top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Ada Edebiyat Dergisi

    Yeniden Merhaba. Bugün sizlere “Ada” isimli mevsimlik Edebiyat Dergisinin Bahar-2019 sayısını tanıtmak istiyorum. Derginin adı; MaviADA isimli dergiden gelmekte olduğunu anlıyoruz. Yani MaviADA dergisini hazırlayan grup çıkarmaktadır. Çünkü derginin kolofon sayfasında bu husus şu şekilde belirtilmekte: “MaviADA adına” ve “Bu bir MaviADA girişimidir” Merkezi İstanbul/Kadıköy olan dergi ve elimdeki sanırım ilk sayısı. Derginin aynı zamanda WEB sayfası da mevcut... Dergide yer alan, almayan bazı edebi eserler bu sitede varlığını göstermekte. www.adadergi.com.tr Dergi çoğunlukla, şiir ve düz yazıya yer veriyor. Yani içeriğinde ziyadesiyle deneme, öykü vs. mevcut. Bahar sayısının kapak görselindeki çiçek açmış şeftali ağacı baharı müjdelerken, büyük kırmızı kalp ve ondan parçalar koparıp götüren kelebekler ise ayrılığı veya hüznü simgelemektedir. Arka kapakta ise Nazım Hikmet’in Nikbinlik isimli şiiri yer alıyor. Dergi dediğimiz gibi mevsimlik çıkıyor. Ücretsizdir ve ücretsiz kalacağı ancak dergiye maddi ve manevi desteği olanlara dağıtılacağı iç kapakta belirtilmiş. Derginin Sorumlu Sahibi; Nurten Bengi AKSOY (Yıllık Katılım Payı 40 TL) Yönetimde: Nurten Bengi AKSOY, Aycan AYTORE, Fadime Y. KAROĞLU Yayın Yönetmeni: Şenol YAZICI Dergi, Şenol YAZICI’nın 90’lı yıllarda bir gazete için kaleme aldığı (Sorumlu Biziz) isimli bir yazısıyla başlıyor. Yanında Mustafa Ruhi ŞİRİN’in güzel bir şiiri mevcut. (Çocuk Kalbimdeki Kuş) Diğer yazılarda ise, Aycan AYTORE (Bir Ölümsüz Konçerto), Bengi Su AKARCA (Erguvanlar Gittiler), Nurten Bengi AKSOY (Kadere Sürgün), Zeki SARIHAN (Gözümde Tüter Damları), Ferhat KARAKAŞ (Sen), Fadime Y. KAROĞLU (İçimden Kuşlar Geçiyor) Rahim GÜR (Annem), Kemal TEKİN (Zeliş), Esra Odman İYİER (Ağlayan Deve Tabanı) ve Niyazi UYAR (Bizim Arap), Dergide dikkatimi çeken güzel bir husus var. Belirtmeden geçemeyeceğim. Pablo Neruda, Ahmet Arif, Nazım Hikmet, Sebahattin Ali, Ahmet Erhan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Edip Cansever ve Deniz Gezmiş’ten şiirler dergide yer yer serpiştirilmiş durumda. Çok hoş görsellik katıyor. Fakat dergide günümüz şairlerinin şiirlerine yeterince yer verilmediğini üzülerek görüyorum. Toplamda 6 şiire yer verilmiş. Daha fazla şiire yer verilirse seviniriz. Sırasıyla sevdiğim dizelerden örnekleriyle; Mustafa Ruhi ŞİRİN- Çocuk Kalbimdeki Kuş “Uçmak mavi bir türkü”, Leman MÜFTÜOĞLU- Kısmetse “Rüzgârlar okşayacak saçlarını / Bir tutam papatya sarısıyla”, Fuat ÖZGEN- Sarmaşık Âşık “Yaprağıyla, çiçeğiyle urganını gizleyip / Mezarı süsler gibi” Cemal KARSAVRAN- Lodos Vurgunuyum “Öksüz bir çocuk gözyaşlarını döküyor denize”, Gülgün ÇAKO- Temiz Bitmez / ki Oyunlar “ çamuruma dokunma anne! / göze aldım / kızarsan kız…” Yusuf AKSOY – Ver Elini “elini ver / gökkuşağı olsun hayat”, Arka iç sayfada Pablo NERUDA’nın “Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim” isimli şiirinin çevirisi (Çeviri Hilmi YAVUZ) ve yanında edebi konulu bir karikatür bulunuyor. Şiiri seven, yazan veya takip edenler için bu dergiyi de tavsiye ediyorum. Derginin kendine göre bir çizgisi var. Seçki şiirlerle de Türk Şiirini yerelden genele taşıyor. Takip edilmesi gereken bir dergi… Dergi 28 sayfa ve 2. hamur kâğıda basılmış siyah beyaz bir dergi. Kapağı kuşe. Dergiye abone olarak ve eser göndererek destek olmak isteyenler adamavi@gmail.com adresine e-posta gönderebilir. Yolun açık, okurun bol olsun Ada.

  • ADA KİTAP İlk Kitabını Yapıyor?

    ADA KİTAP, 8 YIL ARADAN SONRA İLK KİTABINI BASIYOR... Şenol Yazıcı'nın YAZAR ve ÜTOPYA adlı kitabını yayımlayacak yayınevi, butik bir yayınevi olmayı tasarlıyor. ADA KİTAP, 2006 -2012 arası Şenol Yazıcı koordinatörlüğünde, İstanbul'da ATP yayınları çatısı altında başta dergi üyelerinin olmak üzere çok sayıda kitaba imza attı. Ne günlerdi? Henüz yayın dünyası Cağaloğlu'ydu, patronlar kitabı satıp Polenezköy'de ikbal gördükleri tavuk ve yumurta işine henüz soyunmamıştı. ... Ne günlerdi? İster inanın ister inanmayın, parkta yolda otobüste... çok insanı hala elinde kitapla görürdük. Telefon manyağı olmaya daha vardı. Okumayan kusur kalırdı. Ah, eski günler ah... Okuduğu kitaplarla övünen, bizzat NUTUK, YURTTAŞLIK, GEOMETRİ...gibi kitapları yazan kurucunun, daha ölümünün yüzyılı dolmadan, bir gün gelip de onun ülkesinin en büyük başlarının, roman ve şiir, insanları suça meylettirir ... diyeceği akla dahi getirilemezdi. Kitaba ümmi cahil, iki gözü kataraktan kavonoz dibi dedem dışında herkes saygı duyardı. Dedeme bakmayın, doktora da güvenmezdi o, o nedenle körlüğe yattı. Hoş sorarsan "OKU" diye başlayan bir dine, Müslümanlığa en koyusundan ve hasından inansa da sorduğumda, hadi be, derdi, peygamber okuma bilmezdi ki... Allah yerini cennet etsin. Ne çenebazdı öyle... Yine de eskiden birkaç meczubun dışında ülke için okumak öyle değerliydi. Daldık. Ah gençlik ah... İyisi mi biz gene habere dönelim... ADA KİTAP yeniden başlıyor. Kapak ve tasarım çalışmalarını maviADAlıların yaptığı YAZAR ve ÜTOPYA hazırlık aşamasında, önümüzdeki günlerde çıkınca ADA KİTAP'ın yeni dönemde ilk kitabı olacak. Yetkililere ülke kitap ve kültür yönünden çöle dönmüş, kitap için doğru mevsim mi, diye sorduğumuz da, Şenol Yazıcı, tespitiniz doğru, ülke çöle dönmüş, ama unutmamalı dünyanın çok yeri de çöl, ne var ki her çölde olağanüstü bir yaşam ve umut vardır, dedi...

  • Begonvil

    begonvil / şiir, 2019 / ERSİN KURT * Şair ve yazar Ersin KURT, 26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır. Şiirleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi ve Eliz Edebiyat dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır. Birisi öykü beşi şiir olmak üzere 6 kitabı yayımlanmıştır. KİTAPLARI: Şiir: Gelişigüzel (2014, 2. Bas., 2015) Farzımuhal (2016) turnuSOL (2017) Kül (2018) Begonvil (2019) Deneme - Öykü: Darbımesel (2018)

  • Meşeler Göverince

    MEŞELER GÖVERİNCE / Nail UYAR / ÖYKÜ, KORA yayın 2020

  • 40 YIL Dayanan Meslek Dergisi ÖĞRETMEN DÜNYASI

    Korona salgını nedeniyle kitapçıların kapanması, özellikle buralarda satılan süreli yayınları da zora soktu. Büyük bir nüfus kitlesine, azımsanamayacak bir kültür birikimine sahip Türkiye’de amatör dergicilik, sanat ve edebiyat dergiciliği batmak üzere. Bazı dergiler Mart ve Nisan sayılarının kâğıt baskısını yapmadılar. Sayısı bini aşan kitabın yayımından vazgeçildiği, basılmış binlerce kitabın ise dağıtılamadan depolarda beklediği bildiriliyor. Bu durum Korona salgınının can kaybı ve ekonomik kayıplar yanında önemli bir kültür kaybına da neden olduğunu gösteriyor. Umudumuz yaşamın çok geçmeden normale dönmesi olsa da kayıpları yerine koymak mümkün olmayacak. Bu yazıda, özellikle öğretmen ve eğitim hayatının bir kaybından söz edeceğim. Öğretmen Dünyası dergisi yılın başından beri yayımlanmıyor. Onun kapanmasının salgınla ilgisi yoktur. Yayın hayatının daralmasıyla, öğretmenlerin ilgisizliği ile ilgisi vardır. Öğretmen Dünyası Türkiye’de yayımlanmış olan meslek dergileri içinde en uzun ömürlü olanıdır. Öğretmenler tarafından amatör bir ruhla, karşılaşılan bütün olumsuzlukların üstünden gelinerek tek bir sayı ara vermeden 40 yıl yayın hayatında kalmıştır. Derginin Aralık 2019 tarihi 480. Sayısında yer alan okur ve yazarlarının değerlendirmelerinde de anlatıldığı gibi, bunun kültür hayatımızın, halka hizmet ruhunun büyük bir kaybı olarak değerlendirmek gerekir. KURULUŞ Ben bu derginin 1980 yılında kurucularındanım. Yazı Kurulu üyelerindenim. Uzun yıllar başyazılarını kaleme aldım, onda eğitim-öğretmen evreniyle ilgili araştırmalarım yayımlandı. 1988’de yazı işleri müdürlüğünü resmen üstlendim. Bu görevlerim, onu 2011 yılı sonunda daha genç arkadaşlara devredinceye kadar 31 yıl sürdü. Bu nedenle derginin sorunlarını iliğimde kemiğimde hissetmiş biriyim. Meşrutiyet devirlerinden beri gerek Maarif Nezaretinde de görev almış, gerek meslektaşlarının meslekî bilgilerini geliştirmek isteyen öğretmenler meslek dergiciliği alanını hiç boş bırakmadılar. Bu dergilerde gerek Batıdan öğrenilen yeni eğitim usulleri, gerekse eğitimcilerin kendi özgün görüşleri yer aldı. Öğretmen Dünyası’nın 15. Yılına girişi vesilesiyle yayımlanan bir yazıda bu dergileri “Altın zinciri halkaları” olarak nitelemiştim. (Ocak 1994) O tarihte Öğretmen Dünyası, 1928’den sonra çıkan meslek dergileri içinde yayında kalma süresi bakımından 8. sırada geliyordu. 2019 yılı sonunda, 40 yılla açık ara, birinciliğe yükselmiştir. Bu rekor, kolay kolay kırılacak gibi görünmüyor. Bunun için 2020’de yayımlanmaya başlayacak bir aylık derginin 2060 yılına kadar yayın hayatında kalması gerekiyor! Niçin Kuruldu? Öğretmen Dünyası, Milliyetçi Cephe’nin iktidarda bunduğu, Türkiye’nin sağ-sol çatışmalarının yaşandığı, içindeki parçalanma nedeniyle TÖB-DER’in de işlevsiz hale geldiği 1979 yılında o zaman TÖB-DER içinde Yurtsever Öğretmen adıyla faaliyet gösteren bir öğretmen grubu tarafından hazırlandı. Öğretmenler arasında yapılan anketlerde grup çatışmalarına girmeyecek, eğitim konusunda öğretmenlerin özlemlerini ve özlük haklarını savunacak bir derginin coşkuyla karşılanacağı anlaşıldı. Dergi 1 Ocak 1980 tarihinde eski Millî Eğitim bakanlarından Mustafa Necati’yi kapağa koyarak çıktı. (1 Ocak Necati’nin de ölüm günüdür.) Öğretmen Dünyası’nın sahibi, o zaman “Yazı Kurulu” olarak adlandırılan kuruldu. Bu kurul hem dergiyi yönetiyor, hem de dergiye girecek yazıları seçiyordu. Nasıl Çalıştı? Öğretmenlerin dernek ve sendika kurmaları yasaktı. Ancak basın yasası memurların, bu arada öğretmenlerin meslekleriyle ilgili yayın yapmalarına izin veriyordu. Yazı Kurulu, içlerinden bir sahip, bir de yazıişleri müdürü seçiyor, öğretmenlerin dergi çıkaramayacağını, yazı yazamayacağını zanneden meslektaşlarına cesaret vermek için kendi adlarını da dergiye koyuyordu. Yazı Kurulu üyeleri her yıl gizli oyla yenileniyor, yazı kurulu toplantıları ise isteyen herkese açık tutuluyordu. Öğretmen Dünyası, nasıl çalışacağını bir yönetmelikle belirledi. Onun diğer meslek ve sanat dergilerinden ayıran önemli özelliklerinden biri, bu yönetmeliğe sıkı sıkıya ve sonuna kadar bağlı kalınmasıdır. Yazı kurulunda görev almış olan hemen herkes, derginin kendileri için bir demokrasi ve disiplin okulu olduğunu belirtmişlerdir. Dergide grupçuluk yapmak yasaktı. Bu nedenle Yurtsever Öğretmen kendini fesh etti ve başka gruplarda yer almış öğretmenleri de bünyesine almaya başladı. Türk Dil Kurumu kapatıldığı için örgütsüz kalan bazı aydınlar da dergide görev aldılar. Öğretmen Dünyası’nın sosyalist-Kemalist işbirliği ile varlığını sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Geçirdiği Sarsıntılar 12 Eylül rejimi, dergi üzerinde Demokles’in kılıcı gibiydi. 1982’de Emniyet, yazı işleri müdürü olan benim bu görevden ayrılmazsam başına kötü işler geleceğini bildirdi. Bu zoraki ve kanunsuz emre uymak zorunda kadım. 1983’te bu kurulda kardeşim Ayhan’la ikimiz 1402 sayılı yasa ile görevden uzaklaştırdık. Bunlarla dergiyi çökertemeyince Milli Eğitim Bakanlığı 1985’te bir genelge ile derginin okullara sokulmasını yasakladı. Dergi yazıişleri müdürlüğünü kabul etmeleri için Ankara’da birçok eğitimci aydının kapısını çaldıysak da kimseyi buna razı edemedik. Bu görevi kabul eden Satı Erişen de hayattan ayrılınca aynı sorun yeniden baş gösterdi. O dönemde dergiyi sahipsiz bırakmamak için bütün sıkıntılara katlanan Edebiyat öğretmeni Ayhan Sarıhan ve emekli Fransızca Öğretmeni Kifayet Özaydın’ın emeklerini anmak gerekir. Birkaç kez kapanmanın eşiğine gelen dergi, sıkıntıya düştüğü anlarda abone kampanyaları düzenleyerek, bağış toplayarak bu badireyi atlattı. İki yıl CHP Genel Merkezi tarafından il başkanlıkları adına toplu abone yapıldı. Ciltleri satın alındı. Dergi, Cumhuriyet gazetesiyle ve bazı dergilerle karşılıklı ilan anlaşması yaptı. 1980’lerin ikinci yarısında, sistemde liberalleşmenin araladığı kapı nedeniyle Öğretmen Dünyası daha da canlandı. 1986’da Abece dergisi kurularak ikinci bir meslek mücadelesi kapısı açıldı. Abece, 1988’de Eğitimciler Derneğinin kuruluşuna öncülük etti. 1990’da, yasanın boşluğundan yararlanılarak TÖS’ten sonra ilk Öğretmen Sendikası kuruldu. 1990’lar derginin de araştırma ve sormacalarla canlandığı bir dönemdir. Araştırmaları, birçok kez basın tarafından kullanıldı. Kampanyalar Öğretmen Dünyasının sayfalarında yansımayan hemen hiçbir öğretmen ve eğitim sorunu yoktur. Dergi, Türkiye’nin geçmiş eğitim ve öğretmen mücadelesinin deneyimlerinden de yararlanarak eğitimde aşınmaya karşı koydu ve geleceğin eğitim sistemi için önerilerini sıraladı. Sendikal bölünmenin öğretmenlerin demokratik ve özlük hakları için vereceği mücadeleyi zayıflatacağı kaygısıyla bütün öğretmenlerin tek bir çatı altında toplanmasını savundu. Siyasi partiler karşısında olduğu gibi öğretmen sendikaları karşısında da bağımsız bir tutum aldı. Eğitim sorunları konusunda ses getiren kampanyalar düzenledi. Eğitim ve öğretmen alanında araştırmalar yaparak birçok yanlış kanıyı düzeltti. Bu araştırmaların ve dosyaların başlıcaları şunlardır: Türkçeden beden eğitimine, müziğe ve felsefeye kadar her dersin öğretim sorunları ve yöntemleri, Köy Enstitüleri, okul kitaplıklarının durumu, okullarda tek tip giysi, öğretmenlerin ek işleri, öğretmenlerin siyasi eğilimleri, eğitim yöneticilerin siyasi kimliği, eğitimin kan kaybı, din eğitimi, okullarda beslenme, sınavlar, izcilik, en çok sevilen öğretmenler, eğitime emek verenler, hükümet ve parti programlarında eğitim, okullarda rüşvet, öğretmenevleri, ders kitapları, hastane okulları, 8 ve 12 yıllık kesintisiz eğitim, okullarda beslenme, ölçme ve değerlendirme, dersaneler, yaratıcı drama, eğitimde verimlilik, öğretmen-öğrenci ilişkileri, öğretmen-öğrenci aşkları, eğitimde şiddet, öğretmenler ve seçimler, köy okullarında eğitim, anadilinde eğitim, OHAL bölgesinde eğitim, yöneticilerini öğretmenlerin seçmesi, özürlülerin eğitimi, okul kantinleri, ders kitaplarının eleştirisi, Dergide düzenli olarak yer bulan konu başlıklarının belli başlıları ise, başyazı, ayın eğitim olayları (Ayın aynası), öğretmenin kitaplığı, nerede ne yapıyorlar, sendikalardan, bize gelen yayınlar, okuyucu mektupları, öğretmen kamuoyu, öğretmenlerden anılar, başka ülkelerde eğitim, makaleler… Dergi her sayısına öğretmen ve öğrencilerden şiir, öykü gibi sanat ürünlerini de koydu. 1994 cildini ölçü tutarsak bu ciltte irili ufaklı 450 yazı yer aldığına göre 40 ciltte yayımladığı yazı sayısı 18.000’i bulur. Yayımlanan toplam sayfa sayısı yaklaşık 23.000’dir. Derginin öncülük ettiği oluşumlar Yazı kurulunun iki üyesi meslekten atılınca, 1983’te onlara katılan 9 öğretmenle birlikte 11 kişilik bir yayın şirketi kuruldu. Kısa adı ANAŞ olan bu şirket ortak sayısını daha sonra 72’ye çıkardı ve 20 kadar kitap yayımladı. Öğretmen Dünyası da 1982’den başlayarak zaman zaman kitaplar yayımladı. Bunların sayısı 100’dür. 2016’dan sonra “Eğitim Mimarlarımız”ı anlatan 21 kitapçık yayımlanmıştır. 1995’te paralı eğitimi ve eğitimde özelleştirmeyi öngören 15. Millî Eğitim Şurası için bir “İzleme komitesi” oluşturdu. Bu oluşum daha sonra “Eğitim Hakkını Savunma Komitesi” adıyla genişletilip kalıcı hale getirildi. Kampanyaların bir kısmı bu komite eliyle yürütüldü. Hükümet yasal olmadığı gerekçesiyle komiteyi oluşturan dernek ve vakıfların yöneticilerini sorguya çekti ve cezalar verdi. Örgütleri zor durumda bırakmamak için bu oluşum dağıtılarak Ankara’daki kitle örgütlerini temsil eden 43 kişiyle 17 Nisan 2003’te Ulusal Eğitim Derneği kuruldu. İçişleri Bakanlığı dernek adındaki “Ulusal” sözcüğüne karşı çıkınca derneğin adı “Bağımsızlıkçı Aydınlanmacı Halkçı Eğitim Derneği”ne dönüştürüldü. “Ulusal” adı mahkeme kararıyla kazanılınca bu ada geri dönüldü. 1980’den 2010’a kadar 30 yıl bağımsız bir yayın kuruluşu olan Öğretmen Dünyası, 2010’da Ulusal Eğitim Derneği’nin iktisadi işletmesi haline getirildi. Dergi, Dernek ile aynı mekânda ve aynı kişiler tarafından yönetildi. 40 yıl boyunca dört adres değiştiren Öğretmen Dünyası’nın kurumsallaştırdığı faaliyetlerden biri de her hafta dergi merkezinde düzenlenen Cumartesi Söyleşileri (Konferansları)’dır. Kuruluş yıllarında zaman zaman yapılan çeşitli panel ve konferanslar 1987’de düzenli hale geldi. Bazen konferans, bazen panel biçiminde düzenlenen bu etkinliklerde şimdiye kadar yüzlerce aydın konuştu ve izleyiciler onlarla tartıştı. Bunların sayısı yalnız 2010’da 41 kişi idi. Düzeli konferansların başladığı 1987’den beri 32 yılda bu konuşmacıların sayısı 1200’den az değildir. Satış rakamları Öğretmen Dünyası, ilk sayısını 5 bin sayı basmıştı. Birkaç ay sonra bu rakam 3 binde istikrar kazandı. Fakat 12 Eylül’ün baskıcı koşullarında sayı 600’e kadar düştü. Dergiyi yaşatmak için okur ve yazarları arasında düzenli bağış düzenine geçildi. 1988’den sonra baskı sayısı tedrici olarak artmaya başladı ve 2 bin-3 bin’e çıktı. Emre Kongar’ın Kültür Bakanlığı müsteşarlığı döneminde bütün halk kütüphaneleri abone yapıldığından baskı sayısı da 4.100’ü buldu. Kültür Bakanı Ahmet Kahraman döneminde Bakanlığın aldığı sayı sıfıra indi. Dergi, gene aboneleriyle yaşamayı başardı. Son bir yıldır Kültür Bakanlığı son yıllarda aldığı 100 dergiyi almaya son verdi. Abone sayısı gene birkaç yüze indi ve gelirleri giderlerine yetmez oldu. Kimler Geldi, kimler geçti? 40 yılın kabataslak bir dökümünü yapmak bile zordur. Yazı Kurulu üyelerinden Aydın Karataş’ın derginin son sayısında yayımlanan araştırmasına göre, 40 yıl içinde 7 kişi hem sahip hem yazıişleri müdürlüğü yaptı. 9 kişi Yazı İşleri sorumlusu oldu, 34 kişi danışma kurulunda görev aldı. 88 kişi Yazı (Yayın) Kurulu üyesi oldu. Bunların görev yaptıkları süreler 1 aydan 313 aya kadar değişmektedir. 9 kişi dergi sekreteri olarak çalıştı. Taşrada dergi temsilcisi olarak görev alan emekli ve çalışan öğretmenlerin sayısı ise yüzlerle ifade edilebilir. 1998’den sonra bunların 27’si “Örnek temsilci” seçilerek onurlandırıldı. Derginin öncülüğünde bir araya gelen eğitim kuruluşları, 1993’ten başlayarak her yıl eğitime önemli hizmetlerde bulunmuş kişilerden birini “Eğitim Onur Ödülü”ne değer gördü. Bunu Eğitim Hakkını Savunma Komitesi, daha sonra da Ulusal Eğitim Derneği sürdürdü. Dergi, her yılın sonunda o yılki sayılarını ciltletti ve her birine o ciltte yer alan yazı ve yazarlarının listesini koydu. Geçtiğimiz yıllarda bir şirket derginin bütün sayılarını dijital ortama aktardı ise de şirketin kapanmasından ötürü araştırıcıların dijital ortamda dergiye ulaşmaları mümkün değil. Dergi adına açılan internet sitesi ise istenilen işlerliğe kavuşamadı. Öğretmen İmecesi Dergi 1984’ten başlayarak kuruluş yıldönümlerinde kokteyl, yemek gibi etkinlikler düzenledi. Bunlardan ikisine bakan Avni Akyol ve Hasan Celal Güzel de katıldı. Bazı kutlamalarda katılımcıların sayısı 700’ü buldu ve bunlar salonlara sığmadı. Usul, gelenlerin kokteyl malzemelerini yanında getirmesi idi. Dergi için yapılan diğer çabalar gibi, kokteyller de bir öğretmen imecesi idi. 1980’de halkçı eğitim mücadelesine gönül vermiş bir grup öğretmen, çeşitli zorluklar karşında direnerek, kendilerini ve kadrolarını yenileyerek, eğitimci aydınlardan destek alarak, geçmiş öğretmen mücadelelerinden aldıkları mirası 40 yıl sürdürdüler ve onu yeni kuşaklara emanet ettiler…

  • İnce Zamanlar

    * İNCE ZAMANLAR Emine Erbaş / ŞİİR Hayal Yayınları Şubat 2019 Kadıköy / İstanbul * ... Kim kime yazılır, ne neye benzer, Bilinse bilinmese ne "Öğleden Sonra Aşk" eski bir film adı Bana eski cumhuriyetlere klonlanmış Kadınları anımsattı. ... Bir zamanlar bütün kadınlar Audrey Hepburn'e benzerdi O kadınları hala çok özlüyorum ben Bilirlerdi aşkın ve acının tadını Elele tutuşmanın, yanyana yürümenin sokaklarda Ağlamayı gülmeyi de bilirlerdi ve sonra ölmeyi sevdikleri uğruna Hayata sevmek ve ölmek için gelmişlerdi sanki... O kadınlar ki, o kadınlar ... Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'e benzerdi. ... *Kitaptan alıntı

  • UYANDIK

    İlkin kuşlar varken gökyüzünde kimsesizlik denen fukaralık yoktu gülüşlerimizle ısınan evlerimizde sabah rengindeydi düşlerimiz ezgileri aynıydı türkülerimizin ekmek aynı topraklardaki başaklardan sofralardaki su aynı çeşmedendi kara kışta kapanırdı kilitsiz kapılarımız mayından beter sınırlar yoktu nefret, sahipsiz bir kötülüktü mülkiyet yokken, bayrak yokken bayramları bitimsiz sokakların çığlığında uyandık birden, çıplak bir gün ortasında kana bezendi kardelenler açan dağlar ceylan sessizliğinde arkadan vurulan güvercin ormanların, nehirlerin şah damarıydı Ahparig! zeytin dalı hala elinde Fırat, Dicle, Kızılırmak, Meriç, Menderes ve tüm ezgili nehir boylarında senin sevdiğin çiçekler bitecek

  • MUAMMER SUN'u da Yitirdik

    MUAMMER SUN’U AĞLATAN KONUŞMA / Zeki Sarıhan EĞİTİMCİ, BESTECİ Muammer Sun 16 Ocak 2021'de 89 yaşında aramızdan ayrıldı. Türkiye'nin müzik politikasında 60'lı ve 70'li yıllarda etkili olmuş bir isimdir. Ankara Radyosu Çoksesli Korosunu ve TRT Müzik Dairesinin kurucusudur. Türkiye'de 166 çocuk ve gençlik korosu kurmuştur- * Müzik eğitimcilerimizin önde gelen ustalarından Profesör Muammer Sun’u 89 yaşında kaybettik. Başta müzik eğitimcilerimiz olmak üzere halkımızın başı sağ olsun. Yetkiyle kullanabileceğim bir alan olmadığı için onun müzik anlayışı üzerinde yazacak değilim. Şu kadarını söylemem mümkün ki, onun müzikteki anlayışının “Türk kalarak çağdaşlaşmak” sözü, kültür ve sanat hayatımız alanında hepimiz için bir kılavuz niteliğindedir. Muammer Sun’la ilk karşılaşmamız, 1968’de Gazi Eğitim Enstitüsünde oldu. O müzik bölümünde öğretmen, bense Türkçe bölümünün ikinci sınıf öğrencisiydim. ÖĞRETMENLER KURULUNDAKİ KONUŞMAM 1968 yılı Kasımında Okulumuzun özerkliği başta olmak üzere bazı isteklerimiz için 17 gün süren zorlu bir boykot yaptık. Okul idaresiyle öğrencilerin arası oldukça gergindi. Hükümetin şimdi tepeden atanmış rektöre karşı gösteriler yapan Boğaziçi öğrencilerine hangi gözle bakıyorsa Bakanlık ve okul idaresi bize o gözle bakıyordu. Bir gün öğretmenler kurulu toplanarak bu boykotu ele aldı. Öğretmenlerimizin çoğunluğu bizi anlıyor ve isteklerimizi haklı buluyordu. Bunlar öğrencileri temsilen bir kişinin kurula gelerek isteklerimizi anlatmasını istemiş. Gerçi biz isteklerimizi açıklamış ve öğretmenlere de ulaştırmıştık ama bir de bizi dinlemek istiyorlarmış. Ben o tarihte 11 bölümden seçilmiş birer öğrencinin bulunduğu Boykot Komitesinin sözcüsüydüm. Okulun içinde bulunan dernek odasına bu haber gelince hemen toparlandım, ikinci katta bulunan öğretmenlerin toplandığı salona girdim. Salonda çıt çıkmıyordu. Kapıdan kürsüye kadar uzanan yer halısının üzerinden iki taraftaki öğretmenlerin meraklı bakışları altında yürüyerek kürsüye ulaştım. “Sevgili öğretmenlerim” diye söze başladım. Günlerdir neden direndiğimizi anlattım. İsteklerimizi tane tane sıraladım ve bunları öğretmenlerimiz için de istediklerimizi söyledim. Sonra aynı ağırbaşlılıkla aralarından geçerek salondan çıktım. GÖZYAŞLARINA HÂKİM OLAMAMIŞ! Bu konuşma, gönlü öğrencilerden yana olan öğretmenler arasında büyük bir rahatlama yaratmış olduğunu birkaç saat sonra derneğe gelen öğretmenlerimizden biri beni candan kutlayarak dile getirdi. “Öğrencilerin burada ne işi var. Onlar konuşursa biz burayı terk ederiz” diyen öğretmenlere karşı kendilerini mahcup etmemiş olduğum anlaşılıyordu. Lise ve öğretmen okulu mezunlarının devam ettiği Gazi Eğitim öğrencilerinin Eğitim Bölümünde okuyanlar dışında hemen hepsi benden gençti. Ben hem ilkokula üç yıl geç başladığım, hem de üç yıl köy öğretmenliği yaptıktan sonra Gazi Eğitim’e kaydolduğum için 24 yaşındaydım, hem de “İleri Köy Peşinde (Fatsa 1965-1968) ” kitabımda anlattığım toplumsal mücadelenin bana vermiş olduğu sorumluluk duygularını taşıyordum. Daha genç ve deneyimsiz bir arkadaş öğretmenler kurulunda konuşsaydı belki aynı üslubu tutturamayabilirdi. Öğrenci temsilcisini kurula çağırarak isteklerini ondan dinlemeyi öneren öğretmelerimizin böyle bir kaygısı olduğu anlaşılıyor. Onların umutlarını boşa çıkarmadığım için ne kadar gurur duysam azdı! Bu konuşma Muammer Sun’u ağlatmış! Bunu daha sonraki yıllar kendi ağzından birçok duyduk. Üstelik bu olayı hatırladıkça gene gözünün nemlenişini gizleyemiyordu. ONU MUAMMER SUN YAPAN İNANÇ Sevgili öğretmenimiz, derinden bağlı olduğu halkının müziğini nasıl okul müziğine uyarlıyorsa, halk çocuklarının demokratik istekleri karşısında da aynı duyguyu taşıyordu. O günkü ve sonradan her hatırladığında gözlerinin yaşarması halkçılığının bir sonucudur. Ulusal Eğitim Derneği, her yıl bir eğitimciyi yılın eğitimcisi seçiyordu. 2012’den başlayarak birkaç arkadaş ödüle onu aday gösterdik. Koskoca ülkemizde eğitim hayatımızda olumlu izler bırakan o kadar çok eğitimci vardı ki onun seçici kuruldan en çok oyu alması 2017’yi buldu. Artık dernekte yönetici görevim yoktu. Fakat tören sonunda kendisine sunulacak çiçeği benim vermemi dernek başkanından istediysem de onun telaşına gelmiş olmalı, yapamadık! Fakat akşam bu vesileyle verilen kalabalık yemekte aynı masadaydık. Ona kendisiyle ilgili merak ettiğim sorular sordum ve sosyalist olduğunu kendi ağzından işittim. Onu Muammer Sun yapanın ne olduğu daha iyi anlaşılmıyor mu? (17 Ocak 2021)

  • Nazım Hikmet'ten kardeşi Samiye’ye Mektuplar

    Aziz Nesin’in dediği gibi, dünyanın en iyi tanıdığı üç Türk’ten biri olan, Edebiyatımızın en büyük isimlerinden Nazım Hikmet’in yaşamının büyük kısmı takipler, soruşturmalar, asılsız suçlamalarla geçer. Bu suçlamalar nedeniyle 1933-1934 ve 1938-1950 yılları arasında tam 13 yılını hapiste geçirir. 1928 yılında çıkan genel af ile Moskova’dan Türkiye’ye dönüş yapan Nazım Hikmet, Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. Bir sinemada müdürlük yapan babasının da yardımıyla kıt kanaat geçinmeye çalışırlar. Ancak 1932 yılında Nazım Hikmet’in babasının beklenmedik ölümü ile Nazımların ucu başına zor denk gelen geçimleri daha da zorlaşır. Bu nedenle tutumlu olmaları, ele güne karşı küçük düşmemeleri gerekir. “Düşman kazanmak hüner değildir. Kazandığın düşmana bir saniyecik bile boynun eğri olmayacak, ipin ucu onların eline geçti mi, ilmiğini boynunda bil.” der, Nazım o günlerde. Oturdukları evden ayrılıp arazisi olan bir ev tutamaya karar verirler Hayvan besleyip, sebze yetiştirerek, aralarında iş bölümü yapacak, her birinin de üretkenliği olacaktır. Nazım, kız kardeşinin kocası Seyda’ya bir mektup yollayarak onu da yanlarına çağırır. Mektupta şöyle der: “Evladım Seyda; vaziyet malum. Bu vaziyet dahilinde her birimizin azami maddi, manevi fedakarlıklar yapmamız, maddi ve manevi sıkıntılara katlanmamız lazım. Artık bizim için bir zaman eğlence filan yasak. Bir papelin yüz papel kadar ehemmiyeti var kardeşim… Şefkati bize geldi. Sana burada 120 lira maaşla bir iş bulmuş. Bu hususta sana da yazacaktı. Zaten askerliğin yakın. Binaenaleyh buraya gelirsen çok iyi olur… Âzami tasarruf yapmaya mecburuz kardeşim…” Aradıkları evi Erenköy’de bulurlar. Mithat Paşa’ya ait olan bu köşkün on dört dönüm arazisi vardır. Tam Nazım’ın arzuladığı nitelikte kirası da ucuzdur, sadece 50 lira… Göz alabildiğince uzanan yemyeşil bir alandaki parsellenmiş arazinin bir bölümü çamlık, diğer bölümü bağ ve sebzeliktir. Yedi odalı olan köşk ise gayet kullanışlıdır… Hemen kiralayıp odaları paylaşırlar. Altı yedi kişilerdir, Piraye de yanlarındadır. Henüz Nazım’la evli değillerdir ama evleneceklerdir. Eli kolu sıvayıp işe girişirler Önce hep birlikte köşkü temizleyip bahçeye çeki düzen verirler. Ağaçların tümünü ilaçlarlar. Aralarında iş bölümü yaparlar. Mevcut paralarını ortaya koyup, ortaklaşa bir bütçe hazırlarlar. Giderler tek elden ve buradan yapılacaktır. İki koyun, otuz-kırk kadar tavuk satın alırlar. Sağılır inek de almaya karar verirler, bunların sayısını giderayak çoğaltacaklardır. Dam ve kümes tamamlanır. Uygun parsellere sebze fideleri dikilir. Asmalar yeniden elden geçirilir… Arzulu bir uğraş başlar. Gündüz çalışılır, geceleri çardağın altında fikir, sanat tartışmaları düzenlenir. Gökyüzü ışıklı, hava ılıktır. Çam, çimen, toprak kokusuyla dolu uçsuz bucaksız bir ormanın içinde gibidir… Ne yazık ki üretime dayalı bu mutlu yaşam uzun sürmez. Bir gün polisler çıkagelir bağa. Her yanı didik didik ararlar, “Kolhoz kurdunuz değil mi” diyerek. Nazım’ı alıp götürürler. 1932 yılının son aylarına rastlayan tutuklamalar başlar. Nazım’la birlikte birçok kişi tutuklanır. Tutuklama nedeni; İstanbul’un caddelere bakan bazı duvarlarına yapıştırılan ihtilal bildirileridir. Bu arada bazı iş yerlerinde de Nazım’ın eserleri ele geçmiştir. Oysa o sıralarda Nazım’ın kitapları serbest satılmaktadır ve hiçbir eseri için herhangi bir tutuklama kararı yoktur… Bu tutuklamalar üstüne Nazım’ın düşmanları saflarını sıklaştırırlar. Mahkeme kararlarını etkileyebilmek için kalemlerinin uçlarını yalan, dolan ve iftiranın kara mürekkebine daldırıp daldırıp çıkarırlar. İsimsiz, imzasız bildiriler dağıtırlar. Nazımların idamını isterler. Bu tutukluluk günlerinde Nazım’ın kardeşi Samiye’ye İstanbul ve Bursa hapishanesinden yolladığı mektuplar mahkemenin gidişatını, istenilen ve verilen cezayı; şairin özel durumunu tüm çıplaklığıyla yansıtır. İşte o mektuplardan birkaçı… “Samuşum, Bu ayın 27’sinde mahkememiz başlıyor. Müstantik bey (sorgu hakimi) de kararnamesinde benim idam meselesini ileri sürüyor. Fakat kararnameyi çürütmek mahkemede güç olmayacak sanırım. Çünkü hiç alakadar olmadığım, bana ait olmayan suçlarla itham olunuyorum. Bu hususta Piraye’ye ayrıntılı bilgi verdim, ondan sorabilirsin. Şevket Süreyya ile Süreyya Paşa’yı, Karl Marks’ın eserleriyle benim üslubumu birbirine karıştırmışlar! Fikir hareketleri mecmualarını aldım. Teşekkürler… Nazım” “Samiyem, Bursa’ya geleli bir hafta oluyor. Rahatım iyicedir. Burası bir hayli rutubetli olmasına rağmen çok şükür siyatik ağrılarım fazlalaşmadı. Bizim mahkeme için Bursa sorgu hakimliği de İstanbul’daki gibi adem-i selahiyet (yetkisizlik) kararı verdi. Şimdi mahkememizin İstanbul’da mı yoksa Bursa’da mı olacağına Temyiz Mahkemesi karar verecek. Tekrar İstanbul’a gelmemiz ihtimali var demektir. Ağabeyin Nazım Hikmet” 7 Haziran 1933 “Samuşçuğum, Bugün ikinci mahkemeden geldim. İki gündür sabahlı akşamlı mahkeme devam ediyor. Açıkça kanaatimi söylememi istersen, ben mahkemenin gidişatından hiç memnun değilim. Ömrümde bu kadar kanunsuz koşullar içinde cereyan eden bir mahkeme görmedim. Hani bu böyle giderse encamımız hayrola… Avukat cumartesi günü geliyor ve cumartesi günkü mahkememize çıkacak. Herhalde on beş yirmi güne kadar mahkeme bitecek… Bak mesela zabıt tutulmuyor, gıyapta şahit dinleniyor, hatta mahkemenin gizli olması talebini bile ne savcılık resmen bizim önümüzde istedi, ne de bu hususta bizim fikrimiz soruldu. Daha neler de neler…… Ağabeyin Nazım Hikmet” 28 İkinci Teşrin (Kasım) “Biricik kardeşim, Dün müdafaaya gittik. İrfan Emin de bulundu. Güzel bir müdafaa yaptı. Karar ayın 31’ine yani Çarşamba gününe kaldı. Çarşamba günü dananın kuyruğu kopuyor demektir. Savcı cezamın dört seneden itibaren verilmesini istedi. İdam talebinin bu suretle yersizliği meydana çıkmış oldu. Hem bu seferki iddianamede vaktiyle aleyhimde delil olarak ileri sürülmüş olan şeylerin birçoklarının çürüklüğü meydana çıktığından işim çok hafifledi. Masumluğum ve suçsuzluğum ortaya çıkıyor. Biz müdafaada gayet haklı olarak beraatımızı istedik. Beraat eder, çarşamba günü, tam bu mektubu yazdığımdan 5 gün sonra hürriyetime kavuşurum inşallah… Ağabeyin Nazım “Canım Kardeşim, Sana bu mektubu Bursa’dan yazıyorum yine. Fakat bu sefer demir parmaklıkların ardından değil, hudutsuz masmavi bir gök altında. Eve telefon etmişsin, bana telefon etsin demişsin. Fakat metelik olmadığı için telefon edemedim. Mektup yazmak için yine Bursa’ya gelmeyi ve kararı öğrenip sana öyle yazmayı istedim. Lakin maalesef karar yarın veriliyor. Sanırsam dört seneyi tasdik edecekler, işte o kadar… Hepinizi öyle göresim geldi ki hasret tak etti cana artık… Nazım”

  • Varış

    Korkulara asılı kalma kopar inceldiği yerden Dermansız kalan gönlünü umutla besle derinden kendine güven. Rüzgar eşlik etsin sadece yolculukların en güzeline varacağın yere tek kapı var açılan inceden kendi yüreğine Nurdan Aladağ (17 Eylül 2020)

  • AKSAK KURBAĞA

    ya da ZiNCiRE VURULMUŞ SEKiZ ORANGUTAN * Bu kral kadar şakaya ve şaklabanlığa düşkün birini ömrümde görmedim. Sanki şaka için gelmişti dünyaya. Eğlenceli ve güzel bir hikayeyi iyi anlatmak gözüne girmenin en birinci yoluydu. Bu yüzden, yedi nazırının yedisi de şakacılıklarıyla nam salmış kişilerden seçilmişti. Eşi benzeri olmayan birer şaklaban olmalarından başka, bu nazırların hiçbiri, iri yarı, şişman birer yağ tulumu olmakta kraldan geri kalmıyordu. İnsanların şaka yapa yapa mı şişmanladıklarını, yoksa yağda mı şakacılığa yol açan bir şey olduğunu bir türlü çözemedim, ama cılız bir şakacının yeryüzündeki en nadir bulunan tür olduğu kesin. Kral, nüktelerin inceliğini, kendi deyişiyle “ruhunu” pek önemsemezdi. O, daha çok yapılan şaklabanlığın aşırı matrak olmasından hoşlanırdı, matrak olsun da, varsın uzun olsundu, gıkını çıkarmadan katlanırdı. Aşırı ince şakalar canını sıkardı. Rabelais’nin Gargantua’sını, Voltaire’in Zadig’ine yeğlerdi: Genel olarak eşek şakaları onun zevkine sözlü şakalardan daha uygundu. Bu hikayenin geçtiği zamanda saraylarda profesyonel soytarıların bulundurulması adeti tamamen terk edilmemişti. Kıta Avrupa’sının belli başlı hükümranları, alacalı bulacalı giysiler giyen, başlarında çıngıraklı külahları bulunan ve kralın sofrasından dökülecek birkaç kırıntı uğruna her an nükte yapması, bir cevher yumurtlaması beklenen ‘soytarılarını’ yanlarında tutmaya devam ediyorlardı hala. Pek tabii ki bizim kralın da soytarısı vardı. Bilge yedi nazırının -kendisini söylemeye ne hacet- ağırbaşlı bilgeliklerini dengeleyecek çılgınca bir şeye gereksinmesi vardı. Kralın maskarası, ya da profesyonel soytarısı, pek öyle sıradan bir soytarı değildi. Cüce ve topal olması değerini kralın gözünde üç katına çıkarıyordu. O günlerde saraylarda soytarılar kadar çok cüce vardı; güldürecek bir soytarı ve gülünecek bir cüce olmaksızın çoğu hükümdar vakit geçirmekte zorlanırdı- günler sarayda, başka yerlerde olduğundan daha uzundur zira. Daha önce de dediğim gibi, nüktedan insanların yüzde doksan dokuzu şişman, yusyuvarlak ve hantaldır; bu yüzden, Aksak Kurbağa’nın (soytarının adı böyleydi) şahsında bu üç değerli özelliği bir arada bulduğu için kral bayağı böbürleniyordu. “Aksak Kurbağa” adı cüceye pek tabii ki vaftiz anası veya babası tarafından verilmiş değildi; diğer insanlar gibi yürüyememesi nedeniyle bu adı ona yedi nazır oybirliğiyle vermişti. Gerçekten de, Aksak Kurbağa’nın -sıçramakla kıvranmak arası-seke seke öyle bir yürüyüşü vardı ki, kralda sonsuz bir gülme isteği uyandırıyor ve onu çok eğlendiriyordu, çünkü şiş göbeğine ve alnındaki yumruya rağmen, kral saraydaki herkesin gözünde çok yakışıklı biriydi. Aksak Kurbağa, bacaklarının çarpıklığı nedeniyle yolda düzde güçlükle ve büyük acılar çekerek yürürken, iş ipe, ağaca ya da başka bir yere tırmanmaya geldi mi, doğanın, sanki bacaklarındaki eksikliği telafi etmek için kollarına verdiği muazzam kuvvet sayesinde şaşırtıcı bir maharet sergiliyordu. Bu gösterileri sunarken kurbağadan çok bir sincabı ya da bir maymunu andırıyordu. Aksak Kurbağa’nın memleketini tam olarak söyleyemeyeceğim, ama kralımızın sarayından çok uzakta, kimsenin adını duymadığı barbar bir bölgeden olduğu kesindi. Aksak Kurbağa ile ondan birkaç parmak daha boylu, son derece mütenasip vücudu ve mükemmel dans eden bir kız, kralın muzaffer generallerinden biri tarafından, birbirine sınırdaş eyaletlerdeki evlerinden zorla alınıp armağan olarak krala gönderilmişlerdi. Bu koşullar altında, iki küçük tutsak arasında bir yakınlığın doğmuş olmasına şaşmamak gerek. Gerçekte, bu ikisi kısa sürede canciğer dost oldular. Epeyce eğlence konusu olmasına karşın, pek o kadar sevilmeyen Aksak Kurbağa’nın Trippetta’ya fazlaca bir yardımı dokunmazken, kız (cüce olmasına karşın) zarafeti ve olağanüstü güzelliği sayesinde herkes tarafından beğeniliyor ve seviliyordu; bu yüzden sarayda büyük bir nüfuza sahipti ve ne zaman gerekse onu Aksak Kurbağa lehine kullanmaktan geri durmuyordu. Ciddi bir vesileyle -ne olduğunu unuttum- kral bir maskeli balo düzenlenmesine karar verdi; bizim sarayda ne zaman bir maskeli baloya da bu türden bir eğlence düzenlenecek olsa, mutlaka Aksak Kurbağa’yla Trippetta’nın yeteneklerine ihtiyaç duyulurdu. Özellikle Aksak Kurbağa gösteri düzenlemekte, yeni tipler yaratmakta, maskeli balo için giysiler tasarlamakta öylesine yaratıcıydı ki, onun yardımı olmaksızın sanki hiçbir şey yapılamazdı. Kararlaştırılan şenlik gecesi gelip çattı. Görkemli bir salon, Trippetta’nın gözetimi altında, bir maskeli baloya renk ve parlaklık katabileceği düşünülen her şeyle donatıldı. Bütün saray heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Hangi kılığa girileceği, ne giyileceği konusunda herkesin kararını vermiş olduğu düşünülebilirdi. Çoğu kimse gerçektende bir hafta, hatta bir ay öncesinden kararını vermişti. Kralla yedi nazırı dışında kararsız kimse yoktu. Neden kararsızdılar, hiç bilmiyorum; belki de şaka olsun diyeydi bu kararsızlıkları. Ya da, daha büyük bir ihtimalle, fazla şişman olduklarından bir türlü karar veremiyorlardı. Her neyse. Zaman su gibi akıp geçti, kralla nazırları son çare olarak Trippetta’yla Aksak Kurbağa’yı çağırttılar. İki minik arkadaş kralın çağrısına uyup huzura çıktıklarında, kralın kabinenin yedi üyesiyle birlikte oturmuş şarap içmekte olduğunu gördüler; ama hükümdarın pek keyfi yerinde görünmüyordu. Hükümdar Aksak Kurbağa’nın şarap sevmediğini biliyordu, çünkü şarap zavallı sakatın neredeyse aklını başından alıyordu; buysa pek hoş bir duygu değildi. Ama kral eşek şakası yapmaya bayılırdı, Aksak Kurbağa’yı içmeye ve (kralın kendi deyişiyle) “neşeli” olmaya zorlamaktan pek hoşlanırdı. “Gel buraya, Aksak Kurbağa,” dedi kral, soytarıyla dostu içeri girerken, “şu silme dolu kadehi, uzaklardaki dostlarının [burada Aksak Kurbağa içini çekti] şerefine dik bakalım kafaya, sonra da yaratıcılığından istifade ettir bizi. Yeni kılıklara girmek istiyoruz -yepyeni, hiç görülmemiş kılıklara. Hep aynı olmaktan bıktık usandık. Gel de iç şunu! Şarap zihnini açar.” Aksak Kurbağa kralın takılmalarına her zamanki gibi bir şakayla karşılık vermeye çalıştıysa da beceremedi. O gün zavallı cücenin doğum günüydü, ‘uzaklardaki dostların’ şerefine içme emri gözüne yaşların hücum etmesine neden olmuştu. Zalim kralın elinden kadehi tevazu ile alırken acı gözyaşları damladı kadehin içine. Cüce isteksizce bardağı boşaltırken “Ha! ha! ha!” diye gürültülü bir kahkaha koyuverdi kral. “Gör bak ne mucizeler yaratıyor bir bardak şarap! Daha şimdiden gözlerin parlamaya başladı.” Zavallı adam! İri gözleri parlamaktan çok çakmak çakmak olmuştu, zira şarap hemen başına vurmuştu. Kadehi sinirli bir tavırla masanın üzerine bıraktı ve salondaki insanlara yarı çılgın gözlerle bakmaya başladı. Kralın “şakası” herkesi mest etmişti. Çok şişman biri olan baş nazır, “Hadi bakalım,” dedi, “şimdi iş başına!” “Evet,” dedi kral. “Hadi bakalım, Aksak Kurbağa, bize yardım et. Yeni kılıklara ihtiyacımız var -hepimizin-ha! ha! ha!” Bu sözlerle ciddi ciddi şaka yapmayı amaçladığından kahkahaınadiğer yedisi de katıldı. Zayıf bir sesle ve biraz ifadesiz olmakla birlikte Aksak Kurbağa da güldü. “Hadisene,” dedi kral sabırsızlıkla, “bize hiçbir öneride bulunmayacak mısın?” “Yeni bir şey düşünmeye çalışıyorum,” diye karşılık verdi cüce dalgın bir tavırla, çünkü şarap başını döndürmüştü. “Çalışıyor musun?” diye hiddetle bağırdı zorba kral, “Bununla ne demek istiyorsun? Ha, anladım. Senin canın sıkkın, biraz daha şarap istiyorsun. Al, iç şunu!” Kral böyle diyerek ağzına kadar doldurduğu bir kadehi uzattı sakat adama. Cüce soluk almakta zorlanarak kadehe bakakaldı. “İç, diyorum!” diye bağırdı acımasız yaratık, “yoksa seni…” Cüce tereddüt geçiriyordu. Kral öfkeden mosmor kesildi. Saraylılar yılışık yılışık sırıttılar. Trippetta’nın benzi ölü gibi sarardı. Kralın tahtına yaklaşıp yere kapanarak arkadaşını bağışlaması için yalvardı. Böyle bir cürete şaştığı yüzünden açıkça okunan zorba kral bir süre kızı hayretle süzdü. Ne yapacağını, ne diyeceğini -kızgınlığını nasıl ifade edeceğini-bilemiyor gibiydi. Sonra, tek kelime etmeden kızı şiddetle itip kendinden uzaklaştırdı ve elindeki ağzına kadar dolu kadehin içindeki şarabı yüzüne fırlattı. Zavallı kızcağız iç çekmeye bile cesaret edemeden kalktı, masanın uzak ucundaki eski yerini aldı. Ortalığa yarım dakika kadar bir ölüm sessizliği çöktü, öyle ki, bu esnada bir yaprak ya da bir tüy düşecek olsa sesi duyulurdu. Bu sessizliği, salonun dört bir köşesinden geliyor hissini veren ağır, boğuk ve uzun süre devam eden bir tür gıcırtı bozdu. Öfkeyle cüceye dönen kral, “Neden yapıyorsun bunu ha, neden yapıyorsun?” diye sordu. Beriki epeyce ayılmışa benziyordu, sükunetle, gözlerini kırpmadan zorba kralın yüzüne bakarak sadece “Ben mi?” dedi, “bu sesi çıkaran nasıl ben olabilirim?” “Ses galiba dışarıdan geldi,” diye araya girdi saraylılardan biri, “sanırım penceredeki papağan kafes tellerinde gagasını biliyordu.” “Galiba öyle,” dedi kral, bunu duymaktan epeyce rahatlamış gibi, “bana, şu serseri dişlerini gıcırdatıyormuş gibi geldi bir an.” Bunun üzerine, cüce çirkin görünüşlü, kazma dişlerini göstererek güldü (şakaya aşırı düşkünlüğü herkesçe bilinen biri olarak kralın gülünmesine bir diyeceği yakın). Bundan başka, kralın istediği kadar şarap içmeye hazır olduğunu söyledi. Hükümdar yatışmıştı; cüce ağzına kadar dolu bir kadehi daha, sanki üzerinde hiçbir etkisi olmuyormuş gibi kafasına diktikten sonra, maskeli balo hakkındaki tasarılarını anlatmaya girişti hararetle. “Nerden aklıma geldi bilmiyorum ama,” dedi cüce, ömrünce ağzına bir yudum şarap koymamış birinin sükunetiyle, “Majesteleri küçük kıza vurup yüzüne şarap fırlattıktan hemen sonra -Majestelerinin bunu yap­masından hemen sonra- dıışarıdan papağanın çıkardığı o tuhaf ses gelirken, aklıma müthiş bir oyun geldi. Bizim memleketin oyunlarından biri, maskeli balolarda sık sık oynadığımız bir oyun, ama burası için yepyeni bir şey olacak. Ne yazık ki bunun için sekiz kişi gerekiyor ve … “ “Biz de sekiz kişiyiz ya!” diye haykırdı kral, rastlantıyı fark etmekte gösterdiği zeyreklikten mutlu kahkahayı basarken, “ben ve yedi nazırım. Anlat bakalım nasıl bir oyunmuış bu.” “Biz ona Zincire Vurulmuş Sekiz Orangutan deriz,” diye yanıt verdi cüce, “iyi oynanırsa hakikaten çok mükemmel bir oyundur.” “Biz bunu oynarız,” dedi kral, yerinde dikelip gök kapaklarını aşağı indirerek.” “Oyunun güzelliği,” diye devam etti Aksak Kurbağa, “kadınlarda yarattığı korku da yatıyor.” “Harika!” diye kükrediler hep bir ağızdan hükümdarla yedi nazırı. “Sizleri orangutan kılığına sokacağım,” diye sözlerini sürdürdü cüce, “bu işi siz bana bırakın. Benzerlik öylesine müthiş olacak ki, balodakiler sizi gerçek hayvan sanacaklar ve, doğal olarak, şaşırdıkları kadar korkacaklar da.” “Muhteşem!” diye haykırdı kral. “Seni adam edeceğim Aksak Kurbağa.” “Zincirlerden maksat, şangırtılarıyla kargaşayı artırmaktır. Bakıcınızın elinden küçük bir farkla kurtulmuş olacaksınız. Herkesin sahici zannettiği, birbirine zincirlenmiş sekiz orangutanın bir maskeli baloda kalabalığın arasına dalmasının ve o zarif, şık kostümlü kadınların, erkeklerin arasında vahşi çığlıklar atarak sağa sola atılmasının yaratacağı etkiyi Majesteleri dünyada tahmin edemezler. Görülmedik bir karşıtlık ortaya çıkacaktır.” “Öyle de olacak,” dedi kral; ve Aksak Kurbağa’nın tasarısını hayata geçirmek için konsey alelacele -çünkü vakit geç olmuştu- dağıldı. Aksak Kurbağa’nın kralla nazırlarını orangutan kılığına sokma tarzı oldukça basitti, ama amacına yeterince hizmet ediyordu. Bu hikayenin geçtiği dönemde söz konusu hayvanlar, uygar dünyanın herhangi bir yerinde pek sık görülmüş değildi; ve cücenin yaptığı taklitler yeterince hayvanı andırıp, fazlasıyla da korkunç olduğundan hakiki sanılacakları kesindi. Kralla nazırları ilkin sıkı sıkıya vücutlarına yapışan gömlek ve donIarın içine tıkıldılar. Sonra, iyice katrana bulandılar. İşlemin bu aşamasında aralarından birisi üstlerine kuş tüyü yapıştırılmasını önerdi, ama orangutan gibi bir hayvanın kıllarının görsel açıdan en iyi keten lifiyle taklit edilebileceğine onları çabucak ikna eden cüce bu fikri reddetti. Bu fikir gereğince katranın üzerine kalın bir tabaka halinde keten lifi yapıştırıldı. Bundan sonra uzun bir zincir bulundu. Zincirin bir ucu kralın beline dolanıp bağlandı, sonra nazırlardan birinin beline, ardından bir diğerine, derken sonuncu nazıra kadar hepsi böyle bağlandılar. Zincire bağlama işi tamamlandığında grup mümkün olduğunca birbirinden uzak durarak bir halka oluşturdu; Aksak Kurbağa, her şeyin doğal görünmesi için zincirin geri kalanını, o günlerde Borneo’da şempanze veya daha büyük cins maymunlar yakalayan avcıların yaptığı gibi, birbiriyle dik açı yapacak şekilde halkanın içinden iki defa geçirdi. Maskeli balonun yapılacağı büyük salon, tavanı çok yüksek daire şeklinde bir odaydı ve gün ışığını tavandaki tek pencereden alıyordu. Geceleriyse (ki burası daha çok geceleri kullanılmak üzere tasarlanmıştı) dam penceresinin ortasından aşağı sarkıtılan bir zincirin ucunda asılı olan ve her zamanki gibi bir karşı ağırlıkla yükseltilip alçaltılan büyük bir avizeyle aydınlatılıyordu. Ama görünümü çirkinleştirmemesi için bu karşı ağırlık kubbenin dışından ve çatının üstünden geçiyordu. Salonun dekorasyonu Trippetra’ya bırakılmıştı, ama bazı hususlarda arkadaşı cücenin serinkanlı yargılarının ona yol göstermiş olduğu anla­şılıyordu. Balo münasebetiyle, cücenin önerisi üzerine avize kaldırılmıştı. Damlayan mumlar (böyle sıcak bir havada bunu önlemek neredeyse imkansızdı) kalabalık nedeniyle salonun ortasından, yani avizenin altından uzak durmaları beklenemeyecek olan konukların şık giysilerine zarar verebilirdi. Salonun çeşitli yerlerine, kalabalığın uzak duracağı noktalara ilave şamdanlar yerleştirildi, ayrıca, duvara dayalı duran kadın heykeli şeklindeki -elli altmış kadar-taş sütunun her birinin sağ eline hoş kokular yayan birer meşale tutuşturuldu. Sekiz orangutan, Aksak Kurbağa’nın öğüdüne uyarak, salon davetlilerle tıklım tıklım doluncaya, yani gece yarısına kadar ortaya çıkmadan sabırla beklediler. Saat gece yarısını vurur vurmaz da içeri doluştular, daha doğrusu yuvarlandılar – çünkü ayaklarına dolaşan zincirin engellemesiyle içeri girerken çoğu yere kapaklanmıştı. Davetilerin kapıldıkları müthiş korku ve telaş kralın yüreğini sevinçle doldurdu. Beklendiği gibi, konuklardan büyük bir bölümü bu korkunç görünümlü yaratıkları, tam olarak orangutan olmasa bile, gerçekten bir tür vahşi hayvan sandılar. Birçok kadın korkudan bayıldı; kral salona hiç silah sokulmaması yönünde önlem almamış olsaydı, o ve nazırları yaptıkları bu şakanın bedelini canlarıyla ödeyebilirlerdi. Herkes kapılara atıldı, ama kralın emriyle kendisi içeri girdikten sonra bütün kapılar kapatılmış ve cücenin önerisiyle anahtarlar krala teslim edilmişti. Kargaşanın doruğuna çıktığı ve herkesin kendi canını kurtarmaya (çünkü gerçekten de korkmaya kapılmış insanların sağa sola atılması büyük bir tehlike yaratıyordu) çalıştığı sırada, eskiden avizenin asılı bulunduğu, şimdi avize kaldmadığı için yukarı çekilmiş bulunan zincirin, ucundaki çengelin yere değmesine üç karış kalana kadar yavaş yavaş alçaldığı görüldü. Bundan kısa bir süre sonra, etrafta dört dönmüş olan kralla yedi arkadaşı neredeyse zincire değecek kadar salonun ortasına gelmiş bulunuyorlardı. Onlar bu konumdalarken, peşleri sıra sessizce gelip onları kargaşayı artırmaya kışkırtan cüce, birbirlerine bağlanmış sekiz orangutanın oluşturduğu halkayı dik açılarla kesen zincirlerin kesişme noktasını kavradı ve şimşek hızıyla avizenin asıldığı çengele geçiriverdi. Bir an sonra görünmez bir el tarafından yukarı kaldırılan zincirin çengeli ulaşılamayacak bir yüksekliğe ulaştı ve bunun doğal sonucu olarak da sekiz orangntan yüz yüze birbirlerine yapıştılar. Bu arada, davetliler biraz olsun yatışmışlar, bütün bu olup bitenlerin iyi tertiplenniş bir şaka olduğunu anlamış, maymunların düştükleri duruma kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. “Onları bana bırakın!” diye haykırıyordu şimdi Aksak Kurbağa; bütün şamatayı bastıran tiz bir sesle. “Onları bana bırakın. Galiba onları tanıyorum. Onlara yakından bakarsam, kim olduklarını birazdan size de söylerim.” O zaman cüce, kalabalıktakilerin baş ve omuzlarına basarak duvara kadar gitti, kadın heykeli şeklindeki taş sütunlardan birinden bir meşale kaparak aynı yoldan geri döndü, bir maymun çevikliğiyle kralın kafasına sıçradı ve zincire birkaç ayak daha tırmandı. Orangutanları incelemek için meşaleyi aşağı uzatırken, “Kim olduklarını şimdi anlayacağım” diye bağırmaya devam ediyordu. Maymunlar da dahil herkes kahkahadan kırılırken, soytarı ansızın tiz bir ıslık çaldı, bunun üzerine zincir otuz ayak birden yükseldi – korkan ve çırpınan orangutanlar şimdi tavan penceresi ile taban arasında havada asılı durumdaydılar. – Zincire sıkı sıkıya tutunan Aksak Kurbağa da zincirle birlikte yükselmiş olsa da, maskeli yedi adama göre önceki konumunu nispeten korumaktaydı ve hiçbir şey olmamış gibi hala meşalesini maymunların yüzüne doğru uzatıyor, sözde kim olduklarını anlamaya çalışıyordu. Zincirin beklenmedik bir şekilde yükselmesi herkesi öyle şaşırtmıştı ki, yaklaşık bir dakika kadar süren bir ölüm sessizliği çöktü ortalığa. Bu sessizliği, kral Tippetta’nın yüzüne şarap attığında kralla nazırlarının dikkatini çekmiş olan, diş gıcırtısını andıran boğuk gıcırrtı bozdu. Ama bu defa sesin nereden geldiği gün gibi ortadaydı. Ses, cücenin vahşi hayvan dişlerini andıran dişlerinden geliyordu; cüce ağzından köpükler saçarak dişlerini birbirine sürtüyor, gıcırdatıyor, yüzlerini yukarı doğru çevirmiş kralla yedi nazırını çılgın bir öfkeyle süzüyordu. “Ah, ha!” dedi sonunda öfkeden deliye dönmüş palyaço. “Ah, ha! Şimdi anlamaya başlıyorum bunların kim olduğunu!” Ve kralı daha yakından incelemek istiyormuş gibi yaparak meşalenin alevini kralın vücudunu saran keten lifi giysiye yaklaştırdı, lifler anında tutuşarak parlak bir alevle yanmaya başladı. Yarım dakika geçmeden sekiz orangutan, onlara en ufak bir yardımda bulunamadan dehşet içinde, yukarı doğru bakan kalabalığın çığlıkları arasında alev alev yanıyordu. Sonunda, alevlerin birdenbire harlamasıyla, cüce, alevlerin kendisine erişmemesi için zincirin daha yukarısına tırmanmak zorunda kaldı. Cüce yukarı tırmanırken kalabalık bir an için yine suskunluğa gömüldü. Bu fırsattan yararlanan cüce yeniden konuşmaya başladı: “Şimdi açık seçik görüyorum,” dedi, “bu maskelilerin kimler olduğunu. Bunlar büyük bir kralla sır ortağı yedi nazırı -savunmasız bir kızcağıza vurmaktan vicdanı sızlamayan bir kralla bu canavarlıkta ona söz ve davranışlarıyla cesaret veren yedi nazır. Bana gelince, ben sadece soytarı Aksak Kurbağa’yım, o kadar – ve bu benim son soytarılığım.” Hem keten lifinin hem de lifin yapıştırıldığı katranın yanıcılığının çok yüksek olması nedeniyle, cüce kısa konuşmasını intikam işi tamamlanıncaya kadar ancak bitirebildi. Sekiz ceset, pis kokulu, kapkara, iğrenç, birbirinden ayırt edilemez birer kütle halinde zincirlerin ucunda sallanıyordu. Topal, elindeki meşaleyi cesetlere fırlatıp attıktan sonra, hiç acele etmeden tavana doğru tırmandı ve pencereden geçip gözden kayboldu. Trippetta’nın salonun çatısında beklediği, arkadaşının öcünü almasına yardım ettiği ve birlikte memleketlerine kaçtıkları sanılıyor, çünkü ikisini de bir daha gören çıkmadı.

  • Kar Şiirleri

    Kış mevsimi sonunda geldi çattı. Kar henüz her yeri o bembeyaz örtüsüyle kaplamasa da kışın soğuğunu iliklerimizde hissetmeye başladık. Sıcacık bir evin penceresinden izlerken ya da şen kahkahalarla kardan adam yapıp, kartopu oynarken güzeldir kar. Ama sokakta yaşayanlar, yakacak bir şeyleri olmayanlar ya da sabahın ayazında işe-okula gitmek zorunda olanlar ve büyük şehirlerde yaşayanlar içinse sadece bir eziyettir. Bütün bunlara rağmen fotoğraflarda ve şiirlerde güzeldir yine de kar... Kış Yorgunu Uzak ülkelerin fethinden geldik, Bilemezsin ne kadar yorgunuz. Bir kış günü huzurunu özledik hep, Sonsuz yangınlar yiyen, Dağlanmış ormanlar gibi yüreğimiz. Bir maviliğe kayar, Kapandı kapanacak gözlerimiz. Harlayan bir soba vardı düşümüzde, Kestaneler patlar, ışıklar köhne tarabaları yalarken. Çok uzaklarda bir ırmak akar. Korkmayın; bizim dağların kurtlarıdır onlar, ısırmaz. Biz kediler gibi uyuyacaktık. Ne çabuk sıkıldık böyle, Zemheri içimizde toz duman, Yeniden bahara açılan kapılar arar olduk. Dört yanımız duvar ve kör kilitmiş oysa. En akıllı seçimlerimizdi sorarsan, Surlar ördük yüreğimize, Anlamsız bir ömrü uzattıkça uzattık. Kış yorgunuyum, bir kardan adamım artık. Sakallarım mavi bir buz, Büyür yalnızlığım, Nasıl korkardık erimekten, bilmezsin; Erimekti kurtuluş, Yetmedi güneşimiz, neylersin. Buzdan yaşamlara tutsak kaldık. Çekilsin artık bulutlar ve kar, Bir eski evde kapılar gıcırdasın, Azıcık aralansın bahara, Uzun yağmurlarla yıkansın her yer. Akın edecek güneşler peşinde değiliz artık, Bir minik kardelen doğsun yeter. Arsız bir çıplaklıkta öylece donakaldık Şenol YAZICI Kar Yağışı Yalnızlığın sesinden bir resim yaptım Kararan kalabalıklardan süzdüm ışığını. Akşamüstleriyle boyadım vazgeçen ağzını Parmaklarını uzattım gece suları gibi ıssız Salkımsöğütlerden bir beden çizdim usul Hiçbir rüzgarın duruşunu bozamadığı Bütün yağmurları topladım yapraklarına. Sonra tüm yolcuların silindiği bir ufuk Örttüm kâkülleriyle alnının üşümesini. Puhu kuşlarının avazını yerleştirdim dudaklarına Uzanıp uzanıp öptüm sonra acıyla. Gözlerini kapalı çizdim görmesinler diye kimseyi Madem görmeyecekler bundan sonra beni. Astım saçlarından odamın boşluğuna… Uzun sustum, ey durmadan konuşanlar Geçmedi üşümem Ben bir aşkın kar yağışından geliyorum… Şükrü ERBAŞ Karda İzler Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün Bir uçurum kıyısında vursunlar beni ki dünya Uğuldayıp duran bir uçurum değil miydi zaten Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün Adımı yazıyorum kar üstüne ve ıslığını çığlık Gibi incelterek yetişiyor ardımdaki tipi bana Siliyor adımı bir dal kırarak çam ormanından Geçmişim kar sessizliğiyle özetleniyor artık Anılarım buz tutmuştur aşklarım kar yangını Ömrüm parmak uçlarımda eriyen bir kar tanesi Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün Kar yağıyorken milyon bekerel hüzün yağıyordur Derim ki kar ve hüzün bir aşkın seyir defteridir Yolculuklar ve ayrılıklarla anlatılabilir ancak Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün Bir uçurum kıyısında vursunlar beni, vursunlar Bir kahkahayla çekip giderim karlı ovalardan Şairler vurulmalıdır, hayat yakışmıyor onlara Ahmet TELLİ Kar Yağıyor Lambayı yakma, bırak, Sarı bir insan başı Düşmesin pencereden kara. Kar yağıyor Karanlıklara. Kar yağıyor Ve ben hatırlıyorum. Kar… Üflenen bir mum gibi söndü Koskocaman ışıklar. Ve şehir Kör bir insan gibi kaldı Altında yağan karın. Lambayı yakma, bırak! Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların Dilsiz olduklarını anlıyorum. Kar yağıyor Ve ben hatırlıyorum. Nâzım HİKMET Beyaz İpek Gibi Yağdı Kar Beyaz ipek gibi yağdı kar Bir kız kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde Arkadaşlarımı düşündüm, sevgili şeyleri Sanki her şey bizimle var ve bizimle olacak Şarkılar çaldı odalarda Bütün insanları sevmek gerektiğini düşündüm Düşmanlarımız dışında Düşmanlarımız çünkü Sevgiyi yok ettikleri için Düşmanımız oldular- Beyaz ipek gibi yağdı kar Bir kız kardan hafif yüreğiyle Geçip gitti güvercinleri anımsatarak. Uzaktaki şehir Uykuya dalmıştır şimdi. Düşündüm bir bir Kardeşlerimin ne yaptıklarını ………… Ataol BEHRAMOĞLU Kar Musikileri Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı, Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı, Bir erganun âhengi yayılmakta derinden… Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden. Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta. Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle. Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık, Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık! Yahya KEMAL **** Derleyen: Nurten B. AKSOY

  • Sonbahar ve Heybeliada

    Sıcak yaz günlerinde İstanbul'un en güzel sayfiye ve tatil yörelerinden biri olan Adalar; sonbahar mevsiminde de bir başka güzel. Yeşilden sarıya, hatta kızıla dönen bir renk cümbüşü içinde Marmara'nın mavi sularına tepeden bakan ağaçları, bahçeleri ve köşkleriyle bir huzur alemi... Boş sokakları, yokuşları ağır ağır çıkan faytonları ve etrafı saran sonbahar hüznü ile insana bir rüya aleminde olduğunu hissettiriyor âdeta. İşte bu adalardan biri, Heybeliada bugünkü güzergahımız...Sonbaharda veya güneşli bir kış gününde yolunuz Heybeli'ye düşerse belki mehtaba çıkamazsınız ama cennetten bir köşede olduğunuzu hissedersiniz mutlaka... Adalar, Prens Adaları, İstanbul Adaları ya da Kızıl Adalar; İstanbul’un Anadolu Yakasının güney kıyılarının açıklarında, Marmara Denizinin kuzeydoğu kesiminde yer alan ve kısaca Adalar olarak anılan takımadalar büyüklü küçüklü 9 ada ve kıyıya yakın iki kayalıktan oluşur. Aynı zamanda İstanbul ilinin bir ilçesini oluşturan Adaların beşinde (Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada ve Sedefadası) yerleşim vardır. Sivriada, Yassıada, Kaşık Adası ve Tavşan Adası’nda ise sürekli ve düzenli yerleşim bulunmamaktadır. Adalara, “Prens Adaları” ismi, kimi kaynaklara göre Bizans döneminde soyluların, prenslerin, patriklerin hatta imparatorların sürgün yeri olarak kullanıldığı; kimi kaynaklara göre de, Bizans İmparatoru II. Justin’in 567 yılında Büyükada’da görkemli bir saray ve manastır yaptırdığı için verilmiştir. Eski devirlerde ulaşımın güç, kaçmanın ise adeta imkansız olduğu adalar, asıl ününü, din ve taht kavgalarıyla sarsılan Bizans’ın sürgün ve çile beldesi olarak kazanmıştır. Anakaraya yakınlığı nedeniyle Kınalıada, sürgünlerde en çok tercih edilen yerdi. Özellikle 8. yüzyılda ve sonrasında gözden düşen din adamları, siyasal rakip olarak görülen saray mensupları, prensler, naipler hatta imparator ve imparatoriçeler, çok ağır işkenceler altında, gözlerine mil çekilerek adalara sürgün edilmişler, orada hayat boyu çile doldurmaya ya da ölüme terk edilmişlerdir. Bizans İmparatoru IV. Romanus Dyojen, 1071 yılındaki Malazgirt Savaşında Selçukluların bozgununa uğradıktan sonra, ardılı VII. Mikhail Dukas tarafından gözlerine mil çektirilip Kınalıadadaki Metamorfoz (Başkalaşım) Manastırı’na sürgüne yollanmış ve 4 Ağustos 1072’de Kınalıada’da ölmüştü. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun Adaların trajik tarihini yorumlayışı ilginç ve çarpıcıdır: "Adalar, pitoresk bir tabiat yapısı ile zengin tarih haralarına sahiptir. Her adımda yirmi asırlık bir tarihin izine rastlanır. Çam ormanlarıyla örtülmüş tepeleri, türlü kır çiçekleriyle bezenmiş vadileri, Marmara dalgalarının çırpındığı kıyıları, bir zamanlar buralarda taç ve tahtından mahrum edilmiş imparatorların işkenceler, mahrumiyetler altında ve korkunç bir sefalet içinde inleyip mahvolduklarına inandıramaz. insanı." Karşıdan görünüşü bir “heybeye” benzediği için Heybeliada diye adlandırılan bu adanın kuşbakışı görünümü aslında bir serçenin profilini andırır. Çam ormanlarıyla kaplı adanın ikliminin özellikle tüberküloz diye bilinen verem hastalığına iyi geldiği 16. yüzyılda keşfedilince III. Mehmet döneminin (1595-1603), Osmanlıda İngiliz sefiri olan E. Borton, tüberküloza yakalandığında Heybeliada’ya gelmiştir. 1924 yılında Atatürk’ün emriyle açılan sanatoryumda “ince hastalığa” yakalanan nice insan şifa bulmuş, ancak sanatoryum 2005 yılında kapatılmıştır. Adanın Kuzeybatısında Ümit Tepesinde bulunan ve 1844 yılında din adamı yetiştirmek için faaliyete geçen Heybeliada Ruhban Okulu, 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adını taşımış, daha sonra bulunduğu ada ile özdeşleşerek Heybeliada Ruhban Okulu olarak anılmaya başlamıştır. 1971’yılında Türkiyedeki tüm özel yüksek okulların devlet denetimine girmesi ile ilgili karar gereği, bu değişikliğe razı olmayan Fener Rum Patrikhanesinin karşı tutumu nedeniyle okulda teoloji eğitimi kaldırılmış, okul sadece lise düzeyinde eğitim vermeye devam etmiş ve 1971-1972 eğitim döneminde patrikhane tarafından tamamen kapatılmıştır. 1912-1944 yılları arasında Heybeliada’da yaşayan romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Ruhban Okulunun karşısında, adanın en güzel manzaralı tepesinde bulunan evi, bakımsız ve ihmal edilmiş bir müze ev olarak ziyaretçilere açıktı ancak şimdilerde restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalı bulunmakta. Evdeki en ilginç objeler ise annesi ve teyzeleri arasında bir ev kızı edasıyla yetiştirilen yazarın kendi işlediği danteller, el işleri ve tabii ki yazdığı kitapları… Bunun dışında İsmet İnönü ve ailesinin yazlık ev olarak kullandıkları ve Atatürk’ün hediye ettiği eşyalarla döşenmiş, asıl adı Mavromatakis Köşkü olan ev de İsmet İnönü’nün ailesi tarafından yönetilen İnönü Vakfı’na bağlı bir müze olarak ziyaret edilebilir. Ayrıca Heybeliada’da şimdilerde kapalı olan Deniz Lisesi, Hristos Manastırı, adanın en eski manastırı ve kilisesi olan Aya Triada, Süslü Mezar, Heybeliada Camii ile Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülmeye değer yerler arasındadır. Görseller: -Nurten B. AKSOY

  • Eğitimin Amacı

    Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin bileşenlerini aynı sorunlar bekliyor… Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu... Sizin değil çocuklarınız Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar Sizden geldiler, henüz sizinledirler; Ama sizden ya da sizin değildirler Sevginizi verebilirsiniz onlara, Düşüncelerinizi değil Bedenlerini barındırabilirsiniz ruhlarını değil. Çünkü ruhları yarının evlerinde barınacak O evler ki Düşünüzde bile göremeyeceksiniz. Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz Onları kendiniz gibi yapmaya değil. Böyle diyordu, Kahlil Gibran. Nedir eğitim, neyi amaçlar? Eğitimle ilgili söylenecek çok şey var. Eğitim deyince gençliğin yalnız bir bölümünün sorunları geliyor akla. Oysa gençlik içinde çeşitli gruplar var. Örneğin çalışan gençlik… Çocuklar; Çoğu okul-okuma çağına gelmiş çocuklar, yoksul ve çalışan çocuklar, emekçi çocuklar… Okuyan çocuklar; İlköğretim, ortaöğretimde okuyan çocuklar, liseliler ve üniversiteliler… Gençliğin sorunları, eğitim sorunları ülkenin sorunlarından ayrı düşünülemez. Çünkü onlar geleceğidir toplumun. Ne diyor şiirde; “Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar.” Çünkü onlar yarınlarıdır toplumun ve bu yüzden önemlidir, gençlik… Osmanlılar ve Selçuklular döneminde eğitim dine dayalıydı, yani medrese sistemiydi. Öğretmenler de dolayısıyla sadece din adamı ya da biraz matematik ya da mantık bilgisi olan din adamıydı. 16.Yy’dan itibaren batılı anlamda eğitim kurulları gelişince din eğitimi ve batılı eğitim kurulları şeklinde ikiye ayrılmıştı. Sıbyan mektebi denilen ilkokul düzeyindeki eğitim kurumları yanında medreseler yani üniversite düzeyinde verilen eğitime batılı usullerin girmesiyle askeri teknik ve ihtisas okullarıyla genel eğitim kuruluşları da katıldı. Osmanlılar 17.Yy sonlarına kadar feodalitenin hâkim olduğu bir Avrupa ile karşı karşıya idi. Bu yüzden Avrupa’nın içlerine kadar genişlemesi ve askeri başarılar elde etmesi hiç zor olmamıştı. Ancak bu yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da yaşanan birtakım ekonomik ve politik olaylar Avrupa’nın gelişmesine neden olmuş buna karşılık başarısızlıkları sadece askeri temele dayayan Osmanlı gerileme içine girmiştir. 18.Yy’da Avrupa’da buhar makinesinin bulunuşu, sanayinin gelişmesini sağlamış, bununla rekabet edemeyen Osmanlı ekonomik düzeni dokuma sanayindeki üstünlüğünü de Avrupa’ya kaptırmıştır. Rönesans ve reform gibi hareketler, yeni coğrafi keşifler ve sonuçta ikinci Viyana kuşatması bu başarısızlığı Osmanlıya çevirdi. Tanzimat-ı Hayriye (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) gibi Osmanlı’nın batıya uyumu konusunda gösterdiği çabalar yeterli olmayacak, eğitime doğrudan katkısı olmayan bu gelişmelerle aksine zararlı da çıkılacaktır. Osmanlının içinde barınan farklı kültürlere eşitlik getireceği ifade edilen sözleşmelerle dünya görüşleri zıt hatta birbirlerine düşman kuşakların yetişmesi sonucunu doğacaktı. İkinci Abdülhamit’in devlet yönetiminde olduğu 1876 yılındaki Kanuni Esasi’yle başlayan ve 1908’e kadar süren (birinci ve ikinci meşrutiyet arası) dönemde eğitim nicelikçe gelişme göstermiş ancak nitelikte tersi olmuştur. Teknik bakımdan batıya eğilen Abdülhamit siyasal ve sosyal gelişmelere sırtını dönmüştü. Bu dönemde eğitimden sorumlu siyasetçiler batıda bu alandaki gelişmelerden habersiz, burada yetişmemiş kimselerdi. Batıda okuyan tek kişi olan ve kısaca adı Münif Paşa olarak da bilinen Mehmet Tahir Münif Efendi ise bu dönemin hem çekingen hem tutucu biri olarak eğitim hareketlerinde büyük rol oynamıştı. Bu dönemde eğitimin modernleşmesini engelleyen en büyük nedenlerden birisi de kitap, gazete ve dergi gibi yayınlara gösterilen baskıydı. Sansür kurumunun gelişmesi bu dönemde olmuştur. Modern eğitim veren teknik okulların açılması için İngiltere, Fransa, Almanya hatta ABD gibi sömürgeci devletlere tavizler verilmiş, Osmanlının ileri gelenlerinin çocuklarının bu yabancı okullarda yetiştirildiği görülmüştür. Abdülhamit’in tek adam ve devletin en etkili kişisi oluşu gelişmelerin çok yönlü olmayışı sonucunu doğurmuştu. İkinci Meşrutiyet’in 25 Temmuz 1908’deki ilanıyla birlikte eğitimde tartışma ve bocalama yıllarına girilir. Önceleri ikinci Abdülhamit’in baskılarından henüz kurtulmaya çalışan sosyal-siyasal hayat sonraları olumlu gelişmeler gösterince Osmanlı devletinde o zamana kadar görülmeyen esaslı bir fikir akımı meydana getirmişti. Böylece herkes imparatorluğun geçmiş ve geleceği hakkında düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya başladı. İkinci Abdülhamit devrinde batıya gidenler geri döndüklerinde Fransa’da gördüklerinin Osmanlı’da tatbik edilmesini talep ediyorlardı. Eğitimden sorumlu bakanların sık sık değişmesi eğitimdeki gelişimi engellemiş yapılan savaşlarla ortaya çıkan sıkıntıyla güçlükler de buna eklenmişti. Mehmet Emin gibi kişiler Batılılığı savunurken Ziya Gökalp gibi zamanın bazı mütefekkirleri ise çekingen davranınca farklı görüşler etkili olmaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilanına kadar süren bu dönemde üzerinde durulan eğitimle ilgili konuların başında, mahalli dil ile öğretim, harflerin değiştirilmesi, eğitim ve öğretimde uluslaşma, azınlık ve yabancı okullarının Türkleştirilmesi, kızların yüksel tahsile alınması, din derslerini çoğaltma arzuları ve Türk dilinin ıslahı teşebbüsleri vardı. Tanzimatla birlikte gerçekleşen değişimle, eğitim kuruluşlarının bir kısmı vakıf sistemi bir kısmı da Maarif Nezareti’ne bağlı olarak sürdürülmüştür. Devletin olanaklarının yetersiz oluşu eğitim kurumlarında gerileye yol açarken fakir halk çocukları için medreseler en uygun yerler olarak görülmeye devam etmiştir. Ulusal savunma, sağlık, tarım, güvenlik gibi temel hizmetlere dönük alanlarda eğitim kurumları birleştirilip devlete bağlanmamış, medreseler de şeriat makamlarının etkisiyle bütün yeniliklere karşı koymuştur. Bir yanda halktan kopuk mektepliler diğer yanda halka ait medreseler olmak üzere birbiriyle çatışan iki farklı kesim ortaya çıkar. Eğitim işe dönük değildir ve toplumla ilgisi yoktur. Yüksek öğrenim, devletin gereksinme duyduğu insan gücüyle bilim adamlarını yetiştiremiyordu. Yetenekli öğrencilerin yoksulluğu ve ortamları onların gelişimini engelliyordu. Modernleşme hareketinin temelleri atılmakla birlikte bazı çabalar bocalamaların ötesinde çözüm bekleyen sorunlar olarak Osmanlı’dan TC’ye devredilmiştir… Günümüze doğru gelirsek… Özellikle 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK toplantısının hemen ardından gündeme taşınan bir konuydu, 8 yıllık zorunlu eğitim tartışması. Yeşil sermayenin güçlenip de siyasal islamın yükselişiyle birlikte özellikle, imam-hatiplerin orta kısmının kapatılmasına duyulan tepkiye bağlı olarak liselerinin de kapatılacağının sanılması 8 yıla karşı bu kesimlerde büyük bir tepki doğurmuştur. Zorunlu eğitimdeki artış aslında bir sonun başlangıcıdır. Neyin? Oy ve iktidar uğruna yıllarca verilenlerin… Neyin? İnançları sömürerek halkı kandırma yanlışına düşmelerin… Neden? Hani irticanın sinyalleri geliyordu, hani laik cumhuriyet kavramına eğik çizgiler çekmek kimsenin kanacağı bir yalan değildi artık ya! Demokrasi inançların değil, fikirlerin çarpışmasıydı çünkü… Sonra sanki yeni bir tartışma konusuymuş gibi sürülmüştü önüne halkın 8 yıl. Eğitim üzerine birçok tantana kopartılmıştı. Ardından belki 30 yılın türban sorunu bugünün meselesi gibi sunulmaya çalışılmıştı. 8 yıl üzerine birçok aritmetik hesaplar yapılmıştı. Toplandı, çıkarıldı, çarpıldı, bölündü. Sonra dönüp dolaşıp yine aynı yere geldiler. 2 yıl artı 5 yıl artı 3 yıl artı 3 yıl artı 5 yıl artı 2 yıl gibi. Eklenen sadece beşin önüne iki yıl ana eğitim ardına da fazladan üç yıl orta ilköğretimden eklemekten ibaretti. Bunun için yani 5 yıla bir 5 yıl daha eklenmesi için koparılmıştı bütün yaygara. 8 yıl ve türban gibi konular tartışılırken eğitimin temel sorunlarına gençliğin saydığımız tüm kesimlerinin sorunlarına yine çözüm getirmekten uzak kalınmıştı. Eğitim içeriğiyle şekillendirmeci iken konuşulan konular açısından da aynı doğrultuda açmaza sürüklenmeye başladı. Soruna ideolojik değil gerçekçi çözümler getirilmesini isteyenler eğitimin bir sorunlar yumağı olduğunu ve çözümlenmesi gerekli birçok yönünün bulunduğunu söylediler. 5 yıllık eğitim uygulayan devletin artık kalmadığı, zorunlu eğitim süresinin dünyanın her tarafında anaokullarından başladığı, üstelik 8 yıllık eğitimle ilgili yasa TC tarafından çeyrek Yy önce kabul edilmişken bu tartışmayı aşmamız gerektiği ve önemli olan sürenin değil eğitimin kaliteli ve parasız olmasının ve nitelik tartışmasının yapılması gerektiği de vurgulanmıştı. Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitim bilimciler eğitimi bireyin kendi yaşantısı yoluyla davranışları üzerinde istendik (hedeflediği) değişiklikleri yaratma süreci olarak tanımlar. Eğitimin tarafları başta öğreten ve öğrenendir. Yani öğretici (öğretmen), öğrenci… Öte yandan Türkiye’de eğitim çağındaki nüfusun yapısal özellikleri göz önüne alındığında tablo hiç de iç açıcı değildir. Sayılar genel nüfusa göre ülkede her 5 kişiden birisinin okuma-yazma bilmediğini göstermekteydi. Okur yazar nüfusun önemli bir kısmı sadece 5 yıllık eğitimi bitirmiş kimselerden yani ilkokul mezunlarından oluşmaktaydı. Kadınlar arasında okur yazarlık oranı ise çok düşüktü. Eğitimde gözlenen iki temel sorun ezbercilik ve içe dönüklük, pratik alandan, sosyal yaşamdan kopukluk, toplumla bütünleşmemiş olmaktı. İşte zaten imam-hatipler de kanundaki boşluktan değil de eğitimdeki zayıflıktan ortaya çıkmış kurumlar değil miydi? Ve bozuk eğitim sistemine alternatif arayışlar içinden orta çıkartılmamışlar mıydı?.. Yoksul bir ülkede yaşıyoruz. Yoksulluk ebeveynlerden çocuklara geçen bir miras gibidir. Çocuk işçiliğin nedeni de yoksulluktur. Ailesinin gelirine muhtaç olması nedeniyle çalıştırdığı çocuk 3-5 yıl sonra vasıfsız bir işçi olarak yeni bir yoksul ailenin ebeveynlerinden biri olmaya adaydı. 8 yıl sayesinde erken iş hayatına atılmak yok, hiç olmazsa 7-15 yaş grubu çocuklar iş yaşamından çekilecek deniyordu. Ama eğitimin parasız olduğu belirtilen ülkemizde artan kayıt ve karne paraları, harçlar, zorunlu tutulan bağışlar vs. unutulup ya da göz ardı edilerek… Bunlar temel eğitim de bile paralı eğitimin somut göstergeleri olarak görünüyor ve çözüm sunulmuyordu. Eğitimde paralı bir kişiliksizleştirme düzeni hüküm sürüyor… Ekonomik ve kültürel işlevi yanında fırsat eşitliği sağlaması gereken eğitim kurumları toplumun alt gelir gruplarını ise dışlıyordu. Oysa eğitim kurumlarının amacı sermayeye ucuz ve yedek işgücü ordusu yetiştirmek değil özellikle kol ve kafa emeği arasındaki derin uçurumu nitelikli işgücüyle dolduracak insanları yaratmak olmalıydı. Düzen yanlısı partilerin adeta devrim yaptık edasıyla lanse ettikleri değişiklik akademik ve bilimsel eğitime yönelik ciddi adımlar atılmadığı takdirde hiçbir işe yaramayacaktır. Ancak 8 yıl, eskiye artı bir 3 yıl daha ilave etmekten başka hiçbir işe de yaramadı. Sonuçta okuyan 3 yıl daha fazla okuyabilecekti. Sonra!.. Ekonomisi sürekli krizde olan bir ülkenin doğal olarak eğitimi de krizde olacaktır. Okumayı sürdürebilenler bile parası olanlarla yarışa sürüldükleri bir ortamda ya ucuz işgücü ya da kalifiye işsiz olacaklardır. Sıradan üniversitelerin durumu ortadadır. Türkiye araştırma yoksulu bir ülke. Eğitim harcamaları geri bir ülkede ne, nerede ve kimden öğrenilecektir ki. Dekanlar bile birbirleriyle anlaşamayıp YÖK denilen cenderenin altında sürekli ezilirken öğrenciler derdini kime ve nasıl anlatacaktır. Üstelik 15 yaşında çocukların DGM’lerde yargılandığı bir ülkede… Oysa demokrasi çözüm üretebilen, esnek düşünebilen insanlara ihtiyaç göstermiyor muydu? Yani aslında bu ülkede eğitimci de demokrasi istiyordu. Sıkıştıkça başvurulan Batının çözümleriyse belliydi. Yoğun ders saatleri, boş zaman değerlendirme merkezleri, kültürel ve sportif etkinliklere katılım olanakları sağlayan sınırlı kurumlar, kurallar, yasalar vs… Oysa ülkemizde millet mekteplerinden sonra “köy enstitüleri” ve “halk evleri” gibi topluma çok uyan ve eğitimi burjuvazinin tekelinden kurtaran bir açılım, önemli bir deneyim örneği de yaşanmışken… Önce çevreyle bütünleşmiş, gereksinimleri karşılayan, ileri aşamada bölgelere göre hazırlanan programlar, nihayet yüksek öğretime çağdaş, bilimsel ve teknik gelişmelerin hızına ayak uydurabilecek demokratik, parasız bir eğitim sistemi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, üzerinden geçen onca yılla ve kendiyle birlikte birçok demokratik unsuru da üniversite içinden uzaklaştırmıştı. Yüzlerce, binlerce öğretim üyesi, üniversite öğrencisi fişlendi, mahkemelerde yargılandı. Sırf ilerici ve demokrat oldukları öyle bir üniversite savundukları ve özlemleri için… Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu. Üniversite sorunları hala çözülememiş, sorunlar çığ gibi büyümüştü. Ayıklama yani, her yıl değişen üniversiteye seçme biçimi açıkta kalan binlerce gence yenilerinin eklenmesini de önleyemiyordu. Ve bugünkü eğitimdeki, kültürdeki yozlaşma, 12 Eylül’ün ürünü olan YÖK’ün en büyük eseri idi. Üniversitelerle ilgili sorunlar 6 Kasım 1981’de, YÖK’ün kurulmasıyla yeni bir boyut kazanmıştı. YÖK, yani “Yüksek Öğretim Kurulu” kuruluşuyla birlikte çıkartılan bir sürü kanun ve yönetmelikle alabildiğine otoriter, müdahaleci, denetleyici bir yapıya dönüşmüştü. YÖK’ün kurulmasının altında yatan neden de buydu zaten. Siyasal iktidarların ısrarla Üniversitelerarası Kurul’un yani en yüksek üniversite organının üstünde bir yüksek öğretim kurulu kurmalarının altında yatan neden buydu. Üniversiteleri denetleme ve baskı altında tutma isteği. Ancak geçen süreçle birlikte üniversite öğrencileri ve üniversite çalışanları tarafından bu baskıcı, dayatmacı kuruma karşı tepkiler oluşuyordu. Seçimle yani demokratik bir şekilde göreve gelen üniversite çalışanları birtakım atamalarla görevlerinden uzaklaştırılmaya başlandı. YÖK’e bağlı üniversite elemanları bütün bilimsel kurumlarda olması gerektiği gibi görevini, bilimin evrensel yasaları ve gücü çerçevesinde yerine getirmesi gereken ve bu anlayış doğrultusunda üniversiteleri geliştirmek olan YÖK’ün bile kendi koyduğu ilkelerine karşı aykırı çalışmalar yaptığını öne sürmeye başlamışlardı. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Eski Başkanı Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu’nun deyişiyle üniversitelerdeki tarikatçı ve şeraitçi kadrolaşma, imam-hatip liselerinden bile daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Hatta gerici ve ırkçı kadroları Anadolu’ya yaygınlaştırmak için dönemin siyasal güçleri tarafından bir gecede kurulan üniversitelerin YÖK’ün kendi yaptığı araştırmasında da başarısız olduğu ortaya çıkmıştı… YÖK’e karşı üniversiteli gençliğin en büyük silahıysa en başta öğrencilerin bu kurula karşı haklarını savunmak ve demokratik tepkilerini ortaya koymak için kurdukları örgütlü güç olan öğrenci dernekleriydi. Daha dernekler yasası tasarısı tartışılırken üniversite gençliği Anayasa’nın 33.maddesi çerçevesi içinde derneklerini kurmuşlardı bile. Ancak tasarı YÖK tarafından getirilen 59.maddeyle büyük bir darbe almıştır. Öğrencilerin derneklere üye olmaları rektörlerin iznine bağlanırken bir anayasal hak gaspa uğratılmıştır. Tasarı arkasından bir bir kurulan öğrenci dernekleri adına kuruldukları üniversitelerin tüm öğrencilerini en doğal üyesi olarak kucaklıyor, “alınan kararlara büyük bir çoğunluk katılmalıdır” gibi saçma, haksız mantıkla ise darbe alıyordu. Oysa öğrenci dernekleri oluşturulacak dernekler yasasıyla kazanacağı yasal kimlikle gençliğin katılımının temel araçlarından ve dayanağı ise anayasanın örgütlenme ile ilgili maddesinde var olan demokratik yığınsal örgütlerinden biri olacaktı. Öğrenci dernekleri mesleki eğitimde yetersizlik, gördükleri eğitimden hoşnutsuzluk, gelecekle ilgili kaygı, ilgisizlik, sevgisizlik vs. yığınla soruna karşı üniversite gençliğinin özlem duyduğu üniversitelere kavuşmak, sınav ve yönetmeliklere, paralı eğitim sistemine, atılmalara, disiplin yönetmeliklerine hayır diyebilmek için kurdukları demokratik öz örgütlenmeleri olacaktı. Öğrenci derneklerinin kapatılmasının ardından onların yerine oluşturulmaya çalışılan öğrenci temsilci kurulları kısaca ÖTK’ler ise, öğrenciler tarafından hem samimiyetten uzak hem de sorunların çözümlenmesine yakın bulunmadı. Güya ÖTK’lerin niteliğini öğrenci kitlelerinin gösterecekleri inisiyatif belirleyecekti. Ama nasıl? YÖK’le ilgili siyasal iktidarın yeni düzenlemeleriyle birlikte ÖTK’lerde de seçimler apar topar yapılmaya başlanmış, öğrenci derneklerinin yerleri doldurulmaya çalışılmıştı. ÖTK’lerin yapısından doğan ve daha başta ÖTK’lerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle öğrenci kesimin bu kurulların çatısı altında örgütlenmeleri gerçekleşmedi. Geçmişte öğrenci dernekleri baskıcı ve yasakçı yönetimlerce ideolojik ve siyasi amaçla kurulmuş öğrenci örgütleri oldukları ileri sürülerek kapatılmışlardı. Gençliği potansiyel suç unsuru olarak da gören bu zihniyet ÖTK’lerde de benzer bir sürecin yaşanacağını varsayarak öğrenci derneklerinin üzerinde bazı kısıtlayıcı koşullar dayatmıştı. Örneğin, temsili sınırlayan üyelikle alakasız disiplin ve başarı gibi seçilebilme önkoşulu koymuştu. En önemlisi de derneklerin siyasal amaç taşımamasıyla ilgili bir zorunluğun öne sürülmesiydi. Aslında amaçlanan katılımın engellenmesi, üniversitelerde bir kişiliksizleştirme ve depolitizasyonun sürecinin devreye sokulmasıydı. Bahane zaten hazırdı. 58.maddeyle geçmişte öğrenci derneklerini kamu yararına bir dernek statüsünde çalışmaya zorlayan koşulun katmerlisi tekrar uygulamadaydı. Oysa geçmiş örgütlenmelerinde öğrenci derneklerinin büyük bir rolü ve etkinliği vardı. Ve o zaman öğrenciler kendi hür iradeleriyle kendi yönetenlerini seçebiliyorlardı. ÖTK’lere ise daha başta dayatılan başarı ve disiplin başlığı altındaki önkoşulların örgütlülükle doğrudan bir alakası yoktu. Örneğin, öğrenci derneği genel kurulunca dernek yönetimine seçilmiş bir üye politik eylemleri ve demokratik tepkileri nedeniyle bir yerde kovuşturmaya uğrarsa ÖTK’lerde ise bu sebepten dolayı yapılacak seçime değil aday, üye bile olamıyordu. Bunun örnekleri de geçmişte sıkça da yaşanmıştı. Aynı seçim ÖTK koşullarıyla yapılmış olsaydı genel kurulda seçme hakkı bile kullanılamayacaktı. Yani artık üniversitelere siyaset yapmak yasaktı. Önceki öğrenci dernekleri her bakımdan hem çok daha özgür hem çok daha demokratik ve katılımcı ortam sağlıyordu. Sadece YÖK ve ırkçı, gerici nitelikli dayatmalarla yeni kurulacak olan dernekler eğitim ve öğrenci sorunlarına tam anlamıyla eğilmelerini sağlayacak koşullara kapılarını kapatıyor hem üreticilik ve bilimsel yaratım ortamı ortadan kalkmış oluyordu. Önce fakülte ve y.okul bazında çözüm bulmak, sonra dernekleri tek bir çatı altında toplayarak sorunlara bütüncül çareler aramak ve federasyon ve üst organları oluşturarak çözümleri demokratik biçimde yetkili organlara sunmak da hayal oluyordu. Daha sonraki ÖTK’lerin devreye girdiği öğrenci derneklerinin işleyişinde YÖK genelgesi uyarınca her fakülte ve y.okulda öğrenciler temsilcilerini tekrar seçebileceklerdi. Seçilen fakülte ve yüksekokul temsilcilerinden ÖTK oluşturulacak bu kurulun yine seçimle belirleyeceği üniversite öğrenci temsilcisi ise elçilik yaparak, öğrencilerle ilgili konularda üniversite senatosuyla, üniversite yönetim kurulunun toplantılarına katılıp sorunlarını iletebilecekti. Genelgeden sonra seçim takvimi işlemeye başladı. Her fakülte ve y.okul biriminde ayrı ayrı öğretim elemanlarından oluşan sandık kurulu gözetiminde sonuçlar “kapalı oy-açık tasnif” usulüyle belirlenerek sözde demokratik seçimin kuralları işlemeye başlamıştı… Eğitim bileşenlerinin sorunları katlanarak büyüyor… Günümüzde öğrencilerin ekonomik koşulları, yeterli ve dengeli beslenememe, barınma gibi yaşadığı temel sorunları yanında yönetimden kaynaklanan yığınla sorun var. Devlet kurumlarının patronlara peşkeş çekilmesi, hızla taşeronlaştırılma, toptan özelleştirme gibi uygulamalardan eğitim kurumları da nasibini almış bulunuyor. Katkı payları, haraçlar, pahalılaşan ders kitapları vs. bir sürü zorluk ve engel özellikle emekçi çocuklarının üniversite okuma olanağını elinden almakta, sistemin tüm olanaklarından yararlanan ve ülke coğrafyasının önemli bir bölümünü görmezden gelen belli bir zümrenin eğitimine talip bir eğitim anlayışı fırsat eşitliğini yok saymaktadır. Bugün ise artık öğrencilerin temsil ile örgütlülüklerinin yeniden sorgulanması, geleneksel ilerici ve demokratik yapıların sağlanması gerekmekte. Bu görev ve sorumluluk başta gerçekten çağdaş ve demokratik bir yaşamın var olduğunu iddia edenlere düşüyor. Zira gençliğin yeniden ve bütün var gücüyle, enerjisiyle bu kurumları sahipleneceği ve örgütlülüklerini bu yönde göstereceği kesindir… Üniversitelerde bir elin parmaklarını geçmeyen demokratik ve kurumsal birlikteliklerin dışındaki tele-vole beraberliklerinin hiçbir etkisi, yetkisi ve söz sahipliği olamaz. Öğrencilerin seçme ve seçilme hakkını her şeyden önce mücadele belirlemelidir.

  • Sesinde Buluyorum

    Nefesin çarpıyor yüreğimin duvarlarına Sesinde buluyorum kendimi Kaybolmuş çocukluğumun en masum Yerine dokunuyorsun Kadifemsi lezzet katıyorsun benliğime Sokak aralarında sabahlara kadar aradığım Bulmak için aynalara ilan verdiğim Çıkmazların içindeki darmadağınık Yalnızlığıma sorduğum beni Sesin bulup ortaya çıkarıyor Ve sesinde buluyorum kendimi Büyüsüne kapılıp Sokuluyorum yanına İçimde ahengini bozma Korkusunun ürkekliği Açmayı özleyen çiçek gibi Gülüşündeki baharı bekliyorum Sıra senin Buluta gizlenmiş yağmurum ol Tüm bereketinle yağ üzerime Güneşim ol ısıt Sensiz üşüyen yalnızlığımı Sesinde açılsın Sevdamın fukara dili ERBİL-OCAK-2017

  • Şiir Yoğurma

    Şiir yoğur benim için. Tam yokluk sancısı kıvamında. Şiir yoğur benim için Tam aşk vurgunu kıvamında. Şiir yoğur benim için Başkaldırının sağlam duruşu kıvamında. Şiir yoğur benim için Bakışlarındaki ilham kıvamında. Şiir yoğur benim için Doğanın rahmine düşen, filizlenmeye can atan, tohumun tatlı heyecanı kıvamında. Şiir yoğur benim için ayrılığın, uykusuz acılı geceleri kıvamında. Şiir yoğur benim için Lirizmin coştuğu mısralar kıvamında. Şiir yoğur benim için Güne bakanın, güneşe olan aşkı kıvamında. Şiir yoğur benim için Beni benden alan dokunuşlarının kıvamında. Şiir pişir benim için üzerine mis kokulu, iştah açıcı, lezzetli imgelerini sür. Ruhumun açlığını doyur. Her bir karesi, Tıka basa şiirlerin ile dolsun. Dumanı üzerinde şiirler getir bana Her bir yöresi mis gibi sen koksun.. ERBİL-OCAK-2020

  • Gidersen Yıkılır Bu Kent

    Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken Gidersen kim sular fesleğenleri Kuşlar nereye sığınır akşam olunca Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu Sustuğun yerde bir şeyler kırılıyor Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor Bir de seni ekliyorum susuşlarıma Selamsız saygısız yürüyelim sokakları Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız Yüreğimize alırız onları, ısıtırız Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam Gidersen kar yağar avuçlarıma Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür Bir tufan olurum sustuğun her yerde Ahmet Telli Foto: Nurten B. AKSOY

  • Bizim Memleket

    İçinden tanırım ben o elleri, Onlar ki zahirde viran olurlar; Ardıçlı dağları, çamlı belleri Aşanlar şi'rine hayran olurlar. Dökülür köpüklü sular yarından, Baharlar yaratır kışın karından; İçenler sihirli pınarlarından Şöyle bir silkinir, ceylan olurlar!.. Orada yaşayan erlerin içi Bir yaşta yoğurur derdi, sevinci; Onlar ki sabansız, tarlasız çiftçi, Davarsız, kavalsız çoban olurlar. Başıboş, kırlara salar tayını, Elinden düşürmez okla yayını; Ellere bırakır zafer payını, Memleket yolunda kurban olurlar... / Ekleyen:Nurdan Baysal Aladağ

  • Zamanın Dudakları

    Saçında sürüklenen rüzgara sızar yalnızlığı Kaçık buluntularda kesik nefesler Tılsımında uydurukçu gerçekliğin Ve ihanet çukurunda kuş görünümlü yara-salar Kıyısında hasret giderme mevsiminin Kuşlar filizlenir mi, yankılanan çocukluğuma Umut verir mi kaçınılmazı paslanmış ellerin Kirli ve incinen hatıraları duvarlarında ecelsizce Endişenin parlaklığında iniltilerini aşılar mı gökyüzü Yoksa eşiğinde intiharını körükler mi nankörlüğün Yıldız dengi kurşun hayalin, Kanar mı yarasında hasreti esaretin Tükenen kalbinin vebali koynunda Kırılgan zamanın belinde hüzünlenir mi düşlerin

  • BİZE BAĞLI

    Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün Suçun yarısı bizim yarısı günün Sanki yapının tuğlası bizsek harcı o Onun da iyi olması lazım Onun da aklı kalbi namusu Ya masmavi aydınlık ferah Ya dikenli huzursuz bir uykusu Gününü gün etmekten korkması lazım. Bu akşam da gönlümüzce bitmediyse gün Demek tümü bizim omuzlarımızda yükün Gelin buna bir çare bulalım Bunca olduğumuz gayrı yetmiyor Yarın daha iyi adam olalım Yarın daha sağlam daha akıllı Yarın daha sevdalı daha haklı Günün bize bağlı olduğunu bilelim. Rahatı Kaçan Ağaç/Toplu Şiirleri 1… E:N.A

bottom of page