top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Yazmasam Gönül Razı Değil!

    Fuzuli “Söylesem tesiri yok, söylemesem gönül razı değil” demiş. Dişe dokunur yazı yazmak riskli hale gelmişse de susmaya gönlümüz razı olmadığından yazmadan duramıyoruz. 2020’nin son gününde, yazdıklarımızın nasıl karşılandığının bir hesabını yapmak iyidir. Boşa kürek çekip çekmediğimizi anlamanın başka yolu yok. 2020 yılında 115 yazımı hem facebookta, hem de e-postalarımda paylaştım. 19 yazımı veya kısa notumu ise yalnız facebooka koydum. Okumakta olduğunuz bu yazının okuyucu tarafından değerlendirme işaretleri henüz gelmediğinden 133 gönderi üzerinden hesaplıyorum. 133 gönderi 669 kişinin 451’i tarafından bir kez, 218’i tarafından 2 ile 58 kez paylaşılmış. Beğenilme toplamı 21.734, paylaşım toplamı 3.065, yorum toplamı ise 4.593. Yazı başına düşen ortalamaları ise geçen yılki sayıları da ayraç içinde belirterek veriyorum. Yazı başına düşen beğen geçen yıl 157 iken, bu yıl 6 artarak 163 olmuş. Paylaşım 19’dan 27’ye çıkmış. Yorum ise nerdeyse iki kat artarak 18’den 34’e fırlamış. Facebookta arkadaş sayısının geçen yıl da, bu yıl gibi 5000 veya hemen altında olduğunu hesaba katarsak 2020’de 2019’a göre daha çok okunan, beğenilen, paylaşılan ve yorumlanan metinler yazdığım anlaşılır. Ancak bildiğimiz gibi sosyal medyadaki arkadaşlıkların çoğu kâğıt üzerinde. Arkadaş listesinde görülenlerden yalnız yüzde 4.4’ü yazıyı “beğen”miş, ancak yüzde 1’den azı (0.7) paylaşmış, gene yüzde 1’e yakını (0.9) yorum koymuş. Rakamlar böyle gösterse de sosyal medyada okur sayımın daha fazla olduğunu biliyorum. Bunlar adeta “gizli” okurlar. NERELERDE YAYIMLANDI? Toplam 170 yazımdan 19’u yalnız facebook, 2’si yalnız e-posta, 115’i, hem facebook ve e-postada yayımlandı. 20’si ayda iki yazımı yayımlamaya başlayan Independent Türkçe’de, 12’si Bütün Dünya’da yer aldı. Yazılarımdan basılı ve internetten yayın yapan 77 medyada organının 1002 sayısında yer aldı. 2019’da bu organların sayısı 63 idi. Artış yüzde 13. Yayım sayısı ise 806 idi. Bundaki artış da yüzde 24. Görüşlerimin kitlelere ulaştırılmasında aracılık ettikleri için teşekkür babında bunların adları ve yayımladıkları yazılarımın sayısını aşağıya alıyorum: Didim Özgür Ses 211, Yeni Muhalefet 89, Bağımsız Özgür Medya 90, Iğdır Haftaya Bakış 82, Ankara 50. Yıl Lisesi Mezunları Gazetesi 77, Marmaris Gündem 81, Kültür Sanat tv 67, Milas Önder 67, Fatsa Güneş 44, Mavi Ada 43, Sanal Basın 43, Türkiye Gerçeği 40, Independent Türkçe 20, Yenimahalle 18, Aydın Ses 15, Bütün Dünya 12, Ahmet Saltık 12, Tüm Haberler 11, Yurt Gazetesi 8, BirGün 3, diğer 54 sitede 71 yazı. Bu yazıların okunurluğunu ölçmem mümkün değil. Ancak her yazımın gerek sosyal gerek basılı medyada binlerce kişi tarafından okunduğu söylenebilir. OKUYUCU NELERİ ÇOK BEĞENDİ Facebookun verilerinde görülen rakamlara göre, 2020’de en çok beğeni alan “77 Yaşıma Basmam Nedeniyle: Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar” başlıklı yazımdır. 969 kişi tarafından beğenilmiş, 31 kişi tarafından paylaşılmış, 369 da yorum almıştır. İkincisi, “Ertan Öleli 48 yıl Oldu” yazım, 774 beğen, 68 paylaşım ve 216 yorum aldı. Üçüncüsü, Fatsa Cumhuriyet Savcılığının iki yazımdan ötürü açtığı (henüz ifademin alınmadığı) soruşturma dosyaları nedeniyle yazdığım “Bunlar Beni Konuşturmayacaklar Anlaşılan” başlıklı yazımdır ve 648 beğeni aldı, 60 kişi tarafından paylaşıldı ve hakkında 192 yorum yapıldı. Birkaç fotoğraflı notu atlayarak belirtmek gerekirse, yazılarımdan en çok beğenilen dördüncüsü, ölümü nedeniyle yazılmış olan “Muzaffer İlhan Erdost” başlıklı yazı 505 beğen, 66 paylaşım ve 142 yorum aldı. Beğenilen sayısına göre bunları izleyen dört yazı şunlardır: “Abdullah Özkucur 100 Yaşında (463), “Ayasofya’da Namaz Kılmak” (414), “Koronaya Yakalanırsam” (378), TV’lerde ibretle izlediğimiz bir tutumu anlatan “İktidar Tarafına Geçmek” (346) En ilgi çeken yazılara bakarak benim ve okurun 2020’deki ruh halini, dünya görüşünü çıkarmak mümkündür. TEŞEKKÜR VE KUTLAMA Yazılarımı beğenerek, paylaşarak, yorumlayarak bana şevk veren, cesaretimi artıran arkadaşlara ve bunları yayımlayan gazete, dergi ve site yöneticilerine teşekkür ediyorum. Dünya için iklim felaketinin durdurulduğu, korona belasının önlendiği, yurdumuz için ayrıca siyasi bir uçuruma gidişten kurtulma yolunda önemli adımlar atıldığı bir yıl geçirmenizi dilerim. (31 Aralık 2020) zekisarihan.com

  • Dergi

    Çocuk ve Medeniyet Dergisi Yeni Sayı Çıktı!

  • Öykünün Çağcıl İki Yüzü

    Fadime Y. KAROĞLU * Ülkemizin Cumhuriyet dönemi öykücülüğü, hacimli çeşitlilik gösterir… Aynı kuşak yazarlarından; biri olay, diğeri durum anlatan öykülerin iki önemli ismi Sabahattin Ali ve Sait Faik… Sabahattin Ali, insan ve toplum sorunlarına eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmış, özellikle Anadolu insanının olanaksızlık ve güçlüklerle dolu yaşam kavgasını bu mantaliteyle incelemiş ve öyküleştirmiştir. Sabahattin Ali, bu öykü anlayışıyla kendisinden sonraki toplumcu gerçekçi öykücülere de iyi bir ortam hazırlamıştır. Sait Faik, toplum sorunlarını göz ardı etmeden, Sabahattin Ali’nin toplumcu gerçekçi öykü anlayışından farklı bir öykü anlayışıyla, aydın bireyin, kentli sıra insanın yaşamına yönelik, sevecen anlatımıyla günümüz çağdaş Türk öykücülüğünün öncü kalemlerinden olmuştur. Her iki öykücü de insanı; köylüsü, kentlisiyle hayatın içinden türlü halleriyle, insanı konu almışlardır. 1935-45 yılları arasında, isimlerini döneme altın harflerle yazdıran Sait Faik’le Sabahattin Ali'nin modern Türk öykücülüğündeki önemli ve onurlu yerini anmak, anlatmak, sınırlı satırlara sığdırmak güç olsa da kısaca değineceğim: Sabahattin Ali Öykücülüğü Sabahattin Ali’nin ilk öyküsü 1930 da, “Resimli Ay” dergisinde "Bir Orman Hikayesi" adıyla yayınlanmıştır. Toplumsal içerik taşıyan bu öykü, Nazım Hikmet’in ağzından okurlara şöyle sunulmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz" Sabahattin Ali genç sayılabilecek bir yaşta (41) öldürülünceye kadar beş öykü kitabına imza atar. İlk kitabı Değirmen (1935) de yayınlanır. Çeşitli etkilenimlerin yoğun olarak gözlendiği bu ilk kitap onun kendi dilini oluşturma çabalarını, arayışlarını sergiler. Diğer bölümlerde onun daha sonraki öykülerinde derinleştireceği temel izleklerin tümünü görürüz: cezaevi öyküleri, köy ve köylü, kasabaya gelmiş oyuncu kızlar, basiretsiz yöneticiler... İkinci kitabı Kağnı’da (1936), yavaş yavaş öyküde ne yapmak istediği netleşir. Sabahattin Ali öykücülüğünde replikleşmiş, gereksiz ses bulmak olası değildir. Her şey toplumsal çıkmazlardan, acıdan, yürek sesinden kaynak bulur. Öykülerinin tamamını göz önüne alırsak, yazarın horlanarak dışlanmış, ezilmiş, sömürülen kadınlara nasıl saygıyla ve sevgiyle yaklaştığını görürüz. Türk öykücülüğünde ezilen kadın konusunu ilk gündeme getiren yazarların başında gelir. Çilli, Yeni Dünya, Hanende Melek, Köstence Güzellik Kraliçesi, Komik-i Şehir, Mehtaplı Bir Gece, Çaydanlık, Isıtmak İçin, Kazlar, Kağnı, Sıcak Su, onun kadın odaklı öykülerinden en önemlileridir. Sabahattin Ali pek çok öyküsünde toplumun kadına yanlış bakışından kaynaklanan kadın dramlarını anlatır. Bir yanda vurguncu varsıllar ve kişisel çıkarlarını her şeyin önünde tutan ahlaksız aydınlar, diğer yanda “namus”, “ kara sevda”, gibi töresel değerlere bağlı köy, kasaba insanı… Anadolu insanını ruhuyla saptayan Sabahattin Ali kimden yana olacağını, neye değer vereceğini bilinçli duyumsar. Acımasız, yüreksiz insanlık dışı yöneticilerin karşısına, toplumun dört bir yanından çıkıp gelen grup tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, hatta ezik fahişeleri çıkartır. Bütün bu insanlar, toplumun genel kabul gören değer yargılarını altüst edercesine iffetli, erdemli kişilerdir. Toplumun maddi yaşamına benzer gelişen ahlak değerleri, Sabahattin Ali’nin halkçı dünya görüşünde, apayrı bir hayat çağrıştırır. O öykülerini çoğunlukla kendisini haklı çıkaran şu temel üzerine kurar: bozuk düzen. Bu bozuk düzende iki sınıf vardır. Ezenler ve ezilenler. Ezenler sınıfında iktidar, ağa, burjuva, yönetim mensupları, rüşvetçiler, üç kâğıtçılar vardır. Ezilenler ise tümüyle yoksullar, köylüler yani halktır. Bu basit ve kestirme çizelge, ülkenin o dönem gerçekliğine tamamen denk gelir ve sırıtmaz. Aydınların çoğunluğuna karşı güvensizdir Sabahattin Ali. Aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Hastanelerdeki doktorları, taşraya iş için giden mühendisleri, küçük şehirlerin dedikoducu yaşamına kendini kaptırmış öğretmenleri kuşkucu bir gözle imlerken, Sabahattin Ali’nin öykülerinde erdemsel doruğa çıkardıklarıysa; sömürülen emekçiler, bilgisiz köylüler, yoksul işçilerdir. Sabahattin Ali’nin öyküdeki asıl başarısı, olağanüstü olaylar anlatmasına karşın, çizdiği, yarattığı hava sebebiyle insanda bir inanırlık ve gerçeklik duygusu oluşturabilmesidir. İnsan psikolojisinin sırlarını ustalıkla açığa çıkarır. Söylemekten bile çekinilen insanlık halleri, onda nezaketsiz, yaralayıcı, yakıcı gerçekliğe dönüşür. Toplumun, ülkenin genel sorunlarını bütün boyutlarıyla tespit etmiş, keşfetmiş bir yazar, kendi ülkesinde yaşam alanları daraltılarak, nerdeyse nefes alamayacak hale getirilmiş, hapishanelerden hapishanelere sürüklenmiş, bu keşfinin bedeli ağır ödetilmiş, sonunda hiç de arzu etmediği bir serüvende tıpkı öykü kahramanları gibi elim bir biçimde öldürülmüştür. Hep sözünü ettiği bozuk düzenin, acımasızlığın kurbanı olmuş, böylece yazdıklarının haklılığını adeta ispat etmiş olarak aramızdan ayrılmıştır. Ancak, geride ölümsüz eserler bırakmıştır. Sait Faik Öykücülüğü Sevmek… Ülkeyi ve insanlığı sevmek, kişisel bir bakışla Sait Faik için de değişmez bir dünya görüşüdür. Sevgi ihtiyacı Sait Faik’te aşılmaz noktalara ulaşır. Sait Faik’in öykülerinde insanın insana duyabileceği her güzel his inanılmaz inceliklerle anlatılmıştır. İstanbul'un eski hayatını anlatan hikayelerinde, geleneksel öykü kalıplarını kırarak, konu ve olaylardan çok, kısa zaman parçalarındaki durumu büyük başarıyla yansıtan öyküleriyle tanınmıştır. Ayrıca tüm dünyada bilinen Maupassant ve Çehov tarzı hikayecilikte Çehov tarzıyla tanınmıştır. Sait Faik asıl ününü, Burgaz adası ve çevresi kaynaklı Rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, doğayı konu alan öyküleriyle kazanmıştır. Sait Faik, sözcüğün tam kavramıyla bir 'an' öykücüsüdür. Onun öykülerinin pek çoğu İstanbul’u ve insanlarını bir zaman diliminde donduran fotoğraf öykülerdir. O yaşamı boyunca, geçip giden hayatı, İstanbul’u ve İstanbul insanlarının yaşamını ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. Kimi düşlere, kimi tensel arzulara, kimi yaşama coşkusuna dayalı anlık gözlemlerle öyküsünü işlemiştir. Öyküleri de tıpkı üst üste sıralanmış kartpostallar gibidir. Birinde sislere batmış Galata Köprüsü, üstünde balıkçılar, seyyar satıcılar, arkada belli belirsiz Yeni Cami; diğerinde, adalarda üçüncü sınıf bir kahve, önünde insanlar, uzanıp giden tozlu yollar, yol boyunca serviler, mor salkımlar… Bir başkasında, Beyoğlu’nda camları kirli bir pastane, hemen önünden geçen tramvay ve sinemadan çıkan kalabalıklar. Daha bir yığın İstanbul görüntüsü, çeşit çeşit insan manzaraları… Sait Faik, İstanbul’u dolaşıp da bir türlü içine giremediği insanlara –özellikle savruk insanlara- dünyalar kurar öykülerinde. Sokakları, iskeleleri, istasyonları gezerek başıboşları, mutsuzları, yalnızları, kimsesizleri anlatır. Şehrin ışıltılarında yalnızlığın, ölümün, yoksulluğun hissiyatını arar. Ona göre, “Sokakta, bir dükkânda, bir kalabalık yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür.” Ama insanları anlatırken şehri ondan ayırmaz, onları bir bütün içinde anlatır. Öykülerinde şehir ve insan kaderinin ortaklığına vurgu yapar. Herhangi bir yerde gözü birine takılır ve onunla ilgili düşünmeye başlar: Kimdir, ne iş yapar, çoluk çocuğu var mıdır? Öykü buradan başlar ve onu anlamaya, zihninde bir yerlere oturtmaya çalışır. Ardından kahraman olarak seçtiği bu kişiye has bir dünya yakıştırır. Sait Faik dünyayı, yaşamı seven ama kendi istek ve arzuları ile onu değiştiremeyeceğini anladığında, hayallere, öyküye ihtiyaç duyan biridir. Bu anlamda öykü, onsuz yapamayacağı bir şeydir. Çünkü gündelik hayatının, hayat görüşünün eksik kalan yanlarını öyküyle, yazıyla tamamlamaktadır: “Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah insanları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgi ile seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındaydım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda sarılıyorum.” Bireysel tutkuları, yaşamı güzelleştirme, renklendirme çabaları, arzusu onu sanata, öyküye götürür. Soyut, romantik, şairane tutumu toplumsal yapıyı, inancı, alışkanlıkları aşma girişiminin bir yoludur. Bütün zorluklara rağmen hayattan kopmayan insanların yaşama arzusu ve direnci onun ilgisini çeker. Kuşkusuz bu yolla bir şekilde kendisini de test etmektedir: aylaklığını, sinik ve beceriksizliğini… Bu anlamda yaşadıklarıyla yazdıkları birbirinden ayırt edilemeyecek örnek isimlerden biridir Sait Faik. Ne yaparsa yapsın, neyi yazarsa yazsın “özne” hep kendisidir. Aylaklığa övgüler bu anlamda otobiyografiktir. Akıp giden gündelik hayattan günübirlik sevinçler, mutluluklar, acılar üretirken aslında hep kendi ruh hâlini yansıtır. Pek çok öyküsünde bireysel arayışlarını, arzularını bu gözlemleri üzerinde test ederek, olayı yine kendine döndürerek özne olur. Gündelik hayatın inceliklerini, ayrıntılarını yakalamak tüm gizlerini çözmek isterken aslında kendini anlamaya, anlatmaya çalışır. Sait Faik, Edebiyatı, yaşamı güzelleştiren bir araç olarak görür. Kimi öyküleri, mektup, söyleşi, deneme, izlenim, öykü arasında gider gelir. Buna aldırışsız durur. O sadece yapması gerekeni yapmaktadır… Her sözcük kurgusallıktan çok uzak, doğadaki olması gereken anlamıyla kullanılmaktadır. Kuralların dışına çıkarak dile de farklı ve hoş bir kimlik kazandırmıştır. Sait Faik ve Sabahattin Ali, yazış biçimleri ve dünya görüşleriyle modern Türk öykücülüğünün başlıca iki ufkunu oluşturarak, günümüz yazınına da ışık tutmuş, genç kalemlere de yol gösterici olmuşlardır. DERLEME: Fadime Y. KAROĞLU KAYNAK: İNTERNET

  • Sevgi

    Bunun üzerine Almitra, 'Bize sevgiden bahset...' dedi. Ve o başını kaldırdı, insanlara baktı. Üzerlerine sinen derin dinginliği duyumsadı. Ve yüksek bir sesle konuşmaya başladı: 'Sevgi sizi çağırınca, onu takip edin, Yolları sarp ve dik olsa da... Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi, Telekleri arasında saklı kılıç, sizi yaralasa da... Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın, Kuzey rüzgarının bir bahçeyi harap edişi gibi, Sesi tüm hayallerinizi darmadağın etse de... Çünkü sevgi sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer. Sizi büyüttüğü ölçüde, budayabilir de... En yükseklere uzanıp, Güneş'le titresen en hassas dallarınızı okşasa da, Köklerinize de inecek, ve onları sarsacaktır, Toprağa tutunmaya çalıştıklarında... Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker; Çıplak bırakana kadar döver, harmanlar; Kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler... Bembeyaz olana kadar öğütür sizi; Esnekleşene kadar yoğurur; Ve Tanrı'nın İlahi sofrasına ekmek olasınız diye, Sizi kendi kutsal ateşine savurur... Sevgi bütün bunları, Kalbinizin sırlarını bulasınız diye yapar, Ve bu biliş, Hayat'ın kalbinin bir cüzünü yaratır... Ancak korkunun kıskacında, Salt sevginin huzurunu ve hazzını ararsanız, O zaman örtün çıplaklığınızı, Ve sevginin harman yerine adim atin... Adim atin, kahkahaların tümünün olmadığı, Sadece gülebileceğiniz mevsimsiz dünyaya, Ve ağlayın, ama tüm gözyaşlarınızla değil... Sevgi hiçbir şey sunmaz, sadece kendisini, Hiçbir şey kabul etmez, kendinde olandan gayri... Sevgi sahip çıkmaz, sahiplenilmez de; Çünkü sevgi, sevgi için yeterlidir, tümüyle... Sevdiğinizde, 'Tanrı benim kalbimde, ' yerine, Söyle deyin, 'Ben kalbindeyim Tanrı'nın...' Ve sanmayın yön verebilirsiniz sevginin akışına, Çünkü sevgi, yolunu kendi çizer, sizi değer bulduğunda... Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka... Fakat seviyorsanız ve ihtiyaçların arzuları varsa, Bırakın bunlar sizin de arzularınız olsun... Erimek ve akmak, geceye şarkılar sunan bir dere misali, Şefkatin fazlasının verdiği acıyı bilip, Kendi sevgi anlayışınla yaralanmak, Ve kanamak, yine de istekle ve coşkuyla... Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak, Ve bir sevgi gününe daha, teşekkürle uzanmak... Sessizce çekilmek öğle vakti, sevginin vecdini duymak, Akşamın çöküşüyle de, eve huzurla dönmek... Ve uyumak, kalbinde sevgiliye bir dua, Ve dudaklarında bir şükür şarkısıyla...' * Halil CİBRAN Doğum 6 Ocak 1883 Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Osmanlı Devleti (Günümüzde: Lübnan) Ölüm 10 Nisan 1931 (48 yaşında) New York, ABD Lübnan asıllı ABD'li ressam, şair, Cibran, 1883 yılında Lübnan'da doğdu. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressamdı. Resimlerinin bazıları günümüzde dünyanın birçok şehrinde sergilenmektedir.

  • Gürültülü Sessizlik

    Bir şeye daha az önem verdiğinizde onu daha iyi yaptığınızı fark etmeniz için oluruna bırakmayı denediniz mi? Mutlu olmayı ve sevilmeyi umutsuzca arzuladıkça, çevrenizde kim olursa olsun kendinizi daha yalnız hissedersiniz. Oysa insan dediğin safralarından kurtuldukça özgürleşir, yalınlaştıkça, çıplaklaştıkça... Bir şeyi başarmayı en az kafaya takan kişi genellikle onu başaran kişi olur. Yaşamda bir değeri olan her şey ona bağlı negatif deneyimin üstesinden gelmekle kazanılır. İç sesinizle konuşmalarınız size ıstırap verdikçe yapacaklarınızdan alıkoyan bir güce karşı mücadele verirsiniz. Vicdanen çektiğiniz acı yaşamın dokusunda sökülmez bir iplik gibidir. Onu söküp atmaya çalışırken bağlı olduğu parçanın hepsini yırtarsınız. Bundan kaçmaya çalışmak ona daha çok önem vermek demektir. Olgunluk yaşına gelince karşılaşılan olaylara şaşırmayarak, zamanla oluruna bırakıyoruz. Gençlik, en çok kendimizle kavga ettiğimiz, ruhumuzu sağır eden ama kimselerin duymadığı çığlıklarımızın yaşandığı dönemdir. Gönül kapısı aralanarak çıkmasına izin verilse iç huzura ulaşılacaktır. Dışarıya çıkmakta direndikçe hapis olduğu yeri kendisini yok edecek gücün farkına zamanında varmalıdır. Kötülüğe karşı kültür ve sanat güçlü bir ilaçtır. Mutluyken varlığından haberdar olmadığınız hazinenin, felaketler başınıza geldiğinde etkisi ve değeri anlaşılır. Acının dayattığı sessizlik, kim olduğunuzu ne istediğinizi düşünmenizi sağlar. Engellerin aşıldığı buluşma alanı ararken edebiyat hayat kurtarıcıdır. Yazmadan önce ruhuyla yüzleşen yazarın derdi büyüktür. Kendisi ve insanlık için dertlenir. Sıkıntısını sesli düşünür. Derdine farklı açıdan yaklaşarak yazdıklarının ona derman olacağına inanır. Ortak sorunlar olunca yazılan her şey okuyucuya hitap eder. Kalem yerine kalbiyle yazdıkça hem kendine hem de okuyucuya şifa olacak ilacı bulmuş olur. Hayatımda çaresiz kaldığım her dönemde yazarak, ruhumdaki çığlıkları satırlara dökerek, rahatladığımı fark ettim. ‘’Her şey zamanını bekler; bunun için izin vermek gerekir'' sözünü ilke edinerek yola çıktım. Yazarak, sanatın her dalıyla uğraşarak, ruhun çığlıklarını kulağa hoş gelecek sese dönüştürmek keyifli bir yolculuğa yapmaktır. Yol arkadaşlarınızı iyi seçerseniz yolculuk keyifli olacaktır. Çocuklukta yol kenarında akan suyun yolunu keser etrafını kumla çevirerek hapis yapardık. Mimarlık, mühendislik bilgisi olmadan el yordamı ile yaptığımız projenin başarısını kırmızı kurdele keser gibi açılışla kutlardık. Suyun barajdan kanallara ulaşırcasına açtığımız yolda ilerlemesini görmek tarifsiz sevinç yaşatırdı. Oyun olarak gördüğümüz iş için harcadığımız çaba ve geçen zaman, suyun diğer tarafına ilerlemesini izlemek içindi. Üzerinde çok düşünülen bir şey olmamakla birlikte sonuç güzeldi. Çocukluk ve gençlik geride kaldı. Olgunluk yaşımda yazılar yazarak içimde hapsettiğim üzüntü ve sorunların akıp gitmesini sağlıyorum. Bunu o yaşlarda suyun akışını izlerken öğrendiğimi şimdi anlıyorum. Yetenek ve yaratıcılık hayal dünyanızın nasıl ve nelerle beslendiğine bağlıdır. Ayrıca yazmaya başlamadan önce okuduğunuz kitaplardan ruhunuzdaki odacıklara neyi yerleştirdiğinizle alakalıdır. Ayçiçeklerinin güneşe dönüşü gibi edebiyatın aydınlattığı ışığa yönelmeli. Karanlıkta duyulan gürültülü sessizliğin sağır yapmasına izin vermemeli. Yönümüzü iyi olana çevirmek; kalbimize, ruhumuza her zaman iyi gelecektir.

  • Şartlı Tahliye

    acılar kaygan yazılır suların seviştiği taşların üzerine çok iz unutulur kapı kollarında ellerin bilmediği sofrasına kabul etmeyen kurdun diş gıcırtıları arasında günlerdir çırpınıyorum eteğimdeki cin atomları parçalandı kaybettiğim sorulara cevap arıyorum aklımı duyguların arka odasına saklayıp bütün felsefelere çözümsüzlüklerimle çözülüyorum parmak uçlarıma bağlanmış dizeler çoktan ipini kopardı acımasızca kırbaçlıyorum kendimi sen misin atları şaha kaldıran ayvaz çocuk kışa sakladığım cümleleri bahar da sarıp içiyorum gün görmemiş imge yontularının arasında başlangıcı nerde, bitişi nerde bu kaybın bakıyorum, kanı çekilmiş bütün sözcüklere günün sonunda ben basit sözlerin sıradanlığına kalıyorum etimin burkulması için bu bir şartlı tahliye annemin bilmediği el kapısında Arsen Everekliyan

  • maviADA'da Yer Almak ve KATILIM

    maviADA HAYAT ve SANAT PLATFORMU, temelinde 2002-2014 arası basılı olarak yayın yapan KimseSİZ ve maviADA Dergilerinde yer alan bütün sayılar, yazılar, yazarlar ve etkinlikler için oluşturulmuş bir sanal müzedir. Bu bölüm maviADA SAYFALARINDAN ULAŞABİLECEĞİNİZ ayrı bir site olarak yayındadır. SÜRDÜRÜLEN ve YAŞAYAN bölümü ise ister ünlü, ister ünsüz ya da ister profesyonel sanat ilgilisi, ister yeni başlayan olsun herkese açık, dileyenin yazısıyla, çektiği fotoğrafıyla, çizdiği karikatürüyle katılabileceği, isteyenin çıkan kitabını, yapacağı etkinliği, açtığı sergisini tanıtacağı tümüyle gönüllülük ilkesine dayalı imece bir yapılanmadır. ÖZETLE isteyen herkes, başkalarını da ilgilendireceğini düşündüğü her şeyi, elbette estetik ve nezaketle sayfalarımızda paylaşabilir, kitabını, dergisini tanıtabilir. Bunun için de katılımcıdan hiçbir bedel istenmez. Artan talepler nedeniyle katılımınızın en hızlı ve kolay gerçekleşmesi için aşağıdaki adımları izlemeniz önerilir. Bir kereliğine yapacağınız bu işlem size kolaylık sağlayacaktır. Ayrıntılı bilgiyi SİTENİN İLETİŞİM SAYFASINDAN EDİNMEK MÜMKÜNSE DE kısa bir açıklama yol gösterici olacaktır. KATILIM İÇİN: *İLK ADIM: FACEBOOKTAN kimliğinizle ilgili bize YETERLİ bilgi verecek bir sayfanız varsa onunla Mavi Ada sayfamıza (https://www.facebook.com/maviadadergi) değilseniz arkadaş olunuz. Sayfanız hakkınızda net bir bilgi vermiyor, takma adla katılıyorsanız bizi kendinizle ilgili yeterli bilgiye sahip bir iletiyle mutlaka bilgilendiriniz. Sayfanın yayınlanan günlüklerinin de yer aldığı maviADA DERGİSİ sayfasına(https://www.facebook.com/maviADA2017/) katılmanız da takibinizi kolaylaştıracaktır. *Yazılarınızı WORDle yazıp varsa fotoğraflarıyla birlikte E-POSTAyla gunesdergi@gmail.com adresine gönderiniz. * Son adım olarak, size bilgi verilebilmesi, ilgilendiğiniz konularda sorular sormanız için maviADA www.adadergi.com adresine gidip ÜYE olunuz. KATILMIŞSANIZ: ÖNCELİKLE; * İSTEDİĞİNİZ kadar katılım yapar, kitabınızı, etkinliğinizi tanıtabilir, profesyonel ticaret olmadıktan sonra kültürel reklamlar da yapabilirsiniz. * Daha önce basılı maviADA'da yer almamışsanız ancak üç katılımdan sonra adınız YAZARLAR kategorisinde yer alır. Arada bir uğrar varlığınızı hissetirirseniz kalmaya devam eder, öteki türlü ETİKETLER bölümünde adınızı bulabilirsiniz. * Biz yaşa ve yaşat kuralına inanıyoruz. Beklentimiz, en çok haftada bir, en az iki ayda bir, düzenli yazmanız,yazınıza sahip çıkmanız ya da arada bir gözükmeniz, maviADA'ya omuz vermeniz, dost kalmanızdır... Yani işim bitti, dön git yok. * Dilediğiniz, uyacak formatta ürünle, başka yerde yayınlanmışlar dahil katılmanız mümkündür, ama maviADA yer verip vermemekte özgürdür, kişiye özel yanıt vermek zorunda değildir. EN DOĞRU, GÜNCEL ve DAHA AYRINTILI BİLGİ İÇİN maviADA KATILIM ve İLETİŞİM sayfasına gidiniz. * ÖNEMLİ: Yayınlananlara telif ücreti ödenmez, sitede yapılacak reklam ve tanıtımlar için üyelerden bir bedel istenmez, paylaşılanların sorumluluğu ve tüm hakları üretenindir, yasal ve etik yönden bütün yayınlar site yöneticilerinin incelemesinden ve onayından geçer. Site gönderileri koyup koymamakta, koyduklarını isterse kaldırmakta ve gereksinme duyarsa yayınlanma koşullarında değişiklikler yapmakta özgürdür.

  • ADA KIŞ 2020 SAYISI ÇIKTI

    maviADA SEÇKİ * KIŞ 2020 * BASILI DERGİ / İÇİNDEKİLER 3 Fadime Y. Karoğlu 5 Niyazi Uyar 6 Fuat Özgen 7 Nurdan B. Aladağ 9 Nurten Bengi Aksoy 11 Muhsine Arda 13 Zeki Sarıhan 14 Yusuf Aksoy 14 Bengi Su Akarca 17 Arsen Everekliyan 18 Aycan Aytore 20 Şenol Yazıcı 22 Birgül Kızılkaya 23 Deniz Kavukçuoğlu 24 Derin Zorlu 25 Esra Odman İyier AYRICA: Bülent Ecevit / Murathan Mungan / Eray Canberk / Cemal Süreya / Ahmet Erhan / Edip Cansever / İlhan Berk / Attilla İlhan / Bedri Rahmi Eyüpoğlu / Ömer Hayyam * DERGİ KİMLİK maviADA Genel Yayın Yönetmeni Şenol Yazıcı Editör: Nurten Bengi Aksoy, Aycan Aytore Katkı Verenler: Fadime Y. Karoğlu (Yalova) Niyazi Uyar (İzmir) Yusuf Aksoy (İzmir) Nurdan B.Aladağ(İzmir) Muhsine Arda(Bursa) Fuat Özgen(Yalova) Zeki Sarıhan(Ankara) Derin Zorlu(Denizli) Arsen Everekliyan (Kayseri) EMAİL: adamavi@gmail.com (Katılım EMAİLledir) YAYIN ADASI: www.adadergi.com Posta Kutusu: 30 Ulucami / BURSA Dergimiz İnternetten yayın yapar. Olanak bulursa yayınlanan yazılardan basılı seçki dergi yayınlar. Dergimiz KIŞ 2020 sayısı çıkmıştır, 12 Şubat Çarşamba gününe değin maviADA üyelerine dağıtımı tamamlanacaktır. Fazla dergi isteyenler, adresi değişenler, dergilerinin kargoyla gönderilmesini tercih edenler maviADA BİLGİ adresinden bizimle iletişim kursunlar. *DERGİYİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN (1 Nisan'dan itibaren)

  • Das Kapital

    / Karl Marx / Yirminci Yüzyılın hemen hemen bütün çalkantılarının ve siyasal olaylarının, kutuplaşmaların güçlü etkisi oldu. Dünyanın en çok okunan, hakkında en çok kitap yazılan, yine ardında en çok kitap, en çok iz bırakanı da o'dur. Yahudi asıllı filozof, yazar, politik ekonomist ve Marksizmin teorisyeni Karl Marx, 5 Mayıs 1818 Trier de doğdu - 14 Mart 1883 Londra'da öldü... Dünyayı şirazesinden çıkarmaya yetecek bir 65 yıl... Denilebilir ki dini kitaplardan sonra, okunmasa da, anlaşılmasa da dünyanın en çok bildiği kitabın DAS KAPİTAL'ın yazarı. Das Kapital(1867) Karl Marx'ın en önemli yapıtlarındandır. Sanayi Devrimi’nin ilk dönemlerinde yükselen kapitalist üretim biçimine karşı çıkan ve bu üretim biçiminin farklı, ciddi bir eleştirisi, kapitalizmin Marksist açıdan iktisadi dille tahlilidir. Toplam üç cilttir. 2. ve 3. ciltler Marx'ın ölümünden sonra Friedrich Engels tarafından notlarının düzenlenmesi sayesinde yayınlanmıştır. Eserin 1. cildi sermayenin üretim sürecini,, 2. cildi sermayenin dolaşım sürecini, ve 3. Cildi ise bir bütün olarak kapitalist üretim sürecini konu almaktadır. HEGEL okulundan gelen ama HEGEL'i eleştirerek, onun idealist yaklaşımı yerine maddeci yaklaşımla ayrılan, ENGELS'le birlikte dünyanın en büyük ütopyasını; komünizmi biçimlendiren ve rasyonelize ederek hayata geçirme fırsatını da göremese de bulan MARKS'ın bilinç ve ciddi alt yapı isteyen çok karmaşık gözüken felsefesinin dayandığı noktaları kısaca özetlersek geniş halk yığınlarınca neden sempatik bulunduğu belki birazcık anlaşılır. *Üretim araçlarının sermayeden alınıp, işçi sınıfına devrini, *Toplumsal lokomotif olarak işçi sınıfının aktif rol oynamasını, *Devlet düzeninin paylaşımcı ve halk yönetimine dayalı olmasını...önemser. Marksist Felsefe bilimsel yöntemlerle * Diyalektik * Maddeci(Materyalist) * Eylem felsefelerine dayanır. Uygulamasında türlü biçimler ortaya çıkmasına ve bu nedenlerle Maocu, Leninci, Enverci... gibi adlandırılmasına karşın, dünyanın oldukça geniş bir coğrafyasında bir devlet düzeni olarak benimsenen SOSYALİZM, her ne kadar materyalist felsefeyi öncelese de, geniş yoksul kitleleri etkilerken herhalde HEGEL'in "idealist romantizm"inin etkileriyle "hak emek" ilişkisini başat imge olarak bayrak yapar. Marks'a göre dünyadaki bütün çatışmaların temelinde "sınıf " yatar. Bu çatışmaların yok edilmesi için proleterya egemenliği temel koşuldur. Aslında Platon'da üretici bir sınıf olarak var olan işçi sınıfı bu kez yönetime de olmaz olmaz aday gösterilmiştir. Platon'un Devlet'inin yönetenler filozof olmalıdır seçkinciliğine karşın, DAS KAPİTAL ve tıpkı dinler gibi yoksul ve ezilen sınıflar üzerinde yoğunlaşan Marksizm, kitlelerin ilgisini de en çok bu yönüyle çekmeyi başarmıştır. Marksizmin bu en güçlü yanı belki de en zayıf yönü de olacak; yönetici de liyakat mi, yoksa "emek" mi aranmalı, tartışmasıyla çağa damgasını vuracaktır. ***

  • İhanet Coğrafyası

    Geçmişi hatırlayamayanlar, onu bir kere daha yaşamak zorunda kalırlar. Çürük et kokusu genzimi yakıyor. Havada bir çift güvercin soğuğa inat kanat çırpıyor… İnsan sesinin uğultusunda kanat çırpışı duyulmuyor. Bu insanlar arasında ne işin var senin? Ak güvercin, sen kimsin? Annemin, kardeşimin, dostlarımın çığlığı beynimin dar geçitlerinde yankılanıyor. Bu kâbustan uyanmak, kurtulup kaçmak için önümde duran kapıyı açıyorum: Yörükselim Mahallesinin üstündeki Çamlık bölgesinde karanlık bir geçmişe dalıyorum. Gökyüzü gri siyah nefret bulutlarıyla kaplı. Yağdı yağacak kar kokusu ortalığı tedirgin bir soğuğun etkisiyle titretiyor. Ayak seslerini o zaman duyuyorum. Yaklaşıyorlar… Böcek sürüsü gibi kısa, hızlı adımlar atarak koşturuyorlar. Ellerinde Türk Bayrağı sallanan bir sürü adam… Mahşer günü mü geldi derken, Mağaralı Mahallesinin daha ilerisinde ellerinde üç hilalli bayrak bulunan gençten çocukları görüyorum. “Neredeyim? Benim ne işim var burda?”diyorum. Sesimi duymuş olmalılar. “Gel buraya! Acele et, çabuk ol.” diyen adam kolumdan tuttuğu gibi çekiştirip yere yatırıyor beni. Uzaklardan kuş sesi geliyor, çığlık çığlığa. Güvercin olamayacak kadar hırslı, güçlü… Yine de güvercinler olsa keşke, keşke… Yere düşmemizle kurşunlar geçiyor başımızın üstünden. “Korkuyorum… Yeter artık, çıkarın beni burdan!” diye kendimin bile tanımadığı bir tonda bağırıyorum. “Gel benimle. Gel diyorum sana.” Adamın emir şeklindeki konuşması kendimi güvende hissetmemi sağlıyor. Gözlerimi kapatıp kendimi boşluğa bırakıyorum. Tam da kâbusun bittiğine, gerçek hayata geri döndüğüme inanmaya başlamıştım ki, giderek yaklaşan sesler duydum. Önce ne dediklerini anlamadım. Anlaşılmayan konuşmaların arasında sürekli tekrarlanan; “Komünistlerin ve Alevilerin cenaze namazı kılınmaz… Müslüman Türkiye…" sözleriyle aynı kâbusun başka bir sahnesinde olduğumu anlayıp önüme çıkan ilk evin kapısından içeri girdim. “Kırmızı bir çizgidir burada hayat, kapılara çizilen. Payına susmak ve ölmek düşen kişi numaranın en sonunda lekelendi. Burası neresi? Adı neydi geçmişin? Gelecek hangi kayıt numarasında saklı? Kalbinde mühür olanların yalnızlığıydı.” Buruş buruş yüzüyle o güne kadar gördüğüm en yaşlı kadın, kapıda karşılıyor beni, ”Nere gelcem oğlum, önümü göremiyom.” Kadının kiminle konuştuğunu anlamıyorum. “Kahvenin önüne kadar yürüdü, gözünde siyah bir bant yanında yalnızlığıyla. Tek başına beceremezdi hiçbir şeyi. Tek başına yapamazdı onca kıyımı, işkenceyi… Anti demokratik bir kapitali vardı bir elinde; siyah kurşun kusan, diğer elinde tornavidası; suçu o an onun elinde olmak olan. Aklında ise bildiğini sandığı bir ülkü, kendini Tanrının eli sanan.” Arkamdan, “Gel nene gel, dışarıya gel.” diyen sesi duyunca irkiliyorum. Benim orada olduğumu, onları izlediğimi kimse görmüyor. “Niye çıkıyoz oğlum? Bir şey mi var? Ben hiçbir şey göremem ki.” “Konuşma da yürü nene…” “Kimdi? Nereden gelip nereye gidiyordu? Adına yakışan bu muydu? Ercüment ismi için ne çok yaşlı ne de çok gençti. Babası o toprakları karış karış bilirdi. O, yıkılmaya yüz tutmuş bir bilinçsizliği babasının vatanperverliği üstüne inşa etmeye çalışıyordu.” Kadının nereye gideceğini bilmeyen bedeni şuursuzca yalpa yapıyor. Hatta bazen söylenenleri duymuyor, duysa da anlamıyor. Yaşlı kadından daha yaşlı görünen tahta sokak kapısının üstündeki kırmızı işarete bakıyorum. Sesler, görüntüler o kadar hızlı yol alıyor ki, takip etmekte zorlanıyorum. “Çıkın dışarıya Kızılbaşlar. Pis dinsizler! Çık dışarı! Hey sen oro… gel buraya. Çabuk ol.” “Benden olmayan düşmandır mantığını hangi biberin acılığıyla, hayatın acılığını eş tutan filozof söylemişti ki, ona. Bedenin hangi parçası göz göre bir diğerini yok eder ki? Bilinmez bir kaosun içinde dönen, arayan, bulamayan ama inat eden nedir bu öfke? Bilinçsizliğin kardeş kanı emen vampirleri. Yolunuz cehennem bile olamayacak kadar derinde.” Kahkahalara gömülen çığlıklar. Nefretin hırslandırdığı ellerde küçücük bebeklerin ayrılmış bacakları, baltayla parçalanmış kafaları… Tecavüzle parçalanmış edep yerlerini saklamaya çalışan kadınlar. Karınları deşilip çıkartılmış, doğmamış bebeklerini kucaklayan ölü anneler… ve bunları seyretmeleri için zorlanan babalar, kardeşler… “Kulağında çınlayan ses; ”Öldürmeliyim!” oldu. Ercüment bir adım attı. Aralık kar oldu, kan oldu. Ercüment adımını kara boşluğa attı. Ölüm, ilk defa o gün bedenleşip karşısına dikildi. Ve… Güneş doğmak için yönünü ilk defa o gün değiştirdi.” Feryatlarla geçen cehennemin kaçıncı günü bugün? Hepsinin kapısında kırmızı işaret bazılarında üç hilal. Sesler bir yakınlaşıyor bir uzaklaşıyor. Bense olduğum yerde hiçbir şey yapmadan öylece duruyorum…”Gel diyom sana. Bu tarafa gel… Kulaklarımdaki ses yankılar halinde gözlerimde yaş oluyor. Yaşlı kadın, olmayan gücüyle bağırıyor, “Yapma evladım! Ben sana ne yaptım?“ Yüzünü göremediğim gençten biri, elindeki tornavidayı giderek artan bir hırsla yaşlı kadının gözlerine saplıyor. Yaşlı kadının, yaşadıkları, yaşayamadıkları hepsi seksen yıllık yüreğinden fırlayıp sokağa taşıyor. “Kim bilir dökülen kanları? Sen? Ben? Ya öteki? Hâlbuki o zamanlar gazetelerin mürekkebi bile kandı. Sen o yaşlarda, gazetede çıkan devlet büyüklerinin resimlerine bıyıklar çizip, ağızlarını büyütüyordun, gülsünler diye. Çok da dikkat ediyordun, çizdiğin bıyığın babanınkinin aynısı olmasına, nedenini bilmediğin garip bir korkuyla.” Arkadan bir yerlerden; “Efendim Efendim Benim Efendim Benim Bu Derdime Derman Efendim…” türküsü ağlıyor. Semah yapan on iki genç, gözleri oyulmuş yaşlı kadının çevresini sarıyor. Beyaz kıyafetlerinde kan kırmızı kuşaklar, etekleriyle kadının kanayan gözlerini siliyor… Elinde tornavida olan çocuk hâlâ bağırmaya devam ediyor. “Pis dinsiz. Pis dinsiz, karı. Geber!” Semah yapanlardan biri eğilip çocuğun elindeki tornavidayı alıyor ve onu aralarına alıp semaha katıyor. Dönüyorlar, dönüyorlar… Ne işim var benim burada, diyorum. Çıkamıyorum kâbusun içinden. Yaşlı kadının kan çukuru gözleri en karasından bir yazgıyı çiziyor kırışık yüzünde. O ise aldırış etmiyor acıya. Dudağında küçük bir gülümseme… “Sakız gibi ağzında geveleme yılların tortusunu. Zaman kendi içinde asılı durmakla doğruyu göstermiyor. Günün bir sonrası hatadır senin için. Seçimini belirledin sen. Seçmek, bir başka şeyden vazgeçiş olsa bile vazgeçtiğin şeyle yaşamayı öğrenmelisin.” Ter içinde uyandığımda saate bakıyorum. Gece yarısı üç. Hep aynı saat, aynı rüya. Otuz iki yıldır saatim hep Cennet Nine’nin çığlığına vuruyor. Maraş’ın kapısı açık evlerinden sokaklarına yayılan çürümüş cesetlerin kokusu burnumda. Kulaklarımda durmadan yankılanan: “Yapmayın ne olur! Yapmayın! Biz ne yaptık size!” yalvarışları arasında kırmızı lekeler. İçimden hiç atamadığım bir kâbusun tam orta yerindeyim. Pencereye bir Güvercin konuyor. Ya da ben öyle olduğunu sanıyorum. Uzakta bir yerde bebek ağlaması. Eşim, gece yarısı korkuyla uyanmalarımın farkında değil. ”Ercüment, sen galiba yarın ki ödül töreni için heyecan yaptın, hayatım. Uyu hadi bir tanem.” gibi bir iki cümle ile beni anladığını belli etmeye çalışıyor. Bense, bunlarla rahatlayamayacak kadar içine batmışım kâbuslarımın. Haziran 2010, İzmir * maviADA 2011

  • hiç gitmediğim bir yerde

    hiç gitmediğim bir yerde, sevinçle ötesinde her türlü yaşantının, kendi sessizliği var gözlerinin: en ince kımıltısında birşey var içime gömen beni, birşey dokunamayacağım kadar bana yakın kolayca açar beni en ürkek bir bakışın parmaklar gibi kapamış olsam bile kendimi, sen hep yaprak yaprak açarsın beni, Baharın (dokunup ustaca, gizlice) açışı gibi ilk gününü ya da beni kapatmaksa istediğin, ben, hayatım kapanırız güzelce, birden karın her yere özenle inişini düşleyen yüreğince şu çiçeğin; duyduğumuz hiçbir şey bu ülkede erişemez gücüne sonsuz inceliğinin: renkleriyle yapısının beni bağlayan, öldüren, hiç durmadan, her nefeste (bilmiyorum nedir bu sende olan, bu kapayan ve açan; yalnız anlıyor içimde bir şey gözlerinin sesini güllerden derin olan) kimsenin yok, yağmurun bile, böyle küçük elleri Çevirİ - Cevat ÇAPAN Edward Estlin Cummings

  • Yağmurun Bile

    küçücük bir bakışın çözer beni kolayca kenetlenmiş parmaklar gibi sımsıkı kapanmış olsam yaprak yaprak açtırırsın ilk yaz nasıl açtırırsa ilk gülünü gizem dolu hünerli bir dokunuşla... hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur bütün güllerden derin bir sesi var gözlerinin baş edilmez o gergin kırılganlığınla senin her solukta sonsuzluk ve ölüm yaprak yaprak açtırırsın ilk yaz nasıl açtırırsa ilk gülünü gizem dolu hünerli bir dokunuşla hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur bütün güllerden derin bir sesi var gözlerinin şiir: Edward Estlin Cummings ÇEVİRİ: BARIŞ PİRHASAN Uyarlama: YENİ TÜRKÜ

  • Benden Selam Söyle Anadolu'ya

    Okumayı öğrendiğim demlerden beri okumaya ve kitaplara büyük bir ilgi duydum, elime geçen her kitabı okumaya çalıştım. Tabii zaman ilerledikçe kitap seçimlerimde de farklılıklar oluştu. Bir zamanlar yani gençlik yıllarımda büyük heyecanla okuduğum aşk, macera kitaplarının yerini zamanla sosyal içerikli, tarihi kitaplar aldı ve o tür kitapları büyük bir keyifle okur oldum. Özellikle son yıllarda Mübadil bir ailenin çocuğu olduğum için bu konuyla ilgili yazılmış kitaplara büyük ilgi duyuyor ve elime geçtikçe okuyorum. İşte onlardan birini, uzun zamandır okumak isteyip de okuyamadığım “Benden Selam Söyle Anadolu'ya" isimli kitabı bitirdim ve şimdiye kadar okumadığım için hem kızdım kendime hem de utandım... Kitabın yazarı Dido Sotiriyu; 1909 yılında Aydın'da doğmuş. Sol görüşlü ve militan kişilikli Sotiriu, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış bir kadın yazar. Çocukluk yılları Aydın'da geçer Dido’nun. 1922 yılında 13 yaşındayken Yunanistan'a amcasının yanına göç etmek zorunda kalır, ailesi ise daha sonra göçer Yunanistan’a... Göçmek zorunda kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçiren yazar, ailesinin karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi olur. Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında yeraltı basınında önemli görevler alır. 1986'da Livaneli ve Teodorakis'in girişimiyle kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer alır. Aydın'daki çocukluk günlerini anlatan Matomena Homata (Kanlı Topraklar) Türkiye’de basılan adıyla Benden Selam Söyle Anadolu'ya (çeviren Atilla Tokatlı) kitabıyla 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü kazanır. 1.Dünya savaşı öncesi Anadolu'da yaşayan Rum ve Türklerin kardeşliğini, Ege'nin Yunan işgaliyle yaşadığı kanlı savaş ortamını ve savaş sonrasında iki ülke arasında yaşanan mübadeleyi anlatan kitap, 1970'li ve 1980'li yıllarda Türkiye'de en çok okunan romanlardandır. Yazar - Yönetmen Haluk IŞIK kitabı oyunlaştırmış ve oyun 2014'te Türkiye ve Dünya Prömiyerini yapmıştır. "Ve sen Kör Mehmet'in damadı! Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum. Sen de öldürdün! Kardeşler, hemşeriler, dostlar! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in damadı! Benden selam söyle Anadolu'ya! Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!" Bunlar kitabın son satırları... Kimi yerinde ağlayarak, kimi yerinde, öfkelenerek ve insanlığımdan utanarak okudum kitabı. Tarihin nasıl kanla yazıldığına bir kez daha şahit oldum, bugün de şahit olduğumuz gibi... Ve savaşlara lanet ettim bir kez daha insanlığımdan utanarak... Aynı topraklarda kardeşçesine yaşayan insanların, emperyalist güçlerce nasıl birbirlerine düşman edilip kırdırıldığını, nasıl yok olduklarını okudum... Eğer sizler de benim gibi hâlâ okumadıysanız bu kitabı, mutlaka okuyun derim...

  • Sözcükler

    Sözcüklere dikkat edin, olağanüstü olanlarına bile. Çünkü olağanüstü için yapabileceğimizin en iyisini yaparız, kimi zaman sözcükler arı gibi sokarlar ve bir öpücük bırakırlar iğne yerine. Parmaklar gibi değerli olabilir sözcükler Ve kaya gibi güvenilirdir sözcükler kıçınıza sokarsınız onları. Ama hem papatyalar hem de bereler gibi olabilirler. Yine de severim sözcükleri. Tavandan düşen güvercinlerdir sözcükler. Dizlerimde oturan altı kutsal portakaldır onlar. Sözcükler ağaçlardır, yaz’ın bacakları, Ve güneş, ve onun tutkulu yüzü. Ne var ki sözcükler sıklıkla yanıltır beni. Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki, Bir sürü öyküler, betimlemeler, atasözleri, vb. Ama sözcükler yetersiz kalır, yanlış olanları gelip öper beni. Kimi zaman uçarım bir kartal gibi ama bir çalıkuşunun kanatlarıyla. Yine de sözcüklere dikkat etmeye ve kibar olmaya çalışıyorum. Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı. Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır Onarılmaları. * Çeviren: Tuğrul Asi Balkar *

  • SULTAN-I YEGÂH

    şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın nemli yumuşaklığı tende denizden gelen âhın gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

  • Bir Uçtan Bir Uca

    İzmir’den yola çıkıp Elazığ’da başlayan, Malatya ile devam edip Kars’a uzanan ve Erzurum’da son bulan bir gezi... Anılara asılı kalacağımızı bilmeden, güneşin getirdiği mutlulukla, hayalini kurduğumuz gezi günlerimiz geride kaldı. Evde olduğumuz zamanlarda eski günleri hatırlayarak umutla o güzel günlerin geri gelmesini bekliyoruz. ‘’Kuşlar uçarken, insanlar ise düşlerken özgürdür’’ demişler. İzmir’den yola çıkıp Elazığ’da başlayan, Malatya ile devam edip Kars’a uzanan ve Erzurum’da son bulan geziyi gerçekleştirirken, yaşananları satırlara sığdırmaya çalıştım. Kışımı bahara çeviren, umuda yelken açtıran, neşe dolu anları çoğaltabilmek adına çılgın gezgin olmaya devam edeceğim. Okulların yüz yüze olduğu zamanlarda tatil planları eşe dosta danışılır, araştırma yapılır, heyecanla gidilecek tarihin gelmesi beklenirdi. Günler öncesinden bavul hazırlanıp, odanın köşesinde yerini aldığında gezinin verdiği neşenin katsayısı arttırıldı. Türkiye’nin batısından en doğusuna gitmeyi sabırsızlıkla bekleyen kırk gezgincinin yola çıkışı temmuzun ilk günüydü. Gezmeye sevdalı öğretmenler olarak, lunaparkta oyuncaklara binme sırası bekleyen çocuklar gibi neşeyle, havaalanında buluştuk. Paylaşılan her konuda birbirine cömert davranan arkadaşlarla gezmenin tadını ancak yaşayanlar bilir. Her branştan öğretmen olunca gökkuşağındaki renkler gibi birbirimizi tamamlayarak geziye başladık. ELAZIĞ(Harput Kalesi) İzmir’den bindiğimiz uçakla ELAZIĞ’a doğru hareket ettik. Mavinin gizemli tonlarına, yeşilin cazibesi de eklenen Hazar Gölü’nü seyretmenin keyfine varmak için iki saatlik uçuş yapmak gerekiyor. Bavullarımızın yarı dolu olmasını önceden söyleyen tur sahiplerine gözü kapalı güvenerek otobüsümüze binip geziye başladık. Elazığ’ı panoramik dolaştıktan sonra şehrin ilk yerleşim yeri olan HARPUT kalesine çıktık. Kaleye tırmanırken, güneş kendini hissettiren sıcaklığı ile bizi kucaklıyor. Yokuş çıkmayı da sevmediğim için en sona benim kalmış olmama eşim şaşırmıyor. Dönüşte koşarak inerken düşme tehlikesi yaşasam da umursamaz çocuk tavrıyla, gruba yetişip, en öne geçen gene ben oluyorum. Rehberimiz ARAP BABA TÜRBESİ’ne bizi yürüyerek götürürken yöresel kıyafet giyenleri görüyoruz. Türbeyi bekleyen kişiyle uzun uzun sohbet ederken zamanın hızla geçtiğini fark etmiyoruz. Daha sonra minaresi eğri olan ULUCAMİİ ziyaret edip Etnografik yaşantının sergilendiği ŞEFİK GÜL KÜLTÜREVİ’ni geziyoruz. Gezilerimiz ardından HARPUT yerleşim merkezindeki Müslüman ordularının başkumandanı BALAKGAZİ’NİN HEYKELİNİ resimleyip, aynı ismi taşıyan tesislerde öğle yemek molası veriyoruz. Açlıktan mı yoksa yörenin yemeklerinin güzelliğinden midir bilinmez tabaklarda bir lokma bırakmıyoruz. Harput kahvesinin içimi hafif diye düşünürken ’’ne var bu kahvenin içinde’’ sorumuza ’’ne yok ki’’ diye cevabını alıyoruz. Kokusunu gezi boyunca duyacağımızı bilmeden, aldığımız bir paket kahveyi çantamıza atıyoruz. ELAZIĞ’dan ayrılıp KARAKAYA BARAJ GÖLÜ manzarası eşliğinde KALE-ÇOLAKLI üzerinden MALATYA’ ya varıyoruz. Aklımız fikrimiz Nemrut Dağı’na ne zaman çıkacağımızda. ''Güneşin batışı mı doğuşu mu güzel olur?'' diye sorulduğunda; çoğunluğun isteğiyle gün batımını seyretme kararı veriyoruz. Zamanı iyi değerlendirmek için Malatya’nın kayısı pazarına gittiğimizde herkes bir dükkânı işgal edercesine saldırıya geçiyor. Tadına bakılan her kayısı çeşidinden alırken gözümüze küçük şişeler çarpıyor. Kayısı çekirdeği yağının kırışıklık giderici olduğunu öğrenince ikişer şişe alıyoruz. Gezide kadın sayısının çok oluşu esnafın yüzünü güldürmeye yetiyor. Alışverişin yanı sıra Malatya halkıyla sohbet etmek hoşumuza gidiyor. NEMRUT hakkında Adıyaman’a mı Malatya’ya mı ait oluşunun tartışması süre dursun günü kaçırmamak için fazla oyalanmadan oradan ayrılıyoruz. MALATYA (Arslantepe Höyüğü) Yolumuzun üstünde 2014 yılında UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’ne alınan Arslantepe Höyüğüne uğruyoruz. Türkiye’nin en büyük höyüklerinden biri olan binlerce yıllık tarihinde, Hititlerden Roma ve Bizans’a kadar birçok medeniyetin izlerini de görebileceğimiz Arslantepe Höyüğü ile ilgili bir diğer ilginç bilgi ise; buradaki yerleşim ile birlikte yerel bir hakim sınıfın ortaya çıkışı ve bu kişilerin ekonomik, dini, politik gücü de ellerinde bulundurması. Duvarlarında siyasi gücün sembolize edildiği pek çok renkli figür ve rölyef ile erken devlet sisteminin izlerine rastlanan höyük, dünyadaki en eski kılıçlara da ev sahipliği yapıyor. Bu sebeple Anadolu’daki ilk şehir devleti olma özelliğine de sahip olduğunu öğreniyoruz. Grup fotoğrafımız girişteki heykellerin yanında çekilince ilginç sahnelere neden oluyor; herkesin yüzü gülüyor. NEMRUT DAĞI Gizemi hala çözülemeyen, yeryüzünün gökyüzüne değdiği yer; NEMRUT DAĞI’na çıkma vakti gelince, yolun ve yolcuğun tehlikeli oluşu bizi korkutuyor. Dünyanın 8. Harikası kralların dağı NEMRUT'a 2135 metre tırmandıktan sonra, nefes almakta bile güçlük çekerken gördüklerimiz bizi tam anlamıyla şaşırtıyor. Rehberimiz Nemrut’un hikayesini ve Nemrut Dağı’nın sırrını uzun uzun anlatıyor. Yaz günü olmasına rağmen dağın zirvesinde üşüyoruz. Fotoğraf çekerek bu anı ölümsüzleştirmek için yarış yapar gibi oradan oraya koşuyoruz. Rengârenk kıyafetlerle sürekli gülen, nereye gitsek karşımıza çıkan, kalabalık Japon turistleri görmezden gelemiyoruz; her resim karemize mutlaka eşlik ediyorlar. Güneş bulutların arkasına saklanarak yeni gelin gibi naz yapmasına üzülüyoruz. Dağın doğu yakasından batı tarafına giden herkes soluğunu tutmuşçasına, sessizce, güneşin önce ortaya çıkmasına sonra da batışına şahit olmayı bekliyor. Ellerinde boş kadehlerle tepkisiz bekleyenler Antiochus tarafından, her biri birer tanrı olarak tasvir edilen heykelleri andırıyor. Zaman aleyhimize işlerken rehberimiz dönme vaktimizin geldiğini söylediğinde yüzümüz asılıyor. Herkes ayağa kalkıp otobüse yöneldiği anda; alkış seslerini duyunca gökyüzüne bakıyoruz. Güneş yüzünü gösterip adeta şov yapmak üzere bize çağrıda bulunuyor. Nemrut Dağı’nın zirvesinde o anı ölümsüzleştirmek için ellerimle yaptığım kalbin içine güneşi sığdırıyorum; zamanı bir anlığına durduruyorum. Şarap dolu kadehleri batan güneşe kaldıran sevgililer, aşklarını tüm dünyaya ispat edercesine bakışıp, öpüştükleri anı gülümseyerek belleğimize yerleştiriyoruz. ''Hey gidi gençlik'' diyerek yola devam ediyoruz. Ölmeden önce gerçekleştirmemiz gereken hayallerimizden birini yaşamış olmanın huzuruyla, kör karanlıkta dağın zirvesinden aşağıya iniyoruz. Ayağımız toprağa bastığında Naim Süleymanoğlu’nun Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelme anını hatırlıyorum. Toprağı öpesim geliyor. Otele ulaşıp uyuduğumda, yattığım yeri ilk defa yadırgamıyorum. ERZURUM(Çift Minareli Medrese) Doğu'nun İncisi; güzeller güzeli Erzurum’da Çift Minareli Medrese / Hatuniye Medresesi mimari açıdan Şelçuklu döneminden izler taşımakta. Erzurum’un sembolü halinde olan medrese, 13. yüzyılda yapılmış. Erzurum Çifte Minareli Medrese yapılış amacı ilim konusunda eğitim vermekmiş. Erzurum Çifte Minareli Medrese hayat ağacı motifi ile de ön plana çıkmakta. Yağmurlu olmasına rağmen yavaş yavaş sindirerek geziyoruz. Çift Minareli Medrese’nin hazin hikâyesini dinleyip gezmek bizi hüzünlendiriyor. Hikayesine kısaca değinecek olursak ; ''Çifte Minareli Medreseyi yapan bir usta ve onun bir çırağı varmış. Yapıt yükseldikçe çırağın yaptığı bölüm ustanın yaptığı bölümden daha görkemli ve göze dokunur olmaya başlamış. Ahalinin de dilinden gelen iltifatlar sebebiyle bir gün yine çalışırlarken çırak ustasına seslenerek su istemiş ve bunu duyan usta:''Usta idim, oldum çırak,At kendini aşağı bırak'' diyerek kendini yapıtın üstünden aşağı bırakmış ve orada can vermiş. Bu duruma çok mahcup olan ve ustasına dediği lafı çok içerleyen çırak ta oracıktan kendini yere atmış ve oda orada ölmüş. Geride hüzünlü bir hikaye bırakarak ölen usta çırak yüreğimizi acıtıyor. ERZURUM’da, Milli Mücadele Kongre Merkezine girerek anı defterine duygularımızı yazıyoruz. Yıllar önce yapılan kongrenin duvarlarına yansıyan ve odaya sinen mücadele ruhunu, oturduğumuz sıralarda hissediyor, o günleri yeniden yaşıyoruz. Gezide takıya meraklı arkadaşlar sayıca fazla olunca, Erzurum’unda meşhur oltu taşını duyunca, eşe dosta hediyelik bir şeyler de almak isteyince, Rüstempaşa Kervansarayı’na yani Taşhan’a geçiyoruz. Oltu taşından her türlü takıyı bulabileceğiniz Taşhan’da en popüler ürün tesbihler. Minyatür takılardan hoşlandığım için minik ama zarif takı seti alıyorum kendime. Oltu taşının esasında ardıç ağacının fosilleşmiş hali olduğunu ve karakehribar olarak da bilinmesi üzerine satıcıdan bilgi aldıktan sonra otobüste herkes aldıklarını birbirine göstererek yeniden mutlu oluyor. Erzurum Evleri ’’Çay içmeden Erzurum’dan ayrılmayın’’ diyenlerin sözünü dinliyoruz. İki katlı tarihi Erzurum evleri kalın duvarlı, duvarlarda yüklükler ve rafları olan evlerini sokak aralarını hızlıca geziyoruz. Tarihi mekanda çaylarımızı yudumlamak gerçekten insana keyif veriyor. Dadaş çayını az demli olduğu için kıtlama ile çokça içebiliyoruz. Otobüste eksik yolcuları fark edince Taşhan’dan hala gelemediklerini anlıyoruz. Benim aklım çeşit çeşit oltu taşlarında kalıyor. ’’Az olsun, kıymetli olsun’’ diye içimden geçirip teselli buluyorum. Otelimiz Palandöken’de olduğu için arkadaşlar geldiğinde yola düşüyoruz. Gece geç saatte otele varıyoruz. ''Misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş'' diyen otel çalışanları bizi karşılıyor. Ekmeksiz karnımızı doyurmaya çalışıyoruz. Sabah kahvaltısında akşamın acısını çıkartırcasına tabakları silip süpürüyoruz. Kışın kayak merkezi ne kadar güzel olabilecekse Palandöken’de gözümüze öyle görünüyor . Başımızı yastığa koyacak otel bulduğumuza şükrederek Serhatlar Şehri Kars’a doğru heyecanla yola çıkıyoruz. 1914 yılında donarak şehit olan doksan bin erimizin anısına yapılan SARIKAMIŞ ŞEHİTLİK ANITI’nı ziyaret ediyoruz. Hikayelerini ezbere bildiğimiz şehit askerler için duamızı yaparak oradan ayrılıyoruz. KARS(Ani Harabeleri) Ermenistan sınırında olduğumuzdan telefonları uçak moduna alıyoruz. Benim ANİ HARABELERİ’ni görmedeki sabırsızlığım gruptan ayrılıp bulunmadığımda ufak bir panik havası yaşatıyor. Eşim telefonla bana ulaşamayınca gördüğü herkese beni soruyor. Küçük bir kız çocuğu gibi ortadan kayboluşum sonradan herkesi güldürüyor. En güzel fotoğrafları çekebildiğim için mutlu mutlu grubun yanına dönerken bu yaşadığımın ilk olmayışını sonda olmayacağını kimselere anlatmıyorum. Ani Harabeleri’nin çıkış bölümünde Kars kazlarının etrafımda çember yapınca ve resim karesine de bu neşeyle yansıyınca aldığım keyif ikiye katlanıyor. Kars şehir merkezine gitmek üzere otobüsümüze biniyoruz. İşte asıl macera burada başlıyor. Kaz eti yemek isteyen bir grup arkadaş bizden ayrıldığında açlıktan ölsek bile Erzurum’da yiyeceğimiz meşhur Çağ kebabına kendimizi saklıyoruz. ’’Açken sakın alışverişe çıkmayın’’ diye bir söz vardır. Biz o sözü hiç duymamışız gibi tadına baktığımız her peynirden, baldan, kaymaktan alıyoruz.Yarı boş bavullar doluyor. Yedek çantaları çıkarıp yerleştirince dönüş yolu için artık hazır hissediyoruz. Kars yazısı yazan şehir merkezinde toplu fotoğrafımızı Kars kalesinin gölgesi altında çektirince gezinin sonuna geliyoruz. Erzurum hava alanından eve döneceğimiz için meşhur Cağ kebabı yiyeceğimiz lokantaya nihayet geliyoruz. Midemiz doyuyor hemen doymasına da gözümüzü doyuramayınca eve paket yaptırıyoruz. Kadayıf dolmasını yerken biraz daha kalırsak kilo artışımız çok olacak diye gülüşüyoruz. Yolculuğun son anlarında, yağmur düşünce yolumuza şehir ağlıyor gidişimize diyerek son sözümüzü söylüyoruz. Yorgunluktan sessizce havaalanına girip kendimize bir köşe bulup, gezide yaşadıklarımızı analiz etmeye başlıyoruz. Hava alanında aktarmalı uçuş saatleri aralıklı olunca sabahlara kadar muhabbetin dibine vurmak ancak böyle olur diyoruz. Öğretmen olup da az konuşan gördünüz mü hiç! Çocukluk anılarımızdan başlayıp, ilk sevgililere, oradan öğretmenlik anılarına geçiyoruz. Uyuyan varsa da uyanıp bize katılıyor. Malatya’dan aldığı kayısıların içine badem koyup ikram edenler mi ararsın kahvesini paylaşanlar mı? Gözümüzden yaş gelene kadar güldüren konuşmaları sabahın beşine kadar sürdürüyoruz. Yeni gezi planı yapmayı da unutmadan sessizce vedalaşıyoruz. Yorgun ama huzurlu eve varıyoruz. Bir gezinin daha sonuna geldiğim için biraz hüzünlensem de gezerek , görerek yaşadığımız her güne , her ana şükrederek iyi ki iyi ki gitmişim diyorum. Değerli şair Nazım Hikmet’in ’’Gitmek sadece bir eylemdir. Unutmak ise kocaman bir devrim.'' sözünü ilke edinerek gezdiğim yerleri unutmadan yazmaya devam edeceğim.

  • Sesin Affedilmez Suç

    Kan izine karıştı son sözlerin Kötü bir bahar değildi yüzünde renklenen Can kırıkları okunurdu kirpiklerinden Gözüme uçurum çiçeği oldun uzaktan armağan Radyoyu açtım efkarın perdelerine Dağınıklığım kepaze oldu çiğnendikçe Devleti övdüm hukuk vardiyasında beş vakit Kuşlar daldan dala konarken seni uçuruyor rüzgar Keder dolu kovanlarda tatlı günlerin acı müziği Arılar çiçeklerden ayırmakta kokunu Senin neyin oluyor yıldızlar kayarken küsen talihim Yağmur çıkmıyor ki topraktan Rüyalar berekettir yokluğunun toprağına Susun altın mısralarda ağlayacağım Senin şiirini yazıyor bitmiş masalda yasaklı şarkılar Tutkum düş haritasında umudu emziriyor Kendimde boğuluyorum zavallı sensizliğimle İsyan ağacın kuruyan dalı hüznü yaprağı vurur Kederim yükselen kur, bozuk ekonomi Sensizliğe bilet aldım utanmadan Sana tapulu ellerimle Ayrılmış dudaklara yasaklanmalı sevda Seni icat ettim her gece özlemek için İçimin mağarasında sınırlar yok Alabildiğine genişliyor sesin Nisan 2020

  • NİÇİN FELSEFE?

    FELSEFEYİ sevmeyen, onu okullarda sınırlayan; bir sapma, söz cambazlığı, zararlı düşüncelerin sızacağı pandora kutusu gibi gören ülke var mıdır acaba? Varsa niçin? NASILı değil, NİÇİNi merak eden, sorgulayan FELSEFEyle, dinlerin bir kan uyuşmazlığı olduğu bilinir. Başlangıçta bir felsefe olarak başlayan sonradan dine dönüşen Budizm'den sonra mı gelişti bu, kimbilir? Her ne ise ama Felsefe bizim genel olarak soğuk durduğumuz bir alandır. Oysa bu topraklar Felsefe'nin beşiği olmuş topraklar. Aristo bile gelip Felsefe okulunu ASSOS'ta açmıştı. ANTİK ÇAĞDA Romalı, fethettiği yeni ülkelere , bozar diyerek edebiyatçıları ve hukukçuları sokmazdı ama felsefecileri el üstünde taşırdı. Derler ya hani, yolsuz olmaz, demokrasisiz olmaz ya da sanatsız olmaz diye; bu yerine göre önemli unsurlar aslında yaşamın bir alanıdır, ama FELSEFE hayatın kendisidir? Bugünkü yaşamı kolaylaştıran, vardığımız uygarlığı açıklayan, gündelik hayatımızda mutlu yaşamamızı sağlayan da felsefedir. Gökyüzünde uçan uçaklardan, aya giden insana ya da onulmaz hastalıklara bulduğumuz çarelere, yaşamımızı daha iyiye taşımak için oldurduğumuz rotaya, yani yaşam felsefelerimize kadar bütün gelişmelerin ve uygarlığın kaynağında felsefe vardır. Nasıl mı? HERŞEY DÜŞÜNMEKLE BAŞLAMAZ MI? Felsefe de bir düşünce bilimidir. Burdan hareketle biz düşünmeyi sevmiyoruz mu diyeceğiz? Oysa yüzyıllar önce Augistunus; “Düşünmek, ruhun varlığının ispatıdır,” demiş. İnsanlığın varlığı, bugünü olduğu kadar, yarını da felsefenin her zaman derdi olmuş. DÜŞÜNÜRLER, insanlığa daha güzel bir dünya için önermeler yani UTOPYAları ve başımıza gelecekler için uyarılar içeren DİSTOPYALARı yazmış. O zaman bizim FELSEFEYLE zorumuz ne? O kadar kötü düşünmeyelim, öykünün, romanın kulüpleri yok ama felsefenin var ve yığınla ilgilisi de... Hem de bu ülkede... Belki de sorun bir karşı olma da değil; başka bir şey... Aklıma gelen ilk örnekle belirtirsem belki siz de doğrularsınız, her kahvede okey ve kağıt oyunu ya da oynayanı bulursun, ama ancak bazı özel yerlerde bezik takımı bulur ya da briç oynayacak dört kişiyi bir araya getirirsin. Felsefe sadece düşünmek değil, o her insana özgü, FELSEFE sistematik bir düşünme tarzı, yani ilgi ve eğitim istiyor. Bizse eğitimi çok sevmeyiz, hele seçkinleştiren, özellik isteyen eğitimi hiç... MART ayı boyunca öteki yazıların yanında bunun üzerinde konuşmaya ne dersiniz? FELSEFEYLE ilgili yazı ve düşüncelerle bir DOSYA çalışması yapmayı da düşündük? UTOPYA ve DİSTOPYAlar başta olmak üzere, filozoflar, felsefe üzerine her şey konumuz. Dileyen eski ya da yeni yazılarla İLETİŞİM sayfamızdan katılabilir. Ayrıca FORUM bölümünde NİÇİN FELSEFE?.. başlığıyla FELSEFE NEDİR, NİÇİN SEVMİYORUZ, NEDEN SEVMELİYİZ ya da NİÇİN SEVİYORUZ; yani FELSEFE üstüne her şey... konusuna yorumlarınızla katılabilirsiniz. Düşünmek miskin miskin baharı beklemekten daha iyi değil mi? FORUMA DA BEKLERİZ.

  • FELSEFE

    Tarih içindeki seçkin FELSEFECİLER Felsefe akımları, Felsefenin bilim,düşün, edebiyat dünyasına etkileri FELSEFE ... Yazı örnekleri, özelliklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... FELSEFE sayfamızı görmenizi öneririz.

  • Bir Kara Ütopya

    Güzel Yeni Dünya ya da Cesur Yeni Dünya... Hangisi olursa olsun ne güzel ad bir kitap için... Hiç bundan dünyanın zindan gibi en kara hikayesinin çıkacağı aklınıza gelir mi? Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley'in 1932'de basılan romanı. Brave New World romanın özgün adı. Sözcüklerdeki anlam kaymasına da güzel bir örnektir kitabın adı. Sheakespeare'in zamanında "brave" kelimesi "güzel" anlamına geliyordu, yani kitap'ın asıl manası "Güzel Yeni Dünya" dır. Romanın kurgusu Londra'da 26. yüzyılda distopik bir atmosferde geçiyor. Bilim ve teknolojideki büyük gelişme insana uygulanmış, üreme teknolojisiyle, uykuda öğretimle toplum değiştirilmiştir. İnsanlık sağlıklı, teknolojik açıdan gelişmiş, savaşlar ve yoksulluk yok edilmiştir; tüm ırkların eşit olduğu ve herkesin mutlak olarak mutlu olduğu bir dünya vardır. Yani hayal edilen her şey gerçekleşmiştir. Böyle bakınca tanımlanan dünya bir ütopya olarak da gözükebilir, fakat ironik bir ütopyadır bu. Tüm bu gelişmeler birey için önemli olan birçok değerin yok edilmesi, kaldırılmasını da beraberinde getirmiştir. Aile, kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat ve felsefe artık yoktur. Yeni Dünya'da tanrı Ford'dur. Zevki önüne gelenle seks yapmada ve vücutta yan etkileri en aza indirilmiş bir uyuşturucu olan soma kullanmada bulan toplum hazcı (hedonistik) bir topluma dönüşmüştür. Distopyalar da bir ütopyadır, o da hayatla ilgili önermeler de bulunur, ne var ki bunu ters eğitimle umutsuz öngörülerle yapar... Bak böyle giderseniz böyle olursunzu gibi... Romanın ismi, Shakespeare'in Fırtına isimli eserinden, perde V, sahne I'deki Miranda'nın konuşmasından alınmıştır: * “O wonder! How many goodly creatures are there here! How beauteous mankind is! O brave new world, That has such people in't!” “Bu kadar bunca yakışıklı varlık varıp gelmiş buraya Ne güzel şeymiş meğer insanlık Böyle dünyalıları olan Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya” Çeviri : Can Yücel Romandaki karakterlerin adları ilginçtir, tarihi gerçek kişiliklerden izler taşır. Bir karakterin de adını Atatürk'ten aldığı ileri sürülür. Kitaptaki karakterlerin isim kökenleri Bernard Marx, George Bernard Shaw ve Karl Marx Lenina Crowne, Vladimir Lenin Fanny Crowne, Fanya Kaplan, Lenin'i öldürmek için başarısız bir suikast girişimi düzenleyen kişi. Polly Trotsky, Lev Troçki Benito Hoover, Benito Mussolini, Herbert Hoover Helmholtz Watson, Hermann von Helmholtz, John B. Watson Darwin Bonaparte, Napoleon Bonaparte, Charles Darwin Herbert Bakunin, Herbert Spencer, Mikhail Bakunin Mustapha Mond, Mustafa Kemal Atatürk, Sir Alfred Mond Primo Mellon, Miguel Primo de Rivera, Andrew Mellon Sarojini Engels, Friedrich Engels, Sarojini Naidu Fifi Bradlaugh, Charles Bradlaugh Joanna Diesel, Rudolf Diesel Jean-Jacques Habibullah, Jean-Jacques Rousseau, Habibullah Han Aldous Huxley romanı 1931'de İngiltere'de yaşarken kaleme aldı. Bu dönemde zaten başarılı bir yazar ve sosyal hicivci olarak tanınmaktaydı. Cesur Yeni Dünya, Huxley'in beşinci romanı ve ilk ütopya (veya distopya) denemesidir. Kitap, Yevgeni İvanoviç Zamyatin'in Mıy (Biz) isimli kara ütopyası'ndan oldukça etkilenmiştir (bu kara ütopya George Orwell'in 1984 isimli eserini de etkilemiştir). Bernard-Marx : Alfa-Artı psikoloğu. Uygarlığın önceden belirlenmiş rollerine seve seve razı olmaları için yetiştirilmiş ve şartlandırılmış modern insanları arasında duygu kavramının farkında olan istisnalardandır. Fakat Marx Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi'nde mutsuzdur. Çünkü fiziksel olarak diğer Alfa-Artılardan farklıdır (neredeyse bir Delta kadar kısadır), bu nedenle de dışlanmaktadır. Hatta yapay kanına fazla alkol konulduğundan bu hale geldiği iddia edilmektedir. Yalnızlık için duyduğu özlem, zorunlu cinsel özgürlüğün bitmek bilmeyen hazlarından duyduğu hoşnutsuzluk, Bernard'ın kaçma duygusunu güçlendirir. Bu yüzden eski, ilkel yaşama biçiminin hala sürdürüldüğü az sayıdaki vahşi ayrı bölgelerinden birine (New Mexico) yapacağı ziyaret derdine çare olmasa da dönerken beraberinde Londra’ya getirdiği ‘Vahşi', teknik uygarlığı farklı bir gözle değerlendirir, onlara neleri kaybettirdiklerini hatırlatır. John the Savage (Vahşi): Linda ve Thomas’ın oğludur. Yeni Dünya'lı olan Linda, bir gezide New Mexico'da John'a kazara hamile kalmıştır. Vahşi, bulup okuyabildiği tek kitap olan Shakespeare derlemesiyle yaşamını biçimlendirmekte, Dünya'ya ozanca bir algılamayla bakıp, adeta bir sirk maymunu yapılması niyetiyle getirildiği Yeni Dünya’daki saçmalıklara soneler ve oyunlarla karşı durmaya çalışmaktadır. Ama Eski Dünya’da “yabancı veya ten rengi farklı” olduğu için dışlanan, Yeni Dünya’da ise yaşam alanı bulamayan Vahşi'nin dünyası bu ağırlığı taşıyamaz. Henry Foster: Hatchery’nin yöneticisi ve Lenina’nın partneri. Lenina Crowne: Beta-Artı Embriyo çalışanı, sarışın ve etine dolgun, John’ın sevdiği kız. Mustapha Mond: Batı Avrupa Dünya Denetçisi. Diğer insanların mutluluğu uğruna çok sevdiği gerçek bilimden vazgeçmiş insan. Fanny Crowne: Beta Embriyo çalışanı, Lenina’nın arkadaşı. Benito Hoover: Lenina’nın Alfa-Artı arkadaşıdır. Bernard’dan hiç hoşlanmaz. Helmholtz Watson: Alfa-Artı insanı. Duygusal Mühendislik Koleji'nde doçent, Bernard-Marx ve John'ın (Vahşi) güvenip, sırlarını paylaştıkları insan. Bernard gibi o da üretim hatasıdır. Hissetmesi veya cinsellikten kendini soyutlaması antisosyal ve hoşgörülemez aykırı davranışlardır. Linda: John'un annesidir. Ayrı bölgede mahsur kalmadan önce Londra'da Beta-Eksi bir embriyo işçisidir... Uygar dünyada normal olan davranışları (istediğiyle cinsel ilişkiye girmek vs. - Çünkü "Herkes herkese aittir") nedeniyle vahşi ayrı bölgesinde dışlanmıştır. Yaşlı Mitsima: John’a Indian’ı ve kilden çömlek yapmayı öğreten kişi. Popé: Linda'nın ayrı bölgedeki sevgilisi. Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi: Seri insan üretimi ve eğitiminin yapıldığı merkez. Bokanovski yöntemiyle tek yumurtadan yüze yakın ikiz embriyo oluşturulmakta, bu yüzden dünya nüfusu 2 milyardan fazla olmasına rağmen 10.000 soyadını paylaşmaktadır. Bu merkezde sosyal sınıfları ve görevleri önceden belirlenmiş, neredeyse her türlü hastalığa (yaşlanmaya bile) karşı bağışık insanlar üretilir. Zihinsel hiyerarşik bir sosyal kast sistemi vardır. İnsanlar, Alfa-Artı entelektüellerden Epsilon-Eksi yarı moronlara kadar sıralanır. Yine aynı merkezde Pavlov tarzı şartlandırmayla herkes kasttaki yerini, ait olduğu sınıfı ve yapmak zorunda olduğu işi sevmeye, bireyselliğe değil topluma önem vermeye ve sürekli tüketmeye şartlandırılır. Cesur Yeni Dünya'nın mutlu ve istikrarlı insanları oluşturulur. * Kaynak:İnternet

bottom of page