top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Cemile

    İnsanlık var olduğu sürece aşk hep olacaktır. Belki bu yüzden dünya edebiyatına geçmiş yüzlerce efsanevi aşk hikayesi vardır kuşkusuz. Bunlardan biri olan Sovyet yazar Cengiz Aytmatov’un, insan karakterleri ve doğa olgusunu ustaca işleyerek, lirik bir dille anlattığı Cemile’ si, Fransız şair Luis Aragon tarafından : “Dünyanın en güzel aşk hikayesi” olarak nitelendirilir İkinci dünya savaşının üçüncü yılıdır. Kafkaslarda, adını Kurkureu nehrinden alan, vadi kıyısında, savaşın zor yaşam koşulları içinde hayatını sürdürmeye çalışan, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu bu köye; gelin olarak gelen ve daha evliliğinin ilk aylarında kocası, askere çağrılan, genç hayat dolu, çalışkan Cemile ile savaştan yaralı dönen sessiz, içine kapanık, yanık sesli Danyar’ın, ambarlara zahire taşınması işinde birlikte çalışırken, yakınlaşıp sevdalanmalarının öyküsü; Cemile’nin küçük kaynı Seyid’in, ağzından, bir çocuk masumiyetiyle resmedilerek anlatılmaktadır. CEMİLE: Köyün bütün delikanlılarının hayran olduğu, genç, güzel hayat dolu, at bakıcısı bir ailenin erkek gibi yetiştirilmiş biricik kızları Cemile; çalışkan, sözünü sakınmaz…Davranışları geleneklerin dışına taşsa da gelin olduğu ailede yadırganmayan biridir. Vicdanlı olması ve eşine bağlılığından başka bir şey beklenilmeyen evliliğinden, kısa bir süre sonra, gelinliğinden bir şey anlamadan, eşinin askere alınmasıyla yalnızlaşan Cemile, asker eşinin gönderdiği mektubun sonuna iliştirilen küçük bir selamla yetinmek zorunda kalır. DANYAR: Bütün genç ve sağlıklı erkeklerin askerde olduğu bu köyde, kimsesiz, savaştan sol bacağı yaralı olarak dönmüş , az konuşan içe dönük gizemli, çalışkan ve güvenilir bir genç olan Danyar, Cemile ve küçük kaynı Seyid’in yanında ambarlara zahire taşıma işine yardımcı olmak üzere görevlendirilir. Köklerinin bu köyde olduğu ancak, öksüz ve yetim kalınca yakın köylerden birinde yaşamını sürdürürken askere alınan bu gencin, kimsesizliğin hüznünü gözlerine oturmuş, yalnızlığından şikayetçi görünmeyen, herkese mesafeli küçümser tavırlarıyla, insanlarda anlaşılmayan bir saygı uyandırmaktadır. Kimsenin görmediği şeyleri görür, işitmediği şeyleri işitir, güzel yanık sesiyle içli türküler söylerdi. SEYİT : Ağabeylerinin askere alınmasıyla, ailede, dülgerlikten başka bir işten anlamayan babası, evin bütün işlerine yetişen annesi , küçük kız kardeşi ve ağabeyi Sadık’ın eşi Cemile ile birlikte yaşayan, onbeş yaşında bir çocuktur Seyit. Ailede kalan tek erkek olarak, diğer yaşıtları gibi bu zor günlerde ailesine destek olmak için sorumluluk almaya hazırdır. Seyit yaşları aşağı yukarı birbirine yakın olan sıra dışı kişiliğini fark ettiği yengesi Cemile’ye gizli bir hayranlık duymaktadır. Öğrenmeye, insanları tanımaya meraklı Seyit, İstasyona zahire taşıma işinde yengesi Cemile ile birlikte çalışacağı ve O’nu yakından tanıyacağı için mutludur. Seyit, uzun, sıcak yaz günlerinde, yorgun iş dönüşlerinde, Danyar’ın söylediği içli türkülerle uzaklara dalıp, hüzünlenen Cemile’nin hal ve tavırlarındaki değişikliği fark edip, çocuk aklıyla kıskanmaktadır yengesini. Seyit resme yetenekli bir çocuktur. Kendinden başka kimsenin şahit olmadığı, Danyar ile Cemile’nin zahire arabalarından biriyle vadiyi terk ediş anını, tuvale çizmeyi, hafızasına yerleştirir. Yıllar sonra bu, Seyit’in ressam olarak mezun olacağı akademiye sunduğu tez çalışmasının konusu olacaktır. * Cemile'yi okumak isterseniz TIKLAYIN

  • Aşkarayan’daki “SES”

    / AŞKARAYAN / Şenol Yazıcı, Öykü, İstanbul 2006 / Şenol Yazıcı’nın Aşkarayan adlı öykü kitabında birbirinden güzel üç öykü var: Ses, Benim Kimsem Olsana ve Aşkarayan. Bu üç öyküden beni en çok etkileyen “Ses” oldu… Edebiyatla uğraşıp da Şenol Yazıcı adını duymayan var mıdır? Bilmiyorum. Ben yine de kendisini, kitabının başındaki özgeçmişinden çok kısa alıntılarla tanıtayım. Trabzon’da doğmuş, Türk Dili Edebiyatı öğretmeni. 1979’dan beri birçok dergi ve gazetede deneme, şiir ve öyküleri yayınlanmış; radyo ve televizyon programları yapmış; 10’a yakın kitaba imza atmış öykücü ve romancılarımızdan biri. Aynı zamanda (Bursa’da) MaviADA dergisini çıkarıyor. Sevgili Yazıcı, Ses öyküsünde, Sabahattin Ali’nin Kağnı öyküsünde olduğu gibi sözü eveleyip gevelemeden, doğrudan olaya girerek anlatıyor. Bu her yazarın başarabileceği bir iş değildir. Öyküde olayı baştan girerek anlatmak, cesaret işidir. Olay en son ortaya çıkması gerekirken bunu en başta anlatmak ve ondan sonra da o öyküyü okutabilmek büyük ustalığı gerektirir. Bu tür öykülerde başarılı olabilmek her babayiğidin harcı değildir. İşte, Şenol Yazıcı bunu başarabilmiş ender öykücülerimizden biridir bence. Hem olayı en baştan vereceksin, hem de öyküyü bir solukta okutacaksın; başarı buradadır bence. Ses öyküsü “Çocuklar, ırmakta yılanlar çıyanlar tarafından yenmiş bir kadın ölüsü bulmuştu.” tümcesiyle başlıyor. Yazarın dili yalın, bir o kadar da güçlü. “Bacakları dışarıda, yüzükoyun suya yatmış bir kadına benziyordu. Sanki su içiyordu, birazdan doğrulup kalkacak gibiydi.” İki tümceyle kadının o andaki fiziksel görünümünü ne kadar net anlatıyor. Ölüyü bulan çocukların içinde en meraklısı ve sabırsızı Ermeni değirmencinin oğlunun olması, öykünün Doğu Karadeniz’de geçtiği anlaşılıyor. Hemen aklıma şu geliyor: Geçmişteki Ermeniler ile Türkler arasındaki husumet olmadığını, Türk çocuklarıyla Ermeni çocuklarının arkadaş olduklarını fark ediyoruz. 1940’lı yıllardan beri süregelen jandarma baskısının ne denli ağır olduğunu öyküdeki diyaloglardan öğreniyoruz. Jandarma komutanı muhtara “-Bu kadın kim muhtar? Gerekirse herkesi falakaya yatırırım bil…” Yine öykünün ilerleyen satırlarında jandarma komutanı tehdit savurarak “-İstiyorum, dedi komutan. Hem de hemen.” Bir alt satırda “Falakaya ilk senden başlarım bak.” diye gözdağı vermeye devam ediyor komutan. Bir düşünün! Devleti temsil eden seçilmiş bir insana jandarma bunu yapmaya kalkarsa –ki yapıyor- sıradan bir köylüye neler yapmaz. Muhtar yine de iyimser düşünerek, kendisine yapılan tehdit karşısında “-Yapmazsın her halde komutanım.” diyor. Muhtarın iyimser tavrı karşısında komutan yumuşayacağına inadına sertleşiyor. Tehdidini daha da ileri götürerek şöyle diyor: “-Görürsün. Şimdi köyün kadınlarını topla buraya. Önce seninkini getir.” Görüyorsunuz sevgili okuyucular. Yazar, komutanın edepsizliğini ve alçaklığını bütün çıplaklığıyla ortaya döküyor. Muhtara söylediği “-…önce seninkini getir.” cümlesini ise nereye çekerseniz çekin. Yazar burada büyük bir dramı ironik bir dille ne güzel anlatmış. Biz galiba ölçülü davranmayı bilemiyoruz. Yetki verilince asıp kesiyoruz; alınınca da sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Bunun bir orta yolunu bulamadık gittik. 1990 öncesi askerlerin durumuyla şimdiki askerlerin durumunu bir kıyaslayın. Geçmişte ne zulüm etselerdi, ne de şimdi bu durumlara düşürülselerdi. Bu ülke de bizim bu ordu da. Dengeleri gözetmek gerektiğine inanıyorum… Öyküde Köse Hasan’ın ortaya çıkışı, yine jandarma komutanının köy meydanındaki çocukları uzaklaştırmaya çalışmasıyla çıkıyor. Kendisini kovalayan ve bağıran komutana aldırış etmeyen Köse Hasan için, bu kez muhtar araya girerek “-Çocuk değil o, ben yaşlarda var. Köse deriz.” diyor. Yazar Köse’yi bize şöyle tanıtıyor: “On üç, on dört yaşlarındaki bir çocuk gövdesine sahip Köse’yi kimsenin adam yerine koyduğu yoktu. Göğsü içeri göçük, sırtı hafiften kamburdu. Tüy adına neyi varsa beyaza yakın sarıydı. Dar alnının hemen ortasından başlayan saçları, hiç budanmayan gür çalılıklar gibi başını sarıyordu. Sakal çıkmayan köse yanakları, parlak mavi gözleri ona iyice bir çocuk görüntüsü veriyordu.” Yazar, sanki kamere görüntüsüyle gözümüzün önüne getiriyor Köse’yi. Hem de güçlü bir betimlemeyle. Jandarmalar cesedin kime ait olduğunu bulmadan giderler. Köylülerden Kayış Ömer: “…Yahu şu, Köse’nin yanındaki ne olduğu belirsiz kadın olmasın?” Köse Hasan babasız, yaşlı anasıyla yaşarken günün birinde annesi de ölünce yapayalnız ortada kalır. Bir yaz günü deniz kıyısındaki bir köyden sakat bir kadını kendisine can yoldaşı olarak getirir. Kadın Köçekçedir; anası da zamanında köçekçedir. Erkekler içki âleminde, kadını oynatırlarken kıskançlık yüzünden aralarında tartışma çıkar, kadın da erkeklerden birini bıçakla yaralar. Bu arada diğer erkekler de köçekçinin gözünün birini kör ederler, kolunun birini de kırarlar. Kaçıp kurtulan kadın, Kösenin bekçilik yaptığı tarlada yaralı olarak inlerken Köse tarafından bulunur. Köse kadını sağaltır. Kadın bir süre sonra iyileşir. Köse’nin kendisi gibi bekâr akrabası Ömer’in şahitliğiyle imam nikâhı kıyarak evlenirler… Köse hem kıskanç, hem de karısının yaraladığı erkek yüzünden, eşinin kaçırılacağı endişesini taşır. Kadın da (yani karısı da) aynı endişeyi taşıyınca Köse yaralanan erkeğin öldüğünü söyleyerek kandırır. Kadın da inanır. Bir süre birlikte yaşarlar. Kadın sonradan olma değil, anadan doğma köçekçe olduğu için oyun oynamadan, dans etmeden duramaz. İyileşince dayanamaz, gece ocakta yanan ateşin alevleri eşliğinde Köse’nin önünde, eteğinin bir ucunu beline sokarak dans etmeye başlar. Köse kadını bu hareketini onaylamaz, kötü kadın olarak görür… Kadın çok üzülür… Köse işe gidince dışarıya da –yakalanırım korkusuyla- çıkamaz. Evde bunalır. Günün birinde Köse, ağanın fındık bahçesinde bekçilik yaparken Ömer ve adamları çıkagelir. Kadın kocası sanarak kapıyı açar… Kadını alıp kaçırırlar. Köse o gün bekçilik yaptığı yerin alt taraflarından içkili eğlence seslerini işitince karısı aklına gelir. Görevini bitirir bitirmez eve döner. Karısını bulamaz. Yazar bu durumu şöyle anlatır: “Kapının önüne çöküp ne yapacağını bilmeden ağlamaya başladı. Tarladan gelen bir hışırtıyla başını kaldırdığında gördü kadını. Mısırların arasından çıkıyordu. Dağınık saçları açıktı, entarisinin önü açılmış, bir göğsü hemen hemen dışarıdaydı. İlk anda sevindi onu bulduğuna, ama yerini en sevdiği kedisi öldürülmüş gibi bir duygu aldı çabucak.” Sayfa:30 “Evin önüne gelinceye değin fark etmedi onu kadın. Görünce de dondu, dizleri çözülmüş karşısına çöktü. Konuşmadan baktılar birbirlerine.” Kadın eski dünyasına döndüğü için mutludur. Ama köse’nin dünyası kararmıştır. Silahını kapıp karısını öldürmeye kalkınca eşi direnir: “-Delirdin mi sen? Bırak beni gideyim. Neyinim ben senin ki?” Köseni yanıtı geçikmez:“-Karım.” Kadın: “-Onu sen çıkardın, millete karşı öyle diyelim diye.” der. Kadın öldürmemesi için yalvarır. “Köse sıkıntıyla başını salladı. Gözleri yaş içindeydi.” (sayfa:35) Köse tüfeğini doğrultur ve kadını vurur. Şenol Yazıcı Köse tiplemesiyle çok ilginç bir karakter çizmiş. Aslında Köse’nin derdi kadın değil, yalnızlıktır. Yazar insan yaşamında en zor olan yalnızlık temasını Köse üzerinden çok başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Yalnızlık öyle bir duygudur ki yaşayan bilir. Kişi çok zengin olabilir, ama yine de gariptir. Yani yalnızdır. Yalnızlık duygusunu zenginlikle, parayla pulla da gideremezsiniz. İşte, yazar bu öyküsünde buna vurgu yapmış. Hem de başarılı biçimde. “Ses” hiç tereddütsüz (duraksamadan) en beğendiğim yirmi öyküden biridir. Yalnızlık psikolojisini bu denli başarıyla veren usta bir yazardır, Şenol Yazıcı benim için. Bu kitaptaki üç öyküyü de bir solukta okuyacağınızı inanıyorum. Ve okumayanlara da öneriyorum. Yüreğine, beynine, eline sağlık Şenol Yazıcı. 30.09.2011 Çiğli-İzmir Kasaba Esintisi Dergisi, 2012,Ocak *

  • Edebiyatımızın Usta Arısı, Çağdaş Destancısı

    Ailesi Çukurova’ya Van’dan göçer; Çukurova’nın yüzlerce köyünden biri olan Hemite’de doğar, (Göğceli). Cumhuriyet’le yaşıttır. Yaşar Kemal olmazdan önce adı Kemal Sadık Göğceli’dir. 5 yaşındayken babası öldürülür gözlerinin önünde; kan davası. 12 yaşına kadar kekemedir; türküler söyleyerek yener kekemeliğini. Sağ gözünü kaybeder bir kurban kesimi sırasındaki kazada. Hemite’de okul yoktur, köyüne iki kilomet-re uzaklıktaki Burhanlı köyünde gider okula; Atatürk’ün öldüğü yıl bitirir ilkokulu Kadirli’de. Adana ortaokulunun son sınıfın-dayken noktalar öğrenim yaşamını... Kemal Sadık Göğceli’den Yaşar Kemal’e uzanan, süren yaşam-sanat serüveni bir dergi yazısına sığmaz. Onun çağdaşı olmanın onuruylayız demek yeterli. Topraklarımızdan fışkıran sanat bereketinin ölümsüzlüğe uzanan Gilgameşlerinden biri o. Nâzım Hikmet’in Büyükusta olduğu bu yurdun onur anıtlarından biri. Aydınlık kattı toprağımıza; güzellik, sevgi, barış kattı. Ağarttı yüzünü toprağımızın, insanımızın, sanatımızın... Kemal Sadık, ağıtlarla, türkülerle, manilerle, halk şiiriyle büyür; Âşık Kemal’e dönüşür; halk şairleri gibi şiirler söyler, ağıtlar derler, kendisi de ağıt yakar. “Yeni Karacaoğlan olacak,” derler onun için. Çırçır fabrikasında çalışır, kavun-karpuz bekçiliği, ayakkabıcı çıraklığı, ırgatlık, amelebaşılık, traktörcülük, öğretmenlik, Adana’da kitaplık memurluğu, İstanbul’da, Gülhane’de arzuhalcilik, Sarayburnu’nda balıkçılık yapar. Ortaokulu bitirmeden “hayata atılmış” denilebilir. Çevresine alıcı gözlerle bakar, alıcı gözlerle dinler çevresinden, öğrenir. Türküler ve ağıtlar derler. Çalıştığı Ramazanoğlu Kitaplığındaki kitapları su gibi okur, alır dağarcığına, Stendhal’e hayran kalır. Adana’da sürgünde olan Abidin ve Arif Dino’yla dostluğu da eklenir öğrenme sürecine. Don Kişot’a, Homeros’a, Karacaoğlan’a sevdalanır. Tüm bunları yaparken yazar da; halk dilindeki gizin gücünden aldığı bir söyleyişle, anlatımla var olmaya, Yaşar Kemal olmaya başlar... Önce şiirleri yayınlanır çeşitli dergilerde; ilk şiiri “Seyhan”, Adana Halkevi’nin dergisi Görüşler’de çıkar. Orhan Kemal’le tanışır. 1942-43’te Ankara’nın Ülkü, Millet, İzmir’in Kovan, Gaziantep’in Beşpınar dergilerinde yayınlar şiirlerini. (Bu şiirleri bugüne kadar kitaplaşmamıştır.) Derlediği ağıtlar 1943’te Adana Halkevi Yayınlarınca Ağıtlar adıyla ve Kemal Sadık Göğceli imzasıyla yayımlanır. Halk edebiyatı sevgisiyle Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte Gökyüzü Mavi Kaldı’yı (1978) hazırlar; Ağıtlar II’yi 1992’de çıkarır. 1950’de “Komünist Partisi kurmaya teşebbüs etmekten” tutuklanır. Bir yıla yakın Kozan cezaevinde kalır ve çıkınca, “Ver elini İstanbul” der; yani iş arama, çalışma ve işsizlik günleri… Cumhuriyet çocuğu Yaşar Kemal, röportajcı olarak Cumhuriyet gazetesiyle buluşmasının (1951) ürünleri Yanan Ormanlarda 50 Gün (1955), Çukurova Yana Yana (1955), Peri Bacaları (1957) olur. Röportajları Bu Diyar Baştan Başa (1971), Denizler Kurudu (1974), Nuh’un Gemisi (1974), Bir Bulut Kaynıyor (1974), Allah'ın Askerleri (1978) ile sürer. İlk öyküsü Pis Hikâye’yi 1946’da yazar. Bebek adlı öyküsü Cumhuriyet’te yayınlanır. Öyküleri Sarı Sıcak (1952) ve Teneke (1955) adıyla kitaplaşır. Daha sonra Bütün Hikâyeler’de tüm öyküleri toplanır (1962). Demir Çarık (1947) romanı poliste kaybolur. Hüyükteki Nar Ağacı’nı yazar (1951) ama kaybeder; bu kitap ancak 1982’de yayımlanır... 1950’li yılların ikinci yarısı Yaşar Kemal için atılım, büyüme, coşku, sevda yıllarıdır. Hep yazar. Yaşadığı yıllar, yazdığı yıllar olur. Yazdıkça ustalaşır, ustalaştıkça yaygınlaşır ve onun yazdıklarıyla tanışanlar bağrına basarlar bağırların-dan çıkan bu yazarı. Anadolu’yu yazar, insanlık senfonilerine dönüştürür yurdunun insanlarının yaşam serüvenlerini. Yazdıklarıyla evrenselleştirir ve evrenselleşir. İşte “Yaşar Kemalleşme” süreci: 1953-54’te Cumhuriyet’te tefrika edilen İnce Memed 1955’te yayınlanır, 1956’da Varlık dergisinin ilk roman ödülünü kazanır. Bir şiir, bir türkü, bir eylem, bir destan, bir belge, bir düş, bir gerçek olan bu romanıyla yıldızı parlamaya başlar. Türkiye’de en çok okunan romanlardan biri olan romanın ikinci cildi 1969, üçüncü cildi 1984, dördüncü cildi 1987’de yayımlanır. Bu romanı gibi birkaç ciltten oluşan ırmak romanlar yazar: “Dağın Öte Yüzü”nün ilk cildi Ortadirek (1960) bir kez daha sarsar okurunu. Fethi Naci, “Bugüne kadar okuduğum en mükemmel Türk romanı,” der. “Dağın Öte Yüzü”nün sarsıntıyı sürdüren öteki romanları gelir ardı ardına: Yer Demir Gök Bakır (1963) ve Ölmez Otu (1968). “Kimsecik”in ciltleri: Yağmurcuk Kuşu (1980), Kale Kapısı (1985), Kanın Sesi (1991); “Akçasazın Ağaları”nın ciltleri Demirciler Çarşısı Cinayeti (1973), Yusufçuk Yusuf (1975); “Bir Ada Hikâyesi”nin ciltleri ise Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1997), Karıncanın Su İçtiği (2002) ve Tanyeri Horozları (2002)’dır. Diğer romanları Yılanı Öldürseler (1976), Al Gözüm Seyreyle Salih (1976), Kuşlar da Gitti (1978), Deniz Küstü (1978)’dür. Üç Anadolu Efsanesi (1967), Ağrıdağı Efsanesi (1970), Binboğalar Efsanesi (1971), Çakırcalı Efe (1972), Yaşar Kemal’in biçemine uygun çağdaşlaştırılmış efsanelerdir. Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topla Karın-ca (1977) adlı bir de çocuk romanı yazar... Yaşar Kemal, şiirle, öyküyle, röportajla, romanla, fıkray-la, oyunla, doğa sevgisiyle dolu yıllar yaşar. 1960’larda Yön, Ant dergilerinde, 1970’lerde Yeni Halkçı gazetesinde yazılar yazar. 1951–1995 yılları arasında yazdığı yazılardan, yaptığı konuşmalardan seçilen Taş Çatlasa, Ağacın Çürüğü, Baldaki Tuz, Ustadır Arı, Zulmün Artsın adlı kitaplar, romancı Yaşar Kemal’in yarım yüzyıllık aydın sorumluluğunun ürünleri olur. Türkiye Yazarlar Sendikası (1974–75) ve PEN Yazarlar Derneği (1990–1991) kurucu başkanlıkları; Türkiye İşçi Partisi’nde Genel Yönetim ve Merkez Yürütme Kurulu üyelikle-ri yapar. Yaşar Kemal Günleri (Edebiyatçılar Derneği, 1993), Yaşar Kemal’in Yapıtlarında Kürt Gerçeği (Rohat, 1992), Yaşar Kemal Sözlüğü (Ali Püsküllüoğlu), Çağımızın Büyük Romancısı Yaşar Kemal (Alpay Kabacalı, 1992), Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet, 1993), Bir Hikâyeci Sait Faik Bir Romancı Yaşar Kemal (Fethi Naci, 1990), Yaşar Kemal (Muzaffer Uyguner, 1993), Fotobiyografi (Tuba Tarcan Çandar, 1988), Yaşar Kemal: Yazar, Eser, Üslûp (Ramazan Çiftlikçi 1997), Yaşar Kemal’i Okumak (10 yazardan yazılar, 1998), Bir Destan Rüzgârı: Fotoğraflarla Yaşar Kemal’in Yaşam Öyküsü (Alpay Kabacalı, 1999), Yaşar Kemal: Bir Geçiş Dönemi Romancısı (Nedim Gürsel, 2002) hakkındaki kitaplardan bir kısmıdır. Ulusal ve uluslararası onlarca ödül alır. Birçok yapıtı sinemaya, tiyatroya uyarlanır. Bir kısım yapıtlarını oyunlaştırır. Sık sık çeşitli ülkelere gider gelir. Onlarca dile çevrilir romanla-rı. Yıllarca Türkiye’nin Nobel Edebiyat Ödülü adayı olur. Yaşar Kemal’in romanının anavatanı Çukurova’dır. Çukurova’dan sanki “o güzel atlara” binerek kök salar yurdun dört bir yanına; yetmez, dünyaya koşturur atlarını. Söyleminin temel taşı sözlü anlatı geleneğidir; geleneği bugüne ve geleceğe taşımanın ustasıdır. Çukurova yerelinden Anadolu ulusallığına, oradan dünyanın evrenselliğine uzanan bir taşıyıcılık yapmıştır denilebilir. “Halkın dilini öğrenmenin büyük olanaklar getirdiğine” inanarak yazan Yaşar Kemal, Türkçenin yüz akıdır. Edebiyatının asıl ögesinin dil olduğu bilinciyle yazmıştır hep. Dilinin ustalığıyla var etmiştir kendisini. Kendi dilini kurmuştur ki halkın, doğanın dilidir bu dil. “Yaşar Kemal’in dili” denmiştir: Büyük onur! Yaşar Kemal Sözlüğü yazmıştır Ali Püsküllüoğlu. Dil sevgisi, dil ustalığı, dili kullanmadaki, zenginleştirmedeki başarısı, çoğalan, çeşitlenen, yoğunlaşan, biçemle örtüştüren bir dille yaratmıştır romanlarını. Ceyhun Atuf Kansu “Yaylaların Sözlüğü” demiştir ona; “Anadili çiçekçe”dir. Anadolu insanının yaşam serüvenini, Anadolu’nun folklor ve etnografya zenginliklerinden yararlanarak anlatan Yaşar Kemal’in söylemi zengindir. Mitolojik anlatım, lirik anlatım, ironik anlatım, alegorik anlatıma, düz anlatım... gibi çeşit çeşit anlatımla doludur yapıtları. İnsanlığın gerçeğini insan gerçeğinde bulup yoğunlaştırarak vermiştir romanlarında. Hem geleneksel hem modern anlatı biçimlerini kıvraklıkla kullanmış, şiirsel bir söylemin rahatlığı ve canlılığıyla var olmuştur. Yaşar Kemal, toprağımızın, insanımızın, aydınlığımızın, edebiyatımızın “usta arısı”dır. Romanları, çağdaş toplumun destanı olan gerçek romanlardır. Öyleyse Yaşar Kemal’e de “çağdaş destancı” demenin yanlış bir yanı yoktur. Yaşar Kemal’in romanları Türkiye’nin destanı, Yaşar Kemal de Türkiye’nin destancısıdır yani. Yaşar Kemal, insanlığı bugüne taşıyan destanın çağımızdaki temsilcisidir. Çağdaş Home-ros’tur sanki; destanlaştırır yaşamı, yaşanılanları, yaşayanları. Dedim ya, çağdaşı olanlar şanslı. Çünkü yaşamın nasıl destanlaştığını görüyorlar Yaşar Kemal’i okudukça.

  • Eşkiya Deli KEMAL

    “Bazı insanlar başkaldırmaya mecburdur”, diyor Kemal Sadık GÖKÇELİ (Abidin DİNO’nun verdiği adla Yaşar KEMAL). Sadece bu tümce bile yeter onu anlatmaya. Öyle bir yaşam ki onunki, direnmenin tarihi kadar kadim. I. Dünya Savaşının Anadolu’ya karabasan gibi çöktüğü yıllarda, Van’dan göç eden onlarca aileden biri GÖKÇELİ ailesi. İşgalin gölgesiyle solan yurdu geride koyup bir umut yola koyulanlardan. Doğu Anadolu’dan Çukurova’ya bir buçuk yıl yol giden aile, Kilikya’da çözünce kervanın yükünü, Van Gölünün derinlerine gizlenir yurt özlemi. Artık efsaneler yaşatacaktır sevdasını Esrük dağının, Ernis’in. Gel gör ki “büyük aşklar ve büyük şehirler çığlık çığlığa terk edilir”. Kolay hazmedemez büyük ana bu göçü. O kadar güzel anlatıyor ki Yaşar Kemal bu sızıyı: “Babam sırtında taşımış nenemi göç boyu. Nenem habire kaçmış babamın elinden. Ya bir çalılığın dibi, ya bir ağaç kovuğu… Babam nereye gittiğini sorunca da öfkeyle vermiş karşılığını. Cehennemin dibine gidiyorum. Nereye gideceğim, elbette köyüme, gâvurların içine gidiyorum. Onlar da insan, beni yiyecek değiller ya, siz kaçın, bakalım nereye kadar kaçacaksınız?” Direncin geçidinde kavlanan bir yaşam diyeceğim ya laf olsun diye değil. Dünyaya gelmeden bellidir aslında yazgısı. Babadan oğula altın bir kemer gibi taşınan o cevher: Doğruluk. Onlar ki yurt olsun diye kendilerine verilen toprağı(Çukurova’ya varınca), Ermenilerden gaspedilmiş diye almayıp fukaralığı yakıştırmışlar göynüklerine(*). “Anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez. Biz beyliği bile kabul etmeyen Hacı Süleyman’ın torunlarıyız. Bizim evimize haram girmemiştir.” Doğruya iman, metaneti getirir. Babasının öldürülüşü bile(Evlat bilip sokaktan kurtardığı Yusuf tarafından) sarsmaz büyük ozanın imanını. Redd-i miras soysuzluktur ve o, mecburdur soyunu yaşatmaya. Tek tümceyle özetlemek gerekirse onu da kendisi söyleyecektir zaten: “Mecburlar, insanın içindeki başkaldırının eylemcileridir.” Çocukluğu Çukurova’da geçer Yaşar Kemal’in. Kuşlarla böceklerle arkadaşlık eder ilk. İlk kez görür gibi kucaklar doğayı her nefes. İsmail’e değmeyen bıçak, bir gözünü alsa da(halasının kocası bir koyunu kesmiş karnını yarıyorken deriden kayan bıçak sağ gözüne saplanır) göz göz açılır ruhu yaşama. Onuru, cesareti ve doğruluğu katar yunduğu suya. Çiçek çiçek yayılır Anadolu’ya. Bundan ki bal kokar dili. Abdale Zeyniki’nin diz çöküp destanlar söylediği, Dengbej Musa’nın ocağıdır onun evi. Bir de annesi vardır üstelik: “Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Belki Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl ü ebkem ağzına baktırırdı.” Adını andığım ozanlar ne denli mâhir olsa da köylünün Deli Kemal’i hepsinden yaman çıkar. Yeri gelmişken “Deli” yakıştırmasını da açayım. “Anadolu’da “Deli” yalnız deli anlamına değildir. Yiğit, cömert, iyi anlamınadır da.” diye doğrudan kendisi vurguluyor büyük ozan. Meskeni Anadolu’nun dağı taşıdır. Köroğlu’nu alır bir yanına, bir yanına Karac’oğlan’ı. Dadaloğlu derler ya bu dil onun dili. Betimlemedeki ustalığının nerden geldiği bellidir aslında. Tüm duyularıyla yaşama tutunmuş bir çocuktur satır aralarından bize gülümseyen. “Birkaç yaz da, kasabadaki akrabamın bostanında karpuz kavun bekçiliği yaptım. Karpuz kabuklarını güneşe koyuyor, eşek arılarını bekliyordum. Eşek arıları, sarıca arılar, bal arıları, öteki arılar kabuklara doluşuyorlardı. Kabukların arasına oturuyor, onlara, üst üste çokuşmuş arılara gözümü dikiyor, gözümü onlardan ayırmadan seyrediyordum. Bir şeye gözümü dikip günlerce durmadan seyretmek benim çocukluk huylarımın başlıcalarındandı… Sanki dünyayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeğe gelmiştim.” diyor ya haşarı bir çoşkuyla, sanki dünya, o anlatsın diye yaratılmış diyorum ben de. Ve ben, onu okumak için doğmuşum sanki; Aytmatov’a yoldaş edip tüm kitaplarını. İlk gençlik yıllarında arzuhalcilik yaparak geçinen bilge ozan, mapusla da bu dönemde tanışır. Güçsüz ve haklı olanı seçmiştir çünkü yanında yürümek için. Yıllarca çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin sahibi Nadir Bey’in onu “EŞKIYA” diye çağırması, boşa değildir. Yazının başında da alıntıladığım gibi, “bazı insanlar başkaldırmaya mecburdur”. Uğruna mapusluk ettiği bu halk; katile, hırsıza, ırz düşmanına reva görmediğini ona reva görse de(sırf komünist diye başka bir mahkum tarafından bıçaklanmıştır), onun yolu bellidir artık. Anasının balmumundan yapıp diktiği torbaya neyi var neyi yok doldurup düşer Ankara yollarına. Yeldeğirmenleri görünmüştür bir kez gözüne. Çok sevdiği Don Kişot’la kesişiverir yazgısı. Ankara’da Abidin ve Güzin Dino’nun evinde konaklar bir süre. Sonra onların salık vermesiyle İstanbul’a geçer. Cumhuriyet gazetesine gidecek ve Nadir Nadi’yle görüşecektir. Görüşmeyi bizzat Abidin Dino ayarlar. Ne var ki Nadir Nadi’yle görüşmek için gittiği her sefer, kapıdaki görevlinin, Nadir Bey’in olmadığını özetleyen tümceleriyle karşılanır. Otele ayırdığı parayı da tüketince, Gülhane Parkında yatıp kalkmaya başlar. Çukurova’nın göğüne İstanbul’un göğü eklenir böylece, yıldız çatılı ömründe. Karnını doyurmak için balık tutmak gibi kendince bir yol bulur ve işe de yarar bu edim. Artık umudu kesmek üzereyken gazeteye telefon etmeyi akıl eder ve gerçek gün yüzüne çıkıverir. Kapıdaki görevli Tahsin Amca, pejmürde görünüşüne bakıp geri çevirmiştir onu her seferinde. Derken Nadir Nadi ve Cevat Fehmi’yle tanışma ve gazetecilik yılları başlar. Anadolu’yu gezip röportaj yazıları hazırlar uzun yıllar. Cumhuriyet gazetesinden kovuluncaya kadar sürdürdüğü bu işte çok başarılı olur. Şaşılacak bir şey değildir esasında. Anlatmak için yaşamak gerekir. Yaşamak içinse aşkla solumak. Daha güzel kim anlatabilir ki bu diyarı baştan başa? Thilda’yla evlendiği ve bir oğul sahibi olduğu yıllardır aynı zamanda bu dönem. Küçük bir çini sobadan başka bir şeyin olmadığı, karısının aşağıdaki katın bacasının geçtiği duvara sırtını dayayıp kitap okuduğu, soğuk bir odada başlar yazmaya Yaşar Kemal. Ve İnce Memed’i orada tamamlar. Sonra diğer romanlar ve öyküler… Tüm serveti umut ve doğruluk olan büyük bir eylem adamıdır artık o. Anne-babasından aldığını, acıyla varsıl, halkına aktarır. Zulüm ejderha olsa da aydınlığa olan inancı dillendirir her satırda, isyanı ve aşkı… İnsanlığın en aydınlık yanlarından biri dediği Dostoyevski ile anılacaktır gayrı, su götürmez bir ustalıkla. Dünya edebiyatının en görkemlilerinden İnce Memed’i anlatırken. “Memed, ilk kitabın başında gençtir, son kitap biterken çocuk.” diyor Yaşar Kemal. Çıkış noktası bu oldu benim için. Amacım tereciye tere satmak değildi. Yazarlığı ve edebiyat dünyasındaki yeri hakkında Fethi Naci’yi tekrar etmekten öteye geçemezdim zaten. Ben Kemal Sadık Gökçeli’yi anlattım kısaca. Şimdi “Yaşar Kemal”le bitiriyorum. İyi ki varsın Deli Kemal. İyi ki zulme edecek bir çift söz var: “Aydınlığın, sevincin türküsünü söylemeyi sürdürmek gerek. İnsanın mayasında bu aydınlık, bu bitmez tükenmez yaratma, bu, güneşin her doğuşunda mutlulukla uyanma varken, insanlığımızdan korkmamalıyız.” / iki bin dokuzuncu ekim/ bursa / fazlası için bakınız, maviADA Güz 2009 Bursa * *

  • Aynadan Yansıyan Aksimiz: Yaşar Kemal

    Her sabah uyandığımızda şöyle bir bakarız kendimize aynada. Bakarken kimi zaman kendimizi düşünür kimi zamansa boşluğa bakarcasına seyrederiz sırlı cama yansıyan aksimizi İşte birçoğumuz için Yaşar Kemal bizim “aynadan yansıyan aksimiz”dir. Birçokları “İnce Memed” ile tanıdı Yaşar Kemal’i. Hem “İnce Memed”i benimsedi okurken hem de Yaşar Kemal’i. Türk okuyucusu her zaman kendine en yakın olanını tercih eder. Yüreğinden çıkan, sesinden yükselen daha içinden, daha kendinden olanı okumak ister. Kendinden bir şeyler bulmak ister okuduğu kitapta, yaşamından bir kesit, sırdaş edinmek istercesine,“ben gibi...” dedirten satırları okumak ister. Okurken romandan çok yazarı okumaktadır aslında. İtiraf edemese de kendine asıl yakın bulduğu roman kahramanı mı yoksa yazar mı bilemez o an. İşte Yaşar Kemal’in kitaplarında bu lezzeti bulur okuyucu. Köyünü, ağasını, bacısını, kendini, yüreğinden taşanı, aklına geleni, rüyasına gireni görür romanın sayfalarında. Özlemini giderir... Kendine olan özlemidir bu aslında. Su içer gibi içer satırları Hal bu ki zor zanaattır yazarlık. Yaşar Kemal için de zorlukları olmuştur. Kimi yazar sansasyonel yaşam tarzıyla kimisi de ortaya çıkardığı yapıtları ve başarılarıyla duyurur adını, bazılarının ise eserlerindeki kabul görmez aykırılıkları düşer gündeme. Topluma yabancı, çoğunluğun anlayamayacağı aykırılıklardır bunlar. Ya da söyledikleri bir çift sözdür onları başkalaşmış kılan. Sadece yazarlara özgü değildir bu özellik.. Aslında birçok meslek grubunda yaşanır bu durum. Fakat ortak noktaları sahip oldukları meslekleri değildir. Yani yazarlar, gazeteciler, ressamlar ya da müzisyenler böyledir deyip kestirip atamayız. Ya da hayatlarında yaşadıkları zorluklar, çıkmazlar, sansasyonel zamanlar mesleklerine özgü değildir. Hepsi de kişiseldir. Daha açık bir ifadeyle mesleğinde hızlı çıkışlar yapmış, adı, hatta yaşantısı mesleğiyle özdeşleşecek kadar başarılı birçok kişinin yaşadığı ortak sorundur bu aykırılık. Yabancı yazarlar arasında bu durum çok daha yaygın. Yıllarca, sıradan bir meslek yaşantısına sahipken ölüm şekli ile adını bomba gibi duyurmuş yazarlar bile çoğunluktadır. Bir intihar haberi ile duyulur, zaten var olan adları. Amerikalı yazar John O’Brien, Leaving Las Vegas adlı kitabının film haklarını sattıktan iki hafta sonra intihar eder. Kitabı bir intihar mektubu muamelesi görür. Ceplerini taşla doldurarak kendini Ouse ırmağına bırakan Britanyalı yazar ve eleştirmen Virginia Woolf ise bu yazarlara sadece bir örnektir. “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti. Yirminin üzerinde romanı bulunan İskoç asıllı yazar Muriel Spark’ın son derece başarılı yazarlık kariyerine gölge düşüren ise ne eserleri ne de düzgün giden yaşantısıydı. Oğlu Robin’in Yahudiliği seçtiği sırada tam bir Katolik olan annesinin soyağacında Yahudiliğin olduğunu söylemesiydi. Peş peşe çıkardığı sansasyonel olaylarla gazetecileri başına toplamasını ise Muriel Spark, oğlunun kendisine zarar vererek intikam alışı olarak değerlendirir. Robin çocukluk yıllarını babası ve büyükannesi ile geçirir daha sonraki yıllarda ise babasıyla annesinin bulunduğu şehre gelip yerleşse de çocukluk yıllarını kendisinden ayrı geçirdiği için ona düşman olmuştur. Ülkemizde de yazarlıklarını gönül rahatlığıyla yaşayamayan yazarların bir kısmı, ya seçtiği yaşam tarzından dolayı, ya da eserlerinden dolayı yıllarca farklı şekilde cezalandırılmıştır. Yazarlığında hedefine ulaşmış, okuyucuya istediğini verebilmiş yazarlardır aslında hepsi de. Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Mağden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım. Hepsinin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir. Yaşar Kemal de mesleğinin getirdiği olumsuzluklardan payına düşeni almış, yaşadığı olumsuzluklarla dönem dönem gündeme gelmiştir. Fakat bu zorlu günleri onun yükselişine engel olamamıştır. Uzun yıllarını Sosyalist dünya görüşü nedeniyle) cezaevinde geçirir. Yıllar sonra zor günleriyle ilgili duygularını dile getirirken “Ne kahraman olayım ne mahkûm…” der Yaşar Kemal. Bir dönem “İnce Memed” in gerçek mi yoksa hayali bir kahraman mı olduğu tartışma ve iddiaları gündemi meşgul eder.Oysa Yaşar Kemal’in, 1956 yılında “İnce Memed” ile aldığı Varlık Roman Armağanı, 1982’de Uluslararası Cino Del Duca Ödülü, 1988’de Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı, 1991’de Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası ve 1998’de Frei Üniversitesi Berlin Fahri Doktorası sayısız ödüllerinden sadece bir kaçıydı. Ve o dönemler hiç kimse kitapları 29 dile çevrilen bir yazara yapılanların, bir ‘etik ayıbı’ olduğunu ciddi anlamda dile getirmedi. Türk insanı neden, nasıl benimsemişti bu uluslararası nam salmış yurt içinde ve yurt dışında birçok ödül alan yazarı. Bundan 70–80 yıl öncesine kadar ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Göçlerle başlayan kentli yaşama ayak uydurma çabası ile Türk insanı daha çok saflığını, temiz kalpliliğini, açık yürekliliğini korumaya çalıştı. Sosyal değişim ve buna bağlı benlik çatışması kentsel yaşama uyum sağlamayı zorlaştırır. Yaşamın içindeki diğer öğeler, bir “Yüzleşme noktası” görevini üstlenir. Radyo, televizyon, gazete ya da kitaba sarılır kente göçmüş köy insanı. Tıpkı kent insanı gibi... İşte burada Yaşar Kemal’in kitapları devreye girer hemen. Okuyanlar kendilerinden birer parça bulur kitaplarında. Hemen burada Yaşar Kemal’in dil konuşunda söylediği bir sözü paylaşmak istiyorum: “Sömürücülük düzeni ortadan kalkmadan kültür bağımsızlığına erişemezsiniz. Bunun mümkünü çaresi yok. Yazarlarımız yakında Amerikan İngilizcesi sentaksıyla cümleler kurarsa hiç şaşırmayın. Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşurlarsa ki çokları konuşuyor, hiç şaşırmayın.” diyor. Türk toplumu olarak diğer toplumlardan daha duygusal insanlarız. Duygusal fakat duygularını dışa yansıtmaktan çekinir bizim insanımız. Bu yüzden olsa gerek Yaşar Kemal, içinde yaşadığımız dünyanın nasıl kavramlaştırılması gerektiğini keşfetmiş ve romanlarında kullandığı tüm unsurların aslına sadık kalarak okuyucuya yansıtmıştır. Ona göre hayatı yaşanır hale getiren öz’den kopmadan yapılan tercihlerin daha içe sinmesi yani “tercih edilen” olmasıdır. Kitapları gibi hayatını da bu benimseyişle yaşar, Yaşar Kemal. Katıldığı bir konferansta, Elli yıllık bir beraberliğin ardından kaybettiği biricik eşi, Tilda’sı ile ilgili şu sözleri onun hayat felsefesini anlatmaya yetiyor sanırım. “….50 yıllık bir beraberlik yaşadım. O ölmeden önce, ‘Biz her şeye katlanarak, namuslu yaşadık, O, Osmanlı Sarayından (*), ben köyden gelmiştik. Ancak, bir insan olduk’’ (*) Thilda Gökçeli, İkinci Abdulhamit’in baştabibi Jak Mandil efendinin torunudur.(İlber Ortaylı, Osmanlı Yahudileri ve Türk Dili; Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitaplar, 2007, İstanbul, s.220)

  • BARIŞA EVET

    “Coğrafya kader” demişti 14. yüzyıl düşünürlerinden İbn-i Haldun. Düşünür, 76 yıllık yaşamını sürdürdüğü Fas, Tunus, Cezayir, Endülüs ve Mısır coğrafyalarında tarihsel sürece çok yakından tanıklık etmiştir. 14. yüzyıl da iktidar hırsıyla dolu muktedirlerin rekabet, entrika, adaletsizlik, soygun ve sömürü ilişkilerinin havalarda uçuştuğu yüzyıldı şüphesiz ki. ‘Coğrafya Kader!’ sözü politik coğrafyaya ilişkin bir sözdür. Ezen ve ezilenlerin sınıflı dünyasında yaşanılan bölgenin coğrafi konumu, oradaki toplumsal yaşamın nasıl olacağı ile doğrudan ilişkilidir. Coğrafi özel konumun turizm faaliyetlerine, ulaşıma, ekonomik faaliyetlere, yerleşme şartlarına ve nüfus dağılışına etki ettiğini söyleyebiliriz. Ekonomik faaliyetler içindeki özellikle ham madde, enerji kaynakları ve ulaşım ağı oradaki hayatın kapitalizmin bağımlı ilişkilerinin daha derin sonuçlarıyla açığa çıkacağını gösterir. 21. yüzyılda da süren emperyalist paylaşım savaşlarının ana nedeni önceki yüzyıllardan farklı değildir. Kapitalizm dünya gelindeki inişli çıkışlı ve kendi krizini de üreten yapısının sürdürmektedir. Sürekliliği için de sömürge alanı olarak gördüğü dünyanın her alanında savaşlar, çatışmalar, darbeler, ambargolar ve zorunlu göçler gibi kaoslar yaratmaktadır.Egemen sınıf, kendi sınıf dinamikleri dışındaki kitleleri ve dünya genelindeki coğrafyaları, kendi beka sorunu için birer araç olarak görmektedir. Bu, kötülükle yoğrulmuş politik zihniyet insanlığın mutsuzluğunun da sebebidir. Günümüzde de kendi coğrafyamız başta olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde çatışmalar ve savaşlar sürmektedir. Özellikle Orta Doğu savaş muhaberelerinin deney alanına dönmüş durumdadır. Eskilerin ipek ve baharat yolu olan efsane yollar, on yıllardır çatışma ve savaş bölgesi olarak kapitalist emperyalizmin ve despotik iktidarların kanlı hobi yollarına dönüşmüştür. Savaşlar da "ölen kim, öldüren kim," sorusunun yanıtı en trajedik yanıtlardandır. Emri verenler dışında öldürenin de ölenin de çatışma veya savaşın kararını vermeyenler olduğunu herkes bilir. Ayrıca herkes şunu da bilir: Savaşlarda iki taraftan da ölenlerin yoksul halk çocukları olduğudur. Çünkü yoksulların çocukları paraları olmadığı için bedelli askerlik yapamıyorlar. Aynı şekilde siyasi nüfusları olamadığı için sözde ‘hastalık raporları’ alarak askerlikten yırtma, muaf olma girişimleri de olamıyor. Bu durumda emre uymaktan başka çarelerinin olmadığını düşünürler. Burada üstad Yaşar Kemal'in sözlerini hatırlamadan geçmeyelim " Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar." Emekçi ve yoksul çocuklarının anlayışında, vazifeyi yerine getirme, ahlaki bir sorumluluktur. Bir sıralı görevdir, bayrak yarışıdır. Hayata, güvenlik görevi ile destek olmaktır. Aileye, akrabalara, komşulara ve tüm halka karşı bir cesaret ve güven göstergesidir. Vefa ve vicdan borcudur ardına bakmadan gitmek…Ve bitiminde sağ-salim dönüp annelerine ve sevgililerine sarılmaktır. Ölüm ve öldürme gerçekte hiç yoktur emekçi ve yoksul çocukların usunda ve kalbinde. Çünkü kutsal olan yaşamdır. Soma’da yeterli güvenlik önlemi alınmadığından çöken ve su dolan madende ölen işçi evladı için “Benim oğlum yüzme bilmezdi. Ne yaptı acaba?”, diye ağlayan anne ile bir şehit annesinin ”Şehidin helvası sizin ocakta kavrulmadığı sürece, size hep tatlı gelecek!”, sözü yüreğimizi dağlıyor. Ve Bertold Brecht’in dizeleri sanki bugünün sessiz çığlıklarını anlatıyor: Sonra dost düşman bütün insanlar sustu Yalnız analar ağladı dünyanın iki ucunda Gecekonduların çığlığı gecekondularda kalmasın. Savaşlar sadece cephelerde yapılıp askerlere ve yapılan bölgeye değil, çok daha geniş alanlara ve aklımıza gelmeyen diğer canlılara zarar veriyor. Aşağıda bu çok zararlı etkileri ‘Savaşlar ve Ekosistem’ başlıklı daha önce yayınlanan yazımdan alıntılayarak tekrar paylaşıyorum: “Savaş ve çatışmaların genelde görünür olan sosyal, siyasal, iktisadi, kültürel ve uluslararası sonuçları kamuoyunca tartışılır. Oysa savaşlar sadece insan topluluklarını değil, bir bütün olarak çevreyi katleder. Hava ve su sirkülâsyonları yoluyla uzak coğrafyaları da aynı sonuçlarla etkiler. Savaş endüstrisinin gelişimiyle kullanılan silahlar tehlikelerinin artmasının yanında çeşitlenmiştir de. Silah olarak henüz kamuoyunca tanınmayan birçok silah türü, canlı nesline karşı kullanılmaktadır. Günümüz savaşlarında çok gelişkin nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar kullanılmaktadır. Nihayetinde de canlılara ve çevreye yönelik küresel düzeyde tehdit ortaya çıkmaktadır. II Emperyalist paylaşım savaşının acı sonuçları hâlâ hafızalardadır. Savaşta milyonlarca insan ölmekle kalmadı, çevre aşırı tahrip oldu, büyük zorunlu göçler yaşandı, canlı genetiği bozuldu. Hiroşima’ya atılan zenginleştirilmiş uranyum veya Nagasaki’ye atılan plütonyom gibi nükleer bombalarla 220 bin kadar insan öldürüldü, binlerce özürlü insan ve bitki yetişmeyen kurak toprak alanları ortaya çıkardı. Nükleer başlıklı silahların yoğun radyasyon yaymasından dolayı sürekliliği olan kanser vb. hastalıklar insanların yaşam haklarını ellerinden alıyor. Savaşlarda özellikle sanayi işletmeleri de hedef alınıyor ve telafi edilemeyecek oranda ortaya saçılan kimyasallar ve radyasyon yayılımı cephe ile alakalı olmayan tüm halkın yaşamını tehdit ediyor.” İnsanlık ve doğa daha fazla katledilip, tüketilmeden savaşın panzehiri olan barışı yeşertmek için daha fazla zaman kaybetmeliyiz. Kapitalist emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin savaş çıkarma özgürlüğüne insanlık olarak artık “dur!” demeliyiz. Savaş denen vahşeti gezegenimizde durdurup, barışı egemen kıldığımızda doğa tüm canlılarıyla gülümseyebilecektir. İşte o zaman tüm coğrafyalarda savaş kader olmaktan çıkacak, BARIŞ olacaktır.

  • FAKİR BAYKURT ÖYKÜ YARIŞMASI

    haber:KERİM ÖZBEKLER / YARIŞMASIyı KAZANANLARA 24.000 LİRA dağıtılacak... Sarıyer Belediyesi Edebiyat Günleri kapsamında düzenlenen, Fakir Baykurt Öykü Yarışması için başvurular başladı. Geçtiğimiz yıllarda yoğun katılım ile gerçekleşen yarışma için, bu yıl son başvuru tarihi 02 Mart 2020 olarak belirlendi. ORTAOKUL-LİSE-YETİŞKİNLER ÖYKÜ YARIŞMASI VE YETİŞKİNLER KİTAP KATEGORİSİ VAR; Seçici Kurul’da önemli yazarların bulunduğu yarışmaya adaylar ortaokul, lise, yetişkin kategorilerinde bir öyküyle, yetişkin kitap kategorisinde ise yayımlanmış bir öykü kitabıyla katılabilecek. Öykü konusunun serbest olduğu yarışmada dört kategoride ilk dörde giren öykülere ödül ve mansiyon, dördüncü kategoride “Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü” verilecek. DERECEYE GİRENLERE TOPLAM 24.000 LİRA ÖDÜL Fakir Baykurt Öykü Yarışması’nda dereceye girecek adayların ödüllendirilmesi ise şu şekilde: Ortaokul öğrencilerinin kategorisinde;1. 1500 TL, 2. 1000 TL, 3. 750 TL ve mansiyon 500 TL; lise öğrencilerinin kategorisinde;1. 2000 TL, 2. 1000 TL, 3. 750 TL ve mansiyon 500 TL; yetişkinler kategorisinde; 1. 5000 TL, 2. 3000 TL, 3. 2000 TL ve mansiyon 1000 TL verilecektir. Yarışmaya öykü kitabı ile katılan yetişkinlerde kazanan yazar, Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü’nü kazanacak ve 5000 TL verilecek.

  • OĞUZ TANSEL Yazın Ödülü

    Değerli Arkadaşım, Oğuz Tansel Yazın Ödülü 2020 yılında çocuk yazını alanında bir araştırma eserine verilecektir. Ödüle aday yapıtın 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasında yayımlanmış kitap; yayımlanmamışsa, kitap oylumunda dosya olması gerekmektedir. Ödüle Master veya Doktora tezleri ile başvurulabilir. Ödüle son başvuru tarihi 29.02.2020’dur. Seçici kurul, Adnan Binyazar, Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün, İlhan Gülek, Prof. Dr. Sedat Sever ve Metin Turan’dan oluşmaktadır. Ayrıntılı bilgi ilişikteki dosyadadır. Katılımınızı ve çevrenizde duyurmanızı dilerim. Prof. Dr. Aysit Tansel Research Fellow, IZA Department of Economics Middle East Technical University 06531 Ankara Turkey Tel: +90-312-210 2073 Fax: +90-312-210 7957 OĞUZ TANSEL 2020 ÇOCUK YAZINI ARAŞTIRMA ÖDÜLÜ Üç kanatlı masal kuşu Oğuz Tansel Türkçe’ye olan tutku düzeyindeki sevgisiyle görkemli bir şiir dili yaratmıştır. 1940 kuşağının lirik ve özgün sesi, Salâh Birsel’in tanımıyla: “Doğa vurgunu, dağlarda duman duman ormanlardan, karlı uçurumlarda mavi sabahlardan geçip giden” Oğuz Tansel’i anılarda yaşatmak, kişiliğini, düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak, genç kuşakların dil duyarlılığını artırmak, yazınsal becerilerini değerlendirmek amacıyla, OĞUZ TANSEL ÇOCUK YAZINI ARAŞTIRMA ÖDÜLÜ verilecektir. Ödül, Folklor/Edebiyat Dergisi, Troya Folklor Araştırmaları Derneği, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı ve Ankara Aydınlığı Girişimi’nin çabalarıyla gerçekleştirilmektedir. Oğuz Tansel, halkbilimi çalışmalarına masal derlemeleriyle 1930’larda başladı. “Al’lı ile Fırfırı” adlı masal kitabıyla 1977’de Türk Dil Kurumu Çocuk Yazını Ödülünü kazanan Oğuz Tansel’in Altı Kardeşler, Yedi Devler, Üç Kızlar, Mavi Gelin, Çobanla Bey Kızı, Konuşan Balıkla Yalnız Kız adlı masal kitapları ve Bektaşi Dedikleri (Metin Eloğlu’yla birlikte) adlı şiirleştirilmiş Bektaşi fıkraları ve halkbilimi konulu makaleleri vardır. Ödüle katılım koşulları: Ödül 2020 yılında Türk Çocuk Yazını alanında gerçekleştirilmiş bir inceleme- araştırma yapıtına verilecektir. Yayımlanmamış dosya ile başvurularda, çalışmanın ortalama bir kitap bütünlüğünde (en az 40.000 sözcük) olması beklenmektedir. Ödüle master, doktora çalışmalarıyla da başvurulabilir. Ödüle yayımlanmış kitapla başvurularda, yapıtın 01.01. 2019 - 31.12.2019 tarihleri arasında yayımlanmış olması gerekmektedir. Ödüle son başvuru tarihi 29.02.2020’dur. (Postadaki olası gecikmeden düzenleme kurulu sorumlu değildir.) Ödül, düzenleme kurulu ve seçici kurul üyeleri ile birinci dereceden yakınları dışında tüm katılımcılara açıktır. Ödül tek yapıta verilecektir. Yapıt daha önce yayımlanmış ise 6 adet gönderilmelidir. Daha önce yayımlanmamış yapıtlar, A4 boyutunda kağıda,12 punto ve 1,5 satır aralığıyla bilgisayarda yazılmış 6 ayrı dosya biçiminde düzenlenmiş olarak posta ile gönderilecektir. Katılımcı, kısa özgeçmiş, iletişim bilgileri ve bir adet fotoğrafının bulunduğu ayrı bir zarfı yapıtıyla birlikte ulaştıracaktır. Ödül tutarı 2,500 TL olarak belirlenmiştir. Ödüle tek yapıtla başvurulmalıdır. Ödüle katılmak için gönderilen eserler iade edilmeyecektir Ödül töreni Ankara’da ileride duyurulacak bir tarihte gerçekleştirilecektir Seçici kurul, Adnan Binyazar, Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün, İlhan Gülek, Prof. Dr. Sedat Sever ve Metin Turan’dan oluşmaktadır. Başvurular şu adrese yapılacaktır: Metin Turan, OĞUZ TANSEL ÇOCUK YAZINI ÖDÜL KURULU, Konur Sokak 36/13, Kızılay, 06650 Ankara Ayrıntılı bilgi için: folkloredebiyat@gmail.com odultansel@gmail.com www.oguztansel.org.tr Daha önceki Oğuz Tansel Yazın Ödüllerini Kazananlar: 2009 Şiir Ödülü: Ergül Çetin (Ülke Dilsiz kapanıp Yüzüstü). 2010 Halkbilim Ödülü: Melek Özlem Sezer (Masallar ve Toplumsal Cinsiyet). 2011 Çocuk Yazını Ödülü: Ayfer Gürdal Ünal (Türk Çocuk Yazınında Engellilik). 2012 Halkbilim Ödülü: Gülsüm Cengiz (Kadınlar İçin Söylenmiştir). 2013 Şiir Ödülü: İhsan Topçu (Kalbinden Kanıyor Zaman). 2014 Çocuk Yazını Ödülü: Nilay Yılmaz (Türk Çocuk Edebiyatı Kitaplarında Çocuk Gerçekliğine Eleştirel Bir Bakış). 2015 Halkbilim Ödülü: Mümtaz Fırat ( Kaybolan İzler). 2016 Şiir Ödülü: Pınar Aka (Tenhalar Teni). 2017 Çocuk Yazını Ödülü:Yalvaç Ural (Sümer Hayvan Masalları Yabanöküzü Boynuzlu Tilki). 2018 Halkbilim Ödülü: Emir İlhan (Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Hatırlama ve Kültürel Bellek). 2019 Şiir Ödülü: Gültekin Emre (Sere Serpe) ve Haydar Eroğlu (Hayiq’ler)

  • Avrupa 2. Öykü Yarışması

    (SON KATILIM TARİHİ: 31 MART 2019) Hollanda’da 22 yıldır yayınlanan aylık Platform ve 12 yıldır yayınlanan Kadın Dergisi, özellikle gençlerin Türkçe yazmalarını teşvik etmek ve edebiyatı sevdirmek amacıyla Avrupa 2'nci öykü yarışmasını başlatmıştır. Avrupa 2. Öykü Yarışması hakkında Platform ve Kadın Dergisi genel yayın yönetmeni Ebubekir Turgut şu açıklamalarda bulundu; Elbette, anadili ile kimlik etle tırnak gibidir desek yanlış olmaz. Onlar birbirlerini desteklerler ve tamamlarlar. Kişi kimliğini anadili tanır ve anlar, ya da anadilinin sağladığı imkânlarla kazanır. Kimliğini kazanan kişiler de anadiline sahip olur, onun değerini bilir. Zannedildiği gibi kişinin anadili onun için sadece bir anlaşma aracı değildir. Ya da sadece aynı dili konuşanlar arasında bir iletişim aleti de sayılmamalı. O, bazı harfler, bazı sesler, bazı ifadeler ve yazılı belgeler de değildir. Anadil, bir kimlik, bir medeniyet ve bir tarih gibidir. Anadil, özbenliktir, artı değerdir, toplumsal harçtır, kültürel zenginliktir. Anadil, kişi için sıcak bir yuva, en yakın bir dost, duyguların ifadeye döküldüğü terennüm ve başkalarına karşı bir anlamda savunma aracıdır. Şimdi, bulunduğumuz ülkede başkalarına kişisel ve toplumsal sömürge olmamak için anadilimiz Türkçeye sahip olmalıyız, gelecek nesillere en güzel şekilde öğretmeliyiz diyoruz. Bu duygu ve düşünce ile Avrupa 2'nci Öykü ve Avrupa 10'uncu Şiir yarışmasını başlatmış bulunuyoruz. KATILIM ŞARTLARI; -15 yaşından büyük olmak. - Türkçe yazmak. - Metinler 1000 kelimeden kısa, 3000 kelimeden uzun olmayacaktır. - İdeolojik yüklemli, küfür ve sataşma içerikli, tanınmış şahısları kötüleyen, pornografik öğeler içeren metinler yarışma kapsamına alınmayacaktır. - ç, ş, ğ gibi Türkçe’ye has harflerle yazılmayan metinler direkt olarak elenecektir. - Katılımcıların ortalama 100 kelimelik bir metinle kendilerini tanıtan bir özgeçmiş yazmaları istenmektedir. -SON KATILMA TARİHİ.31 MART 2019 -Konu ve tür seçimi serbesttir. - Metinler dijital ortamda gönderilmesi gerekmektedir. -Sonuçlar Platform ve Kadın Dergisi’nin Mayıs sayısında ve web sitelerinde ilan edilecek. İmkan olursa bir program organize edilecek ve derece alanlara programda ödülleri verilecek -Yarışma sonucunda başarı sağlayan öyküler kitap haline getirilecektir. -Bütün katılımcılara bol esinler diliyoruz. ÖDÜLLER; -1'inciye Sim Tronic sponsorluğunda Türkiye’de tatil bölgelerinin birinde 3 gün konaklama. -2'inciye Sandıklı Thermal Park Resort Spa otelde 4 gün konaklama. -3'üncüye Sandıklı Thermal Park Resort Spa otelde 3 gün konaklama. -4'üncüye Sandıklı Thermal Park Resort Spa otelde 2 gün konaklama. POSTA VE KATILIM ADRESİ; Postbus 90460 1006 BL Amsterdam/Hollanda www.platformdergisi.com www.kadindergisi.nl E Posta.info@platformdergisi.com Tel.+ 31 (0) 20 614 53 63

  • BENİM KURGUSAL KAHRAMANLARIM

    Ne zor şeymiş yazmak! Kahramanlar yaratıyorsun, mekânlar çiziyorsun cihana dek! Bir seviyorsun onları bir seviyorsun, baş tacı ediyorsun. Yarattığın kahramanın aşkı yalnızca o öyküye dair olduğundan, kıskanç kahraman, kazan kaldırıp savaş açıyor sana. O, Nasrettin Hoca’nın eşeği misali hep merkezde olmak istiyor. Kahramanlar yaratıyorsun görülmeye değer, öyle bir yaratıyorsun, kendini kendinden kıskanıyor. Öyle bir kurgusal kahraman çıkıyor ortaya narsis; hem de ne narsis. Öyle bir yaratıyorsun, yedi düveli dolaşsalar bu kadar güzel, bu kadar eşsiz birine denk gelemezler! Sonra benim kurgusal kahraman fasulye gibi kendini nimetten saymaya başlıyor. Ne zor şeymiş yazmak! Bundan on iki on üç yıl önceydi galiba, bir öykümdeki kurgusal kahramanların karakter analizlerini yapan kendine eleştirmen yaftası yapıştıran biri, kahramanlarıma alakasız roller verip onlardan enteresan çıkarımlar yaparak sıkıntıya sokmuştu. Eleştiri yazısında kadın kahramanlara hastalıklı sonuçlar yazıp aşağılayınca; sayısı belirsiz geceler uykusuz kalmıştım. Bu dert yüreğimde derin yaralar açmış, yıllar boyu da unutamamıştım. Ne zor şeymiş yazmak! Yazılarımdaki kurgusal kahramanları yakınımdakilere bile anlatamadım. Bir yerde kurgusal da olsa yazanın başının belasıdır onlar. Bir kere yarattığın kadın tiplemesi öyle çok güzel olmamalı, onu çok yüceltmemeli; fazla alımlı çalımlı olmamalılar. Ne zor şeymiş yazmak! Gördüm ki son öykülerde, anlatımım, konu seçimim oldukça etkileyici; yazdıklarımdan keyif alıyor, beğeniyorum. Geçenlerde yeni, yepyeni bir öykü dünyaya getirdim: Karakterler, anlatım tekniği ve kurgu olarak yazdıklarım, Niyazi Uyar’ın takdirini kazandı. Öyküyü okuyan bir arkadaşım, kendini o kadar kaptırmış ki arayıp “sahi bunlar olmuş mu, nerede geçiyor bu olay” diye sorunca, tutulup kalmıştım. Ne zor şeymiş yazmak! Okurun, öykülerde, yazarı araması onun özgürlüğünü elinden alır ki bu doğru bir okuma değildir. Okur, öyküyü yenidünyalar keşfetmek için okumalıdır… Yazmak ne zor şeymiş! Yine bir çalışmamda kurgusal kahramanı öyle bir yüceltmişim, öyle bir yüceltmişim; bizim kahraman arşı âleme çıkmış, el sallıyor dünyaya. Öyle bir betimlemişim, öyle bir betimlemişim ben bile kıskandım. Benim kurgusal kahraman kendini aşmış, omuzlarıma basmış, yükseldikçe yükseliyor, tanrıya itaat etmeyen İblis gibi, “yüksekleri ben yarattım alçakları kim yaratmış,” diyor adeta! O kurgusal kahramanı dünyaya getirdiğimde tanrıya tapınır gibi memnuniyetini ifade etmede sözcükleri kifayetsiz kalmış gözyaşlarında vücut bulmuştu minneti. Sonra birden benim kurgusal kahraman Frankenstein gibi bir canavar oluvermişti. Bu Anadolu nelere kadir nelere? Demezler mi, fakiri padişah yapmışlar, önce anasından, babasından başlamış, bizim kahraman da yaratıcısından! Ne zor şeymiş yazmak! Yazmanın kurgusal tarafı yormaya başladı beni. Hadi dedim bari düşünce yazıları, deneme, fıkra yazayım. Ne yazacağım, ağacı, börtü böceği anlatsam; yine insanı anlatmış olacağım. Düşünce yazısı yazmanın siyasal iktidarların rahatını kaçırması var ki başın daha katmerli girer belaya. Hak-hukuk dersen memleketin anlı şanlı hâkimlerinin, savcılarının şimşeklerini üstüne çekersin. Ya gelir dağılımı, bozuk düzen, örgütlenmek, sendikalaşmak dersen; işte o zaman, yandı gülüm keten helva! Yazmak ne zor şeymiş! Nazımlarımız, Yaşar Kemallerimiz, Fakir Baykurtlarımız, Uğur Mumcularımız, Aziz Nesinlerimiz, İlhan Selçuklarımız, Sabahattin Alilerimiz… yazdıklarından ötürü siyasal iktidarların cezaevlerinde ömürlerinden ömür gitmiş! Ne zor şeymiş yazmak! Bir kez daha anladım ve öğrendim ki kurgusal kahramanın bile olsa adam olmayanı, adam katarına çıkarmayacak, adam olmayana adam demeyeceksin. Kurgusal kahramanın bile olsa, yerde sürüneni tepene çıkarmayacaksın. Köy çocuğu olduğum için, hayvan davranışlarını iyi bilirim. Hiçbir hayvan nankör değildir, kedi olsa bile. Kuyruğuna basmayınca, yılanın birini ısırdığına tanık olunmamıştır. Ne zor şeymiş yazmak! Sözün özü, insan soyu, öykülerine, romanlarına kurgusal kahraman bile olsa her daim içinde bir ihanet saklı durur. Camsap’a iyilik eden Şahmaran’ın başına gelen efsanelerde anlatılır durur. Sen, sen ol, hak etmeyene, hak etmediği unvanı verme!

  • Yazar Yetişir mi

    Geçen yüzyılın en sıkı tartışmalarından birisiydi bu. İnsanın gelişiminde ve yetişmesinde kalıtım mı çevremi daha önemlidir. Genetik kodlarımızda yazılanlar çevreden alınan etkileşimler ile ne kadar değiştirilebilinir. Bir kısım bilim adamları siz bana bir çocuğu verin. Ben onu ressam, müzisyen, marangoz, terzi ya da yazar yapabilirim iddiasında bulunurken karşıtlar da hayır. Çocuğun yetenekleri yoksa fazlaca etkin olamazsınız diyorlardı. Kuşkusuz her iki tarafında haklı argümanları kanıtları vardı ama zayıf yanları da. Kulağı hassas olmayan biri müzisyen yapılamayacağı gibi sesi borazan gibi olan birisini de şarkıcı yapamazsınız. Eli ufak olanlar kaba işçiliğe, büyük olanlar ise ince işçiliğe daha yakın oluyormuş. Dolayısıyla çevrecilerin bu konuda fazla yapacakları bir şey de yoktur. Bu duruma en büyük ve somut delil olarak aynı yumurta ikizi olan çocuklar denek olarak kullanıldı ve üzerlerinde çalışıldı ama her iki tarafta ancak yüzde 30-40 dolayında haklı çıkabildiler. Doğayı örneklersek. Ne yaparsak yapalım. Bir şahini, kartalı evcilleştirebiliriz ama ona sebze yeme alışkanlığı kazandıramayız. Aslan ot yemez akbaba ise canlı bir hayvanı. Tavuskuşu ise bülbül gibi ötemez. Bu onların doğasındadır. Dış etkiler ile değiştirilemez. Bizim evcilleştirme dediğimiz şey ise onların şartlı refleks ile belli komutlara belli karşılıklar vermesinden başka bir şey değildir. Bu kısa girişten sonra Yazar Yetiştirilebilir mi? Yazar fiziki melekelerini kullanmadığına göre onun üzerinde ustanın çalışması hem boş hem anlamsızdır. En azından belli bir aşamaya kadar. Doğrudur. Yeni doğan bebeğin beyni her türlü dış etkiye ve öğrenmeye açıktır. Buna bizim yapacağımız etkiler, eğitimler ile yönlendireceğiz. Fakat onu bir laboratuara koyup ta demir işler gibi işleyemeyiz. Yazarda aranacak asgari şartlar laboratuarda değil, çok ama çok uzun yılların birikimi, deneyimi, rafine olmuş bilgiler, kitap, dergi, gazete okuyacak. Hem de değişik ve çeşitli yazarların eserlerini. Bu birikimler onun belleğinde yer alacak. Dolacak, taşacak ki o da kağıda bunları dökebilsin. İşte bu noktadan sonra yazarlık eğitimi verilebilinir. Şöyle ki o da ancak teknik olarak. Anlatım, imla, yorum, olayları irdeleme, tasvir, gözlem vesaire. Yoksa yazar olmak için okula gidilmez. Onun okulu kişinin önce ailesidir. Çevresidir. Okudukları dinledikleridir. Tiyatro okulları açılıyor. Orada herkesi esas oğlan esas kız olarak yetiştiremezsin. Oturmaz. Siz Ediz Hun’dan Bir Memati yaratamazsınız. Eğreti durur. Zira munis yüzlüdür. Türkan Şoray’dan da Vamp kadın çıkartamazsınız. Belki istisnası vardır ama o da hilkat garibesi olur. Yaşar Kemal niçin köy ve taşra roman ve hikayeleri yazmıştır. Aziz Nesin niçin sıradan insanların yaşamlarını anlatmıştır. Nazım Hikmet’in şiirleri niçin isyan kokar. Kendimizi ele alalım. Kaç bin gazete kitap dergi okuduk. Kaç bin. Bu okuduklarımız yıllar içinde bizi biçimlendirmiş beyin kıvrımlarımıza yerleşmiştir. Bu kıvrımlar okulda belli bir yaştan sonra ne verilebilir. Ne de değiştirilebilir. Özetle genetik yapı, kalıtım esastır. Ama onun üzerine çevrenin etkileri gelerek o insanı yoğurur pişirir. Fakat bu okulla değil. Çevre ile, zamanla olur. Okulda ise ancak teknik bilgi verilir ve var olan yetenek ve ilgisini pekiştirmekle olur. Hiçbirimiz okullu değil alaylı yazar çizerleriz. Nasıl demişti şair: Şairim Şiirin hasını Ayak sesinden tanırım Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım. Karacaoğlan ya da Aşık Veysel veya bir Şenol Yazıcı YAZARLIK OKULU mezunu değildirler ki. Sibernetik ve bio çiplerin gelişmesi sonucu robotlar ve bilgisayarlar müthiş gelişti. Kasparov satrançta bilgi sayarı yenemiyor. Bilgisayarlar artık fevkalade resimler çizip desenler yapıyor. Ama onların beynine biz forma atıp programlar yüklüyoruz. İnsan beynine okulda böyle bir format atılamaz. Bu yönde çok gizli çalışmalar var ama okullar için değil. Siborglar üretmek için yapılıyor. Çünkü çok teknik çok ama çok pahalı bir çalışma. O da yine program yükleyerek.Yani yılların birikimlerini birkaç dakikada çip gibi beyne yazılımları atarak Bununla ustaların öncülerin ve hatta böylesi bir okulun olumlu güzel etkileri olacağını inkar etmiyorum. Nitekim yaptığımız eleştiriler yorumlar bize okul hocalığı yapar. Ama mayada bir şey yoksa okul ne yapsın. Yunus Emre mi demişti. Çeşme yanına bir desti koy. Onca yıl dolası değil.

  • BUGÜN PAZAR

    Bugün Pazar….. erken uyandım; Gökyüzü gümüş renginde, ağaçlar çiçek açmış, Gözlerim isyancıl bakışların kuşatmasında. Derinden bir sevdanın rüzğarında kaybolan düşler Kıskaç kuşkularla birleşiyor. Sonsuzluğun acıları düşüyor yüreğime… Ve ben sonsuzluğun acılarını değil, Umutların derinliğini arıyorum. Sonsuzluğun acıları içinde kaybolan düşlerim, Gecenin mahmurluğunu bitirip, Sabahının meltemiyle buluşunca, Filizlenmiş umutların ve özlemlerin kapısını çalıyor. Şehrin yalnızlığında Sarayönü hapishane gecelerini anımsıyorum. Nihat Behramın dizelerinde Deniz Gezmiş in gülüşünü arıyorum. Anlamını arayan binlerce sözcük geçiyor aklımdan. Karşıt binleri toplayan sabahın ufkunda sürgün veren alacakanlıkta, Ekmeğe, özgürlüğe, insanlığı saran salgına dair İçimi kamçılıyan düşünceleri çoğaltıyor. Hep sonsuz bölünmüşlüğün acısıyla Dikenli tellere yakalanan bedenleri cansız yere serme yerine, Sevdalanmanın alevlerinde kaybolan, Seven, sevilen özgürlüğün sonsuz sınırlarını aşarak yaşayan, Mavi denizlerin derinliklerinde umudunu çoğaltan Kıbrıslıları düşünüyorum. Bedenimden adaçayı, şinya, lazmari, Yasemin, güldamlası, festikan, yusufçuk, Ekşi, ve turuncun binbir renk kokusu fışkırıyor. Bugün Pazar….. erken uyandım. Kıbrısın dört bir yanı asker !!!! …. Bu korku niye ? Anlamını anlamakta zorlanıyorum, Sonsuz çaresizliklere hapsedilmiş rızası bahçelerden Çığlık çığlığa koparılmış güllerin kıymetini. Ufuktaki denizin derinliklerinde çocuklarımın gözlerini, Sabahın melteminde kadınımın ışık saçan gamzeli gülüşünü arıyorum. Gözlerim yitik ufukta, Çocukluğumu bilmeden, Gençliğimi yutup bitiren Mücahitlik yıllarımın geçtiği, Tarih boyunca acılar ve sevdalarlar yoğrulmuş, Yasemin kokan eski Lefkoşayı özlüyorum. Bugün Pazar… erken uyandım. Benliğim zaman akvaryumunda dostluğu, Kardeşliği, barışı ve özgürlüğü arıyor. Hayat Hüseyin- 19 Mart 2020 Mağusa

  • Diplomalı Yazar Olmak

    Bir zamanlar "Okur-yazar" olmak bir meziyet sayılırken günümüzde birbirinden kopan, içi boşalan bu iki kavramın anlamları da değişti iyice. Okur olmayı bir yana bıraktık uzun zamandır ama hepimiz yazar, hatta şair olma peşindeyiz. Bir zamanlar kompozisyon derslerinden korkanlar, yazmaktan kaçınanlar şimdilerde ha bire yazıyorlar, çünkü günümüzde yazmak artık gittikçe yalnızlaşan insanın bir anlamda içini döktüğü bir sığınak oldu. İnsanlar eğer bu yazdıklarıyla bir de görücüye çıkmak istiyorlarsa bunun okulunu arıyorlar, o zaman da başvuracakları en etkili ve kolay yol bir yazarlık atölyesine baş vurmak oluyor… Bu durumda da yazı atölyelerine ihtiyaç duyuluyor tabii... En azından eksiğinin farkında olanlar, eğitimleri sırasında sadece bir ders olarak gördükleri için bir türlü öğrenemedikleri yazım ve dil kurallarını atölyelerde tamamlayacaklarını, üstüne de sos olarak öğretilecek birkaç imgeyi katarak "yazar" olabileceklerini düşünüyor ve yazarlık atölyelerinden medet umuyorlar...İş böyle olunca da hemen her semtte bir yazı atölyesi açılıyor... Yolun yarısını çoktan geçmiş bizim kuşak Türkçe ve edebiyat derslerinde kompozisyon yazarak yazmaya başlamıştık. Televizyonların, akıllı telefonların olmadığı yıllarda bizler sadece boş zamanlarımızda değil, her fırsatta kitap okurduk, günümüzdeki gibi (sosyal medya sayesinde ortaya çıkmış) bozuk bir dille konuşmazdık. Henüz içi boşaltılmamış bir eğitim sisteminde yetiştiğimizden az çok elimiz kalem tutardı. Bizler Türkçe ve edebiyat öğretmenleri yıllarca derslerimizde dilimizi, yazım kurallarını, edebi türleri öğretmeye çalıştık ama bu işi çok da becerdiğimiz söylenemez. Bırakın öğrencileri, pek çok öğretmen bile ne yazık ki düzgün yazmayı beceremiyor. Her şeyi kurslarda öğrenmeye alışmış bir kuşak var artık günümüzde. Eksiğini hissedenler de bunun için yazma atölyelerine koşuyorlar tabii… O nedenle bizim kuşağa “Yazarlık Atölyesi” gibi bir kavram biraz tuhaf geliyor olsa da bu atölyeler bir misyon yüklenmiş durumdalar. Sadece üniversite sınavını kazanmaya koşullanmış bir nesil ne yazık ki en iyi okulları kazansa bile kendini yazarak ifade etmeyi beceremiyor. Belki iyi bir iş başvurusu yapmak, belki sevdiğini etkilemek için yazmaya ihtiyaç duyanlar işte bu atölyelere koşuyorlar. Atölyeler de ilk aşamada bu insanlara etkili ve düzgün yazmayı öğretiyor, yani bir ihtiyacı gideriyor. Ama iş yazar olmaya, hele okunan bir yazar olmaya gelince sadece dili iyi ve etkili kullanmak yetmiyor...işte o zaman o yeteneği ortaya çıkaracak "nitelikli yazar atölyelerine ve bu işi anlatacak yetkin insanlara" ihtiyaç duyuluyor... Nasıl ki resme ya da müziğe yeteneği olanlar ne yapıp edip kurslara gidip yeteneğinin gelişmesini umuyorsa, yazmaya heves edenlerin de yazma atölyelerine gitmesinde fayda var tabii ki... Ama bu atölyelerin iki aşamalı olması gerektiğini düşünüyorum yukarıda anlattığım gibi. Birinci aşamada düzgün yazabilmek öğretilirken, ikinci aşamada işin sanatsal yönü yani "yaratıcı yazarlık" kısmı öğretilmeli... Bu öğrendiklerini içindeki cevherle süsleyebilenler yani “yaratıcı yazını” becerebilenler artık "diplomalı yazar" olabilirler... Ama biliyoruz ki DİPLOMA her şeye kadir değil, diplomasız da pek çok şeyin yapılabildiğini görüyoruz; güzel ya da çirkin...iyi ya da kötü...

  • 8. Yaratı Dünyasının Gizli Tutanakları

    / soruşturma:YAZI ODASI / Yaratıcı yazarlık sürecinde yaşanan bu aşamaları hatırlayan yazarların sayısı pek fazla değildir. Genellikle karşılarına çıkan esinler ne hızla geldiyse bir kez algıladıktan sonra aynı hızla unutulup giderler. Yaratıcılık sürecini anlatmaktan kaçınan yazarlara pek sıcak bakmıyorum. Edebi eserlerin kurgulanmasına karşı duyduğum ilginin aslında meraktan doğduğunu, bu amaçla tahlil edilen eserlerden bağımsız olduğunu düşünüyorum. Kuzgun adlı yapıtımın hiç bir bölümü tesadüfi veya sezgisel olarak ortaya çıkmamıştır. Baştan sona kadar adım adım uyguladığım net, kesin, şaşmaz kararların alındığı matematiksel bir düşüncenin ürünüdür. Kuzgun şiirini yazmaya karar verdiğimde ilk kaygım şiirin uzunluğuydu. Yapıt bir oturuşta okunmayacaksa, okurun dikkatini canlı tutamayacak demektir. Şiir, insan ruhunu derin bir şekilde etkileyerek onda duygu yoğunluğu yaratabildiği oranda şiirdir. A.Allan Poe Felsefeciler, akademisyenler ve yazarlar her zaman için büyülü insanlar olarak görülür. Bu büyü daha çok bilinmemekten kaynaklanmaktadır. Bir insan nasıl düşünür, nasıl yazar, nasıl yaratır? Bu soruları okurlar, hatta diğer yazarlar da bilmez. Bu alan mahrem olarak görülür ve buralara ışık tutulmaz. Yazarın, düşünürün ortaya koyduğu eserden yola çıkılarak düşünme biçimi, olası kaynakları, çalışma yöntemi ortaya konmaya çalışılır. Yaratıcı bir insanın kim olduğu ve nasıl yarattığını ortaya koymak öyle kolay değildir. Bir insanın gelişim sürecini birçok değişken etkilemektedir. Aynı anne babadan doğan çocukların bile düşünme biçimleri, yaratıcı özellikleri birbirinden farklıdır. Kişinin bilinçaltının oluşması, etkilendiği, model aldığı insanlara duygusal bağlılıkları, gelişimin zamanı, eksiklikleri, kendini ifade etme biçimlerini elbette ki, etkiler. Sizin kullandığınız dilde kim olduğunuz, bilerek kullandığını sözcük sayısı, metinde yakaladığınız ezgi, meydana getirdiğiniz estetik düzey söyler. Bir dili kullananların, o dilin müziğini, sözcükleri yerine, zamana, olaya göre değişen anlamlarını bilmeden kullanması, kişinin o dille ne kadar var olduğunu gösterir. Dil düşüncesini, dil felsefesini bize verecek masalcılarımıza, dilanne, dilbaba ve dilbilgelerimizi yetiştirmemiz büyük bir görevdir. U.Eco, yaratıcı bir alan olarak “Romanın sadece bir dil olayı olmadığını öğrenmiş oldum. Şiirde, sözcükleri çevirmek zordur, çünkü önemli olan, sözcüklerin birden çok anlama sahip olmalarının yanında, sesleridir de, içeriği belirleyen sözcüklerin seçimidir. Öyküde ise belirleyici olan, yazarın kurduğu evren ve evrende yaşanan olaylardır. Öyküde konuya hakim ol, sözcükler arkadan, şiirde sözcüklere hakim ol, konu arkadan gelir, gerçekliği var.” Yazmak, Eco’ya göre yeni bir dünya kurmaktır. Evet, katılıyorum. Yazan kişi, kurduğu dünyanın ayincisi ve oyuncusudur. Orada günlerini geçirir ve bıkmadan usanmadan orada kalabilir. Eco, bana sorulan sorulardan biri de şudur: “Yazmaya başlarken aklınızda kabaca hangi düşünce ya da ayrıntı planı vardır? Ancak üçüncü romanımı yazdıktan sonra fark ettim ki, romanlarımın her biri bir imgeden öteye gitmeyen yaratıcı bir düşünceden doğup büyümektedir.” Yazar belli bir anlatı dünyası ve anlatım biçimini kurduktan sonra, sözcükler ve olaylar arkasından çağıldayarak gelir. Dereler, ağaçlar, kuzular, kurtlar konuşur, kurbağa kulağınıza sırlar fısıldar. Bu sırlardan hareketle, yeni araştırmalara girersiniz, yeni ve beklenmedik olaylarla karşılaşırsınız. Bu olayla bir yanda zihninizde gerçekleşirken, bir yandan da gerçek yaşamla bir şekilde bağ kurarsınız. Ampirik bir yazar olarak, olaylara tanıklığın verilmesinin okurun metinleri daha iyi anlayabilmelerinden ziyade, her yaratıcı sürecin tahmin edilmeyen yönünü anlamalarına yardımcı olmaktır. Bir yazarın yaratıcı sürecini anlamak demek, metindeki bazı çözümlemeleri tesadüfen ya da nasıl işlediğini, farkına varılmayan tekniklerle ortaya nasıl çıktığını anlamak demektir. Yazarlar yazarken elbette kendilerine bir özgürlük alanı oluştururlar. Pek çok okur, konumları ne olursa olsun, kurmacayla gerçeğin arasındaki farkı göremiyor. Kurmaca karakterleri gerçek insanlarmış gibi ciddiye alıyor. Dumas anılarında şöyle der: “Romancıların bir yanı vardır. Tarihçilerin karakterlerini öldürebilecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin yarattığı karakterler hayalet, romancıların yarattığı karakterlerin kanlı, canlı olmasıdır.” Oysa olan bitenlerin arkasında yazılmayan “yasaklı, gizli ve gizemli bir tarih” vardır. Belki de tarihsel roman bu yasaklı alanlara pencere açma eylemidir. Öve öve bitiremediğimiz insanın mağara döneminden başlayan taştan av kaması yapmasından, son model silahlara uzanması bizim ‘kim’ olduğumuzun evrimsel öyküsüdür. Okuma, tıkanan yazara soluk aldırır, ona yeni kapılar aralar. Büyük okuma, rengini gördüğü, ağırlığını tarttığı kütlenin hareketini, sesini, ısısını, dahası hızının artarak yanmasını ve kokusunu duymadır. Okunan metnin yeri, zamanı, mevsimi, kahramanların yapıp ettikleri yeni bir zihinsel haritadır. Bu anlamda Büyük Okuma Yazma: Ben de varım; çünkü, görüyorum, tartıyorum, anlıyorum, düşünüyorum, hayal kuruyor, kurguluyorum ve hepsinden farklı olarak diyorum ki diyebilme hakkını kullanabilmedir.” Bu yükselişle her okur ve yazar özgürleşirken taşımakta zorlanacağı bir sorumluluğun altına da girer. Ceviz Ağacı’nı yazarken, en büyük esin kaynağım Herman Hesse’nin ağaç metni oldu. O yazıyı okuyana kadar ben ağacı bilmiyordum ve tanımıyordum. Ağaçlar için şöyle diyordu: “Ağaçlar kutsal varlıklardır. Onlarla konuşmasını, onları işitmesini bilen, gerçeği de yakalar. Onlar öğretiler ve hazır reçeteler öğütlemezler. Onlar bireyi dikkate almadan, yaşamın en eski yasasını vaaz ederler. Bir ağaç ise şöyle diyor: İçimizde bir öz kıvılcım, bir düşünce saklı, ben ölümsüzlüğün yaşamıyım,” ifadeleriydi. İnsanın okuması, görmeye, kendisiyle konuşmaya, olaylar arasında üç zamanlı bağ kurmasıyla başlamasıdır. Olan bitene bakarak, olacak olanları görmesi, anlaması sessiz okumadır. Yazı denen seslerin şekillerine bakarak, art arda dizilmiş şekilleri okuyarak çözmesi ya da yazması ardışık olarak işleyen bilişsel bir eylemdir. Söylenen bir cümleyi şekillerle kaydetmek, kalıcılaştırmak insanlığın otuz bin yılda öğrendiği avcılık, toplayıcılık, ekicilik sanatının fark etmeden resimlerle kaydıdır. Yazarlık okulu, yaratıcı yazarlığın yukarıdaki süreci kapsamı mümkün mü? Bir konu öğretilip, bir üretime dayalı olarak planlanırsa elbette zanaatçı olur. Berberliğin, nalbantlığın ve demirciliğin öğretimi gibi bir iş. Yaratıcı yazarlık bir anlamda memur, memure yetiştiren daktilo kursları vardı. Elbette küçümsenecek işler değildi.

  • YAZARLIK ATÖLYESİ

    YALOVA'DA BİR İLK * YALOVA KİTABEVİ maviADA İŞBİRLİĞİYLE YAZARLIK ATÖLYESİ KURUYOR * 20 Mart'a kadar sürecek ücretsiz önkayıtlarda yeterli grup oldurulursa ilk atölye 31 Mart Cumartesi Ayrıntı için; YALOVA KİTABEVİ, Fatih cad, no15 YALOVA, TEL: 0226 813 44 49 'dan bilgi alınabilir. *

  • YAZARLIK ATÖLYESİ BAŞLIYOR!

    - BAŞLIYORUZ! İLK ATÖLYE 31 MART 2018 Cumartesi, Saat: 14:00'te YALOVA KİTABEVİ'nde- Kimse SİGARAYI doktorla, ilaçla ya da marul yiyerek bırakamaz; sigarayı ancak SİZ bırakabilirsiniz. Ötekiler sigarayla olan mücadelenizde lojistik destek sağlar. Kimse bir kursla, okulla, eğitimle ya da siyasi suçla yatacağı hapisle YAZAR olamaz; ancak kendinde bu özelliği gören, ona göre yapılanan, yaşama öyle bakan ve çalışan YAZAR olur. KİTAPLARIN çok satması mı?.. O başka bir şeydir, ona değil okul, dünyayı anlamak da yetmeyebilir. Yani konumuz dışıdır. YAZMAK tıpkı OKUMAK gibi öğrenilen bir beceridir. Özel bir engeli olmayan herkesin yapabileceğidir... İyi eğitim, özel gayretle "inci gibi" yazan, mükemmel ve etkileyici okuyan birisi de olmak mümkündür. Ne var ki iki dizelik bir şiir ya da üç paragraflık bir öyküyü yazabileceğiniz anlamına gelmez bu... Çünkü YAZARLIK bilinen anlamda akademik eğitim de istemez. Ünlü yazarların çok azı edebiyat eğitimlidir. Yaşar Kemal ortaokul terktir... Şair Bülent Ecevit lise mezunudur. DEVLET'in yazarı PLATON'un ya da SOKRAT'ın akademik eğitim düzeyi belki bugünkü ilkokul öğrencisi kadardır. Orhan Kemal ortaöğrenimini yarıda bırakmıştır. Maksim Gorki sadece birkaç ay okula gidebilmiştir... O zaman YAZARLIK ATÖLYESİ nedir? FELSEFE TAŞı gibi bir şey mi? Keşke olsa ve onu elde etmek bu denli kolay olsa keşke? Ne ödemezdik ki? VAROLANI KEŞFETMEK ya da OLANI GELİŞTİRMEKTİR. Kendinde bu özelliği gören ona göre yapılanan, yaşama öyle bakan YAZARLIĞI en büyük ideali gören, bu amaçla emek vermeye hazır insanları bir araya getiren, bilen bir rehber öncülüğünde paylaşımlarla yazma yetkinliğini gözden geçirme, öteki özgün ya da denenmiş ya da en kolay uygulanabilen yazma yöntem ve izlekleri bulma, öğrenme, kendine görelik oldurmak, var olan yapıtlara eleştirel gözle bakabilmek ve kendini geliştirmek için kurgulanmış sesli, grup düşünme ortamlarıdır denilebilir. BİR GRUP TERAPİSİDİR Benzerlerinle bir arada olarak tek ve arızalı olmadığını, aksine bütün insanların ortak özelliği olan anlatma isteğinin farklı ve estetik bir yanı olması gerektiğini keşfeden özellerden biri olduğunu, kendini geliştirmenin ve daha iyiyi başarmanın yolunun aramaktan geçtiğini görmektir. ÖMRÜNÜ NİTELİKLİ ve ÖZGÜN KILMAYA KATKI DEMEKTİR. Ya da boş zamanını yararlı bir uğraşla doğrudan hayatla ilgili alanlarda çok olumlu, estetik beğeni ve eleştiri yetkinliği, zihinsel performans ve yaşama bakışa nitelik ve özgünlük kazandıracağı kesin olan sanatsal çalışmalarda geçirmek için gerekli alt yapıyı, iyi okur gözünü oluşturmayı sağlayabilir. Yaş ilerledikçe yaygınlaşan çağımız modası DEMANSa bulmaca çözmekten daha etkili bir önlem de olabilir. DOKTOR reçetesi gibi değil mi? Karmaşık ama derin... İYİSİ Mİ biz o ortamı yaratalım, siz de katılın... BİRLİKTE GÖRELİM... İLK BULUŞMA 31 Mart 2018, Cumartesi, SAAT 14.00'de... * PROGRAMA REHBERLİK EDECEK YAZARLAR Şenol Yazıcı Fadime Yıldırım Karoğlu Esra Odman İyier Nurten Bengi Aksoy Aycan Aytöre ( Katılımcılara ve beklentilere göre değişiklikler yapılabilir)

  • Yazı, Yazarlık; YAZAR ATÖLYELERİ

    DOSYA: YAZI, YAZARLIK , YAZAR ATÖLYESİ... Son günlerin yaygın söyleyişlerinden bunlar... Genç kuşak bilmez bile, bir zamanlar gelenekti. Çocuğuna saygın, popüler, iyi de para kazandıran bir meslek mi istiyorsun, tut elinden , ver ustanın yanına; eti senin kemiği benim diyerek... Üç yılda beş yılda yorgancı, fırıncı, tamirci olur, altın bileziklerini kollarına takardı çocuklar. Bu toplumu taşıyan, dinamik ve iş gören omurgası oldular o zanaat ustaları 90'lı yıllara kadar. Sonra devlet el attı, çıraklık okullarını kurdu, o akışın önünü kesti. Şimdi devletin okulundan yetişme ustaların ellerinde okullarda yapıyorlar bu yetiştirmeyi... Eleştirilecek yönleri olsa da elbette bu eğitim öncekine göre daha sağlıklı, daha bilinçli... Onun gibi olur mu? Yeteneğine ve kendine güvenen mahallede özelden ya da belediye de açılacak yarı devlet eliyle yazarlık okullarına devam edip de en çok üç ayda bir Atilla İlhan, bir Yaşar Kemal olunur mu? Ya devlet, bu gidişata ve başıbozukluğa dur deyip çocuklarımızı kurda kuşa yedirmeyiz, merdiven altı yazara hayır, yazar olacaksa onu en iyi yazar biz yaparız, deyip el atarsa bu alana... sorusu bir yana ASIL SORU ŞU: YAZAR YETİŞTİRİLEBİR Mİ? Buna herkes başka bir yanıt veriyor? Kimisi olur diyor, kimisi daha neler?...diyor. Ne var ki resim, müzik atölyelerini biliyoruz, hem daha yaygın, hem de geçmişleri daha eski... İşe yaramışlar ve şimdi telefon tamircisinden daha çok resim, müzik atölyesi var. O ZAMAN NEDİR BU YAZARLIK ATÖLYELERİNİN GİZEMİ? Benzerleri bir araya getiren, okumaya yazmaya yönlendiren ender bulunacak olumlu bir uğraş alanı olduğu elbette tartışılmaz, bunu herkes teslim eder zaten... Zamanı, olanağı olanlar için denemeye değer olduklarına da gönülden inanıyoruz. Fakat konu sabır ve emek isteyen YAZARLIK olunca yanıtı bulmak o denli kolay değil. Bir terapi merkezi mi, benzerlerin bir araya geldiği bir hobi mutfağı mı yoksa yazarlığı öğretmese de yolu hayli kısaltan, alan disiplinlerini öğreten temel anahtarları sunan gerçekten yararlı oluşumlar mı? maviADA bu ilgiyle bir soruşturma başlattı, YAZI ODASI diye... Çok da yaygın olmayan en azından alana yönelik değerlendirmeler yapan uzman yazarları henüz yetişmemiş YAZARLIK ATÖLYELERİ ilgili çalışmaları,yorum ve değerlendirmeleri derleyip, kendi düşüncelerimizi de ekleyip bir araya getirmeye çalışacağız. DİLEYEN KATILABİLİR, KATKIDA BULUNABİLİR, PAYLAŞABİLİR; EĞER BİR DÜŞÜNCENİZ VAR DA HENÜZ BÜTÜNLÜKLÜ BİR YAZI TARZINA ULAŞMAMIŞ YORUMLARSA FORUM BÖLÜMLERİNE EKLEYİP ATÖLYEYE KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ... Benzeri bir atölyeye devam ediyor ya da yönetiyorsanız çalışmalarınızı tanıtmakta da yararlı olabilir. BEKLERİZ.... / maviADA * DOSYA'DA YER ALAN YAZILARI GÖRMEK İSTERSENİZ TIKLAYIN * * ÖTEKİ DOSYA ve TARTIŞMALAR: maviADA DOSYALARI AÇIK DOSYALARDIR her zaman katılmak mümkün... GÖRMEK ya da KATILMAK için GİDİNİZ ***

  • İlkyazın Sanrıları

    GEZİ PARKI 28 Nisan 2013'te başlayan GEZİ PARKI olaylarının başlangıcının 7. yıldönümü bu günler. Son duruşmaları da galiba Şubatta yapıldı. Sosyal bir patlama, spontene yani kendiliğinden başkaldırı ya da karanlık güçlerin tezgahı... şu bu denildi. Ne var ki ben hala aydınlanmış değilim. Kanamadım. Geçmişi, hele sonraki 7 yılda olan olayları düşündükçe bir anda bütün ülkeyi saran bu gizemli dalganın moda deyişle spontene bir halk hareketi olduğunu hala aklım almıyor. Elimde hiçbir verim yok, siz ne okumuş duymuşsanız benimki de o, sadece tarihi unutmuyorum ve halkımı tanıyorum: İstanbul'da üç ağaç kesilecek ve halk ülkenin dört yanında ayağa kalkacak... Hiç olmuş mu az baksanıza? 60 yıl önce devrin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanları idamla yargılandı, bazıları da asıldı, ki onlar %48'le iktidardı da, kaç yaprak sallandı dalında... 50 yıl önce muhalefet bu ülkenin yarısıyken Ankara'da üç genç insan asıldı, kimin kılı kımıldadı. İtiraz eden arkadaşları da Kızıldere'de, Nurhak'ta öldürüldü. Kurtuluş Savaşı demeyin bana... “Tuhaf bir manzaraya rastlardım. Geriye kaçmakta olan askerin biri, bir buçuk arşın boyunda, soba borusu kalınlığında bir döşeme parçasını ucundan yakıp koltuğunun altına vurmuş, eline geçirdiği bir tavuğu da bir eline almış koşuyor. Koşarken koltuğunun altındaki ateş yanıyor, bu ateşle elindeki tavuğu pişiriyor, ara sıra da yiyor.” ...manzaraları ben yazmadım. Belki her savaşın ve insanın doğası bu. Kurtuluş Savaşı, denilebilir ki halka rağmen, başarıldı çünkü tarihin bir kesişme anı olması bir yana başında eşsiz bir savaş dehası Atatürk ve silah arkadaşları vardı. Ben gezi eyleminin 15 Temmuz'un bir önprovası olduğunu o günde düşündüm, hala da düşünürüm. Nitekim kısa süre sonra hükumet içindeki gözü doymayan grup, hepimizin izlediği gibi devletin olanaklarını da kullanıp tiyatral bir biçimde güya suret i haktan gözüküp açık muhalefetini başlatmıştı. Onu her türlü olanakla donatıp palazlandıran AKP değil onlardı güya asıl doğrucular... Bu benim sanım mı? Olsun, benim de saçmalama hakkım var hoş... Ayrıca o kadar aklım da yok, alması da gerekmiyor... Ama sizin söylediğiniz her şeye de inanma mecburiyetim de... Ne var ki ölen ve yaralanan insanları anmadan geçmek istemem. Onların bu hesaplı kalkışmanın bir parçası olduğunu hiç sanmadım, tıpkı benim 40 yıl önce hissettiğim büyük coşkuyla fasulye yemeyi bilmezken ülke kurtarmaya soyunmam hali gibiler... Yani samimi ve coşkulular, ama bilinçsiz... Onların gördükleri zararda bir suçlu aranacaksa, çok da doğru değil belki ama dolaylı bir mantıkla durumdan ucuz bir zafer çıkarmaya çalışan basiretsiz muhalefetin, sadece CHP değil, tüm muhalif kesimlerin, hatta bizzat iktidarın içinde olup da ne yapacağını bilmeden ya da gerçek bir husumetle aslında işin içinde parmağı olan, ama sanki adil konuşan büyük başların da sorumluluğu vardır. İpleri tutanlar hep kurtulur. Olan fillere değil, çimenlere olur. Yeni bir şey söylemek içimden gelmiyor... O günlerde yazdığım yazıyla yetineceğim ... YARA DA BİZDE , BIÇAK DA (Meraklısına TIKLA oku) 29 / 05 /2020 * YAZMA SIKINTISI / ... Siz ne sanmıştınız bilmiyorum; ola ki başarır biraz da okuyucusu olan bir yazara dönerseniz, benzerleriniz çangıl ormanında çakır dikeni ayıklarken size tablonun dışında birkaç sigara içimi fark mı verilecekti beyaz sahip tarafından?.. . Yazmak başlangıçta sizi sizden yaratacak bir sistemli, disiplinli, bilinçli bir çalışma ya da hobiyken zamanla yaşamı açıklamak için ikinci yola yani bir tür masumca da olsa deliliğe dönebilir. Hayatı sadece aklınızla yorumlamak yetmez olur; o yoruma bir de yazarak sağlama yaparsınız. Oysa hayat çok akıllıya değil, çok şanslıya gülümser... Ben o hale uğradım, oradan bilirim. Yetmedi ilk kitabımı da yaptım. Başıma gelmeyen de kalmadı. Çünkü farkına varmadığım nokta, eli kalem tutan biraz da bir şeye benzeyen biriyseniz, şimdi övündüm, siz siyasetin iştahını kabartan bir keklik gibisinizdir. Başınıza gelecekler pişmiş ördeği bile aratabilir. ... Yıldım mı? Deli misiniz, yaptığından ders alacak aklım olsaydı zaten yazmazdım. Bir sonraki kitabıma mayolu resmimi koyacağıma, aba altından sopa göstererek beni yıldırmaya çalışan vali yardımcısına yeminle söz bile vermiştim. Deprem araya girmeseydi... Altı ay sonra bir yayınevi ikinci baskısını önerdi kitabın, yaptırdım. Mayolu resmi mi soruyorsunuz, o kadarına cesaret edemedim, ama yine de yakındı arka kapaktaki resmim. Bu kez de, hem de deprem sonrası bir umut vaadedilen özgür ülke diyerek taşındığım İzmir gibi bir yerde resimden beni okuyan edebiyat öğretmeni bayan okurlarım, maço erkek sıfatını yakıştıracaktı. Talihsiz bir coğrafya bu: Belki üşüyordur kişi ya da benim gibi bakımsız kapalı giyinir o gün; olur muhafazakar, yaşadığı yer Ege gibi Akdeniz gibi sıcaktır, su kuşu olur, soyunur dökünür; olur çağdaş. O zaman keçiler ordinaryüs çağdaş... Anam gerici, babam ilerici... Çağdaşlık en az 5 bin yıllık kültür, haberin var mı yazıyı kim buldu? Yok öyle bir şey, kispetimiz ne olursa olsun biz hep oyuz; altı kaval üstü şişhane. Kim takar "Yalova Kaymakamı"nı, yazmak benim edebiyat memurluğum değil hoş, yaşı ve aklı ergenleşmemiş birilerinin de kamusal alanı, girmesin, orası benim özgürlüğümdü. Bundan sonra her yazdığıma +18 diye eklemezsem... Anlamayan girmesin... YAZANA NOTLAR ( Okumak istersen TIKLA) ŞENOL YAZICI * TANRI Beni GÜZELLE Boğacak 15 Mayıs2020 / Bazen bende de oluyor o hal; Bazı günler maviADA'ya koyacak yazı bulamıyorum, bazen de yağmur gibi yağıyor. Okumaya yetişemiyorlardır şimdi, dediğim oluyor... Hayat da öyle! Bazı tekdüzeliğiyle kulunu çıldırtırken, bazen de iyisinin de kötüsünün de yağmuruna geçiyor Tanrı... Çıldırtıyor... Nazife gençliğimin çalıntı aşklarındandı. Sıcak ülkelerin sürmeli gözlü güzellerinden... Harmanisine sarılmış, kavruk belli etmeyen bir Latin Amerikalı dişi... Dişi diyorum, başka bu kadar yavrulayamaz ve süslenip püslense de böyle güzel olamaz bir erkek. Antalya'da kim bilir nasıl bir gece, utanmazlığım yüzümde, bir balkonun önünden geçerken minnacık ama yırtıcı, öldürücü dikenli bir top olarak ellerime gelmişti. Gerçek adı nedir bile bilmem... Ömrü de ne olur onu da... Dün uğruna öldüğümüz bütün aşkların kaderi gibi onunki de; saçları beyazlayana kim bakar, anne değilse eğer? Nazife bu ama... Tam öldü derken, bir gece tutar ayhali, kıyamet gibi çiçek keser, çıka gelir... Koca mahalle Akdeniz kokar... Soluğunuz kesilir... Yetemezsiniz... Çoğu en güzelinden kelebeğin ömrü gibi; sadece bir gün... Ama öyle bir gün... ATLAS'dan sonra... Anladım, Tanrı beni güzellikle boğacak... * ATLAS / Ben ayakkabı boyacısı olup kazancımla her gün sinemaya gitmek istiyordum, babamsa doktor olmamı... Ne var ki tıp fakültesini kazandığım da o, oyunbozanlık edecek erkeninden ölecekti. Laf aramızda, hiçbir sözünü de tutamazdı garibim, bana İspanyol paça pantolon alacaktı sınıfı geçersem, hala alacak, geçmediğim sınıfta kalmadı oysa... Kayıt için gittiğimde bir anatomi atlası 1600 Liraydı. Oysa ben yeni başladığım ilkokul öğretmenliğinde sadece 1000 lira maaş alıyordum ve okula gideceksem onu da bırakacaktım. O ATLAS hasretim kaldı. Ben de doktorlar yetiştirmeyi seçtim. Ne var ki, sahici olacaksam o gün bugündür doktorlarla avukatlarla zorum da vardır; kusur arama, ben olsam öyle yapmazdım hali... Eee, yetişemedim, neyleyim; üzümler şimdi koruk olur... Olsun; Şimdi, kul düşünür kader gülerken artık bir ATLAS'ım da var... Tanrım olmayana da versin... (İlk değil oysa, sizi bilmem ama ben de bu hal hep vardır, EGE'de, ADA'da başka bir şey miydim? İnsan bu doymuyor, iyi ki de doymuyor, yoksa ölmeyen neye yarar? Görmek isteyen için...TIKLA) / 14.05.2020, 12:20 * ECCE HOME / ... Evreni yaşanılır kılan ya da onu bir cehenneme çeviren "EŞREF İ MAHLUKAT; egemen yaratık sözünü ettiğimiz; ECCE HOME. Yani hem en soylusu, hem en soysuzu olabilen... İNSAN bu... Onu cahil bırak, bir siyasete, bir kavrama köle yap; Haşhaşilere taş çıkarsın... Ona öğret, ahlak işle, kalbini ve beynini keşfetsin, kendini yok ederek seni ve tüm insanlığı kurtarsın... Evrenin efendisi zalim bir alçak ya da zincirlerini kırmış,adalet aşığı KÖLE... Öyle çelişki yumağı, öyle pragmatik... İNSAN BU (meraklısına) / ŞENOL YAZICI ACITAN BAHARLAR 9 Mayıs 2020 * Bir düşünsenize ne kadar çok insan ölmüş ya da öldürmüşüz İLKYAZda. Sanki bir zafiyetimiz ya da baharlara bir hıncımız var... Nazım Hikmet, Ahmet Arif... Deniz Gezmişler, 27 Mayıs... Öldürmemişsek de baharını zemheri yapmışız. Hele şairler, yazarlar... Sanatçı yaşadıkça da değil, öldükten sonra itibarlıdır, derler ya...YALAN... O bize özgü bir deyiş; Günahımıza kılıf... Batı da sanatçı yaşarken de itibarlıdır. O ilhamını acıdan değil, hayattan ya da aşktan alır... MONTAİGNE bir aristokrat değilse de varlıklı bir soyludur. Hiç hapse düşmemiş hiç gadre uğramamıştır; aksine doyduğu bir hayattan sonra çekildiği evinde yaşadığını akıl süzgecinden geçirmiş, büyük bir keyifle yazıya dökmüş. Ortaya çıkan DENEMELER çağlar içinde kutsal kitaplardan sonra en çok okunan kitaplardan biri olmuş. Picasso Guernica'dan önce de büyük ressamdır, zaten o resmin talebi bilinen yetkinliğinin sonucudur. Komünizm mi KAPİTALİZMİN başına bela eden(!) MARX, bir ALMAN YAHUDİSİydi. Aykırı fikirleri yetmiyormuş gibi ... sarhoş olmaktan, kilisede kahkaha ile gülmeye ve şehirde eşek turu atmaya kadar... skandal sayılabilecek çok şeye imza attı. Evet bir vatansız olarak öldü, ama adamı ne hapse tıktılar, ne de idamla yargıladılar ne de bir bilinmeyenle yok ettiler... Ayrıca çağının egemenlerinin ve büyük tanrısı sermayenin en olmadık yerlerine pervasızca parmak atan bu adama o kadarı da yapılmasa herhalde "ajan" der itibar da etmezdik. Bize özgüdür baharlardan kan devşirmek... Bir bakın tanımış ne kadar yazarımız çizerimiz varsa ya hapislerden geçmiştir ya da gadre uğramıştır "ilahi" adaletin elinde... Al Nesimi' yi... Al Hallacı Mansur'u geç Nazım Hikmet'e, bak Sabahattin Ali'ye, Aziz Nesin'i demiyorum bile git Sıvas'a bak 33 aydına... ACITAN BAHARLAR dizimiz ne anladınız değil mi? İşte NESİMİ... Görüşleri yöneticileri rahatsız etmeye başladığında, benzer vakalarda olduğu gibi, Nesimî de takip edilmiş ve Mısır Çerkez kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh'in emriyle Şam'da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Cesedinin bir hafta halka gösterildiği, ayrıca öldürüldükten sonra derisini omzuna alıp 7 kapıdan aynı anda çıktığı rivayet edilir. Yıl 1418... Sabahattin Ali sadece iyi bir yazar, şair değil, o dönemin kıt olanaklarıyla Avrupa'da eğitilmiş bir öğretmendi de... Gördüğü uygar ülkeler ve eğitimin etkisiyle azıcık muhalif bakınca başına gelmeyen kalmadı, en sonunda da vahşice öldürüldü. Tarih ilginç :2 Nisan 1948 ... Nevzat Çelik Üniversite birinci sınıfta "ülkeyi kurtarmaya" kalkmaktan hapse atıldı, idamla yargılandı, çıktığında artık ünlü bir şairdi... Tarih daha da ilginç: 1980'ler... Gene iyi, bazıları siyasetten düştü, ama çıkınca mahalleye kabadayısı oldu... Şimdi gülümseyen bir yüz isterdiniz, bahara uydu mu diyorsunuz... ama öyle kalsın değil bizim temennimiz, bu halimiz de vardır ibreti alemi aslında... Baharı karartıp acı çektirerek şair yazar üretiriz... ACITAN BAHARLAR (meraklısına TIKLA) ŞENOL YAZICI * İLK AŞK ya da BU ÜLKEDE HER İYİ ŞAİR SAĞALTILMIŞ BİR TRAVMADIR 9 Mayıs 2020 / Seksen yıl o acıyı, o kırılmayı her yazdığında yeniden yeniden kanatıp taşımak çok zor gelir bana. Belki böyle de değildir İLK AŞK'ın ve ATTİLA İLHAN'ın hikâyesi, kimbilir sislenen aklım ne oyunlar ediyor bana... yine de kuşkuya "mahal yok" ben hep öyle hissederim. Aklıma gelince bir Akdeniz başlar, kırık, yaralı bir Akdeniz. Hele güzse… Bir mavi kız, siyah çizmelerinin sivri topuklarını inadına sert sert vurarak, güneş yanığı sarı saçlarının her bir telini içimde keskin bir jilet yapıp gezdirir . Etekleri savrulur, dikişli çorapların üstünde. O yabanî erikler delirir, çiçek keser. Ürperirim. Sizi bilmem, ama ben hep içimden vurulurum. Bu da olmasa başka türlü bizim gibiler yenilmez, tüketilmez. Böylesine yaşamak nasıl bir şereftir anlamamam, ama CAN bu, en büyük korkumuzdur. Ne var ki, unuttunuz mu, zulmün efendileri, on beş yaşında zaten öldürmüştünüz? Kim iki kez ölür ki? İLK AŞK ya da FIRTINA ŞAİR ( meraklısına TIKLA) / ŞENOL YAZICI DENİZ'in SON İSTEĞİ RODRİGO KONÇERTOSU NEDEN ÇALINMADI? / 6 Mayıs 2020 şaka gibi... HIDRELLEZ gecesiydi, yaratıcı gücü kökten talihsiz birileri unutturmak için o mutlu geceyi seçmişti. SAM AMCA, ülkesinde harladığı ateşi müttefik ülkelerine de süt tozu ve eski silahlarını rüşvet yapıp yaymayı başarmıştı. Dünyanın jandarması olacaktı. Ya ona ortam hazırlayan daha proleter iktidarı palazlanmadan mahalle dayılığına soyunan Stalin arızasına ne diyeceksin? Ortam hazırdı. Parmaklar kalktı, parmaklar indi. 20.YY da birileri en nitelikli çocuklarının kanını USA süt tozuna katık yapıyordu. Astılar onları... Deniz Gezmiş yanılmıyordu, düşünceleri yaşadı. Yurtseverliğin, hak, emek mücadelesinin efsanevi bayrağı oldu. HIDRELLEZ gecesiydi. Masum istekler gül dalına asılırdı, onun son isteği de yerine getirilmedi… “Demli çay” içemedi, istediği müzik de çalınmadı. İyi ki çalmadılar konçertoyu, diye düşünürüm bazen. Ya insafa gelip, korkularını yenip, insanlıkları uyanıp ‘son arzudur’ diyerek çalsalardı… O köhne Ulucanlar, bir bahar gecesi, dünyanın dört yanında, dağ başlarında yanan özgürlük ateşleri gibi usuldan usuldan, yıldız dolu göklere doğru yükselen o muhteşem konçertonun gitar nağmeleriyle temellerinden titreseydi… DENİZ'in SON İSTEĞİ RODRİGO KONÇERTOSU NEDEN ÇALINMADI? (Meraklısına TIKLA) / HAYATIM ROMAN Kim böyle başlarsa söze kaçın, bilinki en tanıdık, en sıkıcı öykünün başındasınız. Bizim ki de öyle olabilir, uyarmadı demeyin. Nasıl bir cahil cesaretiyse milyonlarca liralı sermayeli yayın şirketleriyle yarıştık, aynı platformlarda etkinlikler yaptık, ilk kez bizde yazan insanların ilk kitaplarını ve o korkunç sevinçlerini gördük, tanrıların sofrasından ateş çaldık, İNSANA götürdük... ve şükür benim o ilk maviADA'da yazan yazarlarım, utanılır bir noktaya da düşmedi. Alkış gördü. ... ve hala aynı şeyi aynı gösterişte olmasa da yapıyoruz. Sanat bizim için bir yaşama biçimi, en güzel hobimiz, demansa karşı büyük direnme, okey oynamıyoruz da toplanıp maviye boyuyoruz duvarlarımızı. İçim gururla doluyor. Kitaplarımdan daha değerli ve hayata uygun diyorum. Bir işe yaramadan geçmemiş bu ömür diyorum... ve hala güzel bir şeylerle uğraşıyorum, düşünmenin, yazmanın yaşı mı var? Hatta o ak sakal, derin çizgiler... yazana çizene ne de güzel yakışır... ...ve maviADA giderek küçük bir ülke oluyor, sanat ve estetikle sıvanmış bir ülke... Hüzünlenmiyor da değilim: Her şey yolunda gitseydi, şimdi BAHAR 2020'nin basılı dergisi dostlarımızın elinde olacaktı. Daha dün tatlı bir bahar telaşındaydık... Ya şimdi? GÖRÜNEN ELİNDEKİ KAYBOLMADAN DEĞERİNİ ANLAMIYOR İNSAN. Tanrının sopası yok!!! Çok çabuk verdiğini eskittin Tanrım; daha dün yastığımızın altına sakladığımız kırmızı bayram papuçları, fırından yeni çıkmış ekmek, dalına serilmiş, sararmış çiçeği üstünde al kirazdı HER GÜN... Ne suçumuz varsa... küflenmiş tanelere dönen zamana talim ediyoruz. Biliyorum, senin adına konuştuğunu sanan kimi zamane ahmakları ne derse desin, yarattığına bu kadar acımasız olmazsın SEN; Yaşa, dibe vur ve küllerinden yeniden büyü, kanatlan, diyorsun... Neler görmedi ki insanoğlu? Hayatın yeniden fark edildiği zamanlar bunlar... Gene doğarız. 4.5.2020 HAYATIM ROMAN ( Meraklısına-TIKLA) ŞENOL YAZICI CER HOCALARI... 26 nisan Bazı arkadaşlarımıza ne oluyorsa,herhalde Ramazan etkisi bir özellik keşfetmişler kendilerinde, aslında vehmetmişler demeli ya gönlüm elvermedi: Ramazanla ilgili dilek ve temennilere katılırsınız elbette. Toplum olarak tadını aldığımız,güzelliğini yaşadığımız bir ay kutlamak normal de düne kadar dinle ilgili bilgisi benim gibi haftada iki saatlik din dersiyle sınırlı olan çok arkadaş birden cübbeli, beyaz hoca, öztürk, şeyh, şıh, ulema hatta şeyhülislam... kesildi: Nedir bildiğin ki başkalarına da öğreteceksin, diye sormuyorum,belli ki birden ermiş, iki de yalan yanlış Arapça sözcük tamam... Saygı duyuyorsan dine zarar verirsin o çolpa dil ve ellerinle... Bırak Tanrı her kuluna doğruyu gösterir, hatta sen gölge ve parazit etmezsen arada, daha da iyi gösterir... Bilmiyor musun haddini bilmek de büyük erdemdir. Gereksinme duyarsak biz ilahiyat mezunu bir hoca buluruz, "Cer hocaları" aramıyoruz. Hiçbir dini, mezhepçi ya da partici ya da ötekileştiren paylaşıma izin vermeyeceğimizi, bunda inat edenleri silip düzelene kadar engelleyeceğimizi demiş miydik? Okuyan benim, gözlerime yazık... *cer hocaları. Taşrada imamlık yaparak para ve erzak toplayan genç medrese öğrencisi ... / Şenol Yazıcı * HÜZÜN 20 nisan 2020 Hayat en çok hüznüyle anlamlıdır, gelir bana. Melankoli değil hüzün… İlk duyumda öyle sansak da sarsıntıya uğradığınız ama çökmediğiniz anlardır onlar. Yaşarken mutlu olduğunuz, ama bir nedenle ayrıldığınız, belki hak etmiş, belki etmemiş, ama sonuç olarak elinizden kayıp gitmiş ya da gidecek, kalması olanaksız güzel zamanlardır hüzünlü anlar gerçekte. Hüznü duyumsamak engelleyemediğiniz zamanı daha çok hissetmenizi, beyninizin derinlerine iyice kazınmasını, anı daha çok yaşamınızı da sağlar. Aklınız yarını ya da görülmeyeni; gerçeği görmüştür, yani o paramparça haliniz öngörünüzün boyutudur. Elinizden bir oluktan akar gibi kayıp giden zamanın, bin yıllık ömrünüz, karun kadar zenginliğiniz olsa da artık hiç yaşayamayacağınız, geriye gelmeyecek, belki de gelmemesi gereken son ve tek AN olduğunu en derinden hissetmektir hüzün. Örneğin gösterişli bir yazdan sonra sökün eden sonbahar, örneğin kızınızın düğünü, örneğin istemeden yitirdiğiniz sevgiliyle karşılaşma, örneğin mutlu mutsuz, uzun kısa... bir ömürden sonra yitirdiğiniz sevgili annenizi mezarına koyduğunuz an... Belki de bir dahası olmayanı altın varakla çerçeveletip sonsuza değin yaşatmaktır hüzün. / HÜZÜN (Meraklısına...TIKLA) Şenol Yazıcı

  • Korona Günlükleri

    Duvarlar arkasında gizli komşular Aşırı kilo haritasında yer beğeniyorlar kendine Hazır yemek masaları uzak coğrafya Korkunç haberler çağında akşamlar Suratı anlaşılmayan beyaz maskeli insan kırıntıları Kuyruklarda savaşı bitirecekler sanki Dezenfektan altının uzaktan akrabası Harabeye döndü meydanların toplumu Ekmek tarifeleri paylaşıyor online dersler Oyun geçidinde çocuk yok Odalar manzaralı tatil hayallerimiz Balkon sahili, gökyüzü denizinin Şehirler yasaklı ülke krallıkları Gidenler dönmüyor korkunç seferlerinden Kuş cıvıltıları baharın gölgesi Solunum cihazı krallığını kuruyor Pahalı eldivenlerin askerleriyle Hastaneler coşkun ırmak hayat boyu Eski filmlerde aranıyor eski günler İnsanlar işsizlik burcunun habercisi Küçük meşguliyetler oturaklı büyük günde İnsansız yollar sosyal ilişkiler çölü Bir de sosyal mesafemiz oldu, eklemeli yasalara Bilmem kolonya direnişi kurtarır mı Böyle bir ülkeyi korona işgalinden Nisan 2020

  • CER HOCASI

    Mülkiye Okulu'nun "320 senesi mezunuydu; mabeyincilerden birinin akrabası olduğu için maarifte bir memuriyet bulmuş, fakat meşrutiyet ilân olununca ilk tasfiyede açığa çıkarılmıştı. Bin kuruş maaş alıp konakta yatıp, kalktığı, her taraftan kolaylık gördüğü eski devirde bile iyi kalbi onu kötülüklere âlet olmaktan kurtarmış, durgun, uysal ahlakıyla o kadar dikkate çarpmayarak rahat yaşamıştı. Sırf "mensup" diye yeteneğine, ahlâkına rağmen memuriyetinden kovulması ve mabeyincinin anlaşılmayan bir beceri ile yirmi beş kişilik ailesiyle İstanbul’dan kaçması aynı zamana rastlayınca; gidecek köyü, bu millî bağnazlık coşkusunda, saraya bağlı olmakla suçlandığından, başvurulacak kimsesi de olmayan zavallı Asım, on günde serseri halini aldı. Orta bir otelde yatmaya başladığının sekizinci günü cebinde bir mecidiye kaldı; o sabah yağmurlar yağdı, açık gri elbisesi, beyaz iskarpinleri ile şemsiyesi olmadığından kötü bir gün geçirdi. Saatini sattı, sıcaklar devam ettiğinden sürekli kirlenen kolluklarını, yakalığını, gömleğini değiştirdi; yemeğinden, sigarasından ufak bir tasarruf yaptı, otelini ucuzlattı, fakat gene de aç, yersiz kimsesiz, büsbütün ümitsiz kaldı. O zaman Vezirhanı'nda oturan hemşerilerine başvurmayı düşündü. Paşanın Bebek'teki yalısında, Fındıklı'daki konağında, Erenköy’deki köşkünde yatar kalkar, onur ve ağırlanma görürken bu hocalara ufak tefek iyilikler eder, para, erzak gönderir, diş kirası verdirir, hattâ birisine müezzinlik ettirirdi. Son akşam üç buçuk kuruşla sokakta kaldı, saat altıya kadar bir kahvede oturdu, sonra çıktı, güneş doğuncaya kadar sokaklarda, evine dönen bir adam davranışıyla gezindi, henüz dükkânlar açılmadan uykusuzluktan kan içinde kalan gözleri, açlıktan sararan yüzü, kirli yakalığı, buruşuk elbisesiyle yoksul bir halde hana girdi. Kaleme giderken iki ayda bir uğrayıp hatırlarını aldığı bu adamların ne ile yaşadıklarını hiç merak etmemişti; yalnız her zaman paraya muhtaç olduklarını biliyordu. Avluyu geçti; merdivenleri çıktı, kirli hücreye yaklaştı. Açık kapının önünde müezzin olan arkadaşı Osman, çömelmiş, küçük bir ibrikten sıvanmış kollarına su döküyor, abdest alıyordu. İçeride Ahmet, hazırlanmış iki heybeden bir şey çıkarmağa uğraşıyor, köşeye yakın bir yerde daha genç ve ablak yüzlü biri, Feyzi sarığını devşiriyordu. Kibar hemşerilerinin bu vakitsiz gelişi hepsini hayrete düşürdü. Asım uzun bir süre nefsiyle didişti, hatta gördüğü bu yoksulluk, bu hayat kendisini korkuttu; bir şey söylemeden, geldiğinden daha hasta, ümitsiz sıvışmayı düşündü. Sonunda uykuya, bir mindere o kadar ihtiyacı olduğunu anladı ki, dışarıda bunu da bulamayacağını hatırlayarak hikâyesini anlattı, onlarla hayatını birleştirmeğe gelmiş gibi değil, hemşerileri olduğu için derdini döker gibi göründü; belki öbürleri onu gene her zamanki gibi biraz sonra gidecek sanıyorlardı. Kendilerinde böyle bir sanı olabileceğini düşününce kıpkırmızı oldu; gene kaçmak, ayrılmak istedi; oysa ki en zekileri, en iş bilenleri olan Osman her şeyi anladı ve "Ne yapacaksın?" diye sordu. Bu soru, bu anlaşılmak, daha fazla açıklamadan kurtulmak Asım'ı sevindirdi: "Bilmem ki ne olacak, işte böyle kaldım!" dedi, sonra ağlar gibi mindere kapandı. O zaman üçü de çevresine geçip çömelerek kaba, hiçten kelimelerle, duaya benzeyen anlaşılmaz ezberleme cümlelerle onu avutmaya başladılar. Kırışıklıklar içinde kalmış yüzünden iri yaşlar kilitlenmiş ellerine düşüyor, hıçkırıklar arasında: "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye söyleniyordu. Hemşerileri çözümüne olanak bulunmayan bu durum karşısında şaşkın, kendiliğinden açılması gereken bir baygın karşısında gibi seyirci, bekleşiyorlardı. Böyle bir yarım saat geçti. Osman, kazaya kalan namazını daha çok geciktirmekten korkarak ayağa kalktı; hemen geleceğini söyleyerek karşıdaki mescide gitti. Ahmet üzüm, peynir almak için sokağa fırladı. Odada Feyzi ile yalnız kalmıştı. Ne kadar, ne kadar yıllar vardı ki han köşelerinde böyle adamlarla yaşamamış; yağ mumu, lâpçin, heybe kokan yerlerde küf, is içinde bulunmamıştı. Onun yoksulluğu İstanbul'a sekiz yaşında gelmesiyle bitmiş, son han gecesi, Trabzon'da vapura bineceği gece olmuştu. Bugünden başlayarak hep iyi, temiz, gereksinimsiz yaşamıştı. Yalıda ayrı odası, yörede komşuları hatta seviştiği bir de kolacının kızı vardı. Bu felâket zamanı, İstematina'sını daha çok düşünmeğe başlamıştı. Ah, o ne kadar çapkın, fakat paraya düşkün bir kızdı; şimdi onu böyle kirli gömleğiyle han köşesinde görse yüzüne bile bakmaz, artık ütü masasını siper ederek dizlerinin üstüne usulca oturmazdı. Yerinden doğruldu; yaşayacağı yeri daha iyi anlamak için koridora baktı; öteye beriye sabah çayı götüren İranlılar; öksüre tüküre gezinen softalar, sıvası dö­külmüş duvarlar, dizi dizi kapılar kendisine bir gezide bulunuyorum aldanışı verdi. Odadan çıkarak parmaklığa dayandı, aşağıdaki avluyu seyretti. İki iri dalı olan dökük, hasta yapraklı bir çınara birkaç eşek bağlanmıştı; onlara yakın bir yerde dört kişi kahve içiyor, sohbet ediyordu; köşede bir ayak berberi çirkin bir herifin kafasını traş ediyor, beş altı köpek, kimi üstünde, kimi aşağıda kenardaki süprüntü arabasını eşeliyor, aralarında da serçeler dolaşıyordu. Karşıki odaların açık kapılarından içerleri görünüyor, namaz kılan, iş gören çömelerek dertleşen adamların karanlık şekilleri seçiliyordu. Damdan aşan bir güneş parçası binanın yüzünü yalayarak açık kapılardan içeri giriyor, tozları parlatarak avluya, süprüntü arabasına yansıyordu. Dışarıda göçmen arabalarının sarsıcı kırık dökük sesleri, köpeklerin bağırışları, kavga eden adamların gürültüleri işitiliyordu. Ne yapacaktı? Burada mı yaşayacaktı? Aslında bu bile mümkün değildi. Çünkü hemşerileri iki gün sonra cerre çıkıyorlar, beş on mecidiye koparabilmek ümidiyle köyleri dolaşmaya başlıyorlardı, ufak kasabalara, köylere yayılan bu softalar her sene ramazan sonunda beş on para elde edebilirler, bedava yerler, içerlerdi. Bunların içinde mescitlerde vaaz edenden, imam efendiye, köylüye hizmet edenlere kadar vardı; talihe ne çıkarsa... Bazan iyi iş yapılırsa beş on para sahibi olurlardı, hatta yerleşilirdi. Mescitten dönen Osman, bu konuda açıklama yaparken Asım gözlerini kapamış, düşünüyor; köyler, vâdiler, yollar görüyor, omuzunda heybesi, elinde değneği günlerce, günlerce yokuş tırmanan sarıklıları düşünüyordu. Aç kalmak, yersiz kalmak, sonra kendini tanıyan cahil bile, aptal bile olsa bu adamlardan uzak bulunmak onu korkutuyordu; özellikle açlık, serserilik dolayısıyla kendini bunlara o kadar yakın, o kadar candan buluyordu ki ayrılmamaya bir bahane arıyordu. Birden söylemeye cesaret edemeyerek: "Ben ne yapacağım, sizsiz ne olacağım?" diye sordu; sonra cevap alamayınca "Beraber gitsek, olmaz mı?" diye ekledi. Osman, olanak görmediği bu söze inanamıyor gibi öbürlerinin yüzüne bakıyor, anlamaya çalışıyordu. Asım, fikrini birçok sözlerle sağlamlamaya uğraşırken arada "Olmaz mı? Ne dersiniz?" gibi sorular soruyor, cevap istiyordu. Uzun bir konuşma, danışma başladı, bir saat sürdü. Asım hiçbir yere başvuramazdı; ne tanıdığı taraf, ne bildiği adam, ne de candan arkadaşı vardı; bütün o tanıdıkları şimdi o kadar vatansever ve meşrutiyete âşık olmuşlardı ki kendisini kovmaya hazırlanmışlardı; bunu pek iyi hissediyor, onlardan, bütün bu bağnazlık ve sarhoşluk devresi geçiren İstanbul halkından iğreniyordu... Sonunda karar verildi, Asım da beraber gidecekti, üzerindeki bu elbise hemen satılacak, yerine cübbe, sarık, mintan, alınacaktı; eğer para artarsa o da yolda nafakaya sarf olunacaktı. Şimdi, bu karardan sonra sert ve dik konuşmaya başlayan Osman diyordu ki: — Yol uzundur, sefer güçtür; hep yürüyeceksin, oralara gelince de gözünü açıp bir yer bulmaya çalışacaksın! Bak, ben karışmam, köyümü bulunca senden ayrılırım, dargınlık olmaz, açlık belâsı... Anlaşıldı mı?.. Asım hep kabul ediyor, ne derse, ne denirse "Peki" diyordu. Köylerde ne yapacağını sordu; anlattılar. Namaz kıldırmalı, Kur'ân okumalı, vaaz etmeli, köylünün işine yaramalı, kendini sevdirmeli, asıl imamla iyi geçinmeli... Hattâ onun ayağına karpuz kabuğu koymalı; o zaman iş âlâ, insan ölünceye kadar geçinir, gider... Zavallı adam, uyuyup dinlenmesi için odada yalnız bırakıldı. On beş gün evvel Bristol otelinde temiz bir gece geçiren Asım, başının altına heybeyi alarak mindere uzandı, ateş gibi yanan gözlerini dinlendirmek için göz kapaklarını indirdi. Şimdi düşünüyordu: Bu uzun sefere, bu garip yolculuğa nasıl razı olmuştu. İstanbul'da on beş gün içinde beceriksiz ve utangaç ve aç kaldığı, bir iş yapamadığı, hatta ufak bir tecrübesi bulunmadığı halde, cer mollası olacak kadar nasıl ataklık göstermişti. Bu durum, bütün duygularının bir anda değiştiğini, heybeleri hazır hemşerilerinin karşısında —dışardaki bir milyon yabancının, düşmanın, kötü adamların onu tersleyen suratlarını düşünerek— birdenbire on yaşındaki eski köy çocuğu olduğunu anlatıyordu. Demek İstanbul'da geçen on beş yılı, on beş yıllık eğitimi onu tekrar, önceki durumuna dönmekten alıkoyamayacak kadar eksik ve güçsüzdü. Bu hükmü verdikten sonra artık arkadaşları kadar atılgan olmaya karar verdi. Biraz sonra uyanır gibi oldu. Mülkiye Okuluna pek yakın olduğunu düşündü ve yalıda çekmenin gözünde kalan diplomasını hatırladı. Etrafına göz gezdirdi; köşede rahle üzerinde bir Mushaf duruyordu; şaşkınlıkla, yakınlıkla ona, bu yoksul hücre içinde yücelik tertemiz bir avunma vadeden bu kitaba uzun uzun baktı... O zaman, bunca gündür ilk defa aç kalmayacağına inanmış, tekrar gözlerini kapadı. Kartal ve Gebze'ye uğrayarak on bir günde, yaya İzmit'i buldular ve Osman'ın gayretiyle hâkim efendiden birer izinname aldılar, Asım şimdi bir rekâtını bile kaçırmayarak, düzenli beş vakit namazını kılıyor ve uğradıkları küçük köy mescidinde kendisini buralara yollayan meşrutiyet üzerine iyi vaazlar veriyordu. Onun gayet tatlı ve ahenkli bir dili, açık Türkçe anlatımı vardı. İki dizinin üzerine oturup çevresinde bir halka oluşturan köylüye cana yakın, özlem dolu tiz sesi, az Arapçalı ve gürültüsüz anlatımı ile nutka başlayınca dinleyenler, camilerde bu yolda vaaz edilmesine şaşıyor, bütün bu güzel sözleri pek iyi anladığı halde bir vaizin esrarlı ve karanlık lezzetini bulamayarak yeni yenilen bir yemeğin tadına bakar gibi bir onu, bir de kendini dinliyor, fakat bir süre sonra, yıllardan beri işitemediği bir ana sesine kavuşur gibi tâ kalbinden duygulu ve memnun zevkine varıyordu. Asım da git gide biraz daha cer mollası oluyor ve Osman'ın beğenisini kazanıyordu. İzmit'ten bindikleri bir körfez vapuru onları parasız Karamürsel'e bıraktı, tekrar yolculuk başladı. Lâcivert renkli funda ve kocayemiş örtülü dağlar arasında kırmızı topraktan yollar vardı ki belki bu dolaşık ve kumsal patikaları kış selleri, kar suları, fırtınalar açmış; geçen köylünün, arabanın, sürünün izi buraları yol yapmıştı. Sonbahar sabahları yamaçları sise boğuyor, gece yıldızlı gökten inen bir nem, yoksul evlerin damlarını gümüşlüyordu. Tarlalar yeşillenmek için bir yağmur daha bekliyordu. Hayli içerilere girmişlerdi. Türklerin eline geçtiği sıralarda bu yerler, vatandan uzak kalmış kaplan şaşkınlığıyle çadırları etrafında kulakları tetikte dolaşan savaşçılara hizmet etmişti. Bir gece, gök gürültüleriyle yağmur başladı, dağlardan seller, taşlar aktı, üç gün sürdü, bu üç gün vakit kazanmak ümidiyle durmamacasına yola devam eden ufak kafileyi harap etti. Asım, yatağa düşecek kadar hastalandı, Tasladıkları bir köyde kalmaya, imamın evinde bir köşede dinlenmeye mecbur oldu. Arkadaşları köylüye yük olmamak için vedalaşıp ayrıldılar. Asım çok hasta idi, ateş içinde yanıyor, gözlerini açamıyor, hararetten ölüyor, kemikleri içinde sızılar duyuyordu, alt katta, ahırla mutfağın arasında ocağı ateşsiz, toprak döşeli bir oda vardı, yere bir çul attılar ve ona: "İşte yat" dediler. Yaralı ve ıslak bir kedi gibi kıvrıldı, heybesini başının altına çekti ve dişlerini sıkarak, öyle baygın kaldı. Şimdi, gidilmeyecek kadar uzakta, İstanbul'da acaba yağmur var mıydı? Beyaz, rahat, serin karyolası daha kim bilir ne zaman ve belki büsbütün boş kalacaktı? İstematina'mn damı gene akıyor, gene gömlekleri kirletiyor muydu? İki sarı böcek kanadı gibi kuruyan dudaklarına ellerini sürdü, her şeye, bütün bildiklerine özlem çekerek ağladı. Ertesi sabah Ramazan oldu, dediler. Asım İstanbul'un Ramazanını düşündü. Sergiyi, sergide satılan maden sularını, şurupları hatırladı. Mahyalar, aydınlık sokaklar, allı pullu tiyatro kapıları gördü. Akşama yalvardı biraz çorba istedi. İmam, ellisini pek geçkin, saç ve sakal içinde, kısa boylu, oynak, sarı, sevimsiz gözlü bir adamdı. Asım kırka yakın ateşle ve İstanbul özlemiyle yanarken odaya girdi, korkutucu bir sesle: — Bana bak, dedi, iyi olunca, yarın, öbür gün, buradan çekil, işine git! Bizim köyümüz hoca, molla istemez, çoluk çocuğa para vermez!.. Asım, eğer başını kaldıramayacak kadar hasta olmasaydı, bu gece kesinlikle intihar ederdi, kesinlikle bu ezintiye son verirdi. Sayıklamalar, karabasanlar arasında zehirler hazırladı. Konakta başağaya hediye ettiği tabancasını hatırladı, üç gün ateş sürdü. Havaların açılmasıyle beraber de azaldı, ağrılar durdu; ertesi günü kalkacak bir duruma geldi, imamla vedalaştı, çıktı. Burası köyün ortası idi, bir meydandı. İleride çardaklı iki kahve, bir bakkal dükkânı, bir de nalbant görünüyor, bütün adamlar peykelerinde, iskemlelerinde uyuşmuş, oturuyorlardı. Dört beş köpek, gezinen tavuklar arasında yere yatmış uyuyor, etrafa küme küme yığılan gübrelerle pis bir lâğım yatağı kenarında ördekler, kazlar dolaşıyordu. Bu köy, oldukça zengin, sevimliydi. Küçük bir ormanı, yağmur sularıyla şimdi büsbütün coşmuş hoş bir deresi, önünde kocaman yeşil bir otlağı vardı. Elvan elvan renkleriyle bir ressam paletine benziyordu. Evlerinin bacalarından ağır ağır dumanlar çıkıyor, kafessiz camlar arkasında beyaz perdeler görünüyor, bunlar zavallı Asım'a dinlenme ihtiyacı, burada kalmak ve ayrılmamak isteği veriyordu. Yavaşça yürüyerek, selâm vererek kahveye girdi, önüne gelen ilk iskemleye oturdu, merhabalaştılar. Herkes susuyor, kimi eliyle bacağını yakalamış, kimi ensesiyle duvar arasına kilitlenmiş ellerini bir yastık yapmış, köşesine büzülmüş, esneye esneye gözleri ufalmış, uyur gibi düşünüyordu. Dışarıda da tavuklarla ördeklerden başka her şey, tâ ilerilere kadar hareketsiz, fakat yağmurdan sonra gelen tazelik ile parlak duruyordu. Sessizlik uzun bir zaman sürdü. Sonunda köyün arka tarafından öğle ezanı sesi geldi. Bugün cuma idi. Köylüler namazı bekliyordu. Bu sırada Asım'ın, kalemdeki odacıya benzettiği, yanlan ustura ile beyaz şerit gibi kesilmiş çember sakallı kısa boylu bir adam ona seslendi: "İmamın evinde yatan molla sen misin?" dedi. Asım cevap verdi ve sözün arkası gelsin diye sordu: — Burası ne köyüdür? — Pınarlı. Sen nerelisin? — İstanbulluyum, dersten mezunum. Her sene orada vaaza çıkardım. Bu sene köyleri dolaşıyorum. — Ahmet hocayı tanır mısın Süleymaniye camiinde... — Evet, benim hocamdır. Asıım yalan söylüyordu, fakat köylülerin dikkatini çekiyordu. Gene o çember sakallı adam dedi ki: — Bugün bizim imam cumadan sonra kasabaya gidecek; çık da bize vaaz et!.. Asım, memnun, kabul etti. Şimdi konuşuyorlar, birer ikişer mescide doğru gidiyorlardı. Yolları üzerinde çeşitli gübre yığınları, hep bir örnek tavuklar, açık kapılardan karanlık tavan tahtaları görünen ahırlar, gezinen çocuklar vardı. Bir çeşme başında beli peştemallı; başı siyah bir örtü ile tamamiyle kapalı üç, dört kadın şekli duruyor, erkekler geçerken bunlar arkalarını dönüyor, kafalarını birbirine yaklaştırıyordu; kocaman çıplak bacakları tâ diz kapaklarına yakın, açıkta kalıyordu. Ağaçlar içinde kaybolan ahşap mescidin şadırvanı bile yoktu. Sırıklı ve odun bedenli kuyudan çekilen su bir kütüğün oyulmasıyla yapılmış olan yalağa dökülüyor, sular taşarak yöresinde birçok yeri çamurluyordu. Bütün bu halk oraya gelince sağa sola sıçrıyor, zıplıyor, şikâyet ediyordu. Asım, bir ufak hendek kazılarak düzeltilebilecek bu zorluğun düşünülememesine şaşıyor, acıyordu. Namaz kılındı ve bitince bazı gençler dışarı çıktı. Vaazı duyan halkın çoğunluğu tahta çekmenin, rahlenin etrafında dizildi. Asım minbere oturdu, bir süre sarmaşıklarla örtülü yeşil pencerelere, süzülerek içeri sokulan güneşe, açık kapıdan ilk ağaçları görünen koruya baktı. Sonra o güzel Türkçesi, uysal, tatlı uyumlu sesi ile vaaza başladı. Her zamanki gibi o ilk anlaşılmazlık burada da görüldü; yüzler şaşkınlıkla kırıştı. Bir süre bu halde kaldı; sonra kırışıklar açıldı, açıldı, merak içinde kalmış bir yüz durumu aldı. Köyün muhtarı, olduğunu haber aldığı çember sakallı — bu sefer dikkat etti— çuha şalvarlı adam, gözlerini kapamış, her beğendiği, iyi anladığı sözün arkasından başını sallıyor, içini çekiyordu. Bu; vaaza Meşrutiyetin Şeriat ve Kanuna uygunluğundan başladı, çeşitli yönlere girdi ve bir buçuk saat sürdü. Asım zaten din kurallarına ait birçok kitaplar okuduğundan, bir hayli fıkralar bildiğinden bunları birer birer harcadı. En parlak, en iyi bir yerinde hiç bakmadığı, bir sayfasını bile kımıldatmadığı kitabı kapadı, sustu. Çember sakallı adam, Lâzoğlu, onu yanına çağırdı ve kesin bir ifade ile "Ramazanı burada geçir, benim evimde yat, kalk!" dedi. Asım hemen kabul etti. O akşam kasabadan dönen imam, cer mollasını Lâzoğlu'nun yanında, kahve köşesinde, oldukça kalabalık bir halkaya başkanlık eder gördü. Sözlerine dikkat etti: Bu genç adam doğrusu tatlı anlatıyordu. Akşam, gün kararırken sürüler dönüyor, inek, buzağı sesleri gurbet, acısını kalbe bir hançer gibi saplıyordu. Gece beyaz ve kapalı perdeler arkasında gölgeler dolaşıyor, ay ışığında çınarların artık yapraksız kalan dallarının yansımalarını sallıyordu. Ramazan bitmişti. Onu gene bırakmadılar. Mektup yazıyor, herkes onunla danışıyordu, asıl imamın hükmü, gücü hep buna, bu cer mollasına kayıyordu. Jandarma kolu gelince bununla konuşuyor, öşürcüler buna dert anlatıyor, kolcular tarlada rastlayınca buna selâm veriyordu. Okulda alfabe okutuyor, artık evinden çıkmak istemeyen imama vekâlet ediyordu. Bir gün nahiye müdürü köye geldi. O gün Asım eski bir okul arkadaşına benzettiği bu adamın yanına çıkmadı, penceresinden, jandarma ile dolaşan bu redingotu yağlı, tüysüz çocuğa hırsla baktı. Sonunda bir akşam ihtiyar kurulunun, kendisinin imamlığa atanması için bir kâğıt mühürlediklerini Asım'a müjdelediler. Asım, onu artık buraya bağlamak isteyen haber karşısında şaşırdı: "Nasıl, artık sürekli mi böyle, burada..." diye düşündü, kendi kendine: "Olmaz, olanaksız!" dedi. Fakat bütün bir gece yağan karla esen rüzgârın tehditlerini duyarak işe razı oldu. Bir gece sonra, imamın küçük oğlu onu kahveden çağırdı ve babasının yanına götürdü. Zavallı adam, yatağında hasta idi. Yüzünde öyle derin bir keder gölgesi vardı ki ocakta yanan köklerin ışığı yüzüne vurduğu zaman ölü bir kafayı aydınlatır gibi oluyordu. Kurumuş gırtlağından bir hırıltı çıktı. Sonra yavaş yavaş anlaşılmaya başlayan bu sesle yalvardı: —Oğlum, sen gençsin, bilgin var, hünerin var, her yerde geçinir, kendini sevdirirsin. Bak, ben yaşlıyım, altı çocuğum, iki karım aç kalıyor, çoluğum, çocuğum sokağa düşüyor. Bu karda, bu kışta ben ne yaparım? Nereye giderim? Nasıl para bulurum? Bana acı, buradan git, yerimi kapma, ekmeğimi alma, beni sokakta bırakmaya sebep olma... Sonra, tekrar hırıltılara gömülerek: — Yaptığın günahtır, cezasını çekersin! dedi. Asım; şaştı, üzüntü içinde kaldı, cevap bulamadı. Yan odalardan çocuk sesleri geliyor, dışarıda fırtına kıyamet koparıyordu; karşısındaki ise gittikçe korkunç bir hal almaktaydı. Bir iki kelime söyledi, çıktı. Artık kahveye uğramayarak odasına dönmüştü. Vezirhan'ındaki arkadaşlarını düşündü bir daha kendisini aramaya gelmediklerine şaştı. Sonra İstanbul'a, İstematina'sına özlem duyarak bütün gece ağladı. Ruhunda bütün rahata rağmen şu vesile ile bu köyden ayrılmaya, cebindeki otuz mecidiyesiyle İstanbul'a dönmeye bir ihtiyaç duydu. Sonra imamı, açlığını, hastalığını, çocuklarını düşündü, bu çaresiz adamı, bu yoksun ve yoksul ihtiyarı feda eden köy halkını ayıpladı. Bu sırada kendini böyle sokağa atan hükümeti hatırladı, insan kalbinde daima, yer bulan kötülüğe, kıyıcılığa karşı uzun süre şaşkınlıkla düşündü, çözemedi... Sonra imamı kovan köy halkıyla memuriyetinden kovulmasına sebep olanlardan büyük bir intikam almak isteği duydu. Sabah olurken kalktı, cübbesini giydi, yüzüne atkısını sardı, heybenin gözünde saklı mecidiyelerini aldı, sokağa fırladı. Aşağıda, tarlalar içinde kömür arabaları yola koyulmuştu. Bir horoz öttü, yakın evlerden bir, iki öksürük duyuldu; sonra gene her şey sustu. Asım, gecenin bütün şiddetine rağmen karın pek az sanki çamuru ancak örtecek kadar yağdığını, hafif bir buz tabakasıyla derenin, batakların kapandığını gördü. Gittikçe mavileşen göğe, artık hiç esmeyen rüzgâra baktı. Sonra yokuşu indi. Bir hasta kadar ateş içinde, ne düşündüğünü, ne yapacağını bilmeyerek yola çıktı... Tarlalar, kar altında çok geniş sonsuz sanılıyor, telgraf telleri binlerce işaret parmağı gibi bir noktaya dikili; ona İstanbul'un, açlığın kıyıcılığın yolunu gösteriyordu. Erenköy 1909

bottom of page