top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • coronadan distopya

    Sosyal mesafe önce bir metreydi... Sonra bir buçuk metreye çıktı... Daha sonra iki metre denildi... Hapşırınca sekiz metreye kadar ulaşabildiği anlaşılınca da marketlere metrekare hesabından insan alınmaya başlandı... Şimdi de virüs havada en az altı saat kalıyormuş korkusu yayılarak aynı havayı teneffüs etmemize yasak gelecek... Aslında virüsten çok önce başlayan sosyal mesafe kuralları kalıcı hale getirilmeye çalışılıyor... Hindistan'ı işgal yıllarında yerli halkın kendilerinden uzak durabilmelerini sağlayabilmek amacıyla acımasızca uygulanan bir sosyal mesafe aralığı varmış... Sosyal mesafe İngilizlerin çok sık kullandığı bir tabir... Kurala uymadıkları için; kölelerinin bile ölümle cezalandırılmalarında bir sakınca görmemiş İngiliz asilzadeleri... Yeni dünya düzeninde aşama aşama tekrar hayata geçirilmeye çalışılan da bu bence... Zengin ile Fakirin temas alanları iyice daraltılarak seni sen yapmaya, beni de ben yapmaya evrilen bir yasaklar dizisi adım adım hayata geçiriliyor... Artık lütfen benden uzakta durur musunuz derken lütfene ihtiyaç duyulmayacak hale getiriliyoruz farkında olmadan... Uzak dur benden demeniz için haklı gerekçeleriniz var çünkü... Yakında bu sosyal mesafe kurallarına uymayanlara ağır para cezaları da gelebilir. Distopya gibi... Çocukların okulları ayrı, Oturulan muhitler ayrı, Yemek yenilen yerler ayrı, Plajlar ayrı, Alışveriş yapılan yerler ayrı, Fakir birinin zengin biriyle karşılaşma olasılığı neredeyse imkansız hale getiriliyor... Gördüğünde de kanunlarla yanına yaklaşman yasak olacak zaten... Birisi size biraz yaklaştığında "imdat diye çığlık atmanız hiç kimseye garip gelmemeye başlayacak... Bazılarına çok ütopik ve saçma bir tez gibi gelebilir bu benim yazdıklarım ama dünyada ki bir çok ülkenin eskiden beri uygulamak istedikleri bir yöntemdi bu... Daha kırk sene öncesine kadar Amerika da siyahlar beyazların yanına yaklaşamazdı... Bunu demokratik bir çözümmüş gibi korona kılıfıyla tekrar yasal hale getirebilirler... Gece birlikte yattığı karısıyla gündüz arabada yan yana oturuyor diye ceza kesmeye kalkıyorlar.... İkişer metre aralıklarla toplanıp neye itiraz edebilirsiniz ki? Toplu bir gösteri yapılması mümkün mu artık bundan sonra... Bu virüs hayatımızdan tamamen çıktığında da bu sosyal mesafe kurallarının devam edeceğinden korkuyorum ben... Biz sevdiklerimize dokunmadan yapamayız halbuki ...

  • Bacayı İndir Bacayı Kaldır

    Bir toz duman… Çıplak insan ayaklarının ve nalsız hayvan izlerinin sıralandığı yollardan gürüldeye homurdana bir otomobil geçiyor. Uzaktan besili, dolgun gövdeli köpeklerin sesleri camları gıcırdattı: — Hovv… hov… hov… Bu, sivri bir diş gibi Maden Ocakları Müdürünün etine saplandı. Müdür yüzünü buruşturdu. Kulakları dikildi. Siz diyeceksiniz ki bir adam köpek sesi duyunca ne olur? Bu, benim için, sizin için böyledir. Bir şey olmaz. Köy köpeklerinin gürültüsü bizlere nihayet yabancılığımızı hatırlatır. Bu bir yabancıya karşı gösterilen hayretin ilk belirtisi ve yalnızlığın ilk işaretidir. Eğer biraz daha hatıranız varsa, o nihayet size bir korku, bir ürkeklik verecek, bacağınızdan ısırılıyormuş gibi olacaksınız. Ocak Müdürünün kafasına köpeğin sesi bir diş gibi battı ve derhal bir şimşek gibi çaktı, kafasında loş dehlizler aydınlandı. Karanlıkta ara sıra gerinerek uyuyan hatıralar kalktılar, birbirlerini dürttüler ve bir asker safı gibi dizildiler. Müdür, besli bir köpeğin bağırdığı yerde refahın derecesini anlayabilecek kadar tecrübeliydi, zeki idi, kısaca tam bu işin adamı idi. Hasta, yoksul köylerin cılız, tüyleri uyuzlaşmış, sesleri kısık köpekleri vardır. Zengin ve kibar köylerin muhafızları da mağrur, alınları yukarda ve heybetlidir. Sesleri dağdan dağa bir kasırga gibi hükmeder. Müdür bunları düşündü ve: — İşçilerin gündeliği umduğum gibi az olmayacak?... diye sesin ilham ettiği sonuca vardı. Otomobil, yabancıyı az zaman sonra gözün alabildiği kadar uzanan yemyeşil bir ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor bir koyu, yakıcı gelincikler, su üstünde yüzer gibi bu sonsuz denizde çalkalanıyordu. Derenin öbür tarafında sararmış olgun tarlalar kocaman bir yumruğa benzeyen başaklarını dizleri üstünde dinlendiriyordu. Her şeyi gürbüzdü, otlar gürbüzdü. Biraz ötedeki ağaçlar gürbüzdü, yapraklar gürbüzdü, yıkık duvarlardan taşan dallar, olgunlaşan meyvelerini tozlu yollara salıvermişti. Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan narlar, kâh kütüklerinden, kâh bir çardağın üstünden dalgın dalgın vücutlarını salıveren iri taneli üzümler, sonra beyaz, tertemiz kiremitli evler, temiz elbiseli çocuklar onun tahmininde aldanmadığını gösterdi. “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya denebilir ki ilk bakışında hayran oldu. *** Müdür, köylülerden öyle tatlı yüz, öyle candan bir dostluk gördü ki, her gün ziyafetten ziyafete gitti. Her ziyafet onda yeni bir âlem keşfetmiş gibi his bırakıyordu. Güzel ve bereketli ovanın mahsulü onu gayet kolaylıkla kendisine ısındırdı. Bir hafta sonra da köy zenginlerine ziyafet veriyor, Ermeni tercümanı vasıtasıyla her gün bir şeyler öğreniyordu. Bir gün, ihtiyar Muhtar Ömer Ağa, kıvrık sakalını sıvazlayarak, buraların şöhretinden şöyle bahsetti: — Hey Çelebi… Lokman Hekim ölüme çareyi burada buldu, kitaba yazdı. Neylemeli ki kitap suya düştü, eridi… Ölüme çare bulamadı ama, Lokmanın kitabının eriyen yaprakları buranın topraklarına karıştı. Onun için buraya ne eksek biter., çıplak ayakla basan hemen insan çıkar… bire elli buğday buradan gayri nerede var? Müdür zembereklenmiş gibi yerinden sıçradı, sordu: — Bire elli mi? — Ya ne zannettin Çelebi!.. Müdür, bundan sonra arazi sahiplerini teker teker davet etti. Tercümanını yanına alıp şöyle bir ağaların oturma odaklarına gitti. Hemen hepsine şöyle söylüyordu: — Ben bu Lokman Köyü’nü çok beğendim. Belki de çoluğumu, çocuğumu alıp burada yerleşmek de mümkün olur. Hele sizden çok memnunum, nerede Avrupa’nın o dalavereci insanları… Ben burada kendimi emniyet içinde görüyorum… bana biraz tarla satmaz mısınız?.. — Satarız… Ama, dönümü elli liradan aşağı idare etmez… Başka türlü veremeyiz. *** Müdür, “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları İşletme Müdürüne rast geldi. Dert yandı: — Bilsen şurada bir çiftlik sahibi olmak hem maden için kârlı olacak, hem de bizim için… Seninle de ortak olurduk… bir çaresini bulsak da biraz toprak alabilsek.. Çok para istiyorlar… Böyle satın almanın imkânı yok… İşletme Müdürü: — Fazla düşünceye lüzum yok… Kolay iş… — Nasıl… Nasıl? İşletme Müdürü gülümsedi: — Çok kolay… Bacayı şöyle biraz indirdin mi, iş bitti demektir. O zaman dönümünü on kuruşa pahalı deriz. “Kezzap”, “Zaç yağı”(Demir sulfat) nelere kadir değildir. — Vallahi sen dahisin. Fakat bacanın kısaltılması için bir sebep?... — Düşündüğün şeye bak… Onu Haçik’e bırak… o, köylülerin ağzından girip, burnundan çıkmayı mükemmel becerir. — Sahi yapar mı dersin? — İşten bile değil… *** Haçik, köylüler arasında itibarlı adamdı. Onun için herkes “dinince dinlensin” derdi. Haçik, kat kat kırışık ensesi, yağlı yakası, düşük kıranta bıyıkları, gür ve yozuna büyüyen sazlar gibi çarpık çurpuk kaşları ile bir acayip mahlûktu. Hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine bir Bektaşi babası gibi vakıftı. Köy kahvesinde ağaların meclisine girdi. Kâhya tütün kesesini uzattı: — Haçik Ağa, çek bakalım… diye iltifat etti. Onun bugün sinsi bir hâli vardı. Heyecanla bir tehlikeyi haber vermek ister gibi söze karıştı: — Bir Mevlânın kullarıyız. Yollarımız ayrı olsa da… Kudüs’le Mekke bizi ayırmaz… — Öyle öyle… Haçik Ağa… Sesler: — Yaman adamdır vesselam... İhtiyar bir köylünün Haçik Ağa’nın sözlerinden gözleri dolu dolu oldu. Yanındakine yavaşça: — Bu adam gizli din kullanıyor diyorlar, dedi. Biri atıldı: — Yalansa doğru olsun! Haçik, anlattı: — Söz aramızda… Görüyorsunuz ya… Yatırın başı ucundaki şu selviyi… bir de öteye bakın koskocaman baca!.. Şimdiye kadar zatı şerifin selvisinden daha yüksek bir şey var mıydı? Bütün köylüler: — Yoktu… — Şimdi?.. — Şimdi var… — Baca… — Baca… Baca evet… Evet. — Acırım size… Vallahi iki gündür gözüme uyku girmez oldu. Zatı şerifler çok kızgın şeylerdir. Hep birden seslendiler: — Doğru… Kabahatimiz var… Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç?.. — Dinletmeli!.. İnceli kalınlı, genç ihtiyar sesler: — Doğru, doğru!.. Fakat Frenk’tir anlamaz ki… — Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder… Müslüman dostudur. Piyer Loti adında bir Türk dostu vardı. Hani canım gazeteler hep resmini yaparlardı. İşte bizim müdür onun yeğenidir, yarı Müslüman sayılır. Amcasının evinde Allah hakkı için söylüyorum, iki elim yanıma gelecek, cami vardı. Kâhya okur yazar adamdı, başını salladı: — Bilirim, dedi, gazetede ben de okudum. Allah din kısmet etsin… — Amin! — Amin! Köylüler gözlerini ümitle açtılar, yalvarır gibi söylediler: — Haçik Ağa, şunu bir yaptırsan yok mu? — Yapıldı bilin… İnsanlar birbirleriyle dost olmalı. Bir Allah’ın kuluyuz. İyilikler yanımızda kalır… ………………………………………………………………………………………………… Baca yarıya kadar indi. Köy derin bir nefes aldı. Bir felaketten kurtulmuş gibi sevindi. Direktör ve İşletme Müdürü, Haçik Ağa’ya bir şişe mastika hediye ettiler. Köylüler ona bol bol ziyafet çektiler… Baca kısaldı… Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. Durmadan dinlenmeden bombardıman etti, hangi bombardıman bu kadar kanlı, bu kadar uzun sürdü? Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran, bir taraftan zaçyağı yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. Eczanelerde, kimyahanelerde saklanan zehirler burada bir dere gibi aktı. Bir yağmur gibi her yeri bastı. Rüzgâr bu ağır gazları bir kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş bir pamuk yığını hâline koyarsa, topraklar da öylece harap oldu. Toprak güzel rengini kaybetti. Soluk, ölüm duygusunu veren bir hal aldı. Yeşillikler bir anda sarardı, ertesi sene gürbüz ağaçlar kupkuru bir iskelet hâline geldi. Bahar bir hazan gibi girdi ve kimse baharın geldiğini anlayamadı. İri boylu otlar cüceleşti, cılızlaştı. Nihayet kayboldu. O nazlı, güzel çiçek denizi kurudu, şimdi ortada sonsuz bir çöl var. Sanki dünyanın vahşi sürüleri ayaklarıyla, dişleriyle, tırnaklarıyla burayı eştiler. Eski zamanların karınlarına bir mahallenin evleri sığan hayvanlar susuzluklarını burada dindirdiler. Artık buradaki rüzgârlar Samdan başka bir şey değildi. Ovada ancak ölüm ekildi ve sefalet biçildi, şen sesli, dolgun vücutlu, gözleri parlak, sevimli zeki hayvanlar, yavaş yavaş ahmaklaştı. Öküzler zayıf, nesli tükenen bir akrep haline geldi. Atlar kişnemeyi, koşmayı unuttular. Sarsak başlı, düşünceli bir acayip mahlûk haline girdiler, sanki bir kaplumbağa… İki sene sonra uzaktan ses, müdürün kulağının memesini bir diş gibi kapan köpeğin tüyleri döküldü. Karnı sırtına yapıştı. Artık bağıramıyor, güç halle ağzını açarak havlamanın taklidini becerebiliyordu. Bir hayalet gibi yavaş yavaş sürüklenen hayvanlar da kimi ahırlarından çıkmaya takat bulamadı, kimi düştü öldü, kimi yatalak hasta oldu. Bahar hayvanlar için bir haradır. Bütün tabiat, sinirleri damarlara ve bütün canlıların uzviyetine coşkun bir hayat neşesi verir. Halbuki bu bahar, ne güzel bir kuzu yavrusu göründü, ne sevimli bir eşek, ne bir buzağı, ne bir tay sesi duyuldu. İnsanlar da soldular. Sert kemiklerin üstünü, buruşuk bir deri kefenledi. Dudakları kurumuş yosunlara benzedi. Yeşilimsi beyaz ölü rengi fersiz gözlerin etrafını kapladı. Kır yollarında cıvıldaşan insanlar bir hayal oldu. Artık köy halkı değneklere dayanarak, öksüre öksüre ve iki adımda durup dinlene dinlene dolaşabiliyordu. Tümünün ciğerlerini kurşun tozu kapladı. Atların üstüne elini dokundurmadan hoplayan eski süvari çavuşu şimdi yerinden kalkmak için koltuk değneğinin ve birkaç adamın yardımını bekliyor. Günler öyle geçti, her geçen gün sanki köylülerin damarlarını açtı, kanlarını boşalttı, boşalttı… Bacanın etrafında köyler için artık düğün, balıkların konuşması, öküzlerin yumurtlaması gibi acaiplikler arasına girdi. Bir mucize olarak doğan çocuklar da yaşamadı. *** Köylüler son bir yardım diye Maden Ocaklarının Müdürüne koştular: — Çelebi bize ne verirsen ver de artık tarlaları satalım… — Ağa iyi ama ne yapalım, Allah bir afettir verdi. — Hani vaktiyle istemişsiniz de onun için söylüyoruz. — İşe yaramaz ya… Ne istersin?.. — Ne olacak canım… — Ben burayı mal olsun diye değil, size bir yardım olsun diye alacağım. Dönümü yarım lirada… — Eh ne yapalım?... Peki olsun… Maden Ocakları Müdürü bütün köylünün arazisini satın aldı. Köylüler heybelerini sırtlarına vurarak, tozlu yollardan uzaklaştılar. Fakat her adımda, her izde bir hatıra buldular. Ayakları yürümedi, köylerini ana ana gittiler. Kimi öldü, kimi dere kenarlarında, kimi ağaç altlarında yurda hasretin acılığını duydu. Döndü. O, zehirli havayı doya doya teneffüs etmek için geri geldi. Bu zehirli hava, sanki onları yaşatacak, sanki onlara derman olacaktı. Birçokları yamaçtan köylerine baka baka, gülümseyerek bir taş parçası üstünde can verdi, sağ kalanlar ellerindeki para ile ne yapabilirdi. Döndüler, dolaştılar, nihayet maden ocaklarına amele oldular. Bu da bir teselli idi, hem kazanacaklar, hem de köylerinden ayrılmayacaklardı.***Ocak insan eriten bir makine gibi çalıştı. Maden ocaklarının yanında taşları olmayan adsızların sonsuz mezarlığı uzadı gitti. *** Baca hâlâ yarım. Çünkü daha sekiz on adam var ki topraklarını satmadılar. Birikmiş servetlerini yiyip her şeyi olduğu gibi muhafaza ediyorlar. Onlardan biri kötürüm, biri pehlivan, ötekiler delikanlılardı. Nihayet mal sahiplerinin de ambarları boşaldı, kuyularında suları çekildi, hayvanları öldü. Tatlı yenip tatlı konuşulan evler şimdi bir sinek vızıltısı, bir hastanenin iniltili koridoruna ne kadar benziyordu. Sonunda açlık, sıcak iklimlerin ormanları arasında eşinen kaplanlar gibi öteyi beriyi sarstı. Onlar da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi. Bir gün yedi köylüyü maden ocağı yolunda yan yana devrilmiş buldular. Bir delikanlının göğsünden şu dilekçe çıktı: Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine, Efendim, Boğazı tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz. *** Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. Yirmi, otuz bin dönüm araziye hudut çekildi. Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar yükseldi, hem o kadar ki, eski selvi onun yanında bir fidan gibi kaldı. ……………………………………………………………………………………. Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çiftlik kâhyası onları: — Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy, möy yok haydi… geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun, yoksa jandarmaya haber veririm… Diye başından savdı. SADRİ ERTEM Güzel Yazılar HİKÂYELER, TDK YAYINLARI

  • AYŞEGÜL

    Çam ağaçlarının sesi nasıl tarif edilmelidir? Hem buna ses demek doğru mudur? Ne fısıltıya benzer, ne de bir dil nağmesi veya sevda sözleşmesidir. Çamların sesi değil, nefesi vardır. Bana, kendi sıhhî râyihalarını koklayarak derin, uzun, dumanlı bir surette teneffüs ediyor gibi bir tesir yaparlar. Bakarsınız bir şey işitmezsiniz; o zaman galiba havayı içlerine çekerler. Sonra, hep birden nefes almaya başlarlar, çam kurusunu fıstık, reçine, sakız ve ardıç kokan bir derin teneffüs kaplar. Nefeslerinde ve vücutlarında çam râyihası sezilen mahbubeler olmadığı içindir ki zahir erkekler kadınları çamlıklara götürürler ve orada öperler, tâ ki aşklarına bu sıcak, sağlam ve şehvetli ıtırdan bir nebze karışsın diye... İşte Bilân sırtlarında, çamlar altındayım. Benim altımda da bin metre aşağıda İskenderun ovasıyla İskenderun kasabası soluk almağa mecalsiz, güneş altında dümdüz yatıyor. Serinlik, gölgelik içinden o kızgın yerlere hayretle bakıyorum. Ben o kadar rahatım, öyle okşayıcı, huzur ve saadet verici tatlı rüzgâr karşısındayım ki gözle görünen bir yerde sıcaktan bunalmış, sıtmadan kavrulmuş ve güneşten usanmış adamların mevcudiyetine inanamıyorum. Aşağısı bana bahar içindeki bir bahçeden Afrika çöllerinde geçen bir seyahat romanı okuyormuşum gibi çok uzak, çok korkunç, takat yarı yalan gibi görünüyor. Zavallı küçük, şirin, beyaz İskenderun sanki bornoslu bir seyyah gibi şu akçıl ve ağaçsız ovayı aç, susuz, bitkin bir hâlde zor geçmiş, nihayet denizin serinliğine kavuşmuş, fakat serinlik yerine sıcak bir su tabakası bulunca bu dümdüz ve sımsıcak ova ile sımsıcak denizin arasında ümitsizlikten bıkılıp yarısı suda, yarısı karada serili kalmış! Zaten bu sahillerin denizi benim deniz hakkındaki bilgimi değiştirdi. Marmara'nın en sıcak günlerde Soğukoluk sularında yıkanmaya alıştığım için ben denizde daima bir serinlik var zannederdim. Hayır burada deniz hem içinde bulunanlara, hem de kenarında yaşayanlara sıcaklık veriyor: Yıkanmak için girenlerin terlemediğine inanmıyorum. Bilân'ın cenup sırtları çok ağaçlıklı, çok sulak, çok meyveli ve serin... İşte bir pınar başındayım; oluğun altına bir sepet iri, olgun, renkli şeftali oymuşlar. Başı yemenili, saçları iki örgü, ayağı takunyalı sarışın bir köylü kızı bana sordu: — Yer misin amca? Aldım. Buz gibi derisi, ısırırken dudaklarımı yaktı; ezdikçe ağzıma serinlik, râyiha, usare doluyor; buna biraz da çamların teneffüsü karışıyor. Ah ne güzel meyve... Bana şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız! — Yavrum şu görünen köyün adı nedir? — Müftüler. — Daha ötede neresi vardır? — Nergislik — Ya bu suya ne derler? — Zerdali Oluk. — Şu yukardaki dağ? — Kınalı Tepe. — Şu yol nereye gider? — Dere Bahçe'ye. Ne güzel isimler! Lübnan portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi. Burası bana daha aşina meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar etrafımı kaplıyor. Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve yıldızlar... Sonra her evin pencerelerinde Müslüman ve fakir meskenlerin âdeta yarı mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler, fesleğen saksıları... Kızım o basma taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin? — Bilirim: Kadife. — Bu su kenarında açan yeşil şeyler? — İnci çiçeği. — Ya senin adın nedir? Utandı; kısaca, usulca: — Ayşegül, dedi. Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha güzel. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zehra'lara, Hatice'lere, Fatma'lara, Şerife'lere karşı yakınlık duyarım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri arasında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum: — Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül! Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanlarında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızının yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor. Memleket Hİkayeleri REFİK HALİD KARAY

  • Dilimiz Üzerine

    Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor. Türkçede, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz... Dilimiz çirkinleşir..." dediler: Genç Kalemciler'e ters baktılar, saldırdılar. Genç Kalemciler'i yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi! O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar. Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, öteden beri istediklerini sanarak kullanacaklar. Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir. Nurullah Ataç(Biyografisi) (1898-1957), Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar ve eleştirmendir. Dergâh dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla edebiyat dünyasına giren Ataç, çeviri, deneme ve eleştirileriyle Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuştur. Yeni bir kültür ve dil arayışı içinde, kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele almış; Batılılaşma, Divan şiiri, yeni şiir, eleştiri gibi çeşitli konularda, kişisel yönü ağır basan yazılarındaki kuşkucu ve cesur tavrıyla pek çok genç yazarı da etkilemiştir. Elliye yakın çeviri yapan Nurullah Ataç'ın yazıları şu yapıtlarda toplanmıştır: Günlerin Getirdiği (1946), Sözden Söze (1952), Karalama Defteri (1953), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (ös 1957), Okuruma Mektuplar (ös 1958), Prospero ile Caliban (ös 1961), Söyleşiler (ös 1964), Günce I -II (ös 1972), Dergilerde (ös 1980)

  • Don Kişot, Romanların Romanı

    Gustave Flaubert: “Ben ‘Don Kişot’u okumadan önce, ezbere biliyordum.” demişti. Bu büyük söze, Flaubert’i belki iyi anlamış olan Thibaudet’nin bile gereken önemi vermemesine şaşılır. İlk akla gelen, şüphesiz Flaubert’ in “Don Kişot”u çocukluğunda dinlemiş olmasıdır. Öyleyse, büyük romancı herkesin söyleyebileceği bir şeyi söylemiş oluyordu. Bütün ünlü kitapların ortak kaderi “okunmadan bilinmek” değil midir? Kaç aydın “İlyada”yı, “Kutsal Kitap”ı, “Kur’an”ı, “İlahi Komedya”yı ya da “Leyla ile Mecnun”u okumuştur? Bununla birlikte bu kitapları “aşağı yukarı” bildiğini sanır herkes. En ünlü kitaplar en az okunan kitaplardır, diyeceğim geliyor. Sözle özetlenmeye elverişli bütün şaheserler toz tutmaya mahkûmdurlar. Onları biz; istemeden, özlemeden, zahmet çekmeden kitaplıklar dışında buluruz; hava gibi, su gibi, ekmek gibi. Bilinen şeyleri yeniden bulmanın tadını çıkarmak herkesten beklenemez. Dahası var: Ölümsüz olmak tam anlamıyla ölmek demektir! Hesabı görülmüş şeylerden bize ne? Paris’te büyük adam heykellerinin önünden geçerken içimde tuhaf bir sıkıntı duyardım. Bir gün anladım ki bu sıkıntı bana o heykellerin mahkûm oldukları sonsuz yalnızlıktan geliyordu. Ne günahları vardı ki onları köşe başlarında zorla seyredilmeye, görmeden bakılmaya, okumadan bilinmeye mahkûm ettiler! Ne mutlu bana ki en çok sevdiğim sanatçıların heykellerine hiçbir yerde rastlamadım. Ama Flaubert: “Ben ‘Don Kişot’u okumadan önce benliğimde, damarlarımda, bilinçaltımda buldum.” demek istiyordu. Ya da isterseniz böyle diyebilirdi Çünkü: 1. “Don Kişot” bütün insanların romanıdır. 2. “Don Kişot” bütün romanların romanıdır. 3. “Don Kişot” gerçekçilik çağının, yeni zamanların romanıdır. Hiç şüphesiz, Don Kişot’a bu engin niteliği veren yalnız Cervantes değildir. Her şaheser gibi onu da az çok yüzyıllar yaratmış, daha doğrusu tamamlamıştır. Her şaheser gibi o da düşünce tarihini emmiş, bir “karmaşa” hâline gelmiştir. Aslında kolayca ispatlanabilir ki insani ve evrensel sayılan eserler bu niteliklerini çoğu zaman sonradan anlamışlardır. Her eser doğduktan sonra gittikçe büyüyen bir bağımsızlık ve kendi kendine zenginleşen “ikinci bir içerik” kazanır. Ama şimdiye kadar eleştiri, kötü bir alışkanlıkla bu ikinci içeriği hep sanatçının ruh sermayesine mal etmiştir. Sanki her güzelliğin bir sahibi olması şartmış gibi! Ben, sahiplerini gölgede bırakan birçok şaheser biliyorum. Cervantes’ in kitabına isteyerek koyduğu şey, hiç olmazsa başlangıçta, şövalyeliğin yergisi idi. Tıpkı sonradan, Flaubert’in “Madame Bovary”sine burjuvalaşan romantizmin yergisini koyacağı gibi… Şu farkla ki güneyli Cervantes, esinini iyimser ve genç bir uygarlığın sabahından alıyordu, kuzeyli Flaubert ise kötümser ve yorgun bir uygarlığın akşamından. Eleştirinin kaynağı birisinde “sağduyu” öbüründe “hınç”tı. Rönesans’ta şövalyelik, müspet bilim çağında romantizmin düşeceği akıbete uğramıştı. (…) Başta Amadis de Gaule olmak üzere şövalye romanlarının hiçbiri ve bu romanların hiçbir özelliği Don Kişot’ un yıkıcı alayından kurtulamayacaktı. Hatta Cervantes alayla yetinmeyerek Don Kişot’u baştan çıkaran bu romanları -bir kaçı dışında- birer birer ateşe attıracaktı. Aynı şekilde Flaubert de Madame Bovary’yi baştan çıkaran romanları birer birer mahkum etmeyecek mi? Şövalyelerin kutsama törenine bile kurtuluş yoktu. Don Kişot’un nasıl kutsandığını biliyorsunuz. Hiçbir devir, hiçbir moda bu kadar ezici bir yenilgiye uğramamıştır: Ne Molkre’de ne Voltaire’de ne Şaubert’de… Şüphesiz biz artık çağdaşların bu yenilgi karşısında duydukları hazzı duyamayız. Ama Don Kişot’un ilk başarısını bu hazza borçlu olduğu inkâr edilemez. Bunu zaten Cervantes’ in kendisi de söylüyor: “Kitabım, baştan başa şövalye romanlarının yergisidir.” Gerçi, Don Kişot her şeyden önce, büyük bir karikatürdür ama öz hatlarına indirgenmiş, gözsüz, kulaksız, elbisesiz bir karikatür değil.. Don Kişot’u atından, uşağından, zırhından, miğferinden, hatta şato ve değirmenlerinden ayıramazsınız: Onu Harpagon gibi bir tip olarak düşünemezsiniz. Ama o hâlde bu canlı karikatür, bu Manşlı “Hidalgo” insani ve genel içeriğini nerden alıyor? Don Kişot, Harpagon gibi insanlığın “stylise” edilmiş belli bir yönünü değil, bütün insanlığı, “insan”ı temsil etmektedir. Tipler birer parça, Don Kişot bir bütündür: Hamlet gibi, Faust gibi, Prens Muiskin gibi, Madame Bovary gibi… Bakın, Don Kişot’un karikatürleşen her yönü nasıl en öz duyularına cevap veriyor: 1. Don Kişot (Madame Bovary gibi) romanların etkisi altında kalır: 2. Don Kişot (Madame Bovary gibi) yaşadığı hayatla yetinmez: “evasion, değişmek ihtiyacı. 3. Don Kişot (Madame Bovary gibi) dış dünyayı olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi görür: idealizm. 4. Don Kişot. (Madame Bovary gibi) gerçeğin hapishanesinde kalmaya mahkûmdur: gerçekçilik. Değişen yalnız şu ki Don Kişot’a: Etki altında kalış, bir hipnotizma; Değişmek ihtiyacı, bir “paranoya” (kendini büyük adam sayma deliliği) idealizm, bir “sanrı”; Realizm, bir “yere yuvarlanma” biçiminde ortaya çıkar. Zaten Don Kişot’ un bütün deliliği, bir “manie (mani)”ye indirgenebilir. Çünkü dikkat edilirse onun tek “zayıf nokta”sı şövalyeliktir. “Gezgin şövalye” olduğunu kabul ettiğiniz sürece, Don Kişot düşüncesi yerinde ve mantıklı bir adamdır. Normalin biraz üstüne çıkan her insana “manyak” teşhisi konulamaz mı? Hepimizin bilinçaltında bir Don Kişot uyumaktadır. Don Kişot’a çok candan gülüşümüz, ona çok benzediğimizden gelmiyor mu? Madame Bovary’ye acımamız, ona çok benzediğimizden değil mi? Flaubert: “Madame Bovary benim.” diyordu. Ama Don Kişot’ u romanların romanı yapan yalnız ruhsal içeriği değildir. Bu kitabın gerçek serüveni, idealle gerçeğin savaşıdır. Diyeceksiniz ki bu bütün insanlık tarihinin serüvenidir. Ama “Don Kişot”ta ideal ile gerçek, yerle gök, Don Kişot’la Sanşo Panza, nihayet eşit güçlerle karşılaşıyorlardı. İlk olarak yeryüzü hayal gücüne karşı koyuyor, yel değirmenleri idealizmin kaburga kemiklerini kırıyordu. Eleştiri çağı başlamıştı artık. Ama iyimser Cervantes bu savaştan bir dram değil, bir denge, bir uyum yaratıyordu! Kitabın asıl mucizesi bu işte… Don Kişot’la Sanşo Panza birbirini yok etmiyor, tamamlıyorlar; ruhla beden, ışıkla gölge gibi. İşte onlar, hayal ve gerçek, İspanya’nın güneşli bir yolundalar: Don Kişot önde, bir hayalet gibi uzun ve zayıf, gözleri uzaklarda… Sanşo arkada, şişman ve kırmızı, gözleri elindeki soğan ekmekte. Öndekinin aklı ileride, arkadakinin aklı geride, gidiyorlar. Onları yalnız ölüm ayıracak ruhla beden gibi yürüdükleri yol hayat yolu. Romanın bütün olayları âdeta bu sonsuz yürüyüşün gâh ideale çıkan, gâh gerçeğe inen bir grafiğini çizerler. Nasıl destan ve masallardaki bütün olaylar iyilikle kötülüğün, çirkinlikle güzelin, dünyevi ile ilahînin kavgalarına indirgenebilirse hayal ve gerçek karşıtlığı da “Don Kişot”un tek ve “her yerde hazır” temasıdır. Bu tema roman edebiyatlarına özgü bir açıklıkla olaylarda, görüntülerde hatta üslupta bile durmadan değişir, genişler, zenginleşir: Devler ve yel değirmenleri, şato ve han, ideal ve açlık, Don Kişot’un aşkı ve Rossinante’nin kısraklara saldırısı, hayalî sevgili . Marie Tornez, sihirli miğfer ve berber çanağı vb. her zaman aynı şey, hep aynı büyük karşıtlığın kırıntıları. Cervantes romanına sonsuzca devam edebilirdi. Don Kişot bitmeyen romanlardandır. Don Kişot, Sanşo beraberliğini yüzyılların hayatında da görüyoruz: Tabii daha karmaşık, daha dengesiz biçiminde. Zamanın, çevrenin ve ruhun ihtiyaçlarına göre savaşı gâh hayal gâh gerçek kazanıyor. Sanat tarihinde durmadan devam ettiğini gördüğümüz “doğadan uzaklaşma” ve “doğaya yaklaşma” akımları aynı savaşın aşamaları değil midir? Klasik edebiyatta hayal gücünün dizginlerini tutan ünlü “sağduyu” bizim Sanşo değil midir? “Gerçekten başka güzellik yoktur.” sözü Sanşo’ nun “Güzellikten başka gerçek yoktur.” sözü de Don Kişot’undur. Ama, müspet bilim ilerledikçe hayalin tepkileri daha pahalıya mal olacak ve sonunda Madame Bovary gerçeğe karşı gelmesini hayatiyle ödeyecektir. Romantizm Don Kişot’un yeni bir atılımı, bir isyanıdır. XIX. yüzyılda hayal ve gerçeğin savaşları artık barışla değil, “dram”la bitmeye başlıyor. Ruhları bu drama sahne olan kahramanlar saymakla bitmez: Werther, Faust, Don Juan, Julien Sorel, Eugnie Grandet, Madame Bovary, Raskolnikof. XIX. yüzyılda gerçekliği yenmiş hangi roman kahramanını tanıyorsunuz? Hangisi rüyasını kana kana içebilmiştir? Her savaşta kanatları kırılan “hayal” Don Kişot’ un atından düştüğü zaman söylediği sözü bir nakarat yaptı: “Yo soy el most desdichado caballero de la tierra” (Ben yeryüzünün en mutsuz şövalyesiyim.). İdeal ve gerçeğin, romantizm ve realizm adları altında karşılaştıkları dramı en iyi Flaubert’ de seyredebilirsiniz. Don Kişot’ u okumadan bile ama Cervantes’e çok az benzeyen bu adamın hayatı iki kutup arasındaki zikzaklarla örülmüştür. Beş altı yıl arayla yazdığı romanlarının her biri kendinden öncekine bir tepki niteliğindedir. “Madame Bovary”de ölen hayal, “Salambo”da canlanır, “Education” da yeniden ölür. Bu, şunu gösterir ki Flaubert savaşmayı yalnız anlatmıyor, yaşıyordu da. Nitekim “Madame Bovary”i yazarken soğukkanlılığını tutamamış ve bu dış gerçekçi romancı, ansızın kendinden söz ettiğini anlayarak ürpermişti. Oysa Cervantes, kendine güvenli ve anlattığı serüveninin çok üstündeydi. O, dudaklarında sürekli bir gülümsemeyle kahramanlarını birer kukla gibi oynatabiliyordu. Zavallı Don Kişot’una karşı, çok çok, bir baba sevgisi duymuş olabilir; onu da her zaman değil. Çünkü Cervantes bütün kavgalarda bir barış, bütün düzensizliklerde bir düzen, bütün uyumsuzluklarda bir uyum seziyor; bir kelimeyle, hayatı bir “bütün” olarak görüyordu. Hayatı bir bütün hâlinde, yani bir hayal ve gerçek, ruh ve beden karmaşığı olarak görmek ve göstermek; işte büyük romancıların sırrı bu olsa gerek. Bu bütünü görüş sayesindedir ki büyük romanlarda bir devrin, bir uygarlığın nabzını duyarsınız; bu görüş sayesindedir ki bütün roman kolayca bir destan niteliği kazanır. “Don Kişot” “dünya hayatı”nın destanıdır. Son üç yüzyıl içinde yazılan bütün romanlar, âdeta bu destanın çevresinde dönüşen yıldızlar gibidir. “Don Kişot”la “İlahî Komedya” bitiyor, “İnsani Komedya” başlıyordu. Nitekim, dünya romanının destan değerini çok iyi gören Balzac, sayısız, eserlerini bu ad altında toplayacaktı. Yazık ki Cervantes insani komedya adını Balzac’tan önce bulup kitabına koyamamıştı.

  • Yurdum

    -GÜNAYDIN EZGİLERİ / AHMET ERHAN- Yurdum, Tarihin üst üste Su verdiği bıçak… Oğulları bıçkın Kızları güleç, Yurdum, Kederle, acıyla Uğunur yıllar boyu Onu kim sağaltacak Karanlıkta yazıyorum Bu yitik şiirleri Nasılsa okunmayacak Susarsam dağlar beni Beni denizler utandıracak Öyle yalnızım ki Yürürüm yollarda Suskun ve uzak… Kahvelerde otururum, Selamı alınmayan Bir adam olarak… Tanımaz beni dostlar Eski dostlar beni… Yazın ömrüme bir tek Ömrüme şunu, Yurdunda bir sürgün Gibi yaşadı ancak… Yurdum, köylerinde şimdi Erişte döküyor kızlar Hamuru gözyaşıyla karıyorlar Sıra sıra açıp kesiyorlar… Dilim dilim, küçük küçük Evlerin duvarlarında Kâbe-i Muazzama tasvirleri Seccadelerin üstünde Namaz kılıyor yaşlı kadınlar Yüzleri kıbleye değil, Oğullarının gittiği yöne dönük Oğullar sınır boylarında Gözleri ufka yamalı Yurdum, yüreğinde şimdi Çatlamadık damar mı kaldı? Hoşça kal bile diyemeden Gittiler gece yarıları Kur'ana el basarak Konuşuyor analar: Hiç unutmayacağız bunları! Güvercinler bile Kanatlarını saklıyorlar Haber gelmesin diye… Yurdum deyince kardeşler Dilimde söyleyemediğim, Binlerce kelime… Gözyaşlarım bir bir Çekiliyor yatağından, Kıracak beni dünya Eğilip bükülürsem… Umarım yok gelen geceden Yurdum boynuma zincir Kendini taşıyan muska Fısıltıyla konuşuyorsam, Güçsüzlüğümden değil Korkumdan yalnızca… Ama hiç bu kadar Doğrudan bakmadım yaşama Yalın olmak istiyorum Yurdum gibi… Baharda kırlar Çiçeklenince nasılsa Ve hazırım şimdi Çocukların soracakları Bütün sorulara… Fısıldamak taşlara, Soluğumu göğe bir bayrak Gibi asarak bugün Öyle içten, öyle sıcak Yurdum demek istiyorum Parmağımı toprağa Bir dal gibi uzatarak Yurdum çizmek istiyorum Yaralı yurdum benim… Sana rahim dünyadır Şimdi umudu cenin Kılıp da doğmanın zamanıdır… YURDUM-AHMET ERHAN 1982 / 1958 Doğumlu- 2013'te aramızdan ayrılan Ahmet Erhan seçtiğimiz bu şiiri 1982'de yazmış. YURDUM şiirindeki "...Yurdum, kederle, acıyla Uğunur yıllar boyu Onu kim sağaltacak?" sorusunu hemen her şiirinde başka başka biçimlerde ama ısrarla sorar? 12 Eylül öncesinin içine düştükleri ve anında kavruldukları ateşin ortasında çelimsiz gövdelerine bakmadan organize devlere "benim yurdum..." diyerek kafa tutan romantik idealist şairlerdendir... ERHAN'ın şiiri, kuşağının özelliği anlatan, ama zengin diliyle lirik özellikler de taşıyan bir şiirdir ... Onun şiir ve hayat anlayışını da özetleyen başarılı şiirlerinden olan YURDUM'da çizilen ülke panoramasındaki pek çok desen de bugüne şaşırtıcı derecede benzer. 36 yılda çok şey değişmemiştir yazık ki... Şairler, ülkelerinin kahinleridir sanki.

  • Charles Aznavour Öldü

    Fransız müziğinin güçlü sesi Charles Aznavour 94 yaşında hayata veda etti. 80 yıllık kariyeri boyunca 180 milyon albümü satılan ve 60'tan fazla filmde rol alan Ermeni kökenli Fransız şarkıcı Charles Aznavour Fransa'nın güneyindeki evinde 94 yaşında hayatını kaybetti. CHARLES AZNAVOUR Shahnour Vaghenag Aznavourian bilinen sahne adıyla Charles Aznavour (22 Mayıs 1924; Paris), Ermeni asıllı Fransız şarkıcı, söz yazarı, oyuncu ve diplomat. Fransa'nın popüler ve kalıcı sanatçılarından biri. Ermeni kökenli bir ailenin oğlu olarak 22 Mayıs 1924'te Paris'te dünyaya geldi. Fransa’ya Gürcistan’dan göç eden babası Michael Aznavourian şarkıcı, İzmir'den göç eden annesi Knar Baghdasarian ise oyuncuydu. "Caucase" isminde bir lokantaları vardı. Sanatçı bir aileden geldiğinden küçük yaşta tiyatroyla tanışan Aznavour, henüz dokuz yaşındayken oyunlarda rol alıp şarkı söylemeye başladı. Küçük kumpanyalarda şarkı söyleyerek başlayan kariyerinin dönüm noktası ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf'la tanışması ile oldu. Piaf’la birlikte Amerika’ya ve Avrupa’nın çeşitli kentlerine düzenledikleri turneler sonucu dünyaca ünlü bir şarkıcı haline geldi. Altı dilde (Fransızca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve Rusça) şarkı söyleyebilen çok yönlü bir sanatçı olan Aznavour’un dünyanın dört bir yanında pek çok hayranı vardır. Ana dili Fransızca dışında, İngilizce ve Almanca da konuşur, ama Ermenice bilmezdi. Bugüne dek, altmışa yakın filmde rol alan Aznavour yüzlerce beste yapmış ve şarkı sözleri yazmıştır. Fransa`nın Frank Sinatra`sı olarak da lanse edilen Aznavour`un hemen hemen bütün parçaları aşkla ilgilidir. 1970'lerde "Dance in the Old Fashioned Way" ve "She" parçalarıyla İngiltere'de büyük başarı elde etti. 1988'de yaşadığı depremle ağır yaralar alan Ermenistan'a "Ermenistan için Aznavour" adlı bir vakıf kurarak maddi manevi yardımlarda bulundu. Bu çabaları nedeniyle Ermenistan Hükümeti 2004 yılında sanatçıyı ülkenin en yüksek mertebesi olan "Ermenistan Ulusal Kahramanı" ödülüne layik gördü. 2008 yılında da Serj Sarkisyanın imzaladığı kararname ile Aznavour'a Ermenistan vatandaşlığı verildi, ayrıca 2009 yılında Ermenistan'ın İsviçre Büyükelçisi olarak atandı. 2009 yılından itibaren Birleşmiş Milletler'de Ermenistan'ın daimi delegesi oldu. 2011 yılında yayınladığı kitabında "Soykırım kelimesi beni rahatsız etmeye başladı" diyerek Türkiye'ye karşı kin beslemediğini ifade etti. 1960'dan fazla filmde oynayan Aznavour, François Truffaut'nun Piyanisti Vurun (Tirez sur le pianiste) filminde Édouard Saroyan karakterini canlandırdı. 2002 yılında Ermeni soykırımı iddialarını konu alan, Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan'ın Ararat filminde rol aldı. 2006 tarihli, hikâyesini Costa-Gavras'ın yazdığı, yönetmenliğini Laurent Herbiet'nin yaptığı Albayım adlı filmde Peder Rossi karakterini canlandırdı. Üç kez evlenen ve altı çocuk sahibi olan Charles Aznavour, Paris'te 1915 olaylarının ardından kaçan ve yeni bir yaşama başlamak için Fransa'nın başkentine giden Ermeni anne -babanın çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Yoksul bir göçmen olarak büyüyen Aznavour'un şarkı sözlerinde bu deneyim anlatılıyordu. Charles Aznavour yedi farklı dilde 1200 farklı şarkı kaydetti ve 94 ülkede konser verdi.

  • Göl Yalnızlığı

    Şiirin bütünü için videoya tıklayınız... * Bir yaz gecesi göl yalnızlığı; Düşünmek ya da boğulmak için En derin yeridir dünyanın. Şimdi su; Gözlerin gibi mavi ve masum su: Zindan gibi kararır Az düşünsen boğulursun... ... Öyle sansan da Bir senin kıyametin değil bu çocuk Biz o mağradan beri böyleyiz Yaşarsan çekeceksin Çocuklar aşkına döner bu dünya Dik dur bebek, Onurla yaşa Asla yenilmeyeceksin ... Şiirin bütünü için yukarıdaki videoya tıklayınız...

  • Karadut

    Karadutum, çatal karam, çingenem Nar tanem, nur tanem, bir tanem Ağaç isem dalımsın salkım saçak Petek isem balımsın ağulum Günahımsın, vebalimsin. Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan Yoluna bir can koyduğum Gökte ararken yerde bulduğum Karadutum, çatal karam, çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın. Sigara paketlerine resmini çizdiğim Körpe fidanlara adını yazdığım Karam, karam Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam Sıla kokar, arzu tüter Ilgıt ılgıt buram buram. Ben beyzade, kişizade, Her türlü dertten topyekün âzade Hani şu ekmeği elden suyu gölden. Durup dururken yorulan Kibrit çöpü gibi kırılan Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum N'etmiş, neylemiş, n'olmuşum Cömert ırmaklar gibi gürül gürül Bahtın karışmış bahtıma çok şükür. Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum Karam, karam Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam Sensiz bana canım dünya haram olsun.

  • SUSADIM

    Susadım Üç tane elma soydular, üç tane portakal Nafile Bir bardak suyun yerini tutmadı Acıktım Kuş sütü, kuru üzüm getirdiler Nafile Bir çimdik somunun yerini tutmadı Seni düşündüm sevgilim şükrederek Su gibi aziz olasın her daim Ekmek gibi mübarek. * EKLEYEN:Nurdan.B.ALADAĞ

  • Türküler Dolusu

    Kirazın derisinin altında kiraz Narın içinde nar Benim yüreğimde boylu boyunca Memleketim var Canıma ciğerime dek işlemiş Canıma ciğerime Sapına kadar. Elma dalından uzağa düşmez Ne yana gitsem nafile. Memleketin hali gözümden gitmez Binbir yerimden bağlanmışım Bundan ötesine aklım ermez. Yerliyim yerli olmasına ilmik ilmik, damar damar Yerliyim. Bir dilim Trabzon peyniri Bir avuç tiftik Bir çimdik çavdar Bir tutam şile bezi gibi Dişimden tırnağıma kadar Ressamım. Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım Taşıma toprağıma toz konduranın Alnını karışlarım Şairim şair olmasına Canım kurban şiirin gerçeğine hasına içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter Eğri büğrü , kör topal kabulum Şairim. Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası Ayak seslerinden tanırım Ne zaman bir köy türküsü duysam Şairliğimden utanırım Şairim Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm Hey hey, yine de hey hey Salınsın türküler bir uçtan bir uca Evelallah hepsinde varım Onlar kadar sahici Onlar kadar gerçek insancasına, erkekçesine 'Bana bir bardak su' dercesine Bir türkü söylemeden gidersem yanarım. Ah bu türküler Türkülerimiz Ana sütü gibi candan Ana sütü gibi temiz Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla Köyümüz, köylümüz, memleketimiz. Ah bu türküler, Köy türküleri Dilimizin tuzu biberi Memleket ahvalini onlardan sor Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni... Ben türkülerden aldım haberi. Ah bu türküler, köy türküleri Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak Hilesiz hurdasız, çırılçıplak Dişisi dişi, erkeği erkek Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara Bıçağı bıçak . Ah bu türküler köy türküleri Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi Kiminin reyhasından geçilmez Kimi zehir, kimi zemberek gibi. Ah bu türküler, köy türküleri Olgun bir karpuz gibi yarırılır içim Kan damlar ucundan, murekkep değil işte söz, işte ses, işte biçim: 'Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar' iliklerine kadar işlemiş sızı Artık iflah olmaz kavak ağacı Bu türkünün yüreğinde sancı var. Ah bu türküler, köy türküleri Ne düzeni belli, ne yazanı Altlarında imza yok ama içlerinde yürek var Cennet misali sevişen Cehennemler gibi dövüşen Bir çocuk gibi gülüp Mağaralar gibi inleyen Nasıl unutur nasıl Ömrunde bir kez olsun Halk türküsü dinleyen... Bedri Rahmi Eyüpoğlu

  • Güneş Ülkesi

    Güneş Ülkesi "İdeal ülkeyi" anlatan efsane bir kitap ve Tomasso Campanella da onun yazarı... TÜRÜNÜN EN İYİLERİNDEN BİRİ OLAN BU KİTABI BULURSANIZ OKUYUN, İsterseniz bir önfikir için Can Dündar'dan dinleyin. Videoya TIKLAYIN

  • Yüksek Gerilim

    Yağmurlar dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar tarlalarda biriken fazla suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını çoğalttı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu büyüttü. Tek pervaneli uçaklar mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilaç püskürttüler. Siyolan kokusu, bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çiçeklerin tadına sindi. Ardından sırayla ekmeğin, etin, sebzenin tadına sindi. Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü; şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına, poturlarına, mintanlarına sindi. Tek pervaneli uçakların attığı ilaç, pamuk fidanları üstünde kurudu. Damarlı yüzlerinde benek benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize attıkça otların payına düşen nem de azaldı. Yaz boyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen sürgünlerde gövdeler, yolun tozuyla havanın ilacını tuttu; beyaza yakın bir kül rengine buladı. Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli ılgınlarla süpürgeotları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan rengin yerini hemen ilacın beyazlığı aldı. Kuru pamuklar eylülde toplanmaya başlandı. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek, yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti. Üstlerinde daha çok ilaç lekesi biriktirdiler. Güneş, bütün yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden, ovanın üstüne saldı. Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilacın pek az kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden ilaç püskürtmeye geldiklerinde ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin altından uçup her seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilaçlarını püskürtecekleri zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir koridorda uçtular. Hafif eğimli kanallardan akan suyu yüzü hareketsiz ince, kahverengi, tahıl kabuğunu andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyonlardan korunup büyüdüler. Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları aydınlattığında tedirginleşip daha çok bağırdılar. Yukarda, kuzeyde baraj, nehrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye, kalabalığın toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici gücü bu yerlere taşıdı. Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim hattı, geçtiği yerlerde hiç bir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın gelmesine izin vermedi. Yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden daha çok, ama çok daha azını vinç operatörü Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk ampulüne boşalttı. Ampul, Kadir Çiçek'in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulaşıkları yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı iyice örttü; öylece getirip pencere önüne bıraktı. Cansız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı, avluya çıktı. Kadir Çiçek, yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu. "Çok erken varmalı şantiyeye. Vinvin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi." Ellerini tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü aydınlıkta baktı ellerine: "-Dürzünün vinci!" dedi. Güldü yine de. Karısı tuzlu su dolu kaba uzandı: "-Oldu mu?" dedi. "-Oldu, oldu" dedi Kadir Çiçek. "Götür dök" Sakine çiçek, tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki peykede yatan kardeşi Hasan'a baktı: "Aferin ülen" dedi nerdeyse yüksek sesle. "Dünün çocuğu... Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi... Çabuk öğrendin orta halat yardımcılığını..." Hasan uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu. Damın üstünde Hasan'ın küçüğü Sefer'le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar. Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal, neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer: "-Sus be, uyu artık!" diye bağırdı. Kadir Çiçek başını yukarı kaldırdı. Sefer'le Kemal'i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam, ensesinin üstünde kalıyordu. "-Seslen şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını it". Karısı, dama çıkan merdiven başına vardı. Yıkarı seslendi: "-Kemal! Baban yanına varıyor ha!" Kemal'in zorla sindirmeye çalıştığı sesi yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan. "-İşin bittiyse söndür ışığı" dedi Kadir Çiçek karısına. "-Yatacaksan yatağını açayım mı?" Sakine Çiçek, yeniden içeri yöneldi. "-Açma daha. Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri". Kapıdan dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke olup kaldı. Uzaklarda kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor: Kadir Çiçek'in avlusundaki bütün sesleri, Kemal'in gülüşlerini falan bastırıyordu. Sakine usulca çıktı içerden. Usulca konuştu: "-Sivriler pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar". "-Uyumuş mu kızlar?" "-Uyumuşlar. Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma". Kocasının soluna bir sandık çekti. Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı. Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuklu, yol yol çizgiliydi kocasının yüzü. "Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç yılda çökertti onu da". İçini çekti: "-Nasıl avuçların?" Kadir Çiçek dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi. "-Düşünme Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa pencereleri camlarız". Kocası başını çevirip baktı ona. "Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir'imin gözlerine dolmuş dolmuş da şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor". Böyle geçti Sakine Çiçek'in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi başını. Peykede bir kıpırdanma oldu. Hasan doğrulup kalktı. "-Uyunmuyor be yenge. Çok sıcak..." Genç irisi gövdesiyle dikildi peykenin önüne. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı. Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi: "-Hasan..." dedi sonra, "demin uykunda konuşuyordun düdük..." Hasan, kötü şaşırdı: "-Yok yahu abi?... Ne diyordum ki?..." (Vinç operatörü treylerin üstündeki Hasan'ı gördü şimdi. Bütün gün gözü onun gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz Hasan abisine "vinç askısını indir" işareti veriyor, sonra acele çelik halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine bakıyor, tam zamanında "kaldır" işareti veriyor. Önceleri bu iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan'ın işi çok dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, anında "indir" ya da "kaldır" işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti, çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi gerişi; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi dikişi, hep bir kıvırmayla, bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir'in yüreğine). "-Söyleyim mi?" dedi, Hasan'ın ürkek gözlerine bakıp. "-Söyle..." "-Yengenin yanında?" Durdu Hasan. Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak. "-Olan olmuş zaten. Duymuşsun ya" dedi. Pijamasının altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü. Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. Arkasını dönmedi hiç. Öyle çömeldiği yerden: "-Yengem de duysun, n'olacak" dedi, isteksiz. "-Hadi Kadir, deyiver neyse..." "-Ah oğlum, kız adı sayaydın daha iyi olurdu ya..." "-Eee, ne saymışım?" "-Kaldır, kaldııır!.. İndir, indiiir!.." Hep birlikte güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü: "-Başka?" "-Ne olsun başka?" "-Pek bir sevdin sen bu işi Hasan... Pek bir sevdin... Etmeyeydiniz... Askere gideydin daha iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza..." Sakine, bitirmedi sözünü. Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı. Sakine, başka yerden aldı sözü: "-İşte, öyle istedin, öyle oldu; ne deyim?..." "-Aman be yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde... Derken Kemal, derken Gülten, derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan... Birbirimize dayanacağız demedik mi?" "-Yapsaydın askerliğini önden..." Kocasının kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne. "-Kaç metre döşedik bu ay?" Hasan okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi. Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik. Şimdilik yine iyiydi her şey. "-Bugün yüz yetmiş metre geçtik abi... Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz yetmiş metre geçtik... Yarın beş yüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin lira tutar, değil mi?" "-Doldurursak tutar" dedi, Kadir Çiçek. "-Üç bini de pay ettin mi dördümüze..." Kafasında hesabını kurdu. "-Kadir Usta..." dedi sonra, "Kadir Usta... Yevmiyelerle, iki saat fazlalıkla birlik bu ay sade benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dört yüz elli lira geçiyor. İlk bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli olmuştu... İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!... Gidip hemen bir buzdolabı alıcam şuraya... Taksitle maksitle... Konduracam avluya... Çekecem bir de elektrik hattı içeri ampule giren hattan buraya.. Artık buz gibi içeriz suyumuzu... Ayranımızı da soğuturuz..." Göz kırptı abisine: "-Rakını da soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman... Çocukların kitabı, kalemi, defteri de benden... Her zaman..." Abisi sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek. Sakine, Hasan'ın coşkusu çözülmesin diye çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü: "-amanın şuna bakın!... Büyümüş, adam olmuş da..." Olmadı. Oturmadı bir şeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa bir söz ya fazla, ya eksik söylenmiş oluyor. "-Sağol Hasan... Sağol yine de..." "-Bir de Almanyalara gitmeye kalktındı abi. Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda... Şimdi yani, kötü mü oldu?..." "-Amma öttün be sümüklü!" dedi Kadir. Yüreği hopladı Sakine'nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona: "-Baba Kadir... Kadir Usta... Baba kadir Usta abim benim be..." dedi; kardı karıştırdı bu adları-sıfatları birbirine. Yüksek gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha, çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek'in avlusuna yerleşecek soğutucuya da aktarmak üzere hazır etti; bekledi. Yirmi altı beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi. Vinç operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü, açtı, levyeyi kavradı ve vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi. Az önce yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde katranlı iple eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerinden tam yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine "tamam" işareti vermiş, yirmi üçüncü kanalet eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere, yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik askı halatını yakalayıp bekledi. Sağ yardımcı Bilal ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini aldılar, beklediler. Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan askıyı ayırıp birini Osman'a, ötekini Bilal'e attı. Vincin üstünde, gözlerini kendisinden ayırmayan, her hareketini hoş görmez bir usta dikkatiyle izleyen abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak: "-Varan yirmi dört!" diye bağırdı ona. Sesini daha çok yükseltti: "-Geçtik! Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!" Kadir Çiçek, yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü. "-Kes hesabı! İşi bitirelim!.." diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğirdi. Hasan'ın o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına çevirdi. Güneş iyice alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu kendini. Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini yitirmiş püskül püskül radika otları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı, buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırt etmek her an güçleşiyordu. Taa uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde bu kereste bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek'in dişlerini kamaştırdı. Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük bütan gaz ocağını avluya çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı. Hışırtıyı duydu ve ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşin parıltısını yine de bastıramıyordu. Sakine Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal'e: "-Koş anam, Sefer abine söyle, bir paket de Sana alıversin gelirken" dedi. Bütan gaz ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti. Sakine'nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışarıdan avluya dolan bıçkı sesine arkasını dönüp yeniden seslendi: "-Sağır mısın Kemal? Sana söylüyorum!" "-Duydum" dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü. Sakine'nin dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükrüğünü yuttu. "-Duydunsa koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini ..." "-Erken daha". "-Erken... Sana erken. Bana her şey geç, baksana... Koş hadi!" Kemal isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi ağzına dikti, içti. "-Ilık. Kan gibi" dedi. -Buzdolabı alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar..." "-Ne zaman?" "-Bu ay başında". "-Yarından sonra yani?". "-Yarından sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra... Hesaplarını bir yapsınlar hele... Borç-harç ne kalmış, görsünler de..." "-Fruko da koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım". "-Bakalım. Belki. Bir gün koyarız belki". "-Keşke yaz başında alsaydık be anne!" "-Sana konuşması kolay. Fırla hadi!.. Yağ lazım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden..." Orhan, peykenin üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten'le Gülten, musluklu tenekenin başında bez bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine Çiçek, kızların yanında yanına koştu; çekip aldı onları ordan. "-Bütün suyumu harcadınız yine!... Su nerede?..." Beton sulama kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yaz başı pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe indikçe içbükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı. Ovanın pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kağıtlar üstünden kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilaç püskürten küçük uçak pilotları, mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta yürüdüğünü görmüşlerdi. Güneyde iki büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası her gün biraz daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli topluiğneler batırdı. Topluiğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi her akşam, yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet oturttuklarına baktı. Devlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip, yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının üçüyle vurdu ve dönüp masasının başına, şirketin devlet alacağını hesap etti. Akşamları şirket mühendisleri devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda kaldılar. Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri adına her gün biraz daha hızlı devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri "bankalar için" dedi. Kontrol mühendislerinden biri "ovayı bölüşenler için" dedi. Kuşkulandılar birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim sonuçlarını beklediler. Güneş biraz daha dağıtıp yaydı ışığını. Vinç bumunun gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek, gölgesini ardına düşürdü. Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ halat yardımcısı Bilal, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman'ın da kanaletin sol alt ucundan halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen anını kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan'ın gözünde Kadir'in artık ezbere tanıdığı ışık parladı: "Kaldır!" Kadir, işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç bumunu ağır ağır kaldırıp döndürmeye başladı. Bilal ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal ağızlarıyla açılıp duran beton kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına kondular. Katranlı İplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç bumunun ucunda askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi, orada bekledi. Hasan, treylerin üstünden yer atladı. Bilal'le Osman'ın yanına koştu. Katranlı iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı: "-İndir!" dedi, bu kez sesli olarak. Kadir Çiçek, kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere. Eğerlerdeki katranlı ipler üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi abisine. Bu arada treyler hareket etti ve bir sonra konulacak kanalet yerine ilerledi. Hasan: "-Tamam!" diye haykırdı. Sağ ve sol yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan'la birlik yeniden treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, vinci, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti kaldırıp yerine oturtmak üzere, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü. Orada bekledi. Yukarlardan inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek. Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin her bir i için birer öğün demek olacak. Sakine Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti. Çapraz ayaklı masayı ıtırların yanına taşıdı Sakine. açtı. Masanın yeşil-beyaz muşambası üstüne cacığı koydu. Cacığın yoğurdu, yüzeyinde, henüz gözle seçilemeyen hafif bir fışırdamayı gizledi. Sakine Çiçek, bütan gaz ocağının başında durdu. Kaynayan suya evde kesilmiş makarna saldı. Boynunu dikip gökyüzüne baktı yine. Zamanı anlamaya çalıştı. Ay çıkıyordu. Buzlu cam gerisinde irin renkli bir ışık, şimdi maviye çalan beyaz bir ışıkla kavgaya başlıyordu. "Vakittir" dedi Sakine Çiçek. Peykenin üstünde yüzükoyun sızıldanan Orhan'ı doyurmaya koyuldu. Bıçkı sesi dinmişti. Vincin bumu askısını sarkıttı. Hasan, çelik halatı yakaladı. Aşağıdan gelen soluk yeşil renkli bir pikap kızını yavaşlattı. Şantiye mühendisi Nazif, pikabını yolun kıyısına bıraktı, indi. Bir hendeği atlayıp ekibin yanına vardı. Eliyle "durun" işareti yaptı. Durdular. Kadir Çiçek'in canı sıkıldı. Hasan Çiçek, orta halatı gevşetti avucunda, ama bırakmadı. Kadir Çiçek levyeyi boşa aldı, kalktı, başını Nazif beye uzattı. "-Elektrik hattını görüyorsun değil mi usta?" "-Biliyorum" dedi Kadir Çiçek. "-Dikkatli olmak gerek. Bumu uzak tut. Yaklaştırma". "-Evet, evet" dedi Kadir Usta. "-Kötü bir saat. Geç. Uzaklıklar yanıltır şimdi..." Hasan Çiçek atıldı: "-Tek kanalet kaldı!" dedi. "-Olsun. En iyisi bırakın işi artık. Sabah yerleştirirsiniz". (Yaşını on sekizden büyük ve askerliğini yapmış gösteren bir sahte kimlik kartıyla abisinin karşısına dikildiği günden bu yana altı ay geçmişti. O sabah abisi kendisini kovalamıştı. Akşam, evde dövmüştü. "-Kaç kişi girdi bu yoldan işe. Şantiye anlamıyor. Anlasa da anlamazlığa geliyor. Bilal nasıl çalışıyor sanıyorsun?" diye karşı durmuştu Hasan yine de. Yumuşamadı abisi. "-Sıkıntıdasın... Çok sıkıntıdasın. Bilmiyor muyum ben?" dedi Hasan. O zaman iki tokat daha yedi abisinden. "-Sana ne ulan? Benim bileceğim iş! Okula gideceksin. İşte bu kadar!.." İlk büyük çatışmalarıydı abisiyle. Çocuklar yadırgadılar. Hepsi korktular, ağladılar. Kadir Çiçek, fırlayıp kahveye gitti. Gece çok geç döndü. Konuyu açtırmadı bir daha. Hasan'la konuşmadı. Evin kereste borcu hesabını ona değil, Kemal'e yazdırdı. Üçüncü gün, memleketlisi Avni'den biraz daha borç para istemek için de Sefer'i gönderdi. Sefer, eli boş döndü. Dördüncü gün, Osman'ın beşiğini götürdü. Beşik bir daha geri gelmedi, ama Kadir Çiçek, akşam Sefer'le eve üç ekmek ve bir takım ciğer gönderdi. Kendi gelmedi. Beşinci gün yevmiye dağıtma günüydü. Sakine Çiçek, gözünü avlu kapısından ayırmadı. Bütan gaz ocağını yakmak için kocasının dönmesini bekledi. "Kıyma getirirse patatesi vururum ocağa..." Yağışlar dinmemişti daha. Bütün ay vinç de, treyler de araziye çok seyrek girebilmişti. Fazla çalışma, prim söz konusu değildi. İş günleri bile sayılıydı. "-Hepsi hepsi yedi yüz tutar bu ay. Fazla tutmaz" demişti Kadir Çiçek. Karısı, bütün bir ayı nasıl geçireceklerini düşünmeyi çoktan unutmuştu. En yakın akşamı ve en yakın sabahı düşünebiliyordu o. Hasan, damın üstüne çıkmış, akan yerine bir çinko parçası çakıyordu. Damın üstünde eğilip doğruldukça yengesini görüyordu. Yengesinin işi her gün biraz daha azalmıştı. Her gün biraz daha az tencere ovuyordu. Çamaşırı biriktiriyordu. Biriktirmeye olanak kalmayınca, düz suda çalkalıyordu. Terden kayışa dönmüş gömlek yakalarını bir tutam kille ovuyordu. Hasan, elini cebine sokmuştu. Sahte kimlik kartını çıkarmıştı. Karta, herkese iyi gelecek bir iksir gibi bakmıştı. Damdan indi sonra. Yengesinin, yeşil lastik ayakkabılarının ucuyla bir su birikintisini incitmeden dürtüklediğini gördü. "-Ne inat bu benim abim!.. Ne inat..." dedi. Sakine Çiçek, kocasını savunmak istedi. Ama şu an savunacak belli bir ipucu yakalayamadı. "Seni düşündüğünden..." dedi sadece. "-Bu yaz çalışsam... İlerde yine okurum..." Hasan sözünü tamamlamadan avlu kapısı gıcırdadı. O yana fırladı Sakine. Baktı, kocasının elleri bomboş değil. Eski gazete kağıtlarına sarılmış paketlere uzandı. "-Al. Götür ocağa bir şeyler koy". Kadir Çiçek'in sesi başka bir adamın sesiydi. Yüzü başka bir adamın yüzüydü. "-Hasta mısın Kadir?" Kadir, karşılık vermedi. Kaç gündür tek söz etmediği, yüzüne bakmadığı Hasan'a doğru yürüdü. Hasan, abisi yeniden tokatlarsa diye kendini hazır etti. Söyleyeceklerini bir bir dizdi içinden. Abisi yanından geçti. Peykenin ucuna ilişti. Ellerine baktı. Parmaklarını kenetleyip şıklattı. "-Sen git, ocağa bir şeyler koy" dedi yine karısına. Hasan elindeki çekici toprak duvara sürttü. Kabaran toprak hemen döküldü yere. "-Hasan..." dedi Kadir Çiçek, "yanıma gel". Hasan, yanına gitti abisinin. Ama çok yakınına değil. "-yarın birlikte gidelim şantiyeye. Kağıtlarına bakacaklar. Uygunsa iş verecekler sana." Hasan'ın yutkunma bezleri sızlamıştı. Göz çevrelerinde bir yanma olmuştu. "-Sağol abi" demişti, sızlama ve yanmaları bastırıp. "-Doğramacı yevmiyelerimi kestirmiş. Şantiye şefi haberliydi. Kesmiş. Bu ay öderim demiştim". Başka bir açıklama yapmamıştı Kadir Çiçek. Sadece sözü bağlamıştı: "Yanıma alacağım seni. Belki ilerde iyi bir vinç ustası olursun sen de". "-Olurum" demişti Hasan da. "Senin borçların var, keserler. Benim borçlarım yok kesemezler" demişti, dili ağzına dolaşarak. "yani diyeceğim... bir yandan kesilirsek, bir yandan damlarız hiç değilse... Öyle değil mi abi? Mühendis Nazif, kararsız duruyordu. "-En iyisi boşaltın treyleri. O gitsin. Bilal vincin başında kalsın", dedi. "Gerçi evet... tek kanalet için... Yine de, boşaltın". Kadir Çiçek, kararlı konuştu: "-Çift iş olur bey. Şimdi oturturuz onu biz. Yerleştiririz geçeriz". Mühendis Nazif, artık bir şey demedi. Bütün gün yerlerine oturtulmuş kanaletlerin simdi iyice belirginleşen aklığına baka baka yürüdü. Bir boydan bir boya geçti döşenmiş kanalet hattının yanından ve çatlayan eğerlerden birini kafasına not ederek pikabına döndü. "Dikkatli olun" diye bağırdı ekibe; bindi, gaza bastı, doğu yönünde sürdü pikabını. Vincin burnu son kanaleti kavradı, kaldırdı. Hasan çelik orta halatı büktü. Burun ağır ağır döndü, yüksek gerilim hattının altına özenle girdi. Operatörün gözüyle ayarladığı sınırı bir milim aşmadan girdi hattın altına; kanaleti hizaladı, eğere yakın yere indi ve orada başı eğik bekledi. Kadir Çiçek de sabırsız bekledi. Hasan'ın bakışları seçilmez olmuştu. Sesini duymayı bekledi. O, her gün biraz daha erkekleşen, artık neredeyse tam kendisi olmaya aday sesin "boşalt" demesini bekledi. Ama Osman, kendi payına düşen katranlı ipi aceleden kötü sermişti. Halat tam yerinde değildi. Hasan, çelik orta halatı bırakmadan sol yardımcıya seslendi: "-Düzelt ipi! İpi düzelt!.. Oturt yerine Osman!.." Sol yardımcı, ipi düzletmek için askıda kanaleti usulca itti; itip yer açmak istedi. Açtığı yerden eğere doğru eğildi, sığmadı. Az daha itti kanaletin ucunu. Kadir Çiçek, vincin gürültüsünü bastırmak, bastırıp sesini duyurmak ve: "-Oyun mu oynuyorsunuz be? diye bağırmak için soluğunun hepsini topladı, ağzını açtı ve: "-Oy..." diyebildi. Kanaleti taşıyan askılardan biri kaymış ve kanaletin bir ucu yere vurmuştu. Bozulan denge, o anda ağırlığından kurtulan vinç bumunu yukarı doğru esnetti. Yukarı doğru esneyen burun, yüksek gerilim hattının egemenlik alanına girdi; gücünün milyarda birinden pek azını kapıp, elinde hâlâ çelik halatı tutmakta olan Hasan'ın gövdesine akıttı. Çelik halat ucunda iri, siyah bir kömür asılıp kaldı. İş erken başlamıştı. Şimdi ay, kalın buhar tabakası ardında, az önceki kavgadan yorgun, erin soluyarak, derin soluyup durmadan terleyerek ovaya çiseliyordu. Islak ışık vincin ucundaki iri kömür parçasında ince cızırdıyordu. Sakine Çiçek, cacık yoğurdunun yüzeyinde giderek çoğalan fışırdamayı gördü. Daha bekledi. Fışırtı derine, dibe indi. O zaman, artık beklemedi. Çocukları Sefer'e bıraktı. Başına bir örtü örttü, yanına Kemal'i aldı; siyolanlı pamuk tarlalarının kıyıcıklarında dura dikile, yüksek gerilim hattı direklerinin koyduğu işaretleri izleye ede, bir kalabalığın toplaştığı, resmi araçların mavi ve kırmızı ve sarı ışıklarını durmadan yakıp söndürdükleri bir yere doğru yürüdü. Ama Sakine Çiçek daha oraya varamadan, asfalt yoldan sirenlerini öttürerek bir polis aracı geçti. Ters yönde, kente gitti. Polis aracının içinde biri: "-Kardeşin ha?" dedi, Kadir Çiçek'e. Kadir Çiçek burnun ucundaki kömür parçasından daha kara görünüyordu. Bir kömür parçası nasıl ses vermezse, o da öyle ses vermedi. "-Demek iş kazası?" dedi, aracın içindeki öbür polis. "Sigortanız vardır. Kaza ise iyi. Kardeşininki sana kalır". Kuşkuyla baktı Kadir Çiçek'e. "-Yaşı uygun ki çalıştı. Vardır sigortası kardeşinin de". dedi beriki. Hasetle baktı Kadir Çiçek'e Yağmurlar yeniden başladı. Ovanın böğrüne sokulmuş hafif eğimli toprak kanallar, pamuk tarlalarının fazla suyunu denize akıtmaya yetişemedi. Tarlalarda küçük, durgun göller oluştu. Kuzeyde baraj, daha çok elektrik gücü üretti. Ve bu gücü yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünden ovaya uzandı. Dokunulmazlığını koruyarak, büyük kentlerin kapılarında bölünüp kollara ayrılarak, caddelerde yeniden kollara ayrılarak, dış mahallelerde daha ince kollara ayrılarak, ayrılan en ince kollarından birini Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından aşırtarak gitti; gücünün milyarda birinden daha çok azını bir kez daha parçalara böldü ve böldüğü daha küçük çaplı güçleri cezaevlerinde durmadan çoğalan koğuşlara, o koğuşların tepelerindeki en küçük ampullere boşalttı. Çoğalan koğuşlarda ampuller, en uzak yıldızların ışıltıları kadar ölü bir ışıkla sabahlara dek yandı. Kadir Çiçek, koğuşta gözünü bu soluk ışıktan hiç ayırmadı. Üşenmesiz, uzun baktı. Aylarca baktı: Işığı iyice tanıdı. Tanıyıp beynine akıttı; gerildi. Her sabah daha yüksek gerildi.

  • Kurtuluş Savaşı

    Her insan gibi her milletin, tarihinde hatırlamak istemediği kötü anılar gibi övüneceği anlar vardır. Anadolu Türklerinin tarihinde de Kurtuluş Savaşı, hem kahramanlık, hem derslerle dolu bir yeniden doğuş ve çağ değiştirdikleri bir diriliş hareketidir. İçinde bunduğumuz 2019, Kurtuluş Savaşının başlamasının yüzüncü yılı sayılıyor. Bu kabule göre Kurtuluş Savaşı 1919 yılında başlamıştır? Bazıları Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasını bu savaşın başlangıç tarihi olarak kabul ediyor. Gerçekte Milli Mücadelenin ne zaman başladığı gibi ne zaman bittiği üzerinde de bir çalışma yapmak yerinde olur. NE ZAMAN BAŞLADI? Kurtuluş Savaşını başladığını söyleyebileceğimiz başka tarihler de vardır. “Savaş”tan kastedilen iki ordunun karşı karşıya gelip silahlı bir mücadeleye tutuşması olamaz. Savaş, iki milletin bütün güçleriyle vuruşmasıdır ki bunun içine örgütlenmek, propaganda, seferberlik gibi bütün faaliyetler de girer. Kurtuluş Savaşı’nın hazırlık dönemi, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan hemen sonra millî örgütlerin kurulmasıyla başlar. Millet, yenilgiyle yaşadığı travmayı çabuk atlatmış ve bunun yerini milletin bağımsızlık ve egemenlik haklarını savunmak için örgütlenme ve psikolojik hazırlık dönemi başlamıştır. İzmir Müdafaai Hukuku Osmaniye Cemiyeti (6 Kasım 1918)Trakya Paşaeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti (1 veya 2 Aralık 1918), Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuk Cemiyeti (4 Aralık 1918), Kilikyalılar Cemiyeti (20 Aralık 1918), Trabzon Muhafazai Hukuku Milliye Cemiyeti 25 Ocak 1919) tarihlerinde kurulmuştur. Bu örgütlenmelerin en önemlisi 29 Kasım 1918’de İstanbul’da Millî Kongre’nin kuruluşudur. 50 parti ve derneğin bir araya geldiği bu platform, ilk kongresini 6 Aralık 1918’de 62 kuruluşun katılımıyla yaptı ve bildirisiyle programını yayınladı. Milli Kongre, bütün millî kuvvetlerini birleştirmeyi, milletin hak ve çıkarlarını elde etmeyi, Milletler Cemiyetine hür ve bağımsız bir millet olarak girmeyi, basında dayanışmayı, ülkedeki milletler arasında uyuşma ve dostluk kurulamasını hedefliyordu. Birçok tarihçi, Yunanlıların İzmir’i işgal ettiği 15 Mayıs 1919’u haklı olarak Kurtuluş Savaşının başlangıcı olarak kabul ediyor. Gerçekten de bu işgal bütün milletin deyim yerindeyse tüylerini diken diken etmiş, silahlı işgalin ancak silahla def edileceği görüşünü güçlendirmiş ve İzmir arkalarında silahlı Kuvayı Milliye’nin kurulmasına neden olmuştur. Bununla birlikte Kurtuluş Savaşı’nın ilk siyasi programının 21-22 Haziran 1919’da Amasya’da hazırlanıp ilan edildiğini görüyoruz. Batı Anadolu’da toplanan kongreler, 23 Temmuz Erzurum ve 4 Eylül 1919 Sivas Kongreleri bu programın hayata geçirilişinden ibarettir. Sivas Kongresi ayrıca, ülkede ikili bir iktidara geçirilişinin de ifadesidir. SAVAŞ NE ZAMAN SONA ERDİ? Kurtuluş Savaşı’nın ne zaman başladığı gibi ne zaman sona erdiği üzerinde de görüş birliği yoktur. Bu tarih genel olarak İzmir’in kurtarıldığı 9 Eylül 1922 olarak kabul edilmiş olmakla birlikte o tarihte Ordu harekâta devam etmekteydi ve Bursa 10 Eylül’de kurtarılmıştır. Yunanlıların kıyılardan çekilmesi birkaç gün daha sürmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi nasıl Mondros gibi bir ateşkes anlaşmasına bağlanıyorsa, Kurtuluş Savaşı’nın da başka bir ateşkes anlaşmasıyla bittiğini kabul etmek yanlış olmaz. Bu 11 Ekim 1922’de Mudanya’da imzalanmıştır. Bu anlaşma gereğince Yunan işgali altındaki Trakya’nın boşaltılarak Türkiye’ye katılması Kasım 1922 sonlarını bulmuştur. (En son teslim alınman Lalapaşa 29 Kasım 1922) Kurtuluş Savaşı’nı teorik olarak Lozan’ın imzalanmasına kadar (24 Temmuz 1923), hatta Müttefik askerlerinin İstanbul’u terk ettiği tarih olan 2 Ekim 1923’e kadar uzatmak mümkün ise de Mudanya’dan sonra ordu terhis edilmeye başlanarak barış evresine geçilmişti. Bu görüşler ışığında 4 ciltlik Kurtuluş Savaşı Günlüğü’nü 30 Ekim 1918’den başlattım ve Lozan’ın açıldığı tarih olan 20 Kasım 1922’de bitirdim. Bu yaklaşık dört yıllık sürede içeride ve dışarıda Türkiye ile ilgili gelişmeler, kongreler, bildiriler, mitingler, Meclis görüşmeleri, basın hayatı, işçi, gençlik, kadın hareketleri, iç savaş, siyasi çatışmalar, diplomasi ve silahlı mücadele Kurtuluş Savaşının olayları içinde sayılır. Kurtuluş Savaşının yüzüncü yıl anmaları, çok söylenmiş tarih sıralaması ve hamasi söylemler yerine, onun dünya ve Türkiye tarihindeki yeri ve bıraktığı miras ve günümüze hangi açılardan ışık tuttuğu noktalara odaklanmalıdır. Ben önümüzdeki günlerde böyle bazı denemelerde bulunacağım. (28 Nisan 2019)

  • Annem Zeytini İki Isırıkta Bitirmeyi Öğretti

    Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti İstasyondan eve yarım saat civarı yürürdük. Ders zili öncesi evde bir şeyler atıştırmaya vakit kalsın diye acele ederdik. Geleceğimiz saati bilen annem sofrayı hazır ederdi. Boya sandığını bir kenara bırakıp sofraya geçerdik. Ya kaynamış patatese iki yumurta Ya da dinlenmiş ekmek eşliğinde (sabah 5 gibi annem beni kaldırır fırına yollardı. Bakkallardan toplanan bayat ekmek kuyruğuna girerdim mahallenin kadınlarıyla. Onlar dedikodu yapardı. Ben soğuk bir kaldırımın üzerinde uyuklardım. Biz bu ekmeğe Dinlenmiş ekmek derdik.) Peynir zeytin... Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti Hızlıca giderdik okula. Aceleci olmayan kardeşlerime bağıra çağıra Ellerimden boyaları çıkarmak için patates çuvalı kullanırdım Mintax vardı hatırlar mısınız bilmem. İyi köpürür Ellerimi temizlerdi. Kalem tutmak zor gelirdi çoğunlukla Yazar gibi yapar dinlerdim. İçimde birikenleri ise ya içimde öldürürdüm Ya da defter arkalarına teneffüslerde yazardım... Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti. Bir kız sevmiştim gizlice sonra bir kız daha o gidince ve bir tane daha Aşka bağlamak değil niyetim Kendimle küs kendime yeniktim Ne sevdiğimi söyleyebildim Ne de gizlemeyi becerdim Dalga geçileceğini bildiğim halde Şiirler yazdım. Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti Gece üç gibi şayet geç kalmışsa babam bizi uyandırır destek isterdi. Portakal bahçelerinde çalışan işçileri uyandırırdık. Bu zahmetli bir işti. Işıksız Kurdali sokaklarında kapılara vururduk Eve Erken gelişimiz beş/ti O gün uykusuz yüklenirdik boya sandığını Margarini sürerdi annem dinlemiş ekmeğe Elimizde iki üç zeytin Yola koyulurduk. Boyanacak ayakkabılar Simit yiyecek insanlar... Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti Fevzi şanslıydı simit satar işini erken bitirirdi Müşterileri simitlerin tamamını alır ona Dinlenme fırsatı kalırdı. Kütüphaneden aldığım kitapları ona emanet ederdim. Gölgelerde okurdu. Şimdi Anadolu’da çocuklara umut dağıtan bir öğretmen oldu. Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti. Yalanın hiç iyi bir şey olmadığını da Öğretti Cebim dolu bozuk para ile eve gelirdim Son kuruşa kadar verirdim. İçinden bir gazoz harçlığı beklerdim. Ondan habersiz almazdım. İki ısırıkta zeytini bitiren para alabilir mi? Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti Annem Odun sobasının başında uzun kış akşamlarında Kürtçe ezgilerle yıkadı bizi Odun ateşinde pişti umutlarımız Portakal kabuğunun kokusu bütün baharlardan güzeldi. Annem zeytini iki ısırıkta bitirmeyi öğretti Bu hayatta aldığımız en güzel dersti

  • Şiir Tahlili

    "Ey hayat, şiir ve öfkeden süzdüğüm bal Peteklerime biriken çiçeklerin çığlığı Parmak uçlarımda yanan barut, Yaşanmamış yağmurların susuz çocuğu ölme! Şafaktaki güneşin gözlerini bekle " MEHMET HAMEŞ ‘KAYIP ALFABE’ ŞİİR TAHLİLİ Başlarken 1959 Hassa doğumlu Mehmet HAMEŞ; şiir dünyasına, Can Yayınlarından çıkan, /Yaktığın Coğrafya/ isimli eseriyle, 2001 yılında, ilk adımını attı. Çocuk yaşlarda şiir yazmaya başlayan Mehmet HAMEŞ'in Türk edebiyatına ilk merhabası, aslında 1998 yılında "Hacı Bektaşi Şiir yarışmasında kazandığı mansiyon ödülüyle olmuştu. Ardından, 2000 yılında Dünya Kitap Şiir ödülünü kazandı. Mehmet HAMEŞ, Hassa doğumlu olup İzmir’de yaşayan bir şairdir. HAMEŞ; Başta TRT olmak üzere birçok TV kanalında şiir sohbetleri ve şiir söyleşileri mevcuttur. Hatay'lı olmasına rağmen hayatı boyunca Türkiye'nin genel sorunlarını kendi çapında gündeme getirmiştir. Sosyal medyada özellikle Gezi Olayları ve Hatay'da gelişen diğer olaylarda Hatay'ın dünyaya açılan penceresi olmuştur. /Yaktığın Coğrafya/’dan sonra aynı yıl, Dünya Yayıncılıktan /Suskunluğu Su Rengi/ isimli unutulmaz şiir kitabı geldi. Kitapları yayınlanmadan evvel, şiirleri çeşitli edebiyat ve sanat dergileri tarafından yayınlanmaya devam etmekteydi. 2004 yılında yayınlanan, Yom Yayıncılıktan /Tay ve Ter/ isimli sıra dışı şiir kitabının ardından, tüm kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte 2007 yılında Evrensel Basım Yayıncılıktan /Yaşlı Kelebek/ isimli şiir kitabında topladı. 2013 yılında ise tüm eserlerinden farklı, biraz riskli ve biraz da yerinde bir tarz kullanarak Mühür Yayınevinden /Kayıp Alfabe/ isimli şiir kitabını çıkardı. Bu eseri, sanat ve şiir eleştirmenleri tarafından çok beğenildi. Tabi asıl önemli olan okurun beğenisiydi. Bunun ardından Heyamola Yayıncılıktan /Melek Girmez-Meleklerle Şeytanların Zılgıt Çektiği Yer/ ve Temren Yayıncılıktan bir şiir kitabı daha geldi okurların karşısına. Bugün size Kayıp Alfabe kitabının değişik bir analizini yapacağız. KAYIP ALFABE; Mühür Kitaplığından çıkan eserin, kapak ve iç tasarımı Kenan BIYIKLI tarafından yapılmış. Üzerinde -Kayıp Alfabe- yazılı jurnal imajlı ön kapak resmi, esere ciddi bir görünüş kazandırmış. Arka kapaktaki, Sennur SEZER, Hilmi YAVUZ gibi günümüz şairlerin Mehmet HAMEŞ hakkında sarf ettikleri düşünce metinleri, kitaba sıkı bir hava vermiş. Kitapta alışılagelmiş -İçindekiler- bölümünün olmayışı, kapakta veya diğer yerlerde kitap içeriğinin şiir olduğunu ifade eden bir yazıya rastlanmaması, dikkat çeken önemli hususlardan. Kitap _ebruli ebruli, çöl çöl ve aşk aşk_ isimleri altında değişik üç bölüme ayrılmış. Kitabın başındaki; /bir alfabe kaybolmuştur bulanın ödülü: ölümsüzlüktür/ ve sonundaki: /Bir alfabe bulmuştur ödülü: ömrü örselenmiştir./ Kitabın ismiyle bütünleşen bu güzel sözler, eserin kalitesini ve özelliğini okura farklı hissettirmektedir. Kitaptaki her şiire, rakam yerine, birer harf verilmiştir. Harf sayısına bakarsak kitapta 28 şiir var. Ancak alfabemizde 29 harf bulunmaktadır, (ş) harfi atlanmıştır. Neden (ş) harfi atlanmıştır? Bu husus belirtilmemiştir. Ayrıca ikinci bölüm -çöl çöl-'den sonra şiirlere isim verilmemiş. Bazı şiirler birbirlerinin devamı gibi görünse de yapı ve anlam bakımından birbirlerinden farklı oldukları, okumaya devam ettikçe anlaşılıyor. Son zamanlarda birçok şair yazdıkları şiirlerine isim yerine rakam hatta hiçbir ibare koymadan da isimsiz şiirleri kitaplarında yer verdikleri görülmüştür. Bu incelemede amacımız, günümüz şairlerinden birinin şiir kitabını poetik özellikleriyle yapısal, sayısal ve edebi veriler ışığında göstermeye çalışmaktır. KAYIP ALFABE 1. BÖLÜM abcçdefgğ: ebruli ebruli Bu bölümde; ışığı saklayamaz örümceğin ağı (5 sayfa) anneler evlerin kurutulmuş çiçeği (5 sayfa) bakir kalırsa aşk, çocuklar ihtiyarlar (8 sayfa) ç) kanadı kırık uçuş denemesi (6 sayfa) ansızın bir vedalaşma öldürür seni (6 sayfa) ihanete uğrayan masumiyet (4 sayfa) yasak meyve için kovulan değilsin (4 sayfa) su yalağı tutamaz kumun hasını (3 sayfa) ğ) karda renk değiştiren kırmızı atkı (4 sayfa) isimli şiirler yer almıştır. 1. BÖLÜME GENEL BAKIŞ 1 - Tüm şiirler isimlendirilmiş. Uzun başlıklı şiir isimleri seçilmiştir. Bölümdeki tüm şiirlerin uzunluğu dikkat çekici. Şiirler, şiir tadında mensur metinlerle zenginleştirilmiş. Tüm şiirler klasik şiir özellikleri olan mütakarrin, kafiye, redif, vezin ve aruzdan uzak, modern şiirde aranan, biçemlik, aliterasyon, asonans, prozodi, açıklık, akıcılık içeren mensur şiir örüntüsündedir. Şiirlerde pastoral ve lirik ezgiler bulunmakta. Farklı kelimelerin kullanılması açısından anlatım zenginliği içermektedir. Noktalama, inceltme işaretlerine ve büyük küçük harf özelliği dikkate alınmamış. Buna edebiyatımızda 'dilde sapma' denmektedir. Bölümün ilk şiirine teknik yönden bakış; a) ışığı saklayamaz örümceğin ağı Şair; edebiyatımızda ilk kez 20.yy. başlarında Avrupa’da Charles Baudelaire, İsidore Duacasse ve Arthur Rimbaud gibi şairler, ülkemizde Halit Ziya UŞAKLIGİL ve son zamanlarda, Şükrü ERBAŞ, Ahmet TELLİ, Ahmet ADA vb. şairlerin de bazı eserlerinde arada sırada uyguladıkları, şiirsel metinlerle (mensur) günümüz şiir anlayışına, farklı bir tarzda giriş yapmıştır. Bu şiirde yedi paragrafta mensur özelliğe yer verilirken, şiirsel dizelere altı kere yer verilmiştir. Şiirde, erkek kadın ilişkisindeki doğal yalnızlığa ve sevgiye olan imgeleri, benzersiz tasvirlerle "böğürtlen karası kaşları, içi boşaltılmış top mermisi" vb. bezeyerek, lirik tarzda metin öbekleri oluşturulmak istenmiş. Şiirin ana temalarından biri olan Aşk; pastoral tarz kullanılarak modernize edilmiş. Örneğin:"Şehrin uzağına gene yağmur yağıyor, ağaçlar ilkyaz yolculuğunda" Bu bölümün diğer şiirlerine bakıldığında; anne, çocuk, insan, doğa, aşk, sevda, din ve hayat konularının karışık işlendiğini görmekteyiz. Bu nedenle bu bölüme 'ebruli ebruli' denildiğini söyleyebiliriz. Şiirdeki metinde kullanılan cümle sayısı: 53 Şiirdeki metinde kullanılan kelime sayısı:419 Şiirdeki dizelerde kullanılan kelime sayısı: 174 Şiirdeki mısra sayısı: 52 Şiir genelinde kullanılan Türkçe kökenli kelime sayısı: 497 (% 79) Şiir genelinde kullanılan Arapça kökenli kelime sayısı: 90 (% 14) Şiir genelinde kullanılan Farsça kökenli kelime sayısı: 31 (% 5) Şiirde kullanılan (diğer yabancı dil kökenli) kelime sayısı: 12 (% 2) 9- Toplamda kullanılan kelime sayısı: 630 Bölümün ilk şiirinde geçen bazı kavramlar 1-Cinsellik imgeleri Gecenin şehveti (1)* Hassas yer (1) Seviştiği evin (4) - Bülbülü seviştirenin (108) Geceliğini giydi (43) Ah bedenimin (68) – Bedeni soğudu (81) – Bütün bedenini (92) *Parantez içindeki rakamlar kelimenin hangi satırda geçtiğini göstermektedir. 2- Ölüm imgeleri Erken ölmüş (33) - Ölü yazdıran (36) - Ölmüştü içinizdeki (38) - Ölümle çevrelendiğini (97) Seri cinayetler (34) Cenaze töreni (40) Mezar toprağında (97) Şehit düşmüş (109) 3- Zaman imgeleri Gecenin şehveti (1-9) Bayıltmadan önce (2) Gölgesizliğiydi zaman (4) - Kimi zaman (51-52) Yıllanmış iki (5) – Yirminci yüzyılın (107) Geç saatinde (9) -Saatlerce dilsiz (9) – Saati soruyor (105) Seher dağlardan (11) - Seher çatılara (16) - Seher yakına (21) -Seher çanlara (26) – Seher ayaklara (32) Tarih öncesi (27) Eski hafızasında (28) - Eskilerde kalmış (42) Gençliği yarına (30) Erken ölmüş (33) Varmış mevsiminde (33) – Her mevsimde (89) Yazdıran anılar mısınız? (36) Ezelden mi ölmüştü (38) Güne hangi (63) Umutla geleceğe (64) – Geleceği düşledi (86) Geçmişi düşledi (86) 4- Aşk imgesi Aşk (3-7-36-47-67-70-83-88-95-100-109) Âşık (31) Sevgi (33-45-48) Ayrılık (35) Kalp (41-48) Buse (55) Kader (96) Sevda (101) Şiirde "j" ve "1" harfleri ile başlayan kelimeler tercih edilmemiştir. ŞİİRDE EN SIK KULLANILAN BAZI KELİMELERİN İSTATİSTİKSEL DAĞILIMI SIRA KELİME KÖKENİ YAPISI KULLANIM SAYISI 1 bir Türkçe Sıfat/Adıl 16 2 gibi Türkçe İlgeç 14 3 aşk Arapça Ad 11 4 ve Arapça Bağlaç 7 5 iç Türkçe Ad/Sıfat 6 6 durmak Türkçe Fiil 5 7 seher Arapça İsim 5 8 yan Türkçe Ad/Sıfat 5 KAYIP ALFABE 2. BÖLÜM hiıjklmn: çöl çöl Bu bölümde şair, şiirlerine isim vermemiş bunun yerine harf vermiştir. Ancak bu bölümde (ı) harfi neden (i) harfinden sonra geldiği belirtilmemiştir. h (1 sayfa) i (1 sayfa) ı (1 sayfa) ç) j (1 Sayfa) k(l sayfa) 1 (1 sayfa) m (1 sayfa) n (1 sayfa) isimli şiirler yer almıştır. 2. BÖLÜME GENEL BAKIŞ 1- Hiçbir şiir isimlendirilmemiş. Dizelerdeki hece ölçüsünden uzaklık ve serbestlik dikkat çekici. Bu bölümdeki bazı şiirler de, şiir tadında metinlerle zenginleştirilmiş, (mensur) Genellikle şiirler klasik şiir özellikleri olan mütakarrin, kafiye, redif, vezin ve aruzdan uzak, modern şiirde aranan biçemlik, aliterasyon, asonans, prozodi, açıklık, akıcılık içeren mensur şiire yakın örüntüdedir. Şiirlerde pastoral ve lirik ezgiler bulunmakta. Noktalama işaretlerine ve büyük küçük harf özelliği dikkate alınmamış, (dilde sapma.) Aliterasyon ve asonanslar dikkat çekici değil. Fakat tadında kalmış. Ulusal, bölgesel ve toplumsal yaralara değinilmiş. Bölümün ilk şiirine teknik yönden bakış; "h" şiiri (isimsiz) Şair; bu şiirine de, günümüz şairlerinin eserlerinde sıklıkla rastlanılan, şiirsel metine, yer vermiştir. Ancak bu sefer bu metinsel dizeler şiirin son kısmında bulunuyor. Şair isimsiz şiirine ölçüsüz kısa ve ikili dizelerle başlamıştır. Günümüz şiir anlayışında dikkat edilen, farklı ve özgün (orijinal) kelimelerin kullanılması şiirin kalitesini arttırmış; Örnek 1: "amerikan yenisi cemseler geçiyor hayıtların yanından..." Cemse: Askerî arabaların önündeki GMC logosunun halkımız tarafından zamanla yanlış okunur hale gelmesi ötürü askerî arabalara takılan lakap. Hayıt: Akdeniz ve batı Anadolu'nun deniz kenarı ve kayalık bölgelerinde yetişen, köklerinden sarı kökboyası, meyvelerinden idrar arttırıcı, gaz söktürücü sap ve dallarından sepet yapımında kullanılan Maki ailesine ait bir bitki. Örnek 2: “çömelmiş bakır 'teştle' çayda çamaşır tokaçlıyor arap analar:" Teşt: Yıkanmak veya içinde bir şey yıkamak için tasarlanmış, genelde alüminyumdan üretilmiş bir çeşit leğen. Tokaçlamak: Teknik bir terim olan bu kelime, daha çok cisme yuvarlak biçim vermek için yapılan dövme işlemidir. Not 1: /Amerikan ve Arap/ kelimeleri özel isim olduğu için modern şiir de bile cümle içinde büyük harfle yazılması tercih edilmelidir. Ancak bu şart değildir. Şiirde dikkat çeken bir diğer husus ise yerel ve genel halk ağzı dilindeki kelimelere yer verilmiş olmasıdır. Örneğin: cemse, kancık eşek, teşt vb. gibi. Ayrıca yabancı kökenli kelimelerin fazlalığı tesadüf müdür yoksa özellik midir şaire sormak gerekmektedir. Örneğin: kamp, konvoy, mil, motor, palet, petrol, rafineri, remork, sınır, tank v.b. Şiir; ikili altı adet dizeden oluşmakta ve son iki paragrafta şiirsel metinlere yer verilmiştir. Son cümlenin Dr. Hikmet KIVILCIMLI'dan alındığı dip not olarak belirtilmiş. "tek tek dövüştüler, hep beraber yenildiler" Şiirin konusunu oluşturan bölgesel (muhtemelen Türkiye güneydoğusu) toplumun yara ve sorunları lirik bir dilde şairin kendi oluşturduğu poetikasıyla anlatılmak istenmiş. Kullanılan tasvirlerdeki yerel motifler şiire protest ezgiler kazandırmıştır. Örnek: "çomakla çeliği/davula dokunuyor" "kancık eşekler bol mezralar uzanıyor kuzeyde" "bayırlardan bakıyor gözü çapaklı, haki yelekli türkmen çocuklar." "keleş yüklü kürt babalar konvoya bakıyor kara kara" Not 2: /Türkmen ve Kürt/ kelimeleri özel isim olduğu için modern şiirde bile cümle içinde büyük harfle yazılmalıdır./haki/ kelimesi /hâkî/ olması gerekmektedir. Şiirdeki metinde kullanılan cümle sayısı: 11 Şiirdeki metinde kullanılan kelime sayısı: 84 Şiirdeki dizelerde kullanılan kelime sayısı: 28 Şiirdeki mısra sayısı: 12 Şiir genelinde kullanılan Türkçe kökenli kelime sayısı:75- (% 67) Şiir genelinde kullanılan Arapça kökenli kelime sayısı:7 - (% 6) Şiir genelinde kullanılan Farsça kökenli kelime sayısı: 12- ( %11) Şiirde kullanılan (diğer yabancı dil kökenli) kelime sayısı: 18 - (% 16) Toplamda kullanılan kelime sayısı: 112 Bölümün ilk şiirinde aynı ünlü harfi içeren kelimeler Şiirde; Keten (4) Berbere (5) Gelen (5) Gürültü (8) Aynaya (6) Diş (7) Sakala (8) Terle (11) Tez (12) Metinde; Cemseler (13) Sınır (14) Ya yüz (15) Top (15) Ya da üç beş kamp (15) Üç mil (16) Tank (16) Bol (17) Hem …hem (17) Dursun (18) keleş yüklü kürt babalar (20) kara kara (20) teştle çayda (21) arap analar (21) Şiirde "f-i-j-l-n-o-ş-v-z" harfleri ile başlayan kelimeler tercih edilmemiştir. ŞİİRDE EN SIK KULLANILAN BAZI KELİMELERİN İSTATİSTİKSEL DAĞILIMI SIRA KELİME KÖKENİ YAPISI SAYISI 1 bakmak Türkçe Fiil 2 2 beş Türkçe Sıfat /Ad 2 3 eşek Türkçe Ad 2 4 hem Farsça Bağlaç 2 5 kara Arapça Sıfat/Ad 2 6 tek Türkçe Sıfat 2 7 üç Türkçe Sıfat/Ad 2 8 yağmur Türkçe Ad 2 9 yük Türkçe Ad 2 KAYIP ALFABE 3. BÖLÜM oöprsştuüvyz: aşk aşk Bu bölümde; şair, ikinci bölümdeki gibi şiirlerine isim vermemiş bunun yerine harf vermiştir. Ancak bu bölümde (ş) harfi neden bir şiire verilmediği belirtilmemiştir. o (1 sayfa) ö (1 sayfa) p (1 sayfa) ç) r (1 Sayfa) s (1 sayfa) t (1 sayfa) u (1 sayfa) ü (1 sayfa) h) v (1 sayfa) ı) y (1 sayfa) i) z (1 sayfa) isimli şiirler yer almıştır. 3. BOLÜME GENEL BAKIŞ (son) Tüm şiirler yine isimlendirilmemiş. (2. Bölümdeki gibi) Şiirlerde kısalık dikkat çekici. Her bir şiir diğeri ile birbirini tamamlar nitelikte bir bütünlük örgüsünde oluşturulmuş. Bazı şiirler, şiir tadında kısa metinlerle zenginleştirilmiş (o, ö, ü ve y 'de) Tüm şiirler klasik şiirden uzak, modern şiir esintilerinde. Çoğu şiir, kafiye, redif, vezin ve aruzdan uzak. ('u' şiiri hariç) Şiirler ikili ve üçlü dizeler halinde yazılmış, (-y- şiiri hariç) Şiirlerde pastoral ve lirik ezgiler çoğunlukta. Aşk ve doğa imgeleri sıklıkla kullanılmış. Noktalama, inceltme işaretlerine ve büyük küçük harf özelliği dikkate alınmamış. Bölümün ilk şiirine teknik yönden bakış; "o" şiiri (isimsiz) Şair; bu şiir de mensur tarzı seyrek de olsa kullanmış. Zaten eserin tamamı mensur tarz içermektedir. Metinsel satırlar bu şiirin orta kısmında bulunuyor. Şair isimsiz şiirine, hece ölçüsü olmadan, çok kısa ve ikili dizelerle başlayarak, yine ikili ve tekli dizelerle bitirmiştir. Şiirde, ikili olmak üzere 4, tekli olmak üzere 1 dize mevcuttur. Şiirde aşk teması işlenirken, kentsel ve iklimsel öğeler yalın bir şekilde modernize edilmiştir. Şiir tamamen günümüz çağdaş yaşamın zorluklarında, ayrılık, yalnızlık, taşıt trafiği ve romantizmi içeren kelimelerin hissiyatıyla bezenmiştir. Şiirde kullanılan soyut tasvirler, okuyanları benzersiz hayal dünyalarına götürerek gerçekle düş arası gezintiye çıkarmaktadır. Örnek: Rüzgârın soluksuz uluması, ağaçların beyaz anıtlara dönüşmesi, gecenin gözleri v.b. Eserin genelinde olduğu gibi bu şiirde de özel isimlerde veya noktalama işaretlerinden sonra olması gereken büyük harf kuralı tercih edilmemiş. Zaten günümüzde modern şiir tarzında şiir yazan birçok şairimiz bu tür imlâ kurallarını bilerek dikkate almamaktalar. Artık bu tercih modern şiirimizin bir kuralı haline gelmesine rağmen halen birçok şiir eleştirmeni günümüz şairlerin şiirlerini eleştirirken, bu imlâ hatalarından sıklıkla bahsetmekteler. Şiirdeki metinde kullanılan cümle sayısı: 7 Şiirdeki metinde kullanılan kelime sayısı: 39 Şiirdeki dizelerde kullanılan kelime sayısı: 29 Şiirdeki mısra sayısı: 9 Şiir genelinde kullanılan Türkçe kökenli kelime sayısı: 45 (% 67) Şiir genelinde kullanılan Arapça kökenli kelime sayısı: 6 (% 9) Şiir genelinde kullanılan Farsça kökenli kelime sayısı: 3 (% 5) Şiirde kullanılan (diğer yabancı dil kökenli) kelime sayısı: 13 (% 19) Toplamda kullanılan kelime sayısı: 67 Bölümün ilk şiirinde kullanılan benzetmeli/tasvirli kelimeler Soluksuz uluyor (1) Ağaçlar beyaz (3) Anıta dönüşüyor (4) Gecenin gözleri (7) Gözü patlamış sokak lambası (8) Trafiği seyrek bulvar (10) Mentollü mendil (11) At söylencesi aşk (14) Şiirde "c-ı-j-n-ö-ş-ü-v-z" harfleri ile başlayan kelimeler tercih edilmemiştir. Bu 67 kelimelik kısa şiirde onüçü yabancı, altısı Arapça ve üçü Farsça olması şairin yabancı kökenli diller açısından çok zengin bir kelime haznesine sahip olduğunu göstermektedir. ŞİİRDE EN SIK KULLANILAN BAZI KELİMELERİN İSTATİSTİKSEL DAĞILIMI SIRA KELİME KÖKENİ YAPISI SAYISI 1 aşk Arapça Ad 2 2 göz Türkçe Ad 2 3 kırgınlık Türkçe Ad 2 Not 3: /Ankara/ kelimesi özel isim olduğu için modern şiir de bile cümle içinde büyük harfle yazılmalıdır./yadigar/ kelimesi /yadigâr/ olması gerekmektedir. SONUÇ: İncelememizde görüldüğü gibi oran bakımından çok fazla Türkçe kökenli kelimeler kullanılmasına karşın, yabancı dillerden geçen kelimeler de (Fars ve Arapça hariç) çok kullanılmıştır. Bu gösteriyor ki şair yabancı kelimeler bakımından zengin bir kelime haznesine sahiptir. Birkaç şiir hariç, tüm şiirlerde mensur özellik kullanılmıştır. Mensur şiir akımına böylelikle bir şairimiz daha eklenmiştir. Şiirlerde son derece zengin ve özgün benzetmeler kullanılmıştır. Kullanılan bir kelime birden fazla kullanılmamaya özen gösteriliği incelenmektedir. Bu da eserin titizlikle hazırlandığını göstermektedir. Şiirlerde genel olarak, doğa örgüsü (dağ, taş, dere, gökyüzü vb.), aşk, insan ve ulusal olaylar (Sivas olayları, Güneydoğu sorunları ve yerel bölgesel sorunlar) ustalıkla dile getirilmiştir. Bu da şairin ulusal ve bölgesel olaylardan bir nebze de olsa etkilendiği ve şiirlerinde bu motifleri kullandığı ortaya çıkmaktadır. Gerek sayısal gerek edebi verilere dayalı olarak incelemeye tabi tutulan Kayıp Alfabe teknik yönden şairin en önemli eserlerinden biri olarak sayılmalıdır. Geniş kelime haznesi, orijinal kelime üretimi, yabancı kelime zenginliği bakımından oldukça dikkat çeken eserde betimleme ve tasvirler başarılı kullanılmıştır.

  • ROMAN nereye gidiyor?

    / DOSYA / KATILANLAR Şenol Yazıcı 2/ Hasan Öztoprak7/ Öner Yağcı 9 / Nadir Gezer 13/ Ayşe Kilimci 15/ Yahya Türkeli 17/ Mehmet Güler19/ Asım Öztürk 21/ Hülya Soyşekerci25/ Ramazan Korkmaz 27/ *** Görmek İçin RESME Tıklayın ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN

  • ROMAN

    Roman, Edebiyatın ARİSTOKARATIDIR dense yaridir. Türk ve Dünya Edebiyatının ünlü romanları, çok okunanlar... Okuduklarımız Elektronik ya da PDF romanlar Roman tür ve örnekleri, Romanın özellikleri ROMAN sayfamızı görmenizi öneririz.

  • ÜZGÜNÜM ZAMAN BİTTİ*

    “Akıl ve vicdan adalet terazisinde tartılamaz” ın romanı. Yirminci yüzyılın yazın ürünlerin geride bıraktık ama etkisini kolayca silemeyeceğiz sanırım. Etkileri yirmi birinci yüzyılı da etkileyeceğe benziyor. İki bin yılından sonra her alanda olduğu gibi yazın alanı da alıştığımızca olamayacak sanıyorum. Yenidünya düzeni dedikleri anlaşılmaz yapaylık, ilk önce dilimizden, kültürümüzden, sanatın her alanından yara almaya başladığına inancım büyüyor. İki binli yılların başlarında önce ekmekler mi bozulmaya başladı yoksa kültürümüz mü? Önce birden bire parlayan yazarlarla okuduklarımızdan bir şey anlamaz olduk. Yazılı- görsel basınca yıldızlaştırılan yazarlar, kitaplar, sanat ürünleri şaşkına döndürdü bizi. Anlatıyormuş gibi yazan ama anlattığı, gösterdiği iletisi olmayan dayatmalardan boşluğa düştüğümüzü anladık. Bizim çaba göstermemize gerek olmadığını, bir gücün oluşturduğunu, yazdığını benimsememizin yeterli olacağını duyumsatıyorlardı. Aynı güçler, düşünmememiz, bizim adımıza düşünerek işlev kazandıracaklarını söylüyorlardı. Piyasacı yazın, piyasacı sanat ve kültür böylece doğdu sanırım. Sorumsuz, sorgulamasız, tabağıma konulana karşı çıkmayan, etkin olmak yerine, sunulanla yetinen insan modeli yaratılmaya çabalanıyordu. Böyle dayatmalardaki yapaylık, köksüzlük, öylesine derinliksizdi ki para piyasalarına odaklanmış elektrikli saatlere benziyordu. Son on beş yılda ne denli ekonomik sıkıntı olmuşsa o denli de kültürel değişme olmuştur. 2001, 2005, 2008,2012 sıkıntıları ülkemizin yaşamını derinden sarsarken yazına yansıması biraz geç mi oluyor? Birçok romanda oldu duyumsatılsa da, içinden gelen yazarın yaşadıklarından edindiği deneyimleler romanlaştırması ayrıcalıklı bir gerçeğin okura sunulması olmuştur. Gazetelerden okuyup TV’den izlediklerimizle duyduğumuz söylenceler gerçeği ne denli yansıtır? Olayın bildiklerimizin ötesinde bilmediklerimizi de aydınlatası, aydınlanmacı gerçekçiliğin bir görevi olarak vurgulanıyor. Üretimin işçiden, büyük büyük (!) fabrikalara, dağıtım şirketlerinde, toptancısından, ucuza satanına değin yasaların boşluğundan yararlanılarak sömürüye dönüştürülmesinin romanı dersek yanılmamış oluruz. Topluluk olarak yaşayan insanın Üretim, değişim, dağıtım, satım ilişkilerinde temel olarak hakça bir ilişki olmasının beklenmesi doğal sayılsa da; insanlığın baş sorunu kolay kazanç aç gözlülüğü olmakta gecikmez. Emek tüketmeden, ana malsız, çalışandan çalarak kazanç hırsı insanlığın kötü mayasıdır. Önlenememiştir, önlenemeyeceğe de benzer. Bir işlik işletmecisinin "Şu anda (2005 yılı) yaptığımız işlerle bir üretim yaparak ekmeğimizi kazanma derdinden uzaklaştık. Bu ürem sitesinde herkes birbirini tokatlayarak yaşama tutunmaya, köşeyi dönmeye çabalıyor. Çekle, senetle, erkek sözüyle(!) işleri döndürmeye çabalıyoruz. İyi niyetler sömürülüp iş yasal kanala taşındığında, yasaların boşluğundan yararlananlara gücümüz yetmiyor. Çözümü yasa dışı gövde gösterisinden, çetelerden, mafya ilişkilerinden bekliyoruz. Bizim mafya ilişkilerimizle çözmeye çalıştığımız sorunlarımızdan bile yararlanarak haksız kazanç sağlayan insan öbeği var. Sizin duyduğunuz öldürme, yaralama, kundaklama, kirinde yok olanlar canını ucuza satanlardır.” açıklamasını duyduğumda şaşırmıştır. Düzmece batmalar, ortadan yok olmalar, dağılan konut kooperatifleri, bankalara(!) kaptırılan paralar… Kültürden, aydınlanmadan, eğitimden, bilişimden aydınlık bir ülke yaratılacağına inan insanların düşleri hançerleyen olaylar sıradanlaştıkça toplumsal dinginlik, güven duygusu, geleneksel Ahi kavramı yara almakla kalmadı, tükendi diyor Sayın Cafer Öz, “ Üzgünüm Zaman Bitti” alaysayıcı romanında. Romanın başkişisi (Engin Yılmaz) anlatıcı konumunda kendisidir. Birinci tekil kişiden anlatmanın sakıncalarını da göğüsleyerek; üremin, üretimin içinde olmanın, üretmenin, dağıtmanın, satışın, dolandırılıp cezaevine düşmenin denenmiş sonuçlarını sunar okura. Kurgusu büyük ölçüde yaşanmışlıklara dayanması bakımdan gerçekçi olmakla kalmıyor, aydınlatmayı da görev biliyor. Engin Yılmaz tipi için söylenebilecek tek bölümce: Vurguncular sokağı, savaş sokağı arasına sıkışmış daraç sokağında bir toplumun insanı; Yolaç sokağına çıkmaya çabalarken; anka kuşlarının yerini almaya çalışan akbabaların aldığını öne çıkarır. “Üzgünüm Zaman Bitti” Toplum kesimlerinde hesaplaşmanın romanıdır. Romanın başlangıç, bitiş bölümceleri(Paragraf) arasındaki yol, gecikmiş te olsa haklı olanın öcünü almasının söylemi olmuştur. Betimlemeler; söylencelerden ( İda Dağı), doğa müzesinden (Tire sokakları, pazarı, işleyenleri, satanları, müzeleri), Ege’nin koyaklarında (B2 kapsamında talan edilmiş köy) kısa tutulmuştur. İnsan betimlemeleri, kişilerin tinsel durumlarını belirtecek denli kısa tutulmuştur. Konuşmalar olayı belirginleştirecek ölçüde, anlatılan kesimin düzeyine uygun olarak varoş dilinin söz dağarındaki argodan da yararlanarak verilmiştir. İç konuşmalar, gelişler- gidişler, sessiz düşünmeler, anımsamalar roman kişilerinin geçmişini yansıtır biçimdedir. Yansıtmalar salt ürem(Sanayi) insanlarının, tecimsel ilişkilerin bağlamında kalmamıştır. Kurgu zenginliği romanın temel zenginliklerinden birisidir. Yirminci yüzyılın son çeyreğindeki siyasal, kültürel, ekonomik koşulların; yirmi birinci yüzyılda da bitmediğini, daha da ölçüsünden çıkarak yozlaştığını vurgular. Vurgulamakla da yetinmeyip yozlaşmanın, soysuzlaşmanın toplumun temel sancılarından birisi olduğunu duyurur. Kurgusunu zenginleştirmek için, yozlaşmaya karşın direnen duygularımızın sancımasına şiire döker yer yer. Sürem(zaman) olarak 21.yüzyılın başlarını temel alırken, 20.yüzyılın son çeyreğinden çağrışımlar duyumsatır. Geçmişimizdeki öğrenci eylemlerinden, yenidünya düzeninin yozlaştırdığı devrimcilerin liberal-dinci savrulmalardan umar beklediğini sezinler okur. Savrulma öylesine sert olmuştur ki, tecimsel soysuzluklarda adlarının anılmasından bilinçli okur tedirgin olur, üzüntü duyar. Olayların geçtiği yerler Batı Anadolu’nun üretimde, tecimsel ilişkilerde, sosyal ve kültürel konumda, gezmede-dinlenmede (turizm) önemli başarıları görülen illeri (Manisa, İzmir, Balıkesir, İzmit) çevriminde yansıtılır. Kurgudaki sağlam mantıksal bağlantı kişilerde, olaylarda, roman bölümlerinde açıkça görülür. Kahramanları usta bağlanmalarla romana girer, işlevi bitince de çıkarılır. Okur aykırılık, çelişki sezinlemez. Ürem çalışanların, işlik ustalarının, satıcıların, aracıların kendi çevrelerinde oluşturduğu varoş dili vardır ki; öfke, yıldırma, korku, erkeklik ve maçoluk içeren sözcükler yoğunluktadır. Yazar, Türkçe sözcükleri seçmede özensiz mi davrandı yoksa ortamı yansıtmak için mi doğallığı seçti? Doğallıksa hoşgörümüzdür. Özensizlikse hor görümüzdür, Çünkü “…müstahak, takip, makbuz, teminat, tanzim, müteahhit, kumpas, aşikarken, mafya, hüsnüniyet, takipsizlik, tebessüm, had safa, tereddütsüz… ve diğerleri” sözcüklerin Türkçe karşılığı yok muydu sorusuna takılabilir okur. Alışılmış söz kalıbımız “ gördükleri örf ve adetlerini, gelenek ve göreneklerini kısmen yaşatmaktadırlar.(y-141)” hangi içimiyle uygundur? “Örf-adet/ gelenek- görenek” ilişkisinin düşünülmesi gözden kaçamaz. Oysa ilginç kurgu zenginliği sağlayan “.. Şimdi ise küresel güçlerin izni olmadan hiçbir şeyin yapılamadığını (y-24)”, “…12 Eylül mağdurlarından biri ( y-35)”, “…Taşeron üstü taşeron (y-41)”, “…Yatay büyüme her zaman sıkıntılıdır, kontrolü zor olur (45)”, “…Geldin mi lan? Komünist kafalı kapitalist ( 48)”, “…Ç.. malları piyasada gırla gidiyor. Bu fiyatlarla rekabet etmemiz mümkün değil. İnsanlarda bilinç de kalmadı (y-63)” tümceler imrenmemek elde değildir. Geldiği bölgelerden getirdiği; “…Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmazmış (y-45)”, “…Ağaran başla ağlayan göz gizlenir mi?(y-47)” atasözlerini de öncüt almadan geçemedim. Okur kitlesini göz önüne alarak olayları anlatırken yazınsal kaygıları görmezden gelemeyiz. Sağlanan hızlı olay anlatımı, her kesim insanın kolayca anlayabileceği yalınlıkta süsüz, açıkça anlatılarak okur kitlesinin duyguları kitaba ustaca odaklanmıştır. Sayın Cafer Öz, ülkemiz okurunun düzeyini çok iyi çözümlemiştir. Kimsenin oylumlu, üç boyutlu, IQ ve EQ’ dan söz açan, güzelduyumu(estetik), özeduyumlu ( empatili), yırlamalı-ırlamalı ( şiirsel-türküsel) romanları okumaya dayanmadığını biliyor. Gençliğin okudukları iyi gözlemlemiş. Marketlerde satışa sunulan sanal macera kitaplarıyla, bir şey anlatmayan, duygusal sömürüden para kazanmaya çabalayan yazarlarla, piyasacı yayınevleri ile karmaşıklaşan ortamla savaşım kolay olmasa gerek. Başatlaştırılanların(!) egemenliğine karşın, doğru olanların, doğru gördüklerimizin de küçük oylumlu kitaplarla, katmanlı anlatılabileceğini, alçak gönüllü yayınevlerinin yardımıyla okurla buluşturulabileceğini, deneme ataklığını göstermiştir. Girişiminden akçalı beklentisi olmadığını kitabın içeriğindeki yola açıcı duruşundan sezinliyorum. TV, Uslu telefon, araba, sorumsuz yaşam fırtınasından okumaya süre ayırabilenleri, sıkmadan, polisiye akıcılığında-yolculuk romanı ılıklığında okutarak söylemini ileteceğine inanıyorum. İçten, sıcak, okuru saran romanından sonra, yenilerini beklemek hakkımın olduğunu söylersem sözüm has okurca anlaşılır sanırım. Okuduktan sonra “ Üzgünüm Zaman Bitti” mi demeliyiz yoksa insanın olduğu ortamdan umut kesilmez iyimserliğine kapılıp “ Kötü Zamanları Bitirmeye umutluyum” dememek gerekiyor. Sözü ve yetkinliği has okura bırakırken; başarısını ve kalıcılığının sürmesini diliyorum. Ödemiş; 01 Nisan 2018 & Cafer ÖZ. Üzgünüm Zaman Bitti. Roman, Etki yayınları- 2017

  • Cahit Sıtkı Tarancı'dan Ziya Osman Saba'ya Mektup

    Ziyacığım, Farkında olmadan, merakını tam zamanında teskin etmiş olduğuma cidden sevindim... Mamafih ben yazmış olmayıp da senden bir ihtar mektubu almış olmayı isterdim! Neyse, kısmet değilmiş, doğrusunu istersen ben sabırsızlandım ve senin yazmanı bekleyemedim. Benden, avlulu, havuzlu, bahçeli bir şiir istemen hoşuma gitmedi Ziyacığım. Ben, senden, apartmanlı, tramvaylı, otobüslü bir şiir istesem, hoşuna gider mi? Hele “Diyarbekir kokulu” tabirin hakiki bir şairin ağzından çıkacak laf değil. Diyarbekir kokulu, Kayseri kokulu, Trabzon kokulu şiir olur mu Ziyacığım? Hani bazı mecmualarda şiir kitapları tenkid edilirken şöyle denir: “Ilchante son pays natal” (memleketini terennüm ediyor). O gibi yazılara şiir demiyeceğini biliyorum ve hele benim gibi onlardan tiksindiğini de biliyorum... Burada da bana soruyorlar: “Cahit bey, Diyarbekir hakkında bir şey yazmadınız mı?” Cevap vermek istemiyorum, verecek olsam, suallerinin saçmalığını yüzlerine vurmak lazım... Senin bunu şaka diye, kaleminin ucuna gelmiş olduğu için yazdığına eminim. Diyarbekir’i benim şiirlerimle tanımak hevesinden vazgeç Ziyacığım. Ben, senden “Gitmek” şiirini istemiştim, hiç bahis bile etmiyorsun... “Kuyuya Düşen Çocuk” şiirim “Güneşe Aşık Çocuk” serisinden olacaktı. Onun için ona o ismi vermiştim ve zannedersen, isim fena değildi. Mamafih, değiştirdiğine kızdım veya alındım zannetme... Yalnız başına “Kuyu” da iyi... Mamafih, ben o şiiri yazarken sen hatırıma gelmemiş değildin... Öyle, hiç meydana çıkmaman, kendi kendine çalışman, sahiden bir kuyuya düşmüşsün vehmini veriyordu bana... Neyse... Al sana küçük bir şiir: GECELER Akşamleyin güneş ardından geceler Görününce en son bu yolun ucunda,  Aksimdir sanırım, başı avucunda,  Düşünceye dalmış bir insan geceler. Ve zannedersen, bundan sonra yazacaklarım da bu cinsten olacak... Şiirde teferruatı filan sevmediğimi bilirsin. Kabil olduğu kadar conderser etmeli (teksif etmeli)... Nazariye yürüteceğimiz zaman henüz gelmemiştir... Hayırlısı... Desene, Burhan Ümit’ten ümidi kesmeli... Mamafih beis yok. Hem zaten bu nüsha üç ay gecikti... Yalnız ben sana karşı mahcup bir vaziyete düştüm. Affedeceğini ümidediyorum. Ahmet Kutsi’nin şiirini beğenmedim... “Yarasa”, “Nerdesin?”, “İhtiyar Aslan” şairinden bu gibi şiirler beklenemez. Buna mukabil, geçen nüshadaki Ahmet Hamdi’nin şiiri fena değildi. “Başım, sükutu öğüten – uçsuz, bucaksız değirmen”. Güzel değil mi?... İstiyorum ki, her şiirde bütün bir hayat tecelli etsin. Hissolunsun ki, şair onu yazarken, göğsünden bir şeyler koparmış ve o şiirin içerisine koymuş... İşte senin şiirlerinde bu vardır Ziyacığım. Yalnız, daima söylediğim gibi, bazen teferruata kaçıyorsun ve bazen de sone’yi doldurmak için lüzumsuz ve tekerrür kabilinden mısralar yazıyorsun... Zaten hep aynı şekil tarzında ısrar etmene de itiraz ettiğimi hatırlarsın. O Şevket Hıfzı’yı beğeniyorum doğrusu... Şimdi yazdıklarında fevkaladelik yoktur, fakat ilerde olacaktır zannediyorum. Ahmet Muhip de, malum şeyleri güzel kalıplara dökmesini bilen mahir bir çocuk... Mamafih, birinci nüshadaki şiirinde çok güzel mısralar vardı. Sabri Esat’ın “Köyümde Öğle” sini beğenmedim. Ziyacığım, şiirlerini dudaklarımdan düşürmediğim birkaç sayılı şairden birisi de sen olduğunu biliyor musun? Biz o kadar ağladık ki beraber... Ben hiçbir şey duymadan ben yalnız seviyorum... Ben, ben ölmüşlerimi kaldırmak istiyorum, En derin kuyuların içine haykırarak... İlh... Ziyacığım. Ben haftaya Pazar günü hareket ediyorum. Bir veya iki eylülde görüşebileceğiz zannediyorum. Ahbablara gene selamlar ve hürmetler. Senin de gözlerinden öperim Ziyacığım.

bottom of page