top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • ÖZGÜN BİR KİTAP: ATATÜRK (ENTELEKTÜEL BİYOGRAFİ)

    Zeki Sarıhan * M. şükrü Hanioğlu’nun Atatürk -Entelektüel biyograf, hiç kuşkusuz son yılların en ilgiye değer Atatürk konulu çalışmadır. ABD Princeton Yakın Doğu Çalışmaları ve Tarih Bölümleri öğretim üyesi Hanioğlu, Cumhuriyet’in 100. Yıl Kutlamaları nedeniyle Türkiye’ye gelmiş ve iki televizyon kanalında konu ile ilgili iki programa konuk olmuş ve Atatürk’le ilgili tespitleri büyük ilgi görmüştü. Atatürk, Entelektüel Biyografi adlı büyük boy tam 24+1.000 sayfalık kitabı 2023 yılının Eylül ve kasım aylarında peş peşe iki baskı yapmıştı. Hanioğlu’nun temel tezi, herkes gibi Atatürk’ün de çağının bir ürünü olduğu. Bu nedenle Atatürk’ü çevreleyen dünyayı sanlatmak için onun doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Selanik’in 19. yüzyıldaki siyasi ve kültürel yapısını anlatmakla işe başlıyor. Atatürk’ün gençliğinde Batı’da ve Osmanlı aydınlarında egemen olan pozitivizme güçlü bir vurgu yapıyor ve İttihat ve Terakki ile Atatürk’ün ilişkisini etraflıca ele alıyor. Ona göre Atatürk’ün kişiliği İkinci Meşrutiyet yıllarına kadar oluşmuş ve bu temel yapı sonuna kadar değişmemiştir. Atatürk rol alığı Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Erken Cumhuriyet ve Tek Parti sisteminin kurulduğu 1930’lu yıllarda şu üç ana görüşünü değiştirmemiştir. Pozitivizm (Bilimcilik), Garpçılık, Milliyetçilik. Toplumun evrimi ve yeni okumalarla bu görüşlerini derinleştirmiştir. O daima bir lider olma çabası içindedir. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nda bir İslam milliyetçisi olarak görülmekten (ait olmadığı yerde bulunmaktan) çekinmemiştir. AYDINLARIN ACINACAK HALİ Atatürk’ün 1930’lu yıllarda bütün uygarlıkların Orta Asya'dan Türkler tarafından dünyaya yayıldığı Türk Tarih Tezi ve ve bütün dillerin de Türkçeden doğduğu (Güneş Dil Teorisi) görüşlerini ortaya attığı zaman, gerek onun görevlendirmesi ve gerek kendiliklerinden bu tezleri doğrulamak için gece gündüz çalışan, kurultaylarda tebliğler sunan sofra erkanı aydınlar vardı. Ne kadar ilginçtir ki, Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra bu görüşlerle ilgili yayınlar şıp diye kesilmiştir. Çünkü, bu tezleri Atatürk’ün sağlığında savunmuş birinin dediği gibi “Güneş” ölünce teorisi de kalmamıştır. Bugün Cumhuriyet dönemi edebiyatının önde gelen bazı adlarının Atatürk’ün sağlığında onun nasıl ilahlaştırdıklarını görünce Türkiye’nin yüz yılda yetiştirdiği insanın niteliğine de üzülmemek gerekir. Bu öyle düşündürücüdür ki, Atatürk hakkında on binlerce kitap yazılmış olduğu halde onun entelektüel biyografini yazmak ölümünden 85 yıl sonra mümkün olabilmiştir. (Hanioğlu 2011’da İngilizce daha kısa bir biyografi yayımlamış.) HER DÖNEMİN VE HER HAREKETİN ATATÜRK’Ü FARKLI Resmî tarih, her dönemde yeni bir Atatürk portresi çizerek toplumun ve gençliğin önüne çıkarmıştır. Cumhuriyet döneminin Atatürk’ü, Türkiye’nin tek kurtarıcısı, yaratıcı, dünyada benzeri olmayan bir dâhidir. (Bu görüş resmiyette değilse de bazı çevreler tarafından aynen savunuluyor.) Demokrat Parti, Amerika ile uyum halinde demokrat bir Atatürk portresi çizdirmiştir. 1960’lı yılların sol kesiminde Atatürk Lenin’in dostu antiemperyalist bir ulusal kurtuluş lideridir. 12 Eylül generalleri, ondan Kenan Evren’inki heykellere yansıyan tunç yüzlü, korkutucu Türk-İslam sentezcisi bir önder yaratmışlardır. AKP döneminde camileri ahır yapan,iki ayyaştan biridir. Ne var ki, bu dönemde muhalif yazarların çizdiği Atatürk portresi de bir savunma silahına dönüştürülmüştür. Atatürk İslam’a en büyük faydayı sağlayan, dindar bir insandır. O yalnızca dinî yobazlığa karşıdır. Uyguladığı terk parti rejimine gelince bunu milleti çağdaşlaştırmak için geçici kaydıyla uygulamıştır. Onun özlemi çok partili hayattır... Hanioğlu, Atatürk’ün sosyalizm ve komünizm hakkındaki tutumuna kısaca değiniyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında onları bölerek tasfiye ettiğini, savaştan sonra da sosyalizm için “safsata” dediğini belirtmekle yetiniyor. Uyguladığı ekonomi sistemine ise değinmiyor. Bunu entelektüel biyografi dışında tutmuş olmalı. Atatürk’ün Kadro hareketini dağıtma, CHP’nin neden kurumsallaşmasına izin vermeme nedeni hakkında şimdiye kadar işaret edilmemiş bir yorumla karşılaşıyoruz. Çünkü Atatürk, bir kadronun parçası değil, tek başına parlayan bir yıldız olmayı tercih etmiştir. Kitap, yer yer eleştiri havası taşımakla birlikte asıl olarak bir aydınlatma, gerçeği kavratma amacındadır. Yazar bugüne kadar yazılmaya cesaret edilmeyeni yazmıştır. Kitapta yer alan “Kaynakça” bölümünün 79 sayfa tuttuğunu bakarak da yazarın gerçeğe ulaşmak için ne kadar çetin bir yolculuk yapmış olduğunu anlayabiliriz. (20 Haziran 2024) zekisarihan.com BANA ULAŞAN KİTAPLAR 1. İsmet İnönü’nün Seyahatleri, Ahmet Gülen, Ankara-2023, Atatürk Araştırma Merkezi, 618 s. 2. İnönü ve Demokratlar, Ahmet Gülen, İstanbul-2023, Cumhuriyet 100. Yıl Kitaplığı, 276 s. 3. Türk Milliyetçi Hareketi’nin Lideri Başbuğ Atatürk, Yusuf Koç, Ali Koç, 3. baskı, Ankara-2006, Kamu Birlik Hareketi, 264 s. 4. Tarihi Gerçekler Işığında Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk, Yusuf Koç, Al, Koç, Ankara-2004, Kamu Birlik Harareti, 328 s. 5. Duvarın Dibinde -Fatsa, roman, Faruk Demirel, Ankara-2023, Buluntu Yayınları, 320 s. 6. Serpintiler-Üçe Üç mü, Amerika mı? Ali Rıza Kafalı, (Derleyen: Hızır Haşim Kaya) İstanbul-2023, Siyah-Beyaz, 183 s. 7. Kim Kime Dum Duma, Kendi Payıma, Musa Dinç, Ankara-2022, 40 Kitap, 147 s. 8. Aşkın Mitolojik Halleri, Turgay Mutlu, şiir, Renk Ofset-2023, 112 s. 9. Mustafa Kemal Atatürk ve Yunus Nadi, Kurtuluşun Lideri ve Gazetecisi, Mehmet Emin Elmacı, İstanbul-2021, Cumhuriyet Kitapları, 192 s. 10. Sahipsiz Dalgalar, Hakan Demirbaş, İstanbul-2023, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, 207 s. 11. Yeni Bir Şey Yok, Sinan Kaban, şiir, İstanbul-2024, artshop, 64 s. 12. 2023 Gargalak Şiir Seçkisi, 48 s. 13. 14. Türkiye Muallimler Birliği, Yunus Postu, Ankara-2022, Türk Tarih Kurumu, 467 s. 15. Tıngı, Mustafa Gazalcı, öykü, İstanbul-2024, Edebiyat Öykü Yayınları, 144 s. 16. Iğdır Halk Kültürü (İnançlarıyla, Gelenekleriyle, Ritüelleriyle), Aşiret Boran Şen, Ankara-2012, Iğdır Valiliği İl Kültür Müdürlüğü, 191 s.

  • ÇARŞAF

    Metin GÜVEN * Eşeğin arkasına binerdim ben. Bağ gezmelerine giderdik Babamla Köylü kadınlar selamlardı bizi. Çalılar arasına gizlenen sırtlanlar bir de Çiğini henüz üzerinden atamamış badem ağaçlarıyla çevrili yollardan geçerek Çürük portakal renginde bir sabah vakti, sisler içinde, bulanık Sanki bir sınavdaydım ve önümde tek bir sorun vardı: Şehvet Çocukluğumdan uzaktım, esrik kısrakların çaldığı davulumdan uzak -Geveze böcekler, kurt üzümleri ve körlerin önderlik ettiği bir gösteri Diş çeken aptal bir berberin önünden geçer gibi, şırayı şaraba katar gibi korkak Adımı sorarlardı, herkese farklı şeyler söylerdim. Kuş örneğin ya da nalbant Ruhi Belki de şuh bir sokak adı kadar berrak bir rüzgardım -Buzdan bir zeminde dans eden sağır cellatlar egemendi artık hayata Göle ulaşırdık sonra, elini keserdi çocuklar ve dünya Şölen bitmişti. Gülüyor ve ağlıyordum. Cinnetim başlamıştı. 3 Nisan 2003 METİN GÜVEN kimseSİZ dergisinin her sayısında, maviADA dergisinin başlangıç sayılarında yer alan şair, 24 aralık 1947'de Bursa'da doğdu. tam adı Mehmet Metin Güven'dir. 16 ağustos 2010'da Bursa'da hayata veda etti... ilk şiirlerinde berşan onursal, yeni ortam gazetesindeki siyasi yazılarında önder adalı imzalarını kullandı. bursa ticaret lisesi'nden sonra ankara iktisadi ve ticari ilimler akademisi maliye bölümü'nü bitirdi. yirmi dört yıl süreyle trabzon ve bursa'da öğretmenlik yaptı. 12 eylül'de 1 yıl tutuklu kaldı. 1985 yılında gizli örgüt kurduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. istanbul devlet güvenlik mahkemesi'nde aklandı. yenieylem dergisi yazı kurulu üyeliği ve yeni dönem dergisi'nin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. onaltıkırkbeş dergisinin editörü ve yayımcısıydı. ilk şiiri 1968'de soyut'ta yayımlandı. şiir ve yazılarını soyut, yeni dönem, türk solu, dönemeç, türkiye yazıları, yarın, yazın, gösteri, yazko edebiyat, soyut, yansıma, yeni düşün, papirüs, yeni biçem ve adam sanat'ta yayımladı. tarihsel, toplumsal ve güncel konuları yalın bir dille işlediği, bütünlüklü ve sağlam bir şiir kurgusu oluşturduğu kabul edildi. şiir anlayışını "ben şiire panik ve bilgeliğin bileşkeni olarak bakıyorum. şiir, şairin toplumsal kargaşadan yola çıkarak biçim verdiği ve mutlaka bir ritmi olması gereken nesnedir" şeklinde açıkladı. yapıtları: ömrüm geçen bir sağnak gibi (1981) güvercin yüreğinde gül renkli çocuklar (1982) lâl olsun, ölsün (1985) dala yakın, yaprağa uzak (1990) yarasa karnında aşk (1993) suları unutan gölge (1994) ten ve gül (1995) yaz biliyor herşeyi (1995) aşk bitti akşam sürüyor (1996) gece müziği (1996) geriye söz kalır (1997) ödülleri: 1991 vedat güler şiir ödülü (dala yakın, yaprağa uzak kitabıyla ) Biyografi Kaynak: Ekşi Sözlük * ÖNEMLİ: KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • AMA O ALEVİ

    2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi nihayetleneli on üç gün oldu. İlk günlerde yapacağım değerlendirmeler subjektif olur belki diye bekledim, hem konuya dair söylenenlere kulak kabartım. Adil seçimler, demokratik ülkelerde hakiki sonuç verir ancak! Demokrasi ile tanışmayan, ya da yarı demokratik ülkelerde seçim ve referandum oyunu, skoru belli bir maçtan öte geçemez. Oysa demokratik ülkelerde kaybeden tarafın aklına, acaba seçim adil oldu mu, oyları çaldılar mı gibi sorular gelmez akıllarına. Çünkü iktidarıyla, muhalefetiyle bilirler ki, halkın tercihi kutsaldır, hiçbir şekilde müdahale edilemez, müdahale etmek, hakka ve halka saygısızlık yapmak demektir. Demokrasi ile tanışmayan ya da yarı demokratik ülkelerde seçim meçim işleri toplumsal huzurun temeline bir dinamit yerleştiriyor. Toplum gruplara ayrılıyor, insanlar nerdeyse birbirini boğazlayacak hala geliyor, üstüne bir de bazı siyasetçilerin hamasi konuşmaları insanları kutuplaştırıyor; sonrasında kavgalar, öldürmeler… 1974 yılından sonraki seçimleri hatırlıyorum, ilk oyumu İlerici Kadınlar Derneği Başkanı’nın bağımsız vekilliği içindi. Şunu dikkat çekmek istiyorum, son seçimler özellikle son on yıldaki seçimler toplumu bölüp parçalayan seçimler oldu. İnsanlar oylarımız çalınıyor endişesini taşımaya başladılar yoğun olarak, çöplüklerde oy pusulalarına rastlandı, mükerrer oylar kullanıldı… Halk iradesinin tam olarak tecelli etmesi devletin namusudur. Seçmenler oylarını devletin namusuna emanet etmektedir, yurttaşın oyunun yerine ulaşacağından şüphelenmesi, görevlilere güvenmemesi, hani birilerinin sık sık kullandığı “beka meka” nakaratı var ya, işte tamda o zaman beka meka olmuş olur. “Sandık güvenliği,” söz öbeğini siyaset terminolojisine biz kazandırmış oluyoruz, ne mutlu bize(!) Muhalefet partilerinin görevlileri “ıslak imzalı,” evrakları almak için yalınkılıç bir mücadele veriyor, yani resmen savaşıyor. Yurttaşın attığı oy, aynen sandıktan çıkar mı, diye bir korkuya kapılması en hafif tabirle iğrençliktir! Mesela bir bölgede sosyolojik olarak kendine yakın olan partiye verdiği oyların tamamı, onun zıttı bir partiye yazılması, aklın alacağı bir şey değildir! Şimdi ele aldığım konunun esasına geleyim: 1-Kemal Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanlığını hem eylemsel hem düşünsel olarak sonuna kadar hak etti: O son derece dürüst, son derece mütevazi, insan haklarına son derece saygılı, insanları dil, din, ırk, mezhep yönünden ayrıştırmayan bir hümanisttir. Bence o, İskandinav ülkelerine yakışan biridir, kıymetini bilemedi bu ülke. Neden bilemedi onun kıymetini? Birden çok sebebi var, ben onun bir yönüne işaret edeceğim. O Müslüman inancına bağlı hak Muhammet Ali diyen Alevi inancına tabidir. Atası öyle olduğundan o da öyle olmuştur. Kimsenin mezhebi kendi tercihi olmadığı gibi, onun mezhebi de kendi tercihi değildir. Bunu gündeme getirmek, bölücülüğün dik alasıdır. Anadolu Alevileri Yavuz’dan beri baskı görmüş, türlü karalamalara, hakaretlere maruz kalmış, hatta bazı mürtecilere göre öldürülmelerinin ibadet etmek kadar kutsal olduğu söylene gelmiştir... İşte ona sebep, o mezhepten gelen Kılıçdaroğlu’na oy vermez toplum çoğunluğu. Onun aleyhinde kutsal mekanlarda en adi propaganda yapmaktan geri kalmamışlardır. derler ki, “İyi de o Alevi ama!” Dersin ki sen, bak o çalışkan, hakiki bir vatansever, cumhurbaşkanı olursa, ülkeye huzur gelecek… O yine ne diyecektir “ama o Alevi!” Bu bakımdan çok dikkatli olmak lazımdı, ben okuyup yazan, soran sorgulayan, analiz eden, toplumun dinsel davranışlarını bilen biri olarak, onun seçimi alamayacağını öngörmüştüm. Bilirim ki, iç Anadolu ve Karadeniz bölgesi insanının tercih şablonunda iki kriter her şeyden çok önce gelir. Dini referanslar, milliyetçi söylemler! 2-İttifak kurdukları bir partinin genel başkanı yine aynı şekilde “Alevi olması nedeniyle adaylığına karşı çıkıp altılı masaya kumar masası diyerek devirmişti. Bu durum siyasi bir intihara sebebiyet vermekle kalmamış, Kılıçdaroğlu’nun seçimi kaybetmesinin sebeplerinden biri olmuştur. Bu siyasi öngörüsüzlük, halkın “hakikatli cumhurbaşkanı böyle olur” demesinin önüne geçmiştir. 3-O, bir araya gelmesi imkânsız olan partileri bir araya getirerek, adeta ülkenin huzuru için bütün siyasal düşünceleri ülke menfaati için birleştirmiş, işin acı yanı, o siyasal oluşumlar canla başla seçime asılmadığını, gören her göz, düşünen her beyin için böyledir. Çünkü tepedeki bir olma hikayesi tabanda gerçekleşmemiş, çünkü o anlayıştaki seçmenler, “tamam da ama o Alevi,” demeye devam etmişler! Mevcut cumhurbaşkanı ilk turda yeterli oy oranına, yani 50+1’e ulaşamadığı için ilk turun kaybedenidir. Öte yandan Kılıçdaroğlu’na destek veren kimi aydınlar, gazeteciler, siyasetçiler, anketçiler, onun birinci turda kesinlikle seçileceğini, hatta seçimi aldığını sıkça söyleyip halkı da buna koşullandırdılar. Sonuç öyle olmayınca Kılıçdaroğlu’na oy veren seçmenlerde müthiş bir moral bozukluğu ortaya çıktı ki, bunu tersine döndürmek on beş günde olacak şey değildi. İki turlu seçimlerin bir maraton koşusu olduğu gerçeğini öğrenemeyen yılların acemi siyasi çaylakları bu manzarayı hepimize hediye etmiş oldu, yani ömür vefa ederse bir beş yıl daha! Yirmi yıldır ülkeyi yöneten, hakiki manada bir metal yorgunluğu içinde olan iktidar, hayatın her alanında, açık, bilinen bütün olumsuzluklara rağmen, hala seçim kazanabiliyorsa, bu durumun sosyologlar tarafından ciddi ciddi araştırılması gerekir. Muhalefet partileri diyor ki, her türlü güvenliği aldık, kuş uçurtmayacağız… Fakat o gece ajansların geçtiği haberler, tamamen algıya yönelikti! Şimdi soralım, “sandık güvenliği,” devletin mi, vatandaşın görevi mi? Devlet, güvenlik gibi adalet gibi çok önemli milli meselelerde, devletin adil olduğu görülmesi lazımdır. Böyle hassas konularda insanlarda güven erozyonu olursa… Vah vah, gerçekten vah vah! Devleti devlet yapan, onun üyeleri, yani onun yurttaşlarıdır. Yurttaş, devlete güvenmezse o devlet, devlet olur mu, bir tehlike anında yurttaşlarını top yekûn seferber edebilir mi? "Seçim güvenliği, sandık güvenliği ve ıslak imzalı tutanaklar!" Ya kardeşim, oy, sandığa hangi renkte girmişse, aynı renkte çıkması gerekmez mi, siz o oyun rengini niçin değiştirirsiniz, böyle bir şey olur mu, bir ülkede güvenliği, adaleti sağlayacak devlet örgütünü meydana getiren kurullar değil midir? Seçime dair ortaya atılan iddialar vahim, ancak görsel ve yazılı basında dile getirilenlerden başka somut bilgiler yok, söylentilere dair seçime giren siyasi partilerin hukukçuları araştırmalar yapmalıdır, hem de sonuna kadar. Nedendir bilinmez derin bir sessizlik, ama ne sessizlik, kimse tek kelime etmiyor; sonucu kabullenmişler. Bazı sandıklarda öyle yüzlerle değil, binlerle ifade edilen sandık görevlisi bulunduramamış muhalefet partileri. Sandık görevlisinin olmadığı sandıklarda ne olursa olsun millet iradesinin tam olarak yansımış olması gerekmez mi? Ya kardeşim, muhalefet temsilcisi varsın olmasın, vatandaşın oyu kutsal değil mi, bu toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman değil mi, Müslümanlar kardeş değil mi, bir Müslüman başkasının malına mülküne el uzatır mı? Sandığa giren oyun rengi ile çıkan oyun rengi aynı olmak zorundadır, demokratik ülkelerde bu böyledir zaten! Sandık görevlileri sandık inzibat çavuşu mudur, gerçekten insanın içini acıtan bir vaziyet bu! Boşuna söylenmemiş bir sözdür “demokrasi bir üst yapı kurumu,” diye, bence çok doğru, insanınızı yurttaş düzeyine çıkaramazsanız her şey boştur. Yurttaş olmak birey olmaktır… Rakibinin oyun mantığını çözemeyen muhalefette değişim şart, hem de tepeden tırnağa, fakat bu apayrı bir yazının konusu... Haziran 2023 Salihli

  • Aşk Resmigeçidi

    Nurten B. AKSOY * 1946 yılına kadar çalıştığı tercüme bürosundaki işinden, bakanlıktaki baskıcı havadan rahatsız olarak istifa eden Orhan Veli 1948 yılında 28 sayı çıkardığı YAPRAK Dergisinin parasızlık nedeniyle kapanmasından sonra İstanbul’a döner ve dillerden düşmeyen o güzel şiirlerini para kazanmak için yazdığını itiraf eder. Bütün güzel kadınlar zannettiler ki; Aşk üstüne yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim. Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin… Orhan Veli 36 yıllık kısa ömründe şiir dünyamıza damga vurmuş, yüreklerde iz bırakmış onlarca şiir yazar. İstanbul’dan kısa bir süreliğine Ankara’ya gelen şairimiz, Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düştüğünde henüz 36 yaşındadır, başından yaralanır. İstanbul’a gelir, bir arkadaşının evinde rahatsızlanır. Üzerinde ceketi vardır, son kez giydiği ceketi… Cebinde de bir diş fırçası ve o diş fırçasına sarılı bir kağıt parçası. Kağıdın üzerinde ise bitmemiş bir şiir… “Aşk Resmigeçidi” AŞK RESMİGEÇİDİ Birincisi o incecik, o dal gibi kız. Şimdi galiba bir tüccar karısı Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir. Ama yine de görmeyi çok isterim, Kolay mı, ilk göz ağrısı… Sait Faik bir röportajında şair arkadaşını şöyle betimler; “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol…” Orhan Veli’nin dizelerde anlattığı ilk göz ağrısı da sanki kendi gibi incecik bir kızmış ……………………………….çıkar ……………………dururduk mahallede ……………………………….halde adlarımız yan yana yazılırdı duvarlara …………………….yangın yerlerinde… Garip Akımını yalnız yazdıklarıyla değil, hayata karşı duruşuyla da anlatan Orhan Veli, fiziğini bile bu uğurda kullanmaktan çekinmez. Bu yüzden şiirinin hayatının sonucu olduğuna değil, aksine hayatını şiirine göre yaşadığına inanılır. Üçüncüsü Münevver Abla, benden büyük Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları Gülmekten katılırdı, okudukça. Bense bugünmüş gibi utanırım O mektupları hatırladıkça… Dördüncüsü azgın bir kadın, Açık saçık şeyler anlatırdı bana. Bir gün de önümde soyunuverdi Yıllar geçti aradan, unutamadım, Kaç defa rüyama girdi. Beşinciyi geçip altıncıya geldim Onun adı da Nurünnisa. Ah güzelim Ah esmerim Ah ! Canımın içi Nurünnisa… Belki de şairin anlatmayıp atladığı beşinci kadın; sona bıraktığı, hiç bitmemiş aşkı “İnsanları sevmesini de bilen” kadındı. Yedincisi Aliye, kibar bir kadın Ama ben pek varamadım tadına Bütün kibar kadınlar gibi, Küpe fiyatına, kürk fiyatına… Sekizinci de o bokun soyu: Sen elin karısında namus ara, Kendinde arandı mı, küplere bin. Üstelik kendinde de Yalanın düzenin bini bir para. Ayten’di dokuzuncunun adı, Barlarda göbek atar İş başında şunun bunun esiri, Ama bardan çıktı mı Kiminle isterse onunla yatar. Onuncusu akıllı çıktı Bıraktı gitti beni. Ama haksız da değildi hani, Sevişmek zenginlerin harcıymış İşsizlerin harcıymış. İki gönül bir olunca Samanlık seyranmış ama İki çıplak da olsa olsa Bir hamama yakışırmış… İşine bağlı bir kadındı on birinci Hoş, olmasın da ne yapsın? Bir zalimin yanında gündelikçi; Adı Luksandra. Geceleri odama gelir Sabahlara kadar kalır Konyak içer, sarhoş olur Sabahı da işbaşı yapardı şafakla… Gelelim sonuncuya. Ona bağlandığım kadar Hiçbirine bağlanmadım. Sade kadın değil, insan. Ne kibarlık budalası, Ne malda, mülkte gözü var. Eşit olsak, der Hür olsak, der İnsanları sevmesini de bilir, Yaşamayı sevdiği kadar… Orhan Veli’nin sonuncu aşkı, Nahit Hanımdı. Kardeşi Adnan Veli de şairin ölene kadar Nahit Hanım’ı sevdiğini söylemiştir.

  • Şeytanın Gör Dediği

    BÜYÜKADA'DA "AZMANBÜSLER" İSTENMİYOR İETT'nin Büyükada'da hizmete aldığı ve Adalıların "azmanbüs" adını verdikleri elektrikli minibüslere karşı yürütülen eylem bir haftadır devam ediyor. Ada sakinlerinden yazar Ahmet Ümit de eyleme destek veriyor. Doğal güzelliğiyle büyüleyici olan Büyükada'da bir zamanlar faytonlar vardı. Geçen dönem kaldırılan faytonların yerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi elektrikli minübüsleri koydu. Ne var ki ada sakinleri bu duruma tepkili. Bir haftadır durumu türlü eylemlerle protesto ediyorlar. -ADA nakış gibi işlenmiş tarihi binalarıyla da ünlü- Bir adalı olan yazar Ahmet Ümit, adalardaki “azmanbüs” sorunu ile ilgili yaptığı basın açıklamasında İmamoğlu'na çağrıda bulundu. Yazar Ahmet Ümit, ada sakinlerinin kaldırılmasını istediği “azmanbüsler” ilgili Büyük Ada Saat Meydanı'nda basın açıklaması yaptı. Yazar Ümit, ''Buradan bedeller ödeyerek desteklediğim İmamoğlu'na sesleniyorum; bundan vazgeçin, yapmayın!'' dedi. İETT'nin protestolara karşın Büyükada’ya “azmanbüs” adlı minibüsü götürmesinin ardından başlayan eylemler sürüyor. Adalar halkı, Adalar Sivil İnisiyatifi’nin çağrısıyla Adalar Saat Meydanı'nda bir araya geldi. Yazar ve aynı zamanda ada sakini olan Ahmet Ümit, yurttaşların tüm itirazlarına ve protestolarına rağmen Büyükada’ya getirilen “Azmanbüs” adlı araçlarla ilgili basın açıklaması yaptı. Adalılar adına basın açıklaması yapan ada sakini yazar Ahmet Ümit'in açıklamaları şu şekilde: "Ada halkı 8 gündür ayakta. O kadar önemli bir konu ki ben de yazdığım romanı bırakıp geldim. Adalar tüm insanlığın ortak kültür mirasıdır. Burası tüm İstanbulluların, tüm Türkiye'nin. Biz buraya insanlar gelmesin demiyoruz. Biz elitist değiliz. Biz doğa severiz. Biz tarih severiz. Biz dünyada biricik olan bu adayı korumak istiyoruz. Burası sit alanı burada bu minibüsler olmaz. Bu cinayettir." ''Buradan bedeller ödeyerek desteklediğim İmamoğlu'na sesleniyorum: Defalarca trollerin saldırısına rağmen her zaman her yerde onu destekledim. Bundan vazgeçin, aklınızı başınıza toplayın, yapmayın! Her şeyin güzel olması için kararların doğru olması lazım. Alınan kararların güzelliklere yol açması lazım. Halka rağmen, halkın katılımı olmadan belediyecilik yapamazsınız. O yüzden kararlarınızı halkla alın. İBB lütfen verdiğiniz sözü yerine getirin.''

  • Şeytanın Gör Dediği

    Gerçek adı Diamond Tema olan yayıncı 1994 yılında Arnavutluk'ta doğmuştur. Agnostik yazar ve YouTuber. 1996 yılında Türkiye’ye taşınmış, eğitimine burada devam başlamış ve askerliğini de Türkiye'de yapmıştır. Yunanistan ve İtalya’da 2 yıl kadar yaşayan Tema, kendisini Türk olarak tanıtıyor. 2 yıl kadar yerel TV’lerde yayın yönetmenliği yapan Osmanlı'yla alakalı belgeseller çekti. Yaklaşık 5 yıldır YouTube kanalında tarih, felsefe, din ve bilim videoları yayımlayan Diamond Tema, "Agnostisizm ve İlâhi Tragedya" isimli kitabı ile de tanınmıştır. Diamond Tema’yı Tutuklayacaklarmış!* * Gencecik bir yazar. Diamond Tema, gerçek adı. Arnavut. Askerliğini Türkiye’de yapacak kadar “bizden biri” olmuşken, bir süre önce Arnavutluk’a döndü. Neden mi? Yıllardır izlerim. Bilgisiyle, derinlemesine araştırma ve analizleriyle, genç yaşına rağmen “pişmiş süzülmüş” anlatımıyla YouTube izleme listemin başlarındadır. Kendisini “agnostik” olarak tanımlıyor. Yani “BİLİNEMEZCİ”.. Yani “tanrının varlığına inanmak ya da inanmamak konusunda bilim / akıl yoluyla sonuca varılamayacağını” savunanlardan. Sadece İslam’ın değil, tüm tek tanrılı / kitaplı dinlerin kökenine, tarihine, gelişimine inanılmaz derecede hakim bir genç. Antik Yunan’a uzanan kaynaklardan söz ediyor, İslam dünyasından adını hiç duymadığım isimleri referans veriyor. Son bir yılda, izleyen herkesin dikkatini çekmiştir, siyasal İslam ya da şeriat savunusuyla bilinen kesimlerin “ilgi nesnesi” haline geldi. Sıra sıra karşısına geçtiler. Bilgisini test ettiler. Açık bulabilmek için, deyim yerindeyse mikro cerrahi ile masaya yatırdılar. Ama ne bir açık bulabildiler ne de kışkırtabildiler. Derken, Diamond Tema kendisi kadar güzel minnoş eşiyle Arnavutluk’a taşınma kararını açıkladı. Nedenini önceki gün anladık. Hem de bizzat Adalet Bakanı’nın açıklamasıyla. . . * Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, sosyal medya hesabında şunları söyledi: "Yer6 adlı sosyal medya hesabında paylaşılan video içeriğinde Peygamberimizle ilgili kullanılan hakaret içerikli, çirkin ve provokatif ifadeler nedeniyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 'Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme' suçundan, paylaşımın yapılmasının ardından derhal 16.06.2024 tarihinde resen soruşturma başlatılmış olup, şüpheli Diamond Tema'nın yurtdışında olması nedeniyle hakkında yakalama kararı çıkarılmıştır." İddia büyük. Kritik. Peki gerçek mi? Önce Tema’nın savunmasını kısaca vereyim: “Ne hukuken ne de ahlaken ortada bir sorun yok. Olayı, bir dinsizin bir şeriatçıyı çürütmesinden, bir dinsizin peygambere küfretmesi gibi bir boyuta getirdiler. Tamamen algı operasyonu. Ne küfür var ne iftira.” Ne var, derseniz. İddialara göre şu ifadeden söz ediyorlar: “Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde 6 yaşındaki bir kızla evlenmezsin” . . * Rahatlıkla söyleyebilirim, Tema sadece o programda değil, hiçbir programında İslam’a, peygamberine ve inananlara hakaret etmiş değildir. Ancak şimdi, şeriat hakkında iki cümle etmeye yeltenenlere ibret olsun diye susturulmak isteniyor. Mesele ne biliyor musunuz! En koyu şeriatçının bile karşısına çıkmaktan korkmuyor. Ne sorarlarsa sorsunlar yanıtlıyor. Köşesinde tek başına esip savurmak yerine “düelloyu” göze alıyor. Ve çürütemedikleri bilgi ve “külliyatı” masaya yatırıyor. Mesele bu! İktidar sahiplerinin korktuğu, “en sevmediği” bu! . . * Aylar önce bu köşede bir soru sormuştum: “Erdoğan’ın şeriat açılımını tartışmayacak mıyız?” O yazıda, şöyle bir durum tespiti yapmıştım: “Erdoğan çıtayı yükseltti. Diyor ki; “Farklı maskeler altında sahnelenen şeriat düşmanlığı var. İslam’ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık, esasında dinin bizatihi kendisine husumettir.” Bu ifadede yanlış anlaşılacak, tevil götürür bir şey var mı? Yok. Peki ne yapmalıyız bu gidişle ilgili olarak. Bu konuda Metropoll Araştırma imdada yetişiyor!! Meğer korkacak bir durum yokmuş! Kibarlıktan herhalde, “ŞERİAT” diye değil de “İSLAM CUMHURİYETİ İSTER MİSİNİZ” diye sormuşlar. Bu şık sadece yüzde 19.2 oranında “evet” almış.” . . * YÜZDE 19.2 HANIMEFENDİLER BEYEFENDİLER.. YANİ NEREDEYSE BEŞ KİŞİDEN BİRİ İSLAM CUMHURİYETİ İSTİYORMUŞ. Anayasa’da laiklik ilkesi varmış.. Buna göre, herhangi bir din -hatta mezhep- kamuda hüküm sürdüremezmiş.. Geçiniz. Gencecik bir bilim insanı / felsefeci / araştırmacı linç edilmek isteniyor. Erdoğan iktidarını sürdürebilsin diye.. Milli maçı izlemek için bileti olanların bile vize alamadığı Avrupa’da “yüce lider” pozları versin diye.. İspanya’dan İtalya’ya zirveden zirveye koşsun, Roma’da Papa ile kameralara gülümsesin diye.. Neymiş! Peygamberin eşlerinden söz etmiş ve bu arada “şeriat dışındaki hiçbir sistemde 6 yaşında kızla evlenemezsin” demiş! Hani aklı fikri biz kadınları “nasıl yola getirecekleri”.. Ve cennette kaç huriyle ne yapacaklarında olanları anlarım. Anlarım da.. Adalet Bakanı’nın hizmet etmek için yemin ettiği Anayasa ve yasalardan bu kadar uzağa düşmesini anlayamam. * Ayşenur ARSLAN BU YAZI BURADAN OLDUĞU GİBİ ALINMIŞTIR Yayınlanma: 19 Haziran 2024 Çarşamba 05:00 / GÜNCEL İlahiyatçı Cemil Kılıç: İmam Buhari'ye Soruşturma Açılmalı Tunç'un bu açıklamasına sosyal medyadan çok sayıda eleştiri yöneltildi. Soruşturma konusu sözlerin Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarında yer aldığı anımsatıldı. İlahiyatçı Cemil Kılıç da "Yanlış kişiye soruşturma açıldı. Asıl hadis bilgini İmam Buhari'ye soruşturma açılmalı. Diamond, Buhari'deki hadisi okudu" dedi. 19 Haziran 2024, T24 CHP: TEMA'nın eleştirileri ifade özgürlüğünün doğal sonucudur. Katıldığı bir YouTube kanalında Hz. Muhammed'e yönelik "Şeriat dışında hiçbir sistemde 6 yaşında kızla evlenemezsin," diyen Diamond Tema'ya CHP'den destek geldi. CHP Ateşehir ve Kadıköy Gençlik Kolları, sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşımda, 'Diamond Tema'nın eleştirileri, ifade özgürlüğünün doğal bir sonucudur ve demokratik bir toplumun gereğidir. Tema'ya yönelik açılan soruşturmayı derin bir endişeyle karşılıyoruz. 'Yakalama' kararını kabul etmiyoruz' açıklamasında bulundu. (20.06.2024) * NOT: ŞEYTANIN GÖR DEDİĞİ "farkedilmesi gereken gerçekler..." anlamına gelen Türkçe bir Deyimdir. Bizim onu bir yazı serisinin genel başlığı yapmamız ise bir döneme damgasını vuran edebi ve siyasi şahsiyetlerden ÇETİN ALTAN'ın yaşadığı dönemde yazdığı yazılarla insani yanlarımıza incelikle dokunduğu gazetedeki köşesine atıf ve adını yaşatma gayretidir..

  • Güzel Atlar Ülkesi

    Şenol YAZICI -KAPADOKYA- "Güzel Atlar Ülkesi"ne yani Kapadokya'ya 1988'in yaz başında gitmiştim ilk. Hiç görmediğim bir yer ararken, Ürgüp'ü bulmuştum; en çok ünlenen oydu. Kapadokya henüz moda değildi. Bir anlamda küçük kıyametim olacak büyük bir trafik kazası geçirmiş, arabam hurdaya dönmüş ben de hastanelik olmuştum. Bir süre öldü ölecek yattığım hastaneden çıkınca da bunu bir tür beklenmedik ikramiye sayıp, kazada bir kol dirseği gibi ikiye katlanan ama mucize biçimde güya tamir edilen arabayla yollara düşmüştüm. Herbir tekeri başka yöne gidiyordu, ama gidiyordu işte... Serde de gençlik var... Güneydoğu olayları hızlanıyordu. Hangi akla uymuşsam yolları askeri barikatlarla kesilmiş Tunceli üzerinden Elazığ'a, ardından Malatya'ya gitmiş, fakülte yıllarımdan kalma birkaç arkadaşı, herhalde hala aynı muhabbeti bulurum hevesiyle aramış, bulmuş, sonra da "aynı nehirde bir daha yıkanamazsın" diyerek karşıma dikilen Heraklatios’u görünce, ne işim vardı buralarda, diyerek geri dönmüş, ama hızımı alamadığımdan adı sık duyulmaya başlanan Ürgüp'e gitmeye karar vermiştim. Sanki Heraklatios oraya uğramıyordu… Gerçi uğrasa da bir daha yıkanmayı düşünmeyeceğin nehre niye derin bakasın ki? O zamanki Ürgüp; birkaç gariban pansiyon, özgürlüğünü yaşayan peribacaları ve yüzyıllar öncesinden bugüne harap bitap gelebilmiş kaya yerleşimleri, kiliselerden ibaretti… Gençliğimin ilgisini çok çekmemiş, bir daha ancak kaybolursam yolum düşer, diyerek Ege’de soluğu almıştım. Peribacaları dışında aklımda kalan; yerel satıcıların ellerinde iki incik boncukla, herhalde o günlerde kırsalda sıra vatandaşta çok görülmeyen şort giymem ve uzun saçlarım nedeniyle "İtalyano...İtalyano...." diyerek peşimden ısrarlı koşmaları olmuştu. Ne kültürel yanını fark etmiştim, ne de engin tarihini... Aklımda kalan dört yan taştı işte; hepsi o... Gerçi Hristiyanlığın ilk yıllarında İsa yanlılarının sığınmasına çok müsait olmasından uzun süre yerleşimde kalmış kaya evlerde iki bin yıl öncesinden kalan izleri anlamlandırmanız daha çok hayal gücünüze bağlıydı. Ama ne saklayacağım, ayartmak için de olsa beni İtalyanlara benzetmeleri de hoşuma gitmişti... O günler modaydı, bir ecnebiye benzetilirseniz adam sayılırdınız, benzetildiğiniz Jean Paul Belmando bile olsa... Sanki şimdi moda değil de... Kabul hatalıyım, aslında büyük söz etmeyip bir daha yıkanırım belki, diyerek iyi bakmalıyım, her nehre… Yirmi yedi yıl sonra bu kez ÜRGÜP değildi rotam, şimdi daha ağır anlamlar yüklenen Kapadokya'ya gidiyordum gerçi, ama değişen neydi ki zamandan başka? Görmek için önce bakmak gerekli, hatta bilmek… Neydi ki Kapodokya? Bu kez akıllıydım, okudukça okudum. Hep öyle deyip Nevşehir’e gideriz ya bakmayın, aslında geniş bir coğrafya KAPODOKYA. Başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış geniş bir coğrafya. Bir yerel alanı değil, bir bölgeyi kapsıyor. Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ-Zelve… belli başlı görülmesi gereken yerlerinden bazıları. BUGÜN ANLAM KAZANAN HER YER GİBİ DERİN BİR TARİHİ VAR Günümüzdeki kültür turlarının bir kazanımı gibi dursa da Kapadokya yeni bir ad değil. 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkan bölgeye verilen arkaik dönem adı. İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanmakta. Hititler'in yaşadığı topraklar daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuş. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, Roma İmparatorluğunun baskısından kaçan Hıristiyanlar için bölgeyi devasa bir sığınak haline getirmiş. Bu geçmiş de bölgenin talihini 20.yüzyıldan başlayarak değiştiren bir mucizeye dönüşmüş. Her devir anılarına ve geçmişine düşkün insanoğlu, hele dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü elinde tutan Hristiyan ülkelerin bol paralı yurttaşları, iki bin yıl öncesinin mağdur Hristiyanlarına merhameti keşfedip bunu da meraka çevirip yollara dökülünce Kapadokya gına getirdiği taşından, şapkalı kayasından servetler kazanmaya başlamış. Yani Türk, nihayet akıllanmış. Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin bütünleştiği bir yer aslında. Coğrafi olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da bu peribacalarının içlerine evler, kiliseler ve manastırlar oymuş, bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımış. Yazılı tarihi Hititlerle başlayan, ülkeler arasında ticari ve sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biri olmuş. MÖ 12. yüzyılda Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüyle bölgede karanlık bir dönem oluştu, diyor kitaplar. Bu dönemde Asur ve Frigya etkileri taşıyan geç Hitit Kralları bölgeye egemen olacak, egemenliği MÖ 6. yüzyıldaki Pers işgaline kadar sürecektir. …Ve öğreniyorum ki Kapodokya adı Persçe, yani Fars esintili… Pers dilinde "Güzel Atlar Ülkesi" anlamına gelirmiş Kapadokya adı. Sıkılmazsanız kısa bir tarih, Kapodokya'yı örneği çok turistik yerlerden ayırıp özel ve daha anlaşılır yapacaktır. MÖ 332 yılında Büyük İskender Persleri yenilgiye uğratır, ama Kapadokya'da büyük bir dirençle karşılaşır. Bu dönemde Kapadokya Krallığı kurulur. MÖ 3. yüzyıl sonlarına doğru Romalıların gücü bölgede hissedilmeye başlar. MÖ 1. yüzyıl ortalarında Kapadokya Kralları, Romalı generallerin gücüyle atanmakta ve tahttan indirilmektedir. MS 17 yılında son Kapadokya kralı ölünce bölge Roma'nın bir eyaleti olur. MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hıristiyanlar gelir ve bölge onlar için bir eğitim ve düşünce merkezi olur. 303-308 yılları arasında Hıristiyanlara uygulanan baskılar iyice artar. Fakat Kapadokya baskılardan korunmak ve Hıristiyan öğretiyi yaymak için idealdir. Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalarda kolayca oyulan dehlizler,mağralar Romalı askerlere karşı güvenli sığınaklar oluşturur. 4. yüzyıl, daha sonra "Kapadokya'nın Babaları" olarak adlandırılan insanların, dönemi olur. Fakat bölgenin önemi, III. Leon'un ikonları yasaklamasıyla doruk noktasına ulaşır. Bu durum karşısında, ikon yanlısı bazı kişiler bölgeye sığınmaya başlar. İkonoklazm hareketi yüz yıldan fazla sürer (726-843). Bu dönemde birkaç Kapadokya kilisesi İkonoklazm etkisinde kaldıysa da, ikondan yana olanlar burada rahatlıkla ibadetlerini sürdürürler. Kapadokya manastırları bu devirde oldukça gelişir. Yine bu dönemlerde, Anadolu'nun Ermenistan'dan Kapadokya'ya kadar olan Hıristiyan bölgelerine Arap akınları başlar. Bu akınlardan kaçarak bölgeye gelen insanlar bölgedeki kiliselerin tarzlarının değişmesine sebep olur. 11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya Selçukluların eline geçer. Bu ve bunu takip eden Osmanlı zamanlarında bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Bölgedeki son Hıristiyanlar 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle, arkalarında güzel mimari örnekler bırakarak dünyanın dört yanına yayılacak efsane ve söylencelerini yanlarına alıp Kapadokya'dan giderler. Tarihi seviyorsanız Kapodokya eğlenceli, macera dolu… Ama hakkını vermeli, doğası, peribacaları bir başka, taşın böylesine güzelleştiği çok yer yoktur… Burası bir masal ülkesi... Tanrının şakalarından biri gibi duran peribacaları doğa için sıradan bir olay aslında. 60 milyon yıl önce 3. Jeolojik devirde Toroslar yükselir, kuzeydeki Anadolu Platosu'nun sıkışmasıyla yanardağlar faaliyete geçer. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürtür. Platoda biriken küllerin oluşturduğu yumuşak tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtülür. Bazalt çatlayıp parçalara ayrılınca yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başlayacak, ısınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katılacak, böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluşacaktır. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırır: "Peribacası". Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakaları ise erozyonla vadilere dönüşür, ilginç şekiller oluşur. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyulur. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden, ilk Hıristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde büyük bir uygarlık yaratılır. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü sergiler. Bu evler on dokuzuncu yüzyılda yamaçlara ya kayaların içine oyularak ya da kesme taştan inşa edilmişlerdir. Bölgenin tek mimarı malzemesi olan taş, yörenin volkanik yapısından dolayı ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Gerek avlu gerekse ev kapılarının malzemesi ahşaptır. Kemerli olarak yapılmış kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir. Dönemin resim sanatını göstermesi açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge şarapçılık ve üzüm yetiştiriciliği ile de ünlüdür. YOL İNSANIN DEĞİŞMEYENİ Yemeğe davetli olduğumuz Ankara'dan hayli geç yola çıktığımdan Kırıkkale üstünden Kırşehir'e vardığımızda gecenin üçüydü. Hiç görmediğim Kırşehir'de o saatte otel bulacağımdan çok umutlu değildim, ama Ramazan olması işe yaradı, sahur nedeniyle sokaklarda denk geldiğim birkaç kişiye sorunca çok sevimli olmasa da bir yer bulabildim. Rutubet öylesine bir parçam olmuş ki yoksunluğunu hemen hissediyorum. Rutubetin yerini alan Bozkırın ayazında üşüdüm, uyuyamadım, otelde sigara içemeyeceğimi düşünüp kendime gerekçe de uydurdum, sahur yemeği sonrası tek tük dolaşanlarla birlikte sokaklarda güneşin doğuşunu karşıladım. Kaldığım yerin az ilerisindeki büyük kent meydanında gördüğüm yapı ilgimi çekti. Bir camiye benziyordu. İnceledikçe şaşırdım. Buna cami desen cami değildi, kale desen o da değil, ama hepsinin karması bir şeydi. Bin yıl önceden günümüze şaşırtıcı, sevimli güzel bir armağandı CACABEY CAMİ... Dünyanın en güzel camilerinden birinin Kırşehir de olduğunu biliyor muydunuz? CACABEY Camii 1272 tarihli. Müthiş bir yaratıcılığın, dünyayı ceplerine sığdırmaya kararlı bir afacan çocuğun, savaşçı bir alperenin samimi bir aşkla yoğurduğu bir görsel anıt bu cami... Bizim siyaseti din ve vicdan sömürüsü olarak anlayan kimi bezirgân, hem de ehliyetsiz ruhban takımının fırsatı ganimet sayıp Tanrıyla arama girmeye, beni ibadetimde bile disipline etmeye kalkacağını düşünmesem iki rekât namaz kılmayı isterdim içinde... Ne yok ki bu camide?...Devrin hakimi Selçukluların kapı süslemeleri, caminin sadece bir kanadını çeviren surlar...ama hepsi özel bir katkıyla farklılaşıp dinsel ciddiyeti eritip sevimli bir masala bürünmüş... Dedim ya afacan ve yaratıcı bir çocuk ruhunun büyük düşünceleri aşkla bezenmiş sanki. Erken Anadolu İslam / Türk Sanatı konusunda uzman olanlar elbette daha rahat konuşabilir ama ben, benzeri dönem yapıtlarda, örneğin Sivas, Birgi ve İzmir Selçuk... uygulama örneklerinde kapı kenarlarındaki sütun üstü lambayı ya da topu andıran objeleri gördüğümü anımsamıyorum. Bir restorasyon şakası bile aklınıza geliyor. Ama değil, caminin öyküsünde saklı her şey. Devrinde yetenekli ve iyi bir idareci olan Kırşehir emiri Caca Bey aynı zamanda bir gökbilimci... Camiyi bir medresenin devamı olarak yapmış. Kapıda yer alan lambaya benzer iki top aslında güneşi ve ayı temsil ediyor. Yapıdan ayrı olan minare de bir gökyüzü gözlem kulesi işlevinde ... AHİLER DİYARI Selçuklu Anadolu’yu kılıçtan daha güçlü bir bilgelikle, Alperenlerle fethetti. Her biri savaşçı oldukları dende bilge ve düşünce adamı da olan alperenler, insan gerçeği ve gereksinimleriyle inançları yeni bir potada harmanlayarak yüzyıllarca sürecek bir birlikteliğin temelini attı. Bunların en ünlülerinden biri olan Anadolu Ahiliğinin kurucularından AHİ EVRAN da Horasandan gelip Kırsehir'i mekân edinenlerden. Ahi Evran'in şairlerin de piri olduğunu kaç kişi bilir? Bugünkü Esnaf Teşkilatlarının geçmiş dönem örneği Ahilik, belki son zamanlarda sık kutlanan haftaların kulak dolgunluğuyla bildik bir isme dönüşmüşse de dünün gençliğinde hiçbir çağrışım yapmayan bir deyimdi. Çok okuyan, hele tarihe çok meraklı biri olduğum halde yirmi beş yıl kadar önce Yalova’da öğretmenken bu hafta kutlamasında bilgim olmadan, emrivakiyle konuşmacı yapıldığımda bana da Neptün Gezegeni kadar yabancıydı. Üzerinde çalışırken fark etmiştim ki aslında çok yönlü, çok amaçlı hiyerarşik düzeni ve din gibi yerleşik kuralları olan o zamanki Önasyayı bugünkü Anadolu yapan müthiş bir sosyal ve siyasi yapılanmaydı. Kimilerince “Türklerin Rönesansı” diye tanımlanan Ahilik, bugünkü esnaf teşkilatlarını andıran ama hiyerarşik kural ve ilkeleriyle şövalyeliğe daha çok benzeyen Abbasilerin Fütüvvet Teşkilâtından esinlenerek kurulmuş ama Anadolu’nun o zamanki gerçeğinden köklenmiş ciddi bir politik, sosyal ve ekonomik güçtü… AHİ EVRAN tam bir lider, organizasyon ve siyaset adamıdır da. Kendisi gibi Horasandan gelen Hacı Bektaş Veli’nin öğüdü, Selçuklu Sultanı Keykubat’ın desteğiyle kurduğu AHİLİĞİ devrinin en büyük sosyal güçlerinden biri haline getiren EVRAN, dönemin siyasi büyük olaylarının hepsinde bir şekilde rol alır. Şems-i Tebriz’inin babasıyla samimiyetinden çok memnun olmayan Mevlana’nın oğlu Alaattin Çelebi’yle işbirliği yaptığı, ŞEMS’in ölümünde rol aldığı söylenir, Selçuklu tahtındaki mücadelelere bile karışır. Ahiliğe kadınlar giremediği için sonradan KADINCIK ANA olarak anılacak eşi Fatma Bacı’ya da Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınları) teşkilatını kurdurur. Ahi Evran’ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler, kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayılmışlar ve Osmanlı Devletinin kuruluşunda da sivil güç olarak çok etkili olmuşlardır. Katıldığı bir savaşta 93 yasında elde kılıç ölen Ahi Evran'ın adını taşıyan camiyi de sorarak buluyorum. Birkaç kişi o camiden söz ederken AY CAMİİ diyor, belki şiveli söyleyiş, ama bir hoşuma gidiyor ki bu güzel adlandırma… Diyorlar ya, ben AYCAMİ nerede diye sorunca, çoğu yok öyle bir cami, diyor… Ayaz kulaklarıma da vurdu herhalde… İyi de AHİEVRAN camiini sorduğum da birileri gene AYCAMİ diye adlandırıyor… Herhalde DEJAVU halim bu… Aynı zamanda Hacı Bektaş’tan, Balım Sultan’a yurt olmuş Kapodokya gibi çok erenli yerlere alışmayışımdan, çarpıldım… Karnım zil çalıyor, ama kaygılıyım, Ramazan’da küçük yerlerin tepkisi bilinmez. Sonunda açık bir pastaneye dalıyorum gözümü karartıp… Çay var mı, diyorum… Beni süzüyor adam, ama anlamsız, kızmış bir hali yok, cesaret bulup, simit, diyorum bu kez…Yerinden doğruluyor yanıtsız, etrafına bakınıyor, sopa arıyor herhâlde, diyorum içimden, ama ben seferiyim, İstanbul’dan geliyorum… diye ekliyorum tedbirle. Oysa yeleğini arıyormuş, bulunca kısa kol gömleğinin üstüne geçirip yanıma geliyor, beni kolumdan tutup emrivaki dışarı çıkarıyor. Aşağılarda bir yeri gösteriyor, “Orası da bizim,” diyor. “Git vardır.” Varmış gerçekten. Suratından düşen bin parça bir adam, hiç itirazsız çayımı simidimi veriyor. Ben safiyane sorular soruyorum. Aslında şirin gözükmeye çalışıyorum, ne olur ne olmaz… Böyle çay kokusu görmedim çünkü… Adam da sonunda bakıyor bakıyor, bu mecnun her hal diyor, zararsız bir deli… “Araban var mı?” diyor… “Var,” diyorum. “Sen şimdi burdan çık,” Kovuluyor muyum acaba, adam anlıyor bakışlarımdan… “Buradan derken Kırşehir’den çık, Ürgüp yolunda Hacıbektaş’a uğra, gör mutlaka… Ali'nin de türbesini gör…” “Ali mi?” diyorum, “makamı diyorsun herhalde, ne işi var orda Hz Ali’nin?” Bilgisine güvensizliğimden hoşlanmıyor. Kestirip atıyor. “Var, Hacıbektaş’a uğra, görürsün…” İnandırıcı gelmese de Anadolu’da olmaz olmaz, Urfa’da Tarsus’ta… dinsel kitapların birleştiği efsane ataların hemen hepsinin bir yeri olduğunu düşünürsek, Hacıbektaş’ta Ali’nin makamı olsa yadırganır mı? Aleviliğin yeşerdiği bu coğrafyada Muaviye’nin makamı olacak değil ya… Kırşehir’den yani devrin hemen her siyasi eyleminde fiilen yer almış, adı geçmiş Ahi Evran’dan, döneminin siyasetle hiç işi olmayan, işi insanla olan Hacıbektaş’a uzanan yol, tipik bir bozkır yolu. Öyle ama Aksaray- Konya yolu gibi yorucu, itici, tekdüze bir yol değil, yumuşak virajlarla uzanan, önü sık sık yeşil, rengârenk güllerle dolu bahçelerle kesilen bir yol... Selçuklu’dan bu yana tarih boyunca Anadolu halkı için bir inanç ve umut merkezi olan HACIM köyü daha o dönemde KADINLARINIZI OKUTUNUZ, diyen HACI BEKTAŞ VELİ ile ünlendi, şimdi de onun adıyla anılıyor. İlçenin kavşağında bir yanında aslan bir yanında geyikle sembolize edilen Hacı Bektaş Veli heykeli karşılıyor bizi. HACI BEKTAŞ VELİ Adı etrafında tarih kadar söylencelerle bir efsane yaratılan ama bin yıldır dipdiri yaşayan bir kişilik olan Hacı Bektaş-ı Veli de Horasan’dan gelen ilk Selçuklular arasında. Ahmed Yesevi tarafından kurulan Yesevîlik tarikâtının Anadolu'daki etkin uygulayıcılarından bir Kalenderî / Haydarî şeyhi, büyük Türk mutasavvıfı aynı zamanda. 13. yüzyıl Anadolu'sunun İslamlaşma sürecine önemli katkılarda bulunan ve Bektaşilik tarikatının isim babası. Kurduğu dergâh, yaydığı anlayış dönemin en büyük ordularından biri olan Osmanlı Yeniçerilerinin has ocağı olup devrin padişahından da destek görür hale gelince efsaneleşen, adına menkıbeler, rivayetler yaratılan bir kişi o. Onun kurduğu dergah ve Anadolu Aleviliğine getirdiği yorumlar, 16. yüzyılda BALIM SULTAN katkılarıyla kurumsallaşacaktır. HACI BEKTAŞ, kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkilâtı" ile Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Anadolu'da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Osmanlı Ordusunda devşirme çocukların oluşturduğu Yeniçeriler, Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle Yeniçerilere tarihte "Hacı Bektâş-ı Velî çocukları" da denildi. Ocağın banisi Hacı Bektaşi Velî olarak kabul edilir, seferlere giderken yanlarında daimâ Bektaşî dede ve babaları eşlik ederdi. Balkanların her köşesine Bektaşiliği yeniçeriler taşımıştır. Hacı Bektaşi Velî'nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara ise "Bektaşî" adı verildi. Tekke ve tarikatlara yaklaşımı bilinen ATATÜRK, daha Sivas kongresi aşamasında yolunu Hacıbektaş kasabasına çevirmiş ve 22 Aralık'ta Ulusal Kurtuluş Hareketine sıcak baktığını bildiği Hacıbektaşlılarla görüşmüştür. "M. Kemal Paşa’nın Başyaveri M. Müfit Kansu, bu ziyaretin nedenlerini şöyle açıklamaktadır; “...Çünkü Hacıbektaş’a da uğranacaktı. Bu mühim bir merkezdi. Bütün Anadolu’daki üç, dört milyondan daha fazla Alevinin inanç önderi Cemalettin Çelebi Efendi, Hacıbektaş karyesinde oturmakta idi. O zamanki önderler; Çelebi Cemalettin Efendi ve Niyazi Salih Baba’ydı. Milyonlara varan Alevi-Bektaşiler, gerçi bitaraf vaziyette görülüyorsa da bunlar, Çelebi’nin ve Dedebaba Vekili’nin emir ve iradesine tabi olduklarından bu zatlarla görüşmek, onları tarafımıza çekmek için gerekliydi. Nitekim Çelebi Cemalettin Efendi, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde mebus olmuş ve bir aralık Meclis Reis Vekilliği de yapmıştır. İcabı hal bunu yaptırmış olsa gerekir.” Kurtuluş Savaşı'nda daha baştan Atatürk'ün yanında yer alan önderleriyle karizmatik bir değere ulaşmayı başaran Dergah, günümüzde de inananların ilgi ve desteğiyle önemli bir kültür ve inanç merkezi olmayı sürdürüyor. Yine de 1925’te Tekke ve Zaviyeler yasasıyla benzerleriyle birlikte Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın da kapatıldığını, ancak 1964’te müze olarak yeniden açıldığını eklemezsek, özellikle kayırıldığını düşünenler çıkabilir. Şimdi, yılın her döneminde ilgi gördüğü söylenen Hacıbektaş Veli müzesi, yazları hele Ağustos ayında ziyarete gelen insanları ağırlamakta zorlanıyor. Sekiz yüz yıl önce yaşamış bu ünlü bilgenin hatırası hala canlı. İnananlar müzeye büyük bir saygıyla, kapı eşiğini öperek giriyor. Babasının anasının elini öpmeyi zül gören çağımız insanı için ilginç bir manzara... Hacıbektaş da Kapodokya'da yer alan değerlerden... HACİBEKTAŞ'A salt merak ya da kültürel ilgiyle gitmiş olsanız bile insanların hangi çağda nerede yaşarsa yaşasın, hangisi olursa olsun bir inanca olan ihtiyacını daha iyi fark ediyorsunuz... Çağdaş bilgi ve birikimleriyle kazanımlarıyla daha varsıl, daha güçlü olduğunu düşünen, ama gün geçtikçe çoğalan kimsesizliğine anlam veremeyenlerdenseniz, inançların gerçek sihrinin insanın vazgeçilmezi AİTLİĞİ şeklen değil, ruhen doyurması olduğunu, bu felsefi yönüyle ırksal, ekonomik, sosyal sınıf, hemşerilik, hatta aile… gibi aitliklerden çok daha güçlü olduğunu fark etmeye başlayacak; biraz imrenecek epey de gerileceksiniz. AİLE örneklemek için yazılan rastgele bir sözcük değil. AİTLİĞİ yaratan en güçlü paydalardandır aile… Ne var ki AİTLİK gerçekte bir ideolojidir, olduğu iddia edilen bağlarla değil, kolay paylaşılabilinecek, hayata geçirilen doktrinlerle CANLANIR. Oruç gibi, namaz gibi, cem gibi, kurban gibi…Kaç ailenin ideolojisi ya da ortaklaşa geliştirilmiş yaşam felsefesi var?.. Şaşırtıcı, çünkü köhnemiş alışkanlıkların en çok sıkıntısını çeken ve değiştirmek için mücadele eden bir kuşaktan geliyorum, farkına varmak rahatsız edici, ama en ilkel sandığımız yanlarımızmış bizi güçlü, kararlı ve yenilmez yapan. Dergâha tarih içinde Hacı Bektaş Veli’nin kullandığı “Çiledamı” etrafında ekler yapılmış olsa da, bugünkü konumuna 16.yüzyılda getirilmiştir. Hem de kim tarafından bilseniz. Garip bir tecelliyle, İran’daki Türk şahın Anadolu Türkmenleri üzerindeki etkisiyle nerdeyse saltanatını kaybedeceği kaygısıyla Aleviliğin düşmanı olan Yavuz'un komutanlarından Şehsuvaroğlu tarafından. Zaman için de birçok kez onarılan dergâhın yerinde şimdi donatılı bir müze var. Gerek Hacı Bektaş Veli, gerekse ondan üç yüz yıl sonra devrin padişahı II. BAYEZİD tarafından dergâhın başına getirilen BALIM SULTAN zamanından da günümüze kalan alet, giysi, eşya ve gelenekler... bir müzeye de dönen dergahta sergileniyor. Müzenin içinde BALIM SULTAN'ın da türbesi yer almakta. Dimetoka doğumlu BALIM SULTAN, 1457 - 1517 arasında yaşadı. Bizzat kendisi de Bektaşi olduğu söylenen Padişah II.Bayezid tarafından Anadolu Aleviliğinin İran etkisinden korunması amacıyla dergahın başına getirilmişti. O güne değin köylülerin bir inanış biçimi olan Alevilik, onun döneminde köklü bir değişime uğrayacak, Bektaşinin KENTLİSİ kavramını yaratan, böylece AYDINLARIN da katılımını sağlayan BALIM SULTAN, Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş-ı Veli’den sonraki en önemli isim olacaktır. SULTAN, Bektaşiliğin toplumsal ve insancıl yönlerini, barışseverliğini ve yardımseverliğini ön plana çıkarır. Yüzyıllardan beri gelen Alevî-Bektaşiliğe ait kuralları derleyip bir düzen içerisinde yaşama geçirilmesini sağlar. Sözel olan Bektaşi geleneğinde düzenlemeler yaparak, yazılı metin haline getirir. Yapısal olarak Bektaşiliği kurallara bağlayıp, böylece geniş bir coğrafik alana yayılan Bektaşîlik uygulamasında aynılık sağlayacaktır. Bir başka yeniliği de Aleviliğin salt DOĞUŞTAN DEĞİL SONRADAN DA EDİNİLEBİLECEĞİ anlayışını getirmesidir. Bu anlayış bazı tutucu alevi kesimde hala kabul görmese de katı etkiyi azaltmıştır. Sultan devletin de desteğini alarak Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına dergâhı yeniden yapılandırmıştır. Bu yüzyıldan sonra Bektaşilik, Haydarîliğin bir kolu ve türevi olmaktan çıkmış, bağımsız bir tarikat olarak, diğer Bâtıni-Alevî eğilimli tarikatları içerisinde eritip özümleyecek güce ulaşmıştır. Balım Sultan, geliştirilen erkana göre yola girenlerle sıkı ilişki içerisinde örgütlenmiş bir Bektaşi toplumu ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Tarikata bir disiplin getirmiştir. Kent içi ve kenti çevreleyen tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir örgütlenme başlatmıştır. Giderek düzenlenmiş sistemin dışında kalan köy gruplarından farklılaşan, bir biçime ulaşmış Bektaşilik Tarikatını yaratmıştır. Oluşturduğu sistemi, örgütün “ruhani ve örgütsel” başı olan DEDELERle yaymayı ve yaşatmayı amaçlamıştır. Çelebiler Anadolu ve köylük yörelerde tutunurken, kentsel yörelerde Balım Sultan ekolü benimsenir. Balım Sultan’ın getirdiği düzenek Anadolu Aleviliğini, dönemin iktidarını zorlayan İran Aleviliğinden ayırmak için belki de devletin istediği bir biçimlenmedir, bilinmez ama kökleşmiş ve günümüze değin gelmiştir. Dedebabalık’la yönetilen Bektaşiliğin bu kolu yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla büyük bir güç kaybetmiştir. Ancak 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında tekrar hareketlenmiş İstanbul ve Rumeli’deki birçok Ocak yeniden uyandırılmış ve Osmanlı eliti içinde etkin olmuştur. Cumhuriyet döneminde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte güç kaybetmişse de günümüzde başta Rumeli ve Balkanlar olmak üzere birkaç milyon kişilik önemli bir topluluk olarak kalmayı başarmıştır. Geniş bir alanı kaplayan türbe çevresinde benzer her yerde olduğu gibi HZ.ALİ'nin, en çok da HZ.HÜSEYİN'in temsili resimlerinin yanında çoğu "mağdur ve mahzun" daha yeni kuşak devrimcilerin yer aldığı resimler, değerli taşlarla yapılmış armağanlar satılan dükkânlar var. Ama en güçlü ticari sektör, kurban sektörü... Oradan kurban kesmeden ayrılırsanız kendinizi başarılı sayın, öyle yapışıyorlar yakanıza... Sanırım arabamdan dolayı, daha inmeden ilgilerine mazhar olduğum kurban kesme “teşkilatının” elinden güçlükle sıyrılıp yola düştüğümde bir devir, fakülteye başladığım yıllarda beni özgürleştirdiğini sandığım çağdaş kazanımların, omurgası dahil her bir yanı beklenmeyen bir biçimde değişen ülkemde şimdi kaç para edeceğini, benim gibileri hangi noktaya mahkum ettiğini yollarda çok düşüneceğim. Sonra bir kavşakta gördüm o güzelim sembolü: Kocaman bordo bir gül vardı yolda ve yanında bir yazı: "Gül Şehrine Hoş Geldiniz". Bozkıra en çok gül yakışmış... Böylesine güzel bir ad olur mu? GÜLŞEHRİ... Herhalde adını 14.Yüzyıl şairlerinden Kırşehirli GÜLŞEHRİ’den alan bu güzel adlı yerleşimi merak etsem de geride bırakıp Nevşehir’e doğru yol alıyorum. Kısa süre sonra da ulaşıyorum. Kızılırmak’ı besleyen yan suların parçaladığı platonun batı yamaçlarında kurulu Nevşehir, Lale devrinin ünlü sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın memleketi olarak ünlenmiş ilk. O zamanlar SADRAZAMIN memleketinde başlattığı yeni imar hareketini günümüzde de sürdürüyor görünüyor, çoğu pembeye boyalı modern yapılarıyla dikkat çekiyor kent. İçine girmeden Ürgüp’e doğru yola devam ediyoruz. Peribacalarını saymazsan işlenmeye müsait kayalar tarih boyunca yerleşim için kullanılmış, şimdi de yol kıyısındakiler seyirlik birer anıt olurken, daha içeridekiler hala aynı amaca hizmet ediyor, çevredekilerin ambarı, deposu olmuşlar. Ürgüp’te dolanmaktan yoruldum, bir fırında sıcak pideyle tereyağı yemeyi deniyorum. Trabzon tereyağı diye sattıkları yağ pek benzemiyor ama yine de sıcak pideyle iyi gidiyor. Çayımı içerken, aklımı garipsemeye başlamışım bile. Bu havada deniz kıyısı bir yer varken, burada ne işin vardı, diyor muhalif yanım. Üzerinde dursam isyan edecek, görmezden gelerek kalacak yer arıyorum. Bir arkadaşımızın kızı buralarda otel açmış diye duymuştum. Sordum soruşturdum, dar yollardan vadiler içine girdim ve buldum Karlık köyünü ve oteli. Zillerini ne kadar çalmışsam da kendilerine ulaşamadım. Rezervasyonla açılıyormuş otel. Aynı yolu izleyerek geri döndüm. Bir düş kırıklığına ihtiyacım varmış demek ki, tetikledi, kalmak anlamsız gözüktü. Aklımda Ihlara Kanyonu’na da gitmek vardı. Hazır gün erkenken gidip görebilirdim. Novigasyonun bizi Aksaray yolundan saptırıp harita üstünde kestirme gözüken köy yollarına soktuğunu anladığımda kırk kilometrelik bozuk yolun on beş kilometresini almıştık bile... Dönüp Aksaray'a gitmek aklıma gelmişse de bu kez inat edecek, Ihlara'yı görecektim. Kendi kategorisinde yaşlı volkanlardan sayılabilecek Hasan Dağ’ı simsiyah gölgesiyle yol boyu bize eşlik etti. Katran siyahı gövdesi, doruklarındaki buzul beyazlığıyla uzaklarda, ama hep önümüzdeydi. Uzun yolda ne bir benzinlik ne de çay içilecek yer var, aracınıza güvenmezseniz bu yola sakın sapmayın. Bir yokuştan aşağı vadiye Ihlara’ya iniyoruz nihayet... Gürültüyle ve kıvrımlarla akan dere, zaman içinde ovayı derin derin oymuş, su kirli bir yeşille ta uçurumun dibinde, aşağılarda kalmıştı. Adını belki de otuz yıldır çok duyduğum ama fırsat bulup gidemediğim yerlerden biriydi bu kanyon. Hasan Dağı’ndan çıkan bazalt ve andezit yoğunluklu lavların soğumasıyla ortaya çıkan çatlaklar ve çökmeler kanyonu oluşturmuştu. Bu çatlaklardan yol bulan kanyonun bugünkü halini almasını sağlayan Melendiz Çayına ilk çağlarda Kapadokya ırmağı anlamına gelen 'Potamus Kapadukus" denilmekteymiş. 14 km. uzunluğunda yüksekliği yer yer 100-150 metreyi bulan vadi Ihlara'dan başlayıp, Selime'de son buluyor. Vadi boyunca kayalara oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunuyor. Bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirlerine tünellerle bağlantılı. Kapadokya bölgesi, Ihlara vadisinde yani Aksaray’da bitiyor. Aksaray’a ulaşan yolu izleyerek Ankara yoluna girdim. Şansım elverirse TUZGÖLÜ’nü de gündüz gözüyle görecektim. Kapadokya’yı arkamızda bırakıp Tuz Gölü’nün çevresini takip eden yolu izlemeye başlamam uzun sürmedi. Sudan yansıyan güneş ışığının bin bir özel renge boyadığı gökyüzünün altında Tuzgölü’nün kıyısından çok zaman yol aldım. Belki de kirlenmesin diye izin verilmiyordu bilmiyorum, göle hakim bir dinlenme tesisi bulamayınca durmadım da… Gölbaşı yönünden Ankara’ya yaklaştığımda yağmur başlamıştı, ama güneş ayrılmaya nazlı, hala eşlik ediyordu. Topu topu bir gece uykusuz kalmış 1400 km yol gitmiştim ama yorgun hissediyordum. Oysa geziler beni genellikle çok heyecanlandırır, bazen doğru dürüst uyumadan gezi boyu araç da kullanırdım. Yaşlanmak bu galiba… Önümde harika bir tablo gibi uzanan yolu bile görecek halim kalmamıştı. Tek düşündüğüm bir önce Ankara’ya ulaşıp başımı koyacak bir yastık bulmaktı. Konuk olacak olduğum eve geç saat vardığımda aradığım gerçeği fark etmiştim. Yirmi beş yıl önce gene uykusuz ama nasıl hevesli koşturararak gitmiştim, şimdi ne oluyordu peki, yaşlanmak maşlanmak… Gizem de tam burdaydı galiba? O yolu, Kapadokya’yı görmüştüm ve o zaman en azından merak ettiğim ama yine de bilinmezlik dışında ilgilerime göre çok şey bulamadığım yörede şimdi bir gezide olması gereken en önemli şeyi, bir ilki yaşamanın, keşfetmenin ve kendi adına fethetmenin hazzını alamamıştım. Boşuna dememiş o bilge, hiçbir nehirde iki kez yıkanılmıyor. Yeni bir kitap bulmalı... O zaman belki... Ne yapsam, kutuplara mı gitsem? * 11.09.2018

  • Şeytanın Gör Dediği

    "Özgür Özel, Yılmaz Özdil ve "bidon kafa" / “Bidon kafa” olayı nedir? Seçimi kaybedince seçmene hakaret etmenin sembol ifadesidir. * Olay hep şöyle olmuştur: * Seçim kaybedilir. Kendisini seçimi kaybedenlerin sözcüsü pozisyonuna getiren sözde gazeteci, seçimin kaybedildiği andan itibaren başlar saydırmaya. - “Bunlar bidon kafa” der. - “Bunlar makarnacı” der. - “Bunlar yüz gram kömüre oyunu satar” der. -  Aşağıladıkça aşağılar. - Hakaret ettikçe hakaret eder. * Bu bir döngüdür: * Seçimi kaybet. Seçmene hakaret et. Rahatla. Kaybedenleri rahatlat. / Seçimi kaybet. Seçmene hakaret et. Rahatla. Kaybedenleri rahatlat. / Seçimi kaybet. Seçmene hakaret et. Rahatla. Seçimi kaybedenleri rahatlat. * CHP, yıllarca işte bu kahrolası döngünün içine sıkışıp kalmıştı. Bir türlü çıkamıyordu buradan. Son yerel seçim, CHP’ye bu berbat döngüden kurtulmak için şahane bir fırsat sundu. * CHP Lideri Özgür Özel, bu fırsatın kıymetini çok iyi biliyor. - “Ben oy alamayınca seçmeni suçlamayacağım” diyor. - “Ben oy alamayınca benim hatam nerede diyeceğim” diyor. - “Seçmen aşağılamasından uzak duracağım” diyor. - “Bidon kafa falan artık çöp oldu” diyor. * “Bidon kafa” aşağılamasının sahibi olan Yılmaz Özdil, buna sinirlenmesin de ne yapsın? GAZETECİ İLE SİYASETÇİ KAVGASINA NASIL BAKMALI SİYASETÇİ dediğin... Politika belirler. / Temas kurar. / Görüşür. / Risk alır. / Halkın nabzını sürekli ölçer. / Seçimi hedefler. / Makul çoğunluğun gönlünü kazanmak ister. / Kendisine oy vermeyenlerin oyunu almaya çabalar. * Gazeteci dediğin ise... İzler, aktarır. / Bakar, analiz eder. / Görür, yorumlar / Bazen olumlu yorumlar / Bazen olumsuz yorumlar. / Seçmene karşı hiçbir sorumluluğu yoktur. / Oylamaya girmez. / Sandıktan çıkmaz. / * Siyasetçi... Olayın öznesidir, aktörüdür. * Gazeteci... Olayın nesnesidir, aktörü değildir. * Bir gazeteci, rolünü abartmaya başladığı anda... - Siyasetçiyle dişe diş polemiğe başlar. - Siyasetçiyle bir siyasetçi gibi dalaşır. - Siyasetçiyle kendisini aynı kefeye koyar. - Siyasetçinin rakibi gibi davranır. - Siyasetçiyi takıntı haline getirir. * Örnek olay olarak bakınız: Son anda ortaya çıkan... Yılmaz Özdil / Özgür Özel kavgası. * Bu kavgada şöyle bir dengesizlik var: * CHP kaybettiğinde hepimiz tek sorumlu olarak kimi görürüz? Tabii ki Özgür Özel’i. Sorgulanacak olan odur. Eleştirilecek olan odur. Muhatap alınacak olan odur. Yenilginin sahibi olacak olan odur. Üzerine gidilecek olan odur. * Peki ya Yılmaz Özdil? CHP kaybettiğinde Yılmaz Özdil, bu kayıpta en küçük bir sorumluluk alıyor mu, aldı mı, alacak mı? Tabii ki almıyor, tabii ki almadı, tabii ki almayacak. Yine “Bidon kafa” diyecek, yine CHP kitlesinden bir iki şak şak alacak ve yine yoluna bakacak. * Bu zamana kadar yaşananlardan çıkan sonuç şudur: CHP kaybetse de Yılmaz Özdil hep kazanıyor, CHP kazansa da Yılmaz Özdil hep kazanıyor. “Kasa” her durumda kazanıyor yani. *AHMET HAKAN* Bu yazı BURADAN alıntıdır

  • MEMLEKET

    Fuat ÖZGEN * Doğduğun yer, doyduğun yer diyerek Yollar düşer gurbete Tatil olur, bayram gelir, yaş alınır Döner gözler memlekete Göçen göçer, giden gider Özlem kalır gidemeyene Ülkedir, köydür, kenttir Ağaçtır, arkadaştır, taştır Atadır, anadır Havadır, sudur Ağızda tat, kulakta ses Gönüldeki sevgili, yaşamda güvendir memleket Umduğunu, aradığını Bıraktığını, özlediğini Bulamama gerçeği ise Taşınır bir köşede.

  • Cahit Külebi

    Nurten B. AKSOY * Aydın bir saz şairi içtenliği, bir Karacaoğlan rahatlığı ve temiz bir dil ile zaman zaman kötümser, güvensiz; ama kendi türküsünü söyleyen Cahit Külebi 2 Ocak 1917’de Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelir. Asıl adı Mahmut Cahit’tir. Erzurumlu bir ailenin çocuğu olan şair, babasının aile adı olan “Gullebiler”den esinlenerek Külebi soyadını alır. İlk ve orta öğrenimini Tokat, Sivas ve Bursadaki çeşitli okullarda tamamlar. HİKAYE Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut biraz! Benim doğduğum köylerde Ceviz ağaçları yoktu, Ben bu yüzden serinliğe hasretim Okşa biraz! Benim doğduğum köylerde Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek Savur biraz! Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz! Benim doğduğum köylerde Şimal rüzgarları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz! Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz! 1936’da Çapa Yüksek Öğretmen Okulunu birincilikle kazanır. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Yüksek Öğretmen Okulunda, zamanın ünlü edebiyatçılarından güçlü bir eğitim alır. 1940 yılında üniversiteden mezun olan Külebi, askerlik görevinden sonra 1942’de Süheyla hanım ile evlenir ve bu evlilikten iki oğlu olur. Başta Antalya ve Ankara olmak üzere pek çok ildeki okullarda edebiyat öğretmenliği yapar. MASALDAKİ YALNIZLIK Ben yalnızlığı Gökte uçar gördüm. Ben yalnızlığı Garip naçar gördüm. Ben yalnızlığı Gelir geçer gördüm. 1960-1964 yılları arasında İsviçre Bölgesi Öğrenci Müfettişliği ve Kültür Ateşeliğine atanarak yurt dışına gönderilir. 1964’te yurda dönen Cahit Külebi, çeşitli devlet görevlerinde bulunduktan sonra 1973 yılında emekli olur. Emekli olduktan sonra 1983 yılına kadar Türk Dil Kurumunda çalışan şair, 12 Eylül’den sonra bu görevinden istifa eder ve siyasi bir partinin kurucuları arasında yer alır. İlk şiirleri “Nazmi Cahit” takma ismiyle Sivas Erkek Lisesinin Toplantı adlı dergisinde yayımlanan şair, böbrek yetmezliği nedeniyle 20 Haziran 1997 tarihinde Ankara’da vefat eder. UMUT Yorgunsun uzaklardan gelmişsin Yitirmişsin ne varsa birer birer. Bir sağlık, bir sevinç, bir umut Onlar da nerdeyse gitti gider. Dost bildiğin insanların yüzleri Aynalar gibi kapkara. Suyu mu çekilmiş bulutların Dönmüşsün kuruyan ırmaklara. Taşlara düşen saat gibi Ne artı ne eksi. Bir sağlık, bir sevinç, Bir umut… Hikaye hepsi… Halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturan Cahit Külebi, şiirlerinde konu olarak “yurt sevgisini, insan ve doğa sevgisini” işler. Ayrıca çocukluk ve gençlik yıllarını yaşadığı Niksar, Tokat ve Sivas yörelerinden anılarında kalan izlenimleri de şiirlerinde aktarır. 1940-1950 yılları arasını kapsayan “Garip şiiri” akımına Orhan Veli‘yi çok sevmesine rağmen katılmaz, şiire kendine özgü bir yorum getirir. Ölçü olarak serbest şiiri kullanmakla birlikte espriye dayanan, gündelik hayatın basit avareliklerini konu edinen Garip şiirinden farklı bir serbest şiir tarzı geliştirir. SEVDA BAHÇESİ Bir gül mahzun durur bahçede Yaprakları yorgun. Sen pembe güllerin en pembesi Hasta solgun. Bir gül taze durur bahçede Yaprakları diri. Sen beyaz güllerin en beyazı Sabahlar kadar iri. Bir gül baygın durur bahçede Yaprakları serin. Sen sarı güllerin en sarısı Yağmur gibisin. Pembe gül hülyandır açılmış, Beyaz gül yanakların, Sarı gül dağınık saçlarındır, Ve mahzun kalbim ateş gibi Yanan dudaklarındır. Bir saz şairi içtenliği ve rahatlığı içinde, türkü tadında serbest şiirler yazar. Zaman zaman kötümser, güvensiz bir kişiliğin söylemlerinden sızan temalara girmiş olsa da duru, sade bir Türkçe kullanarak ahenk ve ritme önem veren bir serbest şiir oluşturur. Şiirlerinde lirizme ve coşkuya değer veren şair, kimi zaman romantik duygularla memleket sevgisini dile getiren güzel şiirler yazar. Behçet Necatigil onu; “Yurt köşelerinin manzarasını ve insan gerçeklerini, modern bir biçim ve yeni bir romantizmle yaşatıp, anılarla güçlü, içten bir duyarlıkla anlatan şair” diye anlatır. SİVAS YOLLARINDA Sivas yollarında geceleri Katar katar kağnılar gider Tekerleri meşeden. Ağız dil vermeyen köylüler Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler? Ağır ağır kağnılar gider Sivas yollarında geceleri. Ne yıldızlar kaynaşır gökyüzünde, Ne sevdayla dolar taşar gönüller Bir rüzgar eser ki, bıçak gibi El ayak şişer. Sivas yollarında geceleri Ağır ağır kağnılar gider. Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider Toz duman içinde, Şavkı vurur yollara, Arabalar dağılır şoförler söğer, Sivas yollarında geceleri Katar katar kağnılar gider. Doğduğu yer olan Zile’nin o zamanki sihirli havasından büyük ölçüde etkilenen Külebi sanata tutkusunun başlayışını şöyle anlatır: "Zile’de bir akşam babam bana üç kitap getirdi. İhtimal o yaşımdan hatırladığım tek gün olan o aydınlık gecede edebiyatı sevmişimdir. Belki de her akşam, yassı kalesinden tellallar çağıran, sokaklarında yaz boyunca yük yük üzüm, alaca mısırlar, tenteneli uzun kavunlar taşınan, sabahlara kadar büyük leğenlerde pekmez kaynatılan, bu yüzden kışa kadar sokakları sıcak üzüm kokan ve geceleri uzaktan “Şu Zile’den gece de geçtim görmedim aman” diye türküler duyulan Zile bana sanatı sevdirdi. Babam kitapları getirmişti ama okuma bilmiyordum." Edebiyat profesörü Mehmet Kaplan öğrencisi Külebi’yi; “Ben ona inanıyorum ki Anadolu’yu, çocuklukları bu topraklarla karışmış, şehre geldikten sonra yüksek kültür edinmekle beraber ilk yaşantılarını kaybetmemiş sanatkârlar anlatabilirler. Cahit Külebi de bunu başaran nadir şairlerden biridir.” diye anlatmıştır. Biz de 20 Haziran 1997'de yaşama veda eden şairimizi saygıyla anıyoruz...

  • Kristof Kolomb

    Kristof Kolomb evli olsaydı aşağıdaki sorulara cevap aramaktan asla Amerika’yı keşfedemeyecekti. ..Nereye gidiyorsun? . .- Kiminle? .. - Neden? ..- Neyle gidiyorsunuz? .. - Ya Rabbim, neyi keşfedeceksin neyi? ..Tövbe tövbe.. - Neden sadece sen? .. Neden hep sen? .. Neden başkaları değil? ..- Sen burada değilken ben ne yapacağım şimdi? ..- Seninle gelebilir miyim? .. - Pekii, akşamına yemekte olacak mısın? ..- Bunu başından beri bensiz planlıyordun değil mi? ..- Tanrım ne kadar bahtsızım.. Anneme gitmek istiyorum..- Ve bir daha da dönmeyeceğim... Tamam da ne demek? ..- Gidişin olur da dönüşün olmaz inşallah...- El alem bi işe girip efendi gibi çalışsın, sen yok “ora” yok “bura” sürtüp dur..!- Yahu bu devirde keşfedilmeyen bir yer mi kaldı? .. Güldürme beni... Kim o şırfıntı bul... ... Derleme, İnternet : R. Uğur Özışık

  • ÇIĞIRINDAN ÇIKAN İNSAN

    Niyazi UYAR* Kurbanın tarihi ilk çağlara dayanır, bunun için şu zaman başlamıştır demek çok iddialı, temelsiz bir görüş olur. Eski Yunan’da tanrılara kurban sunma, Roma’da, yücelere kurban sunma törenleri olur, adaklar adanırmış. Önceleri insanlar kurban edilerek başlayan kurban töresi, zamanla insanın kendi yerine ağzı var dili yok hayvanları, salt kendini kurtarmak veya kendine iyi bir istikbal sağlayabilmek için kullanmıştır. Bu kurban töresi hafifleyerek, Müslümanlar ve Musevilerce, erkeklerin erkeklik organın sünneti ile devam edegelmektedir. Hatta Eski Mısır’da kadınların bile sünnet edildiğini yazmaktadır ki kaynaklar, bu başlı başına bir çalışmanın ürünü olmalıdır. Bu konuda bir şey diyecebilecek durumda değilim. İnanışa göre en kapsamlı ve sistematik kurban ibadeti(!)Hazreti İbrahim’in, oğlu İsmail’i Tanrıya kurban etme teşebbüsü ile yeni bir boyut kazanmıştır. Hazreti İbrahim’in İsmail’i kurban ederken bıçağının kesmemesi, taşa vurulan bıçağın taşı ikiye bölmesi ve gökten üç ayağı bağlı bir koçun inmesi. İşte hayvanların kurban edilme efsanesinin genel kabul görmesi ve asırlardır devam etmesidir kurban geleneği... Ben dinsel alanda ne yetki ne de etraflı bir bilgi sahibiyim. Bu yazıyı yazma gerekçem Kurban Bayramında gördüğüm birkaç gözlemdir. Durumu iyi olanların kurban kesmesi sevaptır derler ya. İnsanlar inançları gereği kestikleri kurbanın bir bölümünü ihtiyaç sahiplerine dağıtırlar veya dağıtmazlar, ben işin o tarafında değilim. Hatta yoksul halkın yılda bir Kurban Bayramı vesilesiyle et yiyebilmesinde de değilim. Kurban Bayramlarına sebep artan derin dondurucu satışlarında hiç değilim. Kurban Bayramı’nda kurbanların ilkel usullerle kesilmesinde ve sokakların kan revan içinde kalmasında da değilim, hatta ve hatta kemiklerin, bağırsaklarının oraya buraya çöp konteynırlarının yanına yönüne saçılmasında da değilim... Benim için trajedi olan bir insanın bir yıl boyu bir hayvanı kurban etmek için bakıp etmesi ve sonra o hayvanı kesmesi. Bu nasıl bir şey hiç anlamam, insan o hayvanla arkadaş, sırdaş, dert yoldaşı olur. Peki bu hayvan kesilirken hiç mi vicdan yapmaz? Bakın insan olmak başka bir şeydir, ben yine onda değilim. Kaçan bir kurbanlığın peşinden mahallelinin sürek avına çıkarcasına koşmasında da değilim; hatta yakalanan kurbanlık boğanın sahibi tarafından bıçaklanmasında da değilim… Kurban demek tatil demek, tatil demek bayram demek, stok etmek demek, görmemiş gibi çok çok almak, fırın önlerinde metrelerce kuyruk oluşturup onar, on beşer yirmişer ekmek almak demek, bankamatiklerde para çekme kuyrukları oluşturmak demektir. Para talebine istinaden kelli felli bankaların para yetiştirmedeki acziyetleri… Ve sokaklarda, caddelerde yüksek perdeden müzik yayını yapanlar, arabalarıyla, motorlarıyla gürültü kirliliği yapanlar, doymak bilmez bir iştahla her şeye saldırmak… Ben ne demekteyim biliyor musunuz, ben insan denilen bu varlığın, dünyanın başka başka yerlerinde böyle çığırından çıkmış mıdır, işte ben onun derdindeyim. Bu insanoğlu kendi ibadeti için, cennete gitmek için, Tanrıya yakın olmak onun için, onun ihsanına nail olmak için; illa kan mı akıtması lazımdır? İşte ben bundayım mesela... Bayram paylaşmaktır, yardımlaşmaktır, garip gurabayı gözetmektir. Ben onun derdindeyim, ama nerde? Bayramın ardından kaleme aldığım “Çığırından Çıkan İnsan,” adlı denememde, derdinde değilim dediklerim, yüreğimi parça parça eden şeylerdir. “Çığırından çıkan insan,” davranışlarının yalnızca birkaç örneğidir bunlar…

  • GÖL

    Alphonse De Lamartine * Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için Demirleyemez miyiz? Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak, Seyrine doymadığı o canım su yanında Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa bak, Oturdum tek başıma! Altında bu kayanın yine böyle inlerdin; Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara, Ve böyle serpilirdi rüzgarlarla köpüklerin O güzel ayaklara. Ey göl, hatırında mı? Bir gece sükut derin, Çıt yoktu su üstünde, gök altında, uzakta, Suları usul usul yaran kürekçilerin Gürültüsünden başka. Birden şu yer yüzünün bilmediği bir nefes Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses Şu sözleri söyledi; ‘‘Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler, siz Akmaz olunuz artık! En güzel günümüzün tadalım o süreksiz Hazlarını azıcık! Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün, Hep onlar için akın; Günleriyle birlikte dertlerini götürün, Mesutları bırakın. Nafile isteyişim geçen saniyeleri; Akıp gidiyor zaman. Geceye: ‘‘Daha yavaş! ’’ deyişim boş; tan yeri Ağaracak birazdan. Sevişmek! Hep sevişmek! akıp giden saatin Kadrini bilmeliyiz! İnsan için liman yok, sahil yok zaman için, O geçer, biz göçeriz! ..’’ Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar, Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak Matem günleri kadar? Nasıl olur kalmasın bir iz avucumuzda? Nasıl yok olur her şey büsbütün silinerek? Demek vefasız zaman o demleri bir daha Geri getirmeyecek? Loş uçurumlar: mazi, boşluklar, sonrasızlık, Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri? Alıp götürdüğünüz derin hazları artık Vermez misiniz geri? Ey göl! dilsiz kayalar! mağaralar! kuytu orman! Siz ki zaman esirger, tazeler havasını, Ne olur, ey tabiat o günlerin saklasan Bari hatırasını! Sakin demlerde olsun, deli rüzgarda olsun, Güzel göl, etrafını süsleyen oyalarda, O kapkara çamlarda, sularına upuzun Dökülen kayalarda! İster meltemlerinde, bir ürperişle esen Seslerde, ister uzak ister yakında olsun, Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen Ay ışığın olsun! Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan, Meltemini dolduran kokular, hep beraber, Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan, Desin ki: ‘‘Seviştiler! ’’ * Alphonse-Marie-Louis de Prat de Lamartine Ekim 1790 - 28 Şubat 1869), Fransız yazar, şair ve siyasetçi. Graziella, Göl, Şairane Düşünceler gibi yapıtlarıyla romantik edebiyatın en ünlüleri arasına girmiş, kurucularından kabul edilmiş bir edebiyatçıdır. Romantizm (Fr. romantisme) veya Coşumculuk, 1800 ve 1850 yılları arasında Avrupa'da edebiyatı, müziği, felsefeyi ve sanatı etkileyen entelektüel bir akımdı. Bir ölçüde Sanayi Devrimi'ne, Aydınlanma Çağı'na aristokratik sosyal ve siyasi düzenine, doğanın bilimsel rasyonalizasyonuna ve klasisizme tepki olarak doğan, doğaya ve duygulara verdiği önemle bilinen bir akımdır.[1] Ortaya çıkışında ise 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki toplumsal, siyasal ve düşünsel yapının etkileri vardır. Çeşitli tarih kitapları da yazan Lamartine'in Jirondenlerin Tarihi adlı yapıtı Fransa’daki 1848 ihtilalinin düşünce zeminini oluşturan eserlerdendir. İhtilalden sonra ülke yönetiminde önemli görev almış; Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenmiş bir siyasetçidir. Bir “Osmanlı dostu” olan yazar, devrin padişahından bir çiftlik de almayı başarmış ne var ki uygulamaya koyamamıştır. Osmanlı tarihi ve Osmanlı izlenimlerini Doğuya Seyahat, Doğuya Yeni Seyahat ve Osmanlı Tarihi adlı eserlerinde aktarmıştır. Krala çok sadık, Кatolik bir aristokrat ailenin çocuğu idi. Gençlik yıllarında avare bir aristokrat hayatı yaşadı. Hıristiyanlık dininde karşılaştığı tezatlıklar bu dinden uzaklaşmasına sebep oldu; kalp temizliğini esas alan transandantalizm felsefesine bağlandı. 1811-1812'deki İtalya seyahati sırasında Naρoli'de Antoniella adlı bir işçi kızla yaşadığı aşk onu çok etkiledi, 1815'te ölen bu sevgili, birçok şiirine ilham kaynağı oldu. 1814'te Naρolyon Elbe Adası'na sürgüne gidip Bourbon Hanedanı Fransa tahta oturunca Kral XIII. Louis'nin muhafız birliğine girdi ama kısa süre sonra Naρolyon'un Elbe'den kaçıp Paris'e dönüşü yüzünden İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldı. Naρolyon'un Waterloo Muharebesi'nde yenilmesi ve Bourbonlar'ın Fransız tahtını gele geçirmesinden sonra ülkesine dönen Lamartine, askerlik mesleğini bıraktı; kendisini edebiyatla uğraşmaya verdi. 1816'da sağlık sorunları nedeniyle kaρlıca tedavisi iςin gittiği Aix-les-Bains'de Julie Charles adlı evli bir kadınla tanıştı. Bourget Gölü kıyısındaki gezintileri sırasında aşık olduğu Julie, ona ünlü 'Le lac' (Göl) adlı şiiri için ilham verdi ve 1817'de hayatını kaybetti. 1820'de ilk şiir derlemesi olan 'Méditations poétiques' (Şairce Düşünceler) adlı eserini yayımladı. Şair, bu eser ile büyük bir başarı kazanarak Fransız Edebiyatının genç romantik kuşağı arasında önemli bir yer edindi. Aynı yıl Naρoli'de Fransız elçiliğinde elçilik katibi olarak görevlendirilen Lamartine, Maria-Ann Birch adlı bir İngiliz hanımla evlendi, 1822'de kızları Julia dünyaya geldi. 1830'da Fransa tahtına Louis-Philippe'in geçmesiyle politikaya atılmak için diplomatik görevlerinden istifa eden şair, seçimleri kaybedince karısı ve kızıyla özel bir gemi yolculuğu ile Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Lübnan, Filistin, Suriye ve İstanbul turuna çıktı. Hasta olan kızı Julia bu seyahat sırasında hayatını kaybedip Beyrut'ta toprağa verilince uzun sure şehirden ayrılamadı. Kızının ölümünden duyduğu umutsuzluk, Géthsémani adlı eserinde ifade buldu. 1833'te milletvekili seçildiği haberinin gelmesi üzerine seyahatini sonlandırarak Anadolu ve Almanya üzerinden dönüş yoluna girdi. İstanbul'u ziyareti sırasında padişah Abdülmecit tarafından iyi karşılandı, kendisine refakat etmek üzere Namık Paşa ve Halil Rıfat Paşa görevlendirildi. Seyahat hatıralarını 1835 yılında dört cilt halinde bastırdı. 1833'te parlamentoya giren Lamartine, iyi bir hatip olarak ün yaρtı. Başlangıçta liberal bir mutlakiyetçi iken gittikçe daha demokratik görüşlere sahip oldu. 1842'den itibaren 'burjuva kral' Louis-Philippe'e muhalefeti gittikçe arttı ve Temmuz Monarşisi'ni sonlandıran 'akşam ziyafetleri' adlı siyasi kampanyada aktif rol aldı. 1847'de 'Histoire des Girondins' (Jirondenlerin Tarihi) adlı sekiz ciltlik eseri yayımlayan Lamartine, Jirondenler'in tarihi kadar kendi siyasi görüşlerini anlatıyordu. 1848'de aniden gelişen Şubat Devrimi'nde önemli bir figür olarak yer aldı. Bu devrimi '1848 Devriminin Tarihi' adlı 2 ciltlik eserinde anlattı. Devrim sonrası oluşturulan geçici hükümette Dışişleri Bakanlığına getirildi. 24 Şubat 1848'de başladığı bakanlık görevi, 11 Mayıs 1848'te son buldu. Bu dönemde ülke yönetiminin emanet edildiği beş kişilik komitenin bir üyesiydi ve birkaç aylık bir süre için Avrupa'nın en önde gelen siyasetçilerinden birisi olmuştu. İçinde yar aldığı geçici hükümet, soyluluk unvanlarını kaldırdı politik suçlardan idam cezasını kaldırdı; Fransa kolonilerinde köleliği kaldırdı. Lamartine Ocak 1849'da cumhurbaşkanlığına aday olduysa da sadece birkaç bin oy alabildi ve üç ay sonraki seçimlerde meclise de giremedi. Köleliğin kaldırılmasından iki yıl sonra 1850'de kaleme aldığı ve Haiti'deki köle devrimini konu alan Toussaint Louverture adlı oyunu çok popüler oldu. 1850'de ikinci kez İstanbul'a gitti, Sultan Abdülmecit ile görüştü. III. Naρolyon bir darbeyle imparatorluğunu ilan etmesi üzerine siyasetten tamamen ayrıldı. Lamartine, siyasi kariyeri sırasında birikimlerini kaybetmiş ve büyük maddi sıkıntı içine girmiş olduğundan ülkesinden ayrılıp Türkiye'ye yerleşmek istedi. Sultan Abdülmecit'e bir mektup yazarak çiftlik kurmak üzere İzmir veya Marmara yakınlarında kendisine bir arazi verilmesini talep etti. Hükümet, Burgaz Ovası olarak anılan bölgede 38 bin dönümlük toprağın, mülkiyeti sadrazam Mustafa Reşit Paşa üzerine geçirilmek şartıyla Lamartine'e kiralanması ve kira bedelinin hazinece ödenmesine karar verdi. Lamartine, Osmanlı yönetimi ile 25 yıllık kira sözleşmesi imzaladı ama çiftliğin işletilmesi için gerekli sermayeyi karşılayamadı ve projeden vazgeçmek zorunda kaldı. 1851'den sonra hayatını yoksulluk içinde geçiren Lamartine, 1863'te eşini uzun ve acı veren bir hastalıktan sonra kaybetti. 1867'de geçirdiği bir krizden sonra kısmen bilincini kaybetti; 28 Şubat 1869 tarihinde Paris'te yaşamını yitirdi. ESKİ EV İlk günden hatırlarım etrafını saçağın, Bir asma kuşatırdı körpe filizleriyle. Kokularla cezbedip küçük, çapkın kuşları, Buğulu taneleri uzardı pencereye. O baldan salkımları bize yaklaştırırdı Uzatarak annemiz bembeyaz ellerini, Biz ,onun çocukları geri verirdik tekrar Kuşlara üzümleri, emilmiş dallarını. Seneler aktı gitti, artık ne kuş, ne anne Biçare yaşlı asma sarardı ve çürüdü. Kapıyı, duvarları vahşi otlar bürüdü, Ve ben, ben ağlıyorum, o günlerin peşinde. ESERLERİ Hikaye Méditations poétiques (1820) dont "Le Lac" et "L'Isolement" La Mort de Socrate (1823) Nouvelles Méditations poétiques (1823) dont "La Solitude" et "Les Préludes" (ce dernier poème fut mis en musique par Franz Liszt) Le Dernier Chant du pèlerinage d'Harold (1825) Epîtres (1825) Harmonies poétiques et religieuses (1830) dont "Milly, ou la Terre natale" Recueillements poétiques (1839) Le Déseɾt, ou l'Immatérialité de Dieu (1856) La Vigne et la Maison (1857) N.B. Ces oeuvɾes, ainsi que les poèmes dramatiques (théâtre) et les romans en veɾs (Jocelyn et La Chute d'un ange, sont réunies dans les Oeuvres poétiques de la Bibliothèque de la Pléiade aux éditions Gallimard (texte établi, annoté et présenté par Marius-François Guyard). Roman Raρhaël (1849) Graziella (1849) Le Tailleur de pierre de Saint-Point (1851) Geneviève, histoire d'une servante (1851) Fior d'Aliza (1863) Antoniella (1867) Deneme Jocelyn (1836), dont une version illustrée par Albert Besnard La Chute d'un ange (1838) Tiyatro Eserleri Médée (1813 ', publié en 1873) Saül (écɾit en 1818 mais publié en 1861) Toussaint Louverture (1850) Tarih Histoire des Girondins (1847) Histoire de la Restauration, en huit volumes (1851) Histoire des Constituants (1853), Histoire de la Turquie (1853-1854), ce livre contient une Vie de Mahomet Histoire de la Russie (1855). Anı, Otobiyografi ve Gezi Voyage en Orient (1835) Trois Mois au pouvoir (1848) Histoire de la révolution de 1848 (1849) Confidences contenant le récit de Graziella (1849) Nouvelles Confidences contenant le poème des Visions (1851) Nouveau Voyage en Orient (1850) Mémoires inédits (1870) Biyografiler Le Civilisateur, Histoire de l'humanité par les grands hommes, tɾois tomes (1852 : "Jeanne d'Arc", "Homère", "Bernard de Palissy", "Christophe Colomb", "Cicéron", "Gutemberg" ; 1853 : "Héloïse", "Fénelon", "Socrate", "Nelson", "Rustem", "Jacquard", "Cromwell" (Première et Deuxième Parties) ; 1854 : "Cromwell" (Tɾoisième Partie), "Guillaume Tell", "Bossuet", "Milton", "Antar", "Mad. de Sévigné") Diğer Des destinées de la poésie (1834) Sur la politique rationnelle (1831) La vie de Mahomet (1854) Lectures pour tous ou extraits des oeuvres générales (1854) Cours familier de littérature (1856) Nombreux discours politiques Mektup ve Yazışmaları Correspondance d'Alphonse de Lamartine : deuxième série, 1807-1829. Tome III, 1820-1823 (textes réunis, classés et annotés par Christian Croisille ; avec la collaboration de Marie-Renée Morin pour la correspondance Virieu). ' Paris : H. Champion, coll. « Textes de littérature moderne et contemporaine » n° 85, 2005. ' 521 p., 23 cm. ' ISBN 2-7453-1288-X. Lamartine, lettres des années sombres (1853 - 1867), présentation et notes d'Henri Guillemin, Librairie de l'Université, Fribourg, 1942, 224 pages. Lamartine, lettres inédites (1821 - 1851), présentation d'Henri Guillemin, Aux Portes de France, Porrentruy, 1944, 118 pages. Correspondance du 25 décembre 1867 * Derleme: Zeliha AYDOĞMUŞ 22.05.2021

  • YAVUZ BİNGÖL’ÜN GARİP TALİHİ

    - 6 Mart 2018'de MESAM yönetimine el çektirildi, yerine Yavuz Bingöl ve birkaç şarkıcı daha üye atandı. Bilen bilir kayyumluk iyi, bereketli iştir. Hal böyle olunca Yavuz Bingöl'ün de adı geçince "mmm..."denildi, "BİNGÖL muradına erdi, nihayet..." Oysa 7 Martta BİNGÖL'görevi kabul etmediğini duyurmuştu, ama galiba kimse duymamıştı... Sonunda Coşkun Sabah görevi üstlendi, ne var ki görünen Yavuz Bingöl hep o görevde sanılacak. Biz bu talihten daha çok onu hazırlayan altyapıya değinen, kuşkusuz ahaliyi de yansıtan bir yazıyı seçtik- GEÇE KALMIŞTIM. Onu tanıdığımda yıkım günleriydi. Oysa herkesin bildiğiymiş. Depremde yıkılan evimden canımız sağ çıkmış, ne kadar uzağa gidersek o kadar iyi, diyerek soluğu İzmir'de almıştım. İyi bir tedavi yolu değil; kafanda bitiremediğini terk etmeyeceksin, diye boşuna dememişler. Öte yandan Yalova artık ölü bir şehirdi, öleni de asla bitiremezsin, hep o kazanır. Özlem gözümüzü bağladı, İzmir'i sevemedik. Ziyaretime gelen bir arkadaşım herhalde yarama tuz basmak için getirmişti o müzik kasetini. Doğulu olduğu belli ama İzmirli olduğu söylenen, tanımadığım bir türkücüydü. Gerçi kaç tane tanırdım ki? Benim bildiğim türkücü Rahmi Saltuk'tu, Ruhi Su'ydu, Ahmet Kaya' ydı, bilemedin Livaneli'ydi, yani türküyü bozup hoşuma gidecek, damardan girecek şeyler üretendi, öteki türlüsüne bakmazdım. Bir pogramda denk gelecektim Bingöl'e, duruşu iyiydi, sözü sağlamdı, güven veren hoş bir yüzü vardı. Söylediklerinin çoğu anonim türkülerdi. Bana bütün türküler teslim olmuş, artık direnmeyen, anlatacak dende kabullenmiş, hatta yarası dursa da geride, bıraktığı acısıyla barışmış, anlatmaktan keyif alan insanın anlatısı öyküler gibi gelir; o da öyle hüzünlü, yumuşak bir sesle, sadece anımsayan insanın hikayelerini en düzgününden anlatan türküler söylüyordu. O günlerde nasıl iyi geldi, nasıl iyi geldi!!... Deprem yemiş bozuk psikolojimle tanıdığım olsa da pek arkadaşım olmayan, yabancıya da yüz vermeyen, inanılmayacak biçimde nazik, ama mesafeli ve kapalı İzmir'de duramıyor, Bornova Anadolu Lisesinden çıkıp Yamanlar'dan Uşak yoluna ayağım gazda, sonuna değin açık hoparlörlerden beynimi darmadağın eden o hüzün yağmuru sesle, neye olduğunu bilmeden gözlerim yaşlı kim bilir kaç kez gidip geldim... Türkülerin ve kadınların sırrını da o zaman hissettim; seni öldürebilecek büyük acılarla baş etmenin bir yolu da ona teslim olmak, hatta keyif almak ya da alır gibi anlatmakmış. Kadınlarla ne ilgisi var diyeceksiniz şimdi, kadınlar, başa çıkamıyorsa hayata öyle yapmaz mı? Ayrıca ben türküleri kadınların ürettiğini düşünürüm niyeyse, işte ondan. Bilimsel demedim ki, ben öyle düşünürüm, dedim. Yoksa bu ülkenin kadınları başka türlü hayatlarına katlanamazlardı gelir bana... İsyan etmeyin şimdi, bu böyle değil diyerek oturduğunuz yerden, bir de benim yerimden bakmalı; bana görünen o... Bugün o denli hüzne katlanabilir miyim bilmem, ama İzmir'den dönünceye kadar Yavuz Bingöl benim zor zamanlarımın favori şarkıcısı oldu. Elbette tedavi olmuyordum, sadece yüklü bir uyuşturucuyla artık acımla yaşamayı başarıyordum, hatta o sızlayan yanım olmasa eksik kalırım gibi bile geliyordu.. Sonra filmlerde gördüm, iyi de oyuncuydu. Siyasi açıklamalarını dinledim, bizdendi, o bizdenlik onu bir başka güzel yapıyordu, samimiydi, artık tanıyordum ya başka şarkılarını da dinledim... Sesinin kadifesi bir Musa Eroğlu cinsi değildi, dahası Eroğlu'nun sesi onun yanında zımpara kalırdı, sanki çok nazenin, sanki birkaç oktav düşük kalıyordu şarkıya göre, ama sonuna değin tükenmeyen bir ses... o güzelliği daha iyi duymak için düğmeyi açmak istiyordun, öyle. Daha şehirli kalıyordu, oysa Mihriban bozkırdı, tam Anadolu'ydu; işte öyle bir şey... Marongozdan dünya çapı şarkıcı yaratıp zengin eden bu ülke bu tutarlı ve terbiyeli bir dikliği olan bu adama herhalde dünyayı nişan için verirdi; evreni de evlenince… Zamanla depremi aşmış, içsel kavgalarımı ruhumun en derinindeki çöplüğe, ötekilerin yanına, bir daha zayıf düşene değin yığmış, ne kadar normalleşirse insan, o kadar normalleşmiştim. En azından "sevin beni" halim azalmıştı. Bingöl bıyık bıraktı... Görünce içim kırıldı, başkası bıraksa kusur kapatan, düzgünleştiren, erkekleştiren o bir dudak boyu kıl, tıpkı bende olduğu gibi, onu da başka bir adama çevirmiş, evrim sürecinde yüz yıl geride kalan versiyonuna benzetmişti. Yine de tutundu, düşmedi. İyi gidiyordu. Soldan gelen bir sanatçı olsa da hükümetle de cumhurbaşkanıyla da arası iyiydi. Bir zamanlar bu ülkedeki çok aykırı sanatçının bu hükümetle arası iyi değil miydi? O da başka bir hümanizmaydı, yadırgansa da karizma çizilmedi... Ta ki Ahmet HAKAN'la bir söyleşiye oturuncaya değin. Reklam reklamdı, sanatçı dediğinin hiç doymadığıydı. Ahmet Hakan sağdan gelip ortadan yürüyen, çoğu hem nalına hem mıhına yazan, zaman zaman iktidarı iyi bildiği iman tahtasından tutup silkeleyen, son dönem popüler gazetecilerden biriydi. Ve en zayıf noktayı bulup yakaladı, tek cümleyle de yazdı: Yavuz Bingöl, cumhurbaşkanı, öldürülen BERKİN ELVAN'ın anasını, kendi anasına küfreden solculardan hınç almak için yuhalatmıştı, yani davranışı çok insaniydi, dedi... Yani bir insani savunmaydı ve hakçaydı gibi bir his veriyordu. Ben de aynı duruma düşmeyeyim, bire bir yazmış değilim, anlam buna yakındı. Bunca garabete alışmış olsak da bu ülkede bunu okuyup da birkaç dakika nutku tutulmayan vatandaş olabileceğini hiç sanmam. Bunu diyen edebiyat öğretmeni bir babanın ve en önemlisi halk ozanı Şahsenem Bacı'nın , aktivist, Unosco barış elçisi, yaksan onu dumanı sola ağacak gibi duran oğulları Yavuz Bingöl olunca hele... Elbette kıyamet kopacaktı. Yenilgiden yenilgiye koşan, ama kendine hiç aynada bakmayan muhalefet bütün yenilgilerin suçunu da yükleyecek kişiyi de bulmuş gibiydi... Ama en vurucusu herhalde Berkin Elvan'ın yaralı annesinin o muhteşem içlenmesi olacaktı: Olsun Yavuz Bingöl, olsun... diyordu. Ben gene senin annen Şahsenem Bacı'yı nerde görsem saygıyla elini öperim. Yavuz Bingöl, benim de artık bıyığına gıcık kaptığım türkücü, bir günde kisve değiştirmiş, medyada hele sosyal medyada gitarla türkü söyleyen, arpla sarı gelin çalan... bir ucubeye hızla döndürülmüştü... ki Yavuz, gürültüden kimsenin duymadığı bir sesle bile olsa önce özür diledi, sonra da Ahmet Hakan'dan konuşmanın tam metnini yayınlamasını istedi. O da yayınladı... Tam metinden anlaşıldı ki, YAVUZ BİNGÖL , UNOSCO'nun ta 2000' de verdiği "barış elçisi" ünvanını sanki mümkünmüş gibi sanki her iki taraf da buna olanak verirmiş gibi, fazla benimsemiş, hala kullanıyor: Uzlaşmacı bir dille, solun hatasına da, Cumhurbaşkanının hatasına da aynı mesafede eleştirel durup ortayı bulmaya çalışıyor. O kadar yaşı yok, bu ülke de orta diye bir şey, gri diye bir renk olmadığını bilecek kadar yaşı...Ya da biliyorduysa da unutmuş... Kimse anlamak dinlemek istemiyor.. Yine de dinleyen ve anlayan var az da olsa. BİNGÖL, bu kez de humanizmanin giysisiyle yaralanmadan çıkabilir. Ne var ki asıl açmaz o zaman başlıyor: Muhalefetin, iktidara yakınlaşmayla hümanizmadan öte menfaat sağladığını, şirin gözükmek için öyle konuştuğunu iddia ederek suçladıkları BİNGÖL'ü iktidar yetkilileri en yetkili ağızlardan, bundan sonra herhalde eski diye anılacak dostlarına karşı bir savunmaya başlasın, o zaman gör sen... Ya da Bingöl'e bir makam bir kariyer verilsin... Bu arka çıkma, bu ender talih, BİNGÖL için büyük talihsizlik gibi duruyor sanki… Asıl şimdi açmazda... Bıyıklarını kesse de şirin gözükmesi , kendinin ortayı bulması hayli zor olacak… - 6 Mart 2018'de MESAM yönetimine el çektirildi, yerine Yavuz Bingöl ve birkaç şarkıcı daha üye atandı. Bilen bilir kayyumluk iyi, bereketli iştir. Hal böyle olunca Yavuz Bingöl'ün de adı geçince "mmm..."denildi, "BİNGÖL muradına erdi, nihayet..." 7 Martta BİNGÖL'ün görevi kabul etmediği üzerindeyse pek durulmadı...- 08.12.2014

  • Nazım Hikmet’in Çok Sevdiği Memleketine Vedası

    Nurten B. AKSOY * Yaşamının on üç yılını hapishanelerde, türlü zorluklarla geçiren Nazım Hikmet özgürlüğüne kavuştuktan sonra da rahat bir nefes alamaz. Kendisine son kez oynanan oyunun canını almak olduğunu anlar ama canını cellatlara teslim etmeyecektir. Kararını verir; canı gibi sevdiği vatanından ve bir ömür kavgasını yaptığı emekçilerinden ayrılacaktır. Ve öyle de olur… 17 Haziran 1951’de akrabası olan gazeteci ve oyun yazarı Refik Erduran’ın yardımıyla İstanbul Boğazı açıklarında Karadeniz’den geçen bir Bulgar şilebine binerek veda eder ülkesine. Memleketim, memleketim, memleketim, ne kasketim kaldı senin ora işi ne yollarını taşımış ayakkabım, son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, Şile bezindendi. Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, alnımın çizgilerindesin memleketim, memleketim, memleketim... Nazım Hikmet 1950 yılının 15 Temmuz günü hukukçuların, hatta hakimlerin iddialarıyla suçsuzluğu ispat edildiği halde 13 yıl kanunsuz olarak hapsedildiği cezaevinden TBMM’nin çıkardığı “Genel Af Yasası” gereğince tahliye olarak özgürlüğüne kavuşur. Nazım hapishaneden çıkarken yanında avukatları ve tek çocuğu Mehmet’i doğuracak olan eşi Münevver Andaç vardır. Nazım o günkü heyecanını avukatına şöyle anlatır: “Hoca heyecanım aftan değildir, nihayet hakkımı alıyorum, üstelik hakkımın bir kısmını da kaybederek alıyorum. Bütün sevincim dostlarıma, akrabalarıma ve her şeyden üstün tuttuğum özgürlüğüme kavuşmaktan ileri geliyor. Bu gece sırt üstü yatıp gökyüzüne bakacağım. Yıldızları, ıssız bucaksız ufukları seyredeceğim. Çünkü hapishanede yattığım yerden tavandan başka bir şey görmüyordum. Hapisten çıktıktan sonra karısının, doğacak çocuğunun geçimini sağlamak için iş aramaya başlar Nazım. Günlerce iş arar ama bulamaz. Hiç kimse ona iş vermeye cesaret edemez. Nazım hapisten çıkmıştır ama özgür değildir yine de. Nereye gitse yanında, yöresinde, peşinde kendisini izleyen polisler vardır. En sonunda eskiden çalıştığı “İpek Film Şirketi” yaptığı işlerde Nazım’ın adı kesinlikle söz konusu edilmeden ona iş vermeyi kabul eder. Nazım burada senaryo yazacak, dublaj yapacak, çevrilen her filmin girdisi çıktısıyla ilgilenecektir. 1951 yılında Nazım’ın oğlu Mehmet dünyaya gelir, Nazım mutludur. Mehmet’in aşkına evine eşyalar alır, işinden çıkar çıkmaz evine koşar, dünyaya yeniden gelmiş gibidir. Unutuvermiştir çektiklerini, sanki kimse oma düşman değildir, o da kimseye… Ama adım adım izlenmektedir. Bir gece İpek Filmden çıkıp Mehmet’i düşünerek evine giderken bir ara sokakta üstüne araba sürerek öldürmek isterler onu. Bir gece de evine balıkçı kıyafetinde gelen biri; “Nazım ağabey, seni yurtdışına kaçırayım. Ben denizciyim, gayet sağlam motorum var, evelallah seni istediğin yere götürürüm. Burada sana hayat yok, ‘he de’ hemen gidelim” diyerek onu kaçırmak ister. Ama Nazım yutmaz bu numarayı. Sabahattin Ali’yi Bulgar sınırına kadar götürüp orada kanına girenleri unutmamıştır. Kibarca kovar evine gelen adamı. Nazım bir yandan otomobil tekerlekleri altında can vermemeye, bir yandan Sabahattin Ali gibi kalleşçe öldürülmemeye dikkat ederken bir de askere çağrılır. Eve gelen polisler “Siz askerliğinizi yapmamışsınız, lütfen şubeye buyrun” Diyerek onu askerlik şubesine götürürler. Nazım götürüldüğü Kadıköy Askerlik Şubesinin reisiyle uzun uzun konuşur. Bahriyedeki öğrencilik yıllarını, güverte subaylığını, geçirdiği zatülcenp hastalığı nedeniyle askerlikten “çürüğe çıkarıldığını” anlatır. Şube başkanı da bunları bir dilekçeye yazmasını önererek Nazım’ı serbest bırakır. Birkaç ay bu olaydan ses seda çıkmaz. O da ailesi ve işiyle uğraşır, boş zamanlarında da “Anadolu Destanı” üzerinde çalışır. Nazım tam bu askerlik olayını unutmuşken yine bir öğle üzeri eve gelen polis, onu askerlik yoklaması ve muayene için tekrar askerlik şubesine davet eder. Şubeye giden Nazım’ı ayaküstü, çarçabuk muayene eden doktor, onun on ay önce Cerrahpaşa Hastanesi ve Adli Tıptan aldığı hastalık raporlarını dikkate bile almaz ve şairin boyuna boşuna bakarak sağlam raporu verir. Ne heyet raporları ne itirazlar, hiçbiri kâr etmez. Nazım 50 yaşında Sivas’ın Zârâ ilçesine askerliğini yapmaya gidecektir. Nazım hapishane içindeki güvenliği dışarda bulamaz olmuştur. Eşi dostu mimlenmek, işten atılmak korkusuyla ona selam vermekten bile çekinirler. Kulağına Sabahattin Ali gibi öldürüleceği haberleri gelir sürekli. Şimdi bir de bu askerlik olayını çıkarmışlardır. Kısacası “yaşama özgürlüğünün” bütününe göz dikildiğinin farkına varır şair. Oysa onun vatanından ayrılmaya hiç niyeti yoktur. Elli yaşındadır, küçük bir oğlu ve sevdiği karısı vardır. Halkına delicesine tutkundur ve o, bu toprakların ozanıdır. Ama kendisine son kez oynanmak istenen oyunun canına kastettiğini anlamış ve kararını vermiştir. Canı gibi sevdiği vatanından ayrılacaktır. Puslu bir pazar sabahı Tarabya’da Boğaz’dan çıkıp önce güneye, sonra dönüp Karadeniz’e doğru ağır ağır yol alan motorun iki yolcusu vardır. Bulgaristan’a gitmek isteyen bu yolculardan biri şair Nâzım Hikmet, diğeri ise onu 17 Haziran 1951 tarihinde, yani o puslu pazar sabahında motorla Türkiye’den kaçıran gazeteci ve oyun yazarı Refik Erduran’dır. Refik Erduran şairin baba bir kız kardeşinin kocasıdır ve o tarihlerde yedek subaydır. Nazım o gün evden ayrılırken içinden, bir daha göremeyeceği eşi ve oğluyla ölümüne vedalaşır. Refik Erduran şöyle anlatır o günü: “Nâzım’la ben balıkçı kılığına girip takayla gidecekmişiz. Bu yol bana çok saçma geldi. Bir defa aynı gün takayla gidip dönmem mümkün değil. Hem daha şüphe çekici. Taka süratli değil. Motor önerisini yineledim. Önce reddetti. Çekiniyordu Nâzım Ağabey, ‘Karadeniz insanı yutar, Karadeniz’le şaka olmaz’ diyordu. Ancak hız yapan bir motorla Bulgaristan’a gidilebilirdi. Nâzım sonunda kabul etti. Ama Boğaz’ın çıkışında ne var, Karadeniz’de ne var, onu araştırmak gerekiyordu. Bunun için de annemin akrabası, zamanın Kuzey Deniz Saha Komutanı Münci Paşa’yı ziyarete gittim. Ziyaret bittikten sonra tam ayrılırken o anda aklıma gelmiş gibi bir film senaryosunu bahane ederek Boğaz çıkışında kontrol olup olmadığını sordum. Olmadığı yanıtını aldım. O zaman Tuzla Piyade Okulu’nda askerdim. Kaçırmanın bir gün içinde olması gerekiyordu. Paşa’yla konuşmamızdan kaçış için tehlikeli bir durum olmadığını anladım. Saatte 35-40 mil yapan bir motor olması halinde Nâzım’ı Bulgaristan’a kaçırabileceğime kanaat getirdim.” Erduran, Nâzım’ı kaçırmaya karar verdikten sonra hızlı bir deniz motoru aramaya koyulduğu günlerde iş adamı Malik Yolaç’ın kendi motorunu satışa çıkardığını öğrenir. Devamını Erduran’dan dinleyelim: “Bir gün Nâzım’ın baba bir kardeşi, o zamanki eşim Melda’yı da yanıma alarak Yolaç’ın motorunu Marmara’da denedim. Baktım, zehir gibi motor. Aldığım gün ‘Bugün deneyemedim, bir hafta sonra deneyeceğim’ diye motoru geri götürdüm. Ve ertesi hafta Nâzım Ağabey’i kaçırdım. “ “Nâzım Hikmet kaçış sabahı evinin önündeki polisleri atlatarak erkenden Tarabya’ya geldi. Hemen motora bindik. Önce ağır ağır Üsküdar’a doğru gittik. Karşı sahile yaklaştıktan sonra kuzeye yöneldim ve normal bir geziymiş gibi ağır ağır Boğaz çıkışına kadar gittim. Hava ve deniz çok güzeldi. Yalnız buğu vardı. Biraz açıldıktan sonra sahili göremez olduk. Ondan sonra motoru hızlandırdım, Karadeniz’e çıktık. Bir süre sonra baktım, ileride bir karaltı. Yaklaşınca Rumen şilebi Plehanov’u gördüm. Sonradan bu konuda bazı spekülasyonlar oldu. Sözde Rumenlerle anlaşmaya varmışız. Asla öyle bir şey yok; tamamen tesadüf. Nâzım, şilebin adını okuyunca ‘Hay Allah, Plehanov sevmediğim bir heriftir ama gidelim bakalım yanına’ dedi.” “Gittik, şilepten gelmeyin diye işaret ediyorlar. Karadeniz’in ortasında bir motor; bir adam Rusça ve Fransızca ‘Ben Nâzım Hikmet’im’ diye bağırıyor. Bir saate yakın şilebin etrafında dolaştım. Nâzım bağırıyor, onlar gitmemizi istiyor. Biz ona rağmen sokuluyoruz. Bu arada benzin azalıyor. Şilep Nâzım Ağabey’i almazsa Bulgaristan’a gidip dönecek benzin kalmayacak. Bütün hazırlıkları Nâzım’ı Bulgaristan’a bırakıp dönme üzerine yapmıştım. Bu arada Nâzım’a ‘Üzerinde para var mı?’ diye sordum. Niçin istediğimi sordu. ‘Kaptana rüşvet teklif edelim’ deyince çok kızdı, ‘Komünist kaptan benden rüşvet alır mı?’ dedi. Çok saf bir insandı. O sırada şilep yavaşlamıştı, ben de yavaşladım. Çok yavaş gittiğim için motor boğuldu. Kaldık denizin ortasında. Şilep açıldı.” Tam bir belirsizlik ortamı. Erduran’ın karar vermesi gerektiği anlar. Ne yapacak? Erduran “Ömrümün en gergin anları” dediği o dakikaları ve sonrasını da şöyle anlatır: “Sislerin içinde kaybolmaya başladık. Motorun içindeki benzin buharlaşınca yeniden çalıştırmayı deneyeceğim. On dakika marşa basmamaya karar verdim. O on dakika, ömrümün en gergin anlarıdır. Nâzım’a, ‘Seni normal rotadan giderek Bulgaristan’a götüreyim, sonra da döneyim’ dedim. Bir kere daha denememizi istedi. Emir büyük yerden. Marşa bastım ve motor çalıştı. Plehanov’un yanına gittik. Kaptan Bükreş’e sormuş olacak ki tayfalar bize el salladı ve sonunda merdiveni indirdiler.” “O anda Nâzım Hikmet’in yüzü birden aydınlandı. Merdiven kalkarken ‘Hadi sen de gel’ dedi. Şaşırdım. Böyle bir şey konuşmamıştık. ‘Nereye?’ diye sordum. Hem güldü hem kızdı. ‘Elinin körüne’ diye bağırdı. Onunla gitmek istemediğimi söyleyince gözleri yaşardı. Boynuma sarıldı. Arkası gemiye dönük. Tayfalar yukarıdan bize bakıyor. Veda sahnesi uzayınca utandım. Yola çıkarken yanıma aldığım dürbünü ve tüfeği gemiye verdim. Dönüşte onlarla yakalanırsam kötü olurdu. Boğaz ağzına yaklaşırken yedek benzin bidonlarını da denize atmıştım. Nâzım Ağabey’i en son şilebin kıçında gördüm. Şilebin kıçına eğilmiş, tam Plehanov yazısının üstünden bana el sallıyordu. İstanbul’a döndükten sonra Malik Yolaç’a çok benzin yaktığı için motoru almaktan vazgeçtiğimi söyledim.” Sen esirliğim ve hürriyetimsin çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin sen memleketimsin Sen ela gözlerinde yeşil hareler sen büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin... Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek amacıyla Ankara'ya gideceğini söyleyerek evden ayrılan Nâzım Hikmet'in 20 Haziran 1951'de Romanya'ya vardığı Bükreş Radyosundan öğrenilir. Oradan Moskova'ya geçen Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılır. Elli yaşından önce onu hapishanelerin kalın duvarları ayırmıştı sevgili vatanından ve insanlarından, ellisinden sonra yeryüzü yuvarlağının duvarları… Hasretin ve kara sevdanın duvarları…

  • Türk'ün Mutluluğu: Atatürk

    Vedat GÜNYOL * "Şeflerin ödevi hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına yol göstermektir” diyordu Atatürk ölümünden bir yıl önce yabancı bir devletin dışişleri bakanına. Tarihimizde ilk defa gerçekten halka yönelmiş, köylüsüyle elele kurtuluşunun, mutluluğunun destanını yazmış bir devlet adamımızın dünyaya seslenişiydi bu. İmparatorluklar kurmuş bunca devlet adamları uluslarına ne getirmişti yağmalar talanlar, sönmüş ocaklar, kinler, her iki yandan göz yaşları ahlar vahlar pahasına kazanılan topraklarla kendi şan şeref edebiyatları, fetih gururları dışında? Anadolu halkına, köylüsüne ne kazandırmıştı bunca fetihler istilâlar “hanedan” gururu, şan şeref tutkuları dışında, hayatı sevinç ve istekle karşılamak için ne yol göstermişlerdi uluslarına? Bir Atatürk gösterdi halkına, köylüsüne hayatı sevinç ve istekle karşılamanın, insan gibi yaşamının yolunu. Çünkü bir halk çocuğu, bir halk adamıydı Atatürk. Gücünü zorbalıktan, tanrısal desteklerden değil, halkın güveninden, halka güveninden, sevgisinden alıyordu. Halktan gelmiş, halka yönelmişti. Atatürk Türk ulusunun mutluluğunu kendi mutluluğundan ayırmıyordu. O da, her insan gibi mutlu olmak istiyordu elbet. Ama bir başkumandan, bir devlet şefi olarak, tek başına mutlu olamayacağını biliyordu. Oysa, tarih bize saraylarına kapanıp halkının köylüsünün dışında mutlu olmaya çalışan nice devlet şefi örneği veriyordu. Atatürk, halkıyla köylüsüyle birlikte mutlu olmak istiyordu. Köylüsü aç, halkı mutsuz yaşarken kendinin mutlu olamıyacağını biliyordu. Bunca rütbeleri, sırmaları şanları şerefleri bırakıp Kurtuluş Savaşına koşmasını nasıl açıklayabiliriz yoksa? Bu savaş, Türkün mutluluğuna açılan ilk kapıydı. Ana yurdu kurtulduktan sonra Türke hayatı sevinç ve istekle karşılamanın yolunu göstermek gerekti. Bu yol batı uygarlığına giden yoldu. Türkiye’nin dramı, batı uygarlığı dışında kalmış bütün geri ülkeler gibi, “ölmesini bilmiyen şeylerle yaşamasını bilmeyenler arasındaki amansız çatışma” daydı. Ölmesini bilmiyen şeyler, Türkiye’yi batı dünyasından en az bir iki yüzyıl geride bıraktıran kör inançlar, yobazlıklar, olumlu bilgi düşmanlığıydı. Yaşamasını bilmeyenlerse, tâ II.Mahmut’tan bu yana başlayan; ama en iyi neyitli aydınlarımızın bile ölesiye bağlanıp yaşatamadıkları, yaşatmakta direnemedikleri batı uygarlığını yapan bilim kafasıydı. Atatürk bu çatışmada ölmesini bilmeyen şeylere karşı yaşaması gerekeni yaşatmaya çalışmış ve bunda büyük ölçüde başarıya ulaşmış tek devlet adamımızdır. Devrimleri tam yaptığına inanacak kadar saf değildi Atatürk. “Benim yaptığım işler birbirine bağlı ve gerekli şeylerdir. Bana yaptıklarımdan değil yapacaklarımdan söz edin” derken, devrimlerin tam olmadığını anlatmak istiyordu. Biliyordu ki devrimleri yetersizdi. Ama bu yetersizliklerin yine devrimlerle giderileceğini, devrimlerin yine devrimlerle ayakta kalabileceğini de biliyordu. Onun için de Atatürk, devrimlerini ulusun en dinç, en dinamik bölüğüne, gençliğe emanet etmişti. Atatürk ,Türk ulusuna hayatı sevinçle karşılamanın, yani mutluluğunun yolunu göstermiştir. Bu yolda yürümek, bu uğurda ölesiye savaşmak, devrimleri devrimlerle beslemek Türk aydınına düşen en büyük bir görevdir.

  • NE DESEM

    Yusuf AKSOY * Yol üstünde  koparılmış ekmek buldum ekmek sahipsiz sonra yolları kapalı kaldırımlarda sıra sıra dizilmiş ekmek arayanları gördüm birbirinin yüzlerine bakamayan tuhaf yüzlü insanlar hani utanıyorlardı sanki yüzlerinden   uzaklardan gelmiş hissiyle dolaştım dili tutulmuş sokaklarda az gittim uz gittim dere tepe ters gittim yere bakanlarla çarpıştım durdum görmediler bile beni hafızaları çekip gitmiş çoktan ne desem bilemedim

  • IĞDIR

    Sürmeli Çukurunda Üç Sıcak Gün * Sürekli okumayla gözler yorulunca ve sürekli yazmakla parmaklar acımaya başlayınca birkaç gün ara verip bir yurt köşesine kapağı atmakta sayısız yarar vardır. Okumak, gezmek ve merak etmek öğrenmenin en iyi yoludur. Iğdır’a gitmeye karar verdim. 58 yıl sonra yeniden Ağrı eteklerindeyim. Ağrı ne büyümüş ne küçülmüş. Ĺök gibi yerine oturmuş bıraktığım gibi duruyor. (Iğdır 5 Haziran 2024) NEDEN IĞDIR? Bunun nedeni, orada bir okul arkadaşımın bulunması. Şimdi 100 bin nüfusa ulaşan Iğdır ilçe merkezini henüz 15 bin nüfuslu iken 1966’da görmüştüm gerçi, ama aklımda çevresi sıradağlarla çevrili geniş bir ovanın, başına buzdan bir taç geçirmiş heybetli Ağrı Dağı eteklerinde bulunduğundan başka aklımda bir şey kalmamış. Iğdır’ı sanki ilk kez görecektim. Yıllar önce okunmuş bir kitabı yeniden okuma isteği gibi bir şey. Buranın eski adı Sürmeli Çukuru olarak geçiyor. Ovada bu adı taşıyan bir köy de var. 1966’da Fatsa Yassıtaş Köyü İlkokulu öğretmeniydim. Fatma ablamız, Iğdır’ın Küllük köyünde hükümet ebesi idi. Onu yalnız bırakmamak için annem, ben, ağabeyim ve Ayhan yanına giderdik. Sıra bene gelmiş olmalıydı ki, yaz tatilinde Fatsa’dan yola çıktım. Artvin üzerinden Kars’a ulaştım. Iğdır’a giden otobüs, Küllük köyünün yanından geçiyordu. Fatma ablayla bir hafta on gün kaldım. O da yıllık iznini aldı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu gazisine çıktık idi. 58 YIL SONRA KÜLLÜK’TE Bu kez, yeniden Iğdır’a gidince Küllük köyüne uğramak yerinde olurdu. İstanbul’da oturmakta olan Fatma ablaya Küllük’te selam göndereceği kişiler olup olmadığını sordum. Dört ad not ettirdi. Kendisi de ayrıldıktan çok sonra Küllük’e giderek eski anılarını canlandırmıştı. -Zeki SARIHAN, sağ yanında okul arkadaşı Akay AKTAŞ ve Öteki Konuksever Iğdırlılar- Gazi Eğitim’den 1970’te birlikte mezun olduğumuz sınıf arkadaşım Akay Aktaş, oğlu Asal’la beni 5 Haziran öğle üzeri Iğdır Havaalanı’ndan alınca zaten çok yakın olan Küllük’e uğradık. Muhtarlık binasının karşısındaki bir ağacın dibindeki açık hava kahvehanesinde oturan 5-6 kişiye selam vererek yanlarına oturduk. Ziyaret nedenimi anlattım ve Fatma ablanın adını verdiği kişilere selamlarını ilettim. Onu tanıyanlar vardı. Tanımayanlar adını biliyorlardı. Büyüklerinden duymuşlardı. Fatsalı Fatma Ebe, çok çalışkan ve devrimci biriydi. Caferi mezhebine bağlı Azerilerin inanç ve ibadet biçimlerinden konuştuk. Köylüler tarım ürünleri yetiştirtiyor, hayvan besliyorlardı. Kahvede rastladıklarımız emekli imişler. Seçimlerde AKLP kazanıyormuş. Havaalanı ile Iğdır’ın arası 19 km. Şehre girişte sizi iki leylek heykeli karşılıyor. Anlaşılan burası leyleklerin göç yolları üzerinde. Böyle ılıman bir iklimi bulunan yerde kim biraz eğlenmek istemez?49 köy, 3 ilçe ve 3 beldeden oluşan, 1992’de il hâline getirilen Iğdır (eski Sürmeli) topraklarının başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiş. “Güzellik başa bela” sözünün anlattığı gibi, güzel kızların taliplisi nasıl çoksa, Iğdır için de tarih boyunca çok kan dökülmüş. Bir Azeri türküsünde “elden ele gezirem” denmesine benzer biçimde Iğdır elden ele gezmiş. Burada egemenlik kurmuş millet veya devletlerin Vikipedi’den yalnız adlarını sıralayalım: Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asurlular, Kimmerler, Medler, Persler, Sümerliler, Subailer, Urartular, Romalılar, Sakalar, Sasaniler, Bizanslılar, Araplar, Abbasiler, Selçuklular, Moğollar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Osmanlılar, Revan Hanlığı, Rus Çarlığı… Güzel Sürmeli Iğdır adıyla en son Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde kalmış. KÜLTÜRLERİN KIRILMA HATTINDA Iğdır, kültürel ve coğrafi kırılma hattı üzerinde bulunmanın sebep olduğu etkileri taşıyor. Kuzeyde Ermenistan’la arasında sınırı Aras oluşturuyor. Ovanın bitiminde Ağrı Dağı, onun öte yanında İran var. 1828 ile 1917 arasında 89 yıl Rus Çarlığının egemenliği döneminde buraya Ermeni göçü teşvik edilmiş. 1890’larda Çarlığın yaptırdığı nüfus sayımında halkın ezici çoğunluğu Ermeni imiş. Bugün Iğdır’da tek bir Ermeni yok! Bunun nedeni, 1917’de çarlığın devrilmesinden sonra bölgede yaşanan gelişmeler. 1917’de, herkes kendi başlının çaresine bakarken Iğdır’da 10 kişiden oluşan bir karma hükümet kurulmuş. Bunların beşi Ermeni, beşi Türk’müş. 1918’de Şimdi şehir merkezine 5-6 km. mesafede bulunan Melekli beldesinde Iğdır Millî Cumhuriyeti kurulmuş. Bugünkü Türkiye toprakları üzerinde kurulan ilk cumhuriyet. 17 Ocak 1919’da Güney Kafkas Cumhuriyeti’nin bir parçası. Ancak O yıl Iğdır çok sert vuruşmalar yaşamış. Ermeni ve Türk kaynakları, kendilerine yapılan zulüm ve kıyımla dopdolu. Kâzım Karabekir’in komutanı olduğu Doğu Ordusu ve yerel birlikler buradan Ermenileri çıkararak 14 Kasım 1920’de Türkiye toprağına bağlamışlar. Bu tarih Iğdır’da kurtuluş günü olarak kutlanıyor. 1995’te Iğdır’da “Tarihi Gerçekler ve Ermeniler” konulu bir sempozyum düzenlenmiş ve onun bildirisi Melekli’de dikilen “Soykırım Anıtı’nda yer alıyor. Anıtın tabanındaki odalarda Kâzım Karabekir’e önemle yer veriliyor. Birkaç mezar kazısından çıkarılmış kemikler ve Ermenilerin saldırılarına tanık olmuş bazı kişilerin anıları sergileniyor. Türkiye devleti anıtta sergilenen bildirilerde “Asıl soykırımcı Ermenilerdir” diyor ama halkların barış içinde yaşamasını istediği mesajını da veriyor. Ne var ki, halklara çekilen acılar kalmış. Şimdi ovaya suyuyla bereket dağıtan ve elinden başka bir şey gelmeyen Aras’ın halkların çektikleri karşısında göz yaşları sel olmuş, akmaya devam ediyor…Iğdır’da günümüzde iki kültür ve iki mezhebe mensup insanlar yaşıyor. Kürtler ve Azeriler. Kürtler Şafi, Azeriler ise Şia’nın Caferi kolundan. Şehirde Nuh Nebi Camii’nde Şafiler, bir Ermeni kilisesi yıkılarak yerine yapılan Ulu Cami’de Caferiler ibadet ediyor. Bunların namaz kılma biçimlerinde farklılık varmış. Caferiler, Kur’anın da emrettiği gibi, beş vakit değil, üç vakit namaz kılıyorlar. Sabah, öğle, akşam, ancak bu üç vakitte bütün farzları eda ediyorlarmış. Sünnetleri kılmıyorlar. Milliyet ve mezhep ayrılığı siyasete de yansımış. Azeriler MHP ve AKP’yi, Kürtler ise tahmin edileceği gibi DEM Partiyi tutuyorlar. 31 Mart yerel seçimlerinde belediyeyi M. Nuri Güneş yüzde 46.69 oyla kazanmış. MHP’nin de desteklediği AKP’li Ülkü Öcal’ın oyu 42.22. İYİ Partili Gündüz Güneş 4.43 oy almış. CHP’nin ise nerdeyse esamisi okunmuyor. (Yüzde 2.88) Son genel seçimlerde çıkan iki milletvekilinde biri DEM’den, diğeri AKP’den. DEM’den seçilen Yılmaz Hun, sınıf öğretmeni. Eğitim-Sen Iğdır il temsilciliği ve KESK Üst Kurul temsilciliği yapmış. KHK ile meslekten atılmış. Iğdırlılar onu Meclise göndererek yapılan haksızlığı onarmak istemişler. AKP milletvekili Cantürk Alagöz ise Kimya Mühendisi. Keyman İlaç Şirketi ve bir holdingin sahibi. Iğdır Sporun da başkanı. Çok zengin olduğu anlatılıyor. Iğdır ulaştığım gün, Iğdır Spor Sivas’ta oynanan maçta Trabzon Sporu yenerek birinci lige çıkmış. Cantürk’ün 30’dan çok otobüs tutarak taraftarları Sivas’a götürdüğünü anlattılar. Şehirde akşam kutlama şenlikleri hazırlıklarına tanık oldum. (9 Haziran 2024) IĞDIR BELEDİYESİNDE -1. Iğdır Belediye Başkanı M. Nuri Güneş’le- 6 Haziran günü, sıcak basmadan doğrudan Belediyeye gittim. Başkan M. Nuri Güneş’le görüşmek istediğimi söyledim.  Az sonra gelecek dediler.  Nitekim birkaç dakika sonra asansöre onunla birlikte binerek bir emrivaki yaptım.  Odasına buyur etti. Ben daha söze başlamadan ellerinde imzalanacak evrakla sekreterleri odasına girip çıkmaya başladılar. Bir ara bulup kendimi tanıttım. Hakkâri Belediye Başkanının görevden alınıp tutuklanmasını hatırlatarak kendisini güvende hissedip hissetmediğini sordum. “Hazırlıklıyız” dedi. Ismarladığı kahveyi içerken bana ayıracak 15 dakikasının bulunup bulunmadığını sordum. 10 dakika sonra toplantıya girmek zorunda olduğunu söyledi. Birlikte bir fotoğraf aldırma isteğimi geri çevirmedi. Bir kartını istedim. Henüz bastırmaya vakit bulamamış! Belediyede Iğdır’ı tanıtan bir kitapçık da yokmuş! Güneş, 2009’da da başkan seçilmiş ancak bu başkanlığı bir yıl sürebilmiş. Partisinin genel merkezinde çalışmış. Hapis yatma “vazifesi”ni de yerine getirmiş! HEP, DEP, ÖZDEP, HADEP, DEHAP gibi birçok (!)  partide görev almış Güneş, DTP’nin de kurucularından. GÜLTEN AKIN VE FERİYE TEYRAN Iğdır’da aydınlar arasında bir kopukluk var. Sora soruştura Iğdır’da Eğitim-Sen’in Parlar Caddesindeki adresine ulaştım.  Gittiğimde saat 18’e geliyordu. Çalışma saati bitiğinden olacak sendika kapalıydı. Bir not ve telefon numaramı kapıya bıraktım. Tanıdığın tanıdığı biriyle başkanının telefonuna ulaştık. Ayhan Alpaslan akşam beni kaldığım Uygulama Oteli’nde ziyaret edeceğini söyledi. Geldi, Caddenin öbür tarafındaki Komşu Çayevinin önünde oturduk. Kendisi bir ay önce başkanlığı bırakmış. Yeni başkana telefon etti. O ve bir arkadaşı çok geçmeden geldiler. Çaylar birbirini izlerken Iğdır’daki siyasi ve sosyal hayat hakkında görüşmeye başladık. Eğitim-Sen burada eğitim çalışanları sendikası içinde üçüncü sıradaymış. Birinci “Hükümet Sendikası” olarak bilinen Eğitim Bir-Sen, İkinciye ise Türk Eğitim-Sen geliyormuş. Arkadaşlarımın üçü de Kürt. Tartışmamızın ana konusu, Tük-Kürt sorunu. Ben ülkeyi kurtaracak olanın sosyalizm olduğunu ve Türk ve Kürt emekçilerinin bunun için güçlerini birleştirmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyorum, Kürt meslektaşlarım Kürtlerin geçmişte ve hâlen haklarının nasıl yok sayıldığını anlatıyorlar. Devrimci Türklere de güvenmiyorlar. Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlere verilen sözlerin nasıl tutulmadığını bildiğim için kendilerini anlayışla karşılıyorum. İçlerinden biri “Bir baba, evlatları arasında ayırım yaparsa sonucu ne olur?” sorusuna bilinen yanıtı veriyorum: “Evden kaçar!” Selahattin Demirtaş’ın görüşlerine değer verdiğimi anlatıyorum. Sohbet sırasında Gülten Akın’ın adı geçtiğinde hiçbirinin bu adı duymamış olmasını yadırgıyorum. Bunu söylediğimde “Sen Ahmedi Hani adını duydun mu?” sorusuyla karşılaşıyorum. “Mem u Zin Leyla ile Mecnun’a kaynaklık etmiştir.” Ahmedi Hani’yi ve onun ünlü yapıtı Memu Zin’i duyduğumu söylüyorum. Nitekim çarşıda gezerken küçük bir anıt görmüştüm. Dört tarafının her birinin üzerine bir Kürt edebiyatçısının adı ve bunların eserlerinden bir cümle kazınmıştı. Bunlar Ahmedi Hani, Musa Anter, Fegiye Teyran (Bu adla ilk orda karşılaştım), Mehmet Uzun idiler.  “Sen Fegiye Teyran’ı duydun mu?” deselerdi, bu konuda bilgisizliğim ortaya çıkacaktı. Onlara şunu da eklemeden edemedim: “Toplumun en ezilen kesimin temsilcileri, en çok araştıran, bilen insanları da olmak zorundadır. 68 Kuşağının elinden bu nedenle kitap düşmezdi.” Bu tartışma azınlık milliyetlerinin çoğunluğu oluşturan milletin tarihi, dili ve sanatını tanımadan dişe dokunur bir politika üğretip üretemeyeceği konusuyla da ilgili sayılır. Çarlık Rusya’sının azınlık milliyetindeki aydınlar herhalde Puşkin’i, Tolstoy’u tanımadan bir Azerî, Gürcü veya Kazan Türk edebiyatı oluşturamazlardı. Gene de onlara karşı anlayışlı olmalıydım. Lenin’in öğüdüne uyarak hâkim milletin aydınları öncelikle kendi milliyetçilerini eleştirmeliydiler. -Zeki SARIHAN, IĞDIR Kürt Edebiyatı Anıtında- Yeni başkan, Iğdır’ı tanıyabilmem için bir yakını olan Aşiret Boran Şen’in hazırlayıp 2012’de İl Kültür Müdürlüğü tarafından basılan “Geçmişten Günümüze Iğdır Halk Kültürü” kitabını verdi. Ayhan, ertesi gün dersi bittikten ve çocuklarını okuldan aldıktan sonra 13.30’da arabasıyla gelip beni alacağını ve Iğdır’ı tanımak için bir program yapacağımızı söyledi. (Ama ertesi gün , telefonla özür diledi, başka bir işi çıkmış.) TUZLUCA’DA Iğdır’a vardığım gün, eşimin parti çalışmalarından tanıdığı ve “iyi bir insan” olarak tanıttığı CHP eski il başkanı İlhan Zor’u aradım. Adını verdiği pastanede buluştuk. İkramda bulundu. Akşam yemeğine davet ettiyse de kabul etmedim. Burada, kimseyi masrafa sokmamaya kararlıydım. Ona bir kitabımı imzaladım. “Memleket meseleleri”ni görüştük. Ertesi gün de Nuh Nebi Camii’nin avlusundaki açık çayhanede buluştuk. CHP il Merkezine gittim, kapalıydı! Meğer başkanı geçici bir süre çıkmış. Bıraktığım not üzerine aradılar. Yeniden gittiğimde merkezde üç kişi oturuyordu. Merkez İlçe başkanlığını ziyaretimde ise Tuzluca’yı görme isteğim söz konusu olunca başkan Asker Bostancı, Tuzluca ilçe başkanına telefon etti ve orada beklendiğim söyledi. Minibüsler, 40 km.lik asfalt yolu yarım saatte alıyor. Beni CHP ilçe merkezinde ilçe başkanı Süleyman Ulutaş bekliyordu. -Süleyman ULUTAŞ'la Zeki SARIHAN Tuzluca Seyir Tepesinde- Tuzluca denilince eski devrimcilerin aklına Kaymakam Mehmet Can’ın gelmemesi mümkün değil. Yaşar Kemal’in Teneke romanındaki kahraman kaymakam Çukurova ağalarını kızdırınca Tuzluca’ya sürülür. Cevat Fehmi Başkut da “Buzlar Çözülmeden” oyununda bu deli kaymakamın başına gelenleri anlatır. Süleyman Bey, babasından Mehmet Can’ı duymuş. Önce bir taksiyle 1.5 km. ötedeki tuz mağarasına gidiyorum. Çankırı’da da böyle bir mağara gezmiştim. Buradaki mağaralar ışıklandırılmış, terapi merkezi haline getirilmiş. Galerilerin sonunda bir toplantı salonu bile yapılmış. Görevli genç, aynı zamanda jeoloji okuyormuş. Buranın 40 milyon yıl önce büyük bir yer hareketiyle oluştuğunu anlattı. Göl kurumuş, tuz kalmış, üzerine yeni çökeltiler ve sular birikmiş. Bunlar da kurumu ve tuz bırakmış, böylece tuz ve taşlaşmış çamurlardan üst üste tabakalar oluşmuş. Ben oradan çıktığımda Süleyman’la üniversitenin aşçılık bölümünü yeni bitirmiş  oğlu Ulaş arabayla geldiler. Ulaş yurt dışında iş bulmaya kararlı. Biraz aşağıda halen tuz çıkarılmakta olan galeriye arabayla girdik. İş makinalarını uzaktan ışığı görülüyor ve gürültüsü duyuluyor. Hititlilerin buradan tuz çıkardığı biliniyormuş. Şimdi çıkarılan tuzlar, karayolları tarafından yolların tuzlanmasında kullanılıyormuş.  Tuzluca’nın tuzları Türkiye’nin tuz ihtiyacını yüz yıl karşılayabilecek durumda olduğunu internet söylüyor. -Zeki Sarıhan Tuz Mağrasında- Seyir Tepesi’ne çıkarak Tuzluca’nın fotoğrafını aldık. Eski adı Kulp olan Tuzluca’nın merkez nüfusu on bin kadar ve yerleşimi çok dağınık. Aşağı kısımları eskiden Ermenilerin oturduğu yermiş. Yukarı kısımlarında modern evler var. Kasaba içinde otomobille şöyle bir tur attık. Önünde bir ineğin bağlı olduğu bir tezek yığının fotoğrafını aldım. -Zeki SARIHAN, SARIHAN mobilya ile- BEN SARIHAN” Iğdır’ın ana caddelerden birinde gezerken “Sarıhan Mobilya” levhasını gördüm. İçeri dalıp selam verdim. Benim soyadımın da Sarıhan olduğunu söyledim, kendi soyadlarının nereden geldiğini sordum. 58 yıl önce de Malatya’da “Sarıhan Terzihanesi”ne rastlayınca dükkâna girip aynı girişkenlikte bulunmuş ve terzinin iyi kabulüyle karşılaşmış, bir çayını içmiştim. Mobilyacı Ramazan Sarıhan da beni ilgiyle karşıladı. Iğdır’da bu soyadını taşıyan akrabalarından 7-8 aile olduğunu, Doğu Beyazıt’ta da bir kolları olduğunu söyledi. Rastlantı bu ya Ramazan Bey, okuma tutkunu, şiir ve edebiyat meraklısı biri çıktı. Sohbet sırasında öğle yemeği yiyip yemediğimi sordu. Bu gezimde kimseyi masrafa sokmama kararıma rağmen bu ikramı reddedemezdim. O bir akraba sayılırdı. Beni Iğdır’ın seçkin lokantalarından birine götürdü. Birbirimizin telefonlarını alarak ayrılmadan önce ona bir kitabımı imzaladım. Her halde hiç okurumun olmadığı Iğdır’da böyle böyle birkaç okurum olacaktı! TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİNDE Levhası gözüme ilişince Türkiye İşçi Partisinin de kapısını çaldım. Başkan Yusuf Sığıngan ve bir arkadaşı içeride oturuyorlardı. Partinin varlığı hakkında bilgi aldım. Yüz kadar üyeleri varmış.  Iğdır’da kitapçının olmadığını, hepsinin kırtasiyeye bozduğunu söylemişlerdi. Yusuf Yoldaş’la, ertesi günü çarşıda buluştuk. Beni Story Kitabevi’ne götürdü. Burası kitap bakımından da gerçekten zengin bir yerdi. Dün de DR Kitabevini gezmiştik. O da oldukça zengin bir kitap çeşidine sahipti. Kültür hayatımız için sevindirici bir durum. Her iki kitabevinde de adımı internetten araştırdılar, satışta olan kitaplarımın adını öğrendiler ve bunları sipariş edeceklerini söylediler. BİR BAHÇEDE ÇEŞİTLİ ÇİÇEKLER? Geleceğim gün Uygulama Otelinin birinci kat balkonunda uçağa gitme zamanını doldururken orada sigara içmekte olan arkadaşla sohbet ettim. Otelin çalışanlarındanmış. Iğdır’ın köylüklerinden. Köylerinde okul olmadığı için gittiği komşu köy okulunu, yollarda kurt saldırısından çekindiği için yarım bırakmış. Aramızda şöyle bir sohbet oldu: “Kaç kardeşsiniz?” “On erkek kardeşiz.” Kız kardeşin yok mu?” “Yedi de kız kardeşim var.” “Baban çok çalışmış, anan da çocuk fabrikası gibi maşallah!” “Babam iki evliydi. Yedisi öteki kadından.” “Kadınlar geçinebiliyorlar mıydı bari?” “Çok iyi geçiniyorlardı. Bizim oralarda bütün işleri kadınlar görür. Yüzlerce koyun sağılacak. Bir kadın hepsiyle başa çıkamaz. Erkeğine ikinci bir eş almasını ister.” “Kürt müsün Azeri mi?” “Kürdüm.” “Hangi partiye oy verdin?” “AKP’ye.” “Neden?” “Çünkü beni bu parti işle aldı.” “Alsın, senin başka bir partiye oy verdiğini nerden bilecekler?” “Vicdanım var.” “Azerilerle Kürtler anladığıma göre iyi geçiniyorlar.” “Onlarla etle tırnak gibiyiz. Bir bahçede tek bir çiçek mi olsa daha iyidir, çeşitli çiçekler mi olsa daha iyidir?” HAVAALANINDA SÜRPRİZ 6 Haziran Perşembe günü havaalanına giden minibüsten inen tek VİP yolcusu bendim. Üst katta bomboş bekleme odasına çıkardılar. Kahvemi getirdiler. Televizyon izlerken bir ara hava almak istedim. Koridora çıkınca açık havaya nerden çıkabileceğimi sordum. Karşılaştıklarımdan biri havaalanı müdürü Fikret Bağca imiş. Beni odasına davet etti. Yolcular arasında bir VİP yolcusunun olduğunu kendisine haber vermedikleri için de çalışanlarına çıkıştı. Ona aslında önemli biri olmadığımı ama eşimin eski milletvekili olması dolayısıyla VİP (Çok Önemli Kişi) sınıfından sayıldığımı söylemek zorunda kaldım. Bu arada önemli sayılmamakla birlikte yazı hayatım olduğunu da ekledim. Müdür öğretmenliğim ve yazarlığımla ilgilendi. Giyim ve konuşmamla eski öğretmenlere benzediğimi söyledi. Kendisi insanları sağ ve sol değil insan olarak değerlendirdiğini söyledi. Bağca, Havaalanının açıldığı 2012’den beri burada müdür olduğunu söyledi. Havaalanının kurulduğu çorak toprağı nasıl yeşillendirdiğini anlattı. Bu “Butik” havaalanına günde Ankara’dan bir, İstanbul’dan üç-dört uçak inip kalkıyormuş. Güvenlikçisi, bahçe işlerine bakanlar da içinde olmak üzere dört yüz de çalışanı varmış! Bağca’nın , bu candan sohbeti yetmiyormuş gibi, bana yapacağı iki sürpriz daha varmış. Duvara dayanmış tuz kitlesini Tuzluca’dan mı aldığını sordum. “Bunu size vereyim” diyerek tuz lambasını sağlamca bir paket yaptırdı, bir uçak maketini de çantama koydurdu. Iğdır Spor şapkasını ise futbolla hiç ilgilenmediğimi söyleyerek istemedim. Ankara’ya ulaşınca ben de ona bir kitabımı göndereceğime söz verdim. Beni, çıkış kapısına kadar yolcu etti. Giderken olduğu gibi dönerken de güzel yurdumun karlı sıradağlarını, özellikle Ağrı’yı, pamuk yığınlarını andıran top top ak bulutlarını, bereketli tarlalarını, kıvrımlı yollarını ve birer kibrit kutusu gibi görünen evlerini, inişli çıkışlı yolları ve kıvrılarak akan derelerini bir buçuk saat gözlerimi ayırmadan izledim. (14 Haziran 2024) zekisarihan.com

  • BABAMA MEKTUP

    Nurten B. AKSOY * Sevgili Babacığım, Bu sana yazdığım ilk mektubum, çünkü seni kaybettiğimde henüz okuma yazmayı bilmiyordum. Bundan tam 64 yıl önce daha küçücük bir çocukken annem ve seninle bir yolculuğa çıkmıştık Mardin'den, bir kara trenle. Zaten bu birlikte yaptığımız ilk ve son yolculuğumuz olmuştu. Zaman zaman seni hatırlamaya çalışırım, ama bende olan iki fotoğrafından ve zihnimdeki sisli anılar içinde bana gülümseyen yüzünden başka bir şey gelmez aklıma o günlerden. O tren yolculuğunun dışında seni bir de daha küçükken geçirdiğim bir kaza ile anarım hep. Hatırlar mısın bilmiyorum, henüz beş yaşında falandım, annem işe gitmişti; ben cumbanın İçine koyduğum bebeklerimle oynuyordum. Galiba ağabeyim ders çalışıyor, sen de pencerenin kenarındaki yatağında yatıyordun. O zamanlar hastaydın, pek ayağa kalkıp dolaşamazdın, yattığın yerden izler, bize göz kulak olurdun. İşte o gün nasıl olduysa ben camın önünden inen elektrik teline dokunmuş ve bir anda cereyana kapılmıştım. Canım ağabeyim (artık o da annemle birlikte senin yanında) beni kurtarmak için yanıma geldiğinde aynı şekilde cereyana kapılmıştı. İkimiz bir ölüm kalım anında orada öylece titreyip dururken, sen başucundaki bastonunla teli koparıp bizi hayata döndürmüştün. İmdadımıza yetişen komşular bizi apar topar hastaneye götürmüş, elimizde kolumuzdaki ufak tefek yanıklardan oluşan yaralarla eve dönmüştük. İşte babacığım sen aslında o gün bana ikinci kez hayat vermiştin. Canım babam, ne yazık ki seni sadece bu kadar hatırlıyorum, çocuk aklımda kalan izler bunlar, bir de dediğim gibi albümdeki iki adet fotoğraf... Biliyor musun babacığım, o günlerden bugünlere tam 62 yıl geçti; artık ben de yaşlandım, babaanne oldum. Üç tane minicik, dünya tatlısı torunum var. Sabah onların babaları ile olan fotoğraflarını görünce birden burnumun direği sızladı ve sana bunları yazmak geldi içimden. Evet, bugün babalar günü; sen bilmezsin, sizin zamanınızda da bizim çocukluğumuzda da böyle özel günler yoktu. Babamızı, annemizi anmak için zaten özel günlere ihtiyacımız da yoktu... Her gün hepimizindi, neyse tartışmaya gerek yok, bu da güzel bir şey herhalde... İşte böyle babacığım, o günlerden bu günlere köprülerin altından çok sular aktı, her şey çok değişti; insanlar, sevgiler, duygular, değer yargıları... Şimdilerde sosyal medya denen bir şey var; herkes her halini her duygusunu, her şeyini orada paylaşıyor. Orada görücüye çıkıyor orada yiyor, orada gülüyor ve ağlıyor... Sanırım insanlar çok yalnızlaştı... Bugün de babalar günü ya, iki gündür ortalık kırılıyor, herkes babasının fotoğrafını paylaşıyor, herkes yaşayan-ölen babasını anıyor, övgüler düzüyor onlara. Ben sevmiyorum böyle günleri; belki babasız büyüdüğüm için, belki çocuklarım da benim gibi babasız büyüdüğü için öfkeleniyorum böyle günlerde, bizim gibi olanları düşünüp. İlk defa bugün gözlerim hep nemli sabahtan beri niyeyse. Galiba artık yaşlandım fazla duygusal oldum, olur olmaz her şeye ağlıyorum... Ve galiba bu duygusallıkla ben de modaya uyup seninle dertleşmeye kalktım. Hiçbir şey geçmişteki gibi değil, hastalıklar bile asri... Geçtiğimiz yıllarda Korona denen bir musibetle uğraştık, onunla yatıp onunla kalktık. Her şeyimizi ona göre ayarladık, evlatlarımıza sarılamadık, sevdiklerimizi öpüp, koklayamadık, ama yine de aptalca davranmaktan vaz geçmedik. Hatta aylarca biz altmış beşlikler evlerimizde hapis bile kaldık biliyor musun? Gerçi şimdi de çok farklı değil, kendimi bir kapana kısılmış gibi hissediyorum; başımızdaki muktedirler beceriksizliklerini, hayat pahalılığını, yoksulluğu, yozlaşmayı bize hakaretler ederek kapamaya çalışıyorlar. Yıllarca onuruyla yaşayan bizlerin, ne zilletliği ne teröristliği ne de sürtüklüğü kaldı. Ruhum bütün bunlara isyan ediyor, ama aklım "üzülme, kem söz sahibine aittir" diyor, gerçekten öyle değil mi babacığım? Artık yaşım kemale erdi, kimselere tahammülüm kalmadı. Her geçen gün yalnızlığım artıyor, dışarı çıksam insanların saygısızlığı, evde otursam iç sıkıntısı velhasıl iki arada bir derede kaldım bugünlerde. Ah babacığım aslında sana anlatacak ne çok şeyim varmış, yazmaya kalksam roman olur belki de. Ama biliyorum ki sen her şeyden haberdarsın, bizi, beni izliyorsun. Ruhun şâd olsun babacığım, hoşça kal; anneme, ağabeyime selam söyle. Işıklar yoldaşınız olsun... 19.06.2022,maviADA

bottom of page