top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Canım Kitap

    Nedir insanların kitaplara olan bu düşkünlüğü? Kitaplar, hele romanlar ve şiir kitapları, neden insanların hayatında bu kadar büyük bir yer alıyor? Bence, bunu cevaplandırmak için, “İnsan niçin okur?” sorusunu ilkin cevaplandırmak gerekir, insanlar toplu olarak yaşadıkları halde, gene de yaratıkların en yalnızdırlar. Dıştan birbirlerine yakındırlar, ama içten aralarında ne uzaklıklar vardır! Acısını duyuracak kimse bulamayınca, atının boynuna sarılarak içini boşaltan, Çehov‘un arabacısını düşünüyorum. Okuması olsaydı, böyle yapayalnız kalır mıydı? Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir. Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk katmak, biraz ışık vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır. Bırakınız ıssız bir adaya gitmeyi, herhangi bir yolculuğa çıkarken bile hangi okur yazar, yanına bir-iki roman, bir-iki şiir kitabı almayı düşünmez? Yolculukta, çoğu zaman olduğu gibi çevremize bakıp dalmaktan, yanımıza aldığımız kitapları okuyamayacağımızı bilsek bile, onları gene de el altında bulundurmak isteriz. Çünkü onların can yoldaşı olduğunu biliriz. Düşünüyorum da, şu dünyadan kitap yok oluverse yaşamak ne kadar güçleşir, çekilmez bir ağırlık olurdu! Romancı veya şair için yazmak nasıl dayanılmaz bir ihtiyaçsa, okur için de yazılanları okumak, öyledir. En kötümser zamanlarımızda yardıma koşan onlardır. Ataç, ölüm yatağında, kendini görmeye gelen Sebahattin Teoman’a, “Hastalıkta ağrıları dindirici en iyi ilaç şiirmiş. Boyuna şiir okuyorum.” dememiş miydi? Kitap, bizi avuttuğu gibi, yükseltir de. Kısa hayatında insanın edindiği deneyler ne kadar azdır. Oysa ki, şiirler ve romanlar, yaratıcılarının türlü iç deneyleriyle kaynaşırlar. Onlarla zenginleşir, onlarla eksikliklerimizi gideririz. Bir şeyler öğrenmek için roman ya da şiir okunduğunu sanmıyorum. Sanatçı bir şeyler öğretmek, bazı doğruları göstermek amacıyla yazmamıştır ki, okur da öğrenmek için okusun. Düşünce eseri ile sanat eserinin ayrıldığı nokta işte burada! Kitapların eskilerini de yenilerini de severim, çünkü onlar yalnız düşüncelerimizi, duygularımızı etkilemekle kalmaz, duygularımızı da uyarırlar. Charles Baudelaire’in: ”Çocuk tenleri gibi taze kokular vardır” dizesini anımsayınız! Gerçekten hiçbir koku, bu hayat başlangıcının kokusundan daha cana yakın değildir. Ama bunun ardından hangi koku gelir dersiniz, baskıdan yeni çıkmış kitapların kokusu derim. Bu koku hangi yazarın içine bir bahar havası gibi dolmamış, hangi okurun hayaline yeni ufuklar açmamıştı? Ama yalnız koku mu? Ya sayfaları açarken parmakların kağıda dokunmaktan duyduğu o sabırsızlıkla karışık haz? Sözün kısası kitabı her yönüyle severim. Anlatılana dalıp gitmekten, yapraklara dokunmaktan, taze mürekkebin kokusunu duymaktan, çevrilen yaprakların çıkardığı hışırtıdan hoşlanırım. Odamdan dışarıya çıktığım zamanlar, yanıma küçük boyda bir kitap almayı hiç unutmam. Ne olacağı bilinmez ki! Bakarsınız, kalabalık içinde insana ansızın yalnızlık çökebilir. Ya bir soruşturmacı, bu alışkanlığımı öğrenir de, ıssız adaya götüreceğim on kitabı gelip benden sorarsa ne cevap veririm? On kitap! Bunları seçmek dile kolay. Geri kalanlar ne olacak? Doğrusu adaya madaya gitmek niyetinde değilim. Hem böyle bir soruşturmacı gelirse, şunu diyeceğim ona: “Ne diye bu on kitabı kendin seçip, o adaya gitmiyorsun?” Ben odacığımda yeni eski tüm kitaplarım arasında böyle daha iyiyim. Suut Kemal Yetkin, Günlerin Götürdüğü CANIM KİTAP – Suut Kemal Yetkin “Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız hangi romanları yanınıza alıp götürürsünüz?” sorusu, bir zamanlar Fransa’da, anketçilerin pek hoşlandığı bir konuydu. Bu romanlar, soruşturmacılara göre, ya Fransız, ya da dünya edebiyatından alınırdı. Sorularını edebiyatın başka türlerine genişletenler de vardı. Andre Gide‘in böyle bir ankete verdiği cevap hatırlardadır. Yazar, bu cevabı, On Fransız Romanı başlığı altında Incidences adındaki kitabında, bazı yazılarıyla birlikte sonradan yayımlamıştır. Bugün bile, böyle bir sorunun çekiciliğini kaybetmiş olduğunu sanmıyorum. Böylece, hem kimi yazarların beğenileri belirmiş, hem de unutulmaya yüz tutmuş bazı sağlam eserler yeniden değerlendirilmiş oluyordu. Ama bu sorunun ortaya koyduğu asıl gerçek, edebiyatın insan hayatındaki vazgeçilmez varlığıdır. Bana öyle geliyor ki, ıssız bir adada yaşamak zorunda kalan bir insana, “Yanınıza neler alıp götürürsünüz?” deseler, o insan erkekse, başta tıraş makinesi olmak üzere gece giyeceklerini, kadınsa, dudak boyası ile tuvaletlerini almayı herhalde düşünmez. Yaşamak için gerekli bir-iki şeyden sonra, gerisini gene kitaplara ayırırdı.

  • Kıskançlık

    “ Bir yenilgi olarak tasvir edilen duygu”. Konfüçyus Sözlüğümüz, kıskançlık kelimesini şöyle açıklamıştır :“Bir kimse bir üstünlük gösterdiğinde veya sevilen birisinin, başkası ile ilgilendiği kanısına varıldığında takınılan olumsuz tutum” Kıskançlığı doğuştan değil, sonradan öğrenilen ve birçok insanı etkileyen, rahatsız eden bir duygu olarak tanımlamıştır. Kıskançlık sadece eylemde değildir. Konuşmalarda da hissedilen, farkına varılabilen bir duygudur. Ses tonuna, beden diline da yansıyan bir etkin haldir. İnsanı mantığın dışına çıkartan takıntılı bir ruh haline sokabilecek güçte bir duygudur. Bu bağlamda zarar verir, hem taşıyana, hem yöneltildiği kişiye. Acı çektiren duygulardan bir tanesidir. Karşısındakine eziyet etmeyi de getirmektedir. Bir ilişkinin bitmesine bile neden olabilir. Sahiplenme duygusunu da yansıtmaktadır. Sevilene, karşı cinse yöneltildiğinde tamamen sahiplenme ve aidiyet duygusunun hayata geçmiş halidir. Kaybetme korkusunu ön plana çıkarmaktadır. Kıskançlık, öfke, değersizlik, çaresizlik, yetersizlik, yalnızlık gibi duyguları da yanyana getirmektedir. Bu duygulara değersizlik ve özgüvensizlik ile ilgili düşünceler de eşlik etmektedir. Komplike bir duygular bütünü olduğundan insanı kompleks sahibi yapar kıskançlık. Aynı hat üstünde, aynı gemide olduklarınla yarışma hastalığını da ortaya çıkaran yine kıskançlık duygusudur. "Sende var, bende niye yok?" olarak düşünen zihniyeti de taşımaktadır. Böylece, kopya yaşamları da ortaya çıkarmaktadır. Kendine yabancılaşmayı getirerek, yorar, bezdirir , hareketleri kısıtlamayı getirir. Yaşamı iki taraf için de zindana çevirmeyi getirebilmektedir. Rekabetin olduğu yerde varolmaktadır. Sevgilinin karanlığa açılan yanıdır. Paylaşamamayı getirmektedir. Bu bağlamda, cinsel mülkiyetçiliğin diğer ismidir. Bazı durumlarda olanı elde edememekten de kaynaklanmaktadır. Kendini değersiz bulmayı ve kendini sevmemeyi getirmektedir.Geri kalma hazmedememe de yer almaktadır. Birisinin üstün durumda görünmesini kabul etmemeyi getirir. Elbette bunun en büyük nedeni kişisel ya da toplumsal kıyas ölçütü ve yersiz-gereksiz-haksız karşılaştırılmanın varolmasıdır, ki çok yanlıştır. Yeni bir kardeşin aileye gelmesiyle büyük kardeşin ebeveynlerinden aldığı ilgi ve yakınlığın azalması ya da romantik ilişkideki özel konumun bir başkasına kaptırılma ihtimali ilişkideki ödüllerin kaybedilmesi anlamına geldiği için kıskançlığı getirebilmektedir. Kıskançlık duygusu; kıskananı da kıskanılanı da huzursuz eder. Can yakar. Sevginin de en gözde tuzağı durumundadır.Kıskançlık sonucu yapılan hareketler de; takip etme, baskı altında tutma, öfke, şüphecilik gibi şeyler olup, karşı tarafı daha da uzaklaştırmaktadır. Yorucu ve yıpratıcıdır. “Kıskanma” kelime anlamı didiklenir ise, kısmak, bir şeyin gücünü ve miktarını azaltmak, eksiltmek, hatta kapatmayı da getirmektedir. Hoşnut eksikliğini ve tatminsizliği getirmektedir. Çevresinde gördüğü iyi olanları takdir etmek yerine , açığını bulmaya çalışıp, kötülemek peşinde olmadır. İlişkilerde zayıf kalmayı getirmektedir. Kıskançlığın yenilmesi gereklidir. Herkesi sevmekten geçebilir bunun bir yolu. Hobilerinize odaklanmak. Yaşamdan keyif almaya bakmak.. nedensiz sevgi...ya da hepsi birden... Kıskanmayı kontrol eden insanlar kendilerini gerçekleştirmiş, komplekslerinden arınan, kendine güvenen kişilerdir.İmalı sözlerle, küskünlüklerle onların işi olmaz. Karşılıklı konuşma , insanları beklentisiz, karşılıksız sevebilmek pek çok sorunu yok edebildiği gibi bunun da ilacıdır. Onlarla gönül bağı kurabilmek çok iyi bir yoldur. Sahip olduğunuz olumlu özellikleri kendinize hatırlatarak... Herkesin güçlü ve zayıf yönleri olduğunu bilerek, kendinizdeki olumlu yönlere odaklanarak... Kurduğunuz iletişimi öfke, kinaye, suçlamalar üzerine değil gerçekten hislerinizi en doğru şekilde ifade edecek şekilde gerçekleştirmeye çalışarak huzurlu ve kıskançlıktan uzak bir yaşam mümkündür... Kendi iç güzelliğimizi ve gerçek değerimizi görelim. Kendimizi geliştirmeye, güzelleştirmeye çalışalım. Dünyanın buna ihtiyacı var. Güzele özenelim, imren duygusu olsun yaşadığımız, daha güzelini yapmaya isteğimiz olsun. Yaşamda kötü duyguları beslersek kötü iyi duyguları beslersek iyi bir sonuç elde ederiz. Kötü malzeme ile iyi bir yemek yapmak mümkün değildir, kötü duygularla da iyi bir yaşam sürmek aynı şekilde, mümkün değildir. Mutfaktaki malzemeyi zenginleştirerek yaşam yemeğini hem kendimiz hem de konuklarımız için güzel kılalım.

  • USUL ACI’yı Okurken

    / Usul acı, NAZIM MUTLU, yeni umut yayınları, Eylül 2012 Ankara * Adı tescilli şair bile olsa, edebi bir cümleyle kendini özetlemekten aciz çok kişinin, ancak akademik kariyer yapanın belki anlayacağı, terminolojik edebiyat kitaplarından aşırma sözcüklerle eski doktor reçetelerine benzer şiir değerlendirmelerine ne zaman denk gelsem, imreniyorum, gülmezsem eğer. Şiir o, şairlik ve marifet buymuş gibi… Belki de doğrudur bu izlek. Şiir anlatılamayandır, karmaşık, derin ve korkunç… Gezegenleri birbirine çarpıştıran, güneşi durduran, devrimlere kanat olan, aşkın yakan sihrini bir altın damlaya yoğunlaştırıp sunan… Ve şair, Roma’nın yedinci lejyonunu bekleyen Spartaküs’tür, İtalya Birliğini kuracak Garibaldi’dir, Rodrigo’yu son dileğine yerleştiren Deniz Gezmiş midir? Hadi canım! O kadar büyük ideallere disipline edilmiş bir ruh, şair ruhu olabilir mi? Ülkemizin toz duman bir arenada pıtrak gibi açan podyumdaki şov ruhu yazmaktan daha gelişkin şairleri, ustasından çırağına bir geleneğe ait olmayı reddeden, her gün kabuk ve ruh değiştiren anarşist renkleri, arayışları, elbet çeşitliliğiyle ve her biri ayrı kavim dergileriyle doludizgin akan bir ırmak gibi… Ya evreni yaratacak ya dünyayı yutacak… Böylesi bir süreçte “zarımı geleceğin şairine atıyorum,” demek, herhalde gaip bilicilikten öte bir iş. Ustaları bile suskun bekledikten sonra… Gerek de var mı? Attila İlhan’ı hiç şiirinin ruhunu açıklarken gördük mü? ŞİİR, yaşamı damıtan imbikten ruhunuza isabet eden damla, bir aroma değil miydi? Ve ŞAİR, her şeyden önce en büyük olanın; insan ruhunun ve yaşamın ince mühendisiydi elbette. “Güz çürüğü Şarabın kızıl akışında Hüzzam kadehi dolar Eski bahçelerin viran güzelliği…” Okurken anımsıyorum, o anlamadığım ama imrendiğim şiir açıklamalarını. Olsaydı o dilim, neler yazardım USUL ACI’ya dair, kim bilir. Oysa ben anlatmak değil, gözlerimi kapatıp, ruhuma yayılan o tadın ömrünü uzatmak istiyorum sadece. Nazım Mutlu’nun ŞİİRİ O, hayata dair. As’lolan hayatsa seveceksiniz. mart 2013 maviADA 2013 BAHAR SAYISI

  • Niçin Roman, Niçin Şiir Okuruz?

    Romanın en çok sevilen bir edebiyat türü olduğu gerçektir. Nereye giderseniz gidiniz, en çok onun okunduğunu görürsünüz. Şiir için de böyledir. Yaşamak için çalışıp didinmelerimizden fırsat bulduk mu, elimize aldığımız şey, ya bir roman, ya da bir şiir kitabıdır. Bir geziye çıktığımız zaman, çantamızın bir köşesine yerleştirmeyi unutmadığımız yine onlardır. Daha okul sıralarındayken çalışma saatlerinden artırılmış sayılı dakikaları, sevdiğimiz bir şaire veya romancıya verdiğimizi, bu yetmeyince, yatakhanenin alaca karanlığında geç saatlere kadar gizlice okumaya koyulduğumuzu kim hatırlamaz? Nedir bu ilginin sebebi? Bilmem bu soru üzerinde hiç durdunuz mu? bana öyle geliyor ki, bu ilginin sebebi çok derinlere inmektedir. İnsan, çocukluk çağından kurtuldu mu ileride yaşamaya başlar ve yaşadığı günlerle gelecek günleri kıyaslamaktan kendini alamaz. Bu kıyaslama, daima yaşanan günlerin zararına olmuştur. Böyle de olsa, bu geçen günlerin güzelleşmesi, özlem buğularıyla örtülmesi, beklenen günlerde aradığımızı bulamadığımız içindir. Hayat bir akıştan başka bir şey değildir. İnsan bu akış, bu oluşum içinde, başka insanların halleriyle de ilgilenmekten kendini alamaz. Hayatın biteviyeliğinden kurtulmaya çalışırken, başkalarının çabalarından da dikkatini ayıramaz. Kendi alın yazısının başkalarınınkinden ayrılamayacağı kanısındadır. Yaşanan anlardan kurtuluş, düşün zenginliği nispetinde gerçekleşir. Bu dünyanın ötesinde düşsü bir dünya, uzaktan çağırmaya başlar. Her varıştan sonra yine bir çağırış duyulur. Yaşanan anların boşluğunda aydın, dolu noktalar da olsa, insan çoğu zaman bunun farkında olmaz, olsa da onların görünmesiyle kaybolması o kadar birdir ki! Hatıraların şiddetlendirdiği, sonu gelmeyen bu gelecek gün özlemi, insanlarda aradıklarını bulamamış, yaşadıklarını iyi yaşayamamış olmanın verdiği bir eksiklik duygusu uyandırmıştır. Şimdi niçin roman, niçin şiir okuduğumuzu cevaplandırabiliriz. Ama daha önce şu soru üzerinde bir an duralım: Romancı romanını, şair şiirini niçin yazar? Ün almak için mi, para kazanmak için mi? Birtakım doğruları yaymak, topluma düzen vermek için mi? Böyleleri de bulunabilir? Her şeyin sömürücüleri olduğu gibi, edebiyatın da sömürücüleri vardır. Bunlardan söz etmiyorum ben. Gerçek şudur ki, romancı da, şair de iç içe giren geçmişin özlemi ile geleceğin umudunu kişi olarak, toplum olarak bütün yoğunluğu ile yaşamakta, yazdığını bu iç yaşayışın etkisi altında yazmaktadır. Yaşadığı biricik güzel bir ânı ebedileştirmek, yaşanıp duran birbirine benzer günlerin renksizliğinden kurtulmak, geçmesiyle güzelleşen günleri daha da güzelleştirmek, özlemin taşıdığı bir dünya canlandırmak, onu bütün insanlarla paylaşmak, içindeki ağırlıkları atmak için yazar. Bu söylediklerim okuyucu için de böyledir. Romancı veya şair ne için yazarsa, yazılarını okuyan da onun için okur. Bu bakımdan okuyucu, yazmaktan alıkonulmuş, elinden yazma imkanları alınmış bir romancıdan, bir şairden farksızdır. Roman okuyarak, şiir okuyarak varlığımızın darlığından kurtuluruz; yaşayamadığımız hayatları yaşayarak genişler, yaşadığımız renksiz günlerin bile, dönmemek üzere gittiği için değerlendiği duygusu ile zenginleşiriz. Kendimiz ile benzerlerimiz arasında bir kaynaşma olur. Genel olarak okuyucu, bu bakımlardan okuduğunun pek de farkında değildir. Sırf vakit geçirmek, vakit öldürmek için okuduğunu sanır. Ama böyle de olsa sonuç birdir. Evet, ne roman bir toplumbilim kitabı, ne de şiir bir doğrular topluluğudur. Bir sanat eserini birtakım bilgiler, doğrular olarak kabul etmek, sadece sanatı, varlığını, özünü görmemektir. Balzac’ı, yaşadığı devrin toplum olaylarını öğrenmek için okuduğunu kim ileri sürebilir? Böyle olsaydı, bu olayları anlatan sayfalar birer tarih belgesi sayılmaz mıydı? Romanı tarihle bir tutmak sadece yaratışın ne demek olduğunu bilmemektir. Bir romanın birkaç defa okunması, bir şiirin okunduktan sonra tekrar edilmesi, ezberlenmesi de romanın veya şiirin herhangi bir mesele hakkında bilgi edinmek için okunmadığını gösterir. İnsanın, bildiği bir şeyi tekrar bilmek istediği görülmüş müdür? Zaten romancı da, şair de yazdığını bir şeyle öğretmek için yazmamıştır ki, okuyan da bir şeyler öğrenmek için okusun! Romanlar ve şiirler birer iç yaşayıştan doğmuştur. Onları yaşayarak okumamız da bundandır. Her okuyucunun aynı davranışta olduğu elbette söylenemez. Yaratılışın, yetişmenin verdiği ayrılıklar vardır. Bu bakımdan, aynı kitapta, herkes biraz da kendi romanını, kendi şiirini okur. Gerçek sanat eserinin özelliklerinden biri de, bu çok yönlülük değil midir? İnsan, ileride yaşamaktan kesilip de geçmiş günlerden bir yığın olmaya yüz tutunca, roman ve şiir okumasını da bırakmaya başlar. Okuduğu olursa, artık eski tutkuyu bulamaz. Okumak da, okunan eseri duygularımız, düşüncelerimizle zenginleştirmek olduğuna göre, bir türlü yaratıştır. Romancı, şair yaşlanınca nasıl yaratma gücünü kaybediyorsa, okuyucu da o yaratışla kaynaşma yeteneğini kaybediyor. Bu bakımdan, okumaktan kesilmek biraz da ölmektir. (Suut Kemal Yetkin, “Günlerin Götürdüğü”) * Suut Kemal Yetkin / Milletvekili, Öğretim Üyesi, Rektör, Sanat Tarihçisi,Edebiyetçı,Yazar…Denemeler üzerine yetkin bir kalemdir. Prof. Dr. Suut Kemal YETKİN (d. 1903 Şanlıurfa - ö. 18 Nisan 1980, Ankara) Fransa'da Felsefe eğitimi gördü. Öğretmenlik yaptı. "Denemeler adlı kitabını açtım, yeniden okudum kimi yazıları... Uzun yıllar önce Edebiyat Üzerine adlı kitabının yayınlanmasında da payım olduğundan, hatta bu adı da ben koyduğumdan, bütün yazıları birkaç kez okumuşumdur kimbilir! Deneme kolay gibi görünen, ama en güç bir yazın dalıdır. Ataç, Eyüboğlu ve Yetkin, bizden önceki ustalar kuşağının üç sağlam deneme yazarı... daha sonra Anday, Günyol, Birsel gibi denemeciler de yetişti, başkaları da... Ama Yetkin'in huzur veren yazarlığı, hoşgörülü doğası, zaman zaman beni Ataç'ın, Eyüboğlu'nun yazılarından daha çok etkilemiştir. Daha doğrusu kendime daha yakın bulmuşumdur." Oktay Akbal

  • Niçin Baktın Bana Öyle

    Son günlerde pek muhterem bir emekli devlet büyüğümüz ki kendisi aynı zamanda iktidar partisinin İBB BAŞKAN ADAYI'dır; seçimlerde sandık başkanlarının seçmenlerin yüzüne bakıp hangi partili olduklarını anladıklarını, bu kişilere kasıtlı olarak oy pusulasının eksik verildiğini buyurmuş ve seçimin iptaline gerekçe göstermiş. Eee tabii haklı adamcağız; insanların yüzüne bakınca ne mal oldukları anlaşılıyor, ama bu daha çok siyasetçiler için geçerli. Bir siyasetçinin bıyığından, saçından, ceketinden... hangi partiden olduğu şıp diye anlaşılıyor da sade vatandaşta pek başarılı olunmuyor bu yöntemle. 31 Mart seçimlerinden bir iki gün önce Kadıköy'den bindiğim belediye otobüsünde karşılıklı koltukların olduğu yere oturmuştum, karşımda lise öğrencisi sandığım şirin bir genç kız oturuyordu. Sonra benden hayli yaşlı, modern giyimli bir hanım gelip yanıma oturmuş, diğer durakta da başörtülü, pardösülü bir hanım binmiş otobüse ve dördüncü koltuğa da o oturmuştu, böylece kare as tamamlanmıştı... Bir müddet birbirimizi süzdükten sonra bir ısınıp bir soğuyan havalardan dem vuran bir sohbet başlamıştı aramızda. Karşımda oturan genç kızın gideceği yerle ilgili sorusu üzerine, onunla ilgili bir muhabbet başlamıştı. O genç kızın aslında üniversite son sınıf öğrencisi olduğunu ve staj yaptığını öğrenince hem şaşırmış hem de eğitimle, gençlerin iş bulamamasıyla ilgili yeni bir konuya girmiştik. Bindiğimiz otobüs Üsküdar'ın tepelerinden sahile doğru süzülürken yol kenarında sıra sıra dizilmiş seçim afişleri dikkatimi çekmişti. Akp'nin Büyük şehir belediye başkan adayıyla ilçe başkan adayı "İstanbul bizim aşkımız" sloganıyla baş başa poz vermişlerdi afişlerde. Hemen yanındaki bir başka afişte ise baş başa poz veren adayların yanında Cumhurbaşkanı da arz-ı endam ediyordu... Düşünmüştüm de koskoca Cumhurbaşkanı niye mahalli bir seçimde bunca öne çıkar, bunca mücadele, bunca kavga eder diye, akıl erdirememiştim. (Şimdilerde akıl erdirir olduk tabii) Neyse yolculuğumuz bu afişlerin gölgesinde sürerken konu ülkemizin eğitim sistemine ve hal-i pür melalimize gelmişti. Aramızda tesettürlü ve YÜZÜNE BAKINCA şıp diye AKP'li olduğu anlaşılan biri olduğundan, durduk yere bir gerginlik yaşamamak için oldukça sakin ve temkinli konuşmaya çalışıyor, daha doğrusu konuşmadan dinliyordum. Bir müddet sonra lafa girip, kendi çocuklarını anlatan o başörtülü hanım, ders kitaplarındaki bilgilerin yetersizliğinden, saçmalığından, eğitim sistemimizin içine düşürüldüğü korkunç durumdan, insanların inançlarının sorgulanmasından filan bahsederek İKTİDAR PARTİSİNİ ve yöneticileri suçlamış, "İbadet ve inanç insanın kendiyle ilgilidir, bunu kimse sorgulayamaz, benim başörtüm, namazım kimseyi ilgilendirmez, ben kimse için değil kendim için kılıyorum namazımı, bizleri, çocuklarımızı bu hale düşürenler inşallah bunun vebalini öderler" demişti de öfkeyle şaşırıp kalakalmıştım öylece... Konu belki ekonomiye, bekaya filan da gelecekti ama ben, ineceğim durağa geldiğimden gerisini dinleyemeden inmiştim otobüsten. Bir yandan konuştuklarımızı düşünerek yürürken bir yandan da içimi bir sevinç ve umut kaplamıştı... Biz dört farklı ve birbirini hiç tanımayan kadın, herkesin bildiği ve gördüğü asgari müşterekte buluşmuş ve ben o başörtülü kadıncağızın yüzüne çok dikkatle bakmama karşın, ne yazık ki partisi hakkında yanlış teşhis koymuştum... Birkaç sene önce de referandum döneminde ellerinde viski bardaklarıyla YETMEZ AMA EVET diyen, tanıdığımı sandığım birilerinin de yüzlerine bakıp ne halt olduklarını anlayamamıştım... Demek ki bu benim basiretsizliğim. İyi ki sandık başkanı filan olmamışım; yoksa şu iptal edilen seçimlerde kim bilir daha neler olur, bir bavulluk daha kanıt çıkardı ortaya... Ziya Paşanın meşhur bir beyiti vardır çoğumuzun bildiği; "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" diye, ben de bu beyiti söylüyorum şu aralar gülerekten ve HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK inşallah diyorum... Fotoğraf: Nurten Bengi Aksoy

  • YAZMA SEVDASI

    Bir günde dört mevsim yaşar gibi duyguları değişir mi insanın? Gülerken ağlama krizine girenin, ağlarken yüzünde güller açar mı? Ne yani insanın makbulü aklı kadar duygularının hükmünde olan değil midir?.. Yaşadığı ortamı gözlemleyen, her ayrıntıyı zihnine kayıt eden, yeri geldikçe öğrendiği bilgiyi kullanabilen insanlardan biriyim ben de. Duygusal oluşumun farkına ilkokul çağlarımda varmıştım aslında. Öğretmenimin müzik dersinde ‘’annem adlı şarkıyı’’ söylerken usulca ağlayan tek öğrencisiydim. Arkadaşlarımın fıkralarına kahkaha ile gülerken gözyaşlarını silen gene bendim. Okumayı çabuk öğrenmiştim de yazı yazmayı bir türlü beceremiyordum. Kalem tutmamdaki bozukluk, kalemi bastırmayışım, iki çizgi arasına sığdırmam gereken harfler nasıl zor geliyordu küçük yaşımda. Öğretmenimin ellerime cetvelle vuruşu yazımı düzeltmem için olsa bile canımın yanması dışında boşuna bir çabaydı. Yazmak benim zihnimdeydi, kalemimin ucunda değildi. Kitap okumanın, yazmaya giden yolda ilk adım olduğunu anlayınca okul sonrası zamanlarımı mahalle kütüphanesinde geçirmeye başladım. Hızlı okumak hızlı konuşmama sebep olunca müsamere seçimlerine az daha alınmayacaktım. Provalarda içimden ’’yavaşla‘’ diye uyarıyordum kendimi. Her boş zamanımda şiir yazıyordum. Duygularımı ifade eden cümleleri devrik cümlelerle yazınca bana şiir yazmışım gibi geliyordu. İlk güncemi ilkokulda aldım. Başıma gelen ilginç olayları resim kabiliyetim olmamasına rağmen karikatürleştirerek yazıma ekliyordum. İlkokul bitiminde sunucunun şiir okuma görevlerini içeren metni yazarak ilk yazma çabalarımın karşılığını alkışlarla aldım. Ortaöğretim yıllarımda edebiyat kulübünün aranan öğrencisiydim. Yarışmada şiirim birinci olunca, yazma isteğim çoğalmış, güncelerime yazdıkça yazılarım arkadaşım gibi olmuşlardı. Yazdıklarımı tekrar tekrar okurken yüzüme oturmuş gülümsemeyi karşıdan izliyor gibiydim. Yazma sevdamın ilk tohumlarını atan, beni takdir ederek, başaracağıma inanan, sevgisini hissettiren öğretmenlerim olmuştur. Lise hayatım boyunca kendimi görünmez gibi hissediyor, yaşanan her olayı not alıyordum. Yıllar sonra arkadaşlarımla paylaştığım yazılarımda duygusal anlar yaşamamız, onların bu olayların farkına varmamış olmalarıydı. Gençliğimizin en güzel günlerini kayıt altına almıştım. Üniversite sınavına hazırlanırken geçen zorlu süreçte, sonucun olumlu gelmesine kadar yazdığım yazılarda, umudun yanında tükenmişlik de vardı. Güncemin son sayfasında amacıma ulaşmış olmanın haklı gururunu yazarak, defterimin kapağını kapatmıştım. O yıllarda matematik öğretmenimin kitap çıkaracağıma beni inandırması uzak bir hayal gibi gözükse de içimi ısıtan bir umuttu. Üniversitede okumak, sayılarla boğuşmak, çok istediğim öğretmenlik mesleğine kavuşmak, kendini bulmak kolay değildi. Yazmaya daha fazla zaman ayırdım. Taraftarı olduğum takımın galibiyetinin sevincinden, yemekhanede çıkan tavuğun uçan martılar olduğu esprisine kadar her şeyi yazdım. Okurken kahkaha atıp, bazen hüzünlendiğim anlar olsa da iyi ki yazmışım diyorum. Aynı anda öğretmenliğim ve evliliğimin başladığı ilk yıl acılı arabesk tadında film yazıyormuşum gibi geldiyse de hayatın tam olarak gerçekleriydi. Öğrencilerimle yaşadığım her gün birbirinden renkliydi. Uzun yolculuklar sırasında zihnimde uçuşan kelimeleri kaçıracağım korkusuyla -yazım ilkokulda yazdıklarımdan bile daha kötüydü, çok hızlı yazıyordum. Beş yıl arayla doğan kızlarım için tuttuğum günlükleri on sekiz yaşına girdikleri zaman onlara hediye ettim. Şimdi yaşamlarını kayıt altına alırken yazma sevdasının genetik oluşuna seviniyorum. Elliye, emekliliğime birkaç yılım kalmışken, doğum günümde değerli arkadaşımın hediyesi olan kara kaplı deftere beyaz kalemle mutlu anlarımı yazıyorum. Olur da unutursam, fısıldayacak kimsem olmazsa yanımda açıp okuyacağım defterimi. Mutlu anlarımın tadına tekrar ulaşmak için yavaş yavaş ama yüksek sesle okuyacağım kelimelerimi. Gün gelir yazdıklarımı bir kitaba dönüştürürsem benden hatıra kalsın sevdiklerime diye; hayaller kurmaya bile başladım. ’’Hayaller gerçekleşsin diye kurulur’’ demişti bir büyüğüm. Ülkemizde okuma oranının gittikçe azaldığını düşünerek karamsarlığa düşmeden yazmaya devam etmek gerekir. Teknolojinin hızına yetişmek ne mümkün desek de Yazma Sevda’mızı durduracak bir alet henüz icat edilmedi bilesiniz. Elbette farkındaydım. Yazar denilen ideal ancak kabul gören, başkalarınca da onaylanan yazılarıyla tescil ediliyordu. Hep özlemimdi. Bilinen bir dergide adıyla sanıyla yazar olmuş insanların yanında yazmak , daha geniş kitlelere ulaşmak istiyordum, istiyordum da...Nerde? Kim benim acemi yazılarıma tahamül eder, okur, değerlendirir, yol gösterirdi. Yani umutsuz vaka... Kalbinizi temiz tutun, Mucizeler hep olur. Benim mucizem maviADA'yla tanışmak oldu. Yeri gelmişken tanışmama aracılık eden Yusuf Aksoy'a, benim heyecan ve coşkuma, acemi yazılarıma katlanarak yol gösteren dergi yöneticileri başta Şenol Yazıcı olmak üzere Nurten Bengi Aksoy'a ve elbette beğenileriyle teşvik eden, eleştirileriyle yol gösteren okurlarıma teşekkür ederim. Sanırım yerimi buldum. Sanırım sizler de gün geçtikçe yazılarımın görücüye çıkacak hale geldiğini görüyor, daha çok beğeniyorsunuz. Beni teşvik etmek için artık boşa övmeyin. Yapıcı eleştirilerinizi de alayım... "İnsanın başkalarına söyledikleri, kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları ise okumak istedikleri. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir" demiş Tezer ÖZLÜ. Ben de tüm kalbimle ona katılıyorum. Hayatta hiçbir şeyi ertelemeyin dediklerinde yaşananları yazmak hatta aşk ile yazmak gerekli diye düşünüyorum. ‘’Ben yazamam’’ dediğinizi duyar gibiyim. Denize girmeden nasıl ki yüzmeyi öğrenemezseniz, kalemi elimize almadan düşüncelerinizi kağıda yazmadan bunu bilemezsiniz. Heykeltıraş yaptığı heykele şekil verirken hayalini görsel hale getiriyorsa, yazıyla oluşturacağınız eserin güzelliğine siz bile inanamayacaksınız. Cümlelerimin devrik, el yazımın hala bozuk oluşu, noktalama işaretlerinden çok duygularımı doğru anlatmayı önemseyişim yazmama engel olamadı. Ben yazmaya dört elle sarılırken okumaktan ve yazmaktan keyif alan tüm dostlarımla aynı yolda yürür gibi hissediyorum. İyilikle güzellikle bezenmiş bu yolda yazan herkese kolaylıklar diliyorum. Hadi siz de yaşamınızı zenginleştirecek yazmak gibi, çizmek gibi, fotoğrafçılık gibi bir soylu uğraş bulun, yolumuz keşişsin... Sevgiyle, muhabbetle kalınız.

  • Vedat Günyol Deneme Ödülü Sahiplerini Buldu

    2004 yılında hayatını kaybeden çevirmen, eleştirmen, öğretmen, yayıncı ve yazar Vedat Günyol'u gelecek kuşaklara tanıtmak ve deneme alanındaki çalışmaları desteklemek amacıyla 15 Temmuz 2016 tarihinde duyurusu yapılan ve Kartal Belediyesince düzenlenen "Vedat Günyol Deneme Ödülü " yarışmasının sonuçları açıklandı. Seçici kurulda Celal Ülgen, Haluk Hepkon, Hüseyin Özbek, Av. Hüsnü Yeşilyurt, Rengin Cemiloğlu, Tahir Şilkan ve Uğur Kökden'in yer aldığı yarışmaya Kartal Belediyesinin yanı sıra İstanbul Barosu, Türkiye Yazarlar Sendikası, Kırmızı Kedi Yayınevi ve İstanbul Atatürk Lisesi Mezunları Vakfı da destek verdi. Seçici kurul tarafından yapılan değerlendirme sonucunda, farklı alan ve konularda, deneme tarzında yazılmış, yayımlanmış veya yayımlanmamış 74 eser içinden "Anadolu’nun Umudu Aydınlık" isimli yayınlanmamış eseriyle Öner Yağcı, Vedat Günyol Deneme Ödülünün sahibi olurken, "Kirpinin Dansı" eseriyle Hamdi Topçu, "Aklımın Söz Kanatları" eseriyle de Ayşe Yamaç seçici kurul özel ödülüne layık görüldü. Vedat Günyol Deneme Ödüllerinin sonuçlarını açıklamak amacıyla Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde bir araya gelen yarışma seçici kurulu, yapılan değerlendirmelerin ardından yarışmada dereceye girenlerin isimlerini açıklarken, dereceye girenlerin ödüllerinin de 5 Mart 2017 Pazar günü saat 14.00’de Kartal Belediyesi Hasan Ali Yücel Kültür Merkezinde düzenlenecek törenle verileceğini duyurdu.. VEDAT GÜNYOL KİMDİR? Çıkardığı Yeni Ufuklar dergisiyle Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Türk hümanizminin kurucularından olan Vedat Günyol, 16 Mart 1911'de İstanbul'da doğdu. Orta öğrenimini 1934'te St. Benoit Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İlk çevirilerini üniversite yıllarında yaptı. Bir yandan çeşitli okullarda Fransızca öğretmenliği yaparken bir yandan da Yücel Dergisine Fransız romanlarını özetler halinde tanıtan yazılar ve kitap eleştirileri yazdı. Daha sonra sürekli olarak Yeni Ufuklar dergisinde olmak üzere pek çok dergide yazıları yayınlandı. Günyol, deneme, eleştiri, çeviri sorunlarını inceleyen yazılarıyla ve Cemal Süreya'nın verdiği "Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı" unvanıyla da tanındı. Gençlere yayım açısından olanaklar sağlayarak kendilerini geliştirme yolunu açtı. 1999’da 60. sanat yılını bir törenle kutlayan yazarımız 9 Temmuz 2004’te İstanbul’da hayata veda etti.

  • Her Şey Mevsiminde

    Her şey mevsiminde gerek; iyi şeyle ve onlarla beraber her şey. Benim artık dua kitabıyla işim kalmadı. Quintius Flaminiun’un, ordusunun başında savaşa hazırlanırken bir kenara çekilip Allah’a dua ettiğini görmüşler; savaşı kazandığı halde, yine de ayıplamamışlar bu davranışını. Bilge, iyi şeylerde bile bir ölçü gözetir. Juvenalis Eudemonidas, Xenokrates’in pek ihtiyar halinde, okula derse koştuğunu görmüş de: “Bu adam hâlâ öğreniyor, ne zaman bilecek?” demiş. Philopoimenes de, Kral Ptolemaios’u, her gün silah kullanıp vücudunu işletiyor diye övenlere demiş ki: “Bu yaşta, kralın silah talimleri yapması övülecek bir şey değil; onun yapacağı iş artık silahları kullanmaktır.” Bilgeler der ki, genç hazırlanmalı, ihtiyar yaşamalı. İnsan tabiatında bilgelerin gördükleri en büyük kusur da arzularımızın durmadan yenilenmesidir. Her gün hayata yeniden başlıyoruz. Öğrenmek ve arzu etmek iyi ama, ihtiyarladığımızı da unutmamak gerek. Bir ayağımız çukurdadır, hâlâ içimizde yeni istekler, dilekler doğar. Ölüm karşına gelmiş, Sen mezarını düşünecek yerde Mermer yontturup evler yaptırmaktasın. Horatius Benim en uzun vadeli niyetlerim nihayet bir seneliktir; artık göçmeye hazırlanıyorum. Yeni umutlara düşmekten, yeni işlere girişmekten kaçınıyorum; bıraktığım her yeri son defa selamlıyorum; benim olan her şeyden her gün biraz daha elimi çekiyorum. Bir hayli zamandır artık ne bir şey kaybediyor Ne de bir şey kazanıyorum; Kendisinden çok Görmüyor muyuz Seneca Yaşadım, talihin bana yürüttüğü yol bitti. Vergilius İhtiyarlığımın bana verdiği bütün ferahlık, hayatı bulandıran arzu ve endişelerden birçoğunu söndürmüş olmasıdır: Dünyanın gidişine, servete, büyüklüğe, bilime, sağlığa, kendime ait tasam kalmadı. İnsan da var ki, ebedî olarak susmayı öğreneceği bir zamanda konuşmayı öğrenmeye kalkar. İnsan her zaman öğrenmeye devam edebilir; ama öğrenciliğe değil: Alfabe okuyan bir ihtiyarın hali gülünçtür. Zevkler insandan insana değişir, Her şey her yaşa uygun düşmez. Gallus Öğrenmek gerekirse, durumumuza uygun bir şey öğrenelim; ihtiyarlıkta öğrenim ne işe yarar diye sordukları zaman biz de, “Hayattan daha iyi, daha rahat ayrılmaya” diye cevap verebilelim. Genç Kato ölümünü yakın hissettiği bir sırada, eline geçen bir Platon diyaloğunu, ruhun ölmezliği üstüne olan diyaloğu, bu maksatla okuyordu. Sanılmasın ki Kato çok daha evvelden kendini ölüme hazırlamamıştı; hayır, ondaki kadar metinlik, kendinden eminlik ve olgunluk Platon’un yazılarında yoktur; bu bakımdan onun bilgisi ve yürekliliği felsefenin üstünde idi. Bu diyaloğu okumakla ölüme hazırlanmıyordu; ölüm düşüncesiyle uykusuna bile aralık vermeyen bir insan gibi, hiç istifini bozmadan her gün yaptığı işlerden biri olan okumasına rastgele bir kitapla devam ediyordu. Pretörlükten düştüğü geceyi oyunla geçirmişti; öleceği geceyi de okumakla geçirdi: Hayatını kaybetmek onun için mevkiini kaybetmekten farklı bir şey değildi. (Montaigne, “Denemeler”)

  • Sevgi Üzerine Sözler

    Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı babamızı kardeşlerimizi çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan kimseyi aramayan özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun doğru olsun acımak nedir isterseniz onu da bilsin siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?… Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik. Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken severken de kendimizi düşünmüş kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için onları unutabilmek için türlü işleri türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen ölmemizi istemeyen bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!… (…) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir.

  • Okuma Üstüne

    Okumak, haz duymaya, zihnimizi süslemeye ve yetkimizi arttırmaya yarar. Haz duyurmak hususundaki faydası, insan bir köşeye çekilip tek başına kaldığı zaman kendini gösterir. Zihnimizi süslemesinin, konuşurken, yetkimizi arttırmasının da bir iş hakkında hüküm verirken, o işi başarırken faydası dokunur. Tecrübeyle yetişmiş kimseler, tek tek bazı işler yapar, onlar hakkında birer hüküm verebilirse de, meseleyi her bakımdan göz önünde tutan öğütler vermek, planlar yapmak, nizamlar kurmak, bilhassa bilgi sahibi kimselerin elinden gelir. Okumaya fazla vakit harcamak, uyuşukluktur. Okunan kitaplardan süs olsun diye fazla faydalanmak gösteriş, bir hüküm verirken sade kitaptaki kaidelere uymak da ukalâlıktır. Okumak tabiatı tamamlar, tecrübe ile de tamamlanır. İnsanın tabiat vergisi olan kabiliyetleri kendiliğinden çıkan bitkilere benzer; okumakla budanmaları lazımdır. Okumak, tecrübeyle sınırlanmaz da başına buyruk bırakılırsa dağınık yönlere yayılmış bir bilgi verir. Tecrübe ile yetişen kimseler, okumayı hor görürler. Basit kimseler ona hayrandırlar. Bilginler ondan faydalanırlar, çünkü okuma, sağladığı faydanın ne olduğunu öğretmez. Bu, insanın, göre göre, tahsile ihtiyaç duymadan onun ötesine varan bir kuvvetle elde ettiği, bir bilgeliktir. Kitapları, ne cerh etmek, ne yanlış bulmak için ne de zaten ispat edilmiş diye, olduğu gibi kabullenip, konuşmalarında sana konu olsun diye oku. Bazı kitaplardan insan yalnız zevk alır; bazılarını olduğu gibi yutar. Bazılarını geveler ve hazmeder. Yani bazı kitaplardan yalnız birtakım parçalar okunur; bazıları baştan başa, ama inceden inceye tetkik edilmeden, bazıları ise dikkat ve itina ile okunur. Bazı kitaplar da vardır, insan onları vekil vasıtasıyla yani başkalarının onlardan çıkardıkları parçaları okur. Bu ancak kitabın değeri ve konunun önemi az olduğu zaman yapılır. Çünkü böyle başkasının süzgecinden geçmiş, kitaplar, imbikten süzülmüş adi su gibi yavan olur. Okumak, insana olgunluk, konuşmak canlılık, yazmak da açıklık verir. Bu sebeple, az yazanın, hafızasının kuvvetli, az konuşanın hazırcevap, az okuyanın da bilmediğini bilir gibi göstermesi için, kurnaz olması lazımdır. Tarih kitapları insanı akıllandırır; şiir nükteci, matematik dikkatli kılar; felsefe eserleri de derinleştirir. Mantık ve hitabet, münakaşalarda ustalaştırır; ahlak da ağırbaşlı yapar. "İnsanın okuduğu şey benliğine işler." Hatta insan zekâsına ket vuran her türlü engeli, iyi seçilmiş eserler okumakla ortadan kaldırabilir. Tıpkı vücudun tutulduğu hastalıkların münasip idmanlarla iyi edilebildiği gibi. Mesela top oyunu, vücutta hasıl olan taşlarla böbrek hastalarına; ok atmak, akciğerle göğüse, ağır yürüyüşler mideye, ata binmek baş ağrılarına iyi gelir, v.s. Bu sebeple bir kimsenin zihni dağınıksa matematikle meşgul olsun; çünkü bir davayı ispat ederken biraz dalıverse davaya ta baştan başlaması lazım gelir. Eğer zekası farkları görüp ayırmaktan acizse iskolastikleri tetkik etsin. Çünkü onlar; "kılı kırk yararlar." Bir konuyla bir diğeri arasında münasebet kurmakta ve bir meseleyi ispat edip aydınlatmaya yarayacak delilleri hatırlatmakta güçlük çekiyorsa hukuk davalarını tetkik etsin. Böylece her zekâ hastalığına ilaç olacak birer reçete bulunabilir.

  • Kadın Öykülerine Bakış

    Kadın Öykülerine DURSALİYE ŞAHAN YAKLAŞIMI * “ Ah O Kadınlar” küçük oylumlu öyküleri Dursaliye Şahan’ın. Yazın Dergilerinin birisinde “ Alev” öyküsünü okuyunca ilgimi çekti. İzlenmesi gereken öykücüler olarak belleğime kazıdım. “ Ah O kadınlar” küçük oylumlu öyküleri betiği geçti elime. Özenle okudum. Daha önce okuduğum “kadın” özekli öykü, roman, anlatılardan ayrıksı özgünlüğünü sezinledim. Çalışma defterime girişi de özgünlüğündendir. Öyküyle savaşımı yeni değil epeyce eskilere dayanıyor. Yazın yolunda, öykü patikasında kendini sınayarak okuruyla buluşması yenidir sanırım. “ Ah O kadınlar” kitabın yaşamımızın içinden kadınlardan oluşturmuş. “ Parantez Aşklar”ın parantezliğini düşündüm uzun süre. Yaratılan öykü özneleri toplum içinde benzerlerinin sıklıkla görülemeyen, ancak iyi gözlemcilerin uzun süremde yakalayabildiği kadınlar olduğunuz sezinlediğimde de ilgim yoğunlaştı. Öne çıkardığı insan öğesinin kaynağından gözümüzün önüne serdiklerine baktığımızda gösterip baktırdığına baktığımızda ülkemiz insanının çok boyutuyla bildik oluruz. Öykü kişileri günlük yaşamda sıklıkla gördüğümüz, ilgimizi çekmeyen, kendine özgün yaşamöykülerinin gizeminin ayrımında bile olmayan; kırsaldan, gecekondulardan, kentlerin orta alt-orta üst kesiminden kadınlar olduğunu görüyoruz. Öykü kişilerini insan, insan- çevre, insanın insanla ilişkileri, yaşamın geçimlik savaşımı bağlamında anlatmada kıvrak bir ustalık gösterir. İşçi, işsiz, hizmetçi, sürücü, evde koca bekleyen kız, istenmedik evlilikler, mutsuz ama geçinmek zorunda kalınan evlilikler. Mutsuz, mutlu görünmeye çabalayan, yanlış evliliklerin kıskacında bunalan kadınların, insancıl bir yaklaşımı kocalarından bile göremeyişinin buruk acısını duyumsarsınız. Aslında derin bir toplumsal sorun olan sıkıntılarımızın eğitilememiş kadınlara acımasız dayatmaları… Alt geçimlikten sıyrılamaya çabalarken üst geçimliğe ulaşamayan, insan olabilme savaşımında sınıfta kalan memur, çevresi kendisine dar geldiğinden mahalleyi terk eden dik başlı(!) kadın, köyden kaçan ağa kızı, sosyal güvence isteyen hizmetçi dillendirilir.( Ah O Kadınlar’dan.) Sağlıklı ilişkilerle kurulamayan sağlıksız çekirdek ailelerinin çıkar ilişkilerine özekli yaklaşımlarla sürdürülmesi kolay gibi görülse de bir noktada aksar mı? Yaşamı geldiği gibi yaşamayı doğaçlamadan benimseyenler mi daha kolay mutlu olur? Bir dönemde yaşamı okumamış, olgunlaşmamış, bulaşık bilgi romantikliğinde yapılan evliliklere aldandı ülkemin aydınları(!). Amcakızı, teyzekızı, okuma yazması kıt- ya da olmayan; görümlü-apalak topalak kadınlarla yapılan evliliklerin ilerleyen yıllarında düş yıkımına uğrayarak yaralanmadılar mı? Düşlediklerini gerçekleştirmeyi bırakın, bilisiz- gözü açılmadık bildikleri kadınların köylü kurnazlığıyla erkekleri yönetmeye, silikleştirmeye başladıklarında Gançarov’u anımsamamışlardır ama Makbule’leri tanımışlardır sanırım. Kasabalı Alev’in özüne özgün tasarımcılığını, Cemile, Filiz, Serpil, Özlem, Semiha, Meryem, Reyhan Hanım aşkı nasıl algılıyor? Beklentisi özgün aşk mı, aşk meşk işlerinin evliliğin tuzu biberi olduğuna mı, evliliğin özü olmadığına mı inanıyor? “Parantez Aşklar” aşkı ve evliliği bildiğimiz ölçütleri/ölçülerin dışında, daha olması gerekenden bakan öyküler demeti oluyor. Araçlığı da buradan kaynaklanıyor. “Parantez Aşklar” toplumumuzun birbirini anlamaktan uzak kadınlarına, erkeklerine yazılmış toplumsal iletilerdir. Sağlıklı çekirdek aileler kurabilmemizi kolaylaştıracağı düşüncesiyle örülmüş öykülerde; monolog biçeminde yazılmıştır. Dokuz öyküde öne çıkarılan ana iletiyi; “ Hiçbir nikâh, gönül bağı kadar güçlü olamaz.” tümcesiyle vurgulamış önsözünde yazar. Öykülerindeki ayrıntılar da düşüncesini desteklemektedir. Olayların akışının betimlemelerle dengeli gitmediğini görürüz. Betimlemeler çok kısa, İlginç tümcelerin içinde sıkıştırılmış olarak görülür. Olay anlatımı yeğlenmiş, betimlemelerin getireceği derinlik önemsenmemiştir. Bu tutum anlatımı gösterir, görselliği öne çıkarır, sinemasal bakışla yaklaşılır biçeme sokmuştur. Olaylar betimlemelerle beslenmede eksik kalıyor izlenimi oluştu. Öykülerin tümünde her kesimden okurun kolayca okuyup usuna kazıyacağı yaklaşımda dil örüntüsü oluşturulmuş. Demek ve göstermek öne çekilmiştir. “ Kapıyı çalmadan girip gözleri çakmak çakmak üzerine yürüdü. Odasında tek başına ağlamaya başladı” Öykülerin gördürme özgünlüğü yerli yerinde, ayrımsatma, sezinletme örtülülüğü duyumsanmıyor. Duygusal bağlamda bakıldığında özneler öfkelerini açıktan dillendirememenin ezikliğini yaşar. Hizmetçiye sigorta yaptıran ağa, iyi ağa filmlerindeki olması gerekeni duyumsatırken, gerçekçi midir? Kadın yazarlarımızın anaç duygularıyla kurgulanan öykülerinden ayrıcalıklı olarak, görseli, sineması ağır basan öykülerde dil çapakları gözden kaçmıyor. Yazarın öğrencilik yılları ve yaşamı aydınlanmacı yıllara düşgelmesine karşın; sözcük seçimindeki tutumunu kendi ölçütlerimde eksik buldum. (…misali, mümkün, sırrı, cevap, yadigâr…) Kişilerin konuşmalarını yazma dışında, Türkçeye özen yazarın gelecek kuşaklara kalıcılığının bir ölçütüdür sanıyorum. “Ah O Kadınlar” kitabı “ “ Parantez Aşklar” kitabıyla birleştirilerek okunursa daha derin etkisi olur inancındayım. Öykülerin özüne baktığımızda fanatik feminizm söylemlerinin ucuzluğuna düşmediğini görürüz. “Parantez Aşklar”ın biçimlendirilmesindeki görsellerin, dize alıntılarının çokluğunun okurun kitaba yoğunlaşmasını engellediğini düşünüyorum. Yazar böylesi alıntılarla iletisinin güçlendireceğini mi sanıyor. Öyküleri Sayın Dursaliye Şahan özgünlüğünde okumak okurun beklentisidir sanırım. Kısa, piyasanın istendiği, söylemek isteyip hiçbir nen söylemeyen, görsele uyuma uygun, (skeç!) biçimli yazımları 21. Yüzyılın yazın hastalığı olarak algılamaktayım. Kısa öykü yazma kaygısıyla bu yanılgıya düşmeyen öykü ve romancıların gelecek sözü verdiğine inancıyla okuduğum. Sayın Dursaliye Şahan’ın öykülerini okumayı, yazdıklarını izlemeyi sürdürürken, romandaki yeteneğini de görme beklentisindeyim. Kendince edindiği anlatım özgünlüğünün gelişmelerini izlemek kararlılığıyla başarılarının sürmesini dilerim. Ödemiş;31 Ocak 2018 & Dursaliye Şahan. Ah O Kadınlar. Akademisyen Kitabevi. Dursaliye Şahan . Parantez Aşklar. Sola Yayınları. İstanbul-2017

  • Hadra

    sokulmuş göğsünün yarasına soluklanmak istiyor, tüm zamanlar da acımasız yazgı eğreti bir iççekişle taçlandırırdı sessizliğini onulmaz kusurlu gönül. hükmünü vermişti hakikati tartan: “yer kabuğuna çekilecek tüm çılgınlığı ile, çatlayan yarıklardan sızan ışığı bekleyecek” razı geldi cezasına siyah yolculukta. ‘büyüsü ne ıstırabın, hücrelerimde köklenmiş vahşi otlardan doğan yaban, kimdin sen beni sarmalayıp Dionysos’a köle ettin’ böyle söylemişti son solukta. hülâsa; yılkı atları koşturacak kudretinin külleri üzerinde tastamam olacağız Hadra’nın döndüğü yerde. 2021 Ocak

  • Yaratıcısına Âşık Kahraman

    Okuyup yazmak bambaşka bir şeydir, sıra dışıdır. Toplum çoğunluğunun içinde açan nadide bir çiçektir onlar. Hem okumak, hem yazmak… Yazmak, ise daha başka bir şeydir. Derler ya “söz uçar, yazı kalır” sözü doğruların yücesidir. Hem kalıcı olması, hem de dünyaya ulaşması demektir ki iktidar sahiplerinin huzurunu kaçırır, insanlığa ışık olan yazılar. Onların huzurunu kaçırınca yazanın da huzur içinde olması olası mıdır? Üstelik kimileri yazmasalar daha lüks bir hayat yaşayacakken, insanlığa ışık olmak adına hayatlarını zorlaştırmışlardır: Alın size Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Dostoyevski… Şerif Ali, yazdıkça yazdı, her yazdığı hikayede yeni kahramanlar yarattı: Esma Öğretmen, Âşık Hasan’ın Kızı Fatma, Mavi Pembe Hanım, Ramazan Öğretmen, Nuymar Nibron… Ve Derya Hanım. O bütün kahramanlardan farklı, onlardan ayrıdır. O yaratıcısına âşık olmuştur. Derya aynaya bakmaktan korkan, giyinip kuşanmayı beceremeyen biridir. Kısacık bir boyu vardır onun. Kadının albenisini, gösterişini çoğaltan pastel renkler yerine soluk, silik, gri, boz, fümedir tercihi… İnsanın yaşama sevincini yere çalan renklerde bulup buluşturur ne bulursa giyip dolanırdı. Pantolonu oturup kalkmaktan diz izi olmuş, sanırsın aylarca ütü yüzü görmemiştir! Şerif Ali, Derya’yı öyküsüne kahraman olarak seçtiğinde öyle bir değiştirmiş, öyle bir betimlemiştir ki tarifi imkânsız: Elma elma yanaklar, kiraz dudaklar, servi gibi boy, incecik bir bel. Kaş göz endam… yani bir içim su! Aynaya bakmaktan korkan Derya, Sappo’nun “ağacın en yüksek dalındaki narına” dönmüştür. Derya Hanım’a değerli olduğunu hissettiren yazarına, Şerif Ali’ye tutulmuştur. Dün ona kıymet vermeyen giyim kuşamına bıyık altından gülenler, onunla iki kelam etmek adına kırk takla atarlar adeta, lakin boşuna, Derya hiçbirine yüz vermez, o yazarına, yaratıcısına âşık olmuştur. Âşık olunmaz mı? Daha düne kadar bir Allah’ın kulu yüzüne bakmazken, uğruna şiirler yazılan biri olmak her kadına nasip olacak bir şey değildir. Yazarı ona: “Keklik sekişlim, ay yüzlüm, turna avazlım, bu güzel avazı Hazreti Ali’den mi aldın, ömrümsün benim…” der her fırsatta. Derya, Şerif Ali’ye yanmış, yakılmış, kör kütük sarhoş olanlar gibi kör kütük âşık olmuştur. Âşık olmaz mı, Anadolu bozkırından almış, Eliza Sarayının hanımefendisi yapmış, sanırsın tekmil Levanten köşklerinin sahiden hanımefendisi! Şerif Ali her öyküde yeni kahramanlar yaratır, yarattığı her kahramana olağanüstü yetenekler, olağanüstü güzellikler verir. Onları, narsis mi narsis biri yaparak narsisliğin şahikasına çıkarır. Derya da narsisliği zirvede yaşarken yaratıcısına sırılsıklam âşık olmuştur. Gerçekte her kahramanının ömrü öykünün uzunluğu kadardır. Derya’nın yazarına âşık olması, cellâdına âşık olma sendromundan hiçbir farkı yoktur. Öykünün sona yaklaştığını anlayan Derya, yazarını tehdit etmeye başlar. “Ya benimsin, ya da kimsenin, yeni kahramanlar yaratmayacaksın, okumayacak, yazmayacaksın; son kahramanın ben olacağım ve sen benim olacaksın!” “Onlarca kadın kahramanım var benim, her birine âşık olursam ben, ben olmaktan çıkar kendimi kaybederim. Doğrusun, yarattığım her kahramanı çok severim, öyküyü yazarken bir bakarsın âşık bile olmuşum; fakat o aşkın ömrü öykü nihayetine kadardır. Hiçbir kahramana ait olamam, aynen evlatları arasında tercih yapamayan anne gibiyimdir!” “Buna izin veremem, sen beni yok etmeden ben seni yok edeceğim, ya benim olacaksın ya da kimsenin!” “Ben kimseye ait olamam, ben kendime ait değilim ki sana ait olayım, benim içimde bir ben daha var, kısmen onun oluyorum. Bir bakıyorum o da boğuyor beni, özgürlüğümü elimden almaya çalışıyor, ona da bayrak açıp alıp başımı gidiyorum. Ben kendime söz geçiremiyorum, bir başkasının özgürlüğüme engel olması, nefessiz kalmam demektir!” “Kendi düşen ağlamaz, sen bir akrebin kendini imha etmesi gibi kendini imha ediyorsun. Göreceksin kadınların onurları ile oynamanın sonucunu, hele benden Avusturya Prensesi Sisi gibi bir güzel yarat, sonra da boyunduruğu kır, kaç; yok öyle, öyle yağma yok!” Akşam güneşi, ufuk çizgisinden aşmak üzere iken, gün batımının melankolik atmosferi coğrafyaya hâkim olmuştu. Serçeler, kumrular yuvalarına doğru hızlı hızlı uçuşun içinde girmişlerdi. Dünyanın akşam ezanı sırasında batacağı söylencesi ile ezanı süratle okuyan imam, bir artık namazı kıldırıp evine gitmenin telaşı içindeydi. Şerif Ali ayağına parmak arası terliklerini geçirmiş mahalle bakkalından ekmek almaya gider. Birden Şerif Ali’nin içine nedenini bilmediği, bir ürperti gelip beynine oturur. Bu ürperti, bütün keyfini kaçırır, öyle olur ki, nereye gittiğini bile unutur. Ne amaçla çıkmıştı evden, ne alacaktı bakkaldan? Birden Derya’nın öfke dolu gözleri ile karşı karşıya kalır. O kadar çok öfke biriktirmiş ki Derya, kin, nefret zirvede. Bir öykücülük olan Derya’nın ömrü besbelli bir öykü ile bitmeyecek, başka öyküler daha çıkaracaktı bağrından. Yazarına âşık olmuştu Derya, Şerif Ali’ye âşık olmuştu, cellâdına âşık olanlar gibi âşık olmuştu. Bir öykülük ömrü vardı Derya’nın, yeni bir öyküde yeni bir kahraman yaratacak Şerif Ali, şimdi o kahramana âşık olacaktı. Derya işini, gücünü her bir şeyi bırakır, Şerif Ali’nin evinin önüne karargâh kurup bir saniye bile gözünü ayırmadan, gözünü kırpmadan gözetler. Yeni bir öyküye yelken açan Şerif Ali, yeni kahramanı ile çoktan tanışmış, onun ruhuna hayat öpücüğünü kondurmuştur çoktan. Yeni kahraman dünyanın bilinmeyen uydusundan gelen Nuymar Nibron’dur. Yaratıcısının hayati tehlike içinde olduğunu gören Nuymar, bir telepati ile Berke’yi çağırmıştır bile. Berke, Nuymar Nibron’u dünyanın bilinmeyen uydusu Nujumar’dan dünyaya getiren uzay aracıdır. Kısa küt saçlı dünyalı kadına âşık olan Nuymar’ın işareti ile yaratıcısını alıp göz açıp kapayıncaya kadar yok olup gitmiştir. Rüya âleminden gerçek hayata dönen Derya, eski günlerde olduğu gibi mat renkli bluzlar, ütüsüz pantolonlar, tarak yüzü görmeyen saçlarla bir kenarda unutulmuş, melankolik, varlığından habersiz sifli sifli işine gidip gelmeye devam eder… 09.01. 2021 Salihli

  • Bülbül ve Gül

    “Ona kırmızı güller götürürsem benimle dans edeceğini söyledi,” diye bağırdı genç Öğrenci, “ama bahçemde tek bir kırmızı gül yok.” Pırnal meşesindeki yuvasından Bülbül duydu onu ve yaprakların arasından başını çıkarıp baktı neler oluyor diye. “Bahçemde hiç kırmızı gül yok!” diye bağırdı Öğrenci ve güzel gözleri yaşlarla doldu. “Ah, nasıl da küçük şeylere bağlı aşk! Bilge kişilerin aşk hakkında yazdıkları her şeyi okudum, felsefenin bütün sırlarına sahibim, gene de bir kırmızı gül yüzünden mahvoldu hayatım.” “İşte sonunda gerçek bir âşık,” dedi Bülbül. “Geceler boyu şarkılarımda onu söyledim, onu hiç tanımadan: Geceler boyu onun hikâyesini yıldızlara anlattım, şimdi karşımda. Saçları sümbüller kadar siyah, dudakları arzuladığı gül kadar kırmızı; ama tutku, yüzünü fildişi gibi soldurmuş, keder alnına mührünü basmış.” “Prens yarın gece bir balo veriyor,” diye mırıldandı genç Öğrenci, “sevdiğim de orada olacak. Eğer ona kırmızı bir gül götürürsem benimle şafak sökünceye kadar dans edecek. Ona bir kırmızı gül götürürsem, onu kollarımda tutacağım, başını omzuma yaslayacak, eli elimi bulacak. Ama bahçemde kırmızı gül yok, bu yüzden tek başıma oturacağım, o da önümden geçip gidecek. Beni umursamayacak, kalbim kırılacak.” “İşte gerçekten de gerçek bir âşık,” dedi Bülbül. “Benim şarkıda söylediğim şeyin gerçekten acısını çekiyor; benim için neşe olan şey onun için ıstırap. Hakikaten de aşk harikulade bir şey. Zümrütlerden daha değerli, güzel opallerden daha bulunmaz, inciler, kırmızı taşlar satın alamaz onu, pazarda da satılmaz. Tacirlerden alınmaz, değeri altınla ölçülmez.” “Müzisyenler galerideki yerlerinde oturacaklar,” dedi genç Öğrenci, “yaylı çalgılarını çalacaklar ve sevdiğim harpla kemanın sesine uyarak dans edecek. Öyle uçar gibi dans edecek ki ayakları yere değmeyecek ve Saray erkânı rengârenk elbiseleri içinde onun etrafını saracak. Ama benimle dans etmeyecek, çünkü ona verecek tek bir kırmızı gülüm yok,” diyerek kendini çimenlere attı, başını ellerinin arasına gömerek ağladı. “Niye ağlıyor?” diye sordu küçük bir yeşil kertenkele, kuyruğu havada, Öğrencinin yanından koşarak geçerken. “Neden sahi?” dedi bir kelebek, bir güneş ışığını kovalıyordu. “Neden, sahi?” diye fısıldadı bir papatya komşusuna, yumuşak, alçak bir sesle. “Kırmızı bir gül için ağlıyor,” dedi Bülbül. “Kırmızı bir gül için mi?” diye bağırdılar; “Ne kadar da gülünç!” Her şeyle alay eden bir yaradılışa sahip olan küçük Kertenkele ise düpedüz güldü. Ama Bülbül, Öğrencinin kederinin sırrına vâkıftı ve meşe ağacında hiç sesini çıkarmadan oturup Aşk denen bilinmezliği düşündü. Ansızın uçmak üzere kumral kanatlarını açtı ve havaya yükseldi. Koruluktan bir gölge gibi geçti gitti, bir gölge gibi bahçeyi kat etti. Tarhın orta yerinde güzel bir gül ağacı duruyordu, Bülbül onu görünce uçup yanına gitti ve ince bir dalın üzerine kondu. “Bana bir kırmızı gül ver,” diye bağırdı, “sana en tatlı şarkımı söyleyeyim.” Fakat Ağaç başını iki yana salladı. “Benim güllerim beyaz,” diye cevap verdi; “denizlerin köpüğü kadar beyaz, dağların üstündeki kardan daha beyaz. Ama eski güneş saatini saran kardeşime git, belki o sana istediğini verir.” Bunun üzerine Bülbül, uçup eski güneş saatinin etrafını saran Gül Ağacı’nın yanına gitti. “Bana kırmızı bir gül ver,” dedi, “sana en tatlı şarkımı söyleyeyim.” Ama Ağaç başını iki yana salladı. “Benim güllerim sarı,” diye cevap verdi; “amber bir tahtta oturan denizkızının saçları kadar sarı, biçici orağıyla gelmeden önce çayırlıkta biten zerrinlerden daha sarı. Ama Öğrencinin penceresinin altında biten kardeşime git, belki o sana istediğini verir.” Bunun üzerine Bülbül, Öğrencinin penceresi altında biten Gül Ağacı’na uçup gitti. “Bana kırmızı bir gül ver,” diye bağırdı. “sana en güzel şarkımı söyleyeyim.” Ama Ağaç başını salladı. “Benim güllerim kırmızı,” diye cevap verdi, “kumrunun pençeleri kadar kırmızı, okyanusun altındaki mağaralarda iki yana sallanıp duran büyük mercan yelpazelerinden daha kırmızı. Ama kış damarlarımı dondurdu, kırağı tomurcuklarımı kopardı, fırtına dallarımı kırdı, bu yıl hiç gül vermeyeceğim.” “Tek istediğim bir kırmızı gül,” diye bağırdı Bülbül, “sadece bir tek kırmızı gül! Bunun hiçbir yolu yok mu?” “Bir yolu var,” diye cevap verdi Ağaç; “ama o kadar korkunç ki sana onu söylemeye cesaret edemem.” “Söyle!” dedi Bülbül, “Korkmuyorum.” “Bir kırmızı gül istiyorsan,” dedi Ağaç, “onu gece yarısı şarkınla yapmalısın ve kendi yüreğinin kanıyla boyamalısın. Yüreğini bir dikene dayayıp bana şarkını söylemelisin. Bütün gece bana şarkını söyleyeceksin, diken göğsünü delecek, sana can veren kanın benim damarlarıma akacak, benim olacak.” “Ölüm, bir kırmızı gül için çok yüksek bir bedel,” diye bağırdı Bülbül, “yaşam ise herkes için değerli. Yeşil koruda oturup altından arabasında güneşin, incili arabasında ayın geçip gidişini seyretmek hoş. Akdikenlerin kokusu tatlı, vadide gizlenen çançiçekleri tatlı, tepelerde rüzgârla savrulan fundalar ne hoş. Ama Aşk, Hayat’tan daha değerlidir ve bir insan kalbinin yanında bir kuşun kalbi nedir ki?” Sonra uçmak üzere kumral kanatlarını açtı ve havalandı. Bahçenin üzerinden bir gölge gibi geçip gitti, koruluğun içinden bir gölge gibi süzüldü. Genç Öğrenci hâlâ Bülbül’ün onu bıraktığı yerde, otlara uzanmış yatıyordu ve gözyaşları henüz kurumamıştı. “Mutlu ol!” diye bağırdı Bülbül, “Mutlu ol; kırmızı gülüne kavuşacaksın. Onu geceleyin ay ışığından yapacağım ve kendi kalbimin kanıyla boyayacağım. Senden bunun karşılığında sadece aşkına sadık olmanı istiyorum, çünkü Aşk, en bilge Felsefe’den daha bilge, en güçlü Güç’ten daha güçlüdür. Alev rengidir kanatları, alev rengidir bedeni. Dudakları bal kadar tatlı, nefesi tütsü gibidir.” Öğrenci başını otlardan kaldırıp baktı ve dinledi ama Bülbül’ün ona dediklerini anlayamıyordu, çünkü o sadece kitaplarda yazılı olan şeyleri bilirdi. Ama Meşe Ağacı anladı ve içini bir hüzün kapladı, çünkü dallarında yuva kurmuş küçük Bülbül’ü çok seviyordu. “Bana son bir şarkı söyle,” diye fısıldadı; “sen gittiğinde kendimi çok yalnız hissedeceğim.” Bunun üzerine Bülbül, Meşe Ağacı’na bir şarkı söyledi, sesi gümüş bir kaptan kabarcıklar halinde yükselen su gibiydi. O şarkısını bitirdiğinde, Öğrenci yerinden kalktı ve cebinden bir not defteriyle bir kurşunkalem çıkardı. “Bülbül’de biçim var,” dedi kendi kendine, koruluğun içinden yürüyüp giderken, “orası inkâr edilemez; ama duygu var mı? Korkarım hayır. Aslında o da bütün sanatçılar gibi; baştan aşağı içtenliksiz üslup. Kendini başkaları uğruna feda etmez. Tek düşündüğü şey müzik ve herkes bilir ki sanat bencildir. Gene de, sesinde güzel notalar gizli olduğunu itiraf etmek gerek. Ama o notaların bir anlam taşımamaları ne yazık; ya da pratik bir işe yaramamaları!” Sonra odasına girdi ve küçük yatağının üzerine uzanıp aşkını düşünmeye başladı; bir süre sonra da uykuya daldı. Ay gökyüzünde yükseldiğinde Bülbül, uçup Gül Ağacı’nın yanına gitti ve göğsünü dikene dayadı. Göğsüne giren dikenle bütün bir gece şarkısını söyledi; soğuk ve kristal ay, başını eğip onu dinledi. Bütün bir gece söyledi şarkısını, diken göğsüne, daha da derine girdi, kanı vücudundan çekildi. Önce bir oğlanla kızın yüreklerinde sevginin doğuşunun şarkısını söyledi. Ve Gül Ağacı’nın en yukarıdaki ince dalında harikulade bir gül açıldı, şarkı şarkıyı izlerken taçyaprakları da birbirini izledi. Solgundu önce Gül, nehrin üzerine asılı olan sis gibiydi sabahın ayakları gibi solgun, şafağın kanatları gibi gümüşsüydü. Gümüş bir aynadaki bir gülün gölgesi gibi, bir su birikintisindeki gülün gölgesi gibi, öyleydi Ağaç’ın en tepesindeki dalda açan Gül. Fakat Ağaç, Bülbül’e göğsünü dikene iyice yaslamasını söyledi. “İyice yaslan, küçük Bülbül,” diye bağırdı Ağaç, “yoksa Gül bitmeden gün ağaracak.” Böylece Bülbül daha da yasladı göğsünü dikene, yükseldikçe yükseldi şarkısı, çünkü bir erkekle genç bir kızın ruhunda doğan tutkunun şarkısını söylüyordu. Gül’ün yapraklarını tatlı bir pembelik sardı, gelinin dudaklarını öptüğünde damadın yüzüne yayılan pembelik gibi. Ama diken henüz Bülbül’ün yüreğini bulmamıştı, o yüzden de Gül’ün yüreği hâlâ beyazdı, çünkü ancak bir bülbülün yüreğinin kanı kızıla döndürür bir gülün yüreğini. Ve Ağaç, Bülbül’e dikene daha da yaslanmasını söyledi. “Yaslan, daha da yaslan, küçük Bülbül,” diye bağırdı Ağaç, “yoksa Gül bitmeden gün doğacak.” Ve Bülbül dikene daha da yaslandı, diken kalbine girdi, keskin bir acı kapladı içini. Keskin, çok keskindi acı, yabanıllaştıkça yabanıllaştı Bülbül’ün şarkısı, çünkü Ölüm’ün kusursuzlaştırdığı Aşk’ın şarkısını söylüyordu, mezara girdiğinde ölmeyen Aşk’ın. Ve şahane Gül kıpkırmızı oldu, Doğudan ağaran gökyüzünün gülü gibi. Yapraklardan tacı kızıldı, bir yakut gibi kıpkırmızıydı yüreği. Ama Bülbül’ün sesi söndükçe söndü, küçük kanatları çırpınmaya başladı, gözlerine bir perde indi. Söndükçe söndü şarkısı, boğazına bir şeylerin tıkandığını hissetti. Sonra son bir kez yükseldi şarkısı. Beyaz ay duydu bu şarkıyı. Şafağı unuttu ve gökyüzünde oyalandı. Kırmızı Gül duydu, baştan aşağı hazla titredi ve taçyapraklarını soğuk sabah havasına doğru açtı. Ekho bu şarkıyı tepelerdeki mor mağarasına taşıdı ve uyuyan çobanları uykularından uyandırdı. Bu şarkı nehirdeki kamışların arasında gezindi, kamışlar onun haberini denize taşıdılar. “Bakın, bakın!” diye bağırdı Ağaç, “Gül bitti artık;” ama Bülbül karşılık vermedi, çünkü uzun otların arasında cansız yatıyordu, göğsünde dikenle. Öğle vakti Öğrenci penceresini açıp dışarıya baktı. “Aa, ne olağanüstü bir şans!” diye bağırdı; “İşte bir kırmızı gül! Hayatımda bunun gibi bir gül görmedim. O kadar güzel ki eminim uzun bir Latince adı vardır,” dedi ve eğilip kopardı gülü. Sonra şapkasını başına geçirdi, elinde gülle Profesör’ün evine koştu. Profesör’ün kızı kapının önüne oturmuş bir çıkrığa mavi ibrişim sarıyordu, küçük köpeği de ayaklarının dibindeydi. “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” diye bağırdı Öğrenci. “İşte sana dünyanın en kırmızı gülü. Bu gece onu kalbinin üstüne takacaksın ve biz dans ederken o sana seni ne kadar sevdiğimi anlatacak.” Ama kız kaşlarını çattı. “Korkarım elbiseme uymayacak,” diye cevap verdi; “hem ayrıca Mabeyinci’nin yeğeni bana gerçek mücevherler gönderdi, herkes mücevherlerin güllerden çok daha pahalı olduğunu bilir.” “Ah, yemin ederim ki çok nankörsün,” dedi Öğrenci öfkeyle; gülü kaldırıp sokağa attı, gül kaldırımın kenarındaki su yoluna düştü, üzerinden bir araba tekerleği geçti. “Nankör mü?” dedi kız. “Sana bir şey diyeyim mi, sen çok kaba birisin; hem sonra, sen kimsin ki? Yalnızca bir öğrenci. Mabeyinci’nin yeğenininki gibi gümüş tokalı ayakkabıların var mı acaba senin, hiç sanmam.” İskemlesinden kalkıp eve girdi. “Ne saçmalık şu Aşk denen şey!” dedi Öğrenci, yürüyüp giderken. “Mantığın tırnağı bile olamaz, çünkü hiçbir şeyi kanıtlamaya yaramıyor ve insana hep gerçekleşmeyecek şeylerden bahsediyor ve insanı gerçek olmayan şeylere inandırıyor. Hattâ, gayet işe yaramaz bir şey, felsefeye geri döneceğim. Metafizik öğreneceğim.” Bunları söyleyerek odasına döndü, büyük tozlu bir kitap çekip çıkardı ve okumaya başladı. Oscar Wilde Ekleyen: Nurten Bengi Aksoy

  • Vakit

    sıradan bir gün yine kaygılar çok, gayret can çekişiyor yolunu bekliyoruz sınanacak hayatın yolda olduğumuzu unutarak hani şehir küskün bize çoluğu ve çocuğu ile surat asar akşamüstlerinde dayanamaz olur sabah sancılarına sokağı bile olmayan kediler minicik patileriyle deviriyor beton kaldırımların sessizliklerinde metalden yapılmış boş çöp kutularını uyansa ya kent sakinleri liman işçileri de ayakta iken

  • Bekleyen Kadının Günü

    Kadınım saçlarını tarar aynada, Benim parmaklarım değmişçesine. Bahçeye çıkıp şarkı söyler içinden Sesinden sesim geçmişçesine. Güneşin kızarttığı kayısılar gibi Aklından ben geçerim güneşlenirken, Kızarır al al olur ben öpmüşçesine. Eğilmiş dikiş diker, gömleğimin düğmesi Hayal eder beni, birden ürperir İnce bir sızı duyar iğne batmışçasına. Çocuğunu göğsüne bastırdığında Erkekliğim geçer ta iliğinden Benimle uzanıp yatmışçasına. Bir sabah ayrıldım bir akşam kavuştum -Ah, olgun dutlar gibi ballanmış gözlerinde- saatlerin biriktirdiği o tatlı özlem sanki uzak denizlerden dönüyorum, karşılar, beni yıllarca beklemişçesine.

  • Yalnızlık Paylaşılmaz

    Yalnızlık, yaşamda bir an, Hep yeniden başlayan.. Dışından anlaşılmaz. Ya da kocaman bir yalan, Kovdukça kovalayan.. Paylaşılmaz. Bir düşün'de beni sana ayıran Yalnızlık paylaşılmaz Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

  • Aramızdan Bir Kimse

    / ZÜHAL TEKKANAT ile Cemal SÜREYA’nın Kişisel Tarihi * söyleşi / … "Bazen Aşk ŞİİRİ, bazen Aşk ŞAİRİ yaratır." Eşi Cemal Süreya’nın taktığı şair adıyla Elif SORGUN diye de tanıyoruz onu. İçsel’in ve Memo Emrah’ın annesi. Yaşamının büyük bölümü kültür ve sanatla iç içe geçen, çok sayıda kitabın yazarı. Tekkanat’ın bir başka yönü de Cemal Süreya’yla geçen 23 yılın tanıklığı ve SÜREYA’nın erken ölümünden sonra onu, şiirini, anısını canlı tutmak için mücadele verdiği onca yıl… Şimdi Kadıköy’de çok sevdiği kedisi ve köpeğiyle yaşayan TEKKANAT, ŞAİRİNİ yaratmayı sürdürüyor. * Gülgün ÇAKO: Sevgili Zühal TEKKANAT burada bulunmak çok anlamlı bir duygu. Merak edilen bir kadının yaşamına kendi gözlerinden bakma şansını bulduk. Bunun için teşekkürler. Şairin “ Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. “ dediği kadınsınız. Kendiniz hakkında ne söylemek isterdiniz? Zühal Tekkanat: Dört çocuklu bir ailenin ilk kızıydım! On sekiz yaşım dolmadan aile usulü askeri bir hâkimle evlendirildim. Yedi yıl evlilik ve bir kız çocuk… “Yaşadığım Yıllar “ kitabımda ayrıntılarını yazdım. Gülgün ÇAKO: Cemal Süreya ile nasıl tanıştınız? “ Yeri geldiğinde düşünürüm. “ dediğiniz evlilik teklifine “ Evet “ demenize giden süreçte neydi yaşadıklarınız? Zühal Tekkanat: Yelken Dergisi’nde yönetmen olarak çalıştığım bir yıl içinde Cemal Süreya ile ilk orada karşılaştık. Fotoğraf çektirdi. O gün Yelken Dergilerinin eksik sayılarını alıp gitti. Zaman içinde daha çok görüşür, karşılaşır olduk. Hiç ummadığım bir zamanda Cemal Süreya’dan evlenme teklifi geldi. Olumlu bakmadım. Zamanla yakınlık doğuyor ve sonrası bildiğiniz gibi oldu, evlendik. Gülgün ÇAKO: Bir şair kimliğiniz vardı öncesinde de. “ Gibi “ adlı bir şiir kitabınız yayımlanmıştı 1965’te. Sonraki altı kitabınız Acıben, İçimizdeki Günler, Yakamı Bırakmayan Şiirler, Şiir Buluşması, Dikine Sarkan Çiçek ve Son Kanadım Tek, Elif Sorgun adıyla yayımlandı. Yani Cemal SÜREYA’nın size taktığı adla, evliliğiniz sürecine denk düşüyor demek ki bunlar. Zühal Tekkanat: Evet. 1967’de evlendik. Yıldızı parlak bir şairdi Süreya, o zamanlar. Sonuçta kitaplarımın çıkması bile beni gölgede kalmaktan kurtarmadı. Benim o parlaklığı yakalamam kuşkusuz zordu, zaman isterdi. Ayrıca aynı evde iki parlak yıldız, zor iştir… Buna karşın Cemal beni seçip yıldırım evliliği yaptı. Devlet memuru olmam yazmamda kitaplarımdan telif almamda engeldi. Çözüm ararken Karacaoğlan’dan Elif’i, Yozgat ilinden Sorgun ilçesini alıp “Elif Sorgun “ şair adımı koydu. “ Gülgün ÇAKO: Dikkatimizi çeken bir konu var. İlk evliliğinde evde “ gibi “ sözcüğünün kullanılmasını yasaklayan Cemal Süreya görünen, ilk şiir kitabının adı “ Gibi “ olan bir şaireyi yaşamına eş olarak seçti. Bu sözcüğün bir sihri var mı ilişkinizde? Zühal Tekkanat: “Gibi “ adlı kitabıma olumsuz bir tepki göstermedi. Çünkü 1965’te çıkmıştı. Cemal sahaflardan “Gibi “yi bulmuş bana armağan etmişti! Ben ayrıca her sözcüğün bir anlamdan daha çok basamağı olduğuna inanırım. Bu şarkılarda bile böyle değil midir? An gelir sevmediğiniz şarkı biriyle ya da bir yerde pelesenk olur dilinize, şaşarsınız. Gülgün ÇAKO: “Cemal Süreya’nın kendisi için “büyük şair” değil, “cins şair” tanımını uygun görmüştü:“Sözgelimi Baudelaire benim için cins şairdir, Victor Hugo ise büyük şairdir. Büyük şair, galiba kitlelerin duygularını veya onların isteklerini yansıtmış, büyük temalara yönelmiş kişidir. Cins şairler ise hayatı, dünyayı daha çok kendi imbiklerinden geçirmişlerdir. Abdülhak Hamit büyük şairdir, Yahya Kemal hem cins hem büyük şair. Nazım Hikmet de öyle, hem cins hem büyük şair.” Cemal Süreya, şiirini ise “Güneşten yırtılan caz, kavaldan akan gökyüzü” diye tanımlıyordu.” Zühal Tekkanat: Dünya edebiyatından etkilenmiştir mutlaka. Cemal Süreya kendisi “Ben iyi bir şairim ama öldükten sonra , “büyük şair,” diyecekler, demiştir. O şüphesiz özel bir şairdir. Hiçbir şaire benzemediğine birlikteliğimizdeki bazı şiirsel davranışlarını örnek gösterebilirim. Her gün internette, gazetelerde, TV. de özellikle dergilerde şiirleri gündemde. Ben bu derece bir şairin anlatıldığını Nazım Hikmet’’tee bile görmedim. Gülgün ÇAKO: “Aklıma babanlarda geçirdiğimiz son gecenin sabahı geliyor; ben kanepede yatmışım. Sabahleyin kanepeden inerken, ( sen beş on dakika uyuyasın diye haber bile vermeden, çıt çıkarmadan inmek istiyordum ) birden ayağımı tuttun, anlatılmaz bir muhabbetle tuttun. Bu jest bizim hayatımızı özetler; sessizdir, güvenlidir, mutludur. Seni iki gündür beş kat daha seviyorum dersem anla işte.” Size “yumuşak başlı kedi” diyor, “akkavak kızı “, “İncelikler güldestesi “ diyor. Telefonda sizinle ilk konuşmamızda hayretle şairin size “ipekböceği sesli “ demesinin haklılığını dile getirdiğimizde ilginçtir: “Size öyle gelmiştir,“ dediniz. Oysa doğruydu, alçakgönüllüsünüz. Sizin onun için kullandığınız bir sıfat var mıydı? Ya da yazdığınız bir şiir? Zühal Tekkanat: Yorumunuz güzel. Bazı zamanları unutmuş olabilirim. On Üç Günün Mektupları’ndan olsa gerek bu dediğiniz. Onlardan söz etmek apayrı duygular, düşünceler yaratıyor bende. Bana ne söylediğinden daha çok yazdığı şiirler, mektuplar önemli. Bir de yaşantımız. Onun “ Dört Mevsim “ adlı şiirine karşılık benim de “ Beşinci Mevsim “ adlı bir şiirim var. Her şey onunla başladı ve sona erdi. Gülgün ÇAKO: Bilinen, Cemal Süreya, “Beni Öp Sonra Doğur Beni,” kitabını, Elif Sorgun adıyla size ithaf etti. Sizde aradığı ve bulduğu neydi? Zühal Tekkanat: “ Beni Öp Sonra Doğur Beni” adlı kitabını Elif Sorgun’a ithaf etti. Bunun nedenini tam bilemem, ancak yanıtı o bilir tam olarak… Ama ben onun yıldırım evlenmesiyle seçtiği, döneminin genç, güzel ve edebiyatsever biri olarak beklentilerine; aile edinmesi, çocuğu olması ve anne özlemini annesinin ölümünden sonra benimle sağlıklı bir şekilde yaşaması gibi… Aradıklarına yeteceğimi düşünmüş, bulmuş olmalı. Hem eş hem anne… Gülgün ÇAKO:“ Sana rastlamak mutluluktu; sana sahip olmak başka bir şey, başka bir ad bulmak gerek: “ İçine taşınması gibi bir şey insanın ,“ diyor da şair. Hastalığınız döneminde size yazılan on üç günün mektubundan oluşan yayımlanmasında söz sahibi olduğunuz bir de kitap var. Siz ne diyorsunuz? Pişmanlıklarınız, “keşke”leriniz var mı? Zühal Tekkanat: Her evlilikte sorunlar oluyor, bizde de oldu. Cemal söylediğim gibi dönemin en çok adı edilen şairi, şiir gibi konuşan yazan bir adam, papirüs’ü çıkarıyor, doğal olarak kadınların büyük ilgisi var. Ben kaygılıyım, olmam mı? Hastaneye yatmadan önce felç olma riskine karşı ayrılmamızı istemiştim, kim bilir belki bu düşüncelerle. Beni hemen bırakır diye düşünmüş olmalıyım. Ne var ki o umduğumdan başka bir şey yapmıştı. Bana yattığım sürece on üç gün mektup yazmış, başucumdaki çekmeceye bırakmıştı. İşte buradadır o keşke. Keşke ayrılmayı istemeseydim, diyebilirim! Gülgün ÇAKO: Cemal Süraya ‘nın Oğlu Memo‘ya düşkünlüğünü biliniyor. Onu şöyle tanıtıyor ilk çocukluğunda:“ Memo kimdir? Atamdır, Momo’mdur, kırmızı beresiyle o küçücük çobandır. Muhammedler’in en proleteri ve en uzun donlusudur. Ve boynu kısa pençe elli bir İsa’dır. Çetin bir Musa. Kısacası benim Bünyaminim “ Ne güzel, bundan güzel övülebilir mi bir çocuk?… Aralarındaki ilişkide neydi en çok dikkatinizi çeken? Zühal Tekkanat: Cemal Süreya ile evliliğimizin ikinci yılında Memo Emrah doğdu. Onu çok sevdi Cemal. Memo da onu. Hatta Memo ağlarken “ Anne, anne! .. “ diye değil de “ Baba baba!.. “ diye ağlardı. Ben işten dönmeme yakın oğlumuz Memo Emrah Seber’i bakan kadından alıp eve getiriyordu. Bu arada sıkıntıdan ola gerek, bir evde iki şair olmaz, dedi. Şaşırmıştım. Uzun süre şiir yazamadım. Cemal’le yaşarken şairliğimi unutup, evlilik düzenini düşündüm. İtiraf edeyim ki o süreçte onun iyi bir şair olduğunun farkında da olamadım!.. Memo büyüdü. Önce annem baktı, sonra Beykoz evine taşınınca da bir bakıcı. Anaokulu, ilkokul, Atatürk Ortaokulu, Haydarpaşa Lisesi, sonra terk... Öğrenimini bıraktı. Yeni heveslere girdi. Biz de bu aralar ayrı yaşıyorduk. Bende kalıyordu Memo, babasına da gidip geliyordu. Memo Emrah Seber 190 cm boyunda,130 kilo ağırlığında güzel bir dağ görünümünde, kara gözlü aslan oğlumuzdu. Halter çalışırdı. Arkadaş canlısıydı. Sinek öldürmeyi sevmezdi. Ama onu yirmi bir yaşında dünyaya kurban ettiler. Gülgün ÇAKO: Önce Cemal Süreya ve çok kısa bir zaman sonra oğlunuz Memo Emrah’ı yitirmenize karşın ayakta kalmayı başarmanızla da takdire şayan bir insansınız. Zühal Tekkanat: Yaşıyorum doğru, ama nasıl? Ama onu ve oğlumu unutmadım.Hâlâ onlarlayım!.. Rüyalarım dahil. Belki ondan bütün enerjimi onları yaşatacak işlere verdim. Kitaplarının yayınlanması için çalışıyorum. Papirüs’ten Baş Yazılar, Dostlarını Kaleminden Cemal Süreya, On Üç günün Mektupları, Papirüs Şiirleri Antolojisi, Cemal Süreya ve Sonrası, Cemal Süreya 20 Yaşında adlı kitaplar yayınlandı. Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği ‘ni 2003 ‘te gerçekleştirdik. Hem kurucusu hem de yönetimde olarak beş yıl görev yaptım. Bu gün onursal başkanıyım. Cemal SÜREYA nın tüm kitaplarını Yapı Kredi’den yayınlanmasına katkım oldu. TYS’de bir Süreya belgeseli hazırlanmasında katkım oldu, şaire anıt mezarı yaptırdım. Yedi tane şiir kitabım, bir yedi daha düzenleme düzyazılarım toplamı şu an on dört kitabım bulunmaktadır. 2011 Temmuz ayında çıkan son kitabım ses verdi. Gündemde değerlendirildi. Özellikle “Tutkulu Patiler” 2. kitabım sokak hayvanları barınaktakiler üzerine çalışmaktayım. Fotoğraflı bir çalışmayı yayına hazırlıyorum. Gülgün ÇAKO: Yayın yönetmenimiz Sayın Şenol Yazıcı ‘nın dosya konusuna dikkat çekmek için geliştirdiği “ Bazen ŞİİR aşkı, bazen de aşk ŞAİRİ yaratır. “ söylemi var. Bu söylemin sizde çağrıştırdıkları nedir? Zühal Tekkanat: Şenol Yazıcı incelikle benim Cemal SÜREYA’nın önce şiirine âşık olduğumu, şimdi de emek verdiğimi yani aşkımla onu yaşattığımı söylemiş, teşekkür ediyorum. Her şeyden önce bu benim eş olarak, anne olarak görevim. Ama biz unutmaya yatkın bir milletiz. Her gün yeni bir kültür yaratır ertesi gün yok ederiz. Değerlerimiz için birileri bir şey yapması gerek. Ben bir şair ve yazar olarak Fuzuli’yi anlattığım gibi eşimi, aşkımı anlatmayı seçmişim. Herkes bilir ki, sanatta dayatmayla kimseyi yaşatamazsınız, Cemal zaten yaşıyordu, ama dağınık, disiplinsiz, yitip gitmeye aday… Dokununca hemen can buldu, ayağa kalktı, dipdiri, görüldü ki şiiri bugünü de aşmış bir şair Süreya. O zaman Cemal emeği hak etmiş bir şair, iyi ki de ona aşkla emek vermişim. Dostluk dayanışma gereği eskiyi yeni eder, Şenol Yazıcı ‘da anımsar. El elden üstün derler ya benim ellerim hep küçüktür!.. Gülgün ÇAKO: Kitaplarınız ve CEMAL SÜREYA için gerçekleştirdikleriniz dışında da duyulmayan yaptıklarınız var bildiğimiz, değinmeden geçmeyelim. Ortak paydaları eşleri için her türlü fedakârlığı yapan, yani sizinle aynı kaderi paylaşan kadınlardan söz eden iki kitapta yer aldınız, destek verdiniz. Söyleşimizi bağlayacak son söz olarak neler söylemek isterdiniz? Zühal Tekkanat: Gerek şiir için gerekse birileri için, gerekse yaşadığım hayata insan olarak duyduğum sorumlulukla güzel bir şey yapabilmişsem ne mutlu. Aslında, hep gölgede kalmak istemişimdir, ama yaşam bırakmıyor, bazen öne itiyor sizi. Ne sıcak ne soğuk benim işim değildir. Bir şiir gibi ılıman, bir gün gibi aydınlık ve cesur… Burcumun özelliği… maviADA'YA Teşekkürler. maviADA: Cemal Süreya dosyamıza katkınız için maviADA olarak biz teşekkür ederiz.▲ / maviADA Dergisi Bahar 2012 * maviMÜZE- Daha fazlasını görmek için TIKLAYIN * *

  • Sokak Sanat

    * SADECE SES KALICIDIR (Grup Sareban ile Röportaj) SOKAKTA SANAT SANAT SOKAKTA Ses, ses, ses Tenha seda ast ke mimanet * ve hep birleşecek olan, kurtuluş duyumuyla insanın umutsuz zamanıyla… *Farsça: F.Ferruhzad şiirinden bir dize “ sadece ses kalıcıdır!” Müziği sokaklara taşımıyor Sareban. Tam da sokaktaki müziği yapıyor. İnsanın olduğu yere çadır kuruyor ve oradan tüm halkların ezgisini mırıldanıyor, duymak isteyen kulaklara, duymak istemeyen nice kulaklara rağmen. Biz Sunak ailesi kalıcı bir ses duyduk, güzel anladık ve seslerinin ulaşacağı herkesin de anlamaya başlamalarını yürektenlikle diliyoruz. Sareban; seslerinin sokaklarda sonsuza doğru, geniş bir güçle yayıldığını hissediyor, yarattığı tınılarla inançlı bir farkındalık duyuyor, avaz verdikçe umut diriltiyor. Beton ve metal katılığına, kırmızı halılara, parlak ışıklı altın odalara ait değiller, bir ağaç gibi toprağa kök veriyorlar. Doğadan koparılmış, ritmi duyulamaz hale gelmiş insan yüreğinin taşıdığı her şeyi; içli ve yüksek sesli bir açıklığın özerk notalarıyla çınlatıyor Sareban. Bu güzel söyleşi için Sunak dergimiz ve okurlarımız adına teşekkür ediyoruz. Severek dinleyenleri ve yeni tanıyacak okurlarımız için keyifli bir okuma verebilmesi dileğiyle… SUNAK: Öncelikle Sareban’ın kelime anlamı, bu ezgi serüveninin başlangıcı, “Sanat sokaktadır” felsefenizi ve grubun öznelerini tanımak isteriz. SAREBAN: İran da konuşulan bir dil olan Farsça’da “Sareban” kervancı anlamına gelir. Kervancı dediğimiz insan çöl yollarında develeri yürüten kişi. Biz, sokaklara tıpkı bir kervancı gibi revan olmaya başladığımızda Sareban’ın bize böylesi bir misyon yüklediğini tam olarak kavrayamamıştık henüz. Grup üyeleri olarak da sanatın ve yaşamın her alanda kısırlaşmaya başlaması nedeniyle çöl yollarına da benzetilebilecek bu sokaklarda tanış bulduğumuzu özellikle belirtmeli. Arman arkadaşımız Türkçe bilmediği için bir müddet işaret dili ile anlaştık hatta. Ancak şu an tümüyle farkındayız ki Sareban bizim anlamıyla kuşandığımız hırkamız ve yolumuzdur. Farklı dillerde söylediğimiz halk şarkılarıyla, tam bu noktadan topluma bakışımızla, bu anlam örtüşmekte. Sareban dediğimizde direkt Kürtçe anlamlar yüklense de biz, köken ve kültürü nice farklı insanlarımızı bir yürekte tutup, yüklenip, ezgilerin verdiği huzura bir dakika dahi sürse taşımak istiyoruz tıpkı eski zaman kervancılarının yaptığı iş gibi. Sanat sokaktadır felsefemiz açık; her dil, din ve kültürün insanı sokaktadır. Şimdilik sekiz dilde okuyoruz. Örneğin, Lazca bu değerli dillerimizden biri, türkülerinden okurken bizi dinleyen bir Laz insanı, seslerimizin içinden geçerek kendisinin olana kendi kökleriyle seve seve katılıyor. Yörelerimizin farklı ses renkleri ve öz dilleri ile vermeyi istediğimiz bu anlarının mutluluğu da bize bulaşıyor böylece. Sanat sokakta, sanat her yerde ve herkes içindir, bunun için bir dile de gerek olmadığını fark ediyoruz, duygulara ve müziğin ritmine birlikte kapılmak en önemlisi. Arman Rashidi (Santur ve Solo Vokal): İran Tahran doğumluyum, İşletme mezunuyum ama müzisyenlik hep ön plandaydı benim için. Ramazan Açıkgöz(Bağlama-Gitar –Solo Vokal: Adıyaman/Kahta doğumluyum. Pamukkale üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Öğretmenlik eğitimi aldım. Uğur Baran Toker (Ritm Sanatçısı): Malatya doğumluyum. Ege üniversitesi İşletme bölümü mezunuyum. Milli eğitimden emekli oldum. Tiyatro başta olmak üzere müzik ile hep yakından ilgiliydim. SUNAK: Ülkemize mülteci girişli bulunan İran’lı Santur sanatçımız Arman Rashidi’ye sorumuz; Türkiye’ye geliş süreci nasıl başladı, sürecin içerdiği özel zorlukları nasıl aştınız? Kendi ülkenizi, sanatsal kişiliğiniz ve bakış açınız ile nasıl yorumladığınızı merak ediyoruz. Türkiye ‘de hem bireysel hem de sanatsal yaşamınız bağlamında kendinizi hissedebildiniz mi? Ya da nasıl hissediyorsunuz? Arman: Olay böyle başlıyor; 2008 yılında İran’da konser vermek istiyorum, sonuçta müzik yapıyoruz, bir gösterici gerekiyor, maddi olanaklara sahip değilim ve kayıt alıp yayılımını albüm ile sağlayamadığımdan, bir konser verebilmek için gerekli yerlere başvuruda bulunuyorum. Bu başvurular bir kaç yılımı alsa da izin almayı başaramıyorum. Bir arkadaşımın babası sinema sahibi idi ve biz izinsiz bir konser gerçekleştirdik, yakalandık, yargılandık. Fakat bu olaydan sonra müziğin paylaşmakla daha da çok verdiği eşsiz tadı bir arkadaşımın villasında düzenlediğimiz bir dizi konser ile almaya devam ettik. Ancak son konserimizi vermeden önce, orta da neden olmaksızın içten içe bir kaygıya kapıldım ve Pasaportumu hazırladım. Konserin ertesi günü polis baskınıyla karşı karşıyaydım. Mahkeme süreci başlamadan önce yaşamımı bütünüyle değiştirecek önemli bir kararın eşiğindeydim. Ailem başta olmak üzere her şeyimi gözden çıkardım. Müziğimi yapabilmem için yurdumdan ayrılmam gerekiyordu. Bu büyük ve uzun sürecek bir ayrılık demekti. Annem bu kararımdan en çok etkilen kişi oldu. Onun ellerinden öpüp bana yol vermesi gerektiğini anlattım. Annemin bir gözü yaş, bir gözü kan, çaresiz kabullenişi hala içimi ağrıtır: - Oğlum ben senden razıyım, Allah da senden razı olsun, yol senin yolundur! Git… Benim ülkemde sanat icracısı olunabilir ancak gerekli bağları kurup, muhalif hiçbir farklılığınız olmadan yandaşlığı koruduğunuz sürece. Bu bağlantı din hocalarından, milletvekilleri ve bakanlara kadar uzanmak zorunda. Fakat bu biçimiyle ilerlemek beni tatmin etmezdi. Bir aşk şarkısı söylüyorsam aşık ve maşuğun karşılıklı sevda sözlerini anlatmam gerek, ancak basit bir sevda sözü bile şehvani bir kışkırtma gibi algılanabiliyor, tehlike ve suç sayılıyorsunuz! Kadın ile erkek arasında büyütülen uçurumu da vurgulamalıyım. Sanat özgür bir ortamda doğar ve var olabilir oysa! Cebimde iki yüz Türk Lirası ile İran’dan Ankara’ya ve oradan da Denizli’ye doğru yola çıktım, şu an inanılmaz görünüyor bana. Artık dilini bilmediğim yabancı bir ülkedeyim. Müzik dışında herhangi bir iş maharetine sahip değilim, işletme eğitimi aldım ama bu işe uygun olmadığımı hissediyorum. Çeşitli işlerde epey zorlanarak çalıştım, hamallık yaptım, diğer işçilerle gün oldu yüzlerce ton mal indirdik. Böyle bir günün sonunda kendimi son derece umutsuz hissedip, yük taşımaktan ağırlaşmış ve kurumuş ellerime bakıp, tanrıya seslendiğimi anımsıyorum. Ölmek yeğdi sanki ve tüm bu zorluklardan sonra yaşamımın iyi yönde bir gelişme göstermesini umarak, hemen o gece var olabilmem için tek olanağım olan santurumla müzik yapmak için sokağa çıktım. Günler böylece devam etti. Çınar meydanında bir ağacın dibinde oturmuş santur çalarken Ramazan yanıma geldi. Santur’a duyduğu merakla netleşmiş güleç yüzü, şu anda da üstünde olan şort ve yeşil renkli tişörtüyle. Hiç unutmuyorum o günü. Beni dinliyor, dil bilmediğimiz için de işaretlerle anlaşmaya çalışıyorduk. Kadersi bir biçimde onunla sık sık bir araya gelecek ve içimde benim gibi bir kervancı yoldaşın varlığı yer edecekti. Sadece Ramazan değil, Uğur baba ve ilk iki yılında grup oluşumunda yer alan farklı dostlarımız oldu. İnsanlara: “enstrümanını ve sesini al gel!” diyerek seslendik. Böylece yaşamım iyi yönde ilerliyor, insanlarla tanışıklıklar artıyor, küçük ama umutlu sevinçlerle Sareban’ın tam olarak oluştuğunu hissediyorum. Abartmasız mutluyum. Sokakta yahut Kitap Kurdu Kafe’de yaptığımız şiir ve müzik dinletileri ile Sareban’dan severek söz edilmesi, beğeni alması mutluluk veriyor. Hiçbir şey bu mutluluğa yüz çevirmeme neden olmayacak ancak içimi yakan bir endişe var. Sınır dışı edilme tehdidi hep arkamda! Bu kaygı öylesi rahatsız edici ki paylaşmak istiyorum. Ben özgür bir insanım. Ne yaptığımı iyi biliyor, suç teşkil edecek bir unsurun, kişiliğim veya sanatıma işlemesine asla müsaade etmiyorum. Bazı bilinç ve kurumlarca yanlış anlaşıldığımızı belirtmeliyim. Sareban’ı içini de görerek anlamaya başlamalarını, sesimizi duymalarını diliyorum. Bu tutumları ile İran rejiminden pek de farklı bir konumda görünmüyor Türkiye. Pek çok dilde ezgiler söylemenin suç sayılması akıldışı! Üstelik bu dinleyici kitlemizin giderek çoğalmasıyla bir ölçüde bizden de bağımsızlaşıyor. Sanat üretilmeye başlandığı anda artık diğeri için ve aralıksız biçimde sorumluluk duyulması gereken bir anlam taşıyor. Çok önemle vurgulamalıyım ki müziğimiz belli bir zümreye ait değil. Siyasi bir var oluş kastımız da yok. Dünya ezgileriyle dolup taşan bir duygusallıkla bakıyoruz yaşama ve belki de ileride dünyanın faklı yerlerinde de olabileceğiz, müziğimizle en tepeye çıkmak tek amacımız. Umarım bu hedefimizi Sareban olarak, engellemelere uğramaksızın, kardeş kültürleri asırlardır yan yana barındıran Türkiye’ den başlayarak gerçekleştirmeyi başarabiliriz. SUNAK : Müzikal anlayış ve benliğiniz nasıl gelişti? En değerli parçalarınız olan enstrümanlarınızla da berkiterek anlatabilir misiniz? Ramazan: Enstrümanımla tanışmam şöyle oldu. Adıyaman da müzikle uğraşan insanlara “gevende” derler. Aile de bir enstrüman çalmayan yok. Böylelikler genellikle doğunun enstrümanı diyeceğimiz bağlama ile henüz beş yaşında iken tanıştım ve belli bir aşamayı geçtikten sonra gitar ile ilgili oldum. Sareban için aynı anda hem gitar hem de bağlama olamıyorum elbette. Gitar da bize eşlik edecek bir kervancı daha olsa güzel olurdu. Seslenişimiz şudur; biz çok iyi müzisyen aramıyoruz. Biz müziği yaşayan ve yürüdüğümüz yola gönülden revan olacak dostlar arıyoruz. Uğur: Benim amcam cümbüş çalardı, bizde de ailedeki müzik sevgisi yüksekti. Ritm çalmaya şöyle başladım. Yakın bir arkadaşım vardı bağlama çalan, yanında darbuka ile ona eşlik eden arkadaşıyla düğünlerde, etkinliklerde rastladığım vakitler onları izlerken aslında ne çok ilgili olduğumu fark ettim ve denemeye karar verdim. Ve şimdi büyük bir haz ile Sareban’a eşlik ediyorum. Arman: Altı yaşlarındayım. Dedem çobandı ve ney çalardı. Köyden Tahran’a göçmeden evvel babam da ney çalmasını öğrenmişti. Tahran’da ciddi anlamda eğitimler aldı ve bu eğitimler sırasında bir de “santur” adlı enstrümana da ilgi duyup eğitimine başladı. Santur bizim evde ilgimi kendisine çekerek öylece duruyor, ağabeyim de o sıralar ritim ile ilgileniyordu. Babamla ağabeyimin bu ilgiyi fark etmesi ve desteğiyle Santur eğitimlerine başladım. SUNAK: Söyleşiye girişte şiirsel biçimde vurgulamaya çalıştığımız gibi, dünya hasta ve yüce sesini kaybetmek üzere. Artık savaş, silah ve ağıt seslerinin evrende daha çok yankılandığı yaralı bir gırtlağı var yeryüzünün. Sizin sesiniz kuşkusuz kalıcı ve barışcıl bir yanıt oluyor bu seslere. Nasıl işitiyorsunuz? Sareban’ın tanımıyla “Ses” nedir? Seslere, farklı dillerin ezgi ve sözcüklerinin de işleyişiyle üreterek mi katıksız duyumsayarak mı can veriyorsunuz? Arman: Beethoven diyor ki dil ifade edeceği sözü bulamadığında, müzik başlar, kelimelerin yetmediği yahut gereksinilmediği yerde her şeydir ses ve frekans! Saf bir oluşla her şey buradan başlıyor. Oluşan her şeyin bir dili olmasa da mutlak bir titreşimi var. Onu hep duyuyoruz. Ramazan: Ses bize göre hem var olan hem de birlikte oluşturduğumuz tınıların bütünlüğüdür. Farklı dillerde söylediğimiz için bizim o dili tamamen bilmemize gerek yok. Onun bize işleyen duygusu çok önemli, insan ve enstrüman seslerinin, dediğiniz gibi katıksız bir duyumsamayla, kendi içimizden geçirerek birleştirdiğimiz ortak tınısı bizim ses’imizin tanımını kurar. Yaptığımız her etkinlik için özel bir çalışma sistemimiz yok. Tamamen doğaçlama işliyoruz sesleri, bizim üretkenliğimiz bu noktada belirir. Bir araya geliyor, hazırlığımızı gerçekleştiriyor, sahneye çıkıyoruz. Sahnede söz bitiyor, tınılar başlıyor. Enstrümanlarımız ve gırtlağımızın birbirleriyle uyumu tamamen içimizden geldiği gibidir. Uğur: Sanırım Meltem Cumbul ve Şener Şen’in oynadığı “Gönül Yarası “ filmini izlemeyenimiz yoktur. Filmin bir sahnesinde okunan Kürtçe şarkıya, dili hiç bilmiyor olmasına rağmen ağlayarak katılan kadın: “bu şarkıya ağlamak için dilini bilmek mi gerekir! ” diyerek durumu ne güzel açıklıyor. SUNAK: Modern Sanat ile Kendiliğinden oluşmuş Halk Sanatı arasındaki eğitsel farklara bakış açınız nedir? Bilmek şart mı? Özellikle de yeni eserler var edebilmek açısından ki bu hususta yeni olana, düşünsel veya dış etkenlerin sınırlandırmaları ile gelişen darlık sizin de dikkatinizi çekiyor olmalı! Lakin biliyoruz ki Pir Sultan Abdal’ın yaratıcılığı içinde bulunduğu dönemin kısıntılarına boyun bükmemiştir. Bu ışıkla bakacak olursak sizce müziğin yaratıcı gücü neye bağlıdır? Uğur: Aslında türküleri bizler üretmiyoruz, türküleri halk üretiyor. Bu konuda Musa Eroğlu’nun çok güzel bir sözü vardır “Türküler Anadolu Halklarının sesli düşünceleridir” der. Tiyatro içinde de geçerli bir yorumdur ki birinin bir şeyleri anlatmak ve üretebilmesi için, içinde bir derdinin olması lazım. Hepimiz kabul ederiz ki sanatın temel öğelerinden biri acıyı duymaktır. Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Mahzuni mükemmel örneklerdir. Yaşadıkları coğrafyada, insanların sevinç, üzüntü ve nice sorunlarını anlatabilmişlerdir böylelikle. Arman: Bir şeyler üretmek için özellikle müzikal anlamda, verdiğiniz değerli isimlerden yola çıkarak diyebilirim ki iki şey şart. Duygu ve teknik bilgi. Ben bu işin eğitimini alıp bir hat melodi kuramayan insanlar gördüm. Neden? Teknik bilgi var ama duygudan ve hissetmekten yoksun. Yani duygu olmadığı sürece müzikte anlamlı bir şey yapmak imkansız. Bizim bir Sareban şarkımız var dünyaya barışı haykırdığımız, ürettik çünkü çekilen acı hepimizin ortak acısı, tonu, gamı, makamıdır ki tüm dünya da savaşları yenmek isterdik. Teknik, birleştirir ve şekil verir ama esasen duygudur ezgiye can veren. Ayrıca belirtmeliyiz, doğaçlama gücümüz sahnede oluşan bir şey, fakat bu teknik açıdan bir altyapı yoksunluğu olarak anlaşılmamalı, teorik anlamıyla müzikal dilin eğitimini her birimiz kendi topraklarımızda aldık ve bu özelliğin Sareban’ın yaratıcı gücüne duygulandırıcı katkısını bir örnek vererek belirtmek istiyorum. Bir konser de “Bitlis’te Beş Minare “ adlı eski bir Türk Halk Ezgisini söylüyorduk. Bir aralık Ramazan’ın gırtlağından bir ses çıkıyor ve arkasından ben bu esinlemeyle gelen İran yöresel bir uzun hava okuyarak türküyle birleşebiliyorum. SUNAK: Biz müzik deyince siz neden sokak anlıyorsunuz? Sesiniz sokağa nasıl yansıyor, nasıl yankı buluyor, dinleyenleriniz üzerindeki etkinizin, somut bilinç ve sorumluluğu giderek artıyor mu? Kısaca neler oluyor, neler yaşıyorsunuz sokakta? Ramazan: İnsanları sınıflara ayırmasak da yaşamın kendiliğinden oluşan bir hiyerarşisi var ve sokakta bu ayrım kayboluyor. Diyelim ki güzel bir mekanda sahne alıyoruz, bizim için elbette hoş bir şey olurdu bu, ancak dar gelirli birinin lüks bir mekana gidip şarkılar dinleyip eğlenebilmesi olanaksız bir sey. Biz insanlar arasında var olan tüm ayrımların kaybolduğu bu toprak parçası üstünde duruyoruz işte, onların ayağına giderek. Yoldan geçen biri için bu ezgili güzelliğin tesadüfi olması bizim için gerçek bir haz. Müziğimizi hissederek yansıtıyoruz, duygu ve tını sokakta daha özgür konabilir insanın dallarına. Öyle de oluyor! Kulakların pası siliniyor, şükran duygusu ve paylaşmanın zevki! Çok güzel yankılar! Çok güzel şeyler! Hayal kırıklığına uğradığımız da oldu. Şimdi anlatacaklarımla sorumluluk duygumuzun niteliği açık hale gelecek. Halkımıza yaptığımız müziği anlatmaya çalışırken bu kırık evreden geçtik. Mesela Farsça okuduysak dinleyenler Kürtçe zannedip hafifçe önyargılı biçimde: “ Türkçe söyleyin de anlayalım” diyorlardı. Elbette bunu her yerde bangır bangır çalan batılı şarkılar için hiç mi hiç düşünmüyorlardı. Alışılmış. Fakat bize oldukça kadim ve kardeş halklarımızın dillerinden bir ezginin, havada anlaşılmazlık yaratması ironik. Şu an da : “Türkçe, Azeri Türkçesi, Farsça, Kürtçe, Kürtçe bir lehçe olan Zazaca, Lazca, Ermenice” türküler söylüyoruz. Susuz kalmışa su vermeli dedik ve gayret etmeye devam ediyoruz. Süreç içinde kendimizi anlatma çabamızla artık Denizli halkı ile iç içe olmayı başardık. Kırılmak dedik ya başlangıç anılarımızdan birini paylaşmak istiyorum. Sokaklardayız ve çalmaya başladık ancak kimse bizi dinlemiyor! Kötü hissediyor ama buna rağmen umursamazlıkla çalıp şarkılar söylemeye devam ediyoruz. Görme engelli bir vatandaş durdu yanımızda, kendinden geçercesine dinlemeye başladı. Sandalyemi ona verip kendim yere oturdum. Tek bir dinleyicimiz vardı belki ama çok özeldi. Neden özeldi vurgulamalıyım, yanımızdan geçip giden yüzlerce görme engelsiz! insan bizi görmüyor, görme engeli olan dostumuz bizi düpedüz üstelik ilgiyle görüyordu. Şimdi için belli bir görülürlük konumuna eriştiğimizi düşünüyoruz. Halkın artık daha önyargısız ve ilgiyle bizi dinlemeye başladıklarını gördükçe seviniyoruz. Hatta öyle ki bizi gördükleri yerde: “ enstrümanlarınız yanınızda mı çalsanıza!” yahut bir süre sokaklara çıkmasak : “nerdesiniz biz sizi çok özledik!” diyorlar. SUNAK: Herkesin merak ettiğini sıkça işittiğim bir soruyu düpedüz sormalıyım; neden bir kadın vokaliniz yok? Ramazan : Öyle bir arayışımız olmadı evet. Arman ile aramızda belli bir uyum sağladık. Olsa hayır da demezdik elbette. Arman : Tiz ve pes sesler olarak tamlık içindeyiz , Ramazan tiz ben ise pes tonlar da vokal açığına mahal vermiyoruz. Açıkçası hem denk gelmedi hem de şu an bulunduğumuz nokta da gerek de duymuyoruz. Ama daha önce belirttiğim gibi biz herkesi kucaklıyoruz, gelen enstrümanı ve sesi ile bize katılabilir. Tek bir ölçütümüz oluyor bu nokta da biz müzisyen istemiyoruz, biz sanatçı ruhlu insan istiyoruz. Uğur: Sadece kadın vokal değil, enstrümanıyla veya sesiyle bir arada olmak isteyen tüm sanatçı ruhlu insanlara kapımız sonuna kadar açık. SUNAK: Yorumladığınız eserlerin, genel bir teması var mı? Birden çok dilin ezgilerine ses veriyorsunuz, bu ayrım yapmanıza veya sınırlı seçişlere neden oluyor mu? Seçişlerinizde ritim, doku, armoni gibi özellikle belirlemiş olduğunuz öğeler ve grubun kendisine ait eserleri var mı? Uğur: Ezgiler o yörede yaşayan insanların yaşam şekillerini anlatmalı, acıyla devinen zorlu zamanların ezgileri daha çok çekiyor bizi. Tabii ki bunu bir sınırlandırma olarak koymuyoruz, bir Rumeli türküsünün oynak ritmi, bir sevinç anını anlatmasıyla da etkiler bizi. Ramazan: Genel bir tema belirlemek bize göre değil, hissedebilmemiz onu yaşamamız sanırım tek ölçütümüz olur. Ağıt türküsü de sevinç türküsü de olabilir, bu elbette bizim ruh hallerimizle de ilişkide. Keşif zamanlarımızın getirisi önceden belli, sevinç içindeysek daha ritmik ve şen dokulu, hüzünlüysek dokunaklı ve yaşamış canlı ezgileri buluyoruz. Zaten dünyayı ve insanı okuyacağız ezgileriyle bir sınır koymak da yanlış olur. Arman: İranlı biri olarak bir Ege türküsü olan; “Al Yazmanın Oyası“ türküsü neden yakıldı bilmiyorum ama kalbimin nasıl etkilendiğini anlatmam zor. Duygu! Çok zaman çalıp söylüyoruz, onu yaşıyorum! Çok hisli, samimi ve bu yeter. Bunun böyle olması ortak paydamızda belirleyici oluyor. Şimdilik üretmekten ziyade yorumlara düşkünüz, sebebi ise biz daha yolun başındayız. İsim olarak ve kendimizi daha iyi belirlemek ölçüsüyle. İnsanların geleneksel olana bağlılığı ve dinleme alışkanlığı içinde durduğu, bu uğurda emek eden çok büyük üstatlar var. Biz yüreğimize alıp Sareban yorumunu ortaya koyalım istiyoruz. Yeterli bilinirlik, çaba ve emekten sonra kendi türkülerimizi şarkılarımızı ortaya koyabileceğiz. İnsanlar yeterince benimsediklerinde bunu kendiliğinden isteyeceklerdir zaten. Yönümüz bu. Özetle dinleyici kitlemizle kurduğumuz ilişkinin olgunlaşmasından sonra kendi şarkılarımızı da söyleyeceğiz. SUNAK: Gerçekçilik adına ve bütün sanatlar için önemli bulduğumuz içtenlik öğesini, öyle görünüyor ki Sareban’ da çok önemsiyor. Ses rengi ile çok beğenilen, güçlü bir vokal olan Ramazan arkadaşımıza sorumuz; en derinlerinden çığlıksı bir tizlikle gelen incelikli seslerin anlamı ne? Lirik bir üslup mu? İçten gelen ve teknik olmayan içgüdüsel bir dışavurum mu? Ramazan: Çığlıksı deyişi doğru. Genel anlamda yaptığım müziklerde çıkardığım seslerin belli bir düzen içinde olmadığını söylemeliyim. O anda ne hissediyorsam akıyor seslerin içine, eğitimli bir ses değil bu! Üç senedir ani bir dürtüyle oluşan bu çıkışların, esere ayrı bir nağme vererek daha özgün bir hava kazandırdığını fark ettim. Bu bir taklit değil asla, belki de kör ama güçlü bir akıp gitmenin ve kayboluşun doğaçlama sesi olarak nitelendirilebilir. SUNAK: Sizce “Ritim” melodi ve armoni gibi müziğin temel öğelerden biri mi sadece, olmazsa olmazı mı? Nasıl yorumlarsınız? Uğur: Ritim son derece önemli ve yaşamsal bir kavram. Gerçekten insan doğasında, bütün olarak yaşamın doğasında var! Herhangi bir müzik aleti müzik yapmak için tek başına yeterli olabilir. Ama ritimsiz bir yaşam düşünülemez. Kalp vuruşlarımızın ritmi bariz bir açıklamadır. Arman Santur çalarken belli bir ritimsel ölçüyü korumak zorundaki eserin bütünlüğü algılanabilsin. Bir enstrüman olarak ritim araçtır, olmazsa olmaz diyemeyiz, sadece farklı bir tını eklenmiş olur ezgiye ancak müziğin ve yaşamın kalbi ritimdir. Arman : Düşünülürse ritim dediğimiz şey yaşamla ve insanla iç içe gelen bir olaydır. Nehrin sularının akışında bile ritim vardır. Kimi zaman hızlı kimi zaman ağırlaşan ölçülerle. Ritim olmasa hayat oluşamazdı. SUNAK: Şiirde de ritim çok önemli bir unsur. Lirik yaradılışlı şiirler ise mutlaka ezgisiyle duyulur, sizce şiir ve müzik birbiriyle nasıl bir ilişki kuruyor? Ayrıca Sareban’ın değerli sanatçılarının müzik dışındaki sanatsal eğilimlerini de merak ediyoruz. Ramazan: Şiir müziğin canlı yoldaşı. Kanlı canlı kopmaz bir bağ bu. Müzik dışında şiir okumayı çok seviyorum. Hatta okutmayı da! Bu nedenle müziğin de eşlik ettiği etkinlikler düzenliyoruz. Kitap Kurdu Kafe yine bu anlamda yuvamız oluyor. “Şiirin Bam Teli” adıyla Salı günleri etkinlikler düzenliyoruz. Dostlara Sunak aracılığıyla bir çağrımız olsun, katılımları bizi mutlu edecek. Uğur: Çok net bulunacak bir ilişki; Öyle ya bir şiiri okurken ezgili bir ton kullanıyoruz. Bir arkadaşımızla konuşur gibi okumuyoruz şiiri hiçbir zaman. Diğer sanatsal ilgilerime gelince; tiyatro oyuncusuyum. Aslında hayır ben bir oyuncu değilim, ün gibi bir kaygım yok, sevdiğim şeyi yapmış olmak büyük bir neşe. Yeterli. Aynı bu iki güzel insan ile müzik yapmaya çalışmam gibi. Bunun dışında elbette okumak ve şiir de çok önemsediğim ilgiler arasında. Arman: Bazen sözler melodileri bazense melodi sözleri taşıyor. Pir Sultan Abdal’ın şiir sözleri melodiyi bugüne kadar taşıdı. Notası bile yoktu belki ve günümüz teknolojisi, bilgisiyle notalar yazılabiliyor ama bazen de bunu tam tersi de mümkün; sözlerin kalıcı olmayıp melodisiyle taşınması. Dolayısıyla şiir ve müzik her daim değişen dengelerle birbirinin tamamlayıcısı olacaktır. Şiir okumayı çok seviyorum. SUNAK: Yasaklandınız! Sokak sanatınızla ilgili kısıntılarla, şimdi ve belli ki gelecekte de karşılaşacaksınız. Hele ki son gelişen engellenme gerekçenizi ilk okuduğumuzda, bir tür sinirsel daralma ile gülümsemekten de kendimizi alamadık! Trajikomik. Bu halleriyle içine üniforma kaçmışlar size neden kızıyor ve sizinle neden dilekçelerle konuşuyor? Yalnız hissettiniz mi kendinizi? Çözüm çabalarınızdan, sevenlerinizin tüm bu olanlara tepkisinden, size nasıl katıldıklarından bahseder misiniz? Ramazan: Yasaklandık! yasaklanmaya devam da ediyoruz. O halde varız! Elbette bu tür engellemeler bizi çıkmazda olduğumuz duygusuna sürükledi zaman zaman. Biz var olmaya çalıştıkça darp edildiğimiz, zabıta ve polislerin olumsuz baskısına uğradığımız oldu. Dilencilikle bile suçlandık. Ne yalnızlık ama. Oysa biz önceki yanıtlarımızda belirttiğimiz gibi güzel şeyler vermeye ve sokağın herkesi eşitleyen gücüyle, müziğimizi paylaşmak için çıkmıştık yola. Her şeye rağmen ılımlı kalıp kendimizi ve özellikle de hiçbir siyasi içerik taşımadığımızı dilekçelere yanıt vererek anlatmaya çalıştık. Arman verdi bu dilekçeyi tek başına. Sareban olarak değil ve bizi şaşkına çeviren bir ret daha verdiler karşılığında: “Sokaklarda size uygun yer bulunmamaktadır! “ denildi. Gülünç yine değil mi? Bizim açımızdan oldukça da üzücü. Neye göre ve ne adına yasaklanıyoruz? Müziğin yıkıcı bir etkisinin olduğu görülmüş şey midir? Halkın bizi anlamaya başlamasıyla birlikte destek bulmuş olmamız tutunacak tek dalımız oluyor. Yanlış bir şey yapmadığımızı bu kez dinleyenlerimizle anlatmaya koyulduk. Ve bu mücadele biz yasaklandıkça, sevenlerimizle, Sareban’ın sanat gücüyle devam edecek. Arman: Benim söyleyeceklerim oldukça kısa; demek ki biz varız! Var olan şey kısıtlama ve engele uğruyor. SUNAK: Sareban müzikal bağlamda tüm gelişim ve aşmaların içinden sürgün verip büyüyecek olandır kuşkusuz! Ancak süre giden anlamı ne olacak? Ve bu anlam elbette ki kişisel yaşamınızla da birleşen güçlü bir köprü olsa gerek. Dayatılan acı’dan kurtulamıyoruz. Her şeye rağmen yaşamaya dair halen olumlu ve umutlu bulduğunuz neler var? Okurlarımıza, sizi dinleyenlere özellikle söylemek istediğiniz bir şey? Sesiniz, soluğunuz sonsuz olsun dileğimizle! Ramazan: Müzikal anlamda biz var olmaya devam edeceğiz, yeni renklerle, yeni seslerle, farklı tatlarla ve dokunuşlarla. Şu an sekiz dilde okuyoruz, yapabilirsek daha da artacak bu sayı. Adımlarımız büyüyecek. Tüm farklılığımızla var olacağız. Okurlarınız ve tüm dinleyenlerimize söyleyeceğimiz son söz, bu halayda; verilen desteği ötekileştirme sayan bilinçlere yenik düşmeden umutlu, yüce şarkılarıyla insanlığın, elimizi tutmaya devam etmeleri. Biz ötekinin içinde değiliz, şu anda Anadolu’nun dört bir köşesine yayılan sesimiz gönülden isterdik ki İran, Suriye yahut batı ülkelerine de yayılsın. Elimizde olduğu an tüm dünya ya ulaşacak sesimiz. Asırlardır durmayan kanın, savaşın durması için, barış için. Arman: Ne kadar dayanabilir halk? Biz de onlar kadarız! Onlar büyüdükçe büyüyeceğiz. Uğur: Biz canımızın parçası biliyoruz halkımızı, onların da bizi böyle görmelerini, sadece dinleyerek değil, kolumuza girip bu mücadele ortamında bizi ayakta tutmalarını istiyoruz. Söz ve müziği Sareban’a ait olan barış türküsüyle tüm dostlarımızı içtenlik ve sevgiyle selamlıyoruz. Haydi hep birlikte sokağa Birlikte ritm tutmaya Savaşa karşı durmaya Barışa zemin hazırlamaya Oyy Sareban durma çal dostum çal * Derin Zorlu, Sunak Dergisi, Temmuz 2016 *

  • Çizgi Üzerine...

    Gürbüz Doğan Ekşioğlu'yla SÖYLEŞİ Gürbüz Doğan EKŞİOĞLU -Grafiker, İllüstratör- 1954 yılında Mesudiye (Ordu)'da doğdu. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu Grafik Bölümünde öğrenim gördü. Halen aynı kurumda, yeni adı Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yrd. Doç. olarak görev yapıyor. 1977 yılından beri karikatür ile ilgilenen sanatçı, şimdiye kadar 23'ü uluslararası olmak üzere toplam 64 ödül kazandı. Ulusal ve uluslararası birçok karma serginin yanı sıra New York'da olmak üzere dokuz kişisel sergi açtı. New Yorker Dergisi'nin kapağında üç kez , The Forbes Dergisi'nin kapağında bir kez, The Atlantic Monthly, The New York Times gibi dergilerde karikatür ve illustrasyonları yer aldı. Sanatçı aynı zamanda 1998 yılı Sedat Simavi Görsel Sanatlar Ödülü'nün sahibidir. “Para sanatı olumlu etkiler, koşullarınız iyi olursa daha iyi isler üretme sansımız doğar. ..” * maviADA Dergisi adına Serhan Kerestecioğlu: Biz Gürbüz Doğan Ekşioğlu'nu kısaca böyle tanıyoruz, siz kendinizi bize nasıl anlatırsınız? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: Her insan kendini nasıl tanımlıyorsa benim tanımım da aynıdır. Normal biriyim, evliyim, çocuğum var, işim var, feodal bağlarım kuvvetlidir, geleneklerime bağlıyım, benim için tüm insanlar eşittir, kariyerin insani üniformalaştırdığını bilirim (her turlu üniformayı sevmem), doğallığa çok önem veririm, her işimi kendim yaparım, sözümde dururum. maviADA Dergisi: - Çok bilinen bir soru, ama sizce sanat nedir? Sanatın öğretmenlik, doktorluk gibi yaşama müdahale eden, hayata direk katılan bir yanı var mıdır? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: Sanat; değişik malzemeleri; müzik, şiir, resim… gibi yöntemleri kullanarak her insanin içinde var olan duyguların ortaya çıkmasını sağlamaktır. Ruhumuzu besler, geliştirir, düşünmemizi, soru sormamamızı çözüm bulmamızı sağlar, bir anlamda bizi hayata geniş açı ile baktırır. Doktorlar biyolojik tarafımıza müdahale ederken sanat ruhsal yanımıza müdahale eder. Leonardo’nun dediği gibi kuşun kanatlarından biri bilim, digeri sanattır, biri olmasa tek kanatla kuş uçamaz. maviADA Dergisi: Ülkemizde illüstrasyona nasıl bakılıyor, illüstrasyon nedir biliniyor mu? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: İllüstrasyon: Herhangi bir konuyu, düşünceyi, resim /çizim yoluyla ifade etmek, yani resimlemektir. Ülkemizde illüstrasyon ileri seviyede değildir, illüstrasyon yayın piyasası ile çok ilgilidir, sipariş üzerine yapılır. Bu alandaki telif ücretleri çok yetersizdir, çok yetenekli kişiler ekonomik özgürlüklerini elde edemeyecekleri için başka alanları seçerler. Güzel Sanatlar Fakültelerinde illüstrasyon sadece derstir, illüstrasyonun ileri olduğu Amerika ve Avrupa’daki güzel sanatlar fakültelerinde ise bölümdür. maviADA Dergisi: Kendinizi yarattığınız figürlerle özdeşleştiriyor musunuz? Kedi görünce aklıma çizimleriniz ve siz geliyorsunuz. Ne dersiniz bu konuda? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: Çizimlerimde çizdiğim insan esasında benim; konudaki insanla özdeşleşirim, ruhumun kabul etmediği bir karakteri çalışmalarımda yapmadım. 15 yaşında Nazlı adında bir kedimiz var, eşim Sumru ile birlikte, ölmek üzere olan bir kedi yavrusunu tedavi ettirince sahiplenmek zorunda kaldık. Kediyle yaşarken de kediyi keşfettik. Kedi özgürlüğüne çok düşkündür, ben de özgürlüğüme çok düşkünümdür, kediden çok şey öğrenmiş olsam da yine de onun ¼ u kadar bile rahatına düşkün, 1/8 i kadar bile kendini düşünen biri olamadım. maviADA Dergisi: Hayat enerjinizi nereden alıyorsunuz, çizdiklerinizden mi çizeceklerinizden mi? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: Hayat enerjimi yasadıklarımdan alıyorum, çizdiğim her bir görsel benim bir parçam veya aynada yansıyan görüntümün başka bir hali. Eğer farklı bir ülkede doğmuş, yaşamış olsaydım duygularım çok farklı olacaktı, dolayısıyla çizdiklerim de… bu nedenle doğduğum, yetiştiğim, yaşadığım yerlerden dolayı mutluyum. maviADA Dergisi: Mizah dergileri ve karikatür hakkında neler düşünüyorsunuz? İlistrasyonla karikatür arasındaki fark nedir? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: Karikatür, Grafik Tasarım alanında bir ifade bicimidir, konuyu çok abartıcı ve mizahi olarak, çok yalın, sade olarak çizgiyle ifade etme şeklindedir, (Çizgiyle mizah yapma sanatıdır). Karikatür çok basit çizilmeli ve çok kolay algılanmalıdır, gazete, dergi sayfalarını cevirirken hemen görülüp hızlı bir şekilde algılanmalıdır, yani tüketilmelidir. İllüstrasyon ise daha detaycıdır, resim sanatından çok etkilenir, illüstrasyonu yanında mutlaka bir metin olduğu için karikatür gibi keskin bir anlatım taşıması gerekmeyebilir, dergiler haftada, ayda bir çıktıkları için illüstrasyonun okunması daha çok zamana yayılır. Nasıl elma ve armut ikisi de meyve oldukları halde farklıdır, karikatür ve illüstrasyonda böyle farklıdır. Baştan beri bir dergide, gazetede çizmeyi düşünmedim, sanat galerilerinde sergi açmayı düşünüyordum daha çok. 16. kişisel sergim 31 Ocak tarihine kadar sürüyor. Karikatür un felsefi ve özetleyici tarafını ile resmin görsel, plastik tarafını birleştirerek bir sentez amaçladım ve onu sürdürüyorum maviADA Dergisi: Uluslararası bir çok ülkede illüstrasyon çalışmalarınız dergilerde yayınlandı. Duyumumuz son kapağınız 12 bin dolardan satıldı. Bunun taşıdığı anlam nedir? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: New Yorker dergisi 1925 yılında bu yana her hafta Amerika da, entelektüellere hitap eden çok önemli bir dergi, tirajı 1 milyonun üzerinde, kapak telif ücreti 5000 dolar, ayrıca 12. 000 dolara da yayınlanan kapağın orijinalin fiyatı, satılırsa 8.000 doları sanatçıya ödeniyor, 7 kapaktan 5 tanesinin orijinali satıldı ama son 2 tanesinin orijinali satılmadı. Resim, illustrasyon ve karikatür alanında medyatik olmak zordur, belki resim alanında bazı ressamlar medyatik olabiliyor ama nadiren. maviADA Dergisi: Sizinle sohbet öğretici de; başka türlü algıladığımız çok sanatsal uygulamanın aslını öğreniyoruz, Teşekkür ederiz. Peki, siparişle çalışmaya sıcak bakıyor musunuz, paranın sanatı olumsuz etkilemesiyle ilgili söylemlere yorumunuz nedir? Gürbüz Doğan Ekşioğlu:1980 li yıllarından buyana dergilerde sipariş üzerine illustasyon yaptim, en son bugün (26 Ocak 2012) Amerika da Discovery Magazine için sipariş üzerine yaptığım 2 illüstrasyonu gönderdim. Para sanatı olumlu etkiler, kosullariniz iyi olursa daha iyi isler üretme sansımız doğar. Yalnız benimsediğim bir fikri hayal edemeyeceğim bir para da verseler kesinlikle yapmam. maviADA Dergisi: Son olarak çizgiye gönül veren gençlere öğütleriniz neler olabilir? Gürbüz Doğan Ekşioğlu: Çizmek sadece yetenekle ilgili değildir, yetenek bizim duygularımızın biçimlenmesinde isimize yarar. En basta kültür çok önemli, sanatın diğer dalları ile yoğun ilgilenilmeli, sanat tarihini iyi bilmeli ve en önemlisi karşılık beklemeden sürekli çalışmalı. maviADA Dergisi adına Serhan KERESTECİOĞLU: Teşekkür ederiz Sayın Gürbüz Doğan Ekşioğlu Gürbüz Doğan EKŞİOĞLU: Ben teşekkür ederim. * Serhan KERESTECİOĞLU 1961 Ayvalık doğumlu olup, 9 Eylül Üniversitesi Uluslararası İktisat bölümünü bitirdi. Sanata olan ilgisi ve tutkusu plastik sanatlara yönelmesini sağlamış ve resim çalışmalarına 2000 yılında Balıkesir'de başlamıştır. Sanatçı, genellikle doğadan ve yaşamdan beslenmekte, duygularını hayal dünyasının penceresinden tuvale yansıtmaktadır. Birçok yurtiçi ve yurtdışı ortak sergilere katılmış, kişisel sergiler açmıştır. ​​

bottom of page