top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • KÖR RESSAM

    Tatlı bir sevinçle uyanış zamanı Dokunuşun payında hatıraların. Kırpıntılar, küçük görünüş gözleri Cehennem yağmurlarında buğulu örtüleri Çelişkiler semtinde tokat sersemliğine inen fecaat darbeleri. Cam emziren pencere kenarı kadınlara ve bugünü silen uykuya gölgelenen. Ardından şakaktan haydut ürperişleri, yanağında sonbahar bekleyişleri.

  • UNUTULAN İKİ AT

    içim kıyılıyor senin için böğrümde uyuyor, altın başlı bir hançer alıcı kuşlar tünüyor başucuma değmiyor gözlerin gözlerime / neden? eski ay karnı burnunda geziyor koyu lacivert bir utkuyla rüştünü suya vuruyor, tozlaşan kavak ağacı çoktan çıktı acının rayihası beni gark eden kemâlinden bulsun soğuk düşüyor vitrinlere yüzüm beni doğuran kadının ömrü kelebek... gelincikler dökülüyor saçlarımdan gözlerin gözlerime değince boşluk / neden? bin fersah uzak bakışların dil unuttu, seni çağıran türküleri kim ne söylesin, ahvalıma kınsız ayrılık daha bi' keskin kırık sensizliği yudumlayan hayat öpmediğim dudak, tutmadığım el beni çağırıyor gidilesi bir yol hüzün fena çöktü, göğsüm uğultulu içimdeki ateş, hep ertesi... gidişinden avuçlarıma kalan karanlık bir fısıltı kurduğum her pusu, avuntu yoruldu koşaduran rahvan at göğümde ziynet gibi parlıyor gazap unutulan iki at "sarkis'in çayırı'nda" karanlığı çiviliyor nalbant herhangi bir gecede soyun, düşüme gir rengârenk boyalar içinde, açık seçik boğazımda düğümlenen hıçkırık çözülsün iki at başı... Arsen Everekliyan

  • Kırık Düşler Geçidi

    Acınası merhametlere bürünüyor zaman kollarında hüzzam bir bestenin Ve ruh bedende yoğrulmakta ölümün garipliğinde anılar bir nedende doğrulmakta Tut ki duyulur bu alacada sesi ve ruhlar sürüklenir karanlık dehlizlerde Sefilliğin kırıntılarında aramak benliğini Yitik bir kayboluşun izinde çürük renklere gebe zaman. Foto: Nurten Bengi Aksoy

  • BURUK

    Baharın neşesi yok, Rüzgar ayazlarda, İçim dışım buruk, Yürek sancılarda. Sabahlar kapkara, Yüzümde ağır bir hüzün, Mevsimim kış, Bedenim üşüyor. Ağaçlar, Yapraklar Haydi sarın Beni. 3.3.2020 ekleyen: moris karmona

  • Masal

    Masal bu ya… İçimdeki çocukla bugün, tüm kötülükleri kenara itip, dünyayı bırakıp büyüklere. Çocukların ve çocuk yüreklilerin gülmesi için anlattık bu masalı size: Var mısınız dinlemeye? Biraz uzun gibi ama sıkılmazsanız haydi gelin dinleyin sizde. Kaf dağının ardından başladı yolculuk. Hayal bu ya… Yorulmuştum Bir dalga boyuna atladım Balıklar güldü halime Bu nasıl yüzmek diye Güldüm ben de Dedim ki, karada yüzüyorum ne zamandır Hadi tutun elimden uçurun maviliklere Güneş, ışıkları ile güldü Kar beyazısın bu ne böyle Eğdim başımı, özledim seni diye Yanaklarım kızardı o dakika Al al oldu yanaklarım Boynuma yayıldı kızıllığı Güneş kahkaha ile güldü halime Yakamozlar baktılar Heyyyy sen neredesin dediler Sensiz olur mu bu mavilikler? Rüzgar esti, kıskandı “Hey ne oluyor burada” diye Üşüttü içimi Tamam tamam dedim Seviyorum seni de. Ay ve yıldızlar Hoş geldin demek için Yağmur olup yağdılar yeryüzüne Açtım avuçlarımı Topladım ceplerime Sonra da okşadım onları Sevgiyle Bir merdiven bulup Dayandım Ay Dede’nin kapısına Ben geldim, küçük kayıp yıldızın Hani haşarı koşan samanyolunda Hatırladın mı dedim. Şöyle bir baktı gözlükleri üzerinden Hoh hoh hoh diye güldü Gel buraya yaramaz Özledim seni dedi Sardı, sarmaladı sevgiyle Bir çocuk izliyordu bizi Hüzünlü gözleri ağlamaklı, bulutlu Hey çocuk ne duruyorsun dedim Merdivene tırman gel Bak masal da var, hayal de Hem hüzünlü gözlerine kıyamam Bulutlardan pamuk helva yapıp Vereceğim eline Tutup elimden Tırmandı merdiveni Koşmaya başladık samanyolunda Gözleri şenlendi Yüreği güldü Masal bu ya Kaf dağının ardından Zümrüdü Anka kuşu Gelip aldı bizi Yavaşça indik yeryüzüne Gözlerimizi açtık ki Masalmış, hayalmiş Ay dede göz kırptı Sizi yaramazlar dedi Öptü saçlarımızdan, gözlerimizden sevgiyle Tuttum içimdeki çocuğun elini Yüreğimiz güldü Odamız da yıldızlar ve ay ışığı Pembe buluttan şeker Bozulmasın diye bu güzellikler Düşe daldık Kuş sesleri arasında Dünyayı kurtardık Sevgiyle Hadi kalın tebessümle /15.08.2018 / Datça / 21.13

  • Umuda Kırık Bir Yelken: Güneş Ülkesi

    / GÜNEŞ ÜLKESİ / Tommaso Campanella / Yanlış atlara oynamak o zaman da vardı... O zaman da zeki insanların işiydi. Tommaso Campanella da çok zekiydi. Şimdi, zekayla ne alaka, dediğinizi duyar gibiyim. Elbette sıkı alaka. Büyük ikramiye ancak kimsenin kazanacağına ihtimal vermediği, beklenmeyen ama umut da görülen ata oynamaktan geçer. İtalya dağılan Roma İmparatorluğundan sonra yüzyıllarca birlik oluşturamadı. Beri yandan iki dünyayı da idare etmek gibi dayanılmaz bir karizma kuşanmış ve bunda duygusal menfaatler de gören ortaçağ papalığının devasa gölgesi büyüdükçe büyüdü. Böyle bir ortamda kalkıp da, kitabında iyi yurttaşa dinsel eğitim önerse de, düzenlediği köylü isyanına bugünküne çok benzer komünist bir düzen oturtmaya çalışmak zeka işidir elbet, ama yanlış ata da oynamaktır. Hele İspanyol egemenliğindeki Kalabriya'ya özgürlük demek, Alman-Germen, kardeşi Ferdinand eliyle Avusturya Macaristan ve kuşkusuz İspanya'nın da imparatoru Şarlken dururken, onun can düşmanını kast ederek"... bizim arzu ettiğimiz düzeni doğudaki büyük Sultan kurdu..." demek delilik değil de nedir? Hele o büyük sultan öleli otuz yıl olmuşsa... ( Bakınız 1500'lü yıllar Avrupa tarihi) Üstüne üstlük, öncüsü Thomas More gibi sonradan da olsa aristokrat ve devlet deneyimi yokken bir de... Hem şişman hem de dersine çalışmamış... Ama zekası bellidir: Bir ara dergimize esin kaynağı, kitabıyla ad olmasından değil, Elebaşılık yaptığı, hatta -sanırım- hatıraları uyandırıp, bir koyup beş alacaksınız diye Türkleri de kattığı isyan, FETO kalkışmasına dönüp başarısız olunca deliliğe vurup ölümden kurtulan ve 27 yıllık hapiste ütopyaları bir yana atıp dönemin en romantik şiirlerini de yazmasından bellidir. Giovanni Domenico Campanella ya da yaygın adıyla Tommaso Campanella 5 Eylül 1568, Stilo, Napoli Krallığı'nda doğdu. 21 Mayıs 1639, Paris'de öldü , İtalyan şair, yazar ve Platoncu filozof. Ütopya yapıtı Güneş Ülkesi, Latince adıyla Civitas Solis ile tanındı Campanella, 1568’de Stilo’da dünyaya geldi. 1583’te Dominiken tarikatına girerek Tommaso adını aldı. 1589’da Napoli’ye giderek, orada Philosophia sensibus demostrata'yı (1591; Duyularla Açıklanan Felsefe) yayımladı. Padova’da Galileo Galilei ile tanıştı; yıllar sonra yazdığı Apologia pro Galilaeo (1616; Galilei’nin Savunması) adlı eserinde Galileo’yu savunacaktı. Campanella 1593’te cinsel sapıklıkla suçlandı ve tutuklandı, ama beraat etti. 1596’da heretiklik suçlamalarına karşı kendini savundu. Tommaso Campanella'nin özlenen düzeni uygulayıp mutlu ve rahat yaşadığını iddia ettiği doğudaki ülke Osmanlı, sözünü ettiği "büyük sultan"da Kanuni'dir. Tomasso Campanella, Kalabriya'yı İspanyol egemenliğinden kurtarmak ve hayalindeki düzeni kurabilmek için 1599 yılında bir ayaklanma planı hazırlamıştı. Bu plana Kalabriya'nın ileri gelenleri de dahil olmuştu. Ayaklanmaya otuz çektiriyle Türk denizcilerin de katıldığı bilinir. Ancak isyan hazırlığının ihbar edilmesi üzerine geniş bir tutuklama başlatıldı ve bu kapsamda Campanella da tutuklandı. Ayaklanmanın başarısız olması durumunda isyancıları kurtarmak için Kalabriya açıklarında bir Osmanlı gemisi beklemekteydi. Aslen Kalabriyalı olan Cigaloğlu Paşa ki Cağaloğlu ismi buradan gelir, Campananella ile sürekli irtibattaydı. Ancak ayaklanmanın henüz başlatılmadan bastırılması üzerine Cigaloğlu Paşa da Osmanlı topraklarına yelken açmak zorunda kalacaktı. Campanella ayaklanma planının açığa çıkarılmasıyla tutuklanıp Napoli’ye götürüldü. Gördüğü işkence sonucunda isyanda yer aldığını itiraf etti, ancak deli rolü yaparak ölüm cezasından kurtuldu ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. 1626’da serbest bırakıldı. 1634’te Napoli’de İspanyollara karşı bir komplonun içinde yer aldığı belirlenince, Fransa’ya kaçtı. Campanella, 1639’da Paris’te öldü. Güneş Ülkesi Campanella, hapisteyken Güneş Ülkesi’ni yazdı. Yüzyıl önce yaşamış Thomas More gibi, Campanella da yapıtında Platon’un Politea’sını (Devlet ) örnek alır. Güneş Ülkesi’nin yöneticileri aydın kişilerdir. Ülkenin en yüksek yöneticisi filozof bir rahiptir. Her birey, topluma yararlı olacak şekilde bir görev üstlenir. Özel mülkiyet yasak olup, her şey ortaktır. Bu yapıtta şiddetten, baskıdan, düzensizlik ve akıl dışılıklardan arınmış, eşitlik ve sosyal adalet ilkelerini gerçekleştirmiş, doğa ile uyum içinde olan ideal bir toplum düzeni betimlenir. Bu toplum düzeni, Tanrının aşkın sanatçılığı ve bilgeliğini yansıtmaktadır. Yapıt, Colomb’un keşif gezilerine katılmış Cenovalı bir kaptanla Ospitalario adlı kişi arasında geçen şiirsel bir konuşmadır. Güneş ülkesini konumu da bellidir. Seylan’a bağlı Topraban adasındadır. İklim bakımından insan sağlığına uygun olan bir coğrafyada kurulmuştur ve iç içe sıralanmış daire biçimindedir. Sayıca yedi olan dairesel duvarlar arasında çeşitli yerleşim alanları oluşturulmuştur. Bu ütopik devlet, komünizm benzeri bir yapı sergiler: Özel mülkiyet yani mal mülk ve kazanç ayrımı yoktur. Tüm kazanımlar herkesindir ve bu bağlamda devletindir. Ülkenin dünya görüşünde bilim ve felsefe egemendir; yaşama biçiminin ve devlet yönetiminin temelinde bilgi ve bilimsel aydınlanma yatar; doğayla uyumlu bir bilimsel gelişme öngörülür. İnsanlar arasındaki biricik ayrım bilgi bakımındandır; bilgi üstünlüğüne göre çeşitli görevlere getirilirler. Görevlerini en iyi yapanlar toplum katında daha itibarlı duruma gelirler. Devleti yönetenler kuramsal bilgileri bakımından da pratik bakımdan da iyi yetişmiş kimselerdir. Güneş Devletinin başında hem filozof hem de rahip kimliği olan bir hükümdar bulunur. Ülkenin en bilge insanıdır ve görevini ölünceye dek sürdürebilir ama kendisinden daha bilge biri çıkarsa yerini ona bırakmak zorundadır. Felsefeci ve din adamı kimliğine uygun olarak Metafizikçi ya da Başrahip adlarıyla anılan bu en üst yönetici, güç, bilgelik ve sevgi edimlerini kişiliğinde birleştirmiştir. Üç yardımcısı da Güç, Akıl ve Sevgi adlarını taşırlar. Güç, savaş barış ve askerlik ile ilişkili işleri yönetir. Bilim dalları, bu bilim dallarında çalışan araştırmacılar, tüm meslekler ve mesleki işler, Aklın görev alanı içinde yer alırlar. Bilimlerin başındaki uzmanlar onun buyruğu altındadır. Bütün bilimler Bilgi adı verilen tek bir kitapta şaşırtıcı bir açıklıkla özetlenmiştir. Sevgi ise ülkede sağlıklı kuşaklar yetiştirilmesi görevini üstlenmiştir. Eğitim öğretim işlerinin düzenlenmesi de onun sorumluluğundadır. Bu ülkede More’un yaklaşımına karşıt olarak aile ve evlilik kurumları yoktur. Sağlıklı ve birbirine uygun bireyler devlet izniyle birlikte olup sağlıklı çocuklar dünyaya getirirler. Sevgi, tüm sağlık konularını titizlikle izler ve düzenler. Yaşam da dâhil her şey ortaklaşadır. Tüm çocuklar devletindir ve devlet tarafından büyütüp eğitilirler. Kamuya ait evlerde yaşarlar, kadınlara ve erkeklere ayrılmış kısımlarda hemcinsler olarak yatarlar. Söz konusu evlerde uzun masaların çevresine oturarak hep birlikte karınlarını doyururlar. Hiçbir kimsenin hiçbir şeyi olmaması temel ilkedir. Çünkü bir şeylere sahip olmak bencilliği körükleyecek insanda her şeyden önce bulunması gereken yurt sevgisini azaltacaktır. More, Ütopya’sında daha çok toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenmekteydi. Campanella ise adı gibi aydınlık olan ülkeyi bilgi ve bilimin aydınlatmasını istemiştir. Bu nedenle eğitime büyük bir önem verilir. Bu istem Francis Bacon’un Yeni Atlantis’inde doruk noktasına ulaşacaktır. Matematik ve doğal bilimler temeli üzerine oturtulmuş olan eğitim-öğretim her aşamada zorunlu tutulmuştur. Öğrenciler yeteneklerine bağlı olarak özel eğitim alırlar ve herkes yeteneklerine göre bir işe yerleştirilir. Hiçbir konu rastlantıya bırakılmaz. Spor eğitimi açık havada gerçekleştirilir. Çocukların ve yetişkinlerin eğitim almasının en ilginç yolu, kent duvarlarına çizilmiş olan resim ve şekillerin sürekli önlerinden geçildikçe izlenmeleri ve algılanmaları yoluyla olur. Duvarlarda sanatsal resimlerin yanı sıra, temel ansiklopedilerin içerdiği tüm bilgilerin resmedilmiş biçimleri bulunur. En iç duvardan en dış duvara doğru ve küçükten büyüğe doğru her bir duvara bir gezegen resmi çizilerek, bunların tanınmaları ve öğrenilmeleri sağlanmaktadır. Duvarlar ayrıca bir tiyatro sahnesi görevi de görmektedir. Küçük çocuklar alfabeyi, okuma yazmayı ve daha başka pek çok bilgiyi bu duvarlar üzerindeki çizimlerden salt bir oyun oynar gibi öğrenirler. Eğitim süreçlerinde çeşitli aletlerden de yararlanılır ve oldukça ileri eğitim yöntem ve teknikleri kullanılır. Ülkede çarşı-pazar alışverişi ve para bulunmaz. Lüks tüketim de dâhil her şey devlet tarafından karşılanır ve kişilere doğal bir hak olarak dağıtılır. Yine de yabancılardan bazı şeyler almak için ülkenin belli bir parası vardır. Günlük çalışma 4 saatle sınırlıdır. Bu süre ütopyalarda, örneğin Platon’da 8, More’da 6 saatti. Ülkede insanlar çok çalışkan ve verimli oldukları için 4 saatlik bir çalışma yeterlidir. Tembellik en büyük etik değersizliktir ve cezalandırılır. Çalışma dışındaki vakitler bireysel gelişimi amaçlayan etkinliklere ayrılmıştır. Ülkede herkes gereksinmesini ve hak ettiğini elde eder. Kimse başkasının durumuna ya da konumuna göz dikmez. Her konuda temel ölçüt toplumun iyiliğidir. Bu şekilde hem birey hem de toplum mutlu olur. Campanella yasal eşitlik ilkesi üzerine sınıfsız bir toplum modeli önerse de devletin başında görev ve yetkileri mutlak bir monark bulunur. Bu, bir tür evrensel papalık monarşisi olarak yorumlanmıştır. Çünkü bu ideal toplumun dinsel tercihi Hristiyanlıktır ve bireylerin içtenlikli ve saf bir dinsel eğitim almaları önemsenmektedir. Yurttaşlar, her şeyin ortaklığını savunan havarilerin yaşamlarını örnek alırlar. Yine de bu toplumda bilimsel aydınlanma ve bilgiye verilen yüksek değer, More’un Ütopyasına göre daha dikkat çekicidir. Adeta bir bilgi toplumu yaratılmak istenmiştir. Campanella’nın More’dan bir yüzyıl sonra yazmış olması ileri Rönesans yüzyıllarında bilgiye ve bilimsel ilerlemeye verilen değerin bir yansımasıdır. Lirik şiirlerini bir araya getirdiği Scelta (1622; Seçmeler), Metafisica (1638; Metafizik) ve Theologia (1613-1614; İlahiyat) Campanella’nın öteki eserlerinden bazılarıdır. / *Bu muhteşem kitabı okumak isteseniz aşağıya tıklayın.

  • Güneş Ülkesi

    Güneş Ülkesi'ni ve Tomasso Campanella'yi bir de Can Dündar'dan dinlemek istemez misiniz? Videoya TIKLAYIN

  • Sözcüğün Dilinden

    1. “gaz”, kapsüllere sıkıştırılan azraildir, ölümün dilinde “geleceği yok eden cin” demektir.. 2. “misket” Öleni cennete götüren oyuncak dünyadır, Oyun dilinde “Camdan melek” demektir. 3. “269” ebcedin yeni ölüm hesabıdır, şiddet dilinde “umudun yok edilmesi” demektir. 4. “çocuk” güvercin donundaki yavrudur, insanlık dilinde “yarına şavkıyan ışık” demektir.

  • CEHALET

    "CEHALET “ İLE ” BİLGİ İSHALİ” ARASINDAKİ PARADOKSA ANALİTİK BAKIŞ Başlasam, başlasam nereden nasıl başlasam ? Buldum ! Önce kelimelerden başlayalım! TDK'yı açıp baktığımda ‘’CEHALET ‘’için: bilgisizlik, bilmemek yazıyor. ‘’DUDEN“i açıp CEHALETin için ALMANCASINA baktığımda „Unwissenheit“ ve „ Ignoranz „ kelimelerini bulabiliyorum karşılık olarak... Anlaşıldı, her iki dilde de -bilgisizlik - ana tema ve gramatiksel açıdan bazen isim, bazen de sıfat, yani bilgi var ama -siz eki ile olumsuzluk yapılmış, aynı şekersiz çay, sütsüz kahvedeki -siz, -süz ekleri gibi gibi ... Almancada ise durum birazcık daha farklı bana göre: Nedir o fark? Unwissenheit dediğimizde bilmemek, bilgisizlik olarak karşımıza çıkan CEHALET , Ignoranz olarak baktığımızda ise YOK SAYMA, ALDIRMAMA , GÖRMEZDEN GELME, GÖZ ARDI ETME olarak anlam kazanıyor! İşte, ben bunu sevdim: BİLGİ VAR AMA YOK SAYMA !!!! ya da BİLGİYİ YOK SAYMA, REDDETME DURUMU O zaman düz mantık şöyle der: Cehaletin iki sebebi var: Bilgisizlik Var olan bilgiyi kabul etmeme, görmezlikten gelme durumu İçinde bulunduğumuz yüzyılda tüm sözlükler, tüm kavramlar YENİDEN TANIMLANMAK ZORUNDA, istesek de istemesek de . Eskiden bilgi eksikliği , CEHALET gerçekten YOKLUKTAN kaynaklı idi. Okul yok, okumuş, üniversite mezunu insan yok, okul var, öğretmen yok, sonuçta YOK, YOK YOK. Günümüzde ise – genelde – okul var, üniversite mezunu var, öğretmen var, internet var, sonuçta VAR, VAR , VAR. Bu kadar VARLARA RAĞMEN ARTAN DA BİR CEHALET HATTA BAZI DURUMLARDA ‘’ZIR CEHALET“ VAR! 21.yüzyıl tipi cehaletin ana sebebi yukarıdaki ikinci madde!, inandığına yanlış olsa da sıkı sıkı bağlanıp kalma, yeni ve doğru bilgi akışını kabul etmeme ... ve bu madde birinci maddeden de daha tehlikeli. Diğer bir üçüncü bir madde ise : BİLGİ İSHALİ olma durumu. Artan teknolojik iletişim hızı aslında bir ölçüde bilginin kalitesinde ve güvenirliğinde ciddi güvensizlik yarattı. Eğer bu bilgileri süzecek kaliteli bir ‘’beyinsel filtre sisteminiz’’ yoksa sistematik olarak dünya “ Marketing“ sektörünün yarattığı ‘’ ALGI OPERASYONUN KURBANI „olursunuz. ÇÜNKÜ GÜNÜMÜZDE SATIN ALINAN PARAMIZ, ZAMANIMIZDAN ZİYADE ALGILARIMIZ! Seminerlerimde hep dile getiriyorum bu noktayı: FARE ÖRNEĞİMİ BURADA DA PAYLAŞMAK İSTERİM SİZLERLE Kadınların % 90 ı fareden korkar veya tiksinir, fare görseler o küçücük farecikten 10 metre uzağa fırlarlar. Ama Walt Disney’in Mickey Mouslu tişörtlerinin üzerindeki ‘’AYNI HAYVANA“ onlarca para verip, sokakta onu üzerinde taşırlar. Buradaki sorum şu: HANİ SEN FAREDEN KORKUYORDUN VE KAÇIYORDUN? NEDEN BU FARE RESİMLİ TİŞÖRTÜ GİYİYORSUN ? CEVAP: AMA O MİCKEY MOUSE!! HAYIR! Yaratılan algı pazarlamasının başarısı olarak sana satılan fareli tişörtü giyiyorsun ve o şirketin ücretsiz reklamını yapıyorsun! Çok ekstrem bir şekilde burada anlatmaya çalıştığım konu bu. Bilgi ishali olan bir insan gelen her türlüyü sorgulamadan alır, insan bilgiyi değil, bilgi insanı kullanır ve insana faydalı hiç bir bilgi emilmez, atılır veya birikir, insanda sadece “taşıyıcı bir sistem “ olur. Fark etmez taşımanın beyinde ya da sırtında olması, sonuçta HAMALSIN ! Sağlıkçılar bilir; bir maddenin vücuda girdikten sonra, vücuda faydalı olabilmesi için o maddenin vücut tarafından emilmesi yani absorbe edilmesi ve kana geçip, taşınması gerekir. Vücut için faydalı olmayan hatta toksik / zararlı olan maddeler emilmez, ya dışkı ile ya da kusarak vücuttan uzaklaştırılır veya çok az “ eser miktarda “bir kısmı emilir. Vücudun yaptığı bu KORUMA MEKANİZMASININ İNSAN BEYNİ İÇİN DE DEVREYE GİRMESİ ŞART! Aksi halde üniversite mezunu olmuş ama okuduğunu (öğrendiğini diyemeyeceğim ne yazık ki) kullanamayan, pratiğe uyarlamayan TEORİSYENLERLE yaşamak ve muhatap olmak zorunda kalıyoruz. Teşhisi koyduk, belli ve biliyoruz ÇÖZÜM NE PEKİ? ÇÖZÜM: Değişmek ZORUNDAYIZ! Bu değişimi başaramayanlar ve bu değişimi başarmak istemeyenler ve bu değişimi kabul etmeyenlerle yaşayanlar için yaşam aslında daha BOĞUCU maalesef. Yani yeniyi, değişimi, yeni bilgiyi red edenler: CEHALETLE YAŞAMAK ZORUNDA BIRAKILAN BEYİNLERİN DURUMU. Ne yazık ki CAHİL bunun farkında değil, kendini boğduğunu bilmediği gibi yanındaki komşusunu, çocuğunu, karısını özetle SEVDİKLERİNİ, GELECEĞİNİ YILLARCA BOĞUYOR kendi elleriyle ... Konu umutsuzlukla, depresyonla, günlük anlık metotlarla halledilmez. Gerekli neşter gerektiği yere atılmadan olmaz! En zor değişim beyindeki değişim, fakat başlamadan değişim başlamaz. İnsanlar genelde KENDİ YARATTIKLARI ALIŞKANLIKLARININ MORFİNMANLARIDIR. Bunun çeşitli içsel, şartsal, çevresel, ailesel, genetik, eğitimsel bir sürü sebebi olabilir. Hatta bir kaç sebep bir arada bulunur genelde. Sebep veya sebepler ne olursa olsun İLK BASAMAK: bahaneleri bırakın! Elalem ne der ? Elalem yok, o elalem sizin kafanızda yarattığınız öcü! Hayatınızı daima tek başınıza kalarak yaşayacakmış gibi dizayn ederken, bunu sonsuz egonuz için değil, ayakta kalma mücadelesinin acı gerçeği olarak görün ve kabul edin ama velakin ikinci bir insan ile çarpışan yollarınız olursa da bölüşün ve paylaşın , bunu yaparken fareli tişört gibi hemen alıp giymeyin , bir sorgulayın. Zaten beyinsel filtreniz tıkalı değilse, zaman içinde tablo netleşecektir. Kafanızda, tamam mı, yoksa devam mı diye kararınızı verirsiniz sonrasında. Bütün insanlar kötü değil, kötü insanlar var! Bütün insanlar iyi değil, iyi insanlar var ! Ben harika değilim, fakat kendimi optime edebilirim! Eğer her şey bir defada temizlenip, mis gibi günahsız olsaydı o zaman insanların ömürlerinde sadece bir kez abdest alıp, bir kez ibadet etmeleri gerekirdi. Allah bile yarattığı kullarının unutmayı tercih edeceğini bildiği için duaları 3 defa tekrar ettiriyor, namaza çağırıyor, kandilleri hayatımıza sokuyor da , yarattığı kulları nasıl olup bu kadar mesajı doğru okuyamıyor, inanın ben hayretler içindeyim. DÜŞÜNMEYE ZAMAN AYIRIN, O ZAMAN İNANIN TÜM BU NOKTALARI KENDİNİZ KEŞFETMEYE BAŞLAYACAKSINIZ! YOL ÇOK UZUN, YÜRÜMEKLE BİTMEYECEK AMA YOLA ÇIKMAZSANIZ HİÇBİR ŞEY OLMAYACAK. ZATEN "HİÇ BİR ŞEYLERİN " VERDİĞİ RAHATSIZLIKTAN RAHATSIZ DEĞİL Mİ BU DÜNYA ? AYRICA BU DÜNYAYI BU HALE GETİREN BİZİZ! NASIL PİSLETTİYSEK TEMİZLEMEK DE BİZE DÜŞER. HAFTADA BİR KEZ TEMİZLİKÇİ KADIN GETİRMEKLE EV TEMİZLENMEZ!

  • ANAYIM

    Doğa toprağa, Toprak tohuma analık yapar, Ben Atalık tohum; Ben anayım. Yağmurum, karım, güneşim, Bir aydınlık görmesin Nasıl göverir Başak başak umutlarım Ben türküyüm, hüzünlü Buğdayım yeşeren Taş değirmenim, bir oynak ciganım Ellerde bereket gönüllerde çiçeğim. Ben Kybeleyim dokuz memeli, Süt kokarım, uyku kokarım. Buram buram yağmur Kadınım Her kadının eli, her erkeğin kalbiyim Gözlerinde ışık dudağında ses benim. Çocukların sevinci Yarınların bereketiyim. Unutulmazım çıkar gelirim, Naftalin kokulu sandıklarınızdan Aş yanına eş olurum, iş olurum Yarınlar eker, gelecek biçerim. Ben anayım 18-11-2020

  • Ay Bu Aydı

    maviADA ANILAR / Uzun zamandır görüşememiştik. Depremden sonra bir kitap fuarındaki imza gününde bir araya gelebilmiştik ancak. Sonra, yaşam işte... Bir dergi çıkarmaktan söz etmişti aradığında. İyi yazdığını bilsem de dergicilik başka, zor işti; ekip işiydi, para işiydi. Çok para. Holdinglerin ele geçirdiği bir alanda?... Hiç biri yoktu. Ama yapacaktı, kararlıydı. Sesi yılar önceki gibi devlere ve masallara tüm yüreğiyle inanan çocuk sesiydi. O AYdaki gibi. "Kimlerlesin?" "KimseSiz... Gelirsen, birisi olacak", diyordu. İyi de... Hepimiz kendi kafeslerimizi üretmiş, çoktan teslim olmuştuk. Biz uzun çayırlarda koştuğunu sanan soylu atlardık güya, ama gözündeki bağı çıkarmaya yürek yettiremeyen dolap beygirleri olmuştuk da, farkında değildik. İlahi! Öldürüleceği dağ başları arayan dal gibi çocuklar mıydık artık ? Tanıdığımda dal gibi bir çocuktu. Ankara'nın kurutmaya yemin ettiği bir dal... Ağladı ağlayacak çocuk yüzü bir anda değişir, fırtınalara girer çıkar, ardından yağmur sonrası açan gökyüzü gibi berrak ve iyi su verilmiş bir bıçak ucu gibi gibi bakan gözleriyle sarı gül olurdu. Zaman zemheriydi.. Biz acımasız kışların çocuklarıydık. Hiç bitmeyen, taşların bile bahar diye delirdiği kışların... Şimdi düşünüyorum: Gerçekte kış bizdik. Kim vurulmuştu, kaçıncı vurgundu, kimbilir? Yeşil parkalara sarılı, tam yıkanmamış cenazeleri yüreğimizden kaldırdığımız günlerdi... ve artık hüzün olmazsa delirirdik, hiç de doğal değildik. Arkadaşlarını uğurlamış, polisten payına düşen dayağını yemiş, cüzdanını, eşyalarını kimbilir nerede yitirmiş, yürekleri korkudan deli, ama devlerle savaşmış, ama sağ kalmış küçük kahramanlar, bizler, soluklanma arası vermiştik. Üç kişiydik. Onun başında kanayan, derin bir yara vardı. Kurtuluş parkı, bir gidecek yeri olmayan sevgililere, bir de Nazım'dan şiirler okuyan korkutmayan ayyaşlara kalmıştı. Küçük havuzun küflenmiş yeşil ötesi suyunda yüzmeye çırpınan tek ayaklı ördek, zaten oralıydı. Caddelerin belleği yoktu. Çok sonraları ülkenin belleğinin zayıflığına bile şaşırmayacaktık. Biraz önce bir büyük ordunun, tam donanımlı polislerce tuzla buz edildiği cadde, her şeyi unutmuş, imrenilecek bir erinçle geceye hazırlanıyordu. Ne kadar oturmuştuk...Yenildik, ama teslim olmadık, söylemlerimiz cop darbeleriyle sızlayan bedenlerimizce yadsınır olduğunda kalkmıştık. İncesu'nun ardında, gecekondu yüklü tepelerde inanılmaz bir ay, lacivert gökyüzünde büyüyordu. Ne de olmazsa bir bahar kadar gençtik. Her bir şeyi unutur, dolunay izlerdik. O zamandı. Anımsar mısın Şenol Yazıcı, mavi çamların arasından geçen yolda dikilmiştik? Kanayan başını, kaybolan cüzdanımı, yarın gidecek cenazelerimizi; yani ölüm ve hayata dair tüm bildiğimizi unutmuştuk. Bir çocuk masumuyeti ve inanmasıyla: "Bu AYda ölmek isterdim", demiştin. Ay bu Aydı; yani Kasım. Yani dolunay. Haklısın; As'lolan Yaşamaktır. Unuttun mu sen yazmıştın? Ölmek için ayda yanan dağ başları aramakta yokum bak. Ama tırmanacak düz duvarlara , ama arkadaş ıslıklarına... içimdeki o çocuk, dayanamıyor!... Düşünüyorum. Varım. Ama bil, ama duvar da bilsin; kimse dal değil artık; dal gibi kim kaldı ki ? Bir ölenler... Tırmanamazsam bağışlayın. Kabul! Duvar da kabul ederse, kabul; AY, BU AYDIR.. Yani Kasım. * KimseSİZ Dergisi, 1 sayı, 1 Kasım 2002 kimseSİZ Dergisi, 1 sayı, 1 Kasım 2002 Derginin tamamını görmek,okumak isterseniz tıklayın...

  • Nazım'ın Yaşamında İz Bırakan Kadınlar

    Romantik komünist, tutkulu aşık, büyük şair ve yazar, vatanına hasret giden bir sürgün… Ama vazgeçemediği en önemli tutkusu kadınlar… Onlar olmasaydı yaşamı bu kadar heyecan verici, duygulu, anlamlı ve coşku dolu olabilir miydi? Celile’si, Nüzhet’i, Piraye’si, Münevver’i, Galina’sı ve son eşi Vera’sıyla Nazım Hikmet’in yaşamına yön veren, onun sanatını besleyen, şiirlerine konu olan kadınları anlattık... Ressam bir anne Celile Hanım Nazımın annesi Celile Hanım 1880 yılında Selanik’te dünyaya gelir. Evde özel öğrenim görerek yetiştirilen Celile, saray ressamı Fausto Zonaro’dan resim dersleri alır. Resim çalışmalarında kuşağının diğer kadın ressamları gibi portreler üstüne yoğunlaşır. 1900 yılında Şair Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlenir. İleride Türk şiirinin önemli isimlerinden birisi olacak ilk çocukları Nazım, 1901’de Selanik’te dünyaya gelir. Yahya Kemal ile yaşanan aşk Celile Hanım, şiddetli geçimsizlik nedeniyle 1917’de Hikmet Bey’den ayrılır; ancak Hikmet Bey’den ayrılmak üzere olduğu sırada tanıştığı ünlü şair Yahya Kemal ile büyük bir aşk yaşar; ne yazık ki bu ilişki arzu ettiği gibi evlilikle sonuçlanmaz. Celile Hikmet Hanım resimleriyle olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destandır. İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınıdır. Oğlu Nazım’a ders vermek için evlerine gelen Yahya Kemel bu eşsiz güzelliğe tutulur; ancak Nazım’ın karşı çıkması ve Yahya Kemal’in evliliğe yanaşmaması üzerine Celile Hanım yurtdışına gider. Annesiyle babasının boşanması Nazım’ı derinden etkiler. Şiir hocası Yahya Kemal’i bundan sorumlu tutar. Derse geldiği bir gün hocasının ceket cebine bir not bırakır Nazım. Edebiyat hocası Yahya Kemal’e bu notla adeta meydan okumaktadır genç şair: “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremeyeceksiniz.” Nazım’ın ilk aşkı Nüzhet Nazım ve Nüzhet aynı mahallede yetişmiş çocukluk arkadaşıdırlar ve Nüzhet, Nazım’ın ilk aşkıdır. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken ani bir kararla evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı olmaz. Mektuplar yazarlar Moskova’ya; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet hastalanıp İstanbul’a döner ve ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder. Bu terk ediliş Nazım’a çok dokunur. Nüzhet’i uzun süre aklından çıkaramaz.Kıskançlık ve terk edilişin yol açtığı duygularla “Gövdemdeki Kurt” şiirini yazar. …Sen / benim / minare boyunda çam gövdeme / yumuşak beyaz / bir kurt gibi girdin / kemirdin / ............................. Yumuşak / beyaz / kıvrılışlarıyla / beynime giren kurdu / çürük bir diş çeker gibi söktüm / epeyce ter döktüm / bu sonuncuydu / bir daha olmayacak… Piraye Piraye, Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü, kültürlü bir ortamda yetişmiş ve varlıklı bir aileye mensuptur. Ve Piraye aynı zamanda kocasından ayrılmış, bir erkek ve bir kız çocuğu sahibi dul bir kadındır. Nazım’ın Kadıköy’deki evlerine yapılan sık ziyaretler sırasında tanışıp aşık olurlar birbirlerine, ancak Nazım’ın o tarihlerde başlayan uzun hapis yılları nedeniyle araya ayrılıklar girer. Ama Nazım’ın hapis yıllarıyla başlayan bu uzun ayrılıklar, bağlılıklarını ve aşklarını daha da perçinler ve Nazım Türk şiirinin en güzel örneklerini oluşturan aşk şiirlerini hep bu “kızıl saçlı kadın” için yazar. 1935 yılında çıkan afla serbest kalan Nazım ve Piraye nihayet evlenirler. Ancak bu evlilik de politik baskılar, ekonomik sorunlar ve zorunlu ayrılık yılları nedeniyle kesintilere uğrar. Nazım’ın 1938 – 1948 yılları arasında hapishanede geçireceği yılların umutsuzluğunu, annesi ve dostlarının desteğinin yanı sıra Piraye’nin kısa ziyaretleri ve sevgisi azaltacaktır. Nazım umutsuzluğa kapıldığı uzun hapis yıllarında Piraye’ye kendisinden boşanmasını önerir. Piraye’nin cevabı '101 yıla mahkûm olsan bile ben senin arkandayım, bunu böyle bil' olur. Bu tutkulu sevda gün gelir heyecanını yitirir ve Nazım aradığı heyecanı başka ilişkilerde bulmaya çalışır. Tabii bu durum Piraye’nin gururunu incitir, kalbini kırar. Roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy bu umutsuz günlerinde onun hayatına giren kadınlardandır. Sonuçta Piraye tüm bunlara anlayış göstermek ve affetmek zorunda kalacaktır onu. Ama Nazım’ın Münevver’le ilişkisi artık bardağı taşıran son damla olur. Münevver, Nazım’ın dayısının kızı olup Fransız asıllı bir anneden Sofya’da dünyaya gelmiştir. Münevver çocukluk arkadaşı olan Nazım’la, o hapiste iken önce mektuplaşarak daha sonra da ziyaretine giderek tekrar ilişki kurar. Bu durum Nazım’ın yıllar öncesine dayanan gençlik arzularını canlandırırken Piraye’ye karşı da suçluluk duymasına neden olur. Nazım ile Piraye arasındaki büyük aşk, Münevver'in araya girmesi yüzünden 1951 yılında boşanmalarıyla son bulur Nazım ve Münevver aşkı tam üç yıl (1948­-51) sürer ve Nazım’ın Romanya üzerinden Rusya’ya kaçışıyla fiilen son bulur. Arkasında bırakıp gittiği Münevver’in aşkı ve hasreti vardır. Ancak Münevver’e olan hasreti Nazım’ın yeni yaşamında, yeni ilişkiler kurmasına engel olmayacaktır. Moskova Aşkları 1952 Yılında tanıştığı Galina adlı genç bir Rus doktor Nazım için yeni bir aşkın başlangıcı olur. Galina Nazım’ın doktoru, hayat arkadaşı, evdeki yoldaşı, sağlık danışmanı, yediğini-içtiğini, tüm yaşamını denetleyen yardımcısı, yurt dışına birlikte gittiği eşi ve diğer yandan da Rusya adına onu kontrol eden devlet görevlisidir. Nazım, Galina’ya aşk şiirleri yazmasa da en uzun ilişkisini onunla yaşar. Son Kadın “Saman Sarısı” Ancak Galina ile yaşayan, Münevver’i özleyen Nazım’ı yeni bir aşk beklemektedir. 1955 yılı sonlarında bir tesadüf eseri Vera’yla tanışır. Ancak o zaman şairin bilmediği şey Vera’nın evli ve bir kız çocuğu annesi olduğudur. Bu yıldırım aşk Nazım’ı tekrar canlandırır, onun yaşama bağlılığını, coşkusunu geri getirir. Sonuçta Vera’ya kocasından boşanarak birlikte yaşamaları konusunda baskı yapmaya, onu kıskanmaya başlar. Nazım’ın “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği kadındır Vera. Kendinden otuz yaş daha küçük Vera’nın aşkı Nazım’ın başını döndürür. Artık yeni aşk şiirlerinin ilham kaynağı bu genç sevgili olur. 1960 yılı başında nihayet beklenen olur. Nazım’ın Galina ile olan sekiz yıllık uzun beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılmayı başarır. İlk tanıştığı andan itibaren aşık olduğu Vera’ya kavuşur sonunda Nazım, yani muradına erer ve Vera’nın gönlüne girmeyi başarır. Nazım bundan sonraki aşk şiirlerini artık Vera için yazacaktır. Gelsene dedi bana Kalsana dedi bana Gülsene dedi bana Ölsene dedi bana Geldim, Kaldım, Güldüm, Öldüm…

  • Azerilerle Türkler

    TEK MİLLET MİDİR? Son zamanlarda Azerilerle Türklerin aynı millet olduğu yolundaki söylemler yaygınlaştı. “İki devlet, bir millet” diyorlar. Bu anlayış daha çok Türkçüler ve milliyetçiler arasında revaç buluyor. Türkçülük, eskiden beri zaten böyle düşünürdü. Türkiye ile birlikte bütün Orta Asya coğrafyasını “Turan” diye bir kavramda toplar, burada yaşayan toplulukların tek bir devlet çatısı altında toplanmasını hayal ederdi. Bunlar İkinci Meşrutiyet döneminde imparatorluktan Hıristiyan milletlerin ayrılması hızlanınca aynı büyüklükteki bir Türk İmparatorluğu hayali avuntusuyla oyalanırdı. TÜRKLERİN KULAKLARINA ALMANLAR FISILDAMIŞLARDI “Turancılık” denen bu ideolojiye Alman emperyalistlerinin katkısı büyüktür. En büyük rakiplerinden biri olan Çarlığın yıkılması, Almanları büyük hayaliydi. Kafkaslardan başlayarak Çin sınırına kadar “Enverland” dedikleri Türkiye’nin eline geçmesi, Almanların işine gelirdi. Savaşın Almanların yenilgisiyle sonuçlanması bu hayalleri yıktı. Türk milliyetçiliği, ufuklarını Misakı Millî ile sınırladı. Türk milliyetçiliğinin edebiyattaki sözcüsü Ziya Gökalp de Türkiye milliyetçisi oldu. Bir Turan imparatorluğu kurulsaydı, bunun yöneticileri belli ki Azeriler, Türkmenler, Özbekler veya Kazaklar olacak değildi. Bunun egemenleri Türkiye’yi yönetenler olacaktı. Bu bakımdan Turancılık, bir kısım Türkler için yeni egemenlik alanları aramaktan başka bir şey değildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında gene Almanların projelerine uyarak Turancı düşüncelerin Türkiye’de güçlenmesi, onun dış etkilerle oluştuğunu açıkça gösterir. Almanlar gene bozguna uğradılar. Yeni bir dünya kuruldu. Herkes yerli yerinde kaldı. AMERİKAN PLANIYDI Son zamanlarda Azerbaycan ve Türkiye için kullanılan “İki devlet, tek millet” söylemi Azerbaycan politikacıları tarafından da kullanılıyor. Onlar için bu Ermenistan ve Rusya’ya karşı sırtını Türkiye’ye dayama isteğinden ve ihtiyacından kaynaklanıyor. Son Azerbaycan-Ermenistan savaşında Türkiye’nin Azerilere desteği de bunun kanıtı. Türk yöneticileri için ise Azerbaycan üzerinden, Türkiye ile Azerbaycan arasında açılan yeni karayolunun da verdiği imkânlarla Orta Asya’ya daha kolay mal ve ideoloji ihracından başka bir şey değildir? Bunun arkasında ise geçmişte Sovyetler Birliği, şimdiki Rusya ile rekabet eden ABD’nin Türkiye üzerinden bu ülkelere nüfuz etme politikası vardı. ABD himayesindeki Fetullahçı okulların bütün Orta Asya ülkelerini örümcek ağı gibi sarması ve bunun Türkiye üzerinden yapılması da bunun kanıtı idi. Yeni Amerikan politikalarının nasıl şekilleneceği ise Türkiye ile ilişkileri çerçevesinde biçimlenecek gibi görünüyor. NİÇİN AYNI MİLLET DEĞİLİZ? Başlıktaki sorunun yanıtına dönelim: “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri”nde yaşayanlar ile Türkiye Türklerinin tarihteki kökenleri aynı olmakla birlikte bunlar aynı millet değildir. Sosyologlar tarafından “millet”in tanımı bir hayli öncelerden yapılmış bulunuyor. Milleti yapan unsurlar: 1. Dil birliği 2. Tarih birliği 3. Toprak birliği 4. Ekonomik yaşantı birliği 5. Kültür birliği 6. Tarihten gelen ruhi şekillenme olarak tanımlanmıştır. Bunlara din birliğini ekleyenler varsa da onu kültür birliği içinde değerlendirmek daha doğrudur. Gene bazılarının milleti oluşturan ögelerden saydıkları ülkü birliği tarihten gelen ruhi şekillenme içinde ele alınabilir. Bir toplumu millet yapan bu ögelerden Azerilerle Türkler arasında yalnız oldukça değişime uğramış olmakla birlikte yalnızca dil birliğinden söz edilebilir. Ortak tarih çok gerilerde kalmıştır ve iki milletin tarihteki yolları bin yıl önce ayrılmıştır. Bazı kültür öğelerinin yakınlığından da söz edilebilir. Fakat iki millet, aynı sınırlar içinde yaşamıyor. Bu nedenle toprak birliği yoktur. Ekonomik yaşantı birliği de yoktur. İki ülkenin tabi olduğu pazarlar ve paraları farklıdır. Sonuç olarak bir Türk’ün ruhi şekillenmesiyle bir Azeri’nin ruhunun şekillenmesi tarihsel nedenlerle farklıdır. GENİŞLEME POLİTİKASINA DİKKAT! Bütün ülkelerin birbiriyle eşit ilişkiler kurması, milletlerin birbirlerinin varlığına saygı duyması, barış içinde birlikte yaşaması ve birinin yaşadığı felakete diğerlerinin yardıma koşması gerekir. Azerbaycan ve öteki Orta Asya Türk soylu milletlerle ilişkileri bu bağlamda ele almak gerekir. Yoksa bu topluluklar aynı milletin mensubu değillerdir. Onları aynı milletin parçaları saymak Türkiye yöneticilerin yaptığı genişleme ve nüfuz politikasından başka bir şey değildir. (3 Ocak 2021) zekisarihan.com

  • KÜÇÜK KARA BALIK

    Denizin derinliklerinde yaşlı balık oniki bin çocuğu ve torununu başına toplamış onlara masal anlatıyordu: Bir zamanlar annesiyle ırmakta yaşayan küçük bir karabalık vardı. Bu ırmak dağdaki bir kayadan doğuyor ve vadinin tabanında akıyordu. Küçük balık ile annesinin evi siyah bir taşın arkasıydı; yosunlar da evin çatısını oluşturuyordu. Geceleri yosunların altında uyuyorlardı. Bir defacık olsun evlerinden ay ışığını görmek küçük balığın özlemiydi. Anne ile yavrusu sabahtan akşama dek birbirinin peşine düşer, bazen öbür balıklara karışır, hızlı hızlı küçücük bir mekanda dolaşır dururlardı. Annesinin bıraktığı on bin yumurtadan kala kala bir bu yavru balık kalmıştı. Küçük balık birkaç gündür düşünceliydi ve çok az konuşuyordu. Tembel tembel, isteksizce o yana bu yana gidiyor, çoğu zaman annesinin peşine takılıyordu. Annesi, yavrusunda bir keyifsizlik olduğunu, yakında iyileşeceğini sanıyordu ama Kara Balığın derdi öyle böyle dert değildi. Küçük Balık bir sabah erkenden, daha güneş doğmadan annesini uyandırdı: - Anneciğim, seninle biraz konuşmak istiyorum. Annesi uykulu uykulu: - Yavrucuğum, bula bula bu vakti mi buldun? Daha sonra konuşsak olmaz mı? İstersen gezintiye çıkalım ha, ne dersin? - Hayır anneciğim, artık dolaşamıyorum. Buradan gitmeliyim. - Mutlaka gitmen mi gerekiyor? - Evet anneciğim, gitmeliyim. - Ama, sabahın köründe nereye gideceksin? - Irmağın nereye kadar gittiğini görmek istiyorum. Biliyor musun anneciğim, aylardır bu ırmağın sonu neresi diye düşünüp duruyorum. Ama hâlâ işin içinden çıkamadım. Dün geceden beri gözüme uyku girmedi. Nihayet, gidip ırmağın sonunu bulmaya karar verdim. Başka yerlerde neler olup bittiğini bilmek istiyorum. Annesi gülerek: - Ben de çocukken çok düşünürdüm böyle şeyleri. Yavrucuğum, ırmağın başı, sonu olmaz ki. İşte hepsi bu kadar. Irmak hep akar durur ve hiçbir yere de varmaz. - Ama anneciğim, her şeyin bir sonu olmaz mı? Gece sona erer, gündüz sona erer, ay öyle, yıl öyle... Annesi sözünü kesti: - Böyle büyük lafları bırak bir yana; kalk, dolaşmaya çıkalım. Şimdi laf değil, gezinti zamanı! - Hayır anneciğim. Ben böyle gezmelerden bıktım artık. Yola düşüp gitmek, başka yerlerde neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum. Bu lafları bana birinin öğrettiğini düşünüyorsun ama bilmeni isterim ki çoktandır düşünüyordum ben bunları. Elbette ondan bundan da çok şey öğrendim. Örneğin şunu anladım: Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü? Küçük Balığın sözleri bitince annesi: - Yavrucuğum, çıldırdın mı sen? Dünya... Dünya da ne demek oluyor? Dünya burası işte; yaşam ise işte yaşıyoruz, varız... Bu sırada evlerine büyük bir balık yaklaştı: - Komşu, ne diye çocuğunla tartışıyorsun? Bugün dolaşmaya çıkmayacak mısınız yoksa? Anne balık komşunun sesiyle evden çıktı: - Ne günlere geldik bak! Artık çocuklar annelerine akıl öğretiyorlar! Komşu: - Ne oldu ki? Anne balık: - Bak şu bücüre, nerelere gitmek istiyor! Dünyada neler olup bitiyor, gidip göreceğim diye tutturdu da tutturdu. Boyundan büyük laflar işte! Komşu: - Küçüğüm, sen ne zaman bilgin, filozof oldun da bizim haberimiz olmadı? Küçük Balık: - Hanımefendi, kime bilgin, filozof diyorsunuz bilmem ama, bu dolaşmalardan sıkıldım artık. Bu yorucu gezmeleri sürdürmek istemiyorum. Göz açıp kapayana kadar sizler gibi yaşlanmış olacağım ve eskisi gibi gözü, kulağı kapalı kalacağım. İstemiyorum, anlıyor musunuz? Komşu: - Vay vay vay!... Ne biçim laf bunlar! Annesi: - Biricik çocuğumun böyle olacağını hiç düşünmezdim. Hangi soysuz, güzel yavrumun aklına girdi, bilmem! Küçük Balık: - Hiç kimse aklıma filan girmedi. Benim aklım, fikrim var; anlıyorum; gözüm var, görüyorum. Komşu Küçük Balığın annesine: - Kardeş, hani dedikoducu salyangoz vardı.... Annesi: - İyi dedin valla; çocuğumla pek uğraşıyordu. Allah'ın belası! Küçük Balık: - Yeter anne! Benim arkadaşımdı o. Annesi: - Balıkla salyangozun arkadaşlığı; pöh, hiç duymamıştım! Küçük Balık: - Balık ile salyangozun düşman olduklarını duymamıştım; ama günahına girdiniz onun. Komşu: - Martaval bunlar. Küçük Balık: - Siz martaval okuyorsunuz. Annesi: - Ölümü hak etmişti o. Şurada burada otururken ne laflar ettiğini unuttun galiba. Küçük Balık: - Öyleyse beni de öldürün. Ben de aynı lafları ediyorum çünkü. Başınızı ağrıtmayım. Tartışma sesine diğer balıklar da geldi. Küçük balığın sözleri herkesi sinirlendirmişti. Yaşlı balıklardan biri: - Sana acıyacağımızı mı sandın? Öbürü: - Ufaklık kaşınıyor iyice. Kara Balığın annesi: - Çekilin kenara! İlişmeyin çocuğuma! Bir başkası: - Hanım, hanım, madem çocuğunu gerektiği gibi terbiye etmiyorsun, cezasını da çekeceksin. Komşu: - Sizinle komşu olmaktan utanıyorum. Bir başkası: - İşi daha ileri götürmeden, gönderelim şunu yaşlı salyangozun yanına. Balıklar Küçük Kara Balığı yakalamaya geldiklerinde dostları etrafını çevirip tehlikeden kurtardılar. Kara Balığın annesi hem dövünüp hem ağlıyor "Vah vah vah! Yavrum elden gidiyor! Ne yapayım? Ne edeyim? Başımı hangi taşlara çalayım?" diyordu. Küçük Balık: - Anneciğim, benim için ağlama. Şu aciz, ihtiyar balıkların haline ağla. Balıklardan biri uzaktan bağırdı: - Bızdık, ağzını bozma! İkincisi: - Gittikten sonra pişman olursan, bir daha aramıza almayız seni. Üçüncüsü: - Bunlar gençlik hevesidir; gitme. Dördüncüsü: - Buranın suyu mu çıktı? Beşincisi: - Başka dünya münya yok. Dünya burası işte; geri dön. Altıncısı: - Aklını başına toplar da dönersen, o zaman senin akıllı bir balık olduğuna inanırız. Yedincisi: - Ama sana alışmıştık biz... Annesi: - Acı bana; gitme! Gitme! Artık Küçük Balığın onlara diyecek sözü kalmamıştı. Kendisiyle yaşıt olan arkadaşlarından birkaçı onu çağlayana kadar uğurlayıp geri döndü. Küçük Balık onlardan ayrılırken: - Dostlarım, görüşmek üzere! Unutmayın beni. Arkadaşları: - Nasıl unuturuz seni? Bizi sen uyandırdın; önceden hiç düşünmediğimiz şeyleri öğrettin bize. Görüşmek üzere bilgili ve yürekli dostumuz. Küçük Balık çağlayandan atlayıp bir su birikintisine düştü. İlkin telaşlanır gibi oldu ama sonra yüzüp su birikintisinde dolaşmaya başladı. O zamana kadar böylesi büyük bir su birikintisi görmemişti. Yumurtadan çıkmış binlerce kurbağa yavrusu kaynaşıyordu. Küçük balığı görünce başladılar alay etmeye: - Aaaa, şunun kılığına bakın! Sen ne biçim yaratıksın böyle? Balık tepeden aşağı süzdü onları: - Lütfen terbiyenizi bozmayın. Benim adım "Küçük Kara Balık". Siz de adınızı söyleyin; tanışalım. Bir kurbağa yavrusu: - Biz birbirimize Yavru Kurbağa deriz. Öbürü: - Soylu sopluyuz. Diğeri: - Dünyada bizden güzeli yoktur. Bir başkası: - Senin gibi kılıksız ve rüküş değiliz. Balık: - Sizin bu denli kendini beğenmiş olduğunuzu tahmin etmezdim. Yine de affediyorum sizi. Çünkü cahilliğinizden böyle konuşuyorsunuz. Yavru kurbağalar bir ağızdan: - Biz cahil miyiz yani? Balık: - Cahil olmasaydınız, dünyada birçoklarının kendilerine göre bir güzellikleri olduğunu bilirdiniz. Adınız bile size ait değil! Yavru kurbağalar çok kızdılar ama Küçük Balığın doğru söylediğini görünce manevra yaptılar: - Boşuna uğraşıyorsun sen. Biz her gün sabahtan akşama kadar dünyayı dolaşırız; ama kendimizden, annemizden, babamızdan başka kimse görmeyiz. kurtçukları hesaba katmıyoruz tabii. Balık: - Şu su birikintisinden dışarı çıkamayan sizler nasıl dem vurursunuz dünyayı dolaşmaktan? Yavru kurbağalar: - Bunun dışında başka bir dünya daha mı var? Balık: - Var ya. Düşünün bakalım, bu su nerelerden geliyor buraya ve neler var suyun dışında? Yavru kurbağalar: - Suyun dışı da ne demek? Biz suyun dışını hiç görmedik. Ha ha ha! Sen aklını oynatmışsın! Küçük Kara Balık da gülmeye başladı. Yavru kurbağaları kendi hallerine bırakıp yoluna devam etmenin daha iyi olacağını düşündü. Sonra anneleriyle iki laf etmek geldi aklına: - Anneniz nerede şimdi? Ansızın bir kurbağanın tiz sesiyle irkildi: Su kenarında bir taşta oturan kurbağa suya atlayıp balığın yanına geldi: - İşte geldim, buyur. Balık: - Selam büyük hanım. Kurbağa: - Soysuz yaratık! Ne poz atıp duruyorsun? Bulmuşsun çocukları; sallıyor da sallıyorsun! Ben, dünyanın bu su birikintisi olduğunu anlayacak kadar çok yaşadım. Haydi, git işine; çocuklarımın da aklını karıştırma! Küçük Balık: - Yaşadığının yüz mislini yaşasan da yine aynı cahil ve aciz kurbağa olarak kalacaksın. Kurbağa sinirlenip Küçük Kara Balığın üstüne atıldı. Balık savrularak dibe vurdu ve dipteki çamurları, kurtçukları birbirine karıştırdı. Kıvrım kıvrım bir dereydi. Irmağın suyu da birkaç kat artmıştı ama dağlardan dereye bakılsa ırmak, beyaz bir iplik gibi görünürdü. Dağdan büyük bir kaya ayrılıp dereye yuvarlanmış, suyu ikiye ayırmıştı. El kadar iri bir kertenkele karnını taşa dayamış, sığ sularda yakaladığı kurbağayı kumların üstünde yiyen iri bir yengece bakıyordu. Küçük Balık ansızın yengeci görünce korktu; uzaktan selam verdi. Yengeç ters ters bakarak: - Ne terbiyeli balıksın sen! Yaklaş küçüğüm, yaklaş! Küçük Balık: - Dünyayı dolaşmaya gidiyorum ve sizin avınız olmayı hiç mi hiç düşünmüyorum. Yengeç: - Neden bu kadar kötümser ve korkaksın Küçük Balık? Balık: - Ben ne kötümserim, ne korkak. Gözümün gördüğünü, aklımın söylediğini dile getiririm. Yengeç: - Pekala, de bakalım, gözün ne gördü, aklın ne söyledi de seni avlamak istediğimi düşündün? Balık: - Lafı dolaştırıp durma. Yengeç: - Kurbağayı mı söylemek istiyorsun? Sen de çok safmışsın canım! Kurbağalarla aram iyi değil; bu yüzden avlıyorum onları. Akılları sıra dünyadaki tek varlığın kendileri olduğunu ve mutlu olduklarını sanıyorlar. Ben de onlara gerçekten dünyanın kimin elinde olduğunu anlatmak istiyorum. Artık korkmana gerek yok canım, yaklaş, yaklaş! Yengeç sözlerini bitirdikten sonra Küçük Balığa doğru yampiri yampiri yürümeye başladı. Yürümesi o denli gülünçtü ki balığın gülmesi tuttu elinde olmadan. - Zavallı! Daha sen yürümeyi öğrenmemişsin, dünyanın kimin elinde olduğunu nereden bileceksin? Balık yengeçten ayrıldı. Derken suya bir gölge düştü ve kuvvetli bir darbe yengeci kumlara gömdü. Kertenkele yengecin haline gülerken durduğu yerden kaydı ve az daha suya düşecekti. Yengeç bir daha çıkamadı. Küçük Balık bir çocuk çobanın su kenarında durmuş ona ve yengece baktığını gördü. Suya koyun ve keçi sürüsü yaklaşıyordu. Ağızlarını suya daldırıp meleşiyorlardı. Sesleri vadide yankılanıyordu. Küçük Kara Balık keçilerle koyunlar sularını içip gidene kadar bekledi. Sonra kertenkeleye seslendi: - Kertenkeleciğim, Ben Küçük Kara Balığım. Nehrin sonunu bulmaya gidiyorum. Senin akıllı ve bilgili bir varlık olduğunu düşünüyorum. Bir şey sorabilir miyim? Kertenkele: - İstediğini sor. Balık: -Pelikanlar, testere balıkları ve balıkçıllar yolda çok korkuttular beni. Onlar hakkında bir şeyler biliyorsan, anlat bana. Kertenkele: - Testere balığı ile balıkçıl buralarda bulunmaz. Testere balığı aslında denizde yaşar. Pelikana gelince buralarda olabilir. Sakın aldanıp da torbasına girerim deme! Balık: -Ne torbası? Kertenkele: - Pelikanın boynunun altında çok su alan bir torbası var. Suda yüzerken bazen balıklar bilmeden torbasına girer ve dosdoğru midesine giderler. Tabii pelikan aç değilse, balıkları bu torbada sonra yemek için depolar. Balık: - Balık bir kere torbaya girerse, bir daha çıkamaz mı? Kertenkele: - Torbayı parçalamaktan başka çare yok. Ben sana bir hançer vereyim. Pelikana yakalanırsan, dediğimi yaparsın. Kertenkele bir taşın aralığına girdi ve çok küçük bir hançerle geri döndü. Balık hançeri alarak: - Kertenkeleciğim, çok şefkatlisin. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Kertenkele: - Bir şey değil canım. Bende bu hançerlerden çok var. Boş kaldığım zamanlar oturup bitki dikenlerinden hançer yapar, senin gibi akıllı balıklara veririm. Balık: - Benden önce de buradan geçen balık oldu mu? Kertenkele: - Çok geçtiler. Onlar şimdi bir grup oluşturdular ve balıkçı adamı basbayağı bunalttılar. Kara Balık: - Afedersin; laf lafı açıyor işte. Lütfen gevezeliğime verme. Balıkçıyı nasıl bunalttıklarını anlatır mısın? Kertenkele: - Her zaman bir arada değiller. Balıkçı ağ attığı zaman, ağın içine girip denizin dibine kadar çekerler ağı. Kertenkele kulağını taşın aralığına koydu ve kulak kabartarak: - Ben gideyim artık. Çocuklarım uyanmış. Kertenkele taşın aralığına girdi. Balık tekrar düştü yola. Soruların biri geliyor, biri geçiyordu aklından. “Irmak denize dökülüyor mu acaba? Pelikan benimle uğraşmasa bari! Testere balığı hemcinslerini de öldürüp yer mi acaba? Balıkçılın bizimle ne düşmanlığı olabilir ki?” Küçük Balık hem yüzüyor hem düşünüyordu. Her karış yolda yeni bir şey görüyor, yeni bir şey öğreniyordu. Taklalar atarak çağlayanlardan düşmek ve yüzmeye devam etmekten hoşlanıyordu artık. Güneşin sıcaklığını sırtında hissettikçe kuvvet alıyordu. Bir yerde ceylanın biri acele acele su içiyordu. Küçük Balık selam verdi: - Güzel ceylan, neden acele ediyorsun? Ceylan: - Avcı peşime düştü; üstelik vurdu beni, bak işte. Küçük balık kurşunun isabet ettiği yeri göremedi ama ceylanın aksayarak koşmasından doğru söylediğini anladı. Bir başka yerde kaplumbağalar güneşin sıcağı altında kestiriyorlar, öbür tarafta keklik kahkahaları vadide yankılanıyordu. Dağ bitkilerinin kokusu havada dalga dalga yayılıp suya karışıyordu. Öğleden sonra vadinin genişleyip suyun ormanın ortasından geçtiği bir yere geldi. Su o kadar çoğalmıştı ki Kara Balık iyiden iyiye keyiflendi. Sonra birçok balığa rastladı. Annesinden ayrıldığından beri balık görmemişti. Birkaç küçük balık başına toplandı. "Yabancısın galiba?"”dediler. Kara Balık: - Evet, yabancıyım. Uzaklardan geliyorum. Küçük balıklar: - Nereye gidiyorsun? Kara Balık: - Irmağın sonunu bulmaya gidiyorum. Küçük balıklar: - Hangi ırmağın? Kara Balık: - İçinde yüzdüğümüz ırmağın. Küçük balıklar: - Biz buna nehir deriz. Kara Balık bir şey demedi. Küçük balıklardan biri: - Pelikanın yolumuzu tuttuğunu biliyor musun? Kara Balık: - Evet, biliyorum. Bir başkası: - Pelikanın ne kadar büyük torbası olduğunu da biliyor musun peki? Kara Balık: - Bunu da biliyorum. Küçük balık: - Yine de gitmek istiyorsun, öyle mi? Kara Balık: - Evet, ne olursa olsun, gideceğim. Kısa zamanda balıklar arasında yayıldı haber. “Küçük bir kara balık uzaklardan gelmiş. Irmağın sonunu bulmaya gidiyormuş. Üstelik pelikandan hiç mi hiç korkmuyormuş!” Birkaç küçük balık Kara Balık’la birlikte gitmeyi düşündülerse de büyük balıklardan korktukları için çıtları çıkmadı. Birkaçı da “Pelikan olmasa, seninle gelirdik. Ama pelikanın torbasından korkuyoruz” dediler. Irmak kenarında bir köy vardı. Köylü kadınlarla kızlar ırmakta çamaşır ve bulaşık yıkıyorlardı. Küçük Balık bir süre onların konuşmalarını dinledi, biraz da çocukların yüzmelerini seyredip yola koyuldu. Akşam oluncaya kadar gitmeye devam etti. Sonra bir taşın altına girip uyudu. Gece yarısı uyandı. Baktı, ay ışığı suya vurmuş ve her tarafı aydınlatmıştı. Küçük Kara Balık ayı çok severdi. Ay ışığının vurduğu geceler Balık yosunların arasından süzülüp ayla birkaç kelime konuşmak isterdi ama her defasında annesi uyanıp onu tekrar yosunlara çeker ve uyuturdu. Küçük Balık ay ığışığına çıkıp: - Selam güzel ay! Ay: - Selam Küçük Kara Balık. Sen neredeydin, şimdi burası neresi? Balık: - Dünya seyahatine çıktım. Ay: - Dünya çok büyük. Her tarafı dolaşamazsın. Balık: - Olsun; gidebildiğim kadar gideceğim. Ay: - Sabaha kadar yanında kalmak isterdim ama büyük bir kara bulut bu yana geliyor; ışığımı kapatacak. Balık: - Güzel ay; ben senin ışığını çok seviyorum. Işığının hep beni aydınlatmasını isterdim. Ay: - Balıkçığım, doğrusunu istersen, ışığım yok benim. Güneş bana ışık verir, ben de onu yeryüzüne gönderirim. Hiç duymadın mı insanlar birkaç yıla kadar uçup üstüme konacaklar? Balık: - Bu imkansız bir şey. Ay: - Güç bir iş, ama insanlar neyi yapmak isterse... Ay sözünü bitiremedi. Kara bir bulut gelip ayı kapadı ve gece tekrar kapkaranlık oldu. Küçük Balık yapayalnız kalmıştı. Şaşkınlık içinde birkaç dakika karanlığa baktı. Sonra taşın altına girip uyudu. Sabah erkenden uyandı. Başucunda fısıldaşan birkaç küçük balık gördü. Kara Balığın uyandığını görünce bir ağızdan: - Günaydın! Kara Balık hemen tanıdı onları: - Günaydın! Sonunda peşime düştünüz demek ki. Küçük balıklardan biri: - Evet; ama hâlâ korkumuz geçmedi. Bir başkası: - Pelikanı düşünmekten rahatımız, huzurumuz kaçtı. Kara balık: - Siz çok düşünüyorsunuz. Hep düşünmek, hep düşünmek gerekmez. Yola çıkınca korkunuz mutlaka geçer. Ama tam hareket edecekleri sırada çevrelerindeki su kabardı, üstlerine bir kapak geldi ve her taraf karardı. Kaçış yolu kalmamıştı. Kara Balık pelikanın gagasına düştüklerini anladı hemen. Küçük Kara Balık: -Arkadaşlar, pelikanın gagasına düştük ama kaçış yolu da tümüyle kapalı sayılmaz. Küçük balıklar ağlamaya başladılar. İçlerinden biri: - Artık kaçacak yolumuz kalmadı. Senin yüzünden bunlar! Yanımıza gelip ayarttın bizi! Bir başkası: - Şimdi hepimizi yutacak. İşimiz bitik! Birden suda korkunç bir kahkaha duyuldu. Pelikanın gülüşüydü bunlar: - Ne kadar çok küçük balık yakaladım! Ha ha ha ha...Gerçekten acıyorum size! Yutmaya kıyamıyorum! Ha ha ha... Küçük balıklar yalvarıp yakarmaya başladılar: - Pelikan beyefendi hazretleri! Ne zamandır sizin hakkınızda övgü dolu sözler duyardık. Lutfedip mübarek gaganızı biraz açın da dışarı çıkalım, bundan böyle hep duacınız olalım. Pelikan: - Hemen şimdi sizi yutmak istemiyorum. Depolanmış balığım var. Bakın aşağılara... Torbanın dibinde irili ufaklı birkaç balık vardı. Küçük balıklar: - Pelikan beyefendi hazretleri! Biz bir şey yapmadık; suçsuzuz. Şu Küçük Kara Balık ayarttı bizi... Küçük Balık: - Korkaklar! Bu hilekar kuşu bağış madeni mi sandınız ki böyle yalvarıyorsunuz? Küçük balıklar: - Senin ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Göreceksin şimdi; Pelikan beyefendi hazretleri bizi affedip seni yutacak! Pelikan: - Evet, affederim sizi ama bir şartla. Küçük balıklar: - Şu geveze balığı boğarsanız, özgürlüğünüzü kazanırsınız. Küçük Kara Balık kenara çekildi. Küçük balıklara: - Kabul etmeyin! Bu hilekar kuş bizi birbirimize düşürmek istiyor. Bir planım var... Küçük balıklar sadece kendi kurtuluşlarını düşündükleri için Küçük Kara Balığın üstüne çullandılar. Küçük Balık torbanın gerisine doğru çekildi ve yavaşça: - Korkaklar! Öyle de olsa, böyle de olsa, yakalandınız bir kere. Kaçacak yeriniz de yok. Üstelik gücünüz bana yetmez. Küçük Balıklar: - Seni boğacağız. Biz özgürlüğümüzü istiyoruz. Kara Balık: - Aklınızı kaybetmişsiniz siz. Beni boğsanız bile kaçış yolu bulamayacaksınız. Kanmayın ona! Küçük balıklar: - Canını kurtarmak için söylüyorsun bunları. Yoksa bizi düşündüğünden değil. Kara Balık: - Öyleyse dinleyin beni; size bir yol göstereyim. Cansız balıklar arasında ölmüş gibi yapacağım. Haydi görelim bakalım, pelikan sizi serbest bırakacak mı bırakmayacak mı? Dediğimi kabul etmezseniz şu hançerle hepinizi öldürürüm ya da torbayı parçalayıp kaçarım ve siz... Balıklardan biri sözünü kesti: - Yeter artık! Bu sözlere dayanamıyorum... Hüngür... hüngür.. hüngür. Kara Balık onun ağladığını görünce: - Şu hanım çocuğunu niye aldınız yanınıza? Sonra hançeri çıkarıp küçük balıkların gözüne tuttu. Balıklar ister istemez onun önerisini kabul etti. Yalancıktan kavga ettiler. Kara Balık da ölmüş gibi yaptı. Küçük balıklar yukarı çıkarak: - Pelikan beyefendi hazretleri! Geveze Kara Balığı boğduk... Pelikan güldü: - İyi ettiniz. Ödül olarak sizi diri diri yutacağım. Böylece midemde gezinmiş olursunuz. Küçük balıklar kıpırdayacak fırsat bulamadılar ve yıldırım hızıyla pelikanın boğazından geçtiler. İşleri bitmiş oldu. Kara Balık o sırada hançerini çekti. Bir darbede pelikanın torbasını yarıp kaçtı. Pelikan acıdan çığlık atmaya, başını suya vurmaya başladı ama Küçük Balığı takip edemedi. Kara Balık öğle olana kadar gitti. Artık dağ ve vadi bitmişti ve ırmak dümdüz bir kırdan geçiyordu. Sağdan soldan birkaç küçük çay da ırmağa katılmış ve su bir o kadar çoğalmıştı. Kara Balık suyun çokluğundan zevk alıyordu. Birden kendine geldi ve suyun dibinin olmadığını gördü. O yana gitti, bu yana gitti, hiçbir kenara ulaşamadı. Küçük Balık suda kaybolmuştu! Yüzdü de yüzdü, yine bir yere varamadı. Ansızın uzun ve büyük bir hayvanın yıldırım hızıyla kendisine saldırmakta olduğunu farketti. Karşısında ağzının önünde iki kenarlı bir testere vardı. Küçük Balık testere balığının onu paramparça edeceğini düşünerek toparlandı, oradan sıvışıp su yüzüne çıktı. Bir süre sonra deniz dibini görmek için dalışa geçti. Yolda bir balık sürüsüne rastladı. Binlerce binlerce balık! Sordu birine: - Arkadaş, ben yabancıyım. Uzaklardan geliyorum. Burası neresi? Balık arkadaşlarına seslendi: - Bakın, bir tane daha... Sonra Kara Balığa: - Arkadaş, hoş geldin denize. Balıklardan bir başkası: - Bütün ırmaklar ve nehirler buraya dökülür. Tabii bazıları da bataklığa gider. Öbürü: - İstediğin zaman bizim grubumuza girebilirsin. Denize ulaştığı için Küçük Kara Balık sevinçliydi. - İyisi mi şöyle bir dolaşayım. Sonra gelir sizin grubunuza katılırım. Balıkçının ağını kaçırırken ben de sizinle olmak isterim. Balıklardan biri: - Yakında dileğine kavuşursun. Şimdi gidip dolaş ama su yüzüne çıkarsan balıkçıla dikkat et. Bu günlerde kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Günde dört beş balık avlamadan yakamızı bırakmıyor. Kara Balık deniz balıklarının sürüsünden ayrılıp tek başına yüzmeye başladı. Bir süre sonra su yüzüne çıktı. Güneş ışığı sıcacıktı. Küçük Kara Balık güneşin yakıcı sıcağını sırtında hissediyor, bundan zevk alıyordu. Usul usul ve keyifle deniz yüzeyinde yüzerken “ Her an ölümle yüz yüze kalabilirim. Ama yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmem gerekmez. Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağım; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamamın veya ölümümün başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği....” diye düşünüyordu. Küçük Kara Balık daha fazla düşünce ve hayal dünyasında kalamadı. Balıkçıl geldi, onu yakalayıp götürdü. Küçük Balık balıkçılın uzun gagasında çırpınıyor ama kurtaramıyordu kendini. Balıkçıl onu belinden öyle sıkı kavramıştı ki çok canı yanıyordu. Küçük bir balık suyun dışında ne kadar yaşayabilirdi ki! Balık düşünüyordu kendi kendine. Keşke balıkçıl onu hemen yutsaydı! En azından onun midesindeki su ve rutubet birkaç dakika daha ölmesini engelleyebilirdi. Bunları düşünerek balıkçıla: - Niçin beni diri diri yutmuyorsun? Ben öldükten sonra vücudu zehirle dolan balıklardanım. Balıkçıl bir şey demedi. şöyle düşündü içinden: - Uyanık seni! Neler çeviriyorsun aklın sıra? Beni konuşturup ağzımdan kurtulmayı mı düşünüyorsun acaba? Uzaktan kara görünmüş, gittikçe yaklaşıyordu. Kara Balık “Karaya varırsak, işim bitti demektir” diye düşündü kendi kendine. - Biliyorum, beni çocuklarına götürüyorsun. Ama karaya varana kadar ben ölmüş olurum ve bedenim zehirli bir torbaya dönüşür. Çocuklarına acımıyor musun hiç? Bu kez balıkçıl düşünmeye başladı: “İhtiyatlı olmakta yarar var. Seni ben yeyip çocuklarıma başka balık avlayım... Ama işin içinde bir numara olmasın sakın! Hayır, hayır, hiçbir şey yapamazsın sen.” Balıkçıl bunları düşünürken Kara Balığın bedeninin gevşeyip hareketsiz kaldığını gördü. Yine düşünceye daldı: “ Öldü mü yani? Şimdi ben de yiyemem artık onu. Böylesi yumuşak ve ince bir balığı yasaklıyorum kendime.” “Hey ufaklık! Henüz yarı canlısın. Şimdi seni yiyebilir miyim acaba?” diyecek oldu ama lafını bitiremedi. Gagasını açar açmaz Kara Balık fırlayıp aşağıya düştü. Balıkçıl fena oyuna geldiğini anladı ve Küçük Kara Balığın peşine düştü. Balık yıldırım hızıyla suya doğru ilerliyordu. Suya kavuşma arzusuyla kendinden geçmiş, kuruyan ağzını denizin nemli rüzgarına çevirmişti. Ama suya dalıp da soluklanana kadar balıkçıl yıldırım hızıyla yetişti ve bu kez balığı öyle süratle avlayıp yuttu ki zavallı balık başına nasıl bir bela geldiğini bir süre anlayamadı. Tek hissettiği her tarafın nemli ve karanlık oluşuydu. Hiçbir yol yoktu ve ağlama sesleri geliyordu. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş ağlayan ve sürekli annesini isteyen küçücük bir balık gördü. Kara Balık yaklaştı: -Küçüğüm, kalk da bir çare düşünmeye bak. Ağlayıp anneni istemen neye yarar? Minik balık: -Sen de... kimsin? ... Görmüyor musun?.... Ölü... yorum. Hüngür... hüngür. Anneciğim artık seninle gelip balıkçının ağını dibe çekemeyeceğim... hüngür... hüngür! Küçük Kara Balık: -Yeter artık, kes! Rezil ettin bütün balıkları! Minik balık ağlamayı kesince Küçük Kara Balık: - Balıkçılı öldürüp balıkları kurtarmak, huzura kavuşturmak istiyorum. Ama önce seni dışarı göndermeliyim; yoksa bir çuval inciri berbat edersin. Minik balık: - Sen kendin ölüyorsun, nasıl öldüreceksin balıkçılı? Küçük Kara Balık hançerini gösterdi: - İçerden karnını parçalayacağım. Şimdi beni dinle. Balıkçılın gıdıklanması için ben oraya buraya koşuşturmaya, dönüp dolanmaya başlayacağım. Ağzını açıp da kah kah gülmeye başlayınca sen fırla dışarı. Minik balık: - Peki sen ne yapacaksın? Küçük Kara Balık: - Beni düşünme sen. Bu soysuzu öldürmeden dışarı çıkmayacağım. Küçük Kara Balık bunu söyledikten sonra dönüp dolanmaya, o yana bu yana koşuşturmaya ve balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Minik balık balıkçılın midesinin ağzında hazır bekliyordu. Balıkçıl ağzını açıp da kah kah gülmeye başlayınca minik balık dışarı fırladı ve az sonra da denize düştü. Ne kadar beklediyse de Kara Balık’tan haber yoktu. O sırada balıkçıl kıvranmaya, çığlık atmaya başladı. Sonra çırpınıp süzüldü süzüldü ve şlapp diye suya düştü. Suda da çırpınışını sürdürdü. Yine haber yoktu Küçük Kara Balık’tan... *** Yaşlı balık masalını bitirdi ve on iki bin yavrusuna ve torununa: -Artık yatma vakti çocuklar. Gidip yatın bakalım. Çocuklar ve torunlar: -Büyükanne, minik balığa ne olduğunu söylemedin. Yaşlı balık: -O da yarın akşama kaldı. şimdi yatma vakti. İyi geceler. On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık “İyi geceler” dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep... *** Samed Behrengi 1939 yılında Azerbaycan Tebriz’de doğmuştur. Aslen İranlı olan yazar çocuk hikayeleri ve masal derleyicisidir. Öğretmen okulunda okuduktan sonra birçok köy okulunda öğretmenlik yapmıştır. Öğretmenlik yaptığı yıllarda İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü gece derslerini aldı. Azerbaycanlı köylü çocuklara rehberlik hizmetleri sundu ve onlar için masallar yazdı. Azerbaycan halk edebiyatını inceledi. Dilden dile dolaşan öyküleri derleyerek Azeri Türkçesi ve Farsça olarak yeniden kaleme aldı. Azerbaycan’ın halk folkloru üzerinde ilgi ile durdu. İran’ın eğitim sistemini tespit etti ve çözüm yolları üretti. İran, Fars ve Azerbaycan kültürü üzerinde incelemeler yaptı. Masalları derledi bunun yanında çocuk öyküleri yazdı. Çocuk öyküleri olarak görülen bu eserler bazı kesimlerce öğüt dolu, adaleti ve eşitliği sorgulayan eserlerdi. Zamanın Şah yönetimine karşıydı. Bunun için hikâye ve masallar yazarak başkaldırdı. İdealist bir öğretmen olan Samed Bahrengi eleştirilerin odağında kaldı. Eserleri onlarca dile çevrilmiştir. Dönemin ünlü dergi ve gazetelerinde çıkan yazılarında birçok takma isim kullandı.Adine isimli haftalık bir gazete çıkardı ve dönemin baskıcı işleyişi yüzünden varlığını sürdüremedi. Samed Bahrengi 1968 yılında daha 29 yaşında iken Aras nehrinde yüzerken bir kaza sonucu yaşamını yitirdi.

  • Masal Metinlerine Göre Devler

    ANATOMİK YAPILARI, YAŞAMA BİÇİMLERİ ve MASALLARDAKİ İŞLEVLERİ GİRİŞ Dev sözcüğü Farsça "div"den dilimize geçmiştir. Korkunç iri ve olağanüstü bir yaratık olarak masallarımızın önemli kahramanlarından biridir (*) devler, masal metinlerine göre iri yapılarıyla insanlara benzerler. Kimi masallarda ya da çeşitli varyantlarında aynı fonksiyonu gördükleri halde farklı kişiliğe sahip özel tipler de "dev" kavramının nitelikleriyle karşımıza çıkarlar (**) Devlerin kafaları, gözleri, burunları, ağızları, kulakları, kol ve bacakları... kısaca tüm vücut yapıları ve toplumsal yaşayışları ile insanları andırırlar. Dünyanın tüm kültürlerinde "dev" kavramı vardır. Masalların dışında efsanelerde, destanlarda da işlenmişlerdir. I- DEVLERDE YAŞAMA BİÇİMLERİ Devler insanlar gibi yaşarlar. Ana, baba ve kardeşler bir arada, bir evde bulunurlar. Köyleri, komşuları, komşulukları, dostları ve dostlukları vardır. Birbirini ziyarete giderler. İşlerini paylaşarak yapar, karşılıklı yardımlaşırlar. Büyüklerini dinlerler. Yöneticileri (Padişahları, kralları...) vardır. Kendi aralarında kötülük yapan devler olursa cezalandırırlar. Kimi masallarda devler yalnız başlarınadır. Sarayları ya da yedi odalı, kırk odalı evleri vardır. Kendi yiyeceklerini ya da bazı ihtiyaçlarını yapması için padişahın kızlarını veya güzel bir kızı kaçırıp evine, sarayına kapatırlar. Yalnız başına yaşayan devler günlük işlerine giderlerken değişir, başka bir kılığa girerler. * Kaynakça O Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 197, Cilt I, s.295. (**) Umay Güney, "Türk Masallarında Geleneksel ve Efsanevi Yaratıklar", s.21-46. Devamını Okumak İçin TIKLAYIN

  • Günaydınım Narçiçeğim Sevdiğim

    Şavkıması sana doğru yolların Sana doğru denizlerin çağrısı Çırıl çırıl ötelerde bir güzel Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim... Çıkmaz sokaklarda bu minyatür kim? Bu göğüs kim, ya bu gözler, bu saçlar? Uzak bir özlemde ayak seslerin Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim... Kırk odanın kırkında da kırk güzel Kırk aynada çengi çengi bir güzel Çağlar ötesinde bir avuç nota Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim.... Bu yıldızlar doğan günü çağrışır Bu gündüzler gözlerini çağrışır Ya kimlere verdin avuçlarını? Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim... Vurdum tellerine seni sazımın Sende anahtarı alın yazımın Yağmur yağmur serpil yalnızlığıma Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim... Önce şarkının güftesine ilham olmuş Hint efsanesini anlatalım: Efsaneye göre Cihangir Hanlığının genç Prensi Salim Şah, bir gün raksını görüp hayran kaldığı Anarkali isimli genç ve güzel rakkaseye aşık olur. Zaman geçer ve Prens Salim Şah gönlünü çelen bu güzel rakkase ile evlenmek ister ancak ülkesinin kuralları buna izin vermez. Bir prensin halktan bir kızla evlenmesi, hele ki bir rakkase ile evlenmesi olacak iş değildir. Ama gönül ferman dinlemez, Bütün kural ve yasaklara rağmen bu aşk büyür, iyice alevlenir. Anarkali ile Salim Şahın aşkı dillere destan olur, bütün hanlığı sarar, dilden dile anlatılıp durur. Bu durum prensin babası Han Akbar tarafından hiçbir zaman kabul görmez ve aşıkların birbirini görmesini yasaklar. Oysa tüm yasaklara rağmen Anarkali ile Salim Şahın aşkları günden güne büyür ve hükmünü sürdürür. Çevre hanlıklara da yayılan bu aşk hikayesiyle baş edemeyeceğini anlayan Akbar Han çareyi sevdalıları ayırmakta bulur. Çözüm çok zalimcedir. Güzel Rakkase Anarkali, ibret için kentin ortasında inşa edilen, penceresi olmayan, dört duvardan ibaret dar bir odaya hapsedilir. Arkasından giriş kapısı da duvarla örülüp kapatılır. Yani bir anlamda ölüme terk edilir Anarkali. Salim Şah şaşkın ve çaresiz, bu aşkı efsaneleştiren şehir halkı ise ağlamaklı ve üzgündür. Her gün gelip bu hücrenin önünde, hanın insafa gelip güzel Anarkali'yi affetmesini bekler insanlar. Zaman geçtikçe umutlar kesilir, çaresizlik sarar dört bir yanı. Artık duvarlar yıkılsa da güzeller güzeli Anarkali'nın sağ çıkma ihtimali yoktur bu hücreden. Halk yavaş yavaş çekilir, bekleme duvarının önü boşalır, ama aşk mecnunu prens, sevdiğini yalnız bırakmaz. Gözleri kapının örüldüğü duvarda sesiz bir tevekkül ile beklemeye devam eder. Mevsimler geçer bahar olur, doğa yeniden canlanır ve günlerden bir gün o taş duvarda bir kıpırtı başlar. Prensin gözünü hiç ayırmadığı o duvarda, güzel Anarkali'nın girdiği kapının taş örgüleri arasından ince zarif bir dal filizlenmiştir. Bunu duyan halk tekrar hücrenin önünde toplanmaya ve her gün bu yaşam filizini izlemeye başlar. Günler geçtikçe yeni dallar, yeni filizler çıkar o taş duvarın bağrından ve tomurcuklarla yüklü dallar sarar etrafı. Belli ki çiçek açacaktır aşk… Bir sabah duvarın önüne gelenler, duvarın baştan başa kırmızı nar çiçekleriyle kaplı olduğunu görürler. Hayranlık ve şaşkınlıkla izlerler bu mucizeyi. Sanki güzeller güzeli Anarkali'nin tüm güzelliği bu narçiçeklerindedir. Bir gecede bütün narçiçekleri açmış, mevsimler boyu orada aşkını umutla bekleyen prens ise duvara yaslanmış, narçiçekleri arasında mutlu bir ifade ile ruhunu teslim etmiştir. Aşk çiçekleri açmıştır ama aşık prensin yüreği Anarkali'nin güzelliğinin aksettiği o çiçeklerin ihtişamına dayanamamıştır. Rivayet şudur ki; O güzelim ateş rengi nar çiçeklerinin çıkış yeri güzeller güzeli Anarkali’nin aşk dolu kalbidir. Taşları delip sevdiğine kendini göstermiştir… Bu hüzünlü efsaneden esinlenerek yazdığı şiiriyle gönüllere taht kuran Feyzi Halıcı, 1924 yılında Konya'da dünyaya gelir. İÜ Fen Fakültesi Kimya Bölümü'nü bitirir ama mesleğini yapmaz. Uzun yıllar doğduğu kent olan Konya'da ticaretle uğraşır, burada Çağrı adlı bir sanat dergisi çıkarır. 1968 yılında Konya senatörü seçilir. Fezai mahlasıyla Yedigün ve Çınaraltı dergilerinde aşık tarzı şiirler yazar, çeşitli şiir antolojileri hazırlar. 7 Ekim 2017 tarihinde yaşama veda eden şairimizi saygıyla anıyoruz. Gelelim şarkımızın bestecisine… 1938 yılında Fatih'te dünyaya gelen Cinuçen Tanrıkorur, üniversitede mimarlık eğitimi almasına rağmen Türk kültürüne, özellikle de musikisine hizmetleriyle tanınır. Yarım asırlık sanat hayatından geride 505 beste bırakan sanatçının çok bilinen eserlerinden biri de 'Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim' şarkısıdır. Tanrıkorur, ud çalmada Yorgo Bacanos, Udi Nevres Bey ve Şerif Muhiddin Targan gibi kendine has bir tarz ortaya çıkarmıştır. 5 dil bilen, aynı zamanda gazete ve dergilere haftalık makaleler yazan Cinuçen Tanrıkorur 28 Haziran 2000 tarihinde yaşama veda etmiştir.

  • İthaf

    Küçüğüm, sen şimdi on sekizindesin Güzelliğin gün günden dillere destan Hatıramda her biri seninle canlanan İzmir'in günlerinde gecelerindesin Sönmüş yanardağlar, kaleler eteğinde Yüzyıllardır uyuyan şu bizim İzmir O âşık kadınları, levent erkekleri nerde? Sahiden yaşayıp göçtüler mi kim bilir? Balkonlara, yalılara dalar düşünürüm O günler uzaklaşan yelkenlerin peşi sıra Akan bulutlar gibi geçmiş: ne iz, ne hâtıra! Sır şimdi bunca güzel hayat, güzel ölüm! Sır şimdi gözyaşları, saadet dilekleri Bize gelen yüzyılların hikâyesi sır Eski İzmir diye ne varsa şunun bunun bildiği Yaşlıların kırık dökük anlattığıdır Aşkı şehirler yaratır, şehirler yaşatır Ben gönlümce yaşadım, gönlümce sevdim Bilirim saadetim, yalnızlığım bundandır Seni bulduğum, kaybettiğim günden bilirim. Aşklarının tarihi bir şehrin tarihidir diyorum Gün gelir aşklarıyla anılır şehirler anılırsa Niyetim sevdalı sözler etmek de olmasa İzmir için ne yazarsam sana adıyorum! Necati Cumalı

  • ÇOK DİLLİ TOPLUMLARDA

    Üç mevsimi Türkçenin az duyulup yazıldığı diller mozaiğinde yaşarsanız 26 Eylül Dil Bayramı-Dil Devrimi daha da önem kazanır Türkçe tutkunu gönüllerde. Yetmiş bir dilin oluşturduğu donuk mozaikte görülen ana yapıştırıcı- çatı dil İngilizce- Fransızca – Felemenkçe olunca öteki diller donmuş, ölmüş mü oluyor? Konuşanları, yazıp okuyanları yok olmadıkça dillerin yok olmayacağına ama giderek sönüp ölü diller gömütüne gideceğini düşünüyorum. Konuşanları yok olsa da yazılanlar kaldıkça kalıcıdır. Sorunun temelinde konuşulan dilin okunup yazılabilmesi, abecesinin olması, yazaçlarının (imce) saptanıp kalıcılaşmasına dayanıyor. Yeryüzünde konuşulan dillerden IBIHÇA son konuşanı da ölünce ölü diller gömütüne gitti diyemiyoruz. Yirmi beş yıllık bir emek sonunda Fransız dil bilimci abecesini ve sözlüğünü yazılı dile kazandırdı ama okuyup yazanı kalmadı. Belki bir gün bilseyeni çıkar da okur sözlüğü. Dilin konuşanının olması, yazılıp okunması, dilde yayın yapılması önemli bir etmen olmaktadır. Ün, im, söz, arasındaki bağlantı yaşamsal dil kaynağı olmaktadır. Önce söz vardı ama söz olarak uçar gider, hangi süremde ünümüzü elimizle taşa, kayaya, beze, kâğıda kazırsak ; gören de yazıdan ünü çıkarırsa dil ölümsüzleşir. Yoksa Hun, Göktürk, Uygur, Soğdca, Türkçesinin izini nasıl sürerdik? İnsanların ünü ime çevirdiği anda dil/ uygarlık başladı demektir. Dil üst akıllarca armağan edilmez, insanın usunu ve el becerilerini kullanabildiğince yarattığı uygarlık ışığı olarak belirginleşti. Dilin yaratılmasında yaşanan topluluk denli ana-baba, yakınlarımızın özgün emeği unutulmamalıdır. İnsanlığın sözlü anlatımı sürem içinde ağır değişir. Yazılı anlatımda imler, dil bilim, söz dizimi toplumun istemleri doğrultusunda daha kolay değişimlere uğrar. Burada etkin olan toplumu yönetenlerin akçalı çıkarlar, egemenlik sağlamada dinler denli dilleri de silah olarak kullanmasıdır. Çağımızın anamalcı toplumları insanları dillerinden tutsaklaştırarak tek dil/ resmi dil/ çatı dil özeğinde para-din ereğinde mozaikleştirme çabasındadır. Buradan varacağımız sonuç dilin sınıfsallaştırılmasıdır. Çok dillilik, mozaikleştirme durumunda az konuşulup yazılan dilin özellikleri-özgünlükleri yitiyor mu? Dillendirilenleri yaşadıkça hayır. Çok dilli toplumlarda kamusal alan/resmi dil, değişik topluluklarca değişik ağızlarda, aksanlarda konuşuluyor. Çinli yurttaşın konuştuğu İngilizceyi / Fransızcayı Filipinli, Pakistanlı anlamakta ve konuşmakta zorlanmasa kısa bir süre sonra anadiline dönme zorunluluğunu duyumsamazdı sanırım. Çatı dilin- Resmi dilin devlet kuran dil olması ön koşul olarak benimseniyor. Doğrudur. Türkçe olmasa Türk devletleri günümüze değin yaşamayacaktı. Devleti kuran ulusun/ulusların kuruluş aşamasındaki çabaları, çevresindeki öteki topluluklarla anlaşabilmesi için savaşa bile tutuşulmuş, güç günler yaşanmış, bir birlik sağlanmıştır. Birliği sağlayıp devlet örgütlenmesini sağlayan sınıfın dili ile yapılan anlaşmalarla varlık bulmuştur. En doğal hak da kurucu ulusun dili olacaktır. Uzun yıllar İngiliz- Fransız- Avrupa sömürgesi olarak yaşayan Kuzey Amerika topluluğu 1867’de Kanada devletini kurarken çatı dili olarak İngilizce- Fransızca üzerinde anlaşmış kamusal alanı da bu dillere göre örgütlemiştir. Devletin resmi dili Vikingce, unuitçe olacak değildi her halde ! Kanada devleti ülkede konuşulan dillere yasaklama getirmemiş, okunup yazılması, kullananlarca öğrenilmesine ket vurmamıştır. Çin, Japon, Kore, Urduca, Arapça, Türkçe olarak işyeri askılıklarının varlığı, yayın yapması bunun kanıtıdır. 1842-1852 yılları arasında 110 bin Çinli Kanada’ya getirilir. İşgücü gereksinimi olan çiftliklere dağıtılırlar. İşgücünden yararlanılırken iletişim kurabilmek için Çinli göçmenlere İngilizce /Fransızca öğretecek kursların, okulların açılması da unutulmaz. 1867’de Kanada devleti kurulurken vardılar ama devlet kurucu değillerdi. Günümüzdeki Çinliler o yıllarda gelenlerin torunlarıdır. Çince askılık, kitap, gazete görürsünüz her alanda, iş yerleri açılmıştır. Çok konuşulan üçüncü dil konumunda ama resmi din olamamıştır. “Çince eğitim hakkı isteriiiiz! “diyen de yok. Ulus devlet olamamış, devlet kuramamış toplumlarda çatı dil ile yaşamını sürdürmesi aşağılanacak bir durum değildir. Çatı diller öteki dillerin de yaşamasına, öğrenilip, yazılmasına olanak sağlamalıdır. İnsancıl ve demokratik devletin olmazsa olmazıdır bu kural. İkinci konumdaki dillere yaşama hakkı tanınmaması demokratik toplumlara değil dikta toplumlarına özgüdür. Diktatörler ve dikta düzenler, kitleleri dil ve din ayrıcalığında düşmanlaştırarak çatıştırdıkça kendi erkini sağlamlaştırır. Özünde erkini sağlama almayı amaçlayan, akçalı toplum düzeninde kolayca büyüyüp dünya egemeni olma savında olan devletlerin ereği; etkisi altına almayı amaçladığı devletlerin Ulus devlet yapılarını yıkarak kolay sömürülür duruma getirmektir. İşin ilginç yönü kendi ülkelerinde de giderek ulus devlet olma çabasındadır. Her yerde ve alanda Kanada bayrağının göz önünde olmasını çok düşündüm. Hiçbir dile ve ulusa iyelenip sokaklarda “gösteri yapan… Anadilde eğitim… Özgürlük… barış… özgür ülke… İsteyenini” görmedim. Gösteri yapsa da ilgilenen bile olmuyor. Demokrasi, Anaysa, yasalar her dile ve etnisiteye eşit uygulanıyor. 961 yılından bu yana hiçbir Avrupa ülkesi Türk göçmen çocuklarına Türkçe eğitim veren okullar açmadı. Açtığını savlayanların açtıkları kurs, okul ve yüksekokulların da hangi dinsel toplulukların gelecek amaçlarına yönelik olduğunun gerçeğini gördük ve görmeyi de sürdürüyoruz. Ağızlara sürülen bir parmak bal yandaş yaratma kaygısındandır düşüncesindeyim. Son yıllarda ulus devletlerin yok edilmesi çabalarında, halkın dillerinden tutsak edilerek dönüştürülmesine, değiştirilip sürüleştirilmesine çabalanıyor. Devletlerin toplumsal düzenlemelerinde Anadilde eğitim-öğretim hakkı kolay kolay verilmiyor. Devletlerin varlık sorununda sakınca yaratacağı kırmızı çizgisnde duruluyor. Bu durumda, Ana dilin görevi ne olmalıdır? Ana dil üzerine düşen görevini sağlıklı ve tam olarak yerine getirmelidir. Çatı / Devlet kural dil olarak varlığını sürdüren TÜRKÇE’nin yaşaması yaşamsal zorunluluktur. 26 Eylül 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu’nun kurulması, Dil Devrimi bir baskı ve sindirme girişimi değildir. Ülkede konuşulan dillerin gelişip yayılmasına kaynaklık eder. “ …Türkçe bilgiyi ulusa yayarak feodal derebeylik düzenin gücünü yitirmesini sağlamış, halkı görece özgürleştirmiştir. Dil devriminin başat sonucu sınıfsaldır. Her budunsal dil başat insan hakkıdır, saygındır, korunmalıdır. Koruma; yazmak, halkı özgürleştirmek, ürem ve bilişim koşullarına ulaştırmakla olur. Çatı dil (ortak dil) bütün ulusları kapsamalıdır.*…” (Günay Güner. Devlet Kurucu Dil. Türk Dili Dergisi- 253-259) Türkiye Cumhuriyeti’ne, Kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’e, Devrimlerine ucuz saldırılar yoğunlaştıkça Cumhuriyet Devrimlerini daha derinlerden okuyup inceleme ve savunabilmek için tek yolumuz dil ve bilimle donanmaktır. Dil ve bilimle donanmamızı sağlayan Türk Dil Devrimini gönül borcumla kutlarım. 05 Eylül 2017 Tmolos Edebiyat Dergisi. S:66. S,13

  • Meğer Ne Çok Okurmuşuz

    "AB ülkelerinde yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye'de sadece yüzde 0.01'miş. DESAM tarafından hazırlanan Ar-Ge raporuna göre, Türk halkı günde 6 saatini televizyona, 3 saatini ise (ki ben 13 saat diye düşünüyorum !) internete ayırırken, kitap okumaya yılda ancak 6 saat vakit ayırıyormuş." Efendim, bu raporlar ve gözlemlerim doğrultusunda aklıma garip bir soru geliyor. Okuma oranının bunca düşük olduğu bu ülkede kitaplara, pardon kitap fuarlarına ve oradaki yazar çizer taifesine bu ilgi nasıl oluyor da o cehennemi kalabalık oluşuyor? Malum dün İstanbul Beylikdüzü'nde TÜYAP Kitap Fuarı açıldı. İstanbul'dan da İl dışından da fuara katılımcı olarak gelen arkadaşlarım var, gönlüm gidip onları görmek ve onlara destek olmak istiyor ama iki yıl önce yaşadığım deneyim yolumu kesiyor...Yok o cehennemi ortama bir kez daha girmeye cesaretim yok, dostlarım kusuruma bakmasın... Tüyap bir kitap fuarı, amenna... ama oraya kaç kişinin kitapları almak, tanımak, aldığı kitapları okumak için gittiğini sorguluyorum o günden beri. Kendilerine görkemli standlar hazırlanmış birkaç ünlü yazar ve şairin dışında diğer katılımcılar sanki birer cendereye hapsedilmişler. Neredeyse 2 metrekare olan küçücük standlara konulmuş 3 sandalyede sırayla oturmak üzere, 5-6 yazar ve şair ayakta kitaplarını imzalamak için sıra bekliyor gün boyu, aç bilâç... Şehrin merkezinden bilmem kaç kilometre uzağa kurulan fuar alanına ulaşmak zaten büyük sıkıntı. Özel aracınızla gitmeye kalksanız, şehir trafiğinin en yoğun olduğu bu güzergahta ömrünüzden bir kaç gün gider... Oraya ulaşmanın sözüm ona en kolay yolu olan metrobüsle gitmeye kalkarsanız, evdekilerle hellaleşip yola çıkmanız gerekir. Bir kere o teknoloji harikası otobüslerde bırakın yer bulmayı, nefes alacak hava bile bulamazsınız. Hadi diyelim nefes alabildiniz; sizi şoförün ya da öfkeli bir yolcunun gazabından kim kurtaracak ? Diyelim salimen vardınız Tüyap'a, bir labirente benzeyen fuarda aradığınız standa erişmek ikinci zorlu kulvarınız. Bebek arabasına koyduğu naralar atan çocuğuyla ayaklarınızın üstünden geçen okuma sevdalısı anneler karşılar sizi bu labirentin içinde ilk olarak. Sonra sevgilisiyle gelen ve eşe dosta hava atmak için her standın önünde selfi çeken başka okuma sevdalılarıyla karşılaşırsınız. Her köşeden üstünüze üstünüze çığlıklar atarak gelen 12-13 yaşındaki ergenler ise korkulu rüyanız olur. İçinde ne olduğu belirsiz rengarenk kaplı kitaplara ve öğretmenlerinin istediği test kitaplarına saldırırlar ve albenisine kapıldıkları bu kitapları bir daha kapağını açmamak üzre alırlar; malum biz kitap okumayı severiz... Kitap Fuarının bir başka renkliliği de ana sınıfından tutun liselere kadar, pek sevgili öğretmenlerimizin öğrencilerini kitap fuarlarına getirmeleri. O küçücük çocukların anlamaz ve ağlamaklı yüzlerle etrafa bakınmaları, öğretmenlerinin denetleyemediği ve dizginleyemediği her yaştan çocuğun etrafa çil yavrusu gibi savrulmaları gözlerinizi yaşartır "vay be amma da kitap sever milletmişiz" diye... Diyelim Kitap Fuarına başarıyla girdiniz, dolaştınız, yazar-şair arkadaşlarınızla görüşünüz, birkaç da kitap aldınız, hepsi güzel... Ama bu sefer de dışarı çıkamıyorsunuz izdihamdan, yolun karşısına geçmek için kullanmanız gereken üstgeçit kalabalıktan sallanıyor ve kelime-i şehadet getirerek kayboluyorsunuz kalabalıklarda... İçinizde Anadolu'nun herhangi bir köşesinden gelmiş, edebiyata, sanata gönül vermiş, adı duyulmamış insanların bir kenarda mahzun ve boynu bükük okuyucu beklemelerinin burukluğu.....bir de kitap aşkıyla yanıp yakılan yurdum insanının gururuyla evinize dönüyorsunuz... Meğer biz okumayı ne çok severmişiz (!) Nice Kitap Fuarlarına...

  • Başparmak

    İnsanın en asil uzvu hangisidir? diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: Dimağ! Halbuki dimağdan daha yüksek ve hatta, insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkiye çıkaran dimağ değil, sadece elinin başparmağı imiş. Başparmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki in­sana unsurlar üzerinde üstünlük imkanını veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihi ilmidir. Gerçekten birçok hayvanın parmakları yoktur, parmakları teşek­kül etmiş olanlarda ise başparmak, insanda olduğu gibi elin diğer par­maklarıyla uyuşamadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir. İlk insan, zekâsıyla değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta yapmaya muvaffak olarak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışın­da, güneş ve gökyüzü altında, ilk mimarî eseri yaratabilmiştir. İnsan me­deniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve or­manda hayvan olarak kalan yaratıkların hepsi başparmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve netice­de bir medeniyet kurmaya muvaffak olamamıştır. Başparmak, insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten son­radır ki, dimağ, kemik mahfazasında tabiî uykusundan silkinerek konuş­maya başlamış ve belki insan işlerine karışması faydadan ziyade zarar vermiştir. Aklın başparmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeni­yet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii başparmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. Ortaçağı akıl, bugünkü Amerika'yı ise başparmak yapmıştır. Bizde de başparmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin kutsi bir vazifesi olmalı. Ahmet HAŞİM: Sembolizmin öncülerinden Türk şairi. Doğum tarihi: 1884, Bağdat, Irak Ölüm tarihi ve yeri: 4 Haziran 1933, Kadıköy, İstanbul

bottom of page