top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Çocuklardan Tanrı'ya Mektuplar

    Eric Marshall-Stuart Hample tarafından derlenen "Çocuklardan Tanrıya Mektuplar” çocukların Tanrı’dan çok masum isteklerini konu alan bir kitap. Aslında konusu “gülmece” gibi görünse de kitaptaki ifadeler saflığın ve temiz kalmanın erdem haline geldiği günümüzde, çocukların yüreklerinden dökülen duyguların en güzel, en saf hali. Avrupa ve Amerika’da 2-9 yaş arasındaki çocuklara Tanrı’yla ilgili düşünceleri sorularak, Tanrı’ya bir mektup yazmaları, duygu ve isteklerini anlatmaları istenmiş. Böylece çocukların kafalarındaki Tanrı figürünü anlatan bu kitap çıkmış ortaya. İşte o sevimli ve sıcacık ifadelerden birkaçı… * Eğer Tanrı ben olsaydım bu kadar iyi olmazdım. Bunu aklından çıkarma. Michelle -6 yaşında * Sevgili Tanrı, Kiliseye sözüm yok ama kuşkusuz daha iyi müzikler kullanabilirsin. Umarım yazdıklarıma kırılmazsın. Ayrıca birkaç yeni şarkı yazamaz mısın? Dostun Barry- 6 yaşında * Sevgili Tanrı, şu plastik çiçeklere kafan bozulmuyor mu, eğer gerçeklerini yapan ben olsaydım çıldırırdım. Lucy-7 yaşında * Sevgili Tanrım, İnsanların ölmelerine izin verip yenilerini yapmak yerine neden elindekileri tutmuyorsun? Jane –6 yaşında- * Sevgili Tanrı, şu andaki eksiklerimi yazıyorum: Yeni bir bisiklet, bir kimya seti, köpek, film makinesi, beyzbol eldiveni. Hepsini gönderemezsen birazı da olur. Not: Noel Baba’nın olmadığını biliyorum. Seni seven Eric -5 yaşında- * Sevgili Tanrı, Babam çok aksi. Onu bu huyundan vazgeçirmeni istiyorum. Ama lütfen canını yakma. Sevgilerle… Martin -5 yaşında * Sevgili Tanrı, Lütfen bana bir midilli gönder. Senden şimdiye kadar hiçbir şey istemedim. Bunu da herhalde unutmazsın. Bruce -4 yaşında * Sevgili Tanrı, Sahiden var mısın? Bazıları buna inanmıyor, eğer varsan gecikmeden bir şeyler yapmanda fayda var. Harriet Ann -6 yaşında * Sevgili Tanrı, Bulutlardan biri yüzünü öyle korkunç yaptı ki ödüm koptu. N’olur söyle ona bi’ daha öyle yapmasın. Ellen-3 yaşında * Tanrıcım, Üst kattakiler durmadan bağıra çağıra kavga ediyorlar. Bence yalnızca çok iyi arkadaşların evlenmesine izin vermelisin. Nan -5 yaşında * Sevgili Tanrı, Eğer hiç kimse bilmeyecekse iyi olmanın ne yararı var? Mark -8 yaşında- * Sevgili Tanrım, Ne diye bu kadar çok insan yarattın? Başka bir dünya daha yapıp fazlalıkları oraya koyamaz mısın? J.B. -7 yaşında * Sevgili Tanrı, Sen tuhaf ne yaparsan yap herkes hayran oluyor; ama ben ufacık bir şaka bile yapsam yiyorum fırçayı. Jodie -6.5 yaşında- * Sevgili Tanrı, Bizi hiç merak etme çünkü bizimkiler çok dindar. Teddy -9 yaşında- * Tanrım, İnsanlara ruhları her zaman doğru mu dağıtıyorsun? Yanlış yapabilirsin. Audrey -8 yaşında- * Sevgili Tanrı, Bende senin dışında bütün liderlerin resmi var. Norman -6 yaşında- * Tanrım, Şişman olunca kimse senin arkadaşın olmak istemiyor. Billy Jean -9 yaşında- * Sevgili Tanrı, Kitabını okudum ve beğendim. Bütün o fikirler nereden geldi aklına? John -8 yaşında- * Sevgili Tanrım, Oğlanlar kızlardan daha mı üstün? Biliyorum sen de onlardansın ama gene de dürüst olmaya çalış. Sylvia -5 yaşında- * Sevgili Tanrı, Zürafaların görünümünü isteyerek mi böyle yaptın, yoksa yanlışlıkla mı oldu? Norman -4 yaşında- * Sevgili Tanrım, Tamam, İncil’de öbür yanağını çevir dedin biliyorum; ama kardeşim gözüme vurunca ne yapacağım? Sevgiler, Teresa -5 yaşında- * Sevgili Tanrı, Tanrı olduğunu nasıl bilebildin? Charlene -3 yaşında- * Sevgili Tanrı, Senin yaşına geldiğimde tıpkı senin gibi olmak istiyorum. Tamam mı? Tommy -4 yaşında- * Canım canım Tanrı, Astronotları öyle yukarı fırlatp fır fır döndürmelerinden ödüm kopuyor. N’olur onların bizim evin çatısına düşmelerine izin verme. Dostun Norman-4,5 yaşında * Sevgili Tanrı, Şu her gün ezip durduğumuz karıncaların umarım senin için özel bir önemi yoktur. Dennis-6 yaşında

  • Saygıdeğer Bay Yetkin

    Emeğinizi esirgemeyip yazmak kaygısında bulunduğunuz o inceliklerle dolu mektubunuzu… Olmayacak, iki gözüm, elimden gelmeyecek, bunca yıldır sen dediğim bir dostla siz diye konuşamayacağım. Ne söyleyeceğimi zaten pek bilmiyorum, sonra büsbütün şaşırırım. Siz demeyi de nereden çıkardım. allahaşkına? Yoksa kızdın, darıldın mı? Mektubunun bir yerinde: «Her beyaz dediğime siz kara demişsiniz» demene bakılırsa benim o «Gençlere Öğüt» adlı yazım senin canını sıkmış biraz. Yanılmışsın dostum, ben seni gücendirmek istemedim. Bir kişiyi gücendirmeyi göze aldım mı, ne dil kullandığımı bilirsin. Senin her ak dediğine kara demek aklımdan bile geçmedi; yalnız baktım ki senin düşündüklerinle benim düşündüklerim birbirine pek uymuyor, sen kendi düşündüklerini söylemişsin. Ben de kendi düşündüklerimi söyleyivereyim dedim, işte o kadar. Senin her ak dediğine benim kara demeye, kalktığımı sanıyorsun ama bir yerde de benim dediklerimin senin dediklerinden başka bir şey olmadığım söylüyorsun. «Yukarıya aldığım sözleriniz benimkilerin neresini düzeltmektedir? Dediklerimi —tabiî o güzel deyişinizle— tekrarlamaktan, geliştirmekten başka ne yapıyorsunuz?» diyorsun. Bana öyle geliyor ki, Suut, bunda da yanılıyorsun. Kırgınlığını gidermek için senin dediklerinden başka bir şey demediğime inanmak isterdim, ama iş öyle değil. Sen, «Politika ve Edebiyat» adlı yazında olsun, bana yazdığın mektupta olsun, romancıyı, hikayeciyi bir toplumun yetiştirdiğini, demek ki toplumun romancıya, hikayeciye ister istemez işleyeceğini söylüyorsun; ben ise her romancının, her hikayecinin toplumu işlemek dileğinde olacağını söylüyorum. Bir de romancının, kişilerini bir toplum içinde gösterdiğini… Demek ki, ister istemez bir toplumu, hiç değilse kendi düşünde kuracağı bir toplumu özlemediğini söylüyorsun. Bana bunlar büsbütün ayrı şeyler gibi geliyor. Sen, yazarın toplumu işlemek dileğini hoş görmüyorsun; onun ancak sanatının isterlerini düşünmesini, çevresini düzeltmeye girişmeyip yalnız insan ruhunun derinliklerini anlatmasını istiyorsun. Yazılarının ikisi de bunu söylüyor, Suutçuğum… «Evet, ama…» diyorsun, dönüp dolaşıp hep ona geliyorsun. M. François Mauriac’ı (Fransuva Moriyak) da kendine tanık dikmişsin. Mektubunu okudum, Suut, hatırın için o M. Mauriac’ın sözlerine de katlandım; ama sen de, ben de artık yaşlandık, M. Mauriac’ın sözleri üzerinde durmak gibi çocukluklar bundan sonra bize yakışmaz. Gene sen bilirsin ya… Ama bak, o senin M. Mauriac’ın da artık değişti. Şimdi yurt yönetimi üzerine yazılar yazıyor. Hoşça kal, iki gözüm. Nurullah Ataç (Sözden Söze’den)

  • Can Dostum

    “17 Ağustos 1999 Marmara depreminde kaybettiğim sevgili Nilgün'e” Şimdi uzun yağmurlar başlar Yalova'da. Ardından kestane mevsimi. Kurtköy'e doğru göçmen kuşlar geçerken adamı deli eden bir bahar yürür dağlara. Sonbahar... Ve üç yıldır, o kent sonbahar kokar, Eylülde ayrılık kokar. Kim yazmış bu yazgıyı? Eylül ayrılıklar mevsimiymiş. Ve hüzün... Eylül üşümek zamanıymış. Bugün kızımı, hani senin cadı Armoş’u Ankara’ya uğurladım. ODTÜ’yü kazandı. Sosyoloji okuyacak. Sevinçli, heyecanlı ve şaşkın çekip gitti. Ben de bir o kadar şaşkın kalıverdim ardında. Ne çabuk geçti seneler, ne zaman büyüdü bu çocuk? Hemen yanı başımda olurdun sen, ama bu kez yoksun. Yalnızlık mı bu? Üşüdüm. Aşk olsun be dostum, var mıydı böyle yalnız bırakıp gitmek birbirimizi? Hani, çocuklarımız gibi torunlarımızı da birlikte büyütecektik? Nilis’in üniversiteyi kazandığını öğrendiğimiz günü hatırladım şimdi, sabahın beşiydi. Telefonla öğrenip seni aramıştım. Sonra da kahvaltıya gelmiştim. Aliye teyze coşkulu sohbetimize fazla kapıldığından olsa gerek, fırında unutmuştu ekmekleri. Yanık ekmek kokuları arasında telaşlı bir genç edasıyla nasıl da utangaçtı. Hala gençliğinin büyüleyici güzelliğini yansıtan çizgileriyle ne güzel bir kadındı Aliye teyzem. Sevgi dolu kocaman bir yüreği, becerikli minik elleri vardı. Çevresindeki her şeyi güzelliklerle beziyordu. Tabloları, yağlıboya kumaş örtüleri, zarif dantelleri onun ruhundaki inceliği yansıtıyor; kültürlü, aydın, olgun kişiliğiyle bütünleşiyordu. Hepimiz için güvenli bir limandı onun sevgi ve şefkat dolu evi. Sırdaşımdı. Sık sık dertleşirdik onunla. Seni bile çekiştirdiğimiz olurdu. Sen ve Nilis onunla yaşam arasındaki en sıkı bağdınız. Ama yine de bazen kızardı size. Son zamanlarda sağlığı da iyi değildi. Kalbim tekliyor, demişti bir keresinde bana. İçim sızlamıştı. Benim de, kalbim tekliyor, sanmıştım bir an. Çok severdik birbirimizi çok . Ve annem kokardı, Aliye Teyzem. Nerede kalmıştık? Ha! Nilis’in üniversiteyi kazandığını öğrendiğimiz gün... Nilis, mısır püskülü saçlı, kurabiye tatlısı, sevgi dolu güzel çocuk; Bursa’da okumak, sizden ayrı yaşamak pek zor gelmişti ona. Bursa’da arkadaşlarıyla paylaştığı ev iyi, rahat bir ev değildi. Ama asıl sorun sizin özleminizdi. Her fırsatta gelir, gitmek bilmezdi. Yalova’yı da özlüyordu kuşkusuz. Her biri ayrı ayrı değerli arkadaşlarından oluşan bir arkadaş çetesi(!) vardı ya. Eminim onları da çok özlüyordu. O da arkadaşları için bir tanecik Nilis’ti. Hepsinin dert ortağı ve grubun lideriydi . Nilis’in üniversiteyi kazan-dığı gün, dualarımız gerçekleşiyor, demiştin. Hatırlıyor musun; üniversite sınavından iki ay kadar önceydi, 6 mayıs 1998'te beni aramıştın. “Bu gece Hıdrellez, bu gece insanlar dilek diler, şenlik ateşi yakarlar. Haydi biz de sahile inip dilek dileyelim.” demiştin. Seninle çocuklaşmaya hep hazırdım. Gecenin on biriydi ve hava soğuktu. Hemen giyinip sana gelmiştim. Koşarak sahile inmiş kumlara, üniversite adları yazıp, resimler çizip, dileklerimizi sıralamıştık. Daha önce ateş yakmış olan gruplara katılmış, ateşin üstünden atlayarak şenliği sürdürmüştük. O gece dileklerimiz gerçekleşti ama biz tadına doyamamıştık. Bir sene sonra Hıdrellez gecesinde biz yine sahilde bir şenlik ateşinin çevresinde çocuklar gibi özgürdük. Bize katılmış dostlarımızla içimizdeki çocukları salıvermiştik. O küçücük kentte , o soğuk rüzgarlı gecede yaşadığımız bir Hıdrellez değil bir dostluk şöleniydi sanki... bir veda. Gece soğuktu, ama sıcaktı yüreklerimiz. Ve ben senin o gece ne dilediğini hatırlıyorum. “Bu yaz aşk istiyorum.” demiştin; ama beklemedin güzelim, daha yaz bitmemişti sen gittiğinde. Daha Eylül bile değildi. Ayrılık zamanına daha çok vardı. O gece şenlikten sonra sizde kalmıştım. Aynı odada yatmıştık. “Liseli kızlar aşklarını anlatır böyle gecelerde, biz ne anlatacağız?” diye sormuştum. “Biz de lisedeki aşklarımızı anlatırız.” emiştin. sonra saatlerce anlatıp gülmüştük. Abartıp ilkokul aşklarına kadar inmiştik. Hani cuma akşamları çalıştığın Blue'e gelirdik. Haftanın yorgunluğunu atıp dostlarla hafiflediğimiz ne güzel akşamlardı değil mi? Sohbeti bırakıp çıkamazdık. Salonda gece temizliği başladığında ayaklarımızı altımıza alır otururduk ama yine de gitmezdik. Sabunlu su ne zaman gelecek, diye bir espri vardı aramızda. Neyse ne diyordum?.. Nilis ’in... anla beni. Ağladığımı sanma. Mektubu bitirmekten korkar gibiyim. Akşam Blue’da yemeğe davet etmeni bekliyor olsam ya da gece kız kıza bara gitmek için sözleşebilsek, Aliye teyzemin mutfağından yanık kek kokularının yükseldiğine, Nilis’in bankacılar lokalinde çetesiyle kağıt oynadığına, senin o masum bakışlarınla, yüzünden hiç eksik etmediğin o tatlı gülümseyişle, başında kasketin altında bisikletinle hala o sahil kentinin sokaklarında dolaştığına bir inanabilsem! İşte o zaman mektubu bitirmekten korkmaya cağım. Cehennem gibi sıcaktı hava. Sıcaktan kavrulan kent toz içindeydi. Ekşi, acı, insanın genzini tutan bir koku, ölü kokusu soluyorduk. Gerçek olamayacak kadar acıydı yaşananlar, inanılmazdı. Bizler alabildiğine zavallı, alabildiğine çaresizdik. Dönüp arkamı gidecektim. Bu kötü şakayı hiç sevmemiştim, gidip unutacaktım her şeyi. Sana uğrayacak, anlatacak, gerekçelerimi sıralayacak, beni rahatlatacak birkaç söz etmeni bekleyecek , ama kesin gidecektim. Keşke, sana gelmeden gitseydim. Keşke, Şenol YAZICI'nın yazdığı gibi düşünseydim; "Hak edilmiş bir ayrılıksa zaman ..." deyip öylece gitseydim. Eviniz yerinde yoktu. İki apartmanın arasındaki eviniz, sanki hiç olmamıştı. Beş katlı evin yerinde iki metre yükseklikte bir moloz yığını vardı. Ve... Ah! Bir de Aliye teyzemin elleriyle ördüğü dantel perdeler enkazın üstünde uçuşmasaydı! Ağlayamadım. O tadı, sizi her anımsadığımda bütün yüreğimi dolduran o tadı aldım bir. O unutulmaz tadı... Siz üç küçük un kurabiyesiydiniz. Öyle sıcak, taze ve tatlı. Sizden sonra biz de ayrıldık o kentten. Ayrıldığımızda depremin dördüncü günüydü. Üşüyorum can dostum. Düşününce üşüyorum. Hakkın yoktu gibi geliyor bana, daha Eylül bile gelmemişti. Ki, artık Eylüllere deli oluyorum. * Ekim 2002 Güldem ŞAHAN / kimseSİZ dergisi, 2002 Kasım Sayısı ÖNEMLİ: KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • Aziz Nesin Beni Nasıl Haşladı

    12 Eylül 1980 darbesinin ardından üç yıl geçmişti ki, Kenan Evren rejimi hâlâ nasıl öğretmenlik yaptığımıza şaşırırcasına kardeşim Ayhan’ı Demetevler Lisesinde beni de Ankara İncesu Lisesi’nde buldu ve 1402 Sayılı Yasa’ya dayanarak bizi mesleğin dışına attı. O tarihte Öğretmen Dünyası derginin yazı kurulunda görevliydik. Şimdi ne yapacaktık? Bir iş kuracak sermayemiz yoktu. Ayhan avukat olmaya karar vererek Hukuk Fakültesi’nin sınavlarına girdi ve kazandı. Ben de elime bir pazar çantası alarak, meslekten atılmış bazı arkadaşlar gibi ansiklopedi pazarlamaya başladım. Ardından dokuz arkadaşımızı daha ikna ederek öğretmenlere hitap eden yayınlar yapmak üzere Ankara Eğitim ve Kültür Hizmetleri AŞ’yi kurduk. Unutulmayan Öğretmenler adlı bir kitap da yayımlayacağımız kitaplar arasındaydı. Bu kitap, toplumun, özellikle eğitim dünyasının tanıdığı kişilerin unutamadıkları öğretmenler hakkındaki yazılarından oluşacaktı. Yazı isteyebileceğimiz kişilerin bir listesini yaptık. Bunlardan biri de Aziz Nesin’di. Bunlara ortak bir yazı ile meramımızı anlattık. Başlık yazısında “ÖĞRETMEN YAYINLARI-ANAŞ Ankara Kültür ve Eğitim Hizmetleri A.Ş, Tuna Cad. 2/402 Yenişehir-Ankara, Tel. 33 12 83” bilgileri bulunan kâğıda yazdığımız mektup şöyleydi. Ankara, 10.8.1984 Sayın Aziz Nesin Öğretmenlerin iyi davranışlarını saptamak ve böylece okul hayatımızın iyileşmesine katkıda bulunmak amacıyla “UNUTULMAYAN ÖĞRETMENLER” adlı bir kitap yayımlamak istiyoruz. Kitabın içeriği bu konulardaki anılardan oluşacaktır. Size şu soruyu yöneltiyoruz: 'Unutamadığınız bir öğretmeninizi anlatır mısınız?' Sizin de yetişmenizde önemli katkıları olan, davranışlarını beğendiğiniz ve unutamadığınız öğretmenleriniz vardır. Bunlardan birini anlatırsanız sevineceğiz. Sizde olumsuz izlenimler bırakan bir öğretmeninizi de anlatabilirsiniz. Bu da dolaylı olarak olumlu davranışların neler olması gerektiği konusunda bir görüş kazandırır. Kitabı 24 Kasım Öğretmenler Gününe kadar piyasaya çıkarmak istiyoruz. Bu nedenle cevabınızı 15 Eylül’e kadar bize postalamanızı dilemekteyiz. Daha fazlası için bir isteğiniz olmazsa kitaptan size de bir adet postalanacaktır. Kitaba girecek anılarda biçimsel bir birlik olabilmesi için yazınızda mümkünse aşağıdaki hususların gözetilmesini rica ediyoruz: 1. Öğretmenin adı, sizi okuttuğu yıl, yer ve okul adı. 2. Varsa öğretmenin bir fotoğrafı (vesikalık, grupla ya da sizinle çekilmiş olabilir) 3. Sizin bir fotoğrafınız, adresiniz. 4. Metin, seyrek aralıklı olarak, makineyle 4 sayfayı geçmemelidir. Şimdiden teşekkür eder, saygılarımızı sunarız. Öğretmen Yayınları adına Zeki Sarıhan (imza) AZİZ NESİN’İN YANITI NESİN VAKFI P.K 5, Çatalca-İstanbul 29 Ağustos 1984 B.Zeki Sarıhan, Sizin imzanız bulunan 10/8/1984 tarihli, basılı olduğuna göre benden başka çok kişiye gönderilmiş olduğu anlaşılan bir mektubunuzu aldım ve çok şaşırdım. Benden, anonim şirketiniz adına yayımlayacağınız bir kitap için, bir askerî buyruk gibi dört maddede bildirdiğiniz isteklerinize uygun, dört sayfayı geçmeyen bir anı yazısı istiyorsunuz. Bu yazıyı da, isteğinize göre 15 Eylül tarihine dek size postalamış olmalıyım. Bu emeğime karşılık, basıldığında, lütfedip kitaptan bir tane postalayacağınızı da bildiriyorsunuz. Eksik olmayın. Bir ülkenin öğretmenleri, üstelik yayın yapan, dergi çıkaran ve bu iş için anonim bir şirket kurmuş olan öğretmenleri bile, emeğin ne olduğunu, yetmiş yaşında bir yazarın zamanının değerini, böyle bir istek için yazılacak mektubun biçimini bile daha bilmiyorsa, peki biz daha ne yapacağız? Belki de siz ve arkadaşlarınız, beni sevenlerdensiniz. Bu mektubumla benim için düş kırıklığına uğrayacaksınız. Benden hiç de böyle bir mektup beklemiyorsunuzdur. Daha da üzücü olanı şu ki, hem öğretmenlere değin anılar istiyorsunuz, hem da bugüne dek bu konuda yazılmış yapıtları zahmete katlanıp okumamışsınız bile. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Öğretmenleri böyle olan bir ülkeden, bugünkünden daha başka ne beklenebilir? İstediğiniz öğretmenlere değin anılarımı “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” adlı iki ciltlik yaşamöyküsü kitabımda bolca bulabilirsiniz. Bu kitabımdan alıntı yapmanıza kitabın adını anarak izin veriyorum. İsterseniz elbette. Bu mektubumdan dolayı darılıp darılmamak sizin sorununuz. Ama, yurdum adına, mektubumun sizi düşündürmesini dilerim . Aziz Nesin (imza) Bu mektuba yanıt vermedik. Bize öğretmenleriyle ilgili anılarını gönderen, adlarını kitabın kapağına koyduğumuz 34 yazarın hiç biri bize böyle bir mektup yazmadı. Kitabımızı Kasım 1984 tarihiyle bastırdık. Aziz Nesin’in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez kitabından bu kitaba aktarma yapmadık, çünkü kitapta özgün yazıların bulunmasını kararlaştırmıştık. Kitap bir parça genişletilmiş olarak Kültür Bakanlığı tarafından da iki kez basıldı. Aziz Nesin’e yazdığım mektup ve onun yanıtı hakkında yorumu okuyucuya bırakıyorum… (28 Şubat 2019) Zekisarihan.com

  • Abraham Lincoln'un Mektubu

    -ABD'nin eski ve ünlü başkanlarından Abraham Lincoln'ün oğlunun hocasına hitaben yazdığı mektuptur.- ... Öğret ona ki... "Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını... Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil polkacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır. " Her düşmana karşılık bir de dost olduğunu da öğret ona! Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir doların, bulunan beşinden daha değerli olduğunu öğret... Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona! Ve hem de kazanmaktan neşe duymayı, kıskançlıktan uzaklara yönelt onu..." "Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona... Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını.” "Eğer yapabilirsen, ona, kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona, sessiz zamanlar da tanı! Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin edebi gizemini düşünebileceğini... Okulda hata yapmanın, bilerek yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona... Ona, kendi fikirlerine inanmasını öğret. Herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi..." "Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı da sert olmasını öğret ona'. Herkes birbirine takılmış bir yöne giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma! Tüm insanları dinlemesini öğret ona, fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret." "Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona... Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin, sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara, dudak bükmesini öğret ona. Ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.” "Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret... Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona... Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona, nazik davran, fakat onu kucaklama! Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak, sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun. Bırak, cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona, her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlara karşı da derin bir inanç taşıyacaktır..." "Bu büyük bir taleptir. Ne kadarını yapabilirsen bir bak bakalım... O, ne kadar iyi, küçük bir insan. Oğlum..." * *Abraham Lincoln, Amerikalı siyasetçi, devlet başkanı, hukukçu. Amerika Birleşik Devletleri'nin 16. başkanı ve Cumhuriyetçi Parti'nin ilk başkanıdır. Lincoln, Amerikan İç Savaşı'nda Amerika Konfedere Devletleri'ne karşı büyük bir galibiyet elde etti. Ülkenin birliğini korudu ve köleliği bitirdi. Doğum tarihi: 12 Şubat 1809, Hodgenville, Kentucky, ABD Boy: 1,93 m Suikaste uğradığı tarih ve yer: 14 Nisan 1865, Petersen House, Washington, DC, ABD

  • Mathilde'e

    MEKTUP / Stendhal'den Mathilde'e 4 Ekim 1818 Çok mutsuzum, galiba gün geçtikçe sizi daha çok seviyorum, sizse artık bana eskiden gösterdiğiniz en basit dostluğu bile göstermiyorsunuz. Aşkımın son derece çarpıcı bir kanıtı var, bu da sizinle birlikteyken içine düştüğüm, kendi kendime kızmama neden olan ama bir türlü üstesinden gelemediğim sakarlık. Salonunuza gelene kadar cesaretim yerinde ama sizi görür görmez titremeye başlıyorum. Sizi temin ederim ki, başka hiçbir kadın uzun süredir bu duyguyu uyandırmadı bende. Bu duygu öylesine mutsuz ediyor ki beni neredeyse artık sizi görmemek zorunda kalmayı ister oldum ve aldığım kararlara karşın, her gün sizin evde bulunmamak için ihtiyatlı olmayı düşünmeye ihtiyacım var. Yarın gidiyorum, sizi unutmaya çalışacağım, eğer elimden gelirse, ama pek başaramıyorum, çünkü yine bu akşam da sizi görme isteğine karşı koyamadım. Bugün, bütün gün en büyük işim ihtiyatı elden bırakmadan sizi görebilme yollarını aramak oldu. Sizi, yanınızdayken değil de sizden uzaktayken daha çok seviyorum. Sizden uzaktayken bana karşı hoşgörülü ve iyi olduğunuzu düşünüyorum, oysa yanınızdayken varlığınız bu tatlı hayalleri yok ediyor. ...

  • Cana Mektup

    “17 Ağustos 1999 Marmara depreminde kaybettiğim sevgili Nilgün'e” Can Dostum, Şimdi uzun yağmurlar başlar Yalova'da. Ardından kestane mevsimi. Kurtköy'e doğru göçmen kuşlar geçerken adamı deli eden bir bahar yürür dağlara: Sonbahar... Ve üç yıldır, o kent sonbahar kokar, Eylülde ayrılık kokar. Eylül ayrılıklar mevsimiymiş.Ve hüzün... Eylül üşümek zamanıymış. Bugün kızımı, hani senin cadı Armoş’u Ankara’ya uğurladım. ODTÜ’yü kazandı. Sosyoloji okuyacak. Sevinçli, heyecanlı ve şaşkın çekip gitti. Ben de bir o kadar şaşkın kalıverdim ardında. Ne çabuk geçti seneler, ne zaman büyüdü bu çocuk? Hemen yanı başımda olurdun sen, ama bu kez yoksun. Üşüdüm.Yalnızlık mı bu? Aşk olsun be dostum, var mıydı böyle yalnız bırakıp gitmek birbirimizi? Hani, çocuklarımız gibi torunlarımızı da birlikte büyütecektik? Nilis’in üniversiteyi kazandığını öğrendiğimiz günü hatırladım şimdi, sabahın beşiydi. Telefonla öğrenip seni aramıştım. Sonra da kahvaltıya gelmiştim. Aliye teyze coşkulu sohbetimize fazla kapıldığından olsa gerek, fırında unutmuştu ekmekleri. Yanık ekmek kokuları arasında telaşlı bir genç edasıyla nasıl da utangaçtı.Hala gençliğinin büyüleyici güzelliğini yansıtan çizgileriyle ne güzel bir kadındı Aliye Teyzem. Sevgi dolu kocaman bir yüreği, becerikli minik elleri vardı. Çevresindeki her şeyi güzelliklerle beziyordu. Tabloları, yağlıboya kumaş örtüleri, zarif dantelleri onun ruhundaki inceliği yansıtıyor; kültürlü, aydın, olgun kişiliğiyle bütünleşiyordu. Hepimiz için güvenli bir limandı onun sevgi ve şefkat dolu evi. Sırdaşımdı. Sık sık dertleşirdik onunla. Seni bile çekiştirdiğimiz olurdu.Sen ve Nilis onunla yaşam arasındaki en sıkı bağdınız. Ama yine de bazen kızardı size. Son zamanlarda sağlığı da iyi değildi. Kalbim tekliyor, demişti bir keresinde bana. İçim sızlamıştı. Benim de kalbim tekliyor sanmıştım bir an. Çok severdik birbirimizi çok . Ve annem kokardı Aliye Teyzem. Nerede kalmıştık? Ha! Nilis’in üniversiteyi kazandığını öğrendiğimiz gün... Nilis, mısır püskülü saçlı, kurabiye tatlısı, sevgi dolu güzel çocuk; Bursa’da okumak, sizden ayrı yaşamak pek zor gelmişti ona. Bursa’da arkadaşlarıyla paylaştığı ev iyi, rahat bir ev değildi. Ama asıl sorun sizin özleminizdi. Her fırsatta gelir, gitmek bilmezdi. Yalova’yı da özlüyordu kuşkusuz. Her biri ayrı ayrı değerli arkadaşlarından oluşan bir arkadaş çetesi(!) vardı ya. Eminim onları da çok özlüyordu. O da arkadaşları için bir tanecik Nilis’ti. Hepsinin dert ortağı ve grubun lideriydi .Nilis’in üniversiteyi kazandığı gün,dualarımız gerçekleşiyor, demiştin. Hatırlıyor musun; üniversite sınavından iki ay kadar önceydi, 6 mayıs 1998'te beni aramıştın.“Bu gece Hıdrellez, bu gece insanlar dilek diler, şenlik ateşi yakarlar. Haydi biz de sahile inip dilek dileyelim.”demiştin. Seninle çocuklaşmaya hep hazırdım. Gecenin on biriydi ve hava soğuktu.Hemen giyinip sana gelmiştim. Koşarak sahile inmiş kumlara, üniversite adları yazıp, resimler çizip, dileklerimizi sıralamıştık. Daha önce ateş yakmış olan gruplara katılmış, ateşin üstünden atlayarak şenliği sürdürmüştük. O gece dileklerimiz gerçekleşti ama biz tadına doyamamıştık. Bir sene sonra Hıdrellez gecesinde biz yine sahilde bir şenlik ateşinin çevresinde çocuklar gibi özgürdük. Bize katılmış dostlarımızla içimizdeki çocukları salıvermiştik. O küçücük kentte , o soğuk rüzgarlı gecede yaşadığımız bir Hıdrellez değil bir dostluk şöleniydi sanki...bir veda. Gece soğuktu, ama sıcaktı yüreklerimiz. Ve ben senin o gece ne dilediğini hatırlıyorum. “Bu yaz aşk istiyorum.”demiştin; ama beklemedin güzelim, daha yaz bitmemişti sen gittiğinde. Daha Eylül bile değildi. Ayrılık zamanına daha çok vardı. O gece şenlikten sonra sizde kalmıştım.Aynı odada yatmıştık. “Liseli kızlar aşklarını anlatır böyle gecelerde, biz ne anlatacağız?” diye sormuştum. “Biz de lisedeki aşklarımızı anlatırız.”demiştin. sonra saatlerce anlatıp gülmüştük. Abartıp ilkokul aşklarına kadar inmiştik.Hani cuma akşamları çalıştığın Blue'e gelirdik. Haftanın yorgunluğunu atıp dostlarla hafiflediğimiz ne güzel akşamlardı değil mi? Sohbeti bırakıp çıkamazdık. Salonda gece temizliği başladığında ayaklarımızı altımıza alır otururduk ama yine de gitmezdik. Sabunlu su ne zaman gelecek, diye bir espri vardı aramızda. Neyse ne diyordum?.. Nilis ’in... anla beni. Ağladığımı sanma. Mektubu bitirmekten korkar gibiyim. Akşam Blue’da yemeğe davet etmeni bekliyor olsam ya da gece kız kıza bara gitmek için sözleşebilsek, Aliye teyzemin mutfağından yanık kek kokularının yükseldiğine, Nilis’in bankacılar lokalinde çetesiyle kağıt oynadığına, senin o masum bakışlarınla, yüzünden hiç eksik etmediğin o tatlı gülümseyişle, başında kasketin altında bisikletinle hala o sahil kentinin sokaklarında dolaştığına bir inanabilsem! İşte o zaman mektubu bitirmekten korkmayacağım. Cehennem gibi sıcaktı hava. Sıcaktan kavrulan kent toz içindeydi. Ekşi, acı, insanın genzini tutan bir koku, ölü kokusu soluyorduk.Gerçek olamayacak kadar acıydı yaşananlar,inanılmazdı. Bizler alabildiğine zavallı, alabildiğine çaresizdik. Dönüp arkamı gidecektim. Bu kötü şakayı hiç sevmemiştim, gidip unutacaktım her şeyi. Sana uğrayacak, anlatacak, gerekçelerimi sıralayacak, beni rahatlatacak birkaç söz etmeni bekleyecek , ama kesin gidecektim. Keşke, sana gelmeden gitseydim. Keşke, Şenol YAZICI'nın dediği gibi düşünseydim; "Hak edilmiş bir ayrılıksa zaman ..." deyip öylece gitseydim. Gidemedim. Eviniz yerinde yoktu. İki apartmanın arasındaki eviniz, sanki hiç olmamıştı. Beş katlı evin yerinde iki metre yükseklikte bir moloz yığını vardı. Ve... Ah! Bir de Aliye Teyzemin elleriyle ördüğü dantel perdeler enkazın üstünde uçuşmasaydı! Ağlayamadım. O tadı, sizi her anımsadığımda bütün yüreğimi dolduran o tadı aldım bir. O unutulmaz tadı...Siz üç küçük unkurabiyesiydiniz. Öyle sıcak, taze ve tatlı. Sizden sonra biz de ayrıldık o kentten.Ayrıldığımızda depremin dördüncü günüydü. Üşüyorum can dostum. Düşününce üşüyorum. Hakkın yoktu gibi geliyor bana, daha Eylül bile gelmemişti. Ki, artık Eylüllere deli oluyorum.

  • SUYA YAZILAN MEKTUPLAR

    Canım Efendim, Size Jack diye mi hitap etmeliyim? Bir aşığınız olarak buna hakkım var mı? Yoksa herkes gibi benim için de Sir- Efendi olarak mı kalmalısınız? O dudaklarınızın kenarına değip – değmemekte kararsız kalan gülümseyişi Jack Aubrey’in bir anlık içini dışa vurma-yönetim zayıflığı olarak algılamayıp size Russell diye mi seslenmeliyim? Ah Gönlümün Efendisi! Gözümün Nuru! Kalbimin Fatihi! Her şeyim! Ve ne yazık ki vuslata eremeyeceğim erkeğim benim! Aramızdaki mesafeleri yok etmek olası. Jack’in dalgalarla boğuştuğu günler çok geride kaldı. Teknolojideki dakika dakika gelişmeler tarih sayfalarında yavaş yavaş geçen on, bazen yüz ve hatta asırlarla alay ediyor adeta. Artık, Nasa’dan bilet alıp atmosferinin dışına çıkmadıkça, bu köhne dünyada yirmi dört saat içinde ulaşamayacağımız menzil yok. Yeter ki aşktan sarhoş olmayalım. Size beslediğim hislerimi nasıl anlatsam acaba? Çalıkuşu Feride’nin ya da Thornfield Malikânesi’nin mürebbiyesi Jane Eyre’in yolunu izleyip günceye-yazıya mı döksem hislerimi? Erkeklerin roman okuyacak zamanı olmaz mı diyorsunuz? Tamam. Ben de, size, başka yolla anlatayım size karşı olan aşkımı. Ah Canım ah, sizi düşündükçe kanım kaynıyor ve Bülent Ersoy’un “Ablan Kurban Olsun Sana” şarkısı ile ulaşmak istiyorum. Çok mu banal buldunuz? Asil Avrupa topraklarından Sydney’e taşıdığınız genlerinizdeki “Akıl Oyunları”nın kültür seviyesine çıkamadı mı hislerimi açıklama aracım? O halde piyano için Bach tarafından yazılmış bir noktürne ne dersiniz? Tarifi mümkün ama acısı geçmez aşk hüzünlerinin geceleri hayat bulması nedendir beyim? Ağır mı geldi noktürn? Anlam vermekte zorluk mu çektiniz parmak uçlarında inleyen tuşlardan fışkıran hüzün, istek ve arzuya? O halde Orhan Seyfi Orhon’un şiirini Hicaz Uzzal makamında, Curcuna usûlünde şarkıya dönüştüren Bimen Şen’in bestesine dönelim. Açıkça söylüyorum yine tüm isteklerimi. Ne kadar yorgunum. Haberin var mı? Oh aşkım, kültür farkı bu olsa gerek. Ortadan kesik bir telefon hattının bir ucunda ahizeye seslenen Charlie Chaplin gibiyiz. Zaman çarkını biraz daha mı yakına döndüreyim? 1970lere ne dersin? Lynsey de Paul ve Mike Moran’a * kulak versek mi? “Neredeyiz? En dipte. Bana Yardım edebilir misin? Bilmiyorum.” Ah Russel’ım ah, senin o muhteşem filmin “Master and Commander:The far side of the world” filminin ilk iki kelimesinin, değil çağrıştırdığı satır arası anlamı, sözlük anlamını bile hiçe sayıp filmin adını sadece “Dünyanın Uzak Ucu” olarak çevirenlerin ülkesinde yaşıyorum ben. Yani kendi ülkedaşlarımla bile kültür farkının eziciliğini hissederken ve onlar tarafından bile anlaşılamazken, siz, efendim, dünya kadınlarının ilâhı; Russell Crowe, sizinle nasıl geyik muhabbeti yapayım? Çaresiz aşığınız *Where are we? Rock Bottom- Lindsey de Paul-Mike Moran şarkısı

  • BENDENSİN

    Ulan Rıza, Madem çekip gidecektin erkenden, Bir “Eyvallah” bile demeden, Sırat köprüsündeki Gişelerde bari bekle beni... Vallahi geliyorum ardından, Üçüncü gün demeden... Oğlum, sen o sarhoş kafayla, Bensiz zaten zor geçersin o köprüden... Haliç köprüsü değil oğlum, Sırat köprüsü dedim sana, Tel üstünde yürüyeceksin be hıyar... Düşersin-şaşarsın, Yine trafiği birbirine katarsın... Bekle beni, belki beraber, Zar-zor geçeriz o köprüden... Meyhaneden eve her gece, Seni hep ben taşımadım mı len..? Hiç dinlemedin lafımı, Hiçbir halta yaramadın yaşarken... Ama ne yapalım, arkadaşımsın be adam... Atamam ki sırtımdan... Ama sana söz, köprüden sonra var ya, Hurileri toplarız, içkiler beleş, Yine bendesin ulan, ”benden”... Urfa-15.11.2003-Cumartesi Bu ilhamı sayın Yusuf HAYALOĞLU'na borçlu olduğumu ve teşekkürlerimi belirtmek isterim. Dr.Himmet KARAZEYBEK daha fazlasını görmek için maviADA MÜZEYİ GEZİN *

  • EZİLENLERİN PENCERESİNDEN BAKABİLMEK

    Devlet, iktidar kavramı üzerine düşünmek,aynı zamanda, egemenlik kavramı üzerine düşünmektir. Bizdeki sol fikirle bakışta iktidar politik olan tahakküm ilişkilerin üst yapısal sorun olarak bakar böyle politik okuma yaparız. Sınıflar ortadan kaldırıldığında politik olanın adı alt yapıdaki yereldeki demokrasidir. Bizim ülkemizde çoğunluk meselelere duygusal etnise, devletçi noktadan bakmayı temel alır. Siyasal sınıfsal bakan anlayış ise meseleye toplumcu ve toplumsal bakmayı temel alır. Günümüzde ise meselelere yerelden bakmayı, çevreden insandan bakmayı yerinden yönetim üzerinden değerlendirir. Bizde demokrasi denilen Türklerin sunni Müslümanlara demokrasi, diğer kesimlere anti demokrasidir. Demokrasiye nasıl ulaşacağız, bütün mesele sormamız gereken soru cevaplaması gereken burasıdır. Nasıl kendi savunması kendini öz savunmasını yapmayan toplumlar, baştan kaybetmiştirler. Özlemlerimizin umutlarımızın sınırı yoktur. Umudu büyütmek ve bunu pratiğe dökmek bireyin kendisinde başlamasıdır. En büyük engel ise bireyin kendisidir. Burada ahlak buradaki namus, yeter ki toplumcu us'la aşkla ortaya koyulsun. Sistemin penceresinden devletin erkin penceresine bakmak oradan bir şey beklemek zaten meseleye yenik başlamışız demektir. Duyulan ihtiyaç kollektif ve özgür yaşamın kapısından içeri girebilme ve kendimiz olabilme mücadelesinde tufandan cıkmış gibi davranmalı, kendimiz olabilmeyi diyalogun temeli almalıyız. Eski dünyanın kapısında büyük bir şekilde kendin ol yazar. Kendimiz olabilmeyi ortaklaşa yaşamı özgürlük anlayışıyla, bilgiyi aklı toplumcu anlayış üzerinden diyalogcu tarzla başlamalıyız. Sistemin modernizmin eğitimini müfredatını ezenler anlayışı olduğunu, içi doldurulmuş moderniteye yarayacak kendisi olmayan bilgileri bu sistemin karşısına “özgür konuşan hakkını arayan özgürleşmeyi, konuşmada, diyalogda gören anlayıştan hareket ederek doğaya canlılara bakarak maskeleri sistemin maskelerini çıkartarak siyasal politik bir noktaya özgürlüğe kendinize gelmesini bilmelidir. İnsanlık tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimizde “İbrahimin Nemrutlardan “Musanın Firavunlardan,”İsanın “Roma imparatoruna karşı “Hz Muhammedin cehaletten kaçması misali kapitalist moderniteye karşı cıkılması gerekmektedir. Kapitalist sisteme onun bürokratik aygıtına onun devletine eğitim sistemine karşı durmadan insanlığın özgürleşmesi toplumsallaşması sağlanamaz. Meselelere insan cevre sınıfsallığın belirlediği ezen ezilen penceresinden bakarak doğada hiç bir canlının işşiz olduğunu gördünüz mü? Bir karınca bir serçenin işşizliğini hiç gördünüz mü? İnsanın sömürülmesi çevrenin kirletilmesi sömürü yağma asker, polis, bürokratik baskı aygıtı tamamı kapitalist modernist anlayışının sonucudur.Üst sınıfın elindedir.Ona karşı mücadele mücadele... 30 Kasım 2017 veysel.saka@hotmail.com

  • ŞİİR

    Türk ve Dünya Edebiyatının seçkin şairlerinden ŞİİRLER, şiir tür ve örnekleri, şiir incelemeleri , şiir yazma tekniklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... ŞİİR sayfamızı görmenizi öneririz.

  • BALIKÇILAR

    Tevfik Fikret’ten Hüzünlü bir Manzum Hikaye: Balıkçılar Fotoğraf: Mehmet Diken BALIKÇILAR Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder, Bugün açız yine; lâkin yarın, ümid ederim, Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader! Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta Olur… Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz Çocuk düşündü şikâyetli bir nazarla: Ya biz Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz? Hâlâ Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi… Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme… Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha! Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa... (Deniz dışarda uzun haykırışlarla hırçın bir kadın gürültüsü yayıyordu ortalığa) Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa – O gitmek istedi; “Sen evde kal!” diyor… – Ya sakın O gelmeden ben ölürsem? Kadın bu son sözle Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine Bakıp sükût ediyorlardı (Titremeye başlayan solgun dudaklarına bakıp susuyorlardı.) Başlarında uçan Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan Bir ihtilaç ile etrafa ra’şeler vererek Uğulduyordu… (Dışarda fırtına gittikçe öfkelenerek coşan bir çırpınmayla etrafı titreterek uğulduyordu.) – Yarın yavrucak nasıl gidecek? Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak İlerliyordu Deniz aynı şiddetiyle şırak – şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin Siyah kaburgasını… Ah açlık, ah ümid Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid (beyaz bir hayal) Eliyle engini güya işaret eyleyerek Diyordu: “Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!” Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; “Yürümek nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda… Yürü!” Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne? (Yürür, fakat suların bu öfkeli yıkıcılığına nasıl dayanır eski, hasta bir tekne?) Deniz ufukta, kadın evde muhtazır… Ölüyor Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle Bütün felaketinin darbe-i hasariyle (Deniz ufukta, kadın evde can çekişiyor. Kadın, kenarda üç gecelik bekleyişin yüküyle, bütün felaketlerin yıkıcı darbesiyle ölüyor…) Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler… (Baba, sahile vuran boş, parçalanmış teknenin karşısında; yüzünde belirsiz, ağlamaklı bir gülüşle ve boğuk şikâyetlerle uzakta bir yerleri gösteriyor yumruğuyla…) MANZUM HİKAYE Edebiyatımızda şiir şeklinde, yani ölçülü ve uyaklı yazılan hikâyelere manzum hikâye denir. Manzum hikâyelerin öykülerden tek farkı, şiir biçiminde yazılmış olmalarıdır. Didaktik (öğretici) özelliği bulunan bu şiirlerde, normal hikâyelerde bulunan bütün özellikler bulunur. Batı Edebiyatından alınan bu türün bizdeki ilk temsilcileri Tanzimat dönemi sanatçılarından Recaizade Mahmut Ekrem ile Muallim Naci’dir. Servet-i Fünun döneminde daha çok gelişen manzum hikâye, özellikle sosyal konuları anlatmada en etkili edebi tür haline gelir. Bu türün en önemli iki temsilcisi; “Balıkçılar, Hasta Çocuk” gibi manzum hikâyeleriyle Tevfik Fikret; “Küfe, Seyfi Baba, Mahalle Kahvesi, Hasta” gibi hikâyeleriyle Mehmet Akif Ersoy’dur. Yalnız ve kırılgan, inandıklarından hiçbir zaman taviz vermeyen, dürüstlük timsali “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir şair olan Tevfik Fikret yazdığı şiirlerle devrin yöneticilerini kızdırır ve muhafazakâr çevrelerden aldığı ağır eleştiriler nedeniyle Aşiyan’da inzivaya çekilir. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep olsa da o yaşadığı müddetçe toplumsal olaylara, İstibdat yönetimine, halkın dertlerine, yoksulluğa duyarsız kalamaz… Balıkçılar şiiri de onun manzum hikâye tarzında yazdığı ve yoksulluğun çaresizliğini anlattığı en güzel manzum hikâyelerinden biridir.

  • YAĞMURUM OLSAN

    Bir gelsen diyorum kapımı çalsan Yağsan da üstüme yağmurum olsan Günün sabahında bana uğrasan Yağsan da üstüme yağmurum olsan ** Toprağın kokusu sinse içime Seherin vaktinde görün gözüme Çarem olsana sen garip gönlüme Sarılsam delice yağmurum olsan ** Mazide kalmasın bir şey unutsam Geriye bakınca hatırlamasam Bir daha anmasam sana yanmasam Ateşim söndüren yağmurum olsan ** Çisil çisil yağsın ıslanayım ben Usandım sevdiğim ıssız geceden İçimde sen varsın bıkmam sevginden Dolsan da gönlüme yağmurum olsan 06/05/2020

  • Başlıksız

    Sığ Sulardan Derin Denizlere Fırtına Geçse de yolumuz bozkırlardan Denizlere çıkar sokak Yıllardan sonra aylardan sonra Yeniden yan yana onlar. Murathan Mungan Murathan Mungan Fırtına adlı şiirinin dizeleriyle Deniz Gezmiş,Yusuf Arslan, Hüseyin İnan’a Karşıyaka‘nın üç gülüne gönderme yapmıştı. 6 Mayıs 1972’de güneş bile daha az parlıyordu sanki. Aradan 46 yıl geçti. Bitmez bir yürek sızısıydı. Dağ gibi kara yağız delikanlılardı. Acının surlarında ateşler yakan halkın bilincine dökülen yüreklerdi. Uzak köyler kuran yankısı bugünlere kalan ısrarcı ve tutarlı hep genç kalmış, güneşten ışık yontan adamlardı. Gittiler ortalık karardı. Mısralarını yazdırabilecek kadar aydınlık, bir o kadar sonbahara, birçok bahara adını verecek atlılardı. Onlar sığ sularda yüzmek yerine derin okyanusları tercih ettiler. Halkın umudu bir nehre benzeyen ve o nehri besleyenlerdir. Ölüm arayanlar bu nehrin önü kesilsin isterler. Bilmezler ki önü kesilen nehir derinleşir ve taşar. Gayeleri nehirlerin kurumasıdır. Bakarlar dağ su olmakta; gözyaşı irileşir, dağlaşır nehre doğru yuvarlanır, köpürür gider ve halkın yüreğinde türküyle dillenir:"Şarkışla’ya düşürmesin Allah sevdiği kulunu / Gemerek’te çevirmişler Deniz Gezmiş’in yolunu." Tanırdık genç yürekleri. Sevgiliden mektup bile almayan, kitaplarını birer mum ışığında bitiren. Giresun’daki yoksul köylüler ve Ege’deki tütün işçileri için ölen. Darağacı’na bir gül bahçesine gider gibi giden. Onlar ülkenin geleceğini çok erken yaşta tahlil ettikleri için zamansız soldurulan fidanlardı. Onlar, hiç bir gücün ve kimsenin piyonu olmadılar. Hiç bir gücün emriyle ya da herhangi bir kimsenin fikriyle insan öldürmediler. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan kimsenin kuklası olamayacak kişilerdi. "Gencecik insanların beynini yıkamak" bir yana, kendileri bu yola bilerek girmişlerdi. Amerikan emperyalizminin karşısında yer alarak ülkemizin emperyalist ülkelerin çıkarlarına peşkeş çekilmesini ve eşkıyanın dünyaya hükümdar olmasını, vatan toprağının işgal edilmesini istemediler. İncirlik üssünün Amerika tarafından kullanılmasına karşı çıkarak emperyalizmin gayri milli olduğuna, ona karşı mücadelenin suç olmadığına; bağımsızlığın Mustafa Kemal’den armağan olduğuna inandılar. Bunun içindirki, önümüzdeki sorun amerikan emperyalizmidir. Emperyalizm, yoksul ülkelerdeki en ufak bir kıpırdanmadan rahatsız olur. Bunun için de ne pahasına olursa olsun bağımsızlık mücadelelerini daha zayıfken ezmek yok etmek ve kendi hâkimiyetini devam ettirmek ister. Ne yazık ki; Türkiye de hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır. Türkiye’nin kalkınması ve halkın daha iyi bir seviyede yaşamasının yolu tam bağımsızlıktan geçer. Bu yazıyı Refik Durbaş’ın Yıldönümü şiiriyle noktalayalım: Yıldönümü Yetim komadı hiçbir Zaman umudu dağlar. Elinde çiçeğe duran lüver, parkan Ve direncin Hıyanetin azgın sularından çaldığından beri ölümü Can yoldaşım, al aydınlığım, öz bilincim Sessizliğe hükümlü kılma öfkeni Kutlu olsun bir kez daha inancın yıl dönümü. Özgür Karakaya

  • Elma Ağacı

    İnsanlığın tarihi, insanın insanla mücadelesidir ve acılarla, trajedilerle doludur. İnsanlar dünyaya yayılmış birbirinden pek farklı ırklar ve çeşitli kültürel farklılıkların yanında birbirlerinden ayırt edilemez bir biçimde de birbirlerine benzerler. Vücut hatları ve fiziksel kimi özellikler dışında insanlar birbirlerinin tıpkısıdır. Dünyaya yayılmış bir çiçek bahçesi gibi düşünebiliriz pekala, farklı renklerde, renklerin farklı tonlarında kokulu, insanı bir düşünceden ötekisine ışık hızından dahi hızlı bir biçimde geçirecek kokuların sahibi çiçekler, mayhoş kokulu çiçekler gibi değil elbette. Penceremden gördüğüm betonların arasında kalakalmış elma ağacını görüyor ve yakınına gidiyorum. Güzelim çiçeklerini daha yakından görebilmek için. Betonların arasında kalakalmış bir başına, küçücük bir toprak parçasına sapladığı kökleri ve güçlü gövdesi ile daha buralarda olacağını hissettiriyor. Diri, sağlıklı ve çok güzel görünüyor. Aklımdan insanlara dair olan düşünceleri bir anlığına uzaklaştırmak istediğim için ağacın yanına geldim. Ama ne çare, aklımda yine dönüp dolanıyor aynı düşünceler. Evet insanları böylece çiçekler gibi ele alabiliriz ancak tam tersi bir şekilde, insanlar çiçeklerin aksine dışardan güzel görünmedikleri gibi pekala güzel bir kokuları da yoktur diyor zihnimin odalarında çınlayan sesiyle çok bilmiş ben. Sizi tesiri altına alacak güzel görünümleri ve kokuları olmadığı için insanlar sizi kuşatmak, yok etmek isterler. Sizin olanı sizden almak için içleri içlerini yerken bir yandan da ellerini ovuştururlar. Sizi yok edemediklerinde ise, sizi esir almak isterler en azından. Köleniz olmanızı isterler, iyiliğin ve güzelliğin timsali çiçeklerin tam karşısında, kötülüğün ve irinin vücut bulmuş hali insanlar diye devam ederken çok bilmiş ben bir ses duyuyorum. Delirdiğimi sanıyorum, çok bilmiş bene soruyorum bir de ağaç mı konuşmuştu demin diye? Elma ağacına bakıyorum şimdi aklımdan demin geçen düşünceler hala peşi sıra geçerken, elma ağacının İsa’nın çarmıha gerilerek vahşice öldürülmesinden utançla bahsediyor. Ben ve ailem, ve hatta bir bütün olarak ağaçlar o gün orada rol aldığımız için asla huzura eremeyeceğiz. Çarmıha gerilen İsa mıydı sadece sanıyorsun, bende gerildim orada, beni de yüzyıllar boyunca unutamayacağım acıların eşiğine koydu çarmıha gerilme. Yaprakları rüzgarın da etkisiyle hafifçe sallanırken, çiçekleri de dökülmek üzere elma ağacının. Elma ağacının canının ne kadar sıkıldığını görebiliyorum, baharın ona bahşettiği çiçeklerin arkasında kedere boğulduğunu görmek, insanlığın bir acısından bile kendisini suçlayarak, aslında hiçbir suçu olmamasına rağmen. Çiçekleriyle ne kadar güzel göründüğünü söylüyorum. Onu öylece görmenin beni ne denli mutlu ettiğini ve bütün yıl boyunca o çiçekleri üzerinde taşımasının mümkün olmasını istediğimi söylüyorum. O ise konuşmasını yeniden çarmıha gerilen insanın huzurunda, ondan af dilercesine, kaldığı yerden devam ettiriyor. O anı hafızasından silemediğinden emin olabiliyorsunuz, hava o kadar sıcaktı ki insanların terleri yere düşmeden buharlaşıyordu. Ter içinde kalmış insanların hunharca gösteriyi seyredebilmek için her şeye rağmen olayın gerçekleşeceği tepeye çıkıyor olmaları inanılır gibi değildi diyordu. Gösteri de aslında bitmek tükenmek bilmez heyecanla, şartların ne kadar zorlayıcı olmasına rağmen giden insanların şerefine verildiğini nasıl anlamıyorlardı. Çarmıha geren kadar, benim kadar, izlemeye gelen insanların da huzur bulmadıklarından eminim. Bir daha ne onlar için nede biz ağaçlar için dünya sıradan bir biçimde dönmedi. Hiç alakasının olmadığı bir durumdan kendine pay çıkararak, kendini suçlayan bu elma ağacı karşısında ne diyeceğini bilemiyor insan. Dışardan baktığımızda kendisini çepeçevre çevreleyen çiçekler içerisindeki elma ağacının kusurlarını örtmek için çiçeklendiğini düşünüyorsunuz. Belki de kendince sebep olduğu kötülüklerin bir kefareti olarak gördüğü bir eylemdir çiçeklenmek. Çiçeklerini neden sonsuza dek üzerinde tutmadığını, tutamadığını soruyorum elma ağacına. Çiçek vermek, soğuk kış aylarında kuru bir ağaçtan, bir odun parçasından nasıl da kısa sürede dikkat çekici bir güzelliğe dönüşebileceğimizi göstermekten başka bir şey olmadığını söylüyor. Aslında hiçbir durumda ümitsiz olmamak gerektiğini, en kötü durumdan bile çıkılarak çok iyi noktalara gelebileceğini insanlara göstermek. Bu döngünün sürekli devam edebilmesi için de çiçekleri dökmeliyiz diyor elma ağacı. Elma ağacının döngüden hiç de mutsuz olmadığını görebiliyorum, görevini her zaman mutlaka yerine getirebileceğini düşünüyor ve gülümsüyor. Yine de bizi mutlu eden bu rengarenk çiçeklenme halinin sürekli olmasının bizi mutlu ettiğini ve bize kalsa çiçeklerinin bütün bir yıl boyunca üzerlerinde kalmasını isteyeceğimizi söylüyorum. Hayat döngüsünden hiçbir şikayeti olmadığını bilmeme rağmen diğer anlar için ne düşündüğünü merak ettiğimi söylüyorum. Çiçeklerimin beni bir gün terk edeceğinden çok eminim, onları her zaman daha güzel, daha rengarenk olarak hayal ederek giriyorum bahara ve aslında ilk yaprağımın tekrardan çıkması ile birlikte insanların ruhlarında meydana gelen değişim beni çok mutlu ediyor. İlk yaprağımı gören insanların gülümsemesi ve birbirlerine göstermesi paha biçilemez benim için. Öyle ki bütün bir kış boyunca önüne bakmaktan, dertleri ile boğuşmaktan yorgun düşmüş bir insan bile ilk yaprağımı gördüğünde mutlu olabiliyor. Bir anlığına o bile dertlerinden sıyrılıyor, yaşamın ona verdiği zorlukları bir anlığına unutabiliyor ve gülümsüyor. Ve sonra çiçeğe durma vakti geliyor benim için, kıştan çıkmış yorgun insanları daha fazla mutlu etmek için rengarenk çiçeklerle süslüyorum kendimi. Çiçeklerim bazen o kadar güzel ki onları görmek beni çok mutlu ediyor, bazen yakındaki bir evin camından yansıyan halimi görüyorum, bazen de yağmurun oluşturduğu su birikintilerinde ki halimi. Bir toplu iğne ucu kadarken kocaman bir çiçeğe durdukları zamana ve oradan da onları döküp meyve vermeyi beklememe kadar geçen zaman beni karışık duygulara itiyor. Her sene tekrarlanan bir işkence ve en zor anı da meyvelerin büyümesini bekleyemeyen insanların attıkları taşlar. İşte geçmişteki suçlarımızdan dolayı bizim cezalandırılmaya başladığımız bölüm başlıyor diye düşünmüştüm ilk taşı yediğimde. Aslında meyvelerimiz yeterince olgunlaştıklarında biz onları yere bırakıyoruz insanların yiyebilmeleri için, ancak sabırsız insanlar onlara daha erken ulaşmak için taşlarla bizi hedef alıyor ve dallarımızı kırıyorlar. En acı yanı da bahar tekrar geldiğinde kırılan dalların tekrar yaprak açamaması ve çiçeklenememesi karşısında üzgün bir biçimde beni seyretmeleri oluyor. Aslında beni üzen onları mutlu etme şansımı da ellerimden alıyorlar. Sesi titreyerek sağ yanında olan küçük kuru bir dalını gösteriyor ve geçen sene olduğunu söylüyor ve neyse ki küçük diyordu. Çok güzel çiçekler vermen seni çok mutlu edebilir, meyvelerinse acı ve yenilmez bir biçimde olursa insanlar seni taşlamaktan vazgeçecektir. Seneye daha az dalının kırılması demek bu ve güzel çiçekler vermeye devam edebilirsin böylece dedim akıl vermek isteyerek. Evet dedi, kötü meyveler, yenilemeyecek kadar kötü meyveler verebilirim ve insanlar beni taşlamaktan vazgeçebilir. Ancak benim gibi genç bir ağacın bunu yapması onursuzca olur ve insanları mutlu etmek ve mutlu görmek isteyen benle çelişmekten başka bir anlam ifade etmez. Yanımda görebileceğin daha yaşlı ağaçları görebiliyorsundur, kimileri birçok kuru dala sahip ve hala en güzel meyvelerini insanlara sunmaktan geri durmuyorlar. Biz gençler onlara büyük saygı duyuyor ve onlar gibi olmayı çok istiyoruz. Bütün aldıkları yaralar aslında, bir muharebenin eseri, insanların mutlu olabilecekleri bir an yarattıklarının ve çektikleri bunca acıya rağmen bunu devam ettirebilmelerinin timsali olarak taşıyorlar. Ben yutkunarak insana dair bir duygunun yüceliğini bir elma ağacından dinlerken, ondan duyduğuma şaşırmış bir halde, her an biraz daha sersemlerken o her an daha bir bilge biçimde karşımda yeniden şekilleniyordu. Söyleyecek bir şeyim var mı diye bir süre daha beni bekledikten sonra bir şeyler söylememem üzerine tekrardan devam etti konuşmasına. Öte yandan senin de aklından geçmiştir belki, kötü meyveler veren ağaçlar da çok fazla diye düşünmüşsündür. Öyle değil mi, aklından geçti değil mi diye sordu bana. Evet dedim, bir an aklımdan geçmedi değil ancak seni yargılamak istemediğim, sana inanmadığımı düşünmemen için aslında sormak istemedim. Bunun aramızda bir konuşma, bir şekilde dertleşme olduğunu bilmeni isterim. Beni taşlayan insanları sana söylerken aslında ben insanları yargılamıyorum. Onların doğasında bunun olduğunu biliyorum ve birbirlerini taşlamayarak sadece beni taşlamalarını dilerdim açıkçası. Seni yargılamıyorum asla ve senin de beni yargılamadığından eminim. Burada iki düşman, birbirinin açığını arayan iki canlı değiliz sonuçta sadece iki suç ortağı ve tarihte yaşanmış acıların sebebi olan iki canlı türünün basit birer temsilcileriyiz diyerek konuşmamı bile beklemeden, belki de beni konuşmak zorunda da bırakmamak için hemencecik sözlerine kaldığı yerden yeniden başladı. Elbette senin düşündüğün gibi kötü meyveler veren ağaçlar da yok değil. Ama bunların bazıları ve büyük kısmı yaşlı, aldıkları yaralarla güçsüz düşmüş ve ellerinden geleni daima yapmaya çalışan ağaçlar. Sadece yeterince güçleri olmadığı için daha az lezzetli meyveler verebiliyorlar. Ama emin olmalısın ki kocaman taşlar ile taşlanmayı yerlerde çürüyen meyveleri görmeyi yeğlerler. Yere düşen meyvelerin yerde çürüdüğünü gören bir ağaç zaten bir sonraki kışı atlatamaz ve kendisine küstüğü için de baharda yaprak açmaz ve sessizce kesilmeyi bekler bir köşede sabırsızlıkla ve bir an önce kesilebilmek ve yerini yeni bir ağaca bırakmak için dua ederler içlerinden. Onur’dan sonra insana dair bir başka duyguyu da yine bir ağaçtan duymak ne kadar acı verici diye içimden geçirirken, ağaçlara olan bakışımın derinliği git gide artıyordu. Onurlarını yitirmiş bencil insanların yanında, fedakarca bütün güçlüklere göğüs geren ağaçların hikayesini dinlediğime inanamıyordum. Bir şeyler söylemek istiyordum, bir türlü söze giremiyordum. Bunu fark eden ağaç ise sabırla beni bekliyordu. Sonradan uzun süren sessizliği peki o ağaç için yapacak hiçbir şey yok mu diye sorarak sessizliğe son verdim ve devamında yıllarca insanları mutlu eden bu ağacın, bu fedakar canlının en azından son anlarında saygılı bir biçimde hayatının sona ermesi gerekmez mi diye sordum. Elbette bir ağacın en son anında bile insanlara faydalı olabileceğini görmesi, örneğin bir kitaplık veya bir masa olarak insanlara faydalı olduğunu bilmek onu çok mutlu eder ve sonunun öyle gelmesini ister. Bunu yanında bir suça karışacak bir sopa olmak da vardır ki bir sopa olmaktansa yanarak kül olmayı ya da düştüğü yerde yıllarca çürümeyi beklemeyi seçer dedi. Ancak insanlar işleri bittiğinde en kolay biçimde bizden kurtulmak istiyorlar, bizleri kullanacakları bir nesneye dönüştürmeleri çok küçük bir ihtimaldir ki muhtemelen bir sonraki kışta yakılmak üzere istifleniyor olacağızdır. Bizim yaşlı ağaçlarımıza saygı duymadıkları gibi kendi yaşlılarına da saygı duymadıklarını söylemeye bile gerek yok. Bunu o kadar olağan karşılarlar ki atasözleri bile vardır değil mi İnsanoğlu çiğ süt emmiştir diyerek geçiştirirler. Sözlerinin bitiminde bana bakıyordu soran bakışlarla. Başımla onu onaylarken, bir ağaçla konuşuyor olmamın absürtlüğü mü ağaçtan aldığım nasihatlerin absürtlüğü mü diye kendime soruyordum. Ağaca ise söyleyebilecek bir sözüm yoktu. Sadece haklı olduğunu söyledim. Öte yandan dedi, genç oldukları halde iyi meyve veremeyen ağaçlar vardır. Bu ağaçlar yeterli ortam koşulları oluşmadığı için iyi meyve veremezler, zor şartlarda insanları mutlu etmek için çiçek açabilir ve pek de iyi olmayan meyveleri verirler. Şartlarından dolayı kimse onları suçlayamaz ve ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarından da eminizdir. Ancak bir de iyi şartlar altında çok lezzetli meyveler verebilecek olmalarına rağmen sadece taşlanmamak ve zarar görmemek için lezzetsiz meyveler veren ve hatta meyve vermemeyi seçen ağaçlar vardır. Hiçbir ağaç onları görmek istemez ve onlar ile konuşmak istemezler. Sadece onların olmamasını yeğleriz ve nasıl bu kadar bencil olduklarını anlayamayız. Bir an sessiz kaldıktan sonra demin seni yaşlılarınızın bir köşede kendi başlarına hayatlarını sürdürmeleri, yalnızlıklarında onlara iyi davranmadığınız için eleştirdiğimi sanma. Seni kırdığım için özür dilerim. Özür dilemesini gerektirecek bir şey olmadığını meyve vermeyen ağacı taşlamadığımızı ve meyve vermeyi çoktan bırakmış bir ağacı ise hiç taşlamadığımızı söyledim. Pekala çok haklıydın söylediğinde dedim. Sessizlik bir an için uzadı, ağaç kendi aleminde düşlerdeydi sanırım. Bense söyleyecek bir şey bulamıyor ve söze giremiyordum. Ağacın çehresinin karardığını ve mutsuzlaştığını görebiliyordum. Acaba aklından neler geçiyordu, yıllar sonra çürümeyi bekleyen bir ağaç olarak mı hayal ediyordu kendisini. Yoksa yine insan ile birlikte suç ortağı olduğu zamanlar mı geçiyordu aklından. Anlamak çok zordu, bakışım bir anlığına ağaçtan alarak ardındaki beton yığınlarına takıldı ve bir süre ağacın bulunduğu yeri düşünmeye başladım. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor ve aklımda biriken sorular yüzüme yansıyordu muhtemelen, sormak için ağzımı açtığımda ve tekrar ağaca döndüğümde aslında onun da bana baktığını fark ettim. Bana bakarak gülümsedi ve ne soracağını biliyorum, ancak sen sormadan önce yapraklarımı nasıl döktüğümü de anlatmam gerekiyor. Sonra sen sorunu sorar ben de soruna cevap vermeye çalışırım. Başımla onu onayladım ve pekala dedim, bir ağacın sadece hareket edemediğinden çok emindim. Sadece hareket edemiyordu, hareket edemeyen yeşil insanlar diye geçirdim içimden. Hafiften esen rüzgar yapraklarını okşuyordu, genç ağaç söze girmek için aniden esen bu hafif rüzgarın dinmesini bekliyordu ve rüzgarda kıpırdaşan yaprakları ile rüzgarın ıslığına eşlik ediyordu. Rüzgar ile uyumlu bir şekilde ettiği dansı bile yaşamayı bu kadar seven bir ağacın nasıl olur da insanlık tarihindeki bunca acı ile kendisini özdeşleştirebildiğini anlamak mümkün değildi. Rüzgarın dinmesi ile birlikte sözüne başladı, yapraklandık, çiçeklendik ve çiçeklerimiz meyveye durdu. Meyvelerimiz toprağa düştü, kendimiz de düşürmüş olabiliriz veya insanlar taşla da yapmış olabilir. Ancak artık meyvelerimiz yok ve sonbaharda gelmek üzere, insanlar kış hazırlıklarına başlamış ve kışın gelecek olmasıyla ve havaların soğumasıyla beraber mutsuzlaşmaya başlıyorlar yeniden. Bir koca kış sürecek mutsuzluğun başlangıcı olacak bu ve ne inanabiliyor musun bunda en çok da bizim parmağımız var. Yapraklarımız öncelikle yeşilden sarıya ve bazen kırmızıya dönüyor. Öyle ki bazı yerlerde hala yeşil yapraklarla beraber sarıdan kırmızıya kadar yaprak renklerinin olduğu yerler var ve insanlar bu görüntü karşısında büyüleniyorlar adeta. İçini çekerek bir süre bekliyor, aklında düşüncelerini toplamaya çalıştığını sanıyorum ve bekliyorum. Süre uzadıkça sabırsızlanıyorum ve devam etmesini bekliyorum kıpırdanarak. O kadar sessiz ki olduğumuz yer, kımıldayan yapraklarını duyabiliyorum. Kimisi arkasına aldığı rüzgarla kıpırdaşırken, kimisi üzerinden kalkan böceğin ağırlığından kurtulurken derin bir nefes alarak eski konumunu alıyor yavaş yavaş. Ağaç ise sessizliğini koruyor, üzerinde biriken kara bulutların da artmasıyla yüzüne oturmuş kasvetli hava biraz daha artıyor. Söylemekten hep kaçındığı bir durumdan bahsetmek zorunda kaldığı için söze girmek istemiyor. Ağaç söyleyeceklerini söylemeden önce içinde tekrarlıyor. İçinden bu düşünceyi her defasında geçirdiğinde ne kadar mutsuz olduğunu biliyor ve kimseye bahsetmediği bu düşüncesini dillendirecek olması onu korkutuyordu. Söze başlayacakmış gibi doğruluyor, yapraklarını oynatıyor ve kesik kesik bir sesle konuşmaya başlıyor. Bir sahilde kumdan kaleler yapan bir çocuğun neşesiyle giriyorum her sene bahara dedikten sonra sesinden memnun olmadığından olacak duruyor boğazını temizlemek ve soluk alış verişini kontrol altına almak için. Sonrasında kaldığı yerden devam ediyor, daha kendinden emin bir şekilde ve diyor ki her bahara sahilde kumdan kaleler yapan çocuğun enerjisi ile çiçek açıyorum. Ve çocuğun kumdan kalesinin dalga tarafından yıkılacağını bilerek ama bundan dolayı umudunu kaybetmeden nasıl tekrar tekrar yapıyorsa kumdan kalesini bende o şekilde en az o çocuk kadar enerjik bir biçimde başlıyorum bahara. Çiçekleniyor ve meyveye duruyorum. Sararmaya yüz tutan yapraklarımı ve dökülmelerini izleyen insanların mutsuzluğunu gördükçe kahroluyorum. Burada durarak bir süre yutkunuyor ve tekrardan nasıl başlayacağını düşünüyor. Bana dönerek anlıyor musun diye soruyor. Kısmen anladığımı söylüyorum bakışlarımı bir an bile ondan ayırmadan. Anlıyorsun öyle mi, hiçbir şey anlamıyorsun diye bağırdı bana. Ağaçların sinirlenip bağırabildiklerine ilk defa şahit oluyordum, konuştuklarını ise bu sabah öğrenmiştim zaten. Bir şey demeden sadece yutkunarak ağacı seyrediyordum, bir anlık kızgınlık anında bin bir emekle büyüttüğü bazı çiçekleri titreyen dallarından yerlere düşüyor yavaşça. Yere düşen çiçekler havada yavaşça süzülerek iniyor, paraşütle atlayan karıncalar geliyor aklıma. Tam bu fikrimi gülümseyerek ağaca söyleyecekken ne kadar uygunsuz bir durum olduğunu hatırladım ve sustum. Tekrardan bağırdı ve anlamıyorsun dedi, hiçbir şeyi anladığın yok. Baharın gelişini müjdeleyip mutlu ettiğim insanlara, kışın geldiğini de ben söylemek zorundayım. Baharda gözlerinin içi ışıldayarak bana bakan insanların, yeniden bana bakmalarını ve bahardakinin tam tersi halde bakmaları nasıl biliyor musun. Bilmiyorsun, karşından geçiyorlar, omuzları düşük ve gözlerindeki ışıltıdan eser yok gözlerinin feri sönmüş insanlar, ruhlarını yitirmişler ve berbat haldeler. Neden biliyor musun, çünkü ben onlara kışın geldiğini bağırarak ilan ediyorum. Ey ahaaaali !!! diyorum duyduk duymadık demeyin ancak boku yediniz, evet yanlış duymadınız boku yediniz. Kış yeniden geliyor, dökülen rengarenk yapraklarımdan anlayacağınız üzere. Bu kış da geçen kış olduğu gibi güneşi çok az göreceksiniz ve her yerde çamurla kaplı olacak, aynı ruhlarınızı saran balçık tabakası gibi. Sabahları karanlığa uyanacaksınız ve karanlık da giyinerek işlerinize ve okullarınıza gideceksiniz ya da giden insanları yolcu ettikten sonra karanlık evlerinizde hayatınızdan bir günün daha geçmesini bekleyeceksiniz. Anlayacağınız içinizdeki boşluğun kat be kat artacağı günler geri geldi. Öfkeyle gözlerinden yalım çıkan ağaç sarsılarak ve gözlerinde biriken göz yaşları ile bana bakıyordu ve ona bahardayken henüz tepesinde çiçekleri varken sonbaharı yaşatan benim içim eziliyordu. Ağaçla gözlerimiz kesiştiğinde güçlü durmaya ve ağlamamaya çalıştığını gördüm. Bakışlarımı kaçırarak onu rahat bırakmak istedim. Gözlerimi uzaklara sabitledim ve söylediklerini düşünmeye başladım. Her sene bir önceki yılın aynısını yaşamak ve yaşanacakları bilmesine rağmen yine de büyük bir heyecan ve özveriyle yeşillenmek ve çiçeklenmek. Ne için insanları umutlandırabilmek için ve sonrasında umutlarını berbat bir biçimde kendisinin yıkmak zorunda kalacağını bilerek yapmak. Kafam o denli karışmıştı ki söyleyecek hiçbir söz bulamıyordum. Aklımdaki soru da artık anlamını yitirmişti, içinde olduğu döngüden bir an bile çıkamayacak bir ağaç ile sohbet etmiştim. Bir elinde mezarcılar yaratan, bir elinde ebeler koşturan doğa diye geçti içimden neden bilmiyorum. Bu betonların arasında nasıl da insanları mutlu etmek için çırpındığını ve nasıl yapabildiğini soracaktım eğer sorabilseydim. Artık cevap verebileceğini sanmıyorum, o nedenle soru cevapsız olarak bana kaldı, üzgün değildim bunun için. Tekrar bakışlarımı onun üzerinde topladım, gitmek için hazırlanıp gidecektim ama onun için bir şeyler yapmak istiyordum. Aklıma söyleyecek bir söz gelmiyordu. Aklım durmuştu sanki, bir ağaca ne söylenebilir ne yapılabilirdi ki. Ne yapacağımı bilemeden beklerken aramızdaki sessizlik uzadıkça uzuyordu. İşte böylece bir ağaca yüksek sesle şiir okurken buldum kendimi. Şiirler doğacak kıvamda yine, duygular yeniden yağacak kıvamda, ve yürek, imgelerin en ulaşılmaz doruğunda, ey her şey bitti diyenler, ne kırlarda direnen çiçekler, ne kentlerde devleşen öfkeler, henüz elveda demediler. Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Böylece şiiri yüksek sesle okuyup bitirdikten sonra arkamı dönerek ağaca veda etmeden oradan ayrıldım. Kendisine ilk defa şiir okunuyordu sanırım, bir ağaca kim şiir okur ki diye içimden geçiriyordum uzaklaşırken. İnsanların deli mi acaba diye delici bakışlarına aldırmadan yürümeye çalışarak adımlıyordum sokakta. Her adımımda biraz daha üzülüyordum ağaç için. Bu bencil insanları mutlu etmek için çabalayan ve onları üzdüğünü düşündüğü için kendisinden nefret eden ağaca. Ve onun söylediklerini aklımın bir köşesine not ettikten sonra hiçbir zaman ağaçlara eskisi gibi bakamayacaktım.

  • Memduh Şevket Esendal

    29 Mart 1883'de başlayıp 16 Mayıs 1952'de sonlanan 69 yıllık dolu dolu bir yaşam ve değerli bir edebiyatçımız; Memduh Şevket Esendal... Çocukluğunda babasını yitirdiği için pek çok zorlukla mücadele ederek çalışmış, ailesinin geçimini sağlamıştır. Çorlu' da savaş yıllarında dünyaya gelmesinden doğan şartlar ve maddi sıkıntılar nedeniyle doğru dürüst bir eğitim hayatı olmamıştır. Sanatçı onca zorlu dönemden geçerken pes etmek yerine, gelecekteki hayatında yolunu ışıtmakta oldukça etkili olacak olan yabancı dilleri, yani Arapça, Farsça ve Fransızcayı kendi çabaları ile öğrenmiştir. Yaşamı süresince gümrük memurluğu, coğrafya öğretmenliği, parti müfettişliği, çeşitli elçilikler ve bir kaç dönem milletvekilliği görevlerinde yer almıştır. 1945' ten 1952 yılına kadar olan ömrünün son yıllarında kendini tamamen yazmaya adamış olan sanatçı, edebi yaşamında şiir yazmaya ilgi duymamış ve yazmamıştır. Buna karşın O'na Türk Edebiyat tarihinin mihenk taşı olma özelliğini kazandıran ve yaklaşık on iki takma adla yazdığı yazıları, roman ve öyküleri yayınlanmış, çeşitli ödüller almıştır. Cahit Külebi, yazarın kaleme aldığı tiyatro oyunlarının olduğundan bile bahsetmiştir. Yazılarını kaleme alış tarzından birçok yazarın etkilendiği ve ülkemizde modern öykücülükte başı çektiği bilinen Esendal, ilk öykülerinde Maupassant tarzı diye bilinen, sağlam bir olaya dayanan türü benimseyerek yazmıştır. İlerleyen süreçte ise edebiyatta Çehov tarzı öykücülük denen tarzda, yani hayatın içinden belli bir zaman dilimini mercek altına alarak yazılarını kaleme almaya devam etmiştir. Bu sebeptendir ki sanatçı, Çehov tarzı öykücülüğün ülkemizdeki ilk temsilcisi olarak bilinmektedir. Sevgi dolu ve sıcakkanlı kişiliği yazım diline de yansıyan Memduh Şevket Esendal, öykülerinde olay üzerinde durmaktansa olayın iç yüzünü irdelemeyi yeğlemiştir. Zaman zaman da olsa yergi ve mizah yazıları kaleme aldığı bilinmektedir. Yazarın yazım dili oldukça akıcı, herkesin kolayca anlayabileceği yalın bir dildir. Yani sanatçı edebiyatsız edebiyat yapmayı ilke edinmenin yanı sıra, halk için halk dilinde yazmayı başarmış değerli bir edebiyatçıdır da aynı zamanda. Kahramanlarını çoğunlukla İstanbul Aksaray'ın orta tabakasını oluşturan halkın arasından seçen Esendal, yapıtlarında gereksiz süslemelerden kaçınmakla birlikte, yaşamların aksayan yanlarını ele almıştır. Yani tam manası ile insanlara ayna tutma görevini öykülerinde nesnel bir dil kullanarak yerine getirmiştir. Bununla yetinmeyip toplumdaki eksiklikleri irdelerken, psikolojik ve ruhsal boyutuna da değinerek öykülerine farklı bir lezzet katmıştır. Yazım dilinin içtenliğinin yanında, roman, öykü ve yazılarındaki canlılığı bizlere, O'nun dile getirdiği şu sözler en iyi biçimde açıklayacaktır diye düşünüyorum; '' Ben insanlara yaşamak için ümit ve neşe veren yazılardan hoşlanırım. ''... Şu yaşadığımız çağda ve pek çok sebeple geçirdiğimiz zorlu süreçte, böylesi değerli yazarların, bu tip yazılarına ne çok ihtiyacımız var değil mi? Hele de hayat öyküsüne bakıldığında, şartlarının onca zorluğuna, yaşadığı yıllara denk gelen büyük savaşlara ve getirdiği yoksunluklara rağmen bu denli umutvar oluşu, övgüye layık bir hal değil de nedir! Ölüm yıldönümünde kendisini saygıyla anıyoruz... ÖYKÜLERİ OTLAKÇI MENDİL ALTINDA HAVA PARASI TEMİZ SEVGİLİLER VEYSEL ÇAVUŞ KELEPİR EV ONA YAKIŞTI İHTİYAR ÇİLİNGİR BİR KUCAK ÇİÇEK BİZİM NESİBE GÖDELİ MEHMET GÖNÜL KAÇANI KOVALAR GÜLLÜCE BAĞLARI YOLUNDA SÜHAN KÜLASTISI ROMANLARI AYAŞLI VE KİRACILARI VASSAF BEY MİRAS

  • KARA GÜN KARARIP GİTMEZ

    Siyasi bir iftiraya kurban gittiğin için, önce hak ettiğin çavuşluğun alındı elinden. Ardından, doğunun en uç noktasındaki askeri birliklerden birine sürgün olarak gönderildin. Hem de er olarak… Ataların “Gülmeyen başa, gül taksan yine gülmez,” diye boşuna dememişler. Bazı şeyler daha çocukluğunda ters gitmeye başladı. Eylül ayının başlarıydı. Öğle yemeğini yeni yemiştiniz. Birkaç er arkadaşınla bulaşıkları yıkamak için bulaşıkhaneye gönderildiniz. Önünüzde yığınla bakır kazanlar, bakır karavanalar, krom/nikel karışımından yapılmış tabaklar, kaşıklar, çatallar… Dört kişiydiniz. Kollarınızı sıvadınız, başladınız bulaşıkları yıkamaya. Sonlara doğru bölüğün nöbetçi onbaşısı çıkageldi. Sana ziyaretçilerinin olduğunu, nizamiye kapısında beklediklerini söyledi. Çok şaşırdın. Annenin karnında dokuz aylık bebek iken, baban askere alındı. O gittikten on gün sonra dünyaya merhaba dedin; hem de ailenin ilk erkek çocuğu olarak. Baban askerdeyken nüfus cüzdanını çıkarmak için ilgilenen olmadı. Annen yol yordam bilmiyordu ki ilgilensin. Babanın askerlik dönüşünden sonra da gereksinim duyulmadığı için, uzun süre kimliksiz yaşadın. Ta ki babanın TCDD’ye işe gireceği ana dek. Altı ay da öyle geçti. Bu arada kız kardeşin de dünyaya merhaba deyince baban, kimliklerinizi birlikte çıkarmaya karar verdi. Sen o zaman iki buçuk yaşındaydın ve kimliksiz biriydin… Baban, nüfus cüzdanını çıkarmak için muhtara belge almaya gittiğinde muhtar ona: -Ben sana doğduğu tarihli yazı veririm; ama para cezası yersin, dedi. Baban ateşe basmış gibi sıçradı: -Ne diyon sen muhtar emmi? İşsiz adamda para ne gezer? Bu kez muhtar: -Dur hele, sana bir yol göstereyim. Yeni doğduğuna dair resmi bir yazı vereyim; onunla git, nüfus cüzdanını çıkar. O zaman, baban para cezası yememek için öyle yaptı. Sen iki buçuk yaşında, köyün sokaklarında düşe kalka oynarken, devletin katında yeni doğmuş görünüyordun. Bu durum ileride senin her şeye iki buçuk yıl geç başlamana neden olacaktı. Kimseyi beklemiyordun. Bekleyemezdin. Türkiye’nin öbür ucundaydın. İzmir nere, Ardahan nere? Ta oradan kimin, kimlerin gelebilirdi? O günlerde, otobüsle bile kesintisiz iki gün süren bir yol. Trenle dört-beş gün… Şaşkınlık içindeydin. Kim olabilir diye düşünüyordun. Bir taraftan seviniyor, diğer taraftan da üstün başın ıslak olduğu için, o an önlerine çıkmayı utanıyordun. Seni o durumda görmelerini istemiyordun. Karmakarışık duygular içinde, ellerini duruladın, sonra mutfak çavuşuna koştun. Şaşkınlık içinde: -Çavuşum, dedin. Ziyaretçilerim gelmiş, gidebilir miyim? Çavuş, nöbetçi onbaşıya baktı, doğru mu söylüyor dercesine. O da onayladı başıyla senin söylediğini. Mutfak çavuşundan izin aldın, onbaşıyla birlikte çıktın. O an nöbetçi çavuşu başınızda değildi. Kaçabilirdin de… Ama önlem olarak başınızdan kepleriniz alınmıştı. Nereye kaçacaktın? Kaçsan bile, önünde sonunda kepsiz olduğun için yakalanacaktın… Bu yüzden daha önce de böyle bir girişimde bulunmadın. Mutfaktan nöbetçi onbaşıyla birlikte çıktınız; sonra o yanından hızla ayrıldı. Baban askerdeydi. Henüz annenin kucağında iki-üç aylık bebektin. Annen, babaannenlerin işinde karın tokluğuna çalışıyordu. Çoğu zaman karnın bile doymuyordu. Yarı aç yarı tok ömür tüketiyordun. Tabur binasını hızlı adımlarla geçiyorsun. Nizamiye kapısına doğru koşuyorsun… Nizamiye kapısının bekleme salonundan içeri adımını atıyorsun. Karşında annenle baban. Bir an afallıyorsun. Ardından sarılıp kucaklaşmalar, öpüşmeler… Annen ve babanda sevinç gözyaşları… Senin de içinden ağlamak geliyor. O an, onların karşısında bunu bir küçülme olarak görüyorsun. Bu nedenle ağlamıyor, metanetini koruyorsun. Sonra o ortamdan sıyrılıp, kendinize geliyorsunuz… Ardından derin söyleşiye geçiyorsunuz. Sen daha çok sorucu oluyorsun, onlar yanıtlayıcı. Daha sonra, onlar seni soru yağmuruna tutuyorlar. Özellikle de annen… Sorularıyla sıkıştırmaya başlayınca, kaçamak yanıtlar vermeye çalışıyorsun. Bu kez annen, bir şeyleri saklama çabasına girdiğini anlayınca üzülüyor. Dayanamayıp, atılıyor: -Sen, diyor. Sen hep böylesin. Evdeyken de böyleydin. Üzülmeyelim diye çoğu şeyleri saklardın bizden. O zaman da anlatmazdın. Biliyorduk, anlıyorduk hep içine attığını. Şimdi de öylesin. Çoğu şeyleri gizliyorsun bizden. Sen öyle yaptıkça biz daha çok üzülüyoruz. Hele baban… Sana karşı üzüntüsünü hiç belli etmek istemiyor. Tıpkı senin gibi… Ama biz analar hiç de öyle değiliz. Yaradılıştan böyleyiz. Daha duygusal, daha sulu gözlü. Bu belki de canımızdan can çıkardığımız içindir.” Babanlar beş erkek, bir kız olmak üzere altı kardeştiler. Halan evin tek kızıydı. Deden tarafından çok arkalanırdı. Bu yüzden biraz hoppaydı. Birkaç kez evlenip boşanmıştı. Bu evliliklerden dünyaya gelen çocukları, daha yaşlarını doldurmadan bu dünyadan göçmüşlerdi. Genç yaşta dul ve çocuksuz olmak canını sıkıyordu. Aradığı mutluluğu bulamadığı için ara sıra kıskançlığı tutuyordu. Halan annenden büyüktü. Annen dedenlere gelin geldiğinde halan, babaannenle bir olup, anneni çok ezdiler. Annen tekrar sarılıyor sana. Olanca gücüyle sıkıyor. Sonra bırakıyor. Yüzünü, gözlerini öpüyor. Karşısındakinde, yani sende Eyüp sabrı… Ardından Yaradan’a sığınıyor: “Buna da şükür. Seni sağ-salim gördüm ya…” diyor. O an inancının gereği teslimiyetçi bir ruh haline giriyor. Ardından rahatlıyor. Siliyor gözyaşlarını. Annenin konuşmalarından sonra, baban söz almıyor nedense. Bir gün annenle halan, tarlaya gitme konusunda tartıştılar. Annen: -Çocuğumun hem ateşi var hem de emzikli. Nasıl bırakıp gideyim? Dedi. Bu kez halan küplere bindi. Başladı ileri geri konuşmaya. Halanın bu davranışı annenin çok zoruna gitti. O öfkeyle seni halana bıraktı. Soluğu tarlada aldı, sırf işten kaçıyor demesinler diye. Annen gittikten sonra çok ağladın. Kim bilir ne derdin vardı. Halan seni avutmaya çalıştı, susturamayınca öfkelendi. Seni kaptığı gibi, soluğu anneannenlerde aldı… Bu kez onları evde bulamayınca -o soğuk kış gününde- seni anneannenin komşusunun evinin önüne bırakıp gitti. Bu kez sen onlara moral vermeye çalışıyorsun: -Takmayın kafanıza! Bunlar da geçer. Yeri geldiğinde anlatmıyor muydunuz benden daha sıkıntılı, daha kötü günler geçirdiğinizi. Şu an elimizden bir şey gelmediğine göre, sabredeceğiz. Başka çaremiz var mı? Yok! Sonuçta, acı da tatlı da olsa geçecek. Bu zamana dek neler geçmedi ki bunlar da geçmesin? Sağ olduktan sonra her şey gelir geçer. Önemli olan sağlığımız. Atalarımız boşuna dememişler “Kara gün kararıp gitmez,” diye. Annen dayanamıyor, araya giriyor: -Ah oğlum, ah! Biliyorum, geçiyor. Geçmesine geçiyor, lakin yıkıp da geçiyor. Anneni avutmak yine sana düşüyor. -Anne lütfen! Üzme kendini. Buraya üzülmeye mi geldin, yoksa beni görmeye mi? Şimdi sevinme zamanı. Bak! Karşında sapasağlamım. Annen yine dayanamıyor, atılıyor: -Çok şükür, sağlığına bir diyeceğim yok; ama sana yapılan bu haksızlığı kabullenemiyorum. Senin İzmir’de, çavuş talimgâh taburunda öğretmen çavuş olarak kalma olasılığın vardı. Bunu sen kendin söylüyordun, Turgay çavuş da… Sana ziyarete geldiğimizin birinde Turgay çavuş senden memnuniyetini ve orada kalabileceğini söylemişti. O sahte imamın seni gammazlamasından sonra her şey tersine döndü. Öyle değil mi? Önce, hak ettiğin öğretmen çavuşluğun elinden alındı; sonra da ta buralara sürgün edildin. Bu sana reva mıydı? Sen bunu hak etmedin oğlum! Hak etmedin! Sebep olanların Allah belalarını versin. İçim yanıyor, içim! Seni bu günlere nasıl getirdiğimi bir Allah bir de ben bilirim… O soğuk kış gününde, gün devrilmek üzereyken kar yağmaya başladı. Bir ara, o komşu kadının yaşlı anneleri ayakyoluna çıktı. Bir de baktı ki merdivenin önünde, kundakta ağlayan bir bebek. Yani sen. (Boğulmayasın diye halan kundağının yüzünü açık bırakmıştı.) O sırada bozkırdan yeni dönen evin köpeği kokunu aldığı için üzerine doğru geliyordu. Yaşlı kadın seni görür görmez, önce yaklaşan köpeği kovaladı. Yüzüne düşen kar tanecikleri, vücudunun sıcaklığıyla eridiği için yüzün ve boynun ıslaktı. Yaşlı kadın dikkatlice bakınca seni hemen tanıdı. İçinden “Bismillah!” dedi. “Hayırdır inşallah. Acaba, Fatma babasına küs geldi de babası çocuğunu kabul etmedi mi?” Bu kez senin ağlamana dayanamayınca yine içinden “Yazık!” dedi. “Soğukta donup ölecek. Bari içeri alayım.” Seni kaptığı gibi ocağın başına götürdü. Hemen kundağını açtı. Ocağın içindeki meşe kütüğünün önünde seni ısıtmaya koyuldu. Isındıkça sesin kesilmeye başladı… Babana baktın. Başı öne eğik. Suskun. Ayaklarının ucuna bakarak dinliyor anneni. Anlaşılan kendisinin de söylemek istediklerini, o söylediği için araya girmiyor. Bu kez için daralıyor. Annene: -Anne lütfen! Bu konuyu kapatalım. Elimizden bir şey gelmiyor. Geçmişi deşmeyelim. Şu an bize bir şey kazandırmıyor; tam tersi, üzüyor. Zaten yaram kabuk tutmuyor, diyorsun. Annen hemen patlıyor: -Hah şöyle! İşte bunu bekliyordum senden. Şükür, nasıl oldu da itiraf ettin bir kere. Tutmaz, o yara kolay kabuk tutmaz. Yalnız sendeki yara değil, bendeki de kabuk tutmuyor. Biliyorum, kimselere derdini açmazsın. Dök içini oğlum, dök. Dök de rahatla… İçine atma… Güç bela konuyu kapattırıyorsun. Annen akşam, tarla dönüşünde eve geldi; baktı ki sen yoksun. Halana sordu. O da kızgın bir tavırla: -Susturamadım. Canımı sıktı. Götürüp, ananlara bırakayım dedim. Onları da evde bulamadım. Zaten canım burnumdaydı. İyice sinirlenmiştim. Komşunuzun kapısının önüne bırakıp geldim. Sonra ne oldu bilmiyorum, dedi. Annen halandan bunları duyunca donup kaldı. Sonra annen, yanına gelirken kendi elleriyle yaptığı -özellikle de senin sevdiğin- çeşitli yemek ve tatlıları önüne çıkarıyor. Önce yiyeceklerden bir kısmını nizamiye kapısındaki görevli er ve erbaşlara sunuyorsun. Onlar da utana sıkıla alıyorlar. İştahla yiyorlar… Bir kısmını kendine ayırıyor, kalanını da bölükteki arkadaşlarına götürüyorsun. Onların da mideleri bayram ediyor. Bölük komutanı, ilk geldiğiniz gün kayıtlarınızı yaparken hepinize tek tek nereli olduğunuzu, eğitiminizi, ne iş yaptığınızı sormuştu. Sen de o zaman, İzmirli olduğunu, üniversitedeki siyasi gerginliklerden dolayı okuldan ayrılmak zorunda kaldığını söylemiştin. O da “Bu konuyu seninle sonra ayrıntılı konuşalım,” demişti. Daha sonraki konuşmanızda kendisinin Aydınlı, eşinin de İzmirli olduğunu söylemişti sana. Aranızda az da olsa bir yakınlık doğmuştu. O konuşmanızdan sonra adını İzmirli takmıştı. Bölük komutanı yüzbaşı, anne babanın geldiğini duyunca onları görmek için nizamiyedeki konukevine geldi, annen ve babanla tanıştı. Babanla bir süre söyleşti. Sonunda babanı pek sevdi. Sonra izin konusu gündeme geldi. Komutan yetkisine dayanarak, kent içinde kalmanız koşuluyla üç gün izin verdi. Gündüzleri kent içinde gezip tozdunuz; geceleri otelde kaldınız. Baban Kemalist biri olduğu için yüzbaşı, o gün babanla iyi anlaşmış, söyleşiyi koyulaştırmıştı. Üç günlük iznin bittikten sonra, birliğine döndün. Annen ve baban komutana şükranlarını sundular… İzninin bittiği sabah, annenle baban otobüsle Kars’a hareket ettiler. Oradan da trenle İzmir’e gideceklerdi. Bir hafta sonra, yüzbaşı seni makamına çağırdı. Babanın saygın, iyi bir insan olduğunu söyledikten sonra: -Bundan sonra eğitime çıkmayacaksın. Bölük deposuna bakacaksın, dedi. Depo çavuşluğu için, sonradan onbaşı olmuş senin gibi birine böyle bir görev verilince şaşırdın. Beklemiyordun. O güne dek seni sevmeyenler, fırsat bulduklarında seni yıpratmak için ellerinden geleni yapanlar, şimdi sana yakın duruyorlardı. Bundan sonra, sen artık onların gözünde tertip, hemşeri, arkadaştın. Yakında sana işleri düşecekti. Senden yeni bot, parka isteyeceklerdi… “Keser döner sap döner; gün gelir hesap döner,” diyordun. Dediğin oldu… Haziran 2014 Çiğli/İzmir

  • Ölümsüz Aşkın Diyarı Bartın

    -NOKTA NOKTAM’IN YANİ ÖLÜMSÜZ AŞKIN DİYARI: BARTIN- Gençliğimizin yani 1960'ın ilk yılları hepimizin dilinde şu şiirler vardı. Marya (Bekir Sıtkı Erdoğan) Agora Meyhanesi(Onur Şenli) Saçların Alnına Düşecek (Ayhan Hünalp) Dağ Rüzgarı ( Ümit Yaşar Oğuzcan) Nokta Noktam (Rıza Polat Akkoyunlu) Daha öncede yazdım. Bunlardan Nokta Noktam şiirinin pek hüzünlü bir hikayesi vardır. Rıza Polat Edebiyat öğretmenidir. Bartın’da öğretmenliği sırasında bir kıza aşık olur. Hemde çılgınca. Rıza Polat evlidir. Kız ise öğrencisi... Tam anlamıyla bir yasak aşk yani. Derken toplumun kabul etmediği, edemeyeceği bu memnu aşk (yasak aşk) yayılmaya başlar. Rıza Polat tayinini ister ve Tarsus’a gider. Ama yüreğini, kalbini, sevgisini Bartın’da bırakır. İsmi belli olmasın diye yazdığı şiirleri Nokta Noktam diye adlandırır. Bu aşkın geçtiği o egzotik ve büyülü ortamı koklama, gezme, teneffüs etme, ruhuma, içime, hücrelerime kadar çekme fırsatı doğunca, Bursa’dan Bartın’a doğru yola koyuldum, Zonguldak’ı geçene kadar yol boyu, kentler, ilçeler arasında adeta boşluk yoktu. Birinin banliyösünden çıkmadan diğerinin evleri, işyerleri başlıyordu. Zonguldak’tan sonra bakir sahalara girdik. Bir yanda dağ ve orman ,bir yanda Karadeniz’in koyu maviliği... Bartın. o büyülü, o aşkın alameti farikası olan şehir. Duyguların kristalize olduğu, elmas kadar saf ve değerli, gökyüzünün bulutları kadar yumuşak ve latif Bartın... Nemli, hafif iyot, tuz karışımı deniz havasını içime çekmeye fırsat bulamadan İl sağlık Müdürü Dr. Alpaslan Erol beni aldı. DSİ misafirhanesine gittik. Mini valizimi bıraktık. Yemeğe çıktık. Tabii deniz kentinde balık yenir. Biz de öyle yaptık. Amasra müthiş turizm potansiyeli olan fevkalade güzel bir ilçe. Ama bizim gibi ova insanını yadırgatan, tepeleri, yokuşlu yolları var. Tanrı buralara lütfetmiş bahşetmiş. Orman, dağ, ırmak, göl deniz 72 kısım tekmili birden var yani. Kendi geçmişimdeki aşklarımı, sevgilerimi, ihanetleri, aldatılmışlıkları hatırladım. Ve fakat hiçbiri bu AŞK’IN VE NOKTA NOKTAM ŞİİRİ’nin eline su dökemez, yanından dahi geçemez. Bartın bu konuda şanslı mı? İki genci, sonsuz sevdayı ayıran bir cadı mı? Ayrılık olmasaydı bu karasevda olmayacaktı. NOKTA NOKTAM da yazılmayacak ve Bartın şiir dünyasında anıtlaşamayacaktı. Benim gibi aşk hayranları da buraya bu kente bu duygular ile gelmeyecekti. Selam olsun sana, sevdalar kentine, güzel insanlarına, güzel doğasına BARTIN. Şimdi aşkı pespayeleştiren, müptezellere ise bir şey demeye ne hacet. Sana, Rıza Polat doyasıya selamlar olsun. Yüce aşkın divanesine sevgiler, saygılar olsun. * YAZIMA KONU OLAN ŞİİRLER Nokta Noktam. Dün bir dosttan, uzun bir mektup aldım Beni anlatmış sana ve sen ona “Unuttum artık onu” demişsin Hem bu sözü gülerek, Medar-ı iftihar ile söylemişsin… Unutamazsın Nokta Noktam Unutamazsın! Çünkü; unutmak için önce unutulmak gerek.. Oysa ki sen, Hala bende esen, Eski kavak yelisin…. .. Unutamazsın… Kan değil, tüküremezsin, Ruj değil, silemezsin Dişi dudaklarına, dişimle yazdığım.. İki heceli erkek adımı…. Unutamazsın Nokta Noktam Unutamazsın! .. Seninle biz, halâ bir kabukta İki badem içi gibiyiz.. Baharsın; kokacaksın.. Güneşsin; yakacaksın….. Sabah yatağım kadar rüyâ dolu Sabah yatağım kadar sıcaksın.. Unutamam..Unutamazsın! .. Şimdilik bu kadar. Öbür mektubuma daha diyeceklerim var Darılma bana, gücenme sakın Ankara günlerinin bembeyaz ufkundan Binlerce selam sana … Bahar başladı nokta noktam Ankara’da bahar, veriminde toprak ana Aylar var ki sana tek satır yazamadım.. Oysa ki şimdi mevsim bahar Ötüşlerde adın, kokuşlarda tadın var.. .. Artık yazmalıyım… Takvime baktım bu sabah, ayrılalı beş ay olmuş.. Düşün ki Nokta Noktam Beş ay denilen nesne tam yüz elli gün eder.. Bunca uzun ayrılıksa; İnsanı, herşeye küskün eder… İnan bana… Dargınlığım herkese Ve tek hasretim sana. .., Düşünüyorum… Aşıklar pazarına çıkan yolu düşünüyorum… Bu yolun sağında yükselen Her geçişinde penceresinden tebessümler gelen Bahçesinde iri yedi veren, kayısı gülleri açan evi düşünüyorum.. Bir türlü gelmiyor düşüncelerimin ardı Ablan yanımda çorapsız gezerdi, Baş örtüsüz annen benden kaçardı. Düşünüyorum… Bu mevsimde baban, Her akşam bir yerine iki içerdi. Miyoplaşınca gözleri “Şair, iç be oğlum bahar dişidir doğurur” derdi…. .. Bahar başladı Nokta Noktam. Ankara’da bahar, Gönül ufkunda yağmur bulutları Cennet olsa artik sevmiyorum Sevmiyorum sensiz baharı… .. Sen; ey yirmi ört baharın en güzel süsü! Sen; ey mutlu günlerimin mutlu türküsü! Sen; ey ilk yaz akşamları kadar güzel çocuk! Sen; ey altın gözlerinin hisli dünyası! Ölümsüz bir yolculuk yaratan Sen; ey çıplak bir hançer gibi! Boylu boyunca gönlümde yatan Sen; ey her şeyim olan her şey! Son mektubunda söz verdin Tut diyorsun.. unuttum Unut diyorsun, unutmak mı? Güneş tekrar doğmayı unutabilir mi hiç? Gönül ferman dinlemez sözü unutulabilir mi hiç? .. .. Sen; ey mutlu günlerimin mutlu türküsü! Sen; ey her şeyim olan her şey! . Bu gece Yılbaşı… Başkent’de kar yağıyor Nokta Noktam Başkentte kar ve tütüyor gözlerimde Küllenmiş bir mangal gibi hatıralar….. Başkent’te kar yağıyor, Başkent’te kar… Bu gece yılbaşı. Bilirsin ki Nokta Noktam Yılbaşında hesaplanır Çoğu zaman insanların yaşı. .. Bu gece yılbaşı… Tokmaklarında yirmi dört hece Eğilip üstüme sessizce Şehrin kule saati Bilir misin Nokta Noktam? Bilir misin, ne dedi? “Şair, kutlu olsun, yaş otuz yedi.” Ve bir el saçlarımdan tutarak Kalbimi sana kadar sürükledi.. .. Bu gece yılbaşı, başkent ayakta Çalınan Tuna dalgaları komşu plâkta. Ne de kıvrak bu vals havası Başladı yine gönlümün On yıl evvel ki kanaması…. .. Ne günlerdi o günler cancağızım Ne günlerdi…. Sen, on yedisinde sevgilerin sisinde Başı duman duman bir kız. Ben, yirmi üstünde Gönlü gördüğü her güzelliğe nişanlı Öylesiye bir şair, öylesiye bir delikanlı…… Ne çabuk geçti zaman. Hey gidi Dünya hey… Bu gece yılbaşı Dışarıda kar yağıyor ve tütüyor gözlerimde Küllenmiş bir mangal gibi eski hatıralar… Köşede bir kırlent, kırlentde bir resim. Bartın’da bahar. Elimle yapmışım “asma köprüsünden” Kocanaz deresi Sağda, orta okul Okulda, çocukların sesi. “Çakır beylerin” elma bahçesi. Derede kayık, dümende ben. Küreklerde sen. Hava berrak, hava ılık Hava temiz Ve sularda sarmaşan gölgemiz… Bu gece yılbaşı, başkent ayakta Çalınan Tuna dalgaları değil artık komşu plâkta. Gönlüm bu diyardan çok çok uzakta.. Dışarıda kar yağıyor. Dışarıda kar ve tütüyor gözlerimde Küllenmiş bir mangal gibi Eski hatıralar.. Rıza Polat AKKOYUNLU AGORA MEYHANESİ Sana bu satırları Bir sonbahar gecesinin Felç olmuş köşesinden yazıyorum. Beş yüz mumluk ampullerin karanlığında Saatlerdir, boşalan kadehlere Şarkılarını dolduruyorum, Tabağımdaki her zeytin tanesine Simsiyah bakışlarını koyuyorum* Ve, kaldırıp kadehimi Bu rezilcesine yaşamların şerefine içiyorum: Burası Agora Meyhanesi Burda yaşar aşkların en madarası Ve en şahanesi Burda saçların her teline Bir galon içilir Sen, bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir. Burası Agora Meyhanesi Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası. Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı Boşalan ellerimde Kahreden bir hafiflik. Bu akşam Umutlarımı meze yapıp içiyorsam Elimde değil. Bu da bir nevi namuslu serserilik. Dışarıda hafiften bir yağmur var Bu gece benim gecem Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği, Gönlümde bütün dertlerin Hora teptiği gece bu Camlara vuran her damlada Seni hatırlıyorum Ve sana susuzluğumu… Birazdan plaklarda şarkılar susar, Kadehler boşalır, Umutlar tükenir Mezeler biter Biraz sonra Bir mavi ay doğar tepelerden Bu sarhoş şehrin üstüne, Birazdan bu yağmur da diner. Sen bakma benim böyle delice efkarlandığıma, Mendilimdeki o kızıl lekeye de boşver Yarın gelir çamaşırcı kadın Herşeyden habersiz onu da yıkar; Sen mes’ut ol yeter ki Ben olmasam ne çıkar. Dedim ya: Burası Agora Meyhanesi Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere Meydan okuduğu yer Burası Agora Meyhanesi, Burası kan tüküren Mes’ut insanların dünyası… Onur Şenli Sustu another life gazinosu Sustu şarkılar Paletimde renk sustu fırçamda şekil Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde Sustu paramos’un mazgallarından Şehre pancur pancur dökülen arya, Artık ne tayfalar mevcut, ne komondoslar, No o kor tenli, kızıl saçlı kanarya. Bu medar ikliminin tenha gecesinde Sardı bambu kamışlarını pişman bir sukut Sardı bu sızı Hani birdenbire bazen etrafımızı Sapsarı bir şüphe sarar ya İşte öylesine berbat bir hal var Hiçbir şey düşünmek istemiyorum, hiçbir şey Ama dördüncü tarassut kulesinde Bir şüpheli sinyal var Hayır, hayır yalan bütün bunlar Artık ne kadere inanıyorum ne fala Yalan söylüyor o falcı kadın O hintli parya Ben yalnız sana inanıyorum Yalnız sana marya Beni kahrediyor böyle geçen her gece Bu hoyrat yıldızlar, bu su, bu okyanus, bu yer Ve gökyüzünde emanet duran Şu asma fener İnan ki sevgili marya Ne varsa hepsi yalan hepsi keder Ve hepsi omuzumuzun üstünde çaresiz bir yük Ve hepsi angarya Biliyorum bu sabah güneşle beraber biliyorum Bir vapur demirleyecek bu nankör limanda Pol’ün ebedi matemine rağmen Virjini olabilirdi bu vapurda Ama sen yoksun biliyorum sen yoksun Baharda geleceğim diyordun hani İşte mevsim bahar ya Fırçam neden böyle titrer bilir misin Ve neden resimlerde fon sapsarı Anlıyorsun değil mi yavrum Bütün kağıtlara sinmiş anlıyorsun Bu tropikal zehir Bu müzmin malarya, Sensiz nasıl da boş iskele Sensiz nasıl da tenha şehir Müfreze nöbetçilerinin gözü önünde Koydan yıldızları çalmışlar bir bir, Yine birkaç çımacı, birkaç palikarya Ama kim düşünür yıldızları Yüzbaşı Arnold’u vurmuş yerliler Matemler içinde tekmil batarya. Bu insanlar, bu gök bu deniz, bu yer Birer birer kaybolmaya mahküm, birer birer Biz ki çoktan bu sapsarı hasret içinde susuz Biz ki çoktan beri kaybolmuşuz Nasıl, ağlıyor musun marya Sil gözlerini sil yavrum Bizim yokluğumuzdan ne çıkar Aşkımız var ya… Bekir Sıtkı Erdoğan SAÇLARIN ALNINA DÜŞECEK Ve bir gün leylaklar kuruyacak Sil gözlerini diyeceğim o zaman Yeşil bir bahar sabahında Asker yüklü bir trenin düdüğü ile bitecek her şey Marı kanadından Kahve falından haber bekleyeceksin Saçların alnına düşecek Bir duman gibi geçip gidecek en renkli bulutlar Deniz en güzel maviliğini verecek avuçlarımıza Şarkılı bir masaldır yaşamak Şafak karanlığın zaman rüyaların düşmanıdır Yolunu bilmediğim şehirlerden Adını duymadığım zenginlerden birine gelin gitmişsin Sevmez oldum geceleri Geceler ki en hüzünlü türküler söylenirdi Eyvallah deyip her şeye alıp başımı gitmeliyim Ellerim cebimde dudaklarımda hep o ıslık Düşen yıldızlardan başkasını sevmeyeceğim artık Köşebaşlarında serhoş şarkıları söyleyeceğim bazan Bunca diyar gezdim gözlerin için diye Ve bir gün yorulup bıkacağım yaşamaktan Yalnız hatıralarımız kalacak beni yaşatan Işıklar dökülmeli avuçlarına Karpit lambalarından İskele fenerlerinden Kaybolmuş bir İstanbul akşamında karşılaşmalıyız Kar yağmasa da olur Yıldızları dökülmüş göklerin Kurşuna dizilmiş erler gibiyim Öylesine delik deşik öylesine susmuş Neslimden binlercesi köşebaşlarında kan kusmuş Hepsinin dikili ağacı çoluk çocuğu olmalı Yummazdım gözümü karanlıklarda Anahtar saçardım dosta düşmana Kuşlar hep uçar mı sandın Aldırma boşver yalnızlığıma Biz kadere tekme atıp çelme takmış insanız Aç dolandığımıza bakma Biz şair adamız Fakat yağmurlar gönlümce yağmalıdır Ve balkonda dağlara karşı beni beklemelisin Sokaklar yıllarca boş kalsa da Bir gün döneceğimi bilmelisin Ayhan Hünalp Dağ Rüzgarı Kaderde senden ayrı düşmek de varmış Doğrusu bunu hiç düşünmemiştim... Seni tanımadan Hele seni böyle deli divane sevmeden Yalnızlık güzeldir diyordum Al başını, kaç bu şehirden Ufukta bir çizgi gibi gördüğün dağlara Rüzgarın iyot kokularını taşıdığı denizlere git Git gidebildiğin yere git diyordum Oysa ki, senden kaçılmazmış Yokluğuna birgün bile dayanılmazmış. Bilmiyordum... Yine de dayanmağa çalışıyorum işte Bir kır çiçeği koparıyorum gözlerine benzeyen Geçen bulutlara sesleniyorum ellerin diye Rüzgar güzel bir koku getirmişse Saçlarını okşayıp gelmiştir diyerek avunuyorum Yaşamak seninle bir başka zamanı Bir başka zamanda seni yaşamak Herşeyden önce sen Elbette sen Mutlaka sen İster uzaklarda ol İster yanıbaşımda dur Sen ol yeter ki bu zaman içinde Ben olmasam da olur Seni bir yumağa sarıyorum yıllardır Bitmiyorsun Çaresizliğim gün gibi aşikar Su olup çeşmelerden akan güzelliğin İnceliğin ışık ışık yüzüme vuran Sen güneş kadar sıcak Tabiat kadar gerçek Sen bahçelerde çiçekler açtıran Sudan, havadan, güneşten yüce varlık Sen, o tek sevgi içimde Sen görebildiğim tek aydınlık Bir nefes de benim için al Havasızlıktan öldürme beni Bulutlara, yıldızlara benim için de bak Susadım diyorsam Bir yudum su içmelisin Ben yorulduysam sen uyumalısın Ellerim sevilmek istiyor Saçlarım okşanmak istiyor Dudaklarım öpülmek istiyor Anlamalısın. Ağaçların yeşili kalmadı Gökyüzünün mavisi yok Bu dağlar o dağlar değil Rüzgarında kekik kokusu yok Kim bu çaresiz adam Bu kan çanağı gözler kimin Kaç gecedir uykusu yok Gündüzü yok Gecesi yok Yok Yoook Anladım Sensiz yaşanmaz bu dünyada İmkanı yok. Ümit Yaşar Oğuzcan

  • Yabancı-Albert Camus

    Kitap okumak, farklı dünyaları keşfetmek, analitik düşünebilmek, tarihe damga vuran insanlarla sohbet ediyor düşüncesiyle, yolculuğa çıkmaktır. Karantina günlerinde kitap okuyarak, ruhumu zenginleştirmek en büyük kazanımım oldu. Salgın gündemimize düştüğü an aklımıza gelen yazarlar bu konu hakkında yazmış olanlardı. Veba romanının yazarı Albert Camus’un kitaplarıyla tanışmak üzere kitabevinin yolunu tuttum. Veba romanı o an ellerinde yoktu. En tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan "Yabancı"adlı romanını görür görmez satın aldım. Yazarın en gizemli kitabı, aynı zamanda edebiyat alanında en önemli eseri olarak biliniyor. Basit kurgusuna ve çok sıradan bir olay örgüsüne rağmen Albert Camus'un ve Varoluşçuluk düşüncelerinin özetini vermesinden dolayı birçok eleştirmen tarafından oldukça beğenilmiş ve Le Monde'nin seçtiği "Yüzyılın 100 kitabı " arasında gösterilmiş. ’’İyi ki okumuşum’’ dediğim eserlerden biri böylece kitaplığımda yerini almış oldu. Kısacık hayatına harika eserler sığdıran Fransız yazar ve filozof Albert Camus, 7 Kasım 7 Kasım 1913 yılında Cezayir Mondovi- Dreaan’de doğdu. işçi, cahil ve fakir bir baba ile ailenin çocuğuydu. Annesi de okuma-yazma bilmeyen İspanyol asıllı bir kadındı. I. Dünya Savaşında babasını kaybedince annesi tarafından büyütüldü. Albert Camus Cezayir'de iken 1934 yılında evlenip, İki yıl sonra boşanmıştı. 17 yaşındayken vereme yakalanınca üniversiteyi de bırakmak zorunda kalmıştı. Cezayir radyosu tiyatro bölümünde işe girdi. İlk gençlik yıllarında yakalandığı tüberküloz hiç peşini bırakmamış olsa da 1938 yılında ilk eseri olan Tersi ve Yüzü adlı eseri yayımlandı. Ama ilk büyük başarıyı I ‘Efranger “ Yabancı “ adlı eseri kazandı. 1940 yılında Paris'e geldi. Gençlik yıllarında başladığı gazeteciliği hep sürdürdü. Bir süre “varoluşçuluk” ile ilgilenen Albert Camus absürdizmin öncülerinden biri olarak tanınsa da, Camus kendisini hiçbir akımın filozofu olarak görmediğinden dolayı kendini bir “varoluşçu” ya da “absürdist” olarak tanımlamamıştır. 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıktan 3 yıl sonra 1960 yılında bir otomobil kazasında yaşamını yitirdi. Hayata gözlerini yummadan önce tüm dünya halkı için muazzam kitaplar yazdı. Okuduğum Yabancı adlı kitap hakkındaki bilgiler: Adı: Yabancı Orjinal isim: L'etranger Yazarı: Albert Camus Can Yayınları / Çağdaş Dünya Yazarları Dizisi 51.Basım: Mayıs 2015, İstanbul Fransızca aslından çevirisi: Samih Tiryakioğlu ESER HAKKINDA Romanın kahramanı olan "Meursault", "adı" olmayan bir "Yabancı"dır; Meursault" algıladığı şeyleri tanımlayamayan, ama gerçeği bulmaya çalışan boş bir bilinçtir. “ Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, "Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir," düşüncesinin özü olan bir kahramandır. Ölümün egemen olduğu bir “varlık”ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi “Meursault”, bir simge kahraman değildir, “adı” olmayan bir “Yabancı”dır; ESERİN KONUSU: Cezayir'de, tesadüfen bir Arap'ı öldüren Fransız, Mersault, kendisini ölüme götüren olayları kayıtsız şekilde izlemektedir. Her şey, kendiliğinden olup bitmekte, Meursault, topluma, kendine, adım adım yaklaşan ölüme, hayata, dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmış ve kayıtsız kalmıştır. TEMASI: Hayata, eylemlere, duygulara, çevreye, beklentilere ve insanın kendisine yabancılaşması, ölüm, umursamazlık, kabullenmişlik, yalnızlık, önyargıları sorgulayıştır. Roman kahramanının yabancılaşması romanda, roman kahramanının ağzından şu şekilde ifade bulmaktadır. “ …herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir” …. “İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.” Sözleri, çağdaş nihilizmin "saçma" kavramı altında irdelenmesidir. Eserin mesajı ise: “ dünya boş ve manasız bir yerdir. İnsan, hayat, toplum saçmadır. Yazara göre yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insanlar vardır.” Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma… Bu durum ve kahramanın ölümü kayıtsız bir şekilde bekliyor olması varoluşçuluğun özüdür. Roman okunurken, yazarın hissettikleri okuyucuya kahramanın ve papazın ağzından yansımaktadır. Mersault’ın yaşama sıkıntısına paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri Camus'un savunduğu düşünceyle birleşince okuyucuya boş ve anlamsız gelir. Roman ben merkezli bir anlatıcının yani kahramanın ağzından, öznel bir anlatım ile aktarılmaktadır. Eserdeki her şey Mersault’ın gözlemlerinden aktarılmıştır. Mersault davranışlarıyla, konuşmasıyla varoluşçuluğun tezi olan absürd/saçmayı destekler. Meursault’ı ziyarete gelen papaz ise Meursault’u yargılayan yansıtıcı bilinç görevindedir. Papaz, hem Mersault’u okura yansıtan bir bilinç hem de Meursault’un doğru yolu bulmasını öğütleyen düşüncelerin yansıtan bir fikir aynasıdır. Kişinin topluma olan yabancılaşmasının altında hayatın saçma olduğu felsefesi yatar. Yabancı adlı eserde bu felsefe ile karşılaşırız. Depresyon, dini çıkmazlar, kimlik karmaşası ve kişinin hayata ve kendine kayıtsız kalması… Kitaptan ilgimi çeken alıntılarla ilgili olarak benim düşüncelerim: ‘‘Anam ölmüş bugün. Belki de dün. Bilmiyorum. Huzurevinden bir telgraf aldım: Ananız vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar… Yazıyordu. Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.’’ İlk sayfadan itibaren okuduğum bu cümle kitabın son sayfasına kadar beni yalnız bırakmadı. Kapıya toslar gibi bu cümleye çarptım. Sıradan umursamaz olarak yazılan ‘’Anam ölmüş bugün’’cümlesi ile yazar yerine acıyı içimde ben hissettim. Çünkü anam öleli yıllar olmuş ben dün gibi acı çekmeye devam ederim. ’’Kapıcı arka taraftan içeriye girdi. Koşmuş olmalıydı. Biraz kekeledi. ‘Tabutu kapatmışlar ama ananızı görmek istiyorsanız açayım’ dedi. Tabuta yaklaşırken durdurdum. ’’İstemiyor musunuz?’’ dedi. Hayır dedim. Lafı uzatmadı. Sıkıldım. Az sonra bana baktı ve sanki öğrenmek istiyormuş gibi ’’Niçin?’’ diye sordu. ’’Bilmiyorum’’ dedim. ’’ Bu bir tercih meselesiydi. Verdiği karara saygı duyulmalıydı. Mutluluk bir yer ve her yerde dünyadan hiçbir şey beklemeden insanları sevmektir diyor Albert Camus. İşte Mersault’un hayat felsefesi bu. Benim de öyle. '’evet, bu hayat bana ait değildi ama en küçük ve en güçlü mutluluklarımı; sevdiğim mahalleyi, gökyüzünün akşamları aldığı her çeşit hali, marie'nin gülüşlerini ve giysilerini o hayatta bulmuştum ben.'’ Küçük şeylerde mutluluğu yakalayan insanları toplum hala sevmiyor nedense!!! "annemi elbette çok severdim ama bu bir şey ifade etmezdi ki. Sağlıklı bütün insanlar sevdiklerinin ölümünü az çok arzu etmiştir"-meursalt avukat ile konuşurken. Alışkanlık üzerine yazdıklarını okuyup geçemiyorsunuz. Toplumun dayatmasına mı kendi düşüncemize göre mi davranmalıyız.? Diye sorgulatıyor. Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir anlam taşır. Mersault en karanlık anlarında dahi hayal kurmaktan vazgeçmediği de açıkça görülüyor.Hayaller bizi olumsuzluklardan kurtaran bir dayanak. Bu görüşe katılmazsam olmaz. ‘’yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) iyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’’ Değil mi ki yaşam bir yerde ölümle -yani yoklukla- sonuçlanıyor, öyleyse nedir bu didinip durma, bu yedim-içtim, aldım-verdim, benim-senin kavgasının anlamı? Sadece fizyolojik ihtiyaçlar ve korku iç güdüsünden başka duygu yok. O yüzdendir ki okunurken karakterle bütünleşip okunmalı neden sonuç aramadan. ’’kendimi daha az yalnız hissedeyim diye, benim için artık, idam günümde seyircilerin çok kalabalık olmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını istemekten başka bir şey kalmamıştı geriye. ’’Can yakan cümlelerden birisi de buydu benim için.Bir çok insan aramızda bu durumda değil mi? annem... sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı. Yalan mı? Alışır tabii… Umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti. Umut olmadan hiçbir koşulda yola devam edilmiyor. Evdeyken annem, bütün zamanını hiç ses çıkarmaksızın arkamdan bakmakla geçirirdi. Yurda gelişinin ilk günlerinde sık sık ağlamıştı. Fakat alışkanlık yüzündendi bu. Birkaç ay sonra da, onu yurttan çıkarsalar bu yüzden ağlayacak duruma gelmişti. Hep alışkanlık yüzünden. Alışkanlık iyi mi kötü mü? Tartışmaya açık bir soru sanki. Hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız… Hayata bir kere geliniyor madem yaşanacaksa itina ile yaşanmalı. Hem fikirim. ”Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz.” Konuşurken susturanlar olmasaydı keşke. Anlamlı cümleler kurduracak hayat yaşamakta gerekli. Kitaptan aldığım diğer alıntılar ise: Hiçbir zaman söyleyecek fazla sözüm yoktur, onun için susarım. - Albert Camus – Yabancı Anacığım sık sık, “İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olamaz,” der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklerle boyanıp da, yeni bir günışığı hücreme sızıverince ona hak veriyordum. - Albert Camus – Yabancı Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. - Albert Camus – Yabancı Herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. - Albert Camus – Yabancı Az bir zaman sonra Marie bana mektup yazdı. İşte, o andan sonra hiçbir zaman sözünü etmek istemediğim şeyler başladı. Herhalde hiçbir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli insan. - Albert Camus-Yabancı İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur. - Albert Camus – Yabancı Herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. - Albert Camus – Yabancı İnsan her zaman az buçuk suçludur. - Albert Camus – Yabancı Benim yorumum: Öyle derin anlamlar, imgeler yok bu romanda, aksine her şey çok basit. Toplumun basit olanı, nasıl karmaşıklaştırmaya çalıştığı var. Kanunlardan çok oluşturduğumuz ahlak kurallarıyla yargılanışlarımız var. Ana karaktere çevrilen aynaların döndürülüp okuyucunun kendine bakmasını sağlayan bir kitap. Siz de kendinizi etrafta olup biten şeylere biraz yabancı hissediyorsanız, bu kitapta kendinizi bulacaksınız. Duygularını çok yoğun yaşamayan birinin tavırları, toplum beklentisini karşılamadığında yadırganışı, ona sallanan parmakların çok oluşu insanı şaşırtıyor. İnsan doğasına aykırı gelecek şekilde belirlenmiş geleneklere zincirlenmiş, bilinmezliğin ortasında terkedilmiş, hor görülmüş, sevilmemiş bir insan. Dışlanmışlık bu kadar can yakmamalı diyorsunuz. Yazarın bize söylemek istediği '’insan bir gün öleceğini bile bile yaşamalı mıdır? evet yaşamalıdır ve hatta mutlu olmalıdır. Hem de sorgulamadan mutlu olmalıdır. Çünkü; mutluluk bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı ve insanları sevmektir.

  • Fahriye Abla

    Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar Kapanırdı daha gün batmadan kapılar Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen! Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede Bahçede akasyalar açardı baharla Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye abla Önce upuzun sonra kesik saçın vardı Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı İçini gıcıklardı bütün erkeklerin Altın bileziklerle dolu bileklerin Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla Gönül verdin derlerdi o delikanlıya En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın Hala dağları karlı Erzincan'da mısın Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla

bottom of page