailem beni neden okula küçük verdi? Beni sevmedikleri aklıma gelen. Ama kendime konduramıyorum o kadarını, hem ben sevilmeyecek çocuk muyum? Baksana öğretmenin dediklerine…Babama diyor bunları, okut onu diyor, o acaip bir şey, çocuk değil de…Babamın bana güzel bir şey demesi vaki değil, ama bunu diyor... ​ Ben bu durumdayken öğretmen bir gün kalkıp bana bir sorumluluk veriyor; okula kütüphane kurulacak, yapar mısın diyor. Yapmam mı, benden iyi işgüzar mı olur? Ve kütüphane başkanı ilan ediliyorum...​ Kitap yok, olanlar da orda burda perişan. Bir anımsadığım Arı Maya. İnsan gibi maceraları anlatılan o güzel kitap… Bir de Dede Korkut Hikâyeleri…Deli Dumrul... Buluyorum birkaç kitap daha, tozlu yırtık. Temizleyip kaplıyorum, ama üç kitapla kütüphane mi olur, Ankara’da yengemin bile yüzlerce kitabı vardı. Ama kitap nerde? Hele roman öykü gibi…Ders kitapları, dini kitaplar dışında kitap yok kimsede... Olsa da okuyana iyi gözle bakılmıyor. Bir yol buluyorum. Pazara gidiyorum, simit satıyorum, haftalarca. Kazandığımla orada satılan o kötü baskılı, halk hikayelerini kitap diye alıp geliyorum, Hayber Kalesi Cengi, Kerbala falan filan... O kadar işte… Ağabeylerimin ender okudukları kitapları yürütüp okula götürüyorum... Sonra da evden, amcamdan iki küçük dolap buluyorum. Kapaklarını atıyorum, atıp kitaplık yapıyorum, okula taşıyorum... Dünyanın yolu, ama taşıyorum. Ve kitaplığımı kuruyorum... Ama ne kitaplık; şehrin meydanındaki heykel bile gösterişsiz kalır yanında, bana öyle geliyor. ​ Öğretmen de alnımdan öpüyor. Hatta beni, sınıfa kimsenin anlamadığı uzun bir konuşmayla övüyor. Her sözcüğünü kızılcık şurubuymuş gibi aşkla yudumladığımızı göstermek için yarışarak dinlediğimiz bir nutuk çekiyor bize. İstersen dinleme, masanın altına eğilen birini yakalayıp iki kulağından kaldırıp yere çarpınca pür dikkat kesiliyoruz. Hiç bir şey anlamıyoruz ama arkadaşlarım nasıl oluyorsa gene benim övüldüğümü anlıyor. Bedeli bana çıkarıyorlar, hep senin yüzünden deyip... O akşam da bu yüzden dayağımı afiyetle yiyorum… Ama ilk kez kinleniyorum. Büyüyünce, yani onlar kadar büyüyünce intikamımı alacağım, diyorum. Onları daha da büyüyeceklerini düşünemiyorum demek ki. Öte yandan öğretmeni de bana bu onuru verdi diye öyle seviyorum, öyle seviyorum ki... Hatta babam şaka olsun diye, sana hocanın Zülük’ü alacağım, dediğinde sırıtıyorum ama çok da talibim aslında…Zülük, hocanın benden altı yaş büyük kızı, ama alacağım vallahi... Ondan sonra biraz da onun için çalışıyorum, hocanın gözüne girmek için. Zülük... Düşünmesi bile güzel... Benim sınıf arkadaşım. Bembeyaz bir teni var,benimki gibi kömür isi sürülmüş gibi kara değil, uzun örgülü saçları, kocaman kocaman gözleri var. En önemlisi önlüğünü deler gibi geren memeleri var, anneminki gibi. Bir hoşuma gidiyor ki… ​ Annemse bana dayımın kızı Hatçe’yi almak istiyor. Yani o kerkenezin kardeşini... ölürüm de bir metre yakınına gitmem onun, deli miyim? Hatçe yaşıtım, beşik kertmesi yapmışlar. O nedenle telaşlanıyor; “0ğlum sakın ha, o kız akılsız biraz, olmasa senlen birlikte okur muydu onca yaşıyla…” İyi de Hatçe’nin ön dişi yok anne," diyorum; memeleri yok diyemiyorum. Annem de senin de yok diyor, çıkar merak etme… Benim de memelerim çıkar mı, büyük arkadaşlarıma bakıp çok zaman beklediğimi anımsarım…Güya akıllıyım, ama çocuk işte sonuçta… dünya başka akıl başka… ​ İşte öyle, artık her gün kütüphanemle ilgileniyorum. Kütüphane de müdür odasının yanında, koridorda... ​ Bir gün kütüphaneye gidiyorum, bir gariplik var. Benim birkaç kitabım eksik, ara tara yok...Çocuklar aldı diyorum... Bana sormadan, adlarını yazdırmadan nasıl alırlar, diye kızıyorum...Ama bulamıyorum. Ben öyle aranırken öğretmenim oradan geçiyor, ne oldu, diye soruyor bana.Sığınacak benden tarafa birini gördüm ya, ağlamaklı: "Kitaplarımı çaldılar," diyorum. Hem sonra o müdür de, nasılsa bulacaktır, o güven de var... "Hangilerini," diyor. Biri Arı Maya idi, anımsıyorum; öteki de Kerbela Cengi... “Ben verdim onları” diyor. ​ Aaa! Vursa beni, kanım akmaz... Müdüre vurmak bile geçiyor içimden, şimdi Zülük’ü verse de almam. Ama dev gibi adam, ben paçalarında bir böcek... Tutamıyorum kendimi, nasıl ağlıyorum, nasıl ağlıyorum... Hıçkıra hıçkıra... O arada söyleniyorum:“Sen benim kitaplarımı nasıl verirsin?”, “Ben müdürüm oğlum, istersem okulu da veririm” diyor bana. “Ama ben onları almak için simit sattım, veremezsin… Hem de babamdan gizli, duysa öldürür beni...”​ Sonra fırlayıp gidiyorum... ​ Okulun ardı bir orman, aşağıdan akan dereyi asfaltı gören, bir tepe... Gidip orda akşama kadar yatıyorum, kâh düşünüyorum, kâh düşündüğümden içlenip ağlıyorum... Sonra bir karatavuk konuyor yanıma, toprakta solucan arayan, ona dalıyorum, bir zaman sonra gene kendi dünyama…​ Bir ara beni arayan arkadaşların seslerini duyuyorum, saklanıyorum... Sonra devam... ​ Durmadan, deli bir ata binmiş, eğersiz, dizginsiz çılgın bir ata tutunmuş, ordan oraya koşuyor gibiyim. Güya düşünüyorum. En çok düşündüğüm; yaşadığım her şeyi, en çok da haksızlıkları bir yere bağlıyorum; küçük olmama… Beni niçin böyle küçük verdiler okula, niçin gurbete gönderdiler, sorup sorup duruyorum. Bulamıyorum, beni sevmiyorlar diyorum, en çok… Ordan oraya atlıyorum. Sonra sonra biçimleniyor, ihtimal veremiyorum ama galiba, diyorum. Buluyorum, gerçekten buluyorum sonunda. Parça parça kimi konuşmalar geliyor aklıma, ekliyorum, yapıştırıyorum… ​Hiç insanın en büyük özlemi iki iri göğüs ve kahverengi, üzüm tanesi gibi uçları olur mu? Amma yaptın, olur dedim ya... ​ Anımsıyorum; bildiğim, yapışmışım annemin memesine, yeni doğan kardeşimle beraber emiyorum. Gören işgüzar kadınların, kocaman adam dediğini, o kadınlara ve kendilerini hiç ilgilendirmeyen konulara burunlarını sokma huylarını bile hâlâ anımsadığıma ve kızdığıma bakarsan, memeye göre büyükmüşüm. Bana kalsa daha on yıl sürdürürdüm o sefayı ya… Kardeşim de herhalde açlıktan ölürdü. Annemi emilmekten kurtarmak için önce gurbete, ardından okula yolladılar beni. Tamam, durumu azıcık suistimal etmişim, annemin göğsüne uzak bir yaştaymışım, iyi de gurbete ve okula yakın mı? ​ O gece ben eve gidemiyorum, tabi kıyamet de kopuyor... Uyandığımda gün doğuyor.​ Nasıl acıkmışım. Böğürtlen, yabangülü topluyorum, kocakarı armutları… Karnımı doyuruyorum… Okul zamanını bekliyorum. Toplanmalarını, andımızı söylemelerini izliyorum, ne garip aralarında yokum diye bir özlüyorum onları… Ta o mesafeden dayımın oğlunu bile tanıyorum. Ona bile içim ısınıyor, kalkıp yanlarına gitmeyi düşünüyorum. Ama ne oluyorsa öğretmenin biri gelip çocuklardan bir kaçının ellerine vuruyor sopayla, bir şeyler diyor, herhalde tırnakları ya da mendilleri kirli… ​ Gider miyim artık, onlar içeri girince eve gidiyorum. Anneme olduğu gibi anlatıyorum olanı biteni, annem ben anlattıkça dizlerini dövüyor… İnsanın annesi olması ne güzel, ona her şeyi anlatabilirsin, her durumda senden yana… Sevincinden beni azarlayamadı bile. Sabaha kadar uyumamışlar; ev ev, dam dam bütün mahalleyi dolaşmışlar. Traş olup jandarmaya gitmeye hazırlanan babam korktuğumdu, annem beni suya gönderip ona anlatmayı üstlendi. O gece okulun yakınında evleri olan dedemlerde kaldığımı söylemiş. Allahtan hayli uzak olduklarından dedemlere inmemişler, sabaha bırakmışlar. Belli ki bulunmama babam da sevinmişti, bir daha haber vermeden yapma, dedi bırakmıştı yakamı. ​ Bir daha da okula gitmedim, babamdan korktum ama gitmedim. Sonunda babam benimle konuşunca mecburen gittim tabi, ama şikâyet ettim müdürü babama...​ O anı hiç unutmam... Okula gitmediğimi öğrenen babam tabi ki çok kızmıştı, döveceği kesindi. Beklediğim bir şeydi, kafamda kurup kurup duruyordum, kararlıydım dik duracak, bir de okula beni niye küçük gönderdiklerini soracaktım. Ama öyle olmadı, daha o bana vurmadan ağlamaya başlamıştım çoktan. Başım eğik, ağlayarak bekliyordum, gene burnum akıyordu, ama tokat inmedi. Nasılsa dayak yiyeceksin, o zaman konuş da ye bari, diye düşündüm herhalde. ​ Bütün cesaretimi toplayıp haklılığıma çok inanmış bir sesle de: “Vurursan vur, o benim simit satarak aldığım kitapları millete veriyor, hem de bana sormadan... Hem beni…” Dövüyorlar diyecektim, niye beni küçük gönderdiniz diye soracaktım ama soramadım, fazla gelecek diye düşündüm herhalde. Babam kalakalmıştı... Böyle etkileneceğini düşünmemiştim. Benim çalışmama hep karşı çıkardı, paraya alışan okumaz o zaman derdi, belki ondan... Ama bilmiyorum, vazgeçti dövmekten... Tamam dedi, öyleyse ben konuşurum onla... ​ Sonra da ömrümde ilk kez, babamla tereyağlı yumurta kırması yeme onuruna eriştim... Durmadan burnum akıyordu, utanıyordum ama büyük gururdu. Yemeği bitirene kadar dayandım... İçimi kemiren o soru da kaldı tabi. Babama ilk kez başkaldırmıştım, ilk kez de bu başkaldırıdan dayaksız çıkmıştım. O hoşluğu bozmamak için belki, belki alacağım cevap beni daha çok üzecek korkusu… Bilmiyorum, ardını getirip de beni niye küçük gönderdiniz diye soramadım. ​ Sonra babam konuştu öğretmenle. Ne konuştu bilmiyorum ama okula döndüm. Öğretmenim beni odasına aldı; önce korktum, kızacak hatta dövecek diye… Ama öyle olmadı. “Ben bu okulun müdürüyüm,” dedi. Ardı ne gelecek bilmediğimden onaylayarak kafamı salladım. “İyi” dedi, “bundan böyle sen de kitaplığın müdürüsün. Senden izinsiz kimse oradan kitap alamaz…“ Sevindim, ama o kadar da şaşırmıştım, ne bekliyordum, ne olmuştu.Yine de: “Sen de mi?” dedim, güldü. Kızmadığını anladığım bir yüksek sesle: “Çık dışarı, “dedi. “Çık, tamam ben de…” ​ Dışarı çıktığımda kanatsız bir kuştum. Bildiğim en büyük güçlere başkaldırmıştım ve korktuğum herkes beni dinlemişti. Bir de şu arkadaşlarımı dövebilsem... Ama sınıfa gidip bunu denemeyi gözüm kesmedi... ​ Okula boş verdim, Çantamı bile almadan, güle oynaya evin yolunu tuttum. Yapacak bir işim daha vardı, bu havayı yitirmeden evde yapmam gereken... Yolda bulduğum küçük bir sopayla patikanın kıyısındaki otların, çiçeklerin uçlarını budaya budaya gidiyordum. Hiç abartmasız kendimi Zaloğlu Rüstem gibi hissediyordum, öyle… ​ Çeşmenin önündeki yalakta lastiklerini yıkayan dayımın oğlunu gördüm, o da okuldan kaçmış olmalıydı. Beni görmüş, o alıcı kuş haline geçmişti. Birden cesaretim uçtu gitti, dar patikadan başka yol olsa sapıp gidecektim. Belki bu kez sataşmazdı, ama böyle beni yalnız bulmuş, bırakır mıydı? Yüzünde pis bir gülümseme hırlayarak doğruldu. Bana doğru adım atmadan, bağırdım. ​ “Sakın, kafanı patlatırım senin.” Kendimde şaşıyordum ama sopayı başımın üstüne kaldırmış vurmaya kararlı üstüne üstüne gidiyordum. Annem derdi, kediyi duvara sıkıştırma... Galiba ben o noktadaydım, duvara dayanmıştım ya duvarı yıkacak ya da sonsuza değin ezik kalacaktım. ​ Önce duraladı, sonra ne yapacağını şaşırdı, geri geri çekilirken yalağa düştü. Onun düştüğünü görünce bana cesaretten öte öfke geldi, üstüne yürüdüm. Beni bekleyecek değildi ya, her yanından sular sızarak panikle fırladı, çeşmenin ardındaki yamaçtan aşağı kaçmaya başladı. Allah kalbimi biliyor dursa vuracaktım. ​ Biraz baktım ardından, geri gelir diye hala korkuyordum. Sonra ne olduysa birden bir gülme aldı beni. Onlar da çocuktu sonuçta ve aynen benim gibi korkuyorlardı, ciddi bir tehdit gördüklerinde…Birkaç adım gittikten sonra sopayı attım, ıslık çala çala eve giden yola tırmanmaya başladım. ​ Annemle babam evde mısır ovalıyordu, beni görünce şaşırdılar. Kız kardeşim de yanlarında oturmuş oynuyordu. Sormadan, "Müdür beni kütüphanenin müdürü, yaptı,” dedim gururla. Sonra da ben… “Orda duraladım azıcık, yalana başvurdum gene. “Sonra da beni eve gönderdi,” dedim. Bir zaman sorup sormamakta kararsız bekledim. Boş ver diyordu içim, bugünlük bu kadar yeter… Ama gurbette yaşadıklarım, hissettiklerim, okulda yediğim dayaklar aklıma geldikçe ağlayacak gibi oluyordum. Yok, bugün bütün sorularımı bitirecektim. Yeterince küçük kalmıştım. ​ Önce babama soracaktım, ama cesaretim yetmedi. Bana yemek hazırlayan anneme döndüm, çok yürekli, çok kahraman, tıpkı Kerbela'daki Hüseyin gibi ölümüne cesur sordum...“Sen beni niye gurbete yolladın anne, dört yaşında hem de, Ankara’ya hem de...” Annemin yüzü karardı, çok kızmazdı bana, ama kızmış gibiydi. Onu öyle görünce cesaretim, direncim tükendi. Nasıl ağlıyorum, burnum da akıyor, ama geri dönmeye de niyetim yok... “Beni bir damlayken gurbete yolladınız, bir damlayken okula…” Sonra babama döndüm; “Sen beni neden bir damla çocuk okula verdin? Onların her biri at kadar, beni her gün dövüyorlar, haberin var mı, öleyim diye mi? Beni sevmiyorsunuz diye mi?” Kimsede çıt yok, öyle şaşkın, üzgün, darmadağınık bakıyorlar... Babam karar veremiyor, kızsın mı üzülsün mü? Annem çözülmüş, gözleri yaşlı beni sevmeye uğraşıyor. İtiyorum onu… Ama ses yok, yanıt yok... ​ "Ben biliyorum, " diyorum... Sesim boğuluyor... Ağlamam artıyor... “Niye beni gurbete yolladın, okula yolladın biliyorum… Memeden kesmek için değil mi anne?” diyorum... Ama utanıyorum da biraz,annemin memelerinden söz ederken...“Kardeşin vardı, ama diyor annem, “o bebekti…” Yerde bana gülümseyerek bakan kardeşime saklayamadığım bir düşmanlıkla bakıyorum. “Olsun, iki memen yok muydu senin... İki de çocuğun… Allah bilerek vermiş işte…” diyorum, hıçkırarak… Bana sarılıyor... Babam gülüyor, ama gözleri ıslak sanki, başımı okşuyor… ​

  • Şenol Yazıcı'yla DERGİLER ve maviADA Üzerine...

    "... Günümüz Türkiye’sinde değişik dönemlerde 200 kadar dergi ve fanzinin çıktığı, dergi enflasyonu olduğu biliniyor. Üç yıldır yayın hayatını sürdüren maviAda zoru başardı mı? Şenol YAZICI: Dergiler yazanın vazgeçilmezidir, demiştik. Koca bir ülke için 200 dergi bir enflasyon değil, bence gerekenden bile az. Kültür sanata ilgisizliğin göstergesi derseniz doğru. Ne var ki yeterince nitelikli dergi olmadığı söylenebilir o ayrı. Çünkü her niyetlenen dergi yapamaz, iyi niyet, heves yetmez, altyapı ister. Para, ekonomik güç, edebiyatın mutfağından gelmek, işin başında çekim merkezi olacak birilerinin olması, yayıncılıktan da anlamak ya da anlayanların bulunması, hatta bir iki tüccar becerilinin de olması gerekiyor… Bunca insan, emek ve harcamayla neden dergi yapsın, diye de düşünülebilir tabi." * SÖYLEŞİNİN DEVAMI İÇİN TIKLAYIN

  • çizgiRoman

    / çizgi roman * yeni * *renkli * ULAŞMAK İÇİN RESME TIKLAYIN

  • ÇizgiRoman

    1 AWRAH ÇÖL PRENSESİ / 2 RED KİT maviADA ÇİZGİROMAN TIKLA

  • Yücel'in Çiçekleri

    Hasan Ali Yücel & İsmail Hakkı Tonguç /Belgesel Cengiz Özkarabekir imzalı belgesel film... "Yücel'in Çiçekleri", dönemin efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un yaşam hikayeleri üzerinden zorluklara ve tehditlere aldırmadan uyguladıkları ve başarılı oldukları Köy Enstitülerini anlatır. Sn. Ekrem İmamoğlu'nun öncülüğünde çekilen belgesel filmin senaryosunu Cengiz Özkarabekir yazdı. Filmin danışmanlığını Prof. Dr. Kemal Kocabaş yaptı. Mustafa Kemal Atatürk'ü Mahir Günşiray, İsmail Hakkı Tonguç'u da Muhammet Uzuner canlandırdı. Hasan Âli Yücel'i ise üç kişi oynadı. Çocukluğunu Ege Şenoğul, gençliğini Kutay Şahin yetişkin dönemini ise Mehmet Tokat canlandırdı. Belgesel filmin müziklerini ise Cahit Berkay ve Altuğ Öncü yaptı.

  • Filizkıran Fırtınası

    Hasan Hüseyin Korkmazgil'in güzel şiiri FİLİZKIRAN FIRTINASI'nı, Şenol Yazıcı'nın fon metinleri ve müzik eşliğinde dinlemeye ne dersiniz? VİDEO'ya TIKLAMANIZ YETERLİ / maviADA videoları /2016 * FİLİZKIRAN FIRTINASI gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası evler yemen türküsü sokaklar seferberlik öyle bir gariplik ki öyle bir tedirginlik yaz başında güz sonrası ayvalar çiçekteydi güller daha tomurcuk açıl demişti güneş açılmıştı kıraçta kış elmaları çözül demişti güneş çözülmüştü yılanlar karanlık odalarında dallarda yuvalar tüy kokuyordu düğünçiçekleri şenlikli gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası ne dal kaldı ne tomurcuk yerden yere çaldı otları ağaçları insan yüzlü bir korkuluk üşüdüm dünyalarca baskın yemiş bir kent gibi üşüdüm sergen etti filizleri sapsarı bir karanlık bahardan kışa düştüm acılı günler gördüm sığdıramam bir tek günü bir koca yıla geceler geçirdim yoz kentlerin bulvarlarında nice baharları kışlara gömdüm uzak düştüm yelinden yelvesinden acılı yurdun uzak düştüm umudundan mutundan yomundan uzak düştüm bunaltının böylesini görmedim severim fırtınanın her türlüsünü ormanlar uğultulu sular dalgalı severim filizkıran fırtınası'nı kırıp kanatmıyorsa sevincin türküsünü nerde benim baharım dalım yaprağım nerde gece çökmüş üstüne kerpiçsel yalnızlığın sanki kaplan pençesinde bir manda böğürtüsü ne kuş kalmış ne çiçek ne kırmızı ne yeşil sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü 1978

  • SATRANÇ

    SATRANÇ, Stefan Zweig * Roman, Sesli

  • İki Şehrin Hikayesi

    Charles Dickens * İki Şehrin Hikayesi * Roman, Sesli roman

  • maviVİDEO

    En değerli şairlerimizden seçtiğimiz şiirlerin videolarını maviVİDEO'da bulabilirsiniz?

  • CEMİLE

    CENGİZ AYTMATOV * Louis Aragon'un dünyanın en güzel aşk hikayesi dediği Cemile, Cengiz Aytmatov'un 1958 yılında basılan uzun öykülerinden biridir. Kocası savaştan çok uzun bir süre gelmeyen Cemile , zorunlu erzak taşımacılığı yaptığı sırada savaştan sakat olarak gelmiş Danyar adlı bir delikanlı ile tanışır. Cemile ile Danyar arasında bir aşk başlar. Öykünün anlatıcısı çocuk, yengesi Cemile ile Danyar'ın yakınlaştıklarını farkındadır. ... GERİSİNİ ÖYKÜYÜ OKUYARAK KENDİNİZ ÖĞRENMEK İSTERSENİZ RESME TIKLAYIN

  • zeka ve yetenek eğitimi

    ÇOCUK VAKFI 6.BULUŞMA 24 Mart 2018 SAAT:10:00-12:00

  • Söyleşi-İmza

    Yunus Koray, Kader Durmuş ve Hacı Kozludere'nin katılacağı; Yusuf Alper'in yönetimindeki söyleşi ve imza günü 25 Kasım 2017 tarihinde YAKIN kitapevinde yapılacaktır...

  • Söyleşi ve İmza

    AŞK, Gönül ve ŞİİR / Ahmet İnam *zaman: Cumartesi, 14:30 – 16:30 *yer: Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi KENNEDY CAD. NO:4 KAVAKLIDERE, 06540 Ankara

  • Yağmur Duası

    Geçen cuma güne Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütün Türkiye’de Cuma namazından sonra yağmur duası yaptırması düşündürücüdür. Daha da ötesi dehşet vericidir! Dua ile yağmur yağacağına ihtimal vermek, ülkemizi yönetenlerin nasıl bir cehalet içinde bulunduğunu, ülkeyi de cehalete dayanarak yönettiğini gösteriyor. Duanın insan psikolojisinde rahatlatıcı ve teselli edici bir yanı bulunduğu gerçek ise de bazı şeyler vardır ki dua ile başarılması mümkün değildir. Örneğin, yalnız Müslümanlar değil, Hristiyanlar, Yahudiler ve Budistler, onlara katılan öteki inanç sahipleri hep birlikte olsalar ve günlerce dua etseler güneşin doğudan değil de batıdan doğmasını sağlayamazlar. Mikrobik bir hastalığı dua ederek de iyileştirmek mümkün değildir. Dua ile depremler, volkanlar ve seller de önlenemez. CEHALET İKTİDARDA Doğal olayların nedenlerini bilmeyen, ilkokullarda okutulan tabiat bilgisi dersi bile almamış olanlar özgü bir cehalet, bugün ülkenin yönetimine yol gösteriyor. Geçmiş yüzyılların folklorik bir ögesi olarak kalması gereken yağmur duası ile yağmur yağdırmaya çalışmak bunun kanıtıdır. Çocukluğumda köyde düzenlenen birkaç yağmur duasına katıldığımı hatırlıyorum. “nefesi kuvvetli olanlardan” bir grup, üç yüz bin çakıla okuyarak bunları suya verirler, sonra hep birlikte dua edilirdi. Duacıların normal dualardaki gibi avuçları gökyüzüne açılmaz, her iki elin parmakları yere doğru sallanırdı. Böylece göklerin hâkimine işaret diliyle de mesaj gönderilir, sicim gibi yağdırmanın kopyası verilirdi. İslam öncesinden kalan bir inanç gereği olsa gerek, camide korunan bir at başı iskeleti de ıslanmaya bırakılırdı. Ancak bütün bunları devletin düzenlemesi akla bile gelmezdi. Tamamına yakını ilkokul eğitimi bile görmemiş köylülerin kendi girişimleriyle yapılırdı. Uzunca bir süredir, köyümüzde ve çevre köylerde yağmur duasına çıkıldığını duymadım. Bu kez, Diyanet’in emriyle dua düzenlenen Cuma günü köyü aradım ve köylülerden birine Cuma namazına gidip gitmediğini sordum. Beş vakit namazında olan bu lise mezunu köylü o gün cumaya gitmemiş. Bunun nedenini, korona salgınını yeni atlatmış olmasına yordum. Köyde Cuma namazı kılınmış ve ardından yağmur duası da yapılmış. Konuştuğum köylü dedi ki: “Bunlar çok açıkgöz. Meteorolojiye soruyorlar, yağmur geleceğini öğrenince yağmur duası düzenliyorlar!” Sosyal medya paylaşımlarında da bu yolda paylaşımlar görüldü. Bu durum, yurttaşların Diyanet’i, dolayısıyla devleti kültür yönüyle arkada bıraktığına kanıt sayılabilir. ABDÜLHAMİT’İN VEBAYI ÖNLEME YÖNTEMİ Yüz yılı aşkın bir zaman önce Mehmet Akif, İkinci Abdülhamit döneminde halkın nasıl aldatıldığına örnek olarak, bir veba salgınında hocaların İstanbul çevresinde yedi kere dua okuyarak dolandırıldığını anlatır. Dua ile yağmur yağdırılabiliyorsa dua ile başka nelerin yaptırılabileceği hakkında çok geniş bir liste sunulabilir. Uzun lafa gerek yok: Korona salgınını önlemek için toplu bir duaya ne kadar çok ihtiyacımız var! Asgari ücretin yaşanabilir bir düzeye çıkması için yetkililerin kalbine merhamet duygusunun düşmesi için toplu bir dua niçin akla gelmesin? Karnelere zayıf gelmemesi için öğrencilerin ve onların velilerinin duası hiç de boş bir çaba sayılmamalı… Bilime ve teknolojiye gerek yok! Çalışmaya, didinmeye ihtiyaç yok! Doğayı korumak gerekmez. Nasıl olsa bunları dua ile elde etmek mümkün! BARİ ARAPLARDAN GERİ KALMAYALIM Eskiden hemen bütün kamyonların alınlarında “Allah korusun” yazardı da yabancılar bunu Türklerin bir kamyon markası sanırdı. Hiçbir sihrin, duanın, hamaylının trafik kazalarını önlemediği, insanları hastalıktan korumadığı anlaşıldı ve bu gibi batıl uygulamalar nerdeyse görülmez oldu. Diyanetin yağmur duası, bütün bu zihin gelişimini geriye çevirmeyi mi amaçlıyor? “Dua ile yağmur yağsaydı, Arabistan çöl olmazdı” diyenler var. Orada yağmur duasına çıkılıp çıkılmadığını bilmiyoruz ama petrol zengini Araplar teknolojiyi kullanarak deniz suyundan içme suyu elde ediyorlar ve çölde vahalar oluşturuyorlar. Bari onlardan geri kalmasak! (16 Aralık 2020) Öteki yazılar için: zekisarihan.com

bottom of page