top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Aramızdan Bir Kimse

    Zülfü Livaneli ile Sinema, Müzik ve Edebiyat Üzerine * Zülfü LİVANELİ, çok yönlü, sinema alanında da önemli çalışmaları olan bir sanatçı. Aralarında Otobüs, Yılanı Öldürseler, Sürü, Yol, Mutluluk... gibi filmlerin bulunduğu yerli ve yabancı birçok filmin müziklerini besteledi. Çok sayıda en iyi film müziği ödülü kazandı. Bunlardan sonuncusu, Mutluluk film müziği ile 2007 Antalya Altın Portakal’dan geldi. İlk yönetmenlik çalışmasında, Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır romanını filme çekti. (1987) Peşinden, senaryosunu da yazdığı Sis filmini yönetti. Daha sonra ise Şahmaran filmini çekti. 2002’de yayımlanan Mutluluk adlı romanı, aynı isimle sinemaya uyarlandı. Abdullah Oğuz’un yönettiği bu film 2007’de gösterime girdi. Bu söyleşi 2007'NİN SON GÜNLERİNDE maviADA adına ZAFER KÖSE tarafından sanatçının kendisiyle özel olarak yapıldı. *** maviADA: Sinema konusunda, daha doğrusu roman uyarlamaları konusunda, sizin konumunuzda olan bildiğimiz başka kimse yok. Yönetmen olarak bir romanı sinemaya uyarladınız. Ve sizin bir romanınızın filmi çekildi. Zülfü Livaneli: Doğru, yirmi yıl arayla yaşadığım ilginç bir deneyim oldu bu. maviADA: Kitaplarla ilgili bir hayat, özellikle de romancılıktı ilk gençliğinizden beri düşündüğünüz. 1960’ların sonunda yayıncılık ve kitap dağıtım işi yaptığınızı biliyoruz. Sonra, kendiliğinden denebilecek gelişmelerle müzisyen olarak ortaya çıktınız. Zülfü Livaneli: Evet, kendiliğinden denebilecek şekilde gelişti bir besteci olarak yaygınlaşmam. Ama edebiyat her zaman hayatımın bir parçası oldu. Küçük yaşlardan beri, okumak benim tutkumdur. Zaten müziğim de edebiyattan kopuk değil. Besteciliğim, büyük ölçüde şiir besteleme uğraşı olarak görülebilir. Kendi şiirlerimi veya başkalarının şiirlerini. M : Peki sinemacılık? Yönetmenlik gibi hedefiniz var mıydı? Z.L. : Yok, o da müzik aracılığıyla girdiğim bir dünya. M : Film müzikleri… Z.L. : Doğru. Çok sayıda film müziği yaptım. Bu vesileyle birçok yönetmenle birlikte çalıştım. Bazı filmlerin çekim sürecini izledim. M : Çeşitli alanlarda yapıtlar ürettiniz, üretiyorsunuz. Söyleyecek sözünüz, anlatacak hikâyeleriniz var. Peki, hangi alanda söz söyleyeceğinizi neye göre belirliyorsunuz. O sırada romanı, besteyi, sinemayı neye göre seçiyorsunuz? Z.L: : Burada müziği biraz ayrı tutmak gerekiyor. Müzik, daha çok duygularla ilgili. Bir tür yüreğini açma işi. İçindeki şarkıyı söylemek, müzik yapmak. Sinema ve edebiyat ise bir hikâye anlatma uğraşı. Söz söylemeye, düşünce anlatmaya daha uygun. Sinemayla mı romanla mı anlatmak arasındaki tercih ise, herhalde hikâyenin çağrıştırdığı şeylerle ilgili. Belki kullanmak istenen olanaklarla ilgili. M: Yani bir şiiri bestelemekle bir romanı sinemaya uyarlamak arasında bir benzerlik yok. ZL : Hiç ilgisi yok. Bir şiiri hissettikten, iç ritmini ve ezgisini duyduktan sonra, o senin içinde gelişiyor. Melodileşiyor. Sonra içindeki o şeyi alıp bestecilik tekniklerine göre geliştiriyorsun. A bölümü, B bölümü, makam, aralık, armoni... Üzerinde çalışıyorsun. İşliyorsun yani. Ama işin temeli, şiirden sana kalan tadı ortaya çıkarmak oluyor. Belki de en güzel besteler, bestelemeyi düşünmeden okunan şiirlere yapılıyor. Şiir sevmekle ilgili bu. Sadece şiir için, sevdiğin için okuyunca, daha güzel oluyor. O zaman bazı şiirler, insanın içinde müziğe dönüşüyor. Roman-sinema ilişkisi böyle değil. Aslında oldukça riskli bir iştir romandan film çekmek. Bir sanat ürününde anlatılanı başka bir dalda yeniden anlatmaya kalkınca, çok olumsuz sonuçlar çıkabilir. Kolayca kitch olabilir. Müzikte, şiirin bestelenmesi biraz da kendiliğinden olduğu için herhalde, güzel bir ürünün ortaya çıkma olasılığı daha yüksek oluyor. Romanın filmini çekmek, şiirin bestesini yapmaya hiç benzemiyor. Bu, daha çok çeviri yapmaya benzetilebilir belki. Ama kitabın tamamını değil; eksiksiz olarak değil. Romandaki temalardan birini seçip diğerlerinin ağırlığını azaltmak gerekebilir. M : Şiir bestelemeye çok sıcak baktığınız belli oluyor ama anlaşılan bir romanı sinemaya uyarlamak konusuna öyle yaklaşmıyorsunuz. ZL : Şiir, beste için iyi bir kaynak. Fakat roman, film çekmek çok da uygun değil. Hikâye veya uzun hikâye daha uygun galiba. Roman çok kapsamlı işliyor konuyu. Çok fazla olay anlatabiliyor. Sovyetler’de 8 saatlik 12 saatlik uyarlamalar çekiliyordu. Ya öyle yapmak gerekiyor ya da orasından burasından kırpa kırpa romanın tamamını değil de bir kısmını ele almış oluyorsun. Bazı yönlerine metindeki ağırlığını vermiyorsun. Yer Demir Gök Bakır, benim ilk filmim ve oldukça olumlu eleştiriler aldı, dünya basınında. İzleyiciler tarafından beğenildi. Ama yine de şimdi dönüp baktığımda, biraz daha farklı yapılması gereken şeyler görüyorum. Yeniden çekecek olsaydım, her şeyden önce, romana daha az sadık kalırdım. Ana temasını ve kişilerini alır, onları başka bir şekilde, sinemaya özgü bir şekilde işlerdim. Çok güzel bir hikâye tabii Yer Demir Gök Bakır’da anlatılan. Bir insanın ermiş yapılması, orada işlenen konu çok önemli. Ama bir üçlemenin ikinci kitabı olması, sinemaya uyarlamak açısından biraz sorun. Anlatılanların, oradaki insanların, Meryemcenin falan bir geçmişi var, sonraki kitapta anlatılan bir devamı var. Bir sonraki filmim “Sis”. Onu kendi senaryomdan çektim. Ve daha hikâye bütünlüğü olan bir film oldu. M : Sis’te olay örgüsü daha somut, denebilir. Yer Demir Gök Bakır daha çok bir atmosfer filmi. Roman diliyle yaratılan bir atmosferi, sinema diliyle yeniden yaratmak gibi bir iş olsa gerek, öyle bir romanı uyarlamak. Sanırım bu da ancak, Can Yücel’in çeviri yapması gibi yapılabilir. Sadece sözcükleri, içeriği aynen çevirerek değil, orijinal metinde anlatılanın Türkçede hissedilmesini sağlayacak şekilde dönüştürerek. ZL : “Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e” diye çevirmiş Can Yücel, Shakespeare’den bir dizeyi… Çok güzel… Ama romanı filme çekmek bundan farklı bir iş. En önemlisi, romanı okuyan insanların filmi yaygın olarak izleyeceği gerçeği var. Aslında o film her okurun kafasında daha önce birer kez filme çekilmiş oluyor. Benim yaptığım bu iki iş, yönetmen olarak bir romanı sinemaya uyarlamam ve romanımın Abdullah Oğuz tarafından filme çekilmesi, şanslı işler oldu. Sonuçları iyi oldu, beğenildi. Ama bu deneyimler bana, roman uyarlamalarının ne kadar riskli olduğunu da gösterdi. M : Bir roman aslında her okur tarafından, biraz da olsa farklı okunuyordur. Sinemaya uyarlanınca, izlemeye giden okur, herhalde kendi okuduğu, kendi kafasındaki romanı izlemek beklentisiyle gidiyordur. ZL : Öyle gidiyor ve bulamıyor elbette. O nedenle romana az sadık kalındığı açık bir şekilde anlaşılırsa, belki okurda “bu benim okumamdan faklı bir okumayla çekilmiş bir film” düşüncesi oluşması sağlanıyor. Kendi kafasındaki değil yönetmenin kafasındaki romanın filmini izlediğini daha açık anlıyor. Romana bire bir sadık kalmayan filmlerin beğenilme olasılığı daha yüksek oluyor, bu nedenle. M : Mutluluk filminde de romandan oldukça farklı yerler var. ZL : Cemal’in, İrfan Kurudal karakterlerinin işlenmesine, Meryem kadar ağırlık verilmedi filmde. Hatta Meryem’in de çocukluğu yok. Ama bu izleyicide bir eksiklik duygusu yaratmıyor olsa gerek. Romanı okuyanlar, açık bir şekilde, bu durumun yönetmenin tercihinden kaynaklandığını görüyor. M : Romandan farklı olarak film, tek karakterin, Meryem’in işlendiği bir yapıt olmuş. Oysa romanda Profesör İrfan ve Cemal de ayrıntılı olarak ele alınıyor. ZL : Onun dışında, zaten sonu da oldukça değiştirilerek çekildi. Yani tam olarak Mutluluk romanın filmi olmadı aslında. Ama başarılı oldu. Yönetmen, oyuncular, bütün ekip güzel bir şey yaptı. Aslında bu da önemli bir konu. Romanı daha fazla kontrolünde tutabiliyorsun, yazarken. Ama filmi o kadar dizginleyemiyorsun. Başta tasarladığından daha farklı, oldukça farklı bir sonuç da çıkabilir. Bir kere filmin çekim sırası o kadar dağınık oluyor ki. Yapı öyle parçalı bir şekilde oluşuyor ki, son ana kadar yönetmen bile tam bilemiyor ortaya nasıl bir şey çıkacağını. M : Çekimler perdede izlendiği sırayla yapılmıyor tabii. ZL : Zaman, mekan, ışık şartlarına göre belirleniyor çekim sırası. Kısa parçalar halinde çekiliyor. 30 saniyelik, 40 saniyelik karmakarışık sırayla parçalar. Yüzlerce sahne, planlar oluyor. Bunların elbette isimleri, numaraları oluyor. Sonra birleştiriyorsun. Bu parçalar bir araya geldikten sonra, birleştirildikten sonra, içine bir ruh üflemen gerekiyor. Canlandırman gerekiyor. Belki canlanır, belki canlanmaz, bunu bilemezsin. Son ana kadar bilemiyorsun. Bir sihirdir bu; ya olur ya olmaz. Baştan sona doğru bir sırayla çekilmiyor oluşu, filmin kontrol altında tutulmasını çok zorlaştırıyor. M : Bir de romandaki gibi sadece bir yaratıcının elinden çıkmayışı da etkendir herhalde. ZL : Tabii, romanı bir yazar oturup yazıyor. Bir insan. Ama film çeken yönetmen, başka insanların yaratıcılıklarına da güvenmek zorunda. Rolü oyuncular yapıyor sonuçta. Kamera, ışık, müzik, laboratuvar… Bir ekip işi, sinema. Bütün bunları aştın, bir sinema salonundaki ses sorununa takılabiliyorsun. Dünyanın en zor sanatı bence. Bir de zamana dayanmak açısından, sinemanın işi romana göre daha zor. 5-10 yıl önceki filmlere bile eskimiş gözüyle bakılabiliyor. maviADA 8 maviADA KIŞ 2008 4 Geçenlerde Dijitürk’te Charlie Chaplin filmleri izledim. Üst üste 4-5 tane gösterdiler. Gene çok sevdim, çok güzel oldu tekrar izlemek. Hatta televizyonlarda gösterilen bütün filmler, bütün programlar içinde en güzeli onlar geldi bana. Ama bu genellenebilecek bir durum değil. 70’lerden, 80’lerden bir film seyretmeye kalkınca, çoğu zaman izleyiciye artık eskide kalmış bir anlatı hissi veriyor. M : Bu şundan kaynaklanıyor olabilir mi? Roman, okurun kafasında canlanıyor. Bu canlanma işi, sadece romanın içindeki zamana bağlı olmayabilir. Romanın ne zaman yazıldığıyla da ilgili değil sadece. Ne zaman okunduğunun da etkisi oluyor galiba, romanın zihinde canlanma şekline. Oysa film izlerken, görüntüleri zihinde canlandırma işlemi pek olmuyor. Zaten gözümüzün önünde o görüntüler. Çekimin yapıldığı günlerde canlandığı gibi kalıyor. ZL : Romanı okur, okuduğu günün imgelemiyle kavrıyor. Zaten bu nedenle bazı romanlar tekrar tekrar filme çekiliyor. İlk çekildikten yirmi yıl sonra bir kere daha, sonra otuz yıl sonra bir daha filme çekilen romanlar oluyor. M : “Sinemada teknik, romandan daha önemli, romanda duygunun önemi daha fazla” gibi bir şey söyleyebilir miyiz? ZL : Yok… Öyle demek pek doğru olmaz. Sinemada teknikle daha fazla çevrili kalıyorsun ama, sonuçta orada da duygunu aktarmak zorundasın. Bu işi yapmanın tekniği sinemada elbette çok farklı. Sinemanın temel farkı, belki bir kitle sanatı olmasında görülebilir. M : Evet, roman okurken insan sadece kendisine hitap ediliyormuş gibi hissediyor. Bir otobüste veya sessiz bir odada, okuduğu kitapla yalnız kalıyor, okur. On binlerce de satsa, elindeki o kitap sadece ona anlatıyor gibi. ZL : Müzik de bir kitle sanatı. Onda da duygu önemli. Bu nedenle “romanda duygunun önemi daha fazla” demek doğru olmaz. Kitle sanatlarında duygunun önemi artıyor. Romanda düşünce boyutu, müziğe göre daha fazla. Hatta sinemaya göre de daha fazla. M : Yer Demir Gök Bakır romanını ilk okuduğunuzda, ondan bir film çekmeyi düşünüyor muydunuz? ZL : Kitabı ilk okuduğumda düşünmemiştim böyle bir şey. Yani bir proje olarak düşünmemiştim ama romanı kafamda canlandırmıştım elbette. Zaten bütün okurlar öyle yapar, değil mi? Bir film yapmaya karar verdikten sonra, kafamdaki seçeneklerden biriydi Yer Demir Gök Bakır. Yani okurken değil, film çekmeyi düşünürken seçtik. Hatta Yaşar Kemal’le birlikte düşünüp karar verdik. M : Mutluluk romanına bir yönetmen gözüyle bakabiliyor musunuz? ZL : Benim Mutluluk’u filme çekmem olmayacak bir işti. Çünkü o roman benim çocuğum gibi. Kendi çocuğuma neşter vurmam gibi bir şey olurdu. M : Mutluluk filminin yönetmeni yerine kendinizi koydu- ğunuz zaman, bir ürkme hissediyor musunuz? Bir roman uyarlamanın risklerine ek olarak, seçtiğiniz romanın yazarının aynı zamanda yönetmen olması, tedirgin edici bir şeydir herhalde. ZL : Doğru, zor bir durumdu bu, Abdullah Oğuz için. Belki benim, aynı zamanda bir yönetmen gözüyle de filmi inceleyeceğimi düşünmüştür. Ama sonuçta beğendim. M : Sanatı genellikle bireysel bir yaratı süreci olarak görüyoruz. Yazarın kitabı, müzisyenin bestesi, solistin yorumu, oyuncunun rolü… Peki, film kimin eseridir. Sanatsal anlamda filmin sahibi kimdir. ZL : Film kimindir… Yönetmenindir… Yönetmenindir ama aynı zamanda oyuncunundur. Kameramanın payı da çok önemli. Müzisyen önemli. Senaryo zaten önemli. Aslında en bireysel görünen sanat üretimlerinde bile, açıkça olmasa da bir kolektif etki oluyordur. Hatta önceki yüzyıllardan kalan etkileri, sanatçının farkında olduğu veya olmadığı etkileri kim yok sayabilir? Romanda sözcüklerin, sözün yerine sinemada biraz da oyuncu geçiyor. Yazarın ne anlattığı kadar nasıl anlattığı da önemli ya, sinemada anlatımın nasıl olacağı konusunda, yönetmenin elindeki olanaklardan biri, oyuncusudur. Belki en önemli kaynağıdır oyuncu. Oyuncuların çok fazla büyütüldüğü, çok önemsendiği, özellikle bazı ülkelerde çok büyük paralar verildiği söyleniyor. Ama oyuncu gerçekten de çok belirleyici, sinemada. Bir kadın oyuncuya çok büyük bir para ödenince, “başka güzel kız mı yok; ne kadar da abartıyorlar” dendiği oluyor. Oysa o kadar basit değil mesele. Sinemanın diğer sanatlardan en temel farkı, izlenmek durumu. Seyircinin de farkına varmadan izlenebilmek… En mahrem anlarında; ölürken, sevişirken izlenebilmek. İzlenmek de değil, onu yaşamak… Çelişiyor gibi görünüyor ama, aslında rol yapmaktan gelmez, oyuncunun büyüklüğü. Rolünü yaptığı karakterin yerine geçmek, onu yaşamak, onun yaşadıklarını hissetmek. Oyuncu olarak izlenmek, karakter olarak yaşamak… Bunu başarabilen oyuncu çok azdır. Üstelik yapabilenler de her rolde, her filmde yapamaz. M : Yani oyuncu yönetmen kadar önemlidir. ZL : Yönetmenin başarısı doğru oyuncu seçmekle başlar zaten. Rolleri iyi dağıtmak çok önemli. Oyuncu çok önemli ama yönetmenin önemi, tabii daha farklı. Elia Kazan’la da konuşmuştuk bu konuda. Bilinen bir hikâyedir: İhtiras Tramvayı’nı sahneye koyarken, Tennessee Williams geliyor, izliyor ve bir şey söylemeden gidiyor. M : Tennessee Williams… yani yazar. ZL : Tabii, yazarın beğenmediğini anlıyor Elia Kazan. Bir fırsatını bulunca da neden beğenmediğini soruyor. Williams, Kazan’ın iyi ve kötü insanlar yaratmış olmasını eleştiriyor. Hayatın aslında böyle olmadığını düşü- nüyor. İnsanların diğerlerine kendi egosundaki çatlaklardan baktığını, onları kendi sorunlarıyla bağlantılı olarak algıladığını anlatıyor. Bu yüzden hayatı bir yanlış anlaşılmalar bütünü olarak görüyor. Elia Kazan bunun üzerine oyunu tekrar ele alıyor. Sonunda oturtabiliyor bunu. Yazarın böyle derin düşüncelerini aktarabilmek, büyük yönetmenlere özgü bir şey. M : Sonuçta bir ekip işi, sinema. ZL : Evet. M : Siz, sinema dünyasına Yer Demir Gök Bakır’dan önce girmiştiniz. ZL : Film müzikleri yapmıştım. M : O ekip çalışmaları uyumlu muydu? ZL : Tam bir uyum çok az oldu. Olmayabilir; sonuçta farklı insanların işin içinde olduğu bir uğraş bu. Öyle küçük de olmuyor bu ekip. 40-50 kişilk bir ekiple çalışıyuorsun. Hiç aklına gelmeyen yerlerden sorunlar çıkabilir. Yemekleri beğenmeyenler, parayı beğenmeyenler, filmdeki üsluba, sanat anlayışına itiraz edenler… Her şey olabilir. Sanatçı kaprisleri falan da yaşanabilir. Bütün bu sorunları aşan, çok iyi anlaşan ekiplerin yaptığı filmlerin çoğunda o ruh hissedilir. O uyumlu çalışma filme yansır genellikle. M : Yönetmenlik yapma kararınızda, film müzikleri çalışmalarınız sırasında yaşadığınız uyumsuzlukların etkisi oldu galiba. ZL : Filmlerine müzik yaptığım yönetmenlerle tartışmalarımızın, kendi sinema anlayışımı oluşturmamda epeyce etkisi oldu. Onlar genellikle melodramatik sahnelerini seviyorlardı. Ve o sahneleri daha da kuvvetlendirecek müzikler istiyorlardı. Örneğin bir cenaze sahnesi oluyordu filmde. Ve orada, tam o görüntünün müziği olarak düşündükleri şeyleri bekliyorlardı. Ney sesi, ağıt falan. Ben buna karşı çıkıyordum. İkisi üst üste gelince, izleyiciyi fazla yönlendiren, fazla hazır bir duygu ileten sahneler olarak görüyordum onları. M : Aslında böyle düşündüğünüz, sizin romanlarınızdan da anlaşılıyor. Hatta müziğinizin özelliği de öyle. Ayrıntılı tarif etmek gibi bir yönteminiz yok. ZL : Bu benim üslubum. Sözü tamamlamayı, anlamı yaratmayı okuyucuya bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Bir nefes alma alanı kalmalı okuyucuya, dinleyiciye. M : Bir tür mesafeli anlatım sizinki. Yapıtlarınızdaki içtenlik de bu mesafeyle birlikte hissediliyor. İçtenliği kanıtlama çabası yok. ZL : Evet, yok. Öyle abartılı hareketlerle, aşırı tariflerle anlatmayı sevmiyorum. Küçük bir hareketle de duyguların anlatılabileceğine, okuyucular tarafından öyle de anlaşılacağına güveniyorum. M : Bu, Doğu toplumlarında pek alışılmış bir yaklaşım değil. ZL : Bizim kültürümüzde biraz fazla gösteri alışkanlığı var. Acıların gösterilmesi falan da… Ama bir kültürün hakkını vermek, ona tamamen uyum sağlayarak olmuyor. Kültüre biraz da direnmek gerekiyor. İçinde kalarak, bir parçası olarak ama aynen olduğu gibi de kabullenmeyerek bir gelenekten beslenebiliyorsun, aynı şekilde o geleneğe bir katkı yapabiliyorsun. M: Bu sizin sanatsal tavrınız. ZL : Bertolt Brecht’in film müziği teorilerini önemserim. Düşüncesini şöyle bir örnekle anlatır. Güzel bir bahar günü cennet gibi bir göl, bir kayık. İki sevgili mutluluk içindeler, sohbet ederek kürek çekiyorlar, güzel zaman geçiriyorlar. Fakat sonra aniden bir fırtına çıkıyor, kayık batıyor. Sevgililer de ölüyor. Bunun müziği iki şekilde yapılabilir, diyor Brecht. Öyle bir müzik yaparsın ki, izleyende birazdan kötü bir şey olacağı duygusunu yaratırsın. O sakin gölde bir tedirginlik hissettirirsin. Daha baştan beri, izleyicinin sonunda hissetmesini hedeflediğin duyguya hazırlık yaparsın. Ya da, o güzel bahar gününe karşılık gelen, mutlu çağrışımları olan pastoral flüt sesiyle falan bir müzik yaparsın. Sevgililerin yaşadığı mutluluğu somutlaştırırsın. Sonra kayık batarken de, sevgililer boğulurken de o mutlu müziğe devam edesin. Böylece o güzel yaz gününde ölüp gitmenin saçmalığını, üzücülüğünü vurgularsın. Bu da film müziğine ikinci yaklaşım. Ben hep ikincisinden yana oldum. Ama yönetmenler çoğunlukla birincisinden yana oluyor. M : Bercht de ikincisinden yana. ZL : Tabii. Brecht de ikincisinden yana. M : Şimdi ortaya şu durum çıkmış oldu. Sizin yönetmenlik yapma kararınızda, filmleri başka bir anlayışla çekme isteğiniz belirleyici oldu. Farklı bir söz söylemek değil, zaten farklı sözlerinizi söyleyecek başka kanallarınız var. Sözü farklı söylemek isteği… ZL : Öyle oldu. Bir de şu var: Benim içimde eskiden beri müzik ve edebiyat at başı gidiyor. Sinema bunları birleştirmenin bir yolu olarak da görülebilir. Kendi senaryonu yazıp, müziğini de besteleyerek filmi çekebiliyorsun. Birbiriyle ilgisi olmayan bir müzisyen ve bir yazar olarak değil de bir yapıtın içinde, aynı kişi olarak yer almak… Bunları aynı kişinin yapmasının avantajları görülebiliyor. Charlie Chaplin de müziklerini yaptı filmlerinin. Hem oynadığı hem yönettiği birçok filmi var. Yönetmenin resim, müzik, edebiyat gibi sanatın çeşitli dallarından anlıyor olması çok önemli. M: Film müziklerini bestelerken, filmlerin bitmiş halini izlemeyi beklemiyorsunuzdur herhalde. ZL : Çoğunlukla senaryoyu okuyup başlanıyor beste yapmaya. Ama her zaman öyle değil. Örneğin otobüs filminin çekim çalışmalarına katıldım. Bazılarına, örneğin Yılanı Öldürseler filmine montaj aşamasında katıldım. Bazen de, müzik dışında bütün çalışma neredeyse bittikten sonra geldi bana film. Ona bir müzik yapmam istendi. Yol filmi buna bir örnek. Öncelikle leitmotiv, tekrar eden ezgiyi besteliyorum. M : Fark ediyor mu? Senaryodan okuyup veya görüntüleri izleyip beste yapmak, sonuçta ortaya çıkacak müziği etkiliyor mu? ZL : Pek fark etmiyor galiba. Ama kolaylık açısından, tam bitmemiş de olsa çalışma kopyasını izlemek faydalı oluyor. M : Peki, Mutluluk filminin müziğini yaparken, neyi bestelediniz? Romanı mı? ZL : En ilginç film müziği çalışmam o oldu. Her film müziğini güzel olsun diye uğraşarak yaptım tabii. Ama, doğrusu, bu film müziğinin güzel olmasını en çok istedim. Benim müziğimde her zaman ön planda ezgi olmuştur. Armoniyle de, ritimle de uğraşırım elbette ama en çok ezgiyi önemserim. Mutluluk filminin ezgisi için, gerçekten özenip çalıştım. Güzel de oldu galiba. Bazı yaptığım film müzikleri, diğerlerinden daha çok beğenilmişti. Örneğin, Yılanı Öldürseler’in müziğine sonradan söz yazıldı ve Gözlerin adlı şarkı olarak tutuldu, yaygınlaştı. Sürü filminin de müziği de öyle oldu. Sürgün adlı şarkı olarak albümlerde konserlerde hep söylendi. Mutluluk için yaptığım bestenin de öyle olacağını tahmin ediyorum. Film müziği olarak zaten sevildi ama şarkı olarak da tutulacak gibi. Zaten Jocelyn Smith söyledi, çok güzel söyledi. Nilüfer de çıkaracağı albüme alacak. M : Nilüfer’in albümü ne zaman çıkacak? ZL : Yakında çıkar. Hazırlanıyormuş. M : Önceki film müziklerini bestelerken, ya senaryoyu okuduğunuzu ya çekimleri gözlediğinizi ya da montaj çalışmasını izlediğinizi söylediniz ya... ZL :Yok, tabii bu filmin müziği için onların hiçbiri gerekmiyordu. Özenerek çalıştım diyorum ama çok da fazla düşünmedim. Biraz da hazır gibiydi kafamda. M : Sonuçta romanın bestesini yapmış oldunuz. ZL : Romanın bestesi... Öyle de denebilir. M : Şimdi, biraz uzaklaştığımız, az önce konuştuğumuz yerden devam edersek... Film müzikleri yaparken, sinemaya, birlikte çalıştığınız yönetmenlerden farklı baktığınızı fark ettiniz. ZL : Doğru-yanlış diye değerlendirmemek gerekiyor. Her insan, her sanatçı, bazı işleri diğerlerinden farklı yapıyor. Daha doğru yapmak değil, kendi tarzında yapmak anlamında... Film müziği bestelerken, sonuçta bir talebi yerine getiriyorsun. Her yönetmen, konseptine, baktığı açıya uygun bir müzik bekliyor. Dolayısıyla, orada bir işin parçası oluyorsun. Elbette tartışırsın, görüş alışverişinde bulunursun ama yönetmenin yapıtına katılıyorsun. Ona bir ölçüde de olsa uyuyorsun. M : Kendi tarzınızla, kendi üslubunuzla çalışabilmek için, kendi filminizi yapmaya karar verdiniz. Peki, neden böyle zor bir roman seçtiniz, sinemaya uyarlamak için? ZL : Yer Demir Gök Bakır romanının sinematografik yönleri var. Üstelik anlatımını ve hikâyesini çok sevdi- ğim bir roman. Derinliği olan, evrensel bir tema işleyen, önemli bir sanat yapıtı. Ama oldukça zor bir roman da sayılır sinemaya uyarlamak için. Yazıyla yaratılmış o etkili atmosferi, görüntülerle yaratmak…Zaten roman dili iyi kurulmuş her romanın filmini çekmek zordur. Ayrıca, Erzincan dağlarında, kardan yolu kapanan köylerde, Alman teknolojisiyle, öyle bir ekiple bu işe kalkışmak, bir tür çılgınlık gibi görünüyor. Çok büyük zorluklar yaşadık. Ama büyük işler yapmayı deneyeceksen, kolaya kaçamazsın. Faulkner’in çok önemli bir sözü var. Bir yazarın başarısı, göze aldığı başarısızlıkla ölçülür, diyor. Garanti yollarla, küçük başarılarla yetinmezsen, büyük başarısızlıkları göze alırsan, ancak o zaman büyük işler yapabilirsin. M : Çok zor işlere kalkışmak, bir tür savunma mekanizması, başarısızlığa bir gerekçe hazırlamak olabilir mi? Psikolojide böyle bir konu var biliyorsunuz. Özellikle küçük yaşlarda başka çocuklarla karşılaştırılarak yetiştirilmiş, fazlaca eleştirilmiş çocuklarda, bir başarısız olma korkusu oluşur. Bu korku zamanla içselleşir. Bu kişilikteki çocuklar, ders çalışmayı son güne bırakırlar. İlk sınavlarından düşük not alırlar. Artık işleri çok zorlaştıktan sonra çalışmaya başlarlar. Başaramazlarsa, zaten işi çok zordu, diye düşünülmesini sağlarlar. Bunu çok da fazla düşünmeden yaparlar. Öyle bir kişilikleri oluşmuştur çünkü. İlerleyen yaşlarda da hep zor işleri tercih ederler. Hatta, kolay işleri bile önce zora sokmakta üstlerine yoktur. Böylece bir başarısızlıkta mazeret hazır olur. Başarılı olursa da olağanüstü bir başarı elde etmiş olur. ZL : Psikolojideki bu açıklamalar, daha çok, bir şey olmak isteyen insanlar için geçerli olsa gerek. Ego ile, insanın varoluş korkularıyla ilgili… Bir şey olmak değil de bir şeyler yapmak isteyen, bir şey üretmek isteyenler için durum farklıdır. Asıl amaç başarılı olmaksa zaten işler karışır. “Başarı”, hiç sevmediğim bir kavram. Çok da zararlı. M : Bir yönetmen gözüyle bakınca, sizin romanlarınız içinde sinemaya en uygun olanın hangisi olduğunu düşünüyorsunuz? Romanda anlatılan olayları filme çekmek daha kolaydır herhalde. Bir kişi koşuyor, oraya gidiyor, şununla konuşuyor falan… ZL : Olayları aktarmak daha kolay. Olay olmayan bölümleri, atmosferi, temayı filme çevirmek çok zor sahiden... Leyla’nın Evi’nden iyi bir film çıkar gibi geliyor bana. M : Filme kolay aktarılır anlamında mı? ZL : Kolay olur diye değil. Konusu ve romanın anlatımı filme güzel aktarılabilir. Piyano çalan kültürlü bir yaşlı kadınla, kültürler arasında kalmış bir genç kızın karşı- laşması, onların ilşkisi. Romanda kişiliklerin çatışması falan var. Farklı kuşaklar, zihniyetler var, farklı hayatlar var. Sanat zaten buralardan çıkıyor. Sinema için de iyi konular bunlar. Böyle bakınca, Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm romanın da benzer özellikleri var. Stockholm’de geçen olaylar, mülteciler, Türkler. Konulara farklı yaklaşan kişilerin karşılaşması, bir araya gelmesi. Mutluluk da filmi iyi çekilebilecek bir romandı. Zaten çekildi. M : Bir tek Engereğin Gözündeki Kamaşma’yı söylemediniz. ZL : Onu diğerleri kadar film biçiminde düşünemiyorum. M : Oysa, temasının evrenselliği açısından belki de diğerlerinden daha önde bir roman. İktidarın her yerde olması, insanı çürütmesi, insanlardaki hırs... Zaten sizin genel olarak üzerinde durduğunuz meseleler. ZL : Roman olarak öyle. Ama görsel bir anlatım nedense pek canlanmıyor bende. Diğer romanlarım gibi değil. Daha düşünsel bir roman o. İyi film olur mu, bilemiyorum. M : Yönetmen olarak, Yer Demir Gök Bakır gibi, gücü- nü anlatılan olaylardan almayan, sadece hikâyeyi aktararak güzel bir film yapılamayacak, zor bir roman seçtiniz. Bu açıdan, yazdığklarınız içinde ona en benzeyen roman, Engereğin Gözündeki Kamaşma değil mi? ZL : Bence değil. Yer Demir Gök Bakır’da anlatılan olaylarla, okurken zihinde canlanan görüntülerle etkili bir atmosfer oluşuyor. Sinematografik bir roman o. Engereğin Gözündeki Kamaşma’nın ise, daha çok, bir düşünceyi işleme özelliği var. Bir tez gibi, bir düşünceyi savunmak gibi. Yani biraz farklı nitelikte bir roman. M : Romanlar yazmaya devam edeceksiniz değil mi? ZL : Elbette. Yazmakta olduğum bir roman var. Şimdiye kadar yazdıklarımdan farklı bir tarzda, değişik bir kitap oluyor. İnsandaki iyilik, kötülük, şiddet, toplumsal ve ekolojik denge üzerine. Bir ada anlatısı... Bir de ilk romanımı, Engereğin Gözündeki Kamaşma’yı tekrar ele alacağım. Önüne birkaç bölüm ekleyeceğim. Çünkü yayımlandığından beri, sadece Osmanlı sarayında geçen bir hikâye gibi algılanmasından kaygılanıyordum. Günümüzden ve geçen yüzyılın ortalarından iki bakış açısı daha ekleyip, ana temayı somutlaştırmayı düşünüyorum. Bunların dışında, henüz çalışmaya başlamadığım projeler de var. M : Müziğe, bestelere devam edeceksiniz mutlaka. Zaten o sizin kararınıza çok bağlı olmuyordur. Duyumsadıklarınız sonucunda birikiyordur. ZL : Besteler devam edecek tabii. Epey zamandır turne falan yapmıyorum. Konserler de sadece özel durumlarda oluyor. Ama müzik bir ömür boyu... Yeni besteler toplanıyor, yavaş yavaş. M : Peki sinema düşünüyor musunuz? ZL : Yok, film çekmeyeceğim. M : Bir proje yok yani? ZL: Proje bulunur. Aslında teklif de geliyor. Eskiden kaynak bulmak çok zordu. Şimdi öyle olanaklara çok daha kolay ulaşırım. Ama düşünmüyorum. M : Neden? ZL : Artık enerjimi daha sakınımlı harcamak, zamanımı daha kontrollü kullanmak istiyorum. Romanlara ayırdığım zamanı azaltmak istemiyorum. Film, çok fazla ayrıntısı olan bir iş. Çekimler bittikten sonra bile öyle çok konu var ki. Gösterimi, alt yazısı, montajı... Bir filmin hazırlığı, çalışmanın başlaması, bitmesi nereden baksan iki yıl. Sonuçta bir tercih kullanmak olarak görüyorum bunu. Tercihimi roman yazmaktan ve beste yapmaktan yana kullanıyorum. Yönetmenlik yapmayacağım ama benim romanlarımdan çekilecek filmlerle ilgilenirim tabii. M : Var mı öyle bir proje. Zülfü Livaneli : Var. Leyla’nın Evi’nin filme çekilecek. maviADA : Güzel! Heyecanla bekleriz. Yeni romanlarınızı, albümlerinizi de bekliyoruz. Teşekkür ederiz. LİVANELİ: Ben teşekkür ederim, maviADA'ya emek verenlere selamlar. / maviADA, Ocak 2008 / ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • Söyleşi

    AHMET ÜMİT * "Edebî Kazılar " söyleşilerinde Bursalı okurlarıyla buluşuyor. Mehmet Said Aydın’ın sorularıyla eşlik edeceği söyleşi, 17 Ocak Salı 19.30’da Nâzım Hikmet Kültürevinde gerçekleşecek.

  • Eğitimci-Yazar Ramis Dara ile Söyleşi

    KimseSiz: Sanatsal etkinlikler yönünden Bursa, İzmir'in bile ulaşamadığı bir noktada denilebilir. Bunda sizin çok önemli katkılarınız var. Oysa, edebiyatın İstanbul' da yapılabileceği ve taşrada yapılan edebiyatın güdük kalacağı gibi yaygın bir inanış vardır. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ramis DARA: Başlangıçta, İstanbul dışında edebiyat yapılamaz, edebiyat yapabilmeniz için orada en azından belli bir süre yaşamanız gerekir gibi yanlış bir inanış vardı. Bu görüşü zaman zaman biz de pompaladık. Ama günümüzde iletişim araçlarının yaygınlaşması bu inancı kırmamıza yol açtı. Ama yine de taşrada kaliteli bir edebiyatın üretilebilmesi için İstanbul'daki edebiyat çevresini koklamış birkaç kişinin önderliğine ihtiyaç var. Nitekim bunun canlı örneklerini Bursa, Konya gibi taşra edebiyatında görebiliriz. KimseSiz: Bir yazınızda "Beni yok sayan... " diye bir söyleminiz vardı. Bunu biraz açar mısınız? Ramis DARA: Düşünsel ve sanatsal bir şeyler üreten kişiler, dönem dönem fark edilmek ya da ödüllendirilmek gibi bir ihtiyaç hissediyor. Dünya edebiyatının önemli yazarlarından Virginia Woolf'da önemsenme duygusunu yaşamış ve intihar etmiştir. Sonuçta sanatçı da bir insandır ve bu duygu tamamen insancıldır. Ne kadar büyük şeyler yapsanız da dış dünyanın sizden daha büyük olduğunu görüyor ve çok önemli olmadığınız duygusuna kapılıyorsunuz. Sanırım bu sözü, benim de bu tür şeyler hissettiğim dönemde söyledim. Aslında bu tür duygular sanatçıyı güdülüyor. Bugünkü Cumhuriyet Bilim Teknik'te Ahmet İnam da aynı konuya değinmiş. Ona göre de çok iyi şeyler yaptığını düşünen insanlar ve hocalar, "artık şurada yer alayım " gibi bir duyguya kendilerini kaptırıyor. Sanatçının bu tür onanma duygusunu aşması gerekiyor. Özellikle de bu toplumda onanmak daha bir zor. Aslında bu tür değerler edebiyatçı için çok önemli olmamalı. Bize Bursa'nın en büyük ödülünü verseler ne olur? Sonra,yazan, çoğu kez hedeflediği kitlenin malı olamaz ki. Tanpınar da "Biz aslında üç beş kişi için yazarız, ama bizi başka üç, beş kişi okur" diyor ya bu yüzden KimseSiz: Bir kitabınıza adından "Edebiyatçı Aydın Değildir" den söz edelim mi? Ramis DARA: Türkiye'de yazardan, şairden kısacası edebiyatçıdan geçilmiyor. Ama gerçek anlamda edebiyatçıyı yani nitelikli eserler veren sanatçıları bulmak zor. İlk gençlik yıllarımızda edebiyatçının toplumu aydınlatan insanlar olması gerektiğine inanıyordum ama şimdi böyle olması gerektiğini düşünmüyorum. Edebiyatçı, yazar, hatta edebiyat düşünürü olarak adlandırdığımız kişiler küçük birer tanrıcıktır. Ama bu tanrıcığı, kendisini dış dünyadan sınırlamış, diğer sanatçılarla geçimsiz diye nitelememek gerekiyor. Sadece kuralları vardır, bu yüzden çatışır, diye düşünmeli. Ben, edebiyattan, günlük hayatta tüketilemeyecek tarzda bir şeyler beklediğim için "edebiyatçı" kavramını, toplumu yönlendirme işlevini taşıyan aydın kavramından ayırıyorum. Edebiyatçının amacı bir şeyler öğretmek değildir. Yaşar Kemal boyutlarında sanatsal açıdan belli bir noktaya gelmeden kendisini günlük politika ve toplum için harcamamalıdır, diye düşünüyorum. KİMSE/SİZ 1. sayı 2002 Kasım 15 ÖNEMLİ: KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Aramızdan Bir Kimse

    Lemanser SÜKAN ile Söyleşi / Nadir GEZER / Memleket Yollarında Kitabının Yazarı Lemanser Sükan’la : Bir Eğitimcinin Aydınlık ve Savaşımcılık Dünyasına Yolculuk Eğitimci Lemanser SÜKAN diyor ki: Öğretmen için mutluluk, toplumun mutluluğudur. Öğretmen için varsıllık, toplumun varsıllığındadır. Öğretmen için ölümsüzlük, toplumun sonsuz yaşamındadır. Lemanser Sükan 1935 yılında Orhangazi ilçesinin yoksulluklarla kuşatılmış bir köyü olan Gedelek’te doğdu. Đlköğrenimini kendi köyünde yaptı. Çalışkandı, direngendi, daha çocukluk yıllarında hiç kimseye boyun bükmemeyi öğrendi. 1948 yılı onun dünyasını yeni bir açılıma taşıdı. Bu açılımı ona veren Arifiye Köy Enstitüsüydü! İki yıllık bir süreçte, güçlü kazanımlar kazandı orada! Arifiye Köy Enstitüsü’nü çok sevmişti ama, ikide bir köyden ve köylüden yana olduklarını dile getiren Bayar-Menderes ikilisinin bir türlü demokrat olamayan D.P’si ilk darbeyi Köy Enstitüleri’nin kız öğrencilerine vurarak onları Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne topladı. Lemanser’in Anadolu yolculuklarının da ilk adımı oldu bu!.. Orada da iki yılını tükettikten sonra bu kez de kız arkadaşlarıyla bitmez tükenmez yolculukla Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde aldı soluğu. Beşikdüzü neresiydi, Gedelek neresi… Yollar uzundu, yoksulluk ondan da kötüydü…İki yıl anasından, babasından, köyünden uzak kaldı. Beşikdüzü’nü bitiriverince yeni bir dünya açıldı önünde. Durduğu yerde duramaz yapısıyla, Bozüyük ilçesinin Karaağaç köyünde buldu kendini… Artık yeni bir dünyanın, yeni bir direngen insanı olarak çalışmaya başladı. O, 1940 ile 1980 yılları arasındaki sıkıntılarla dolu “Memleket Yollarında” ki çilelerle yüklü yaşamöyküsünü dile getirirken çektiği acıları kitabının kapağının arka sayfasına düştüğü bir notta şöyle dile getirmiş: “Lemanser Sükan inandıklarından hiçbir zaman ödün vermedi. Öğretmenlik yaşamının yokluklar, hatta tehditlerle dolu en karanlık anlarında bile kolayı seçmedi, umudunu yitirmedi. Köy Enstitüleri’nde kazandığı dayanışmacı, üretken ve sorgulayıcı ‘eğitim’ anlayışını uyguladı. Memleketin dört bir yanına sürüldü. Ama ona ülkenin her köşesini sevmeyi öğretmişlerdi.” Karaağaç köyünden sonra Lemanser Öğretmenin önünde yeni yollar açıldı. Önce Bozüyük ilçesinde buldu kendini, ardından da Bilecik’te… Oradaki görevi süresince yükseköğrenim isteği büyüdü içinde. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Pedagoji Bölümünde gerçekleştirdi, bu isteğini… Artık öğretmen okullarında öğretmen yetiştirme gibi çok kutsal bir görevi üstlenmiş oldu. Tokat Öğretmen Okulu ilk görev yeri oldu. Kendisi gibi coşkulu, mesleğini seven öğretmenler yetiştirme yönünden hem istekli, hem de sevinçliydi. Okul yönetiminden gelen güçlükleri aşmasını bildi. Orada tanıştığı bir öğretmenle evlendi. Eşi de kendisi gibi okul sınırları içinde kalan bir öğretmen değildi. Okul-TÖS Parti arasındaki bağ kısa sürede hem okul içinden, hem de dışından tepkilere neden oldu. Bunu soruşturmalar ve sürgünler izledi. İlk sürgün yeri Erzurum’du. O kenti Suşehri izledi. Danıştay kararıyla yeniden döndüler Erzurum’a ama bu da uzun sürmedi, bu kez de Ankara yolları açıldı önlerine. Orada da şöyle derin bir soluklanamadan Edirne Öğretmen Okulu’nda görevlendirildiler. Edirne’de öylesine bir çalışmaya verdiler ki kendilerini toparlandıkları bir sırada bu kez de İlyasbey köyü Orta Okulu’na sürüldüler. Oradan yeniden Edirne, İzmir, Bursa hattı açıldı önlerinde. Bursa meslek yaşamlarının son durağı oldu… Bu denli değişik ortamlarda öğretmenlik savaşımı veren Lemanser Öğretmene bu savaşımıyla ilgili sorular sorduk, işte onun bu sorulara yanıtları: *** Nadir GEZER: Çok kısa sürede Karaağaç köyünden Bozüyük ilçesine, oradan da Bilecik’’e atandınız. Bu denli hızla yer değiştirmenizin nedenleri nelerdi? Lemanser SÜKAN: Yanıma kardeşimi de almıştım, onun öğrenimini sürdürmesi için bir ilçe merkezine atanmam gerekiyordu. Bu yüzden dilekçemdeki gerekçe benimsendi ve Bozüyük ilçe merkezindeki Atatürk İlkokulu’nda görevlendirildim. Soru-2: Öğretmenlikten Kütüphane Müdürlüğü’ne atanmanız sizde ne gibi değişikliklere neden oldu? Yanıt-2: Yine kardeşimin lise öğrenimi nedeniyle lisesi olan bir yere atanmam gerekiyordu. Bir rastlantı olarak Bilecik Çocuk Kütüphanesi Müdürüyle yer değiştirerek Bilecik’e atandım. Bilecik küçük bir il olsa da yine de beni etkileyen etkenler çok daha genişti. Orada çalıştığım sürece hem çevrem genişledi, hem de genişleyen bu çevremden etkilendim doğrusu… Soru-3: Mesleki yaşantınız süresince Köy Enstitüsü kökenli öğretmenlerle uyum içinde çalışma olanağı buldunuz. Bunun nedenini açıklar mısınız? Yanıt -3: Evet, bunun pek çok etkilerini gördüm ve yaşadım. Yalnız şunu da kesin olarak eklemem gerekir ki bende genellikle meslektaşlarımla uyum içinde yardımlaşma, işbirliği yapma, paylaşma özelliklerim nedeniyle her gittiğim yerde çevremle birlikteliği sağladım. Soru-4: Gazi Eğitim öğrenciliğiniz sürecinde nedenini bilmediğiniz köy araştırmalarının sonucunu düşündüğünüzde içinizde ne gibi sıkıntılar yaşadınız? Yanıt-4: Ülkemin zararına olacağını sonradan öğrendiğimde, gerçekten böylesi bir konuda kullanılmış olmaktan üzüntü duydum. Soru-5: Çalışmış olduğunuz Öğretmen Okulları yöneticileri Selahattin Bey’le, Mustafa Kakat’la uyumsuz bir ortam içinde olmanın sıkıntısını yaşadınız. Bunun nedenlerini iletir misiniz? Yanıt-5: Her iki okul yöneticisiyle de çağdaş, demokratik ve psikolojik eğitim anlayışlarıyla ters düşmem nedeniyle sorunlar yaşadım. Yöneticilerin sahip oldukları makamın yönetiş şeklini baştaki hükümetin istekleri doğrultusunda şekillendirmeye yönelmeleri, öğretmenlerle ilişkileri sorunlu konuma taşıyordu. Bu da yöneticilerle öğretmenler arasında sıkıntılar yaratıyordu. Soru-6: Öğretmen Okullarındaki ilk öğretmenlik yılınızda öğrencilerinizle iletişimde hiçbir güçlük çekmediğinizi, sınıfın kapısını kapayıp öğrencilerinizle baş başa kalınca kendinizi büyük bir özgürlük ortamında duyumsadığınız anlaşılıyor. Bunu biraz açımlar mısınız? Yanıt-6: Köy Enstitüsünden ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nden edindiğim alışkanlıklarla, sınıfımdaki öğrencilerimin sorunlarına eğilir, onlara çözüm yolları bulmaya çalışırdım. Gerçekten sınıfın kapısını kapadığımız an öğretmen-öğrenci arasında özgürce bir ortam oluşur, öğrencilerim bu özgürlük ortamı içinde sorunlarını dile getirirlerdi. Kimi kez sorunlu meslektaşlarımın olumsuz davranışları da dile getirilir, üzerinde tartışılırdı. Öğrencilerimi böylesi olumsuzluklar üzerinde düşündürürdüm. Öğretmen olacaklar için bu örnekler çok önem kazanır, sınıfça üzerinde düşünülmeye uygun görülürdü… Soru-7: Tokat Öğretmen Okulu’nda içinde yaşamış olduğunuz olumsuzluklar nedeniyle dört öğretmen arkadaşınızla birlikte içinde yaşadığınız olumsuzlukları içeren bir yazıyla Bakanlığa başvurdunuz. Bakanlık denetçileri gelince önce bir soluklandınız, ardından da gördünüz ki sizin yakınmalırınızın tersine bir soruşturma başladı. Kuşkusuz bir düş kırıklığı yaşadınız. Bunun nedenleri nelerdi? Yanıt-7: Bakanlığımıza sunduğumuz yakınmalarımıza karşı gönderilmiş olan denetçiler soruşturmaya değişik bir yön verdiler. Öğrencilerle dışarıdan halkı da bu soruşturmanın içine sokarak dört yakınmacı öğretmeni suçlayıcı bir yön aldı bu soruşturma. Sonunda beni Erzurum Nenehatun Kız İlk Öğretmen Okulu’na, Bedri’yi Erzincan’ın Selim ilçesi Ortaokulu’na, Hayrettin’i de Kayseri’nin bir ortaokuluna sürerek sorunu kapatmış oldular. Soru-8: Eğitim Enstitülerine seçilecek öğrencilerin seçiminde öğretmenlerin görüş birliği içinde olmaması sizi ne gibi güçlüklere taşıdı? Bundan söz eder misiniz? Yanıt-8: Lise son sınıf öğrencilerinden Eğitim Enstitüleri’ne gitmek isteyen öğrenciler öğretmenler kurulundan geçirilir, öğretmenlerin görüşleri alınarak öğretmen olup olamayacakları kararına varılırdı. Öğretmenlik mesleği için doğal bir seçkiydi bu. Öğretmenler kendilerine verilen bu yetkiyi kullanıverince olumsuz sonuç alanlar öğretmenlere karşı olumsuz tepkilerini gösterirlerdi. Soru-9: “Buzlar Çözülmeden” adlı oyun sonrasında Erzurum’un sağ basınının suçlayıcı yaygarasından sonra sorumluların sessiz kalışlarını neye yorumluyorsunuz? Yanıt-9: O kentte sorumluluk alanlar özellikle yönetimce seçilerek gönderilen, görevlendirilen sorumlulardı. Seçilenler böyle olunca, onların yönetim biçimi de olumsuzluklarla yüklü oluyordu… Soru-10: Yaşamöykünüz ve mesleki çabalarınız gözden geçirildiğinde, etkinliklerinizin başında müsamere ve tiyatronun çok önemli yer aldığını görüyoruz. Yapıtınızın başından sonuna bu etkinlikleri şöyle sıralamak olası: Karaağaç köyünde Cumhuriyet Bayramı nedeniyle müsamere, Bozüyük Atatürk Đlkokulu’nda Keloğlan’ı, yine Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Bilecik’te Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i canlandırdınız; Tokat’ta Tiyatro Derneği kanalıyla Turgut Özakman’ın Ocak adlı yapıtını il ve ilçelerde sahnelediniz, Suşehri’nde ve çevresinde Güngör Dilmen’in Kurban’ını oynadınız, Erzurum’da kızınız Demet’in ilkokulunda Vur Emri adlı yapıtta görev aldınız; Yine Erzurum’da Öğretmenokulunda Fehmi Başkurt’un Buzlar Çözülmeden adlı yapıtıyla öğretmen okullarının kuruluş yıldönümünü kutladınız, ardından bin bir sıkıntı yaşayarak Edirne Öğretmen Okulu Müdürlüğünden ĐneboluĐlyasbey köyü ortaokulunun öğrencileriyle Üfananın Gelini’ni sahnelediniz. Bu denli yoğun çalışmalarınız altında tiyatroya yönelişinizin nedenlerini açıklar mısınız? Yanıt-10: Tiyatronun eğitimde en güçlü araç olduğu inancındayım. Bunun etkinliği yaygın ve örgün eğitimde de geçerlidir. Her öğretmenin bir aktör olmasına inanan bir kişiyim. Ayrıca halk eğitiminde de etkin bir araçtır tiyatro. Soru-11: Sevi, sevgi her genç kızın da, oğlanın da yaşadığı serüvendir. Bunca dalgalı bir yaşamın derinlerinden gelen, daha önce sıcaklıklarını duyumsadığı iki yaştaşıyla mektuplaşırken Gazi Eğitim Enstitüsü sonrasında Tokat Öğretmen Okulu’na atandınız. Öğretmen odasında otururken sigara tutkunuz ağır bastı. Dudaklarınızda sigaranız kibrit aramaya başladınız. O anda, daha önce hiç tanımadığınız çevik bedenli bir elde ince yapılı, küçük sedef kakmalı bir çakmağın yalımı yüzünüzü aydınlatarak, sigaranıza uzanıverdi. Sigaranızı yaktıktan sonra onun yüzüne baktınız. O ise çakmağı size uzatarak “Bu size yakışır!” diyerek ilk armağanı aldınız. Bu yüreğinize düşen ve ötekileri unutturan güçlü bir sevi tutkusuna yöneliş miydi? Yanıt-11: Evet, gerçekten öyleydi, şunu da vurgulamam gerekir ki sonu mutlu bir evlilikle bitti. Bu evlilikten çok sevdiğim iki çocuğum oldu ve çok mutlandım. Soru-12: Bundan sonraki dönemde yeni birlikteliklerinizin birbirini izlediğini görüyoruz. Örneğin Yeni İlköğretim Müfredat Programında, Beden Eğitimi Derslerinde öngörülen değişikliklere göre Öğretmen Okulları’nda nasıl uygulama yapılması gerektiği üzerinde çalışma yaparken, Beden Eğitimi Öğretmeni Faruk Sükan’a Meslek Dersleri Öğretmeni olarak bu konuda Özel Öğretim Metodu dersinde Lafonten’den “Tilki ile Karga” masalını konu olarak derse uygulamasını sağladınız. Başarılı bir sonuç alınınca Öğretmeni Pakize Hanım Faruk Bey’e dönerek ,“Aldığın destek çok kuvvetli, bunun değerini bil,” dedi. Bu konu aranızdaki sıcak ilişkiye yeni katkılar verdi mi? Yanıt-12: Evet verdi, aramızdaki bağ daha bir sıcaklaştı ve bizi birbirimizden kopamaz duruma getirdi. Bu ilişkinin güzel bir yanı da bu ilişkiyi hızlandıracak devinimlerimiz ivme kazandı. Soru-13: Güzelyalı’daki evlenme teklifi bu gelişmenin bir sonucu muydu? Yanıt-13: Kuşkusuz bu gelişme çok mu çok etkili oldu. Soru-14: Her şey güzeldi ama parasız pulsuzdunuz her ikiniz de. Bu yoksunluğu nasıl karşıladınız ve nikâh masasında buldunuz kendinizi? Yanıt-14: Kolumdaki bileziği bozdurarak, Kapalı Çarşı’dan nikâh giysileri aldık. Balayı için de yakınlarımız olanlardan yani nikâh şahitlerimizden borç para aldık ve Yalova’ya yöneldik… Soru-15: Karı-koca Sükanlar’ın herkesi “şaşkınlığa taşıyan” yanları var. Bu şaşkınlık içinde kalan anneniz var, Tokat’a döndüğünüzde de meslektaşlarınız… Bu konudan birazcık söz eder misiniz? Yanıt-15: Annem, damadının yüzüne bakarak, “Bula bula bu keli mi buldun?” dedi. Tokat’a döndüğümüzde de dostlarımızın pek çoğu şaşkınlaştı. Özellikle kayın validem bizi kutlamaya gelenlerin sayısını saymış bir de dikkatsizlik yüzünden kırılan bardaklarının çokluğuna üzülmüştü. Soru-16: Yine karı-koca olarak güzel bir yanınızı da vurgulayalım, yoksunluklar içinde çırpınan öğrencilerinize kucak açmanız, onların eğitimlerini sürdürmeleri için çaba göstermeniz, bu konuyu biraz açar mısınız? Yanıt-16: Tokat’ta özellikle gündüzlü öğrencilerimizden çok güç durumda olanlara olanaklar yaratmaya çalışıyorduk. Bu konuda eşimle tamamen uyum içindeydik. Başarılı olmaları için özen gösteriyorduk. Para, giysi, barınacak yer bulma yardımları yapmaya çalışıyorduk… Soru-17: 1965 seçimleri, dünya görüşünüze ilk “darbe” oldu diyebilir miyiz? Bir yandan kızınız Demet aynı yılın ilkyazında doğmuş, öbür yandan da eşiniz Sivas Ortaokulu’na sürülmüştü. O günlerdeki içinde bulunduğunuz ruhsal sıkıntıdan söz eder misiniz? Yanıt-17: Evet, 1965 seçimleri bize hem sevinç, hem de hüzün verdi. Kızımız Demet’in doğumu sevinç, Đşçi Partisi’nin Tokat’ta seçimi yitirmesi hüzünlendirdi bizi. Ayrıca seçim sonunda eşimin “huzur içinde çalışması için” Sivas Atatürk Ortaokulu’na sürülmesi ailemizin parçalanmasına neden oldu. Her ikimiz de tek maaşa kalarak ekonomik sıkıntı da çektik… Soru-18: Yapıtınızın bir yerinde “Faruk, yaşamı boyunca aile sorunlarımızdan kaçtı. Hiçbir zor günümde yanımda olmadı,” diyorsunuz. Oysa Erzurum’daki, Suşehri’ndeki vb gibi nice değişimlerdeki iyi ilişkilerinizi yansıtıyorsunuz. Biliyorum bu özel bir konu ama, siz açık yürekli bir eğitimcisiniz , bu konudan biraz söz eder misiniz? Yanıt-18: Gerçekten toplumsal amaçlarda birlikteliğimiz birdi ama, ne yazık ki aile yaşamımızda gereken desteği eşimden görmedim. Çalışırken ayrı yerlerde bulunduğumuzda birbirimizle ilişkilerimizin sıcaklığı sürdü. Emekli olup da bir araya gelince ailenin bütün yükü üzerime çöktü. Faruk Bey kendi sorumsuz dünyasında yaşarken, ben evimin ve çocuklarımın eğitim sorunlarıyla savaşmak zorunda kaldım. Soru-19: Suşehri’nden Danıştay kararıyla Erzurum’a döndünüz ama, üzerinizdeki karabulutlar daha bir yoğunlaştı. Bunu en güzel dile getiren de sizden sonra Öğretmen Okulu’na atanmış olan Gülay Hanım dile getirmiş gibidir. Ne diyordu Gülay Hanım “Sizi çok merak ediyordum Şu anda şaşırmış durumdayım. Bana sizi başka türlü anlatanlar, önce boynunuza sarıldılar. Sizi tanıma işi bana kaldı.” Bu iki yüzlülüğe siz ne dersiniz? Yanıt-19: Ne diyelim, Gülay Hanım bir yerde bunu görmüş, oysa buna benzer davranışları pek çok yerde yaşadım ben. Soru-20: Yine Erzurum’dayız, eşiniz Faruk Bey evinizin bulunduğu sokağa döneceği sırada “faşolar”ın saldırısı na uğrar, öylesine bir saldırıdır ki her yanı yara bere içinde kalır. Olayın failleri de bulunamaz. Polis duyarsızdır. O günlerde ülkemizin her köşe bucağında böylesi saldırgan davranışlar olurdu ama, bu yönden Erzurum nasıldı o günlerde? Yanıt-20: Ne yazık ki o günlerde Erzurum daha bir berbattı. Evimiz taşlandı, yolumuz kesildi, yerel gazetelerde hakkımızda suçlayıcı yazılar yar aldı. Sorumlulardan hiç kimsenin kılı kıpırdamadı… Soru-21: Ankara günleriniz… Biriniz atandığınız için, siz de Ankara’daki bir kursa katıldığınız için karı-koca bir araya gelmenin sevincini yaşarken, bu kez de ayni nedenlerle eşiniz bir başka yere kursa çağrılır, yine ayrılık düşer aranıza. Gerçekten bu denli şanssızlığı neye bağladınız? Yanıt-21: Ben Ankara’daki kursa giderken, eşim de Erzurum’daki kayak kursuna gönderilmiş, her iki konumda da bizim bir arada olmamız amaçlanmış ama, ne yazık ki bu ayrılık bir yazgı gibi alnımıza yazılmış işte!.. Soru-22: Ankara Yunus Emre Ortaokulundan Edirne Kız Öğretmen Okulu öğretmenliğine ve yöneticiliğine gönderilmeniz nasıl etkiledi sizi? Yanıt-22: Kendimi haklı gördüm. Öğretmenliğim süresince yaptığım eleştirilerin yerinde olduğunu gördüm. Yetki sahibi olunca pek çok işlerin yapılabileceğini anladım ve yaptım. Bunu 1975 yılında mezun ettiğim öğrencilerimin 15 Mayıs 2010 da toplandıkları Kuşadası’nda şu sözlerle dile getirmelerinden anladım: “Bize bir yıl müdürlük yaptın, bin yıla bedeldi. Elden ele odun taşımamızı, tarım kooperatifimizi, sınıf gezilerimizi, sabah jimnastiklerimizi, 19 mayısta oynadığımız halk oyunlarını asla unutamıyoruz…” Soru-23: Edirne’ye ikinci gelişinizde Kız Öğretmen Okulu öğretmen lisesi olarak karşınıza çıktı. Bu yeni konumdan etkilendiniz mi? Yanıt-23: Elbette etkilendim. Örtülü biçimde öğretmen okulları kapatılmıştı. Lisenin başına koymuş oldukları öğretmen sözcüğüyle halkı kandırmışlardı. Ülkem için Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından sonra en büyük kötülüktü. O günkü düşüncelerimi Milli Eğitim Bakanı’na bildirmiştim. Soru-24: Sizden önceki müdür arkadaşınızın veda konuşmasının sonunda “Umarım gelen gideni aratmaz, her şey gönlünüzce olsun,” diyerek bitirmiş konuşmasını. Sizin meslek sevginizi bilmediği halde nasıl böylesi bir sonuca ulaşmış oldu ki? Yanıt-24: Ben de ona şu karşılığı vermiştim: “Beni hiç tanımadığınız halde bu yargıya nereden vardınız? Oysa ben sizi en iyi dileklerle, alkışlarla uğurlamak isterdim.” Nadir GEZER: Yardımlarınız için teşekkürler Lemanser Hanım. Lemanser SÜKAN: Ben de size teşekkür ederim. NOT: Lemanser SÜKAN’ın Nisan 2010’da Memleket Yollarında adlı bir ANI kitabı yayımlandı. Kitapta Köy Enstitülerindeki öğrenciliğini ve değişik kademelerdeki öğretmenliği sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Kötü baskısına, acemi yayın yönetimine, özensiz redaksiyonuna karşın keyifle okunacak, türünde gerçekten başarılı bir yapıt olan kitap, 1940 lı yıllardan 1980 yıllara kadar eğitim sistemimizi ve Anadolu’yu, ne istediğini hala çok iyi bilen, çok renkli bir hanımın gözünden, kalbinden, içeriden anlatıyor. Okurken keşke daha yetkin ellerde, özenle, daha çok kişiye ulaşacak bir düzenekte, en az iki cilt yapılsaydı bu kalın hacimli kitap diye düşünüyorsunuz. Kadınlarımızın, kızlarımızın o kitaptan, geçmişin köylü kızı, dünün yönetici öğretmeni, bugünün savaşımcı dernek yöneticisi ve aydını Lemanser SÜKAN’dan alacağı çok ders bulunmakta. Bu derslerin başında özgürlüğün bir bağış, armağan olmayacağını, ancak iyi bir eğitim, yükseltilen bir bilinç ve amaca kilitli bir emekle elde edileceği var. Yukarıdaki söyleşi kitabın izleğinden hareketle Nadir GEZER ve Ayten YALÇIN tarafından yapıldı. Yayımlanması için maviADA'ya verildi Şenol YAZICI * ada maviADA 18. SAYI YAZ 2010

  • Aramızdan Bir Kimse

    Nadir Gezer ile Birlikte * Nadir GEZER’i önceden bilsem de asıl tanımam maviaDA Dergisinin kuruluş aşamasında oldu. Şenol Yazıcı’nın yazın dünyasından, insanî özelliklerine özel önem verdiği ender insanlardan biriydi Nadir GEZER. Bir Pazar günü bizi misafir etti, oturduk, konuştuk. maviADA’yı anlattık ona. Heyecanla karşıladı. Şaşırmıştım. Onca yapıtın sahibi,onlarca dergiye tanıklık etmiş bu usta, uzun bir kıştan sonra bahar gelmişçesine sevinçle kucaklayıp konuk etmişti bizi. Şimdi aradan geçen dört koca yıldan sonra, temelinde onun olduğu ikinci sayımız bu ve o, yine aynı dinçlikte, aynı heyecanda... İnsan sormadan edemiyor. Rafların genetiği değiştirilmiş yazarları, yazdıklarınızdan bir şey olmamasının nedeni, sizin bu heyecanı duymayışınız olmasın sakın? Sahi kitap satış rakamları ve reklâm amaçlı tanıtım ve övgü yazıları hariç, gerçek okur tepkisiyle karşılaştınız mı hiç? Sizi hiç aileden biri gibi kucaklayan oldu mu? Öykücülüğünün 25. yılında ağırlamıştık ilk Nadir Amca’yı. 3. sayımızdı. Benim de ilk kitabımın çıktığı zamanlar. O zaman bu denli ciddî bakmıyordum yazma işine. Allah’ın o özel yeteneği verdiği; ama dünyayı kendinden ibaret sanan ve mutlak dolu dolu yaşanması gerektiğini düşünen toy bir çıraktım. Sevgili Şenol Ağabey’e az çektirmedim, sırası gelmişken ona da üzgünüm diyeyim. Benim önemsemeyen tavırlarımın yanında, 25 yıllık emeği ve başarısıyla Nadir Gezer duruyordu. Tüm soyluluğu ve alçakgönüllülüğüyle. Kitap fuarlarından açıkoturum ve söyleşilere, her etkinliğin en ön safındaydı hep. Her üç kişiden dördünün yazar/şair olduğu ve sadece adı geçiyorsa destek olup omuz verdiği toplumumuzda, ilerleyen yaşına rağmen yazma eyleminin emekçilerindendi Nadir Gezer. Ve onun adı hala aynı büyüklükte, hala aynı ışıltıda parıldıyor. Şenol Yazıcı’nın ona neden önem verdiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Dosyalarımızdan biri Anadolu Edebiyatı olunca yanı başımızda bir çınar gibi duran Nadir Gezer’i unutur muyduk? Bu söyleşiyi, maviADA’nın o ilk günlerinde tuttuğum notlar da dâhil olmak üzere, çeşitli etkinlik öncelerinde ve kitap fuarlarında yaptığımız sohbetleri ve Nadir Amca hakkında yazılmış yazıları derleyerek hazırladım. Yardımlarından dolayı kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Ömrün uzun, soluğun hep böyle olsun Nadir Amca. Yusuf YAĞDIRAN maviADA: Sevgili Nadir Gezer, öncelikle görüşme isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederek başlamak istiyoruz. Nadir GEZER: Ben de göstermiş olduğunuz ilgiye çok teşekkür ediyorum. maviADA: Her görüşmenin Amentüsüdür, biz de öyle başlayalım. Kimdir Nadir Gezer, kısaca anlatır mısınız? Nadir GEZER: Öykü ve roman yazarıyım. 19 Mayıs 1930 yılında Bursa’ya bağlı İnegöl ilçesinin Eymir köyünde doğmuşum. Eymir İlkokulu(1945), Arifiye Köy Enstitüsü(1952), Gazi Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü(1954) mezunuyum. İngiltere’de iki yıl dil eğitimi gördüm(1966– 1968). Çorum (1952), Derik/Mardin (1954–1955), Beşikdüzü/Trabzon (1956–1959), Manisa (1959–1962),İnegöl/Bursa(1962–1968), Diyarbakır (1968–1971) ve Bursa’daki(1971–1980) MEB’e bağlı köy ve merkez okullarında öğretmenlik yaparak emekli oldum. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği üyesiyim. İlk şiirim “Son Yolculuk” 1968 yılında Sorunlarımıza Işık adlı bir gazetede (İnegöl); ilk öyküm de Fakir Baykurt’un tanıtıcı bir yazısıyla birlikte Türk Dili dergisinde (sayı:330, Mart 1979) yer aldı. Diğer ürünlerim Türk Dili, Edebiyat ’81, Dönem, Kıyı, Yaba - Öykü, Damar, Cumhuriyet Kitap, Biçem, Yeni Biçem, Çağdaş Türk Dili, Yaklaşım, maviADA dergileri, Cumhuriyet ve Bursa’daki yerel gazetelerde yayımlandı. maviADA: Peki, yazın yaşamınıza özel bir başlık açıp değinelim isterseniz. Nasıl başladınız yazmaya, küçüklükten gelen bir esin miydi sizi yazma eylemine iten? Nadir GEZER: 12 Kasım 1966 günü Edirne’den ayrılmış, Avrupa topraklarında trenle yolculuğa başlamıştım. Yolculuğum İngiltere’ye. Londra’dan da Exeter’e yolculuk, ülkemin anlaştığı dil okulu orada ve ben bir İngiliz’in evine ücret karşılığı konuğum. Şık bir odam var. Babamı kanser sayrılığından yatar bırakmıştım. Önce onun yitiklik salığını aldım işte bu odamda. O güne dek kalemi elime alıp, yazın dünyama katkıda bulunacak tek satır yazmamıştım. 28 Ocak 1967’de ilk kez duygulanmışım, şu dizeleri karalamışım: “ Bir odam var dört duvarla sarılı Bir odam var içi yalnızlıkla dolu ” “Bir Oda” şiirimin adı. Çocuksu dizeler sıralanmış art arda. Bu şiirden sonra yazın dünyama beni sürükleyen ve birbirini izleyen şiirler yazmışım. Eşim, haftada bir (ayda bir de Varlık dergisini ekleyerek) Bana Cumhuriyet gazetemle Varlık dergisini gönderiyordu. Bir yandan İngilizce çalışıyor, öbür yandan da gazetemle dergimi baştan sona okuyordum. I. defterime 44, II. defterime 51, III. defterime 30 olmak üzere toplam 125 şiir yazdım bu dönemde. Bu şiirlerimin yüzünü (100) daha sonra “Karbeyazı Geceler Üstüne adlı yapıtımın arka sayfasına koymuştum. Yine bu şiirimi İngiltere’den dönüşte İnegöl öğretmenlerinin yayın organı olan Sorunlarımıza Işık(TÖS) adlı 15 günde bir yayımlanan gazetede yayımlamıştım. Sonra uzun bir suskunluk… maviADA: Böyle şevkle başlamışken neden susmayı tercih ettiniz? Bu bir tercih miydi, yoksa zorunluluk mu? Nadir GEZER: İngiltere’den dönüşte Diyarbakır Koleji’nde üç yıl çalıştım. Bursa’da yeni bir kolejin açılması nedeniyle(1970’de) Bursa’ya atandım. Kısa bir süre sonra da kolejin yönetiminde görevlendirildim. Gerek Diyarbakır’da gerekse Bursa’da yoğun çalışmam nedeniyle ilgilenemedim.. 1978’in Kasım ayında Anadolu Lisesi’nin yönetiminden kendi isteğimle, öğrenci alımlarındaki etiksizlikler nedeniyle ayrıldım, mesleğimin geri kalan iki yılını Atatürk Lisesi’nde tamamlarken, yöneticilikten ayrılmam nedeniyle kendime özel çalışma zamanı ayırabildim. İşte o sıra dört öykü üzerinde çalıştım. Bu dört öykümü Türk Dili dergisine yolladım. Bu arada sevgili Fakir’e de bir mektup yazarak durumumu anlattım. Çok kısa bir süre sonra Fakir’den aldığım mektup, yazma isteğimi olağanüstü kamçıladı. Benden yaşamöyküm isteniyordu; iki öyküme bir arada-aynı sayıda- yer vereceklerini bildiriyorlardı. O yıl yaşım 48’den 49’a gidiyordu. İstenilen bilgileri hemen yazdım ve postaladım. Ve ilk sayıda “Muhbir Halil” adlı öykümle “Zeybek Ahmet”e arka arkaya yer verildi(1 Mart 1979 tarih ve 330 sayılı dergide). Fakir Baykurt, “Öyküde Yeni Bir Arkadaş: Nadir Gezer” başlıklı yazısında şunları söylemişti: “Türk Dili; okuru, ozanı, yazarı bol bir dergi. Postacıların getirdiği zarflardan dolu dolu şiirler, öyküler, değini yazıları, incelemeler çıkıyor. Yazı kurulu bunları inceliyor. Seçilenler sıraya giriyor. Sıra bekleyenler dosyaları dolduruyor. Çoğunlukla yeni başlayanların benzer nitelikli çalışmaları bunlar. Bu bolluk içinde bir bakıma kıtlıktır yaşadığımız. Ama arada bir parlayıveren, umut veren, usta işi parçalar yüzlerimizi ışıtır. Kurulda birbirimize uzatır, “şunlara bir de sen bak!” dediğimiz olur. Bu sayıda okuyacağınız “Muhbir Halil” ile “Zeybek Ahmet” bunlardan. Nadir Gezer, öğretmenlik yaptığı Bursa’dan dört öykülük bir zarf yollamış dergiye. Birer tane bölüştük. Okuyup yeniden buluştuğumuz- da aynı sözleri söyledik birbirimize: “Yapıdaki başarı, usta işine benziyor. Dil güzel. Konulara yaklaşım yeni…” Yaşam denizinde uzun uzun kulaç atmış bir insanın yalın ve sıcak anlatımıydı bizi etkileyen. Dilde ve anlatımda görülen ufak tefek savrukluğun yanında kurgudaki sağlamlık ve arınmışlık bu öykülerin ilk göze çarpan özelliğiydi. Yazar ele aldığı insanları ve olayların geçtiği çevreyi yakından tanıyordu. Bu yüzden anlattıkları inandırıcı oluyordu. Nadir Gezer’e başarılar diliyoruz. Çalışkanlığının verimlerini merakla bekliyoruz.” maviADA: Şüphesiz onur verici sözler. Hele Fakir Baykurt gibi bir devin kaleminden çıkmış olması… Sözünüzü kesmiş olmayalım. Devam edin lütfen. Nadir GEZER: Daha sonra iki öyküme daha farklı sayılarda yer verildi. Bu gelişmenin ardından çalışmalarıma hız verdim. 1981 yılında Nevzat Üstün Öykü Yarışmasına dokuz öykülük bir dosyayla Hanife Nine’den Öyküler katıldım. 5.11.1981 tarihli yıldırım telle Umut Sanat Ürünleri Yönetmeni Seher Karabol imzalı şu haberi aldım: “Sizi kutlarız. 81 Nevzat Üstün Öykü Ödülünü aldınız. 8 Kasım Pazar günü Şükran Üstün’ün evinde saat 17.00’da toplantımız var.” Belirtilen gün ve saatte söylenilen adreste buluştuk. Plâketimizi aldık, resimler çekildi. Ertesi gün İstanbul Radyosunda Cumhuriyet Gazetesinde yapılan söyleşilere katıldık. Yazko Edebiyat dergisinde, yargıcılar kurulu kitabımı şöyle tanıttı: “Nadir Gezer, acı tütünün tozunu, toprağını, acı zifirini biliyor. Köy yaşamının ağır işçisi kadınların acılarla dolu yaşamından dolu dolu kesitler veriyor Hanife Nine’den Öyküler’de. Bursa’nın İnegöl insanlarını, Eymir köyünün kadınlarını veriyor, ilginç konuları işleyerek…” Hanife Nine’den Öyküler adlı yapıtımın ilk basımı “Ödül Alan Kitaplar”dan, sonradan da dört öykümün eklenmesiyle Başak Yayınlarından ikinci basımı çıktı. maviADA: Öykünecek bir başarı. Başlangıç noktanız bu ödül olsa gerek. Hanife Nine’den sonra neler oldu, onlardan da söz eder misiniz lütfen? Nadir GEZER: Daha sonra Güneş dergisinin 21. yy. yarışmalarının (1990/91) birincisinde, öykü dalında, “Döktürü” adlı öykümle 9. olarak “En İyi On Eser” mansiyon ödülünü aldım. Yine ilk romanım “BOŞLUKTAKİ ADAM” Ferit Oğuz Bayır yarışmasında “mansiyon”la değerlendirildi. Ayrıca 2001’de ÇGD Bursa Şubesi Eğitim ödülünü kazandım. maviADA: Tam anlamıyla eğitime ve yazına adanmış bir ömür… Peki, bu ömre kaç yapıt sığdırdınız? Nadir GEZER: Yapıtlarımı gün ışığına çıkma sırasına göre şöyle sıralayabilirim: Hanife Nine’den Öyküler(1981)–Dört yeni öykü eklenmiş ikinci baskısı(1995) – Öykü/Yürüyen Gece(1988) – Öykü/Puslu Hüzün(1989) – Öykü/Kırılgan Umutlar(1998) – Öykü/Şenlet Öğretmenin Destanı(2000) – Şiir/Öykü/Boşluktaki Adam(1990) – Roman/Aydınlığa Yürüyenler(1993) – Roman/Yalnız Adamın Düşleri(2000) – Şiir/Roman/Karbeyazı Geceler Üstüne(2000) – Şiir/Yerodamdan Notlar(1998) – Deneme/Yitikler Arasında Zaman(2000) – Yazarlar üzerine Çalışmalar/Mustafa Kemal, Ulusal Eğitim Köy Enstitüleri(1999) – Eğitim/Uludağ Eteklerinden Sis dağına(2002) – Gezi/Yürek Bağı(2005) – Öykü/Küçük Şirin Evin Gizleri(2005) – Roman/Muştucu Ata ve Onun Yaratıları(2009) - Roman maviADA: Sevgili Nadir Gezer, şüphesiz ki siz toplumcu-gerçekçi edebiyatın başat yazarlarındansınız. Doğan Hızlan bir değerlendirmesinde, köy hikâye ve romanlarında rastlanan konulara yeni boyutlar, yeni tatlar, yeni insancıl yaklaşımlar getirdiğinizi vurguluyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Nadir GEZER: Benimle ilgili en önemli noktayı Nazım Kutlu vurguluyor: “ Yaşanmış ve yaşanmakta olan toplumsal sorunları öykülerin çıkış noktası yapıyor. Fakat toplumsal sorunları anlatacağım diye insan gerçeğinden uzaklaşmıyor. Öykülerde toplum-birey ilişkisi çelişki ve karşıtlık temelinde yükseliyor.” Ben bu halkın bir bireyiyim. Hep onların yanındaydım. Sıradan bir gözlemci niteliğinin çok ötesinde bir bağ var onlarla aramda. Ben yaşadığımı, duyumsadığımı yazdım hep. Başarımın temelinde de bu birlikteliğin olduğunu düşünüyorum. maviADA: O zaman sizin masabaşı edebiyatı yapmadığınızı dile getiren Ruşen Hakkı’nın söyledikleri de birebir doğruyu yansıtıyor. Yapıtlarınız için “onun eserindeki tüm kadınlar ve erkekler biz yaşadık, yaşıyoruz derler” diyor Ruşen Hakkı. Nadir GEZER: Evet, aslında özü bu. Sadece Ruşen Hakkı değil, Mehmet Başaran, Muzaffer Uyguner ve Mahmut Makal da aynı temelde ele almışlardır yapıtlarımı. “Yürüyen Gece” üzerine yazan Mehmet Başaran ve Muzaffer Uyguner’in; “Puslu Hüzünler”İ gönendirici bir aşkla değerlendiren Fahrettin K. Nitter ve Nazım Kutlu’nun; “Aydınlığa Yürüyenler” i aydın kalemiyle daha bir ışıldatan Mahmut Makal’ın söylediği her bir söz, ne denli doğru yaptığımı görmemde yardımcı olan birer aynadır benim için. maviADA: Saydığınız adlar içinde Mahmut Makal’a özellikle değinmek ve “Aydınlığa Yürüyenler” üzerinde yaptığı değerlendirmeden bir bölümü dile getirip sözü size bırakmak istiyorum. Diyor ki Mahmut Makal, “Aydınlığa Yürüyenler’in oluşmasını iki yönden önemli sayıyorum. Birinci yönü, araştırmanın çok yönlü yapılmış olmasıdır. İkinci yönü de olaylar dizgesini yazarın kafasında ve yüreğinde yoğurmasıdır. Köy Enstitüleri gibi bir olayın olgunlaşması, yazarda bir dürtü oluşturması, ancak ve ancak böyle olabilir. Nadir Gezer, yapıtını hem çok yönlü bir inceleme süzgecinden geçirerek oluşturmuş, hem de olayları akıcı bir dille anlatmış; kafasında ve yüreğinde yoğurarak yazdığı romanını okura sunmuş. Aydınlığa Yürüyenler, belgesel bir yapıt değil. Ama belgesel verilerden yararlanmış. Arifiye Köy Enstitüsü’nün ilk kuruluş yılından son yıkılış yılına kadar süreyi bütünüyle vermiş.” Nadir GEZER: Aydınlığa adanmış bir ömrün öznesi onur olsa gerek. Ve bu “onur” nişanesi, çok az kişi ya da kuruma Köy Enstitüleri’ne ve onun cefakâr eğitim emekçilerine yakıştığı kadar yakışır. “Aydınlığa Yürüyenler”le bu halkın Köy Enstitülerine olan vefa borcunu ödemeye çalıştım ben. Yapıtım, bugün yaşanan pek çok acıya ışık tutar aslında. Yaratıcı aklın yittiği noktaya götürür okuru. Bugün içinden çıkılmaz hale gelen(kangrenleşmiş) toplumsal aksaklıkların, hangi karanlığın sonucu olduğuna… maviADA: Öykücülüğünüzde Anadolu insanını anlatma becerinizin yanı sıra Türkçeyi kullanma ustalığınızın da payı büyük. Arı bir dili halı dokur gibi dokuyorsunuz. Buradaki ölçütünüz nedir? Nadir GEZER: Gerek Türkçeyi kullanmada, gerek anlatım tekniklerini seçme ve kullanmada, Anadolu işi yaklaşımı seçtim hep. Kaynağını atalar sözünden ve imece köy yaşamından alan diyaloglar ve eylemlerle örülmüş bir yapıdır benim yapıtlarımda bulduğunuz. Aslında çok basit bir gerçekten yola çıkıyorum yazarken “bulanık suda balık avlanmaz”. Bu yüzden lâfı dolandırmadan, bezeme ihtiyacı hissetmeden, gerçeğin doğasına en uygun şekilde söylüyorum. Yapıtlarımın dilindeki açıklığın, arılığın ve yalınlığın sebebi budur kısaca. maviADA: Zaman ve mekân kullanımında da aynı mihenk taşını kullandığınızı söylemek yanlış olmaz herhâlde? Nadir GEZER: Söz ettiğiniz yaşayan mekânları yaşanan zamanlarla anlatmaksa haklısınız. Halkı anlatıyorsanız ve o halkın bir parçasıysanız bir şeyi çok iyi bilirsiniz. Evrenin en köklü yasası, “emek ve sömürü veraseti”dir. Bu gerçek, tüm yapıtlarımda esastır. Tabiî bu köklü sorunun en yürekli ve cefakâr yüklenicisi Anadolu kadını da… maviADA: Ömrünü eğitim ve yazın dünyasına adamış “nadir bir çınar”sınız. Sizi yazdıklarınızla eş anmak ve değerlendirebilmek kolay değil. Bir ömürlük mücadele ve emek, bir iki sayfaya sığmaz elbet; ama önsözü olmayan kitap yoktur sonuçta. Okurlarımıza bu görüşmeyi bir önsöz bilip sizi kendi satırlarınızla okumalarını önermektir bize düşen sonsöz. Karanlığın bunca çoğaldığı bir dünyaya aydınlığa yürümek düşer nihayet. Görüşme isteğimizi aynı sevinçle karşıladığınız, bizi ışığınızdan mahrum bırakmadığınız için çok teşekkür ediyoruz. Nadir GEZER: Ben de size çok teşekkür ediyorum. Anadolu’nun sesi tümden kısılmamışsa; egemen güçler, yazın dünyamızı bütünüyle ele geçirememişse; bunda en büyük pay sizlerin, maviADA gibi İMECE dergilerindir. Sağ olun, var olun… * maviADA Dergisi GÜZ 2010 SAYISI

  • Söyleşiler

    Türk ve Dünya Edebiyatından söyleşi örnekleri bulacağınız, maviADA'nın yaptığı sayısız SÖYLEŞİLERİ okuyabileceğiniz... SÖYLEŞİ sayfamızı görmenizi öneririz.

  • SAMİM KOCAGÖZ’LE  Söyleşi

    /SAMİM KOCAGÖZ/ Aydın Söke'nin tanınmış bir çiftçi ailesinden gelen Kocagöz, toplumcu gerçekçi köy romanının önemli isimlerindendir. Köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını anlatır. Güçlü gözlemleri ,yalın bir dili ve gerçekçi bir tutumu vardır. Dünya Hikâyecilik Yarışmasında “Sam Amca” adlı öyküyle birincilik ödülünü kazanmıştır. Konularını doğup büyüdüğü yörenin toprak meselelerinden, sınıf çatışmalarından, siyasi çekişmelerinden almıştır. “İkinci Dünya”, “Yılan Hikâyesi”, “Bir Çift Öküz” romanlarında doğup büyüdüğü Batı Anadolu’da Menderes Nehri çevresindeki köy ve kasabalarda yaşayan köylülerin sorunlarını köylü-ağa, köylü idare çatışması içinde ele almıştır. “Kalpaklılar” ve “Doludizgin” romanlarında Kurtuluş Savaşı’nı ele almıştır. Batı cephesini anlatmıştır. Kişileri çok canlı tasvir etmiştir. “Onbinlerin Dönüşü” romanında konusunu İstanbul Üniversitesi çevresinde gelişen olaylardan ve fikir çatışmalarından alır. Söyleşi ölümünden önce yapılmış ve maviADA'nın 2007 Güz sayısında yayınlanmıştır. ​Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi”, sizin kaçıncı romanınız oluyor? Bu romana gelinceye değin yazdığınız romanlarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığınız kesitlerine nasıl yaklaştınız? Samim KOCAGÖZ: “Mor Ötesi”, benim onuncu romanım oluyor. Romanlarımda, Mustafa Kemal Paşa’nın halkı ile birlikte yaptığı Kurtuluş Savaşı, sömürgecilere karşı ölüm kalım savaşı vardır (Kalpaklılar – Doludizgin). Bu savaştan sonra, cumhuriyetimizin halka inmesi, yerleşmesi vardır (Nabi’nin Park Kahvesi). Halkın toprak kavgası, bu açıdan çok partili yönetime bakışı vardır (Yılan Hikayesi). Halkın çeşitli sınıflarının Cumhuriyet’in kuruluşuna, gelişmesine bakış açısı vardır (İzmir’in İçinde). Halkın içinden çıkıp, halkı ile bütünleşmek isteyen gençliğin kaynaşması vardır (Onbinlerin Dönüşü). Kısacası her romanım, halkımızın kaynaşmasını, dalgalanmasını ele almaktadır. Ne var ki bu ele alış; kararla, şöyle yapayım, böyle yazayım diye bir ele alış değil, içimden gelen bir duygu, halkıma duyduğum sonsuz bir ilgi ve sevgidir. Elbet bu söylediklerim, yine on cildi bulan öykülerim için de geçerlidir. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi”, son on yılın, belki daha önceden başlayan toplumsal çöküntünün, kişiler üzerinde yaptığı ahlak çözülmelerinin bir aynası mıdır? Samim KOCAGÖZ: Bu söylediğiniz doğrudur. Bir de yıllar yılı süregelen bilimcilere, sanatçılara yapılan baskıları, gerçekçi gözlemlerle dile getirdiğini söylemeliyim. Asım ÖZTÜRK: Sizin bütün romanlarınızda, bütün öykülerinizde, sürekli yaşama olumlu yaklaşan, onun çelişkilerine sağlıklı bakış açıları getiren kahramanlarınız var. Bu romanınızda da böyle örnek alınacak ya da yaşamın doğrularını koruyacak, onu savunacak kahramanlarınız var mı? Samim KOCAGÖZ: Evet. “Mor Ötesi” romanımdaki emekli öğretmen ve bilimci Salih Hoca, Yargıç Nedim Bey, Atatürk döneminde yetişmiş birer kahramandır. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi”, toplumsal içeriğinin yanı sıra sürekli konuşmalarla gelişiyor. Daha önceki romanlarınızda bu denli kısa tümcelere sık rastlanmazdı. Romanda böyle bir biçim uygulayarak, kısa ama derinliği yoğun olan tümcelerle toplumumuzun son yıllarını mı anlatmaya çalıştınız? Samim KOCAGÖZ: Haklısınız. Bu romanda yoğun bir anlatım biçimi denedim. Toplumumuz son yıllara nasıl geldi derken, son yılların içine, geçen yılların gelişmelerini yerleştirdim. Ayrıntılardan vaz geçmek cesaretini gösterdim. Asım ÖZTÜRK: Sanki romanın tamamı ardı kesilmeyen bir konuşmanın ya da kesintiye uğramamış bir birlikteliğin yansıması gibi. İçinde bulunduğumuz yaşamın kentsel akışını bu biçimiyle de korumak mı istediniz? Romanda olaylar birbirini izlerken insan kendini yaşamın içinde buluyor. Güncelliğin soluğunu içinde duyuyor. Bu tavır günümüz insanını mı yansıtıyor? Samim KOCAGÖZ: Çok teşekkür ederim. Romanımın bir yönünü ne güzel açıkladınız. Bu sorunuza karşılığım sorularınızın içinde. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi” romanınızın hemen ardında bir de öykünüz var. Bu öykünüzde çok farklı bir toplumu anlatıyor gibisiniz, ama bizi anlatıyorsunuz. Bu konuda ne söyleyeceksiniz? Samim KOCAGÖZ: Günümüz dünyasında kimi zaman toplumların kaderi, kaynaşması, içine düştüğü açmazlar, birbirine benziyor. Hele toplumları sömüren egemen güçler dünyayı yönetmeye kalkışınca, ezilen bu toplumların kurtuluş için çırpınması da birbirine benzer özellikler taşıyor. Asım ÖZTÜRK: Sizin bu iki çalışmanız, son yıllarda iyice gerçek yaşamdan soyutlanan bir roman ve öykü tavrına karşı bir yanıttır diyebilir miyiz? Samim KOCAGÖZ: Bu konuda ben, bir şey söylemeyeceğim. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi” romanınızdan sonra kitabınıza koyduğunuz “Simon Pepeta” adlı büyük öykünüzde bir yönüyle Güney Amerika havasını nasıl yakaladınız? Samim KOCAGÖZ: Bize Güney Amerika çok uzak. Ne ki okuduğum Güney Amerika ile ilgili kitaplardan bu havayı bulmaya çalıştım. Ne ki Güney Amerika’yı da anlatmak, amacım değildi. Değildi ya Güney Amerika da vardır öykümde. Asım ÖZTÜRK: Kitaplarınızın baskılarının hemen hemen hiçbirinin kitapçılarda kalmadığını görüyoruz. Onların düzenli ve yeniden baskıları için herhangi bir girişiminiz var mı? Samim KOCAGÖZ: Çok girişimlerim oldu, nedenini anlayamadığım birtakım olaylar yüzünden şimdilik hiçbir yayıncı kitaplarımın yeni baskısı için istekli görünmüyor. Asım ÖZTÜRK: son iki üç yılda basın ve yayın alanına getirilmek istenen ve bir ölçüde getirilen yasal olmayan baskılar ve ekonomik baskılar Türk edebiyatını ve sizi ne ölçüde etkilemektedir? Bu konumda yazarlara ve sanatçılara düşen sorumluluklar var mıdır? Samim KOCAGÖZ: Çok büyük sorumluluklar vardır, bu konuda yazılacak çok önemli konular vardır. Bir de yazıp yayınlamak için çok güçlükler çektiğimiz sorunlar vardır. Sosyalist bir yazar bilinçli çalışıyorsa halkın ve kişinin gözü açık gördüğü düşlerin sözcüsüdür. AsımÖZTÜRK: Son romanınız olan TARTIŞMA’dan sonra yeni romanınız var mı? Samim KOCAGÖZ: Var. ESKİ TOPRAK adıyla üç yıl çalışıp ortaya koyduğum yeni bir romanım var. Umuyorum önümüzdeki sonyazdan sonra yayınlanabilir. Yazdım bitirdim; konunun bence çok önemli olmasından ötürü yeniden elden geçirmek istiyorum. Asım ÖZTÜRK: Sözünü ettiğiniz son yapıtınız ülkemizin belirli tarihsel sürecini mi ele alıyor? Belirli tarihsel süreci ele alıyorsa bu kesite nasıl ışık tuttunuz? Samim KOCAGÖZ: Yeni romanım Türkiye’deki 1900’lerden gelen sosyalist kaynaşmanın bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Romanın fonunda Türkiye’nin bugüne dek illegal kalmış sosyalist savaşımının tarihsel bir görüntüsü vadır. Bu görüntüyü kuru bir biçimde ortaya koymamak için eski yaşlı bir sosyalistin yaşam öyküsünü araç olarak kullandım. Bir tarihsel kesite ışık tutan bu romanım ve romanımın kişisi tüm çaresizliklere karşın gelişmenin iyimser bir sembolü olarak ortaya çıkmaktadır, ki yazar olarak ben de iyimserim. Bir de 1919’lardan 1929’lardan bu yana sosyalist kaynaşmanın liderliğini yapan namuslu liderlerin artık görevlerini tamamladığını ve savaşımı gençlere bırakmasını vurgulamaktadır. Asım ÖZTÜRK: Ele aldığınız tarihsel süreç içinde belgelerden ve yaşanmış olaylardan yararlandınız mı? Samim KOCAGÖZ: Evet, ele aldığım konuda 1900’lerden 1970’lere değin süren sosyalist kaynaşmaların bulabildiğim belgesel kitaplarından ve belgelerden, zamanla topladığım gazete kupürlerinden yararlandım. Asım ÖZTÜRK: Ülkemizde ve uluslar arasında sosyalist gerçekçi bir yazar olarak tanınıyorsunuz. Son yapıtınızda olayları ve tarihsel süreci bu açıdan ele aldığınızı söyleyebilir miyiz? Samim KOCAGÖZ: Evet, az önce de söylemiş olduğum gibi Romanın bu sürecin yansımalarını tam olarak anlatmış olmasını umuyorum. Asım ÖZTÜRK: Bundan sonraki çalışmalarınızdan söz eder misiniz? Samim KOCAGÖZ: Bundan sonra yazılacak öykülerim var, bir romanı da geliştirmekteyim. Ne var ki bundan önceki edebi çalışmalarım ve 1940’tan bu yana içinde bulunduğum edebiyat çevreleri(altmış dört yaşıma geldiğimden) konusunda anılarımı yazmak istiyorum. Zaman zaman bu konuda tuttuğum notlarım hazır. Yıllar boyu tuttuğum bu notlardan yararlanarak önümüzdeki kış çocukluğumdan başlayarak bir roman havası içinde, gerçekleri içine alan anılarımı yazacağım. Asım ÖZTÜRK: Verdiğiniz bilgiler için çok sağ olun. Samim KOCAGÖZ: Siz sağ olun. * Samim Kocagöz 1916 yılında söke'de doğdu. 1928'de ilkokulu bitiren kocagöz, ortaokul ve lise öğrenimini izmir erkek lisesi'nde tamamladı. 1937 yılında liseyi bitirdikten sonra da en büyük amacı olan edebiyat öğrenimini almak üzere istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü'ne girdi. 1942-45 yılları arasında isviçre'nin lozan üniversitesi'nde sanat tarihi ve felsefe tarihi dersleri aldı. yazarlığının yanı sıra öğretmenlik de yapan kocagöz, izmir devlet konservetuvarı'nda tiyatro tarihi, edebiyat; kısa bir süre çalıştığı izmir ticaret lisesi'nde de edebiyat dersleri verdi. öykü ve yazıları serveti fünun-uyanış, ses, yürüyüş, vatan, fikirler, yenilikler, yeditepe, yeni ufuklar, ataç, yön, türk dili, varlık, adam sanat, cumhuriyet gibi dergi ve gazetelerde yer alan samim kocagöz, yazın yaşamına 1938 yılında ikinci dünya romanıyla başladı. olgunluk dönemindeki eserlerinde rastlanmayan romantizmin etkin olduğu bu romanını, diğer roman ve öyküleri izledi. ilk öyküsü "yarıntı" 1939'da ses dergisinde yayımlandı. "yarıntı" ile başlayan öykücülük serüveni, telli kavak (1941), sığınak (1946), sam amca (1951) kitaplarıyla şekillendi. yeni istanbul ve new york herald tribune gazetelerinin 1950 yılında düzenledikleri dünya hikâye yarışması'nda "sam amca" öyküsüyle türkiye birincisi oldu. 1944 yılında tamamlanıp 1948'de yayımlanan bir şehrin iki kapısı adlı romanı, yazarın toplumcu gerçekçi çizgisini yansıtan ilk romanı olarak değerlendirildi. roman, 1985'te yapılan ikinci baskısında nabi'nin park kahvesi adıyla yayımlandı. 1946'da vatan gazetesinde çıkan "fındık yaprakları" öyküsü nedeniyle sivas'a sürüldü. hüsamettin bozok'un kurduğu yeditepe yayınevi'nin 1955-1960 yılları arasında ortağı oldu. öykücülüğünün ikinci dönem eserleri olan cihan şoförü (1954), ahmet'in kuzuları (1958), yolun üstündeki kaya (1964) kitapları basıldı. kocagöz, 1957'de çıkan onbirlerin dönüşü'nde, ikinci dünya savaşı sırasında ortaya çıkan fikir hareketleri/ayrılıklarını, insanların düşkırıklıklarını anlattı. kalpaklılar-doludizgin (1962) ise kurtuluş savaşı ve milli mücadele ekseninde yaşananların anlatıldığı beşinci romanı oldu. yağmurdaki kız adlı öykü kitabıyla 1968 türk dil kurumu öykü ödülü'nü kazandı. üyesi olduğu türkiye işçi partisi'nden 1970 yılında ayrıldı. tip'te geçirdiği yıllara dair gözlemlerini ve davutpaşa kışlası'ndaki tutukluluk zamanlarını anlattığı tartışma (1976) adlı romanında 12 mart müdahalesine yer verdi. yazdığı oyunlarından yalnızca sayılı günler ve yaşlı kız okura ulaştı. yokluk içinde yaşayan, bir karış toprağı bile olamayan yörüklerin, cumhuriyet öncesi yaşamlarını anlattığı bir karış toprak (1964) adlı romanının devamı olarak, cumhuriyet sonrası dönemde bir çift öküze sahip olamak isteyen göçmenlerin dramını anlattığı bir çift öküz (1970) romanı yayımlandı. demokrat parti'nin son yıllarıyla 27 mayıs'a geliş sürecini anlattığı ve 1973 yılında yayımlanan izmir'in içinde adlı romanıyla türkiye'nin siyasal durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. 1978'de basılan alandaki delikanlı adlı öykü kitabıyla 1979 lions hikâye ödülü'nü aldı. kocagöz'ün, roman, romancı, okur, eleştirmen, sanat, edebiyat, türk edebiyatının dünya edebiyatı içindeki yeri üzerine yazdığı yazılarının bir araya getirildiği deneme kitabı roman ve yazarlık onuru 1983'te yayımlandı. sosyo-politik olayların konu edildiği öykü kitaplarından biri olan gecenin soluğu 1985 yılında çıktı. eserlerine konu olan, türkiye'nin toplumsal yaşamına etki eden dönemlerden birini, 12 eylül 1980'in getirdiklerini anlattığı on birinci romanı mor ötesi, 1986 yılında, "simon pépéta" adlı uzun öyküsüyle birlikte yayımlandı. bu romanıyla 1987 ferit oğuz bayır roman ödülü'nü kazandı. 1989 orhan kemal roman ödülü'nü aldığı en son romanı eski toprak'ta (1988), 12 mart 1971'e geliş sürecini sorguladı. 1989 yılında çıkan bu da geçti yahu adlı anı kitabından bir yıl sonra baskın adlı öykü kitabı yayımlandı. aynı yıllarda geçirdiği felce rağmen yazmaya devam etti. samim kocagöz, 5 eylül 1993 tarihinde, tasarladığı "kocagözgiller" romanını tamamlayamadan aramızdan ayrıldı. kocagöz'ün başta öyküleri olmak üzere, yapıtlarından bazıları yabancı dillere çevrilmiş, uluslararası antolojilere girmiş ve hakkında çeşitli makaleler yazılmıştır. kaynak: Ekşi Sözlük * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * * *

  • Samim Kocagöz'le Söyleşi

    /SAMİM KOCAGÖZ/ Aydın Söke'nin tanınmış bir çiftçi ailesinden gelen Kocagöz, toplumcu gerçekçi köy romanının önemli isimlerindendir. Köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını anlatır. Güçlü gözlemleri ,yalın bir dili ve gerçekçi bir tutumu vardır. Dünya Hikâyecilik Yarışmasında “Sam Amca” adlı öyküyle birincilik ödülünü kazanmıştır. Konularını doğup büyüdüğü yörenin toprak meselelerinden, sınıf çatışmalarından, siyasi çekişmelerinden almıştır. “İkinci Dünya”, “Yılan Hikâyesi”, “Bir Çift Öküz” romanlarında doğup büyüdüğü Batı Anadolu’da Menderes Nehri çevresindeki köy ve kasabalarda yaşayan köylülerin sorunlarını köylü-ağa, köylü idare çatışması içinde ele almıştır. “Kalpaklılar” ve “Doludizgin” romanlarında Kurtuluş Savaşı’nı ele almıştır. Batı cephesini anlatmıştır. Kişileri çok canlı tasvir etmiştir. “Onbinlerin Dönüşü” romanında konusunu İstanbul Üniversitesi çevresinde gelişen olaylardan ve fikir çatışmalarından alır. Söyleşi ölümünden önce yapılmış ve maviADA'nın 2007 Güz sayısında yayınlanmıştır. ​Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi”, sizin kaçıncı romanınız oluyor? Bu romana gelinceye değin yazdığınız romanlarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığınız kesitlerine nasıl yaklaştınız? Samim KOCAGÖZ: “Mor Ötesi”, benim onuncu romanım oluyor. Romanlarımda, Mustafa Kemal Paşa’nın halkı ile birlikte yaptığı Kurtuluş Savaşı, sömürgecilere karşı ölüm kalım savaşı vardır (Kalpaklılar – Doludizgin). Bu savaştan sonra, cumhuriyetimizin halka inmesi, yerleşmesi vardır (Nabi’nin Park Kahvesi). Halkın toprak kavgası, bu açıdan çok partili yönetime bakışı vardır (Yılan Hikayesi). Halkın çeşitli sınıflarının Cumhuriyet’in kuruluşuna, gelişmesine bakış açısı vardır (İzmir’in İçinde). Halkın içinden çıkıp, halkı ile bütünleşmek isteyen gençliğin kaynaşması vardır (Onbinlerin Dönüşü). Kısacası her romanım, halkımızın kaynaşmasını, dalgalanmasını ele almaktadır. Ne var ki bu ele alış; kararla, şöyle yapayım, böyle yazayım diye bir ele alış değil, içimden gelen bir duygu, halkıma duyduğum sonsuz bir ilgi ve sevgidir. Elbet bu söylediklerim, yine on cildi bulan öykülerim için de geçerlidir. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi”, son on yılın, belki daha önceden başlayan toplumsal çöküntünün, kişiler üzerinde yaptığı ahlak çözülmelerinin bir aynası mıdır? Samim KOCAGÖZ: Bu söylediğiniz doğrudur. Bir de yıllar yılı süregelen bilimcilere, sanatçılara yapılan baskıları, gerçekçi gözlemlerle dile getirdiğini söylemeliyim. Asım ÖZTÜRK: Sizin bütün romanlarınızda, bütün öykülerinizde, sürekli yaşama olumlu yaklaşan, onun çelişkilerine sağlıklı bakış açıları getiren kahramanlarınız var. Bu romanınızda da böyle örnek alınacak ya da yaşamın doğrularını koruyacak, onu savunacak kahramanlarınız var mı? Samim KOCAGÖZ: Evet. “Mor Ötesi” romanımdaki emekli öğretmen ve bilimci Salih Hoca, Yargıç Nedim Bey, Atatürk döneminde yetişmiş birer kahramandır. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi”, toplumsal içeriğinin yanı sıra sürekli konuşmalarla gelişiyor. Daha önceki romanlarınızda bu denli kısa tümcelere sık rastlanmazdı. Romanda böyle bir biçim uygulayarak, kısa ama derinliği yoğun olan tümcelerle toplumumuzun son yıllarını mı anlatmaya çalıştınız? Samim KOCAGÖZ: Haklısınız. Bu romanda yoğun bir anlatım biçimi denedim. Toplumumuz son yıllara nasıl geldi derken, son yılların içine, geçen yılların gelişmelerini yerleştirdim. Ayrıntılardan vaz geçmek cesaretini gösterdim. Asım ÖZTÜRK: Sanki romanın tamamı ardı kesilmeyen bir konuşmanın ya da kesintiye uğramamış bir birlikteliğin yansıması gibi. İçinde bulunduğumuz yaşamın kentsel akışını bu biçimiyle de korumak mı istediniz? Romanda olaylar birbirini izlerken insan kendini yaşamın içinde buluyor. Güncelliğin soluğunu içinde duyuyor. Bu tavır günümüz insanını mı yansıtıyor? Samim KOCAGÖZ: Çok teşekkür ederim. Romanımın bir yönünü ne güzel açıkladınız. Bu sorunuza karşılığım sorularınızın içinde. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi” romanınızın hemen ardında bir de öykünüz var. Bu öykünüzde çok farklı bir toplumu anlatıyor gibisiniz, ama bizi anlatıyorsunuz. Bu konuda ne söyleyeceksiniz? Samim KOCAGÖZ: Günümüz dünyasında kimi zaman toplumların kaderi, kaynaşması, içine düştüğü açmazlar, birbirine benziyor. Hele toplumları sömüren egemen güçler dünyayı yönetmeye kalkışınca, ezilen bu toplumların kurtuluş için çırpınması da birbirine benzer özellikler taşıyor. Asım ÖZTÜRK: Sizin bu iki çalışmanız, son yıllarda iyice gerçek yaşamdan soyutlanan bir roman ve öykü tavrına karşı bir yanıttır diyebilir miyiz? Samim KOCAGÖZ: Bu konuda ben, bir şey söylemeyeceğim. Asım ÖZTÜRK: “Mor Ötesi” romanınızdan sonra kitabınıza koyduğunuz “Simon Pepeta” adlı büyük öykünüzde bir yönüyle Güney Amerika havasını nasıl yakaladınız? Samim KOCAGÖZ: Bize Güney Amerika çok uzak. Ne ki okuduğum Güney Amerika ile ilgili kitaplardan bu havayı bulmaya çalıştım. Ne ki Güney Amerika’yı da anlatmak, amacım değildi. Değildi ya Güney Amerika da vardır öykümde. Asım ÖZTÜRK: Kitaplarınızın baskılarının hemen hemen hiçbirinin kitapçılarda kalmadığını görüyoruz. Onların düzenli ve yeniden baskıları için herhangi bir girişiminiz var mı? Samim KOCAGÖZ: Çok girişimlerim oldu, nedenini anlayamadığım birtakım olaylar yüzünden şimdilik hiçbir yayıncı kitaplarımın yeni baskısı için istekli görünmüyor. Asım ÖZTÜRK: son iki üç yılda basın ve yayın alanına getirilmek istenen ve bir ölçüde getirilen yasal olmayan baskılar ve ekonomik baskılar Türk edebiyatını ve sizi ne ölçüde etkilemektedir? Bu konumda yazarlara ve sanatçılara düşen sorumluluklar var mıdır? Samim KOCAGÖZ: Çok büyük sorumluluklar vardır, bu konuda yazılacak çok önemli konular vardır. Bir de yazıp yayınlamak için çok güçlükler çektiğimiz sorunlar vardır. Sosyalist bir yazar bilinçli çalışıyorsa halkın ve kişinin gözü açık gördüğü düşlerin sözcüsüdür. Asım ÖZTÜRK: Son romanınız olan TARTIŞMA’dan sonra yeni romanınız var mı? Samim KOCAGÖZ: Var. ESKİ TOPRAK adıyla üç yıl çalışıp ortaya koyduğum yeni bir romanım var. Umuyorum önümüzdeki sonyazdan sonra yayınlanabilir. Yazdım bitirdim; konunun bence çok önemli olmasından ötürü yeniden elden geçirmek istiyorum. Asım ÖZTÜRK: Sözünü ettiğiniz son yapıtınız ülkemizin belirli tarihsel sürecini mi ele alıyor? Belirli tarihsel süreci ele alıyorsa bu kesite nasıl ışık tuttunuz? Samim KOCAGÖZ: Yeni romanım Türkiye’deki 1900’lerden gelen sosyalist kaynaşmanın bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Romanın fonunda Türkiye’nin bugüne dek illegal kalmış sosyalist savaşımının tarihsel bir görüntüsü vadır. Bu görüntüyü kuru bir biçimde ortaya koymamak için eski yaşlı bir sosyalistin yaşam öyküsünü araç olarak kullandım. Bir tarihsel kesite ışık tutan bu romanım ve romanımın kişisi tüm çaresizliklere karşın gelişmenin iyimser bir sembolü olarak ortaya çıkmaktadır, ki yazar olarak ben de iyimserim. Bir de 1919’lardan 1929’lardan bu yana sosyalist kaynaşmanın liderliğini yapan namuslu liderlerin artık görevlerini tamamladığını ve savaşımı gençlere bırakmasını vurgulamaktadır. Asım ÖZTÜRK: Ele aldığınız tarihsel süreç içinde belgelerden ve yaşanmış olaylardan yararlandınız mı? Samim KOCAGÖZ: Evet, ele aldığım konuda 1900’lerden 1970’lere değin süren sosyalist kaynaşmaların bulabildiğim belgesel kitaplarından ve belgelerden, zamanla topladığım gazete kupürlerinden yararlandım. Asım ÖZTÜRK: Ülkemizde ve uluslar arasında sosyalist gerçekçi bir yazar olarak tanınıyorsunuz. Son yapıtınızda olayları ve tarihsel süreci bu açıdan ele aldığınızı söyleyebilir miyiz? Samim KOCAGÖZ: Evet, az önce de söylemiş olduğum gibi Romanın bu sürecin yansımalarını tam olarak anlatmış olmasını umuyorum. Asım ÖZTÜRK: Bundan sonraki çalışmalarınızdan söz eder misiniz? Samim KOCAGÖZ: Bundan sonra yazılacak öykülerim var, bir romanı da geliştirmekteyim. Ne var ki bundan önceki edebi çalışmalarım ve 1940’tan bu yana içinde bulunduğum edebiyat çevreleri(altmış dört yaşıma geldiğimden) konusunda anılarımı yazmak istiyorum. Zaman zaman bu konuda tuttuğum notlarım hazır. Yıllar boyu tuttuğum bu notlardan yararlanarak önümüzdeki kış çocukluğumdan başlayarak bir roman havası içinde, gerçekleri içine alan anılarımı yazacağım. Asım ÖZTÜRK: Verdiğiniz bilgiler için çok sağ olun. Samim KOCAGÖZ: Siz sağ olun. * Samim Kocagöz 1916 yılında Söke'de doğdu. 1928'de ilkokulu bitiren Kocagöz, ortaokul ve lise öğrenimini İzmir Erkek Lisesi'nde tamamladı. 1937 yılında liseyi bitirdikten sonra da en büyük amacı olan edebiyat öğrenimini almak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne girdi. 1942-45 yılları arasında İsviçre'nin Lozan Üniversitesi'nde sanat tarihi ve felsefe tarihi dersleri aldı. yazarlığının yanı sıra öğretmenlik de yapan Kocagöz, İzmir Devlet Konservetuvarı'nda tiyatro tarihi, edebiyat; kısa bir süre çalıştığı İzmir Ticaret Lisesi'nde de edebiyat dersleri verdi. Öykü ve yazıları Serveti Fünun, Uyanış, Ses, Yürüyüş, Vatan, Fikirler, Yenilikler, Yeditepe, Yeni Ufuklar, Ataç, Yön, Türk Dili, Varlık, Adam Sanat, Cumhuriyet gibi dergi ve gazetelerde yer alan Samim Kocagöz, yazın yaşamına 1938 yılında İkinci Dünya romanıyla başladı. Olgunluk dönemindeki eserlerinde rastlanmayan romantizmin etkin olduğu bu romanını, diğer roman ve öyküleri izledi. İlk öyküsü "Yarıntı" 1939'da Ses Dergisinde yayımlandı. "Yarıntı" ile başlayan öykücülük serüveni, Telli Kavak (1941), Sığınak (1946), Sam Amca (1951) kitaplarıyla şekillendi. yeni İstanbul ve Newyork Herald Tribune gazetelerinin 1950 yılında düzenledikleri Dünya Hikâye Yarışması'nda "Sam Amca" öyküsüyle Türkiye birincisi oldu. 1944 yılında tamamlanıp 1948'de yayımlanan Bir Şehrin İki Kapısı adlı romanı, yazarın toplumcu gerçekçi çizgisini yansıtan ilk romanı olarak değerlendirildi. roman, 1985'te yapılan ikinci baskısında Nabi'nin Park Kahvesi adıyla yayımlandı. 1946'da Vatan gazetesinde çıkan "Fındık Yaprakları" öyküsü nedeniyle Sivas'a sürüldü. Hüsamettin Bozok'un kurduğu Yeditepe Yayınevi'nin 1955-1960 yılları arasında ortağı oldu. Öykücülüğünün ikinci dönem eserleri olan Cihan Şoförü (1954), Ahmet'in Kuzuları (1958), Yolun Üstündeki Kaya (1964) kitapları basıldı. Kocagöz, 1957'de çıkan On birlerin Dönüşü'nde, ikinci dünya savaşı sırasında ortaya çıkan fikir hareketleri/ayrılıklarını, insanların düşkırıklıklarını anlattı. Kalpaklılar-Doludizgin (1962) ise kurtuluş savaşı ve milli mücadele ekseninde yaşananların anlatıldığı beşinci romanı oldu. Yağmurdaki Kız adlı öykü kitabıyla 1968 TDK Öykü Ödülü'nü kazandı. Üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi'nden 1970 yılında ayrıldı. TİP'te geçirdiği yıllara dair gözlemlerini ve Davutpaşa Kışlası'ndaki tutukluluk zamanlarını anlattığı Tartışma (1976) adlı romanında 12 Mart müdahalesine yer verdi. Yazdığı oyunlarından yalnızca Sayılı Günler ve Yaşlı Kız okura ulaştı. Yokluk içinde yaşayan, bir karış toprağı bile olamayan Yörüklerin, Cumhuriyet öncesi yaşamlarını anlattığı Bir Karış Toprak (1964) adlı romanının devamı olarak, Cumhuriyet sonrası dönemde bir çift öküze sahip olmak isteyen göçmenlerin dramını anlattığı Bir Çift Öküz (1970) romanı yayımlandı. Demokrat Parti'nin son yıllarıyla 27 Mayıs'a geliş sürecini anlattığı ve 1973 yılında yayımlanan İzmir'in İçinde adlı romanıyla Türkiye'nin siyasal durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. 1978'de basılan Alandaki Delikanlı adlı öykü kitabıyla 1979 Lions Hikâye Ödülü'nü aldı. Kocagöz'ün, roman, romancı, okur, eleştirmen, sanat, edebiyat, Türk edebiyatının dünya edebiyatı içindeki yeri üzerine yazdığı yazılarının bir araya getirildiği deneme kitabı Roman ve Yazarlık Onuru 1983'te yayımlandı. Sosyo-politik olayların konu edildiği öykü kitaplarından biri olan Gecenin Soluğu 1985 yılında çıktı. Eserlerine konu olan, Türkiye'nin toplumsal yaşamına etki eden dönemlerden birini, 12 Eylül 1980'in getirdiklerini anlattığı on birinci romanı Mor Ötesi, 1986 yılında, "Simon Pépéta" adlı uzun öyküsüyle birlikte yayımlandı. Bu romanıyla 1987 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü'nü kazandı. 1989 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü aldığı en son romanı Eski Toprak'ta (1988), 12 Mart 1971'e geliş sürecini sorguladı. 1989 yılında çıkan Bu da Geçti Yahu adlı anı kitabından bir yıl sonra Baskın adlı öykü kitabı yayımlandı. aynı yıllarda geçirdiği felce rağmen yazmaya devam etti. Samim Kocagöz, 5 eylül 1993 tarihinde, tasarladığı "Kocagözgiller" romanını tamamlayamadan aramızdan ayrıldı. Kocagöz'ün başta öyküleri olmak üzere, yapıtlarından bazıları yabancı dillere çevrilmiş, uluslararası antolojilere girmiş ve hakkında çeşitli makaleler yazılmıştır. kaynak: Ekşi Sözlük * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * * *

  • maviADA Nehir Söyleşileri Başlıyor...

    ARAMIZDAN BİR KİMSE maviADA bu başlıkla SANAT ve HAYATA bir katkısı olanlarla söyleşiler başlatıyor. Hem bu pandemi günlerini anlamlı bir uğraşla doldurmak, hem de sanat ve hayatın bu adsız kahramanlarına bir farkındalık yaratmak, azıcık gülümsemelerine neden olmak için... Biz de, bu aleme sonunda bir şey kattık, diye avunmak için... *** 1001 emekle üretilen ve basılan ilk kitabın tadını ve sonraki buhranını bunu yaşamayana hadi anlat bakalım. İlk aşk gibi mi?.. Hadi canım; siz ona hiç hazırlanmadınız ki, elinizde miydi? Akıldışı bir zamanda kayayı çatlatıp güneşe sızıp çıkan incir gibi göverir. Gerçekte siz hiçbir şey yapmamışsınızdır, ruhunuzu ve bedeninizi iyi saatte olsunlar ele geçirmiş, daha ömrünüzün baharına bile girmeden deli bir telaşla, kim, ne demeden ilk karşına çıkana tohuma erdin, hasat zamanı... tez bitir, ardı zemheri... diyerek bağlamıştır sizi bile. Kabuğunda sivilceli bir ergen, bir tüysüz yetimken sizi alemin bütün yerleşik kurallarına başkaldıran Spartaküs yapan o hali hadi anlatsana bana... O paniğe, esrik ruh haline kim anlam vermiş ki? Belki o dönemi zayiatsız atlatanlar... ötekilerse, hasatını yapanlarsa derler ya aşkın ömrü üç yıldır, işte bin gün sonra zaten cennete kadar ağlar. Ne var ki bir kitap öyle mi? Bir ömür hazırlanırsınız. Bazen başkalarından, en çok da kendi ömrünüzden çalar, kırk kez yazıp kırk kez bozarsınız, biter kitabınız. Siz Tramp değilseniz, hiçbir yayınevi ilk kitabı basmaz. Dar , çünkü her şeye vardır ama sonu belirsiz kitaba ayıracak bir olanak hiç olmaz, bütçenizin tüm koşullarını zorlayarak, ailenin ekmeğini, zamanını çaldığınız tüm bireyleriyle, hatta gelecekte doğacak torunlarınızla da küs, ilk kitabınızı yaparsınız. O yaz tatile gitmez, ondan sonra ki süreçte bir yıl sarma sigara içersiniz, maddi yıkımı aşmak için.. Kalbiniz bir fırtına kuşu... Araf'ta beklemek neyse o... Muhatabını arayan aşık... Bulamadan ölen, yiten o kadar çok ki... Fonda "yalnız insan merdivendir..." çalar durur. Bu bütün sanat dalları için şablondur, istisnasız; köyün ağası değilseniz tabi. Allahtan her köyde en çok bir ağa olur, yoksa evde kalmıştık. Çünkü ondan sonrası ilham perilerinin işi değil, kanatıcı bir pazar işi... Bak burası ilk aşka benziyor; siz öyle severken birbirini, delice , köyün şişman, yaşlı, kel ağası girer sahneye... İşte muazzam son, ben sevdim eller aldı müziği eşliğinde gerçekte oruç ve ulaşılmazlık üzerine kurgulu gerçek aşk öyle başlar. Başlıyoruz. İlki YARIN... Ağalara yedirtmeyeceğiz sanatın ve hayatın emekçilerini. Hadi... Ne bekliyoruz, beni mi? Ben fikir üreten, proje geliştiren, yol gösteren, gereksinme varsa, gelirse de elimden yardım edenim. Bizzat benim yapmamı beklerseniz, olanla yetineceksiniz demektir. Söyleşi yapılan SİZ de olabilirsiniz, söyleşiyi yapan da... Çevrenize bir bakın; alıcı gözle... Görmediğimiz o kadar çoktur ki... Şenol YAZICI grup adına maviADA YAYIN YÖNETMENİ

  • Okur İşkencesinde Yazar Sorgusu

    OKUR soruyor YAZAR yanıtlıyor Bir Öykünün İncelenmesi / NOT: Okuyacağınız tartışmada önyargıyla taraf olmamanız için lütfen önce konu edilen Çarmıhtaki Güvercin öyküsünü okuyun. * BİLGİ: Düz yazılar Akay Aktaş'ın yorumları, italik yazılanlar Çarmıhtaki Güvercin öyküsünden alıntı, mavi yazılar yazarın yanıtlarıdır. Akay AKTAŞ: Emekli Türkçe öğretmeni, yazar, Iğdır'da gazeteci... Başlık çok ama çok çarpıcı. Okuyucuyu hemen sarıyor. Doping yapıyor. Final ile pek uyumlu olduğunu ise sonuçta anlıyoruz... ANCAK; Şenol Yazıcı: Övgüler için teşekkürler, herhalde bir öykünün ilk adı özel olmalı, giriş de... Akay AKTAŞ: Okul ne okulu. Orta lise, veya üniversite belli değil. Çocuklar kaç yaşlarında. Sol sosyalizm filan dediklerine göre asgari lise bir iki olmalılar ama yazar bunu açık etmemiş. Şenol Yazıcı: Her şeyi anlatarak okuru aptal yerine koymamalı derler, ayrıca veriler sizde yarattığı gibi öteki okurda da yaş ve okul algısı oluşturacaktır diye umut etmişim demek ki. Akay AKTAŞ: ... Bazı eleştirilerim de var. "Aralık pencereden..." Aralık pencere yavan bir deyiş. Açık ya da aralık duran olmalıydı. Şenol Yazıcı: İlgi ve dikkatle okumanıza sevindim. Eleştiriye gelince fark eder miydi? Bu galiba tümüyle kişisel tercih ... Söz denen un çuvalı, he zaman tozutur ve daha iyi bir söyleyiş hep bulunur. Akay AKTAŞ: "Herkes evinin önünü süpürürse bütün kent temiz olabilir. " Bu düşünce biçimi sosyalist değildir. Bireyseldir. Sosyalizmde kamu adına örgüt vardır. Ve bu onun marifetiyle yapılır. Kişilere sırf sosyalistsiniz, hadi evinizin dükkanınızın önünü süpürün derseniz kimse süpürmez. Nitekim süpürmemiştir de. Ne Çin’de ne Rusya’da. Şenol Yazıcı: Bunu bilemem, ayrıca yazının konusu da değil. Düğüm oluşturacak, çatışma yaratacak farklı bir etken gerekliydi, o söz seçildi. Ayrıca sözün sahibi rahibe de sosyalizmi bilmezdi, ama sorunların çözümü için iyi, çok da sivri olmayan bir öneri gibi duruyor. Öğretmeni kızdıracak ne yanı vardı diye düşünmeli? ) Akay AKTAŞ: Boyundan büyük, ezbere bir laf ettiğinin farkında hoş görülmek için gülümsüyordu kompozisyon dersinde yazdığımız sözü söylerken. Uzun zorlama ve gereksiz devrik edilmiş birleşik bir cümle. Dolayısıyla muğlak olmuş. Şenol Yazıcı: Uzun cümlesi olmayan kısır bir edebiyattan söz eder bazı edebiyat ustaları, yani gerektiğinde kurmasını bilmeli. Ayrıca yazı söze göre olanakları dar bir alandır, çünkü söz de anlatıyı destekleyen beden dili vardır, o da renk katar. Düz cümleler hareketliliği azaltan, anlatan yazılara daha iyi giden, yaratıcı yazını zorlayan bir dil gelir bana; zaten sıkıcı olan bir konuyu renklendirebilir devrik cümleler, diye düşünüyorum.) Akay AKTAŞ: Garip bir şey oldu, sanki onu hissediyordum. Eyleminin olası sonuçları aklına gelmiş olacak ki, Hissedilen ne. Garip olan mı, o mu? İkinci cümle aslında hissedilen daha doğrusu sezilen. Şenol YAZICI: Zor da olsa okura neyi hissettiğini anlatmayı başarmışım demek. Akay AKTAŞ: Eyleminin... kelimesi de yerine oturmamış. Yaptığının, attığı dayağın… Sol jargon adına anlatım bulanıyor. Şenol Yazıcı: Buna hak verdim, bugünün gözüyle bakınca hak verdim,"yaptığının" diyebilirdim. Ne var ki dilde bu tarzın moda olduğu, hatta siyasetin belirleyicisi olduğu çağda yazıldı bu öykü, yani 30 yıl sonrasında ülkenin içine gireceği yeni dönemi görememişim. Görsem de tasam olmayabilirdi. Savaş ve Barış bugünü görerek mi yazılmalıydı? Akay AKTAŞ: Sınıfın tanıklığını kendinden yana çevirmek istiyor. Sınıf içinde ders görülen, odanın salonun adıdır. Onun tanıklığı olmaz. Sınıftakilerin, arkadaşların olmalıydı. Şenol Yazıcı: İyi ki siz öğretmenken elinize düşmemişim. Yine de bunu başka yerde söylemeyin... Sınıf derken sınıftakileri, ordu derken askerleri kastedebilirsiniz. Edebiyat bir ad aktarma sanatı ve eğretilemedir, derler. Yoksa gazete muhabirinden ya da tarihçiden farkımız kalmaz ki... Akay AKTAŞ: Dayak ucuz, kolay, etkili birincil eğitim yöntemiydi. Öğretmen burada öğrencisini eğitmek için değil refleks-tepki göstererek cezalandırmak için dövmüştür. Eğitimde dayak, kulağa küpe olması için sert ama pek geçerli bir dürtü-motive aracıdır. Şenol Yazıcı: Sizi anlasam da çağ ve bakış değişti. Bu anlayışınızı her yerde söylemeyin. Sınıf, yanıtsız önüne bakıyordu. Gördüklerinden korkmuşlardı, yine de kimse onaylamadı. Bu onaylamayış öğretmeni tedirgin etti. Etti ki, daha sağlam bir dayanak aradı. Bana döndü: - Öyle değil mi? O asılan üç kişi de böyle konuşuyordu? Bu hiç beklemediğimdi. Vursa beni daha iyiydi. Akay AKTAŞ: Yanıt kelimesini hiç sevmemişimdir. Sınıf suskun sessiz önüne bakıyor aslında değil mi? Şenol Yazıcı : Dilde değişim başına buyruk ve esastır. Elinizden geliyorsa sokaklardaki Arapça, İngilizce tabelaları değiştirin. Görünen...Siz sevmezseniz kuşlar süzülerek de uçamaz sanki. Akay AKTAŞ: Gördüklerinden de korktuklarını hiç sanmıyorum zira bir öğretmenin, öğrencisini dövdüğünü yeni görmüyorlar ki. Şenol Yazıcı: Bu da bir mantık elbette, ama biz en çok dayak yiyenler ya da en çok iğne vurulanlar, yeniden aynı duruma düşsek, bu tanıdık demez korkarız gibi geliyor bana. Korkmak bir reflekstir, önlem almanızı da sağlar. Akay AKTAŞ: Asılan o üç kişi. Denizler onlar, ama daha belirgin ifade edilebilirdi. O üç vatan haini de… Şenol Yazıcı: Elbette, ama herkese malum olanı gereksiz yere demek olmayacak mıydı, ayrıca bir dönem onların adını ağzına almanın bile yasak olduğunu hissettirmesi bakımından doğru seçim sanırım. Akay AKTAŞ: Vursa beni... çok gereksiz bir devrik hatta devirme. Beni vursa denince anlaşılmayacak mı? Şenol Yazıcı: Herhalde anlaşılır, burada sizin de anladığınız gibi... Bunu "öldürse daha iyi... "çok şaşırdım"... ya da benzeri demek mümkün, ama sonuçta bir şey değişmeyecektir, sanırım. Yani kişisel seçim... Akay AKTAŞ: Tarih ne. MC hükümetleri dönemi mi? Ecevit’in 1974 koalisyonu mu? Şenol Yazıcı: Önemli olan bu değil, 74'ten 80'e her dönem uyar sanıyorum, resme uyuyor mu ona bakmalı; bir dönemin toplumsal yapıya olan katkılarını anlatan bir öykü sonuçta... 70'li yıllar olduğu hemen belli oluyor zaten. Bunu bir 1960'a çekseniz uymaz, tartışma bu boyuta varmamış, bir 1980'e taşısanız, hiç uymaz, bir mezar sessizliğiyle babam ne derse o, diyerek ezber üstünden gittiğimiz dönem o da ... Akay AKTAŞ: Ben onun tam dişine göreydim. Biraz önce dövdüğü arkadaşım gibi değildim. Eski giysilerime, bir türlü kentli olamayışıma, yoksulluğuma aldırmayan tek arkadaşım gibi değildim. Her zaman korkardım. Şimdi bu sınıfta benden çok korkan birisi olduğunu sanmıyorum. Her dem öğretmenlerin şakşakçısı bendim, güçlünün onaycısı... Yaşamında bir kez bile kimsenin gözlerinin içine bakıp da haykıramamış, haykıramayacak biriydim. Toplumun arasına lütfen kabul ettiği.. Çok haksız zalimce insafsız bir eleştiri. O çağda ve o yaşta birisi bunları düşünemez ki. Bu günün gözüyle de, o gün böylesine yargılanamaz. Şenol Yazıcı: Hak verecek bir yan bulmaya çalıştım ama bulamadım. Öncelikle yukarıdaki alıntı paragraf bir dönemi değil, bir bireyin kendini algılamasına tariftir, sizin ilgisiz hissiyatınızı anlayamadım ama bu bir siyasi bilinç değil, insani bir olgudur, ergen bir gence kendini iyi ya da kötü hissettiren etmenler görünüm, giysiler, moda araçlar ve geldiği ailedir, o zaman da şimdi de... Bu evrensel bir çatışma nedeni değil midir? Hele ergen de... Öyküdeki gence gelince, anlamak için önce o dönemi iyi anımsamalı, siyasetin ortaokula indiği, çocukların yaşlarının büyütülerek asıldığı bir dönem, ailelerin kardeşlerin o taraf bu taraf diyerek ayrıştığı ya da birilerince siyasete mecburen taraf yapıldığı... Bilinç değil, dayatılan ezberin doğruya dönüşüp moda olduğu... O dönemin lise son sınıfında okuyan bir genç için, örneğin benim için bunlar çok yabancı algılar değildi. Belki bu biçimde düzgün ve siyasi bir jargonla ifade edilemezdi, ama aynı anlamda düşünülürdü. Kaldı ki, öykünün kahramanı bu olayı ileri ki yaşlarında anımsamakta ve anlatmaktadır. Sanırım bu bölümleri dikkatle okuyamadınız, öykünün kahramanı dayak yiyen arkadaşının ülke kaosa sürüklendiği zaman öldürüldüğünü görür gazetelerde, bunu da anlatır. Yani öykü sonradan anlatılandır. Yine de zor anlayan dikkatsiz okurlar olduğu da düşünülüp daha belirgin yapılabilir bu elbette. Ama yaratıcı yazın bunu yaparsa güdümlü bir eğtim kitabına dönüşür. Ya da Gorki vari Edebiyata... Eleştirinin haksız ve insafsız olduğunu düşünmekse o dönemi bilmemek değil, insan gerçeğini bilmemek olmaz mı? Çünkü bu insan gerçeğiyle ilgili tam "maaleseflik" ama doğru bir yargıdır. İnsanlar ötekini ilk çağdan bu yana mağrasına, silahına, giysi, makam, rutbe ve malına, dayısına... göre değerlendirirler önce, kabul gördükten sonra insanı değerler konu olur. Akay AKTAŞ: Varsıl kelimesi zorlama ve tutunmadı. Şenol Yazıcı: Size katılıyorum, maalesef tutunmadı değil de yaygınlaşmadı, ama varlıklı var, yoksul var, kim fukara der ki, ne var ki eş anlamlı sözcükler bir dilin zenginliğini kanıtlayan temel unsursa o da zengin, paralı ...gibi dağarcıkta yerini aldı, isteyen kullansın diye... Ayrıca o dönemin dili buydu, yani iyi bir örnekleme yakalamış olmuyor muyum? Az kullanımı o sözcüğü kötü gösterecek ve beni engelleyebilecek bir olgu değil. Keşke daha çok olsa... Galiba siz Türkçeleşme akımına da karşısınız, anlaşılan... İyi ki yazarlar okurlarının görüşlerini alıp yazmıyor, yoksa çok zormuş, gönüllerini yapmak... Akay AKTAŞ: Bir çok yerde zorlayarak yeni Türkçe kelimeleri kullanan birisi pekala tutunmuş ve öne geçmiş olan duygu kelimesini his yerine kullanmalıdır. Şenol Yazıcı: Düşünmeli bu önerinizi. Bir devir Öz Türkçe kullanıyorsun diyerek sürdükleri bir öğretmenim, inatla da kullandım, çünkü edebiyatçı olsam bile Arapça Farsça yazmak bana zor ve yanlış geliyordu. Annem bilmez, babam bilmez, mahalle hiç bilmez ben neden Osmanlıca konuşacaktım, sorusuna yanıt bulamıyordum. Şimdi ise yaygınlaşamayan kimi sözcüklerin çevrem tarafından anlaşılamadığını fark ederek, ayrıca öz Türkçenin sınırlı eş anlamlarıyla ve sözcük dağarcığıyla yeterince renkli anlatıma yetmediğini görerek gündelik dilin olanaklarını da kullanmayı yeğlemeye başladım. Hepsi benim dilim değil mi? Ödünç ya da Amerikan yardımıysa asla kullanmam... Ayrıca o Türkçeleşme gayreti keşke siyasi ayrışmanın bir silahı değil de herkesin taraf olduğu bir eylem olsaydı. Bugün sokağa çıktığınızda ya da medyayı izlerken medya dahil kaç sözcük bırakın Türkçe'yi, Osmanlıca ki? Kimsenin tam anlamını bilmediği ama sezdiği yepyeni yabancı sözcüklerle kendimizi anlatıyoruz, keşke öz Türkçe akımı sürseydi... Atı alan üsküdarı geçmiş galiba. Türkiye kaybetti... Gelelim verdiğiniz örneğe... Bu olanaksız geldi bana. "Onu hissettim" deyişi empati içerir. Onu algıladım, onu anladım, sezdim gibi... Burada onun ne düşündüğünü anladım, ama emin değilim anlamında kullanılmış. Ki hissetmek aklı da içeren karma bir sözcük olabilirken duygu tek yönlü kalmaz mı? Sizin öneriniz olan duygudan türemişi nasıl kullanabiliriz, bulamadım? "Onunla duygulaştım," filan mı olur? ) Akay AKTAŞ: Şimdi kalkmış bana soruyorsunuz. Nasılsa sizi alkışlayacak tek kişinin ben olduğumu biliyorsunuz. Alçaklar ve korkaklar kolay tanınıyor demek ki. Köpeklerin kalabalıkların içinde korkağı tanıyıp saldırması gibi, siz de beni tanıdınız. Yolum yok, biliyorsunuz. Çarpıcı ve pek gerçekçi bir yorum. Beni can arkadaşıma tanık etmeyin. Anlam yetersiz. Arkadaşım aleyhine tanık etmeyin filan olmalıydı. Şenol Yazıcı: Anlam yetersiz çok keskin bir yargı, ille de mahkum edeceksek o da anlam kapalı, olabilir belki, ama edebiyat hani ad aktarma ve eğretileme sanatıydı. Ayrıca bu denli basit bir deyişi herkesin anlayacağını düşünüyorum. Akay AKTAŞ: Ne suçu vardı, Nevzat'ın sanki? Kompozisyondan aynı sözü ödev yazdık hepimiz: Herkes kapısının önünü süpürse tüm kent temizlenir. Ne var bunda kızacak? Suçsa nasıl yazdırdı o öğretmen? Nevzat ne bilir sosyalistliği, ben ne bilirim? Herkes diyor, biz de diyoruz işte. Saçını uzatan sosyalist oluyor, İspanyol paça giyen sosyalist… Biz saçımızı uzatmak istiyoruz, geniş paçalı pantolonlar giyinmek, filmlerdeki gibi kentli olmak istiyoruz. Kolyeler takmak, mini etek giymek, kabuğumuzu kırmak istiyoruz. Sandığınız kadar ahlaksız ve rezil değiliz ya da ancak sizden öğrendiğimiz kadar reziliz. Sadece derdimiz kentli olmak. Herkesten, sizden, sokaktan, kitaplardan, filmlerden öğreneceğiz. Öğrenmenin başı taklit değil mi? Köy kökenliler kentliye özlem duyanlara solcu dedi. Onlarda köylülüğü kutsayarak içe kapandı. Fena bir sarmal... Doğruyu demek gerekirse... Haklı değilsiniz… Bence hocam. Arkadaşımın söylediği sözü kompozisyon dersinde yazılı sorusu olarak yanıtladık biz. Suç olduğunu nerden bilelim? Sesim titriyor, ama tamamladım. Kendime inanamıyorum. Ama müthiş bir şey bu, artık korkmuyorum. Karanlığın yüzüne, karanlık olduğunu söylemek ne güzel bir duyguymuş. Sesim ne kadar boğuk, anlaşılmaz, kimliksiz, ama insan, ama onurlu, ama yürek dolu ve güzelmiş. Gözlerimden yaşlar akıyordu, ama ne önemi var? Erkek adam ağlamazmış, hadi canım, o insan değil mi? Hem ben bugüne değin bir tek kez erkek olmadım ki. Şeyi olmakla olmuyor işte... Öğretmenin yüzüne tokat atsam bu kadar sarsılmazdı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, huzurum bozuldu, biliyorum. Yine de bir kez onurlu olmanın, korkusuzluğun tadına vardım. Sanki ben ben değilim, üstümde kim bilir kimin eski giysileri yok. Zayıf omuzlarım, güçsüz gövdem devleşiyor. Acı çeksem de, onurlu olmak değer. - Seni it, seni köpek!.. diyor bana şaşırmış, dehşet içinde. Olanı yaşananı değil olmasını istediğin biçimde yazmışsın. Sınıfta köylü ezik bir genç bunları öğretmene demez. Diyemez. O da öğrenciyle it köpek değil itoğlu it der. Şenol Yazıcı: ( :) Bunu bilemiyorum, ben kişinin kendisiyle sınırlı tuttum, siz yedi sülalesini de karıştırdınız. Gelelim gerçekçiliğe; öyle bir mecburiyet yoksa bile, bu ya da daha fazla yüreklilik gösteren çok insan tanıdım o dönemde... Unutmayın o dönem bir patlama ve başkaldırı dönemiydi. Amacıma hizmet edecek biçimde yazdığım doğru, temel tezi doğrulayacak veriler bu olayda saklı çünkü. Yoksa öyküyü niye yazayım? Akay AKTAŞ: Öğretmenin yüzüne tokat atsam bu kadar sarsılmazdı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, huzurum bozuldu, biliyorum. Yine de bir kez onurlu olmanın, korkusuzluğun tadına vardım. Sanki ben ben değilim, üstümde kim bilir kimin eski giysileri yok. Zayıf omuzlarım, güçsüz gövdem devleşiyor. Acı çeksem de, onurlu olmak değer. - Seni it, seni köpek!.. diyor bana şaşırmış, dehşet içinde. Bunlar doğru, yüreğim yanıyor ama doğru. Ben bir itim. Yok, öyleydim belki, ama artık değilim. Siz beni bana aştırdınız, artık tıpkı o kitaptaki Romalı köle gibi kendi çarmıhıma yürüyorum biliyorum. Bu ilk adım. Beni Dülger Balığı yaptın hocam. O hikayedeki dülger balığı gibi yaptın, artık ne yapsan aldığım bu tadı unutmam... Özgün ve isyankar sözler. Kişilik arayışının çarpıcı anlatımı. orantısız güçlere yenilen mazlumların gururuyla... Yenilmenin gururu olmaz. Hele mazlumun hiç. O ezikliğini kaybetmenin duygusal sömürüsünü yapar. Şenol Yazıcı: Bunu bir kuşak hep yapmadık mı? Ancak öyle kendimizi kandırabildik. Ya da hala yenilen insanlar bunu yapmaz mı? Çok insani ve sık rastlanan bir davranış... Sahi siz hiç yenilmediniz mi, yenilginize gerekçe aramadınız gözüküyor... Akay AKTAŞ: Bunu bir bilebilsem. İnsanın doğal hali korkaklıktır, gelir bana. Benzetme edatı olmalıydı. Gibi gelir bana… Şenol Yazıcı: Bunu neye göre hata gösterdiğinizi inanın anlamadım, sonuçta aynı anlam çıkmıyor mu? Akay AKTAŞ: Boztepe'ye dev radarlarıyla yerleşik Amerikalıların uzak ülkelerinden getirdiği ve buraya dökülmeleri kısmet olan çöplerine saldırıyordu. Kola şişeleri, kâğıt tabaklar, bizim kadınlara pek benzemeyen çok güzel kadınların süslediği dergiler, kadın iç çamaşırları, ta Newyork'tan, Teksas'tan buralara değin gelmişti. Gün olur da, bir kıyamet sonrasında, uzaylılar dünyamızın geçmişini incelemeye kalktıklarında, çok şaşıracaklardı her hal. Bu az gelişmiş ülkede, bu kâğıt tabakları, jartiyerli kadın çamaşırlarını, kutu kolaları, olağanüstü güzel baskılı renkli dergileri görünce … Trabzon ABD üssü mü burası. O tarihlerde jartiyerde vardır playboyda. Ama kentsoylularda. Taşrada da,1955 lerde Iğdır’da annemin çorapları öyleydi. Şenol Yazıcı: Sizin Iğdır ilerideymiş ve şanslı çocuk ve gençmişsin, ben ancak dergilerde gördüm, galiba bunları giyinen kadın sıradan biri olsa iyi gözle de bakmazlardı çok yerde... Akay AKTAŞ: İlk kez, böyle yakınım birinden duyduğum bu sözcüğü hiç sevmedim. Ne anlama geldiğini de soramadım. Onun da bildiğini sanmıyorum. Çok sonraları, bu siyasi içerikli sözcüklerin hiçbirinin anlamını bilmeden çılgınca sahiplenerek, uğurlarına yıllarca hapislerde yatanlar, bir sevgili için ölür gibi ölenler olduğunu öğrendikçe dehşete düşecektim. Bunu yaşayınca, tarih dersinde okuduğumuz, bana hep garip gelen, aman aman bir çıkarımız olmadığı halde, bir Avrupa kralını kurtaracağız diye, kırk yıl boyu Viyana kapılarında niçin ölmeye razı geldiğimiz de açıklanır hale gelecekti. Cemaat,tarikat biat itaat kültürünün doğal sonuçları bunlar. - Öğretmen kötü, ama Hitler’e hiç benzemiyor, dedim aptalca. Bir şeyler bildiğimi de göstermek için de okuduklarımı sıraladım. -İyi de Stalin iyi miydi? Sonra Rusya iyi mi sanki? Bir işçi sınıfı oligarşisi değil mi oradaki? J.Landon’un Oligarşisini okudum ya… Nevzat azıcık şaşırmış baktı bana: - Solcu sadece Rusya'da değil ki, Amerika'da da var, Fransa'da da. Solculuk bir görüş işte, bir bakış tarzı. Hissediyordum. Nevzat artık bir solcuydu. Dayağı yediği anda, hiç bilmediği kimi kavramları tümüyle sahiplenmişti. Solculuk ne ki, bir yıkıcı anarşist gibi öğretmenin temsil ettiği her şeye düşman olmuştu. Evrensel bir doğru, bireysel bir doğruyla örtüşmüş bir tepkinin, haklı bir tepkinin adı olmuştu. Bu haliyle de çok inandırıcıydı. Ancak dayağı o yemişti, ben değil. Haksızlıktan nefret ediyordum, ezilmekten, horlanmaktan nefret ediyordum, ama bunların ne olduğunu kavrayamadığım kimi yabancı yöntemlerle değil, bildiğim yollarla düzeltileceğine inanıyordum. Atatürk'ün yaptığı gibi, Köroğlu'nun yaptığı gibi, Ecevit'in yapmaya söz verdiği gibi... - Ecevit'i seviyorum, dedim. Dedem de severdi, belki ondan. Ama solculuk, sağcılık... Aman müdürün yanında böyle şeyler deme, çok tehlikeli sözler bunlar. İş çıkarma başına. - Korkma, dedi. Korkma bir şey olmaz. Korku kültürünün unsurlarını onlar yaratıyor, dayatıyorlar, biz de yutuyoruz. Lise öğrencisinin çapını çok aşan felsefi iedolojik değerlendirmeler. Yazar 30 yaşında iken kendini lise öğrencisi sanıyor. Tek gerçekçi ifade dedem Ecevit’i severdi… Şenol Yazıcı: Galiba sonuçta gerçek aydınlandı. Siz bu kitabı yani BAĞBOZUMUNU ayık kafayla okuyun. Bu onun içinden bir parça; kahraman büyümüş ve geçmişi anımsamaktadır, kendini olduran önemli olayları, yani yetişkin yorumlarıdır o zaten... Ayrıca yazar demeyelim de olayın kahramanı diyelim... Yani tespitiniz doğru, öykü kahramanı çocukluğunda yaşadığı bu olayı otuzlu yaşlarında anlatmaktadır. Olaylar böyle böyle başlamış, bütün ülkeyi sarmış, Nevzat öldürülmüş, kahraman da yaşayacağını yaşamış, şimdi anlatıyor. Yani tam bir ergendir. OKURLARI ELEŞTİRME ŞANSI VARSA GALİBA SİZ BİRAZ KÖTÜ OKURSUNUZ... Akay AKTAŞ: Müdür, filmlerdeki Kont Drakula benzeri duruyordu masanın ardında. O tarihlerde filmini izlemiş olman pek zor. Erol Taş, Hüseyin Baradan Atıf Kaptan daha inandırıcı olurdu. Şenol Yazıcı: BUNU UNUTMANIZA ŞAŞTIM. Şahsım adına soruyorsanız o dönem siyah beyaz versiyonları dahil en çok vampir, Kont Drakula filmleri yapıldığı bir zamandı ve ben de tutkulu bir film izleyicisiydim, ne var ki konu ben değil olayın kahramanı... Akay AKTAŞ: Masanın yanlarındaki koltuklarda da birileri oturuyordu, ama bakamadığımız için kim olduklarını bilemiyorduk. O anda, bu adamların eğitim adı altında bir şeyleri öldürdüklerini, çok önemli bir şeyleri öldürdüklerini şöyle böyle düşündüm. Böyle bir eğitimden geçen bizlerin kişiliğinde çok ciddi bir şeyler hep eksik kalmayacak mıydı? Kitaplarımızda kötülenen Cumhuriyet öncesi falakalı eğitimden ne farkı vardı? Bakalım biz kimlerden hıncını alacak, kimlere acı çektirecektik böyle... Yine bir lise öğrencisinin çapını çok aşan felsefi yorumlar. Ve doğruda değil.1923 te Cumhuriyet ilan edildi diye her şey birden bire güllük gülistanlık olmadı ki. Kültürel birikimler devam eder. Ve hala günümüzde de vardır. Ve işin garibi hala geçer akçedir dayak. Zira babası döver ağbisi döver kocası döver kaynanası döver mahallenin kabadayısı döver. Askerde komutan döver. İliklere işlemiş bir uygulamayı şıp diye kesip atamazsın. Dayak cennetten çıkmadır. Kızını dövmeyen dizini döver. Kadının gözü de yaş olacak saçı da .Döver de sever de…. Şenol Yazıcı: El insaf.. Zaten öyküdeki tez de bu. Yanlışlar yığınla... Ne yapmalıydı kahraman, çok tanık olduğu için dayağı sevmeli miydi? O zaman öykü olmazdı değil mi? Doğru olmayanları düzeltmek için o çocuklar kendilerini ateşe atmadı mı?.. Kimi İspanyol paça giymek, kimi daha rahat saç uzatmak, kimi mahalle baskısından kurtulmak, kimi sistemde sözsahibi olmak için kendini siyasetle eşleştirmedi mi? Sınıf bilinci, güncel partizanlik sonradan üstüne geldi.. Akay AKTAŞ: Ne var ki, bu şiddeti yadırgamadık. Okulda okuyan hiçbir öğrenci bunu yadırgamaz, sorgulamaz sanırım. Daha küçük bir bebekken bu şiddete alıştırılır da belki ondan. Doğru doğal olan bu yaklaşım diyorum ben de Şenol Yazıcı: O çocuk demiyor ama... Sizinki de farklı bir mantık; mahallede herkes bir şekilde ölüyor diye ölümden korkulmaz mı? İnsanlık bu gerçeği bile bile varını yoğunu ömrünü artırmak hatta hiç ölmemek için kullanmıyor mu? Akay AKTAŞ: Öpsün istiyordum, öpsün ve bitsin bu olay. Nevzat kendisiyle boğuşuyordu. Kabuklanmış yaralarına dokundu elleriyle. Pencereden denize baktı. Kararsızlığını gören müdür, belli ettiği zayıflığından dolayı müthiş öfkelendi. - Sürerim ulan seni, veririm tasdiknameni eline... Bu Nevzat'ı düşünmekten kurtardı. - Sürün, dedi. Elini öpmem. Eğer soruşturma açmazsanız, milli eğitim müdürlüğüne gideceğim. Müdür yardımcısı ayağa fırlamıştı. Duramıyordu. Müdürün önüne geçmek istemiyordu, ama belli ki arkadaşımı büyük bir hazla parçalayabilirdi. Müdür, sözcükleri birbirine karıştırarak bağırıyordu. Yaşamında bir öğrencinin böylesi bir meydan okumasıyla ilk kez karşılaşıyor olmalıydı. Tavır koyabilecek öğrencilerin sorunları, zaten bu aşamaya gelmeden aşıldığı için, ancak hesabı bitirilecek olanlar buraya gelirdi. - Defol köpek, defol! Cehenneme git be, defol! Velin gelsin, tasdiknameni alsın. Yerinden kalkmış masayı aşıp Nevzat'a ulaşma derdindeydi. Nevzat, zerre kadar tepkisiz ve korkusuz kapıya yürüdü, açtı, gitti. Yanımdan geçerken gülümsüyormuş geldi bana: Acı çekermiş gibi, inandığı nesi varsa yitirmiş gibi, ama küçümseyerek hoş görür gibi, iğrenç bir şeyi hoş görmek zorunda kalmış gibi gülümsüyordu. Beni unuttular. Müdür, odanın içinde dört dönüyordu. Öğretmense devamlı alnını ovalıyordu. Sanki bir leke vardı orada, çıkarmak istiyordu. Bu tablo tamam. Öğrenci ve öğretmen olarak benzerini çok yaşadık Yazdım. Bir pislik gölüne tepe üstü düşmüştüm. Pislik gölü ????? Şenol Yazıcı: b.k gölü yazmıştım ilk, sonradan değiştirdim, yakışıksız bulmuştum, yani gerçeklerin bendeki izlenimlerini anlatıyorum ama çirkin gerçekçi değilim. Akay AKTAŞ: - Beni sattın değil mi? İçeride beni sattın değil mi? Yumruklarını sıkmıştı. Vuracak sandım. Vurmadı. Keşke vursaydı. Belki içimdeki iltihap deşilir, utancım azalırdı. Keşke, benim ne büyük bir alçak olduğumu söyleyip tükürseydi yüzüme, tükürmedi. Yere tükürdü. Çekti gitti. Derin bir travma yaşamışsın. İzleri her satıra sinmiş. Şenol Yazıcı: Sevgili öğretmenim, galiba ruh sağlığıma da ilginiz var, elbette çok travma yaşadım, herkes gibi... Ama bunu yaşamadım, şükür, yani kahraman ben değilim...Vallahi billahi değilim. Siz bu yargıyla bakmaktan kurtulsanız öyküye başka bakacaksınız, ama bir türlü olmuyor. Tıpkı ilahi anlatıcı gibi birinci tekil şahıs anlatım da vardır tekniklerde... Yine de size bu hissi vermişse o öykü zaten başarılıdır. Akay AKTAŞ: Sizden hep nefret edeceğim, Avni Bey. Sizden çok kendimden nefret edeceğim. Bir daha görmedim Nevzat'ı. Olaylar sadece büyük kentlerde değil, dört bir yana pis bir örümcek ağı olup sardığında gazetede resmini gördüm. Kanlar içindeydi. Vurulmuştu. Orda da ölmüştü. Gözleri açıktı. Ne varsa dünyada iğrenerek, küçümseyerek bakıyor, sanki gülümsüyordu. Şenol Yazıcı: İşte en azından bu bölüme dikkatle baksaydınız kişİnin olayı sonradan anlattığını, yani ergen çocuk olmadığını görecektiniz, yazık olmuş. Belki de iyi olmuş, buza yazıyordum geliyordu bana. Sayenizde birilerince okunduğunu gördüm. Akay AKTAŞ: Utandım. Hiçbir zaman utanmadığım dende utandım. Onursuzluklar yapıp utanmak ve korkmak en çok yaptığım iş olsa da, daha bir utandım. Sanki her şey, havada uçan martı, parktaki palmiyeler, büyük Atatürk heykeli, sokaklarda giderek bana benzeyen aldırışsız, korkan ve utanan insanlar ve ilk sarı gülü bana armağan eden o kız, sevmeyi bilmiyorum, öpmeyi, öğretsene, diyen o altın saçlı, düşsel kız, yüzüme yüzüme tükürüyorlardı. Bu kentten kaçmalıydım. Bu kentten kimsenin beni tanımadığı bir yere kaçmalı, onurumu geri almalı ve yeniden insan olmayı başarmalıyım. Utancımı yüzüme vuran bu sokaklardan, bu ikiyüzlü, alçak, güçlüye karşı yumuşacık, ama güçsüze karşı canavar insanlardan kurtulmalıydım. Şimdi kurtulamam. Şimdi hiçbir şey yapamam. Aklımdan geçenleri haykıramam. Çatlar bu yürek biliyorum, ama diyemem. Dayanmak için bir şeyler yapmalıyım. Onurlu insanların, namuslu insanların kazandığı dünyaları anlatan bir kitap bulmalıyım. Kimsenin görmeyeceği bir köşeye çekilip, beni rahatsız eden gerçek dünyayla bağlarımı koparıp ona dalmalıyım. İyilerin kazandığı, kötülerin cezalarını bulduğu bir kitapla bulaştırıldığım pisliği unutmalıyım. Seni unutmayacağım şehrim, bana yaptıklarını da yaptırdıklarını da... Ama merak ediyorum, bütün güzel çocuklarını, konacak yer bulamayan o güvercinleri bir bir çarmıha geriyorsun, yarın ne yapacaksın? Final çarpıcı özgün. Harikulade. Ama ütopik ve masalsı. İşin en acı tarafı da bu olayları solcuları destekleyen sanıldığı gibi Sovyet Rusya değil ABD ve Nato idi. Amaç 12 Eylül’e varmaktı. Muzaffer Erdost’un ve Ortam adlı gazeteyi ABD dolaylı çıkarttırıyordu. Solculuk yayılsın. Onlara karşı da tosuncuklar harekete geçirilsin. Ve olgunlaştığında da vatan millet adına ordu ya da Kenan Evrenler iktidara el koysun. Çünkü daha tarım toplumundan çıkamamış, sömürecek bir alan yer bulamayıp kendi burjuvasini yaratamamış ve devlet desteği ile partilerine yakın buldukları kişilere para kaynak aktarmakla da burjuva olamamışlardır. Kitaplıklarına metre ile kitap almışlar. Metres tutmuşlar. Yalı almışlar ama asla istihdam yaratacak burjuva olamamışların ülkesinde işçi sınıfı yok. Demokrasi de olmamıştır. Laiklikte. Aydın da taklitçinin allahı ve onların en kralı Aziz Nesin. Oğlunun adı Ali. Çetin Altan'ın oğullarının adı Ahmet Mehmet. Yani Çetin Altan bile babasından geride. Hikayedeki çift kişilik hemen hepimizin yaşadığı bir bilinç karakter çatışmasıdır. Yazar iyi yakalamış ama o yaşlara inememiş. Çocukların duygu ve gözü ile değil yıllar sonraki bir öğretmen ruhu ile kaleme alması sosyal realizmden uzaklaştırmış. Üçüncü ve babacan bir kimlik ile Şekspir’in İlahi Komedyası benzeri tepeden üçüncü şahıs ve geniş zaman ile anlatıp araya girmesi belki de yazıyı çok daha farklı kılardı. Şenol Yazıcı: Bu 1980'lerde yazılmış, sonradan bir kitabın parçası olarak defalarca basılmış bir öyküdür. Çocuklar için çocuk diliyle yazılmış bir öykü değil, aksine yetişkinleri amaçlayan bir öyküdür. Böylesine bir vahşeti içeren yazıların çocuklara okutulması bile akla aykırıdır, yani amacım olmayan bir yere niye ineyim ki? Akay AKTAŞ: Tabii bir elbisenin güzel dikilip dikilmediğini söylemek ile dikmek arasında müthiş bir fark vardır. Selam ve sevgilerimle * Sevgili Akay Aktaş, kuşkusuz söylediğiniz gibi üretmekle üretileni didiklemek ayrı ayrı şeyler, ayrıca kabul etmeli ki dışarıdan bakan bir göz başka, yaşayan başka, anlatan başka hisseder. Ne var ki sanatsal yapıtlar okur denilen meçhul sevgiliye ulaşmak derdindeyse mümkün olduğu dende çok okurun paydasında buluşmayı başarmalıdır. Yani nesnel olması gereken yazar da hedef kitlesini gözeterek bir tür objektifliğini zorlar. Arada gerçekten bir okur rolünü de aşıp şahsıma da sataşan medeni cesaretiniz beni de size uymaya zorlasa da farklı bir deney oldu. Düşündüm de keşke her yazarın sizin gibi okurları olsa, o yazar da bir daha yazmaz, hatta yazan elini götürüp hızara verir gibi gözükse de herhalde okur beklentilerini de görerek yazmanın avantajını kaçırmazdı. Size yanıt ve yer vermemiş olsaydım, siz yaptığınızı göremez bense ilk saldırıda sarsılmış, yaptığıma güvenemiyor duruma düşerdim. Kimse bilmezdi, ama ben biliyordum ya, yeter. Mimar Sinan'ın öyküsündeki gibi şimdi minareyi iple çekerek düzeltmeye çalıştık. Ne kadarsa... Ne var ki benim için hoş bir deney olduğunu söyleyemem. Bir zamanlar ADA kitabımla ilgili bu sitede de yer alan yazdıklarınızı anımsadım, gerek kitabı gerekse kullandığım Türkçesi hayli fazla dili beğenmeniz beni şaşırtmış olmalı. Ön yargısız yer vereceğime söz verdim. Zorlandım biraz ama başardım sonuçta, insan kendi yarattığına katlanmayı da öğrenmeli. Yine de yaptığınız az değil. Emeğinizi takdir ediyorum. Bu çalışmanın size de yol gösterici olacağını bir sonrakinde edebi eser değerlendirimi ile yazar değerlendiriminin, hele güncel gazete yazılarının başka şeyler olduğunu fark ederek yeni yazılarla katılacağınızı umuyorum. Öykünün KAHRAMANI değil, yazarı ben Şenol Yazıcı ve maviADA size teşekkür eder. * AKAY AKTAŞ'ın Şenol Yazıcı'nın ADA kitabi için daha önceden yazdığı yazıyı okumak isterseniz tıklayın.

  • Mardin Masal Şehir

    Cemal Süreya’nın, ‘’Gitmek için vedalara, bavula veya yollara ihtiyacım yoktu. Kafamdaki kapıyı çekip çıktım,’’ sözlerindeki gibi bazen sadece gitmeyi istemek yeterlidir. Çok yaşayan çok görür, çok gezen daha çok görürmüş. Anneannem, annem, ben ve kızlarım gezme tutkusuyla, yanıp tutuşan dört nesiliz. Bilinmeyeni keşfetme arzusu ile yola çıkmamızı sağlayan coşku, ruhumuzun her daim genç kalmasını sağladığı için şanslıyız. Özgür olduğumuz günlerde gelecek günler için hayal kurmak, plan yapmak normaldi. İşte bu yüzden medeniyetin beşiği, kaleler şehri Mardin’e gezmeye gelir misin? diye soran arkadaşıma tereddütsüz ‘’EVET ‘’ demiştim. Kızım, ben ve onun yakın arkadaşı için üç kişilik yerimizi hemen ayırttım. ‘’Kışın donarız, yazın yanarız; geziyi baharda yapalım mı önerisine ‘’olur’’ diyerek karara katıldım. O andan itibaren kızımla hayaller kurup, planlar yapmaya başladık. Çiçeklerin açtığı, kanımızın kaynadığı, özgürce yollara çıkacağımız güne sabırsızlıkla ulaştık. Heyecandan uykumuzu alamadan gezi sabahına uyandık. Gezmeye sevdalı en yakın arkadaşlarımızla Adnan Menderes Havaalanı’nda buluşup, iki saate yakın uçak yolcuğu yaptık. ’’Keşfetmek özgürlüktür’’ sözüne uygun bir gezi olacağını Mardin Havaalanı’na indiğimiz anda farkına vardık. Dersimize önceden çalıştığımız için rehberin konuştuğu dili anlayamayışımızı sorun etmedik. Eski Mardin Evleri manzarasında kahvaltı yaptıktan sonra karnımız tok sırtımız pek gezmeye başladık. Kilise çanlarının, ezan sesine karıştığı “Dillerin ve Dinlerin Şehri” Mardin’de olmanın hayalini gerçeğe dönüştürmenin tatlı huzurunu yakaladık. Tarihin ve kültürün iç içe olduğu Mezopotamya’nın en büyük kızı olan Mardin’de yapılacak en güzel aktivite fotoğraf makinenizle sarı taşlı kıvrımlı sokaklarında dolaşmak, duvarların konuşmasına kulak kabartmak. Bütün sokaklar birbirine benzediği için kaybolma olasılığımızı unutmadan bunu yapmak için dikkatli yol almak. Şehrin insanının sıcaklığı ve içtenliği kadrajımıza alabileceğiniz en güzel kareler olunca fotoğraf çekmeye doyamadık. Mardin misafirlerine şiirsel bir coğrafyanın kapılarını aralıyor. Bu kapılardan girdiğinizde sizi Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice hoş geldinler karşılıyor. Farklılıkların çatışmadığı kol kola girip kardeşlik türkülerin söylendiği şehrin sokaklarında yürümek, duygu yoğunluğu yaşatıyor. İnsan Arnavut kaldırımlı, dar ve kıvrımlı sokakları adımlarken hiç bilmediğimiz fakat bir o kadar da tanıdık bir atmosferin içine çekiliyor. Çarşıda yürürken zanaatların belki de son ustalarının dükkanlarının önünden geçiyoruz. Alışveriş yaparken sohbet ettiğimiz kişilerin verdiği bilgiler buram buram tarih kokusunu duymamızı sağlıyor. Düzenli bir yerleşime sahip olduğundan şehirde gezilecek yerler çoğunlukla birbirine yakın. Bu sebepten dolayı çoğu yere yürüyerek gidiyoruz. Herkesin yüzü gülüyor, konuştuğunuz herkes size bir şeyler katıyor. Saygının ne demek olduğunu, cömertliği, dürüstlüğü, belki de en önemlisi saflığın ne demek olduğunu hatırlıyorsunuz. Çeşitli kültürlere ev sahipliği yapan Mardin’in mutfağı da bir o kadar zengin. Genellikle et ağırlıklı olan Mardin’e özgü yemeklerin isimleri ilgi çekici. Yerken damak çatlatan türden yemeklerle tanışıyoruz. Etlerin lezzetli olmasının yörenin bitki örtüsüyle beslenen hayvanların rahatça gezinmesine bağlıyoruz. Mardin yemeklerinin isimlerini ezberlemeden notlarımız arasına alıyoruz. Kibbe: İşkembe dolması. İrok: Mardin usulü içli köfte. Soğan Kebabı: Soğan ve kıymayla yapılan bir yemek. Dobo: Kuzu kol ile hazırlanan bir et yemeği. Firkiye: Kuşbaşı kuzu eti ve çağla ile hazırlanan şehrin en ünlü yemeklerinden. Kiliçe: Mardin çöreği. Sembusek: Kapalı lahmacuna benzeyen bir çeşit hamur işi. Alluciye: Kuşbaşı kuzu eti ve erikle hazırlanan bir yemek. Harire Tatlısı: Ana malzemesi pekmez olan bir çeşit tatlı. Mırra: Mardin’e özgü sert bir kahve. Hani derler ya ;yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat. Gördüklerimin güzelliğini dilim döndüğünce kalemim el verdiğince anlatayım: İlk durağımız TARİHİ POSTANE BİNASI. 1800’lü yılların sonunda ünlü bir aile tarafından Ermeni bir mimara yaptırılmış, 1950 yılından itibaren de postane binası olarak kullanılmaya başlanmış. Biz gittiğimizde bir kısmım Uygulama Oteli olarak kullanılıyordu, bir kısmı halen postaneydi. ŞEHİDİYE CAMİİ’sini ziyaret ediyoruz. Merdivenleri hızla çıkarken nefesim kesiliyor, inişte sakin sakin iniyorum. Enerjimi hemen tüketmeyim diye içimden ''yavaşla'' diyorum Deyrulzefaran Manastırı Süryanilerin bölgedeki dinsel ve kültürel var oluşlarının tarihsel bir simgesi olan Deyr-ul Zafaran Manastırı’na geliyoruz. Bu manastır inanılmaz fotojenik bir manastır. Adını manastır çevresinde yetişen safran bitkilerinden almış ve M.Ö. 4000 yılından beri ayakta kalabilmiş. Milattan önce Güneş Tapınağı olarak kullanılmış, sonra Roma döneminde kaleye çevrilmiş, son olarak manastıra dönüştürülmüş. Rengarenk giysiler giydiğimize seviniyoruz. Bol bol fotoğraf çekerken, anlatılanları Manastıra özel rehberimizden pür dikkat dinliyoruz. Etkili konuşmasının yanı sıra mütevazı tavrı bizi etkiliyor. Ortamın havasından herkes nasibini almış diye düşünüyoruz. Manastırın içerisinde güneş tapınağı, Meryem Ana Kilisesi, kaya mezarlığı gibi bölümler bulunuyor. Kaya mezarlığında tam 52 Süryani patriğinin mezarı varmış. Hepsi; kıyamette İsa’nın geleceği yön olarak düşünülen doğu yönüne sandalye üzerinde oturarak gömülürmüş. Deyrulzafaran’dan hemen sonra DARA HARABELERİ’ne gidiyoruz. Hava rüzgarlı ortalık toz duman. Giriş aslında ücretsiz fakat kapıda çocuklar duruyor. Harçlıklarını çıkarabilmek için rehberlik yapmaya hazır bekliyorlar. Rehberimiz elindeki kırmızı bez bağlı sopasıyla bize yön verdiği için onlara sadece gülümsüyoruz. Burası antik bir kent, çok büyük oranda çıkarılmış fakat hala çalışmalar sürüyor. Tamamı ortaya çıktığında Efes Antik Kenti kadar büyük olacağına inanılıyor. Agora’sı, kaya mezarlıkları ve sarnıçlarıyla görülesi bir yer. Dara harabeleri üzerinde bazı simgeler görüyorsunuz. İçeride neler olduğunu söylemek için çizmişler. Mesela sol altta kuru kafalar mezarlık olduğunu söylüyor. Dördüncü katın dördünü de çizerek açıklamışlar. Kaya mezarlığında insan iskeleti bile görebiliyorsunuz. Tıpkı Deyrulzafaran’da da olduğu gibi oturarak, doğu yönüne bakarak gömülmüş insanlar. Her gelen medeniyet her yeri farklı amaç için kullanmış. Kimileri Sarnıç’ı su için kullanırken, kimi medeniyetler depolama alanı, kimi medeniyetler ise düşmanlardan saklanma yeri olarak kullanmış. Dara Antik Kenti’nde “yeniden diriliş” ayinlerinin yapıldığı nekropol alanı olduğunu öğreniyoruz. Bu alan, kentte bulunan kayaların yontulması ve oyulması ile oluşturulmuş koca bir mezarlık; hatta yüzlerce kişinin bulunduğu bir toplu mezar. Burada bir dönem yeniden diriliş inancı olduğu için bu tip ayinler gerçekleştiriliyormuş ve galeri mezarın girişinde de ölüleri dirilten peygamber olarak bilinen Ezekiel’in işlendiğini görülüyor. Sonrasında cam üzerinde yürüdüğümüz mezar alanına girerek toplu mezarı da incelerken, korku filmininin içine düşmüş gibi ürküyoruz. . Beyazsu Nusaybin üzerinden, Suriye sınırına paralel giden bir yoldan Beyazsu’ya gidiyoruz. Burası yemyeşil bir mesirelik alan. Tahtlardan oturma yerleri de var. Çok şirin, çok fotojenik bir alan. Yol üstünde kalıyor ve buraya uğrayabildiğimize seviniyoruz. Gelinciklerle bezenmiş yeşilliklerin arasında olmak keyif veriyor. Gezmekten şişen ayak bileklerimizi buz gibi akan suya değdirdiğimizde rahatlıyoruz. Midyat Orta Doğu ve Anadolu medeniyetlerinin mistik mimari dokusunu, farklı bir tonda ve renkte hissettiğimiz Midyat; mimari alanda bölgenin lideri konumunda… Tarihi yapısını o kadar güzel korumuş ki, insan burada kendini adeta bir Orta Çağ kentinde sanıyor ve bir an film setinden bir sahnede olduğunuzu hissediyorsunuz. Zengin bir mimari doku içinde bulunan yörenin taş ustalarının incelikli becerileri, Midyat`a bir Açık hava müzesi görünümü kazandırmış. Midyat’ı öğle vaktine getirip yemeğinizi de burada yemeyi planlıyoruz. Rüzgarın ardından gelen yağmur dolaşmamıza engel olduğu için ünlü lokantalardan birine kendimizi zor atıyoruz. Mardin tabağı menüsü söyleyerek midemizi doyuruyoruz. Gözümüz doymasa da mecburen tekrara yolara düşüyoruz. Midyat’ın görülecek yerlerinin başında Midyat Gelüşke Hanı Gelüşke Hanı Avlusu da var. Gelüşke Hanı Midyat’ın en turistik noktası. İçerisinde kaya mağaralarının olduğu bölüme de göz atıyoruz. İnanışa göre ilk yerleşim yerlerindenmiş o mağaralar! Ardından Midyat Konuk Evi’ne gidip bir Midyat Evi’nin içerisi nasıl gözükür bakıyoruz. Buraya gelen kişilerin çoğu Sıla dizisi burada çekilmiş diye geliyorlar ama asıl amaç bence o tarihi dokuyu tadabilmek. Terasından mükemmel bir Midyat manzarasını izliyoruz. Bizi karşılan kadınlar hemen başımıza el dokuma örtüleri kendi yöntemleriyle bağlayınca yörenin kadınlarına benziyoruz. Hatıra olarak satın alırken nasıl bağladıklarını uygulamalı gösterip bizi samimi tavırlarıyla uğurluyorlar. Mor Gabriel Manastırı Zamanı iyi kullanalım diye uyaran rehberin bize serbest zaman vermeyişine biraz kızıyoruz. Mor Gabriel Manastırı’nın kapanış saatine az kala kendimizi içeriye attığımız zaman neden acele ettiğini anlıyoruz. Mor Gabriel Manastırı Midyat Manastırın kürdanlardan yapılmış planıyla karşılaşınca bütününü minyatür olarak görmüş oluyoruz. Büyük bir alanda yer alan Mor Gabriel Manastırı’nın önündeki dut ağaçları ve içerisindeki huzuru hissediyoruz. Hristiyanlar için çok önemli din merkezlerinden ve hala içerisinde din adamları yaşıyor. Gelen kişiler belli bir sayıya ulaştıktan sonra Süryani bir rehber tarafından gezdiriliyoruz. Kafamıza göre hareket edemiyoruz. Bu sayede sadece yazıları okuyarak gezmiyorsunuz ve çok fazla bilgi öğreniyorsunuz. Mesela; Mor kelimesi Süryanice “Aziz” anlamına geliyor. Mort ise “Azize” anlamına geliyormuş. Etkilenen ruh halimizle oradan ayrılıp Midyat’ın kuzeyindeki Hasankeyf ‘e doğru yola çıkıyoruz. Hasankeyf – Batman Buraya gitmek için iyi ki acele etmişiz de gelmişiz. Çünkü bu güzelim yer, baraj yüzünden sular altında kalacak. İnsanların evleri, tepelerde Toki’nin yaptığı sitelere taşınacakmış. Tarih ile Toki yer değiştirmiş anlayacağınız. Buraya gittiğimizde aslında görülmesi gereken kilise taşınıyordu, kale kapısı taşınıyordu. Hasankeyf Kalesine’de giriş yok ama yine de gittik. Neler mi gördük 5000’den fazla irili ufaklı mağara bulunuyor Hasankeyf’te. Ben şok oldum. Çünkü altlarda bulunan mağaralar iki dağın birbirine birleştirilmesiyle kaybolacakmış ve tepedeki mağaralara rahat ulaşabilmek için yol yapılacakmış. Öğlen vakti güneş tepemizde olunca kendimize korunaklı bir yer ararken mağaralardan birinin içine giriyoruz. Hasankeyf’te doğmuş ve hala aynı mağarada yaşayan amcayla sohbetimizi yapıyoruz. Mardin’e özel mırra’mızı "Mardin Kapı Şen Olur" türküsü eşliğinde otantik döşenmiş mağarada bağdaş kurup oturarak içiyoruz. Pek güzel geliyor. Yorgunluğumuz bir nebze azalıyor. Tanıştığımız amcanın anlattıklarına göre 1971 yılına kadar mağaraların bulunduğu tepedeki o bölümler baya baya çarşıymış. İnsanlar o mağaraların içerisinde yaşamışlar. Amcanın dediğine göre o mağaralarda bir tane boş yer yokmuş. ’’Yaşamak nasıldı’’ diye sorduğumda; çok güzeldi dedi. Kışın bir soba yakıp bütün mağaranın içindeki odaları ısıtmak çok kolaymış. Yazın ise mağaranın içi çok serin oluyormuş. Hasankeyf'ten de kültürlenerek ayrıldık ve Mardin’e doğru yol aldık. Kasımiye Medresesi Zincirli Medreseye benzemesi aynı mimarın tasarlamış olmasından kaynaklanıyormuş Buranın en önemli özelliklerinden bir tanesi gün batımını muhteşem bir şekilde izleyebiliyorsunuz. Gün batımı saatine denk getirdiğimize seviniyoruz. Külliye şeklinde tasarlanmış. Öğrenciler ortada bulunan havuzda, yıldızların yansımasından gökyüzü araştırmaları yapıyorlarmış. Fotoğrafa yansıyan kareler hoşumuza gidiyor. Gezerken bizi değişik yaşlarda çocuklar karşılıyor. Mardin’in tarihi değerlerini öyle güzel ezberlemişler ki hayran kalmamak elde değil! Üstelik nerede, nasıl fotoğraf çekileceğini de açılarına kadar biliyorlar. Medresede yansımalı fotoğraflar mı dersiniz, damla göz fotoğrafları mı dersiniz hepsi bu çocuklarda mevcut. Anahtar deliğinden fotoğrafımızı çeken çocukların ilgisi hoşumuza gidiyor. Kasımiye Medresesi tam meditasyon yapmalık yer. Mardin’de eskiden vergi dairesi olarak kullanılan, şimdilerde Sabancı Müzesi’ne ev sahipliği yapan binada Mardin’in kültürel ve sanatsal birikimine dair çok şey öğrenince, gezide duyduklarımızı pekiştirmiş oluyoruz. Medreselerde eyvan adı verilen çeşme kısmı ise tasavvufi bir betimleme içeriyor. Suyun akışı ile birlikte doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve ahiret tasvir edilmek istenmiş. Çeşmeden akan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluktan geçtiği kısım olgunluğu, suların geniş bir havuzda toplanması ise ölümü temsil edermiş. Bu medreselerin Mezopotamya manzarasına karşı kurulmuş olması boşuna değil. Suyun Mezopotamya’ya doğru akması can bulmayı yani ahiret gününü işaret etmesi bakımından oldukça önemli. Mardin’e gelen telkâri takı almadan döner mi hiç. Gezinin başından beri bu anı bekleyen İzmir grubu çarşı sokağına hızlıca varıyor. Pazar günü olduğu için dükkânların çoğunun kapalı olmasına şaşırıyoruz. Geldiğimizi duyan esnafın dükkânlarını açmasıyla alışveriş için koşuşturmamız gülümseten sahneler oluşturuyor. Geziye gelmeyen küçük kızıma canlı yayın yaparak beğendiği takıyı almanın iç huzurunu yaşıyorum. Nazara karşı koruduğuna inanılan, Süryani Nazar Boncuğu tıpkı bizim nazar boncuklarımız gibi turkuaz renkteki iki delikli kolye uçlarından. İki tane de onlardan alıyorum. Dükkanları gezerken karşılaştığımız arkadaşlarımızla takı seçiminde birbirimize yardımcı oluyoruz. (Telkari Takılar: Mardin’e özgü el sanatı ismidir telkari. Altın veya gümüş incecik hale getirilir. İplik iplik olduktan sonra şekil verilir ve çok zarif altın ve gümüş modelleri ortaya çıkar) Eşe dosta götürmek için her çeşit sabun satan sabuncu var. Ara sokaklardaki satıcılardan kimyasal kokmayan eşek sütlü sabunu ve rengi önce mavi sonra beyaza dönüşen hayalet badem şekeri alıyoruz. Çarşı’yı gezerken sakinliği bizi şaşırtsa da elimizden düşürmediğim fotoğraf makinemle duvarlara yapıştırılan şiirlerin resmini çekiyorum.. Tavsiye üzerine kendime sürme de alıyorum. Hatıra olarak aldığımız her eşya mutluluk dalgası yaratıyor; çocuklar gibi şen oluyoruz. Uçağa bindiğimizde yorgun ama mutlu yaşadıklarımızı düşünerek yuvamıza uçuyoruz. Mardin bir kere hayatınıza girdi mi, kader gibi takip eder sizi.” demiş Murathan Mungan. Ne kadar haklı. Gündüzleri seyranlık, gecesi gerdanlık, taşın dile geldiği bal renkli bu şehirde iki günü dolu dolu yaşadık. Her taşın altından bizi geçmişe götürecek bir şeyler çıkınca, her gördüğümüz yer bizi büyülemeyi fazlasıyla başardı. Mardin’in tarihi zenginliğini satırlarla ifade edebilmek pek mümkün olmasa da hatırladığım kadarını yazmaya çalıştım. Fotoğraflara bakıp özlediğim Mezopotamya’nın nazlı gelini Mardin’e tekrar gidebilmek ümidiyle.

  • Che

    Film yorumumu dile getirmeden önce, hayati değere sahip olarak gördüğüm bir kaç can alıcı bilgiyi, klasik olacak belki fakat hoş bir başlık altında dile getirmeyi kendim adına bir borç biliyor ve soruyorum: BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ? Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır…” 12 Aralık 1996’da bir ödül töreni için gittiği Küba’da Fidel Castro ile görüşen Dursun ÖZDEN kendisine “Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’yu çok seviyorlar ve sizleri mutlak önder olarak kabul ediyorlar…” der. Bu sözlere Castro’nun verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Devrimci M. Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar? Devrimci ATATÜRK bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır…” Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle der: “Asıl devrimci M. Kemal Atatürk’tür. Ben bir devrim yaptım, ama O’nun yaptıklarını asla başaramazdım. Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın…” Fidel Castro’nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü? O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya, güneyden kuzeye, birçok halk hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin, çağdaşları Lenin ve Çörçil kendisini hep takdir etmişlerdir. 1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şangay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm…” Ve 1948’den bugüne dek, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi derslerinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor. Sonuç ortada değil mi! Biz M.Kemal ATATÜRK ve ona gönül vermekle kalmayıp neleri var neleri yoksa feda etmiş atalarımız sayesinde bugün CUMHURİYETİMİZİN 96. yılını kutlamanın onurunu taşıyoruz. CHE Film Yorumu ''Savaş bitti, DEVRİM şimdi başlıyor.'' Fidel Castro'nun önderliği ve emrindeki askerler, yani devrimcilerin söylemi olan yoldaşlarıyla birlikte Fulgencio Batista'yı devirdikten sonra Che Guevera; ''Savaş bitti, DEVRİM şimdi başlıyor.'' şeklindeki Küba Devriminin tarihine kazınan sözü dile getirmeden önce, filmdeki ilk çatışma sahnesinin fonunda, askeri mücadele sırasında, savaşan kişiyi başarıya götüren psikolojik durumla ilgili, hiç de hafife alınmaması gereken aşağıda paylaştığım görüşü, kendinden emin bir şekilde dile getirmesi filmde ilk dikkatimi çeken sahneydi. Ne diyordu filmde Che: ''Askerlik bilimi üzerine yazdığı Savaş ve Barışta Tolstoy, daha geniş orduların daha fazla güç ihtiva ettiğini belirtir. Ama diğer yandan belli belirsiz farkedilense, askeri mücadele sırasında bir ordunun nihai gücü, bilinmeyen bir değişken tarafından artan gerçek fiziksel yeterliliğidir. Bu bilinmeyen değişken, askerlerin savaşma arzuları ve tehlikeye karşı koyma isteklerinin derecesiyle doğru orantılı cesaretlerinden başka bir şey değildir. Savaşma arzusu olup da, neden savaştıklarını bilen asker için kiminle savaştıkları önemsizdir. İster askeri dehaların, ister normal zekalı insanların komutası altında olsunlar, ister sopalarla, ister dakikada otuz mermi atan makineli tüfeklerle savaşsınlar, aldırış etmez ve en uygun şekilde mevzilenip sonunda kazanırlar.'' Filmin başlangıcında ise Che Guevera'nın Fidel Castro ile tanışacakları akşam yemeğinin hemen öncesinde, diğer arkadaşları ile devrim üzerine yaptıkları ateşli sohbet esnasında, odada bulunan arkadaşının söylediği; ''Gücü elinde bulundurmaktan çok onunla ne yapacağın önemli.'' açılımına sayfalarca kitap yazılabilecek bu cümleye ilaveten, ''Darbe dediğin ilkelere dayalı olur'' sözüyle, devrimi başarıya götürecek yola ilişkin en canalıcı noktaya parmak basması, kayda değer bir söylemdir bana kalırsa. Filmin genel bir değerlendirmesini yapacak olursak, az sonra izleyeceğimiz film; 2008 yapımı ''Che'', Ernesto Che Guevara ile kaynaklarda 26 Temmuz 1953 yılında başlayıp, Fulgencio Batista'nın 1 Ocak 1959 yılında devrilerek ülkeden kaçması aralığında yaşanan, Küba Devrimi'ni konu alan biyografik bir film niteliğindedir. Film ağırlıklı olarak, bu yıllar arasında yaşanan gerilla tarzı çatışmalardan oluşuyor olmasına karşın, Che Guevera'nın 1964 yılında Lisa Howard isimli gazeteciye verdiği röportajdan ve Birleşmiş Milletler Kurulu huzurunda Amerikan emperyalizmine karşı çıkışının, kendi rejiminin işlediği infazların gerekliliğini savunurken, "bunun ölümüne bir savaş olduğunu" ilan ettiği ateşli konuşmadan alıntı yapılan sahnelerin, izleyicinin seyir keyfinde kopukluk olmaması adına fazla uzun tutulmadığı gözden kaçmayan önemli bir detay. Bu detay, filme zevkle izlenecek tarihi bir belgesel olma özelliği de katıyor. Film esnasında Che Guevera'nın, gazeteci Lisa Howard'la yaptığı söyleşide dikkatimi çeken cümlelerine dönecek olursak, oldukça kayda değer sözler olduğunu sizlerin de fark edeceğini ve bana hak vereceğinizi düşünerek paylaşmak istiyorum. Che : ''Kapitalist sistemlerde insanlar görünmez bir kafeste yaşar. Örneğin kendi çabasıyla başarıya ulaşan insan efsanesini kabul ederler. Ancak çoğunluk için tanınan bu fırsatların tamamen kişisel kontrolün ötesinde zorla belirlendiğini anlamazlar.'' Lisa : Bir devrimcinin en önemli özelliği nedir? Che : SEVGİ! Lisa : 'SEVGİ mi? Che : ''Gülünç görünme riskini göze alarak size izzah edeyim. Gerçek bir devrimci ''SEVGİ'' tarafından yönetilir. İnsan sevgisi, adalet ve doğruluk sevgisi. Bu niteliğe sahip olmayan biri gerçek bir devrimci olarak düşünülemez.'' Ve son olarak Che Guevera ile Lisa Howard arasında gerçekleşen röpörtajdaki en önemli ayrıntılardan biri de, konuşmanın şu kısmıdır diye düşünüyorum: Che: Bireycilik, yani kişinin bulunduğu sosyal çevreden izole olarak hareket etmesi Küba'da sözkonusu dahi olamaz. Lisa: İnsanın yaradılışı böyle değil midir, insan doğasına aykırı değil mi bu söylediğiniz? Che: Kapitalizm mantığı ile bakarsanız, bunu insan ihtiyaçlarının sonsuz olması veya insan doğasıyla çürütmeye çalışmak kolaydır. Bir tane oyuncağı olan çocuk hemen ikinciyi ardından dördüncüyü ister, insan doğası bu değil midir! Ama bütün bir toplumun aynı şekilde davranması veya daha az imkanlara sahip olanlara baskı yaparak tekelleşmesi insan doğası mıdır? Bu kesinlikle bir şeyler yapmanız gereken andır. Lisa: Ama siz ve Fidel Castro'da bireyci hareket etmiyor musunuz? Che: Elbette. Ama bu toplumun bütünü için mücadele etmenin ve bu uğurda liderlik yapmanın sorumluluğunu sırtlanmış bir bireyciliktir. Her filmde olduğu üzere bu filminde, daha beyaz perdede gösterime girmeden önceki yolculuğu esnasında yaşananları anlatan, kendine özgü tarihsel bir süreci var elbette. Bu sürece başından sonuna kadar kısa kısada olsa bir gözatmakta fayda var diye düşünüyor ve sizlerle bunu paylaşmak istiyorum. * ''Yönetmen Terrence Malick, daha önceden Guevara'nın Bolivya'da bir devrim başlatmak için girişimleri ile sınırlı bir senaryo üzerinde çalışmış, filmin finansmanlığı sağlanamayınca, Malick projeden ayrılmış ve ardından Soderbergh filmi yönetmeyi kabul etmiştir. Guevara'nın Bolivya'daki faaliyetleri için bir bağlam olmadığını fark eden Soderbergh, Küba Devrimi'ne katılımına ve 1964 yılında Birleşmiş Milletler'deki konuşmasına da filmde yer vermeyi kararlaştırmıştır. Peter Buchman senaryoyu yazmak için projeye katılmış, senaryo fazla uzun olunca Soderbergh filmi ikiye bölmeye karar vermiştir ve Temmuz 2007'de başlayarak filmi arka arkaya çekmiştir. Çekimler önce Gerilla için İspanya'da 39 gün, ardından Arjantinli için Porto Riko ve Meksika'da 39 gün sürmüştür. Che, 2008 Cannes Film Festivali'nde tek bir film olarak gösterilmiştir. Del Toro, festivalde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanmış ve film çok olumlu eleştiriler almıştır. Filmin Kuzey Amerika'daki haklarının tümüne sahip olan IFC Films, başlangıçta Akademi Ödülleri'ne hak kazanmak için 12 Aralık 2008 itibarıyla bir hafta boyunca filmi tek parça halinde New York ve Los Angeles'ta gösterime koymuştur. Güçlü gişe performansı filmin New York City ve Los Angeles'te "özel roadshow yayın" olarak gösterimine ve daha sonra ek pazarlara genişletilmesine yol açmıştır. Ardından Che Bölüm 1: Arjantinli (Che Part 1: The Argentine) ve Che Bölüm 2: Gerilla (Che Part 2: Guerrilla) adıyla iki ayrı film olarak gösterime girmiş ve dağıtımı bundan sonra daha da genişlemiştir.Independent Film Channel, filmleri sadece Blockbuster için 1. Bölge DVD halinde yayınlanmıştır. Filmler, Ekim 2010 itibarıyla dünya çapında toplam ABD$40.943.131 hasılat elde etmiştir.'' OYUNCULAR Benicio del Toro, Ernesto "Che" Guevara rolünde Demián Bichir, Fidel Castro rolünde Rodrigo Santoro, Raúl Castro rolünde Santiago Cabrera, Camilo Cienfuegos rolünde Franka Potente, Tamara "Tania" Bunke rolünde Gastón Pauls, Ciro Bustos (el Argentino) rolünde Catalina Sandino Moreno, Aleida March rolünde Julia Ormond, Lisa Howard rolünde Lou Diamond Phillips, Mario Monje rolünde Benjamín Benítez, Harry "Pombo" Villegas rolünde Armando Riesco, Benigno rolünde Elvira Minguez, Celia Sanchez rolünde Edgar Ramirez, Ciro Redondo rolünde Alfredo De Quesada, Israel Pardo rolünde Roberto Santana, Juan Almeida Bosque rolünde Victor Rasuk, Rogelio Acevedo rolünde Kahlil Mendez, Urbano rolünde Matt Damon, Fr. Schwarz rolünde Unax Ugalde, Roberto "El Vaquerito" Rodríguez rolünde Joaquim de Almeida, René Barrientos rolünde * EKLEYEN: Zeliha AYDOĞMUŞ * maviADA Dergisi olarak keyifli seyirler dileriz...

  • Zulümler Yağmur Gibi Yağmaya Başlayınca

    Paydostan sonra gişeye önemli bir mektup getiren biri gibi: Gişe çoktan kapalıdır. Yaklaşan bir sel felaketi karşısında kenti uyarmak isteyen biri gibi: Ama başka bir dilde konuşan. Kimse anlamayacaktır onu. Dört kez kendisine bir şey verilen bir kapıyı beşinci kez çalan bir dilenci gibi: Beşinci kez aç kalır. Yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi: Kan durmaz, hep boşanır. Biz de ortaya çıkıyor ve bize yapılan zulümleri haber veriyoruz. İlk kez arkadaşlarımızın yavaş yavaş katledildiğini bildirdiğimizde çığlıklar göklere ağdı. Yüz kişiydi katledilen. Ama bin kişi katledildiğinde ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizlik kapladı ortalığı Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca “dur!” diyen olmaz artık, Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler. Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık hiçbir çığlık. Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar. Bertolt Brecht Çeviri: A. Kadir – Gülen Aktaş

  • Samson ve Delila

    Heceleme beni artık Allah’ım Bırak okunaksız kalayım Kaderimin hepsi pek iyi olmasın varsın Bak, ömrüm eriyor işte Çocukluk fotoğrafımdaki kardan adam gibi yanı başımda Bak, ilkokul talebesi kalbimden Yine karne parası istiyorlar Bir gecekonduda oturuyor kalbim oysa Yağmur yağdıkça Bir gecekondunun damı gibi içine doğru ağlıyor Saçlarımda dolunay taneleri eriyor Saçlarımda bir Kızılderili reisi Oturmuş barış çubuğu tüttürüyor İsmi: Mehtapta öpüşen iki sevgili Kalbim küs oysa, kalbim yalnız bir kovboy Nedense şimdi evinden çok uzakta Saçlarım düşler görüyor Rengarenk uçan balonlar havalanıyor her telinden Saçlarımda kiraz bahçeleri Salıncak kuruyor dallarına çocuklar Hep ben düşüyorum, hep ben, Ben; İsmim kara bereli iki çocuktan biri Ben çocuklardan biri, Fazla yaramaz. Ne zaman ağlasa İskambil kupası damlıyor gözlerinden Rest diyor hep, rest. Ne demekse? Ben çocuklardan biri, Fazla yaşamaz Ne bir sarmanı var okşayacak Ne zamanı. Zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan Allah’ım Bırak okşayayım. Esirge ve bağışla beni gerçekten Bırak düşlerimde kaybolayım. Bir boş beşik hikayesinin olmayan çocuğuyum. Kanadı kırılan kartal da benim beddua etsem. Bir ağıt olarak yak beni Allah’ım Parmaklarına kına olayım hayatın. Affet bu siyah ve transparan duayı. Ben zaten gecenin arka cebinde falçatayım... Didem Madak

  • KONSER

    Emir Aksoy uzunca bir aradan sonra tekrar 30 Kasım Cumartesi günü saat 17.00'de Antalya Kültür Sanat'ta müzikseverlerle buluşacak. Havaların yavaş yavaş soğuduğu ve yazın yerini sonbaharın ardından kışın alacağı bu günlerde Aksoy, yıllardır biriktirdiği şarkıların yanı sıra yorumlamaktan keyif aldığı diğer kıymetli eserleri konsere gelen müzikseverlere seslendirecek. Aksoy'un yeni bir bestesi ve ilk kez yorumlayacağı birkaç güzel parçanın da yer aldığı repertuvara sahip konserde, konuk sanatçıların olup olmayacağı ise sürpriz olacak. 20 TL olan biletler biletantalya.com üzerinden ve AKS gişelerinden temin edilebilir. --- Emir Aksoy kimdir? 1988 yılında Antalya'da doğdu. Namık Kemal İlköğretim Okulu ve Adem Tolunay Anadolu Lisesi'ni tamamlayan Aksoy, 2005 senesinde Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişikiler Bölümü'nde eğitim almak üzere İstanbul'a yerleşti. Üniversite, iş hayatı ve müzikle dolu dolu geçen 12 yılın ardından 2017'nin Mayıs ayında eşiyle birlikte tekrar Antalya'ya yerleşen Aksoy, aradan geçen uzun yılların ardından Antalya'daki dinleyicileriyle bağlarını tekrar güçlendirmenin heyecanını yaşıyor. 1998 yılında kurulan ilk grubu Zebani'den bu yana Aksoy sırasıyla Adem Tolunay Anadolu Lisesi Okul Orkestrası, Kallavi, TRT İstanbul Radyosu Türk Sanat Müziği Gençlik Korosu, Emir Bey, Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Korosu ve Sakareller başta olmak üzere pek çok müzik projesi ve topluluğunda kurucu, solist, korist veya gitarist olarak yer aldı. 2014'ten bu yana müzikal yolculuğuna kendi adı altında "Emir Aksoy" olarak devam eden sanatçı on yıldan fazla zamandır biriktirdiği bestelerini, sevdiği diğer şarkılarla birlikte bazen tek başına bazen de değerli müzisyen dostlarıyla beraber icrâ etmekten büyük mutluluk duyuyor. Müzik üretiminin yanı sıra geçtiğimiz yıllarda Pürtelaş 3+1 programının yapım ekibinde yer alan Aksoy, güncel olarak kendi kurduğu karsimuzik.com ve uluslarası müzik keşif platformu beehy.pe'ta alternatif Türk müzik sahnesi hakkında yazılar yazmaya devam ediyor.

  • 555K

    şimdi bursada ipek çeken kızlar bir karasevda halinde söylemektedir: görmeğe alıştığımız nice yazlar kimleri alıp götürdüler ama kimleri karanfil bıyıklı genç teğmenleri ak saçlı profesörleri, öğrencileri adları şuramıza işlemektedir ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler bir karasevda halinde söylemektedir şimdi bursada ipek çeken kızlar şimdi erzurumda çift sürenlerin geçit vermez kaşlarının altında derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri sabanın demiri girdikçe toprağa hınçlarını gömmektedir içine yerin. çünkü millet hayınları ankaralarda çünkü izmirlerde, çünkü istanbullarda çünkü başka yerlerinde memleketin kanına girdiler masum gençlerin işte onun için karanlıktır gözleri şimdi erzurumda çift sürenlerin. şimdi saat sekizdir başlar gecemiz gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar şimdi acının ve hüznün göklerinde umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız uykumuzun bir ucunda bombalar bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar ingiliz usulü piyade tüfekleriyle insanca yaşamanın onuru arasında milletcek bir gidip bir geliyoruz şimdi saat sekizdir başlar gecemiz şimdi ay doğar bulutlar arasından kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri cebren ve hile ile haklarımızı alan zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi türküleri duyuyor musunuz nice derin yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda karanlığı tutuşturup bir köşesinden geceyi gündüze çevirenlerin biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya anamız çay demliyor ya güzel günlere sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız bu, böyle gidecek demek değil bu işler biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz. CEMAL SÜREYA Askerlik yaptığı Temmuz 1959-31 Aralık 1960 tarihlerinde memuriyetine ara vermiş ve bu dönemde, beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay'da Demokrat Parti hükûmetini protesto etmek amaçlı toplanan grubun şifresi olan 555K'ya tanık olmuştur. Olay anında Adnan Menderes'in bir protestocu tarafından tartaklanması, yirmi iki gün sonra da 27 Mayıs Darbesi ile görevinden uzaklaştırılıp sonrasında idam edilmesinin sebeplerini Süreya, daha sonraları yazdığı "555K" adlı şiirinde dile getirmiştir. I Cemal SÜREYA

  • Her Hayat Tek Başına Bir Romandır

    Her Hayat Tek Başına Anlatılacak Bir Hikaye, Bir Romandır... Ya da Film... SIRADAN HAYAT sadece bir bakış açısıdır... Ya da körlük... Paylaşacağınız, çektiğiniz ya da seçtiğiniz fotoğraf,video, yaptığınız, bulduğunuz resimle ona döndüğünü göreceksiniz.

  • Öğretmen Duyşen

    Dünyanın En Güzel Öykülerinden Biri ÖĞRETMEN DUYŞEN / 25 Sayfa ,Tekmili Birden * resme TIKLAYIN * Bu PAZAR harika bir armağan okuyun PİŞMAN OLMAYACAKSINIZ... / resme TIKLAYIN

  • Aydınlar Üzerine…

    “Kapalı odanızdan çıkın, çevrenize bakın ve yanıtlarınızı sokakta arayın. Her yerde barışçıl ve silahsız yurttaş yığınlarını kurşunlayarak iç savaşı başlatan bizzat hükümet olmamış mıdır?” Lenin (İki Taktik) Aydınlar ya da aydın sorunu üzerine yazılmış en bilindik derli toplu kitap Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştır “Aydınlar Üzerine” (Plaidoyer pour les intellectuels) . Geçtiğimiz yıl okumuştum aydınlar üzerine kitabını. Sartre, tarihte Nobel ödülünü ilk reddeden kişidir bunu açıklarken “resmi ödülleri hep reddetmişimdir” diyordu… 1938 de kaleme aldığı bu eserin Fransa’nın Cezayir soykırımı ile Nazilerin henüz Musevilerin soykırımına (holokost) başlamadıkları yani 2.Dünya Savaşı’nın başına denk gelmiş olması önemini daha da arttırmaktaydı. Kitabında özetleyecek olursak aydın için, “ezilen sınıf için şüpheli, egemen sınıf için hain” sayılan kişi saptamasını yapıyordu Sartre. Sartre’a göre kısaca aydın, “Çabası hâkim sınıfça suç sayılan kimse" idi. Evvelki yaz görevden istifa ettikten sonra emekli olana kadar olan boşluğu doldurmak için edindiğim yazlığın olduğu Gemlik'e bağlı Kumla’da okuduğum aydınlar üzerine yazılan birçok kitaptan da birisiydi. Kumla’da sadece kitap mı okuyordum? Hayır. Büyük Kumla’da küçük parkta kitap okuyup kulaklığımı takarak sevdiğim müzikleri de dinliyorum. Büyük Kumla’dan Küçük Kumla’ya dönüşümde yolumun üzerinde hoşuma da giden ama nedense hep çok sakin fakat çaldığı müzikler genelde ilgimi çeken bir cafe vardır. Girişindeki takta “Laz Olympus” yazan bir eğlence merkezinin içindeydi. Yine bir gün kulaklığı çıkarıp elime alarak önünden geçerken bahçesinde bir masa çevresinde oturmuş 3-4 genç… O sırada sık sık dinlediğim Metallica’nın en hit parçalarından birisi çalıyordu: “Wherever I may roam”. Gençlerden biri nereden geliyor bu ses diye sağına soluna bakıp arkadaşlarına sormuştu. İçlerinden biri beni gösterince bu gencin yumruğunu kaldırarak bana uzun bir “helal” çekmesi aklımdan hiç çıkmıyor... Metallica ya da mensup olduğu heavy metal grupların yaptığı müzik bazı çevrelerce ülkemizde de, gürültücü, ahlak dışı işlere veya şiddete özendiren bir müzik türü olarak görülür ve böyle “kültürleme” yaptığı iddia edilir. Öyle mi peki? Yok... Metallica ve önde giden heavy metal gruplar ki (öncü olarak hep Megadeth ve İron Maiden’le birlikte akla gelir) aksine şiddeti teşvik etmezler, eskilerin deyimiyle eğretileme, mecazlar ya da taliller yoluyla yererler… Aksine batıyı batılı eleştiren varoluşçuluğun öncüsü Kierkegaard’ın deyimiyle “estetik aşama”ya takılıp kalmış yani hazların peşinde koşan kesimlerin yaşam biçimlerini eleştirirler… Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki burjuvazinin kapitalist sistemlerin krize sürüklediği toplumsal koşullarda başvurdukları savaş politikalarıdır… Misal “No Remorse” tam da böyle bir şarkıdır: “Kan besliyor savaş makinesini Ülkeyi yiyerek yolunu açarken Duymuyoruz kederi hissetme gereksinimini ‘Acıma yok’ tek emirdir bizim için Yalnızca güçlüler sağ kalır Zayıf ırkı kurtarma isteğimiz yok Yeni gelen herkesi öldürmeye hazırız Suratınıza doğrultulmuş dolu bir silah gibiyiz”, der Metallica… “Aydın kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını eş gören toplumun demokrasiye kavuşması için kendini borçlu ve sorumlu sayan kimsedir” demişti Aziz Nesin [Fehmi Enginalp’in (Aziz Nesin’in Bursa Günleri) kitabındaki Nahit Kayabaşı ile Söyleşisi’nden alıntıladım] Her çağ ve toplumda ne yazık ki koşullara göre olması gerek aydın için bir de aydın sorunu var. Fazıl Say, “Arabesk, toplumsal çöküşün ölümü bekleyen tembel ruhudur” demişti bir yerde. Hadi bugün taverna müzisyenleri bar şarkıcılarını geçtik de o koca koca aydın geçinen yazarların filozofların tavrına ne demeli… Çıkardan yana olmak mı, bir tür korkaklık mı?.. “Entelektüel devrimci olabilmek için entelektüel olmaktan vazgeçmek gerekiyor.” demekle ne demek istemişti Godard (bu sözü aktaran Ataol Behramoğlu, Türk Aydınının Sivas’la İmtihanı, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008) Walter Benjamin 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşmiş Yahudi kökenli ve Nazi baskısıyla intihara sürüklenmiş Marksist bir ideolog idi. Erich Mühsan, vicdani retçi (savaş karşıtı) olduğu için Oranienburgh’taki bir toplama kampında öldürüldü. Buna karşılık Carl Schmitt, Hitler’in hukuk danışmanı anayasa mahkemesi başkanı oldu. Anayasal (çoğunluğun) diktatörlüğünü savunmuştur. “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” diye de bir kitap yazmıştır. Michel Faucoult, Leon Strauss hatta Nietzsche’yi etkiledi. Nazi ideolojisinin felsefesine soyunmuş “Varlık ve Zaman”ın yazarı Profesör Martin Heidegger de bunlardan birisiydi. Hitler denen ırkçı diktatörün böyle yandaşları da olmuştu ne yazık ki... Bugün subliminal (gizli) ya da açık açık (doğrudan) mesajlarla veriliyor doz… Desensitize (tıpça duyarsızlaşmış, hissizleşmiş) bir toplum yaratılmak isteniyordu... Öyle ki ilk denemeler de (lobotomi) o dönemde yapılmıştır... Oysa her koşulda aydının mazeretsiz tavrı muhalif olmaktır Sartre’a göre… “Entelektüelin görevi mistifiye edileni demistifiye etmektir” diyordu Fikret Başkaya. Yani anlaşılmaz hale sokulanı anlaşılır hale getirmek… Metallica’da olduğu gibi militarizm, şiddet ve uyuşturucu karşıtı ya da “Barış mesajları” etkili olur mu olmaz mı? Elbet tartışılır... Knut Hamsun gibi faşizm yanlısı Nobel ödüllü ünlü yazarlara karşılık bu ödülü reddeden Sartre “Kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değil” diyebiliyordu. "Legion d'honneur" ödülü veriliyordu bunu reddedebiliyor, “Sartre, her şeyden önce bir Fransa’dır” diyebiliyordu De Gaulle. Çünkü Sartre, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımına karşı dik duruş sergileyebiliyor ve sözde vatansever Fransızların eleştiri oklarını üzerine çekerek katliamcıların sundukları “Vatan hainliği” payesini de göze alabiliyordu... Sartre’nın “orta sınıf ürünü” diye nitelenen aydın konusunda başlattığı tartışma, aydınlar ile sorumluluğunu taşıdığı kitleler arasındaki günümüzde aydın sorunu olarak ele alınmakta. Aydın kavramı bizde de Vedat Günyol ile başlayan bir dizi tartışmaya konu olur ve Oğuz Atay, Melih Cevdet Anday, Yusuf Atılgan, Demirtaş Ceyhun gibi yazarlarca roman veya deneme gibi türler yoluyla ele alınırlar… Aydın konusundan ne anladığımız bugün hala tartışmalıdır ya da tartışılmalıdır… “Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun aydınlar tabakasıyla proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.” Lenin (Bir Adım İleri İki Adım Geri)

bottom of page