top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA DERGİLERİ 39 / ADA 4 GÜZ basılı dergi / GÜZ 2019 28 sayfa, renkli kapak Okumak isterseniz buraya ya da resme TIKLAYIN /

  • her hafta bir dergi

    maviADA SAYI: 6 / 2006 0cak * maviADA’ya BAŞLARKEN Dergi Ekim2015'te çıkacaktı. Attila İlhan öldü. Sözü vardı, omuz verecekti bize... Darmadağın olduk. Yılbaşı öncesi 12 Eylül öncesinden bir arkadaşının evinde buluşmuştuk. İstanbul'dan gelen Öner Yağcı, neşeliydi. Gülüyor, konuşuyor anlatıyordu. Dergiyi konuştuk, Omurgayı, ilkeleri… Ulusu sevmeyi anlıyorduk ama ırkçı, kavimci, mezhepçi bir yaklaşımı kökten reddediyorduk. İlerici de olsa bir partinin adamı gözükmek istemiyorduk, işimiz kültür, sanat, edebiyattı bizim. Birlikte yazacaktık bunları buraya sözde. Elli yıl önceki bir dergideki gibi, iki ayrı imzayla iki ayrı yazı, bizi anlatan. Biri ulusala, biri dergi penceresine gönderme yapan. Çitayı ne kadar yüksek tuttuğumuzu, ne kadar büyük ülkülerimiz olduğunu falan… anlatacaktık. Bir şeyim yok, diyordu, Öner Yağcı, ameliyatlı kalbi için, ama baktıracağım… Hastaydı. O gece, sohbetin en derin yerinde telefonla kötü bir haber verip çağırdılar. Kalktım. Kardı dört yan, aşılmaz kar. Ankara’ya gittim. Çok ağır yanık bir yakınımızı görmeye gittim. Doktorlar ölüm hükmünü vermiş, imza istediler benden, ölsün diye olur. Bir aydır bağlı olduğu makineden ayırdılar, ölmesini izletirdiler bana… Ölüm hükmünü bana verdirdiler. Çaresizlik korkunç… Öldü. Alıp Trabzon’a götürdüm. Ortalık yangın yeri. Döndüm. Önerin kalp damarları tıkanmış. Gene gülüyor telefonda. Ne çok felaket, ne çok kötü haber… İçim sıkıntılı, içim hüzün. Dergi şimdi neci olacak? Dergide yer alamk isteyen ama aklınca kurnazlıkla istemem hallerinin tiyatrosu bir yazar ağzımı yokluyor, içim paramparça; bu dergi bizim ölüm haberimizi de verir umarım, demişim. O kadar uzun ömürlü olur. İyi de şimdi neci? Vazgeçmek geçiyor aklımdan. Onca emek, onca umut!... Bir yanım ardı ardına gelen olaylardan yılgın, yapma diyor. Öte yanım, hayır diyor, asıl şimdi yapmalı. Düşündüklerini yazmalısın. Anadil duyarlığımızdan söz et. Yenilikçi, dünyaya açık ulusal kültür sanat ve edebiyatın tam yanında olduğumuzu, güzel ve etik olan tüm yapıtlara kapılarımızı açacağımızı, evrenselliğin insanlığın ortak paydası olduğunu ve bizden de izler taşıması gerektiğini, derdimizin yerelden evrensele giden sanat olduğunu yaz. Yazamıyorum… Hüzün kapıları tırmalayan dev. Dergi bir yitip gidecek yenilere el veren, aydınlığa taşıyan bir imece. Bu dergide onca insan yazar… bu dergi, halkım, okur yazarım tutmazsa elinden, dergi olmaz ki. Halka güvenme diyor herkes.. Halkım beni düş kırıklığına sürer mi? Bir yazar arkadaşa ben bu halle giriş miriş yazamam diyorum, sen yaz. Ama kimseyi affetmeden yaz, beni de affetme Yazdı, yukarıdaki yazı onun. Bizim de altında imzamız. Başladık. Dedik ya biz hüzün ve kavgadan güç alıyoruz. Yenilmekten… Olsun biz halkımıza, okuryazarımıza, aydınımıza güveniyoruz. Sanatı kültürü pek sevmez ayrı. Biz de sevdirmeye gelmedik mi? Ondan yakmadık mı bu Anadolu fenerini? Bu kış kıyamette aydınlık bir geleceğe, birlikte… var mısınız? Şenol YAZICI 1 OCAK 2006 * içindekiler / maviADA DOSYA *Ulusal Kimlik ve Bellek Olan Edebiyat Bunalımda mı? /​ 2 Can Dündar 3 Şenol Yazıcı 4 N.Kültür Kiraz 5 Yasin Uzun 7 Tunay Bayrak 7 Mahmut Celaloğlu 8 Arslan Bayır 8 Fadime Y. Karoğlu 9 Hülya Soyşekerci 10 Sabri Özdemir 11 Niyazi Uyar 12 Mehmet Harlı 13 Asım Öztürk 15 Demirtaş Ceyhun 16 Mehmet Güler 18 Adnan Özer 19 Cengiz Gündoğdu 20 Faruk Bal 21 Hasan Güleryüz 23 Hasan Hüseyin Yalvaç 24 Nadir Gezer 25 Nesrin K.Kiraz 26 Ali Sığa 27 Öner Yağcı 31 Yusuf Yağdıran 31 Ersan Erçelik DERGİYİ, yazıları GÖRMEK ve hepsini okumak için resme TIKLA 32 Özgen Seçkin 33 Muharrem Demirdiş 34 Zeynep Aliye 35 Berna Bezek 36 Murat Üstübal 38 Şaban Akbaba 39 Fadime Karoğlu 39 Nurten Altay 40 Aycan Aytöre 44 Hilal Kahraman 45 Recep İmir 46 Murat Seven 47 Ferhat Karataş

  • Aramızdan Bir Kimse

    Zeki Sarıhan ile Sanat, Siyaset ve Hayat Üstüne... * HAYDARPAŞA KİTAP GÜNLERİNİN ARDINDAN Kadıköy Belediyesi tarafından geçen yıl ilk kez Haydarpaşa Garında düzenlenen ve yüz bin kişinin ziyaret ettiği Kitap Günleri'nin ikincisi, bu yıl yine 3-11 Haziran tarihleri arasında Haydarpaşa Garında gerçekleşti. Osmanlının son yıllarında 2. Abdülhamit döneminde İstanbul-Bağdat demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak yapılan Haydarpaşa Garının gerek İstanbulluların gerekse Anadolu'dan İstanbul'a gelenlerin anılarındaki yeri bambaşkadır. 1960 yılında Anadolu'nun en ücra köşesinden kara bir trenle yola çıkan ve Haydarpaşa Garına geldiğinde ilk kez denizi ve martıları gören bir kız çocuğunun anılarında olduğu gibi. 1908 yılında Haydarpaşa'da başlayan tren seferleri 2013 yılında tren yollarında yapılmaya başlanan ve hala bitirilmeyen yenileme çalışmaları nedeniyle artık yolcularına hizmet vermiyor. Hakkında çıkarılan otel, AVM yapılacak haberleri nedeniyle uzun zamandır mahzun ve boynu bükük duran Haydarpaşa Garı "Kitap Günleri" etkinliğiyle iki yıldır o çok özlediğimiz cıvıl cıvıl kalabalıklarına yeniden kavuştu. Gerçi şimdilerde peronlarda tren sesleri, sevdiklerini uğurlayanlar, kondoktörlerin düdük sesleri yok ama her yeri kitap kokusu, kitap alma telaşındaki insanların cıvıltıları doldurmuş. Geçen yıl büyük bir keyifle ziyaret ettiğim kitap fuarını bu yıl evimin tam da karşısında, bir başka deyişle ‘burnumun dibinde’ olmasına rağmen az daha kaçırıyordum. Elimde olmayan nedenlerle ancak kapanış günü akşamüstü gidebildiğim fuar yine hıncahınç doluydu, ama bu doluluk öyle TÜYAP'taki gibi tıkış tıkış mekânlarda avare dolaşan bir kuru kalabalık değildi. İnsanlar buraya gerçekten kitap almaya, sevdikleri yazarları görmeye, Garın o hasret kokan peronlarında ve vagonlarında bir anlamda anılarını yaşamaya gelmişlerdi, tıpkı benim gibi... Kitap Günlerinin başladığı ilk günlerde İstanbul'da olabilseydim eğer 'Parasız Yatılı' ve 'Kırk Yedililer' kitaplarının yazarı Fürûzan'ı, tüm kitaplarını severek okuduğum Ayşe Kulin'i, hemşerim ve çocukluk arkadaşım Murathan Mungan'ı, taa Konya'dan kalkıp gelen şair dost Ahmet Üresin'i görmeye gidecektim, ama olmadı, daha doğrusu olamadı. Neyse ki nefes nefese olsa da son güne yetişebildim. Tek tek, tüm yayınevlerinin o rengarenk kitaplarla süslü stantlarını dolaştım, çantamdaki son kuruşu harcayana dek bir kucak dolusu kitap aldım. Ataol Behramoğlu'nu, Hanefi Avcı'yı, Doğu Perinçek'i, Sunay Akın'ı ve kitaplarının başında okuyucularını heyecanla bekleyen biraz ürkek, biraz mahcup amatör yazarları görme fırsatı buldum. Çocukların, gençlerin kitaplara ilgisi mutluluk vericiydi. Aslında Kitap Fuarına gitmek istememin özel bir nedeni de üç yıldır hasbel kader benim de yazılarımla katıldığım maviADA Dergisi ile halen editörlüğünü yapmaya çalıştığım Güneş Ülkesi Dergisinin değerli yazarı ve eğitimci Sayın Zeki Sarıhan'ı yakından tanıyıp sohbet etmekti. Zeki Sarıhan’ı sanal alemdeki yazılarından tanıyordum ama “Sarıhan” adının benim anılarımda özel bir yeri vardı. 1980’li yılların başında 12 Eylül Darbesinden bir yıl sonra atandığım ve dört yıl görev yaptığım Fatsalıydı Zeki Hoca ve o bilmese de yakın akrabalarından biri Fatsa’da komşumdu. Küçük ama şirin bir Karadeniz kasabası olan Fatsa halkı aydın ve okumuş insanlardı, orayla ilgili pek çok anı biriktirmiştim. O nedenle Zeki Sarıhan’la tanışmayı çok istiyordum. Garın son peronuna girerken heyecanım iyice artmıştı, acaba geç kalmıştım da Zeki Bey gitmiş miydi diye düşünürken son peronun sonundaki Güzel Ordu Kültür Sanat Derneğinin stantını ve kitaplarının başında oturan Zeki Sarıhan’ı gördüm. Yanına yaklaşıp kendimi tanıttım, sevecen bir öğretmen edasıyla karşıladı beni. Tanışmamızın ardından bir devir onun da yazılarını yayınladığı maviADA dergisinden söz ettik. Geçmişten, Fatsa’dan, öğretmenlikten, yazma sevdasından ve yazdığı kitaplardan konuştuk. Kendisine yönelttiğim sorulara geçmeden ZEKİ SARIHAN’ı kısaca tanıtayım. 1944 yılında Fatsa'nın Beyceli köyünde dünyaya gelen Zeki Sarıhan, 1964 yılında Ladik Akpınar İlköğretmen okulunu bitirerek üç yıl ilkokul öğretmenliği yapmış. 1970 yılındaysa Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü bitirerek öğretmenlik yaşamına Türkçe öğretmeni olarak 1993 yılına kadar devam etmiş. Daha öğrencilik yıllarında başlayan okuma, yazma ve araştırma merakı; okul duvar gazetesine yazdığı köşe yazıları öğretmenlerinin ilgisini çekmiş, 1980 yılında arkadaşlarıyla aylık Öğretmen Dünyası dergisini kurarak 2011 yılına kadar bu derginin yazı işleri müdürlüğünde bulunmuş. Eğitim Hakkını Savunma Komitesi sözcülüğü ve 2003 yılında kurulan Ulusal Eğitim Derneğinin üç dönem başkanlığını yapmış. Zeki Hoca yurt içinde ve çeşitli Avrupa ülkelerinde eğitim ve tarihle ilgili konferanslar vermiş, panellere katılmış. Yayımlanmış 36 kitabı içinde 4. ciltlik “Kurtuluş Savaşı Günlüğü” 1990'da Afet İnan Tarih Araştırmaları ödülüne, “Kurtuluş Savaşı Kadınları” 2006’da Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülüne, “Milli Mücadelede Maarif Ordusu” adlı kitabı da 2014’te Nafi Atuf Kansu Eğitim Araştırmaları ödülüne değer görülmüş. EĞİTİMCİ YAZAR ZEKİ SARIHAN’LA KÜÇÜK BİR SÖYLEŞİ Nurten Bengi Aksoy: Zeki SARIHAN kimdir, birkaç cümleyle nasıl anlatılabilir? Zeki Sarıhan: Siz nasıl tanıyorsanız aşağı yukarı öyledir. Ben kendimi şöyle sanıyorum: Mazlumlardan yana, emeğin en yüce değer olduğuna inanan, yurduna ve halkına derin bağlarla bağlı, öğretmenliğe doyamayan bir köylü çocuğu. Nurten Bengi Aksoy: Yazdıklarınızdan edindiğim izlenimlere göre zor bir hayatınız olmuş. Hemen hemen tüm öğretmenliğiniz devletle çatışmayla geçmiş. Bu çatışmanın izleri yazdıklarınıza da sinmiş, daha doğrusu yazmak bir mücadele, hatta ayakta kalma yöntemi gibi. Siz bu hali nasıl açıklıyorsunuz? Zeki Sarıhan: Yukarıdaki tanımları yaptıktan sonra neden devletin hıncını üzerime çektiğim anlaşılır. Pek çok insanın başına gelen olaylar. Doğru söyleyen ve dokuz köy hikâyesi. Benim de yalnız iki silahım oldu İkisi de yazı aracı. Tebeşir ve kalem. Şimdi elimde yalnız kalem (klavye) kaldı. Onunla idare ediyorum. Nurten Bengi Aksoy: Köy Enstitüsünde yetişmiş bir öğretmen olarak, bugünkü eğitim sistemimizle ilgili neler söylersiniz? Zeki Sarıhan: Siz de başka bazıları gibi benim köy Enstitüsünde okuduğumu sanmışsınız. Öğretmen Okuluna girdiğim 1958’de Enstitülerin adı değişeli dört yıl olmuştu. Bu kurumların programını 1946’dan sonra zaten değiştirmişlerdi. Neyse… Öğretmen Okulunun birçok öğrencisi de öğretmenliğinde ve düşün hayatında Enstitü mirasını içselleştirerek sürdürdü. Eğitim köprüsünün altından o tarihten beri çok sular aktı. Bugünkü iktidar, kendi ifadeleriyle “dinci ve kinci” kuşaklar yetiştirmek işine soyundu. Bunun açılımı, sömürü ve zulme ses çıkarmayan, bilimden habersiz, itaatkâr bir sürü yetiştirmektir. Bunun sürdürülebilir olmadığı kanısındayım. Onursal Genel Başkanı olduğum Ulusal Eğitim Derneğinin eğitimdeki hedefi "Bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, halkçı eğitim”dir. Nurten Bengi Aksoy: Bildiğim kadarıyla genellikle ülke sorunları, siyaset, kuşağınızın sancıları konularınız olmuş… Kaç kitabınız var Sayın Sarıhan? Bu kitaplarda genelde neleri işlediniz? Zeki Sarıhan: Mayıs 2017’de yayımlanan Akpınar’da Okurken, 36. kitabımdır. Kitaplarımın türleri Kurtuluş Savaşı tarihi, yerel tarih, anı, deneme ve eğitimdir. Beş kitabım da yayımlanmayı bekliyor. Kurtuluş Savaşı’nı konu almamın nedeni, devrim pratiğimizde kendi devrimci mirasımıza yaslanma düşüncesidir. Başka ülke pratiklerinin çok öne çıkmasına bir itirazın ürünüdür. Nurten Bengi Aksoy: Neredeyse yarım asırdan fazladır yazıyorsunuz. Yazmanın insanın ve toplumun şekillenmesine katkısı var mıdır, yazmaya yeni başlayanlara bu doğrultuda neler önerirsiniz? Zeki Sarıhan: Yazmak, müthiş bir eylemdir. Yazı, icat edildiğinden beri vazgeçilmez bir toplumsal görev yapıyor. Öğrendiklerimizin nerdeyse tamamını yazılardan edindik. “Kalem kılıçtan keskindir” sözü yazının gücünü anlatmak için kullanılmış. Benim yazdıklarımın da boşa gitmediğini, verilen ödüllerden ve okurlarımdan aldığım olumlu tepkilerden anlıyorum. Sosyal medyada paylaştıklarımın da işe yaradığını anlıyorum. Ancak son yıllarda yayıncıların arayıp sorduğu bir yazar değilim. Bunun nedeni yayın piyasasının belli ideoloji sahipleriyle tutulmuş olması. Demem şu ki gün benim günüm değil. Nurten Bengi Aksoy: Anılarınız ve yazdıklarınızdan geçmişe ve geleneklere bağlılığınızı biliyoruz. Bu bağlılıkla devrimci ve mücadeleci bir kişiliği birlikte nasıl yürüttünüz? Zeki Sarıhan: Ben fena halde yerli ve milliyim. Devrimci olmak da bunu gerektirir. Devrimci mücadelemizde bu toplumu harekete geçireceğiz ve ona yaslanacağız. Değişim ve adalet duygusunu onun geçmişinde, hislerinde arayıp bulacağız. Bunlar fazlasıyla da vardır. Sizi, maviADA'da, Türkiye halkının güneşli günleri için yaptığınız yayından ötürü kutlar, benim yazılarımı da oraya koyduğunuz için çok teşekkür ederim. Sayın Zeki Sarıhan kendisine yönelttiğim birkaç soruyu nezaketle yanıtladı. Aldığım kitapları imzaladı ve son olarak bir de anı fotoğrafı çektirdik. Kendisine teşekkür edip vedalaşırken yerimi öğretmenlerini ziyarete gelen öğrencilerine bırakarak ayrıldım oradan. Denizden esen ılık yaz rüzgârına doğru yürürken içimi dolduran kitap kokusu rüzgâra karışıyordu… Bize vakit ayırıp, sorularımızı yanıtladığı için maviADA adına Zeki Sarıhan’a çok teşekkür eder, bundan sonraki yaşamında sağlık ve esenlikler, çalışmalarında kolaylıklar dileriz…

  • "Toprak Dede" Hayrettin Karaca

    “Çok ödül aldım, ama en büyük ödülüm iki tanedir. Bunlardan biri, 2500 metre yükseklikte bir dağda, bir çocuğun beni gösterip, arkadaşlarına, ‘koşun koşun erozyon dede gelmiş’ demesidir. Diğeri ise bir kula nasip olmuş en büyük ödüldür, daha büyük ödül olacağına inanmıyorum; bu ödül de, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmamdır. Her ödülün kişiye verdiği bir sorumluluk vardır. Ben bu sorumluluk altında yaşıyorum, zaten beni çağıran da budur.” Herkesin bildiği adıyla “toprak” ya da “erozyon dede” Hayrettin Karaca’nın bu sözleri kaldı akıllarda. TEMA vakfının kurucusu Hayrettin Karaca 97 yaşında yaşamını yitirdi. Hayrettin Karaca kimdir, gelin birlikte bakalım. Kırım muhaciri dört çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olan Hayrettin Karaca 4 Nisan 1922 tarihinde, Yunan işgali sırasında Bandırma’da dünyaya geldi. Babası Hocazade Halil Efendi, annesi Zehra Hanım. Üç buçuk yaşında kekeme olan Hayrettin Karaca, arkadaşları arasında kendini kabul ettirebilmek için küçük yaşına rağmen harman dövmekten buğday yıkamaya, mısır kırmaya kadar her işi yaptı. İlkokula başladığında kekeme olduğu için alay edilip, dışlanan küçük Hayrettin kızların saçını çekip canlarını yakarak yaramazlık yapmaya başladı. O günleri kendi ağzından dinleyelim: Çekiyorum saçlarını kızların, canlarını yakıyorum. Sonunda kızlar beni, o vakit biz muallime diyorduk, öğretmene şikayet etmişler. İşte o Zehra Öğretmen benim hayatımı değiştiren insandır. “Hayrettin gel evladım bakayım” dedi, gittim. “Uzat ellerini” dedi, uzattım… “Eyvah, cetvelle dövecek beni” dedim. Ama o “Aaa arkadaşlar, bu ellere bakın ne kadar güzel, yaramazlık yapabilir mi?” dedi. Bir daha yaramazlık yapamadım. Çünkü beni himayesine almış birine karşı gelemezdim… Çıplak ayaklı zengin çocuğu İlkokulun son sınıfındayken şarkı söyler gibi ilk heceleri uzata uzata konuşmaya başlayarak ve öğretmeninin de yardımı ve sevecenliğiyle kekemelikten kurtulur. Çocukluğuyla ilgili bir başka anısını şöyle anlatır Hayrettin Karaca: “Biz 4 kardeşiz, dedim ya en küçüğümüz daha doğmamış. Ben 5,5-6 yaşındayım, benden sonra iki küçük daha var. Anacığım sabahleyin bizi doyurur, bana “Haydi evladım ayağımın altında dolaşma, git oyna” der. Ama ayakkabı giydirmez, neden biliyor musun? Mahalledeki çocukların hepsinin ayakkabısı yok, onun için… Kültür bu işte… Zengin olmak bu işte… Bayramda bile eğer mahalle çocuklarına da alındıysa giyerdim ayakkabıyı; ama akşamı zor bulurdum. Çünkü ayakkabılar ısırırdı ayaklarımı. Nasır bağlamış altları, dolu…” 4. Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım Bandırma’da başladığı ilkokul eğitiminden sonra İstanbul’da Feyzi Ata Ortaokulunda okur. İstanbul Erkek ve Haydarpaşa Lisesinden sonra devam ettiği Boğaziçi Lisesinden 1940 yılında mezun olur. Daha on üç yaşındayken yeşil gözlerine vurulduğu Türkan Hanımla 1941 yılında evlenir İkinci Dünya Savaşının sürdüğü seferberlik yıllarında ailesinin triko örme fabrikasının başına geçerek çalışma hayatına başlar. “Ben sanayici olmak istemiyordum. İstediğim edebiyatla ilgilenip kalan zamanımı doğayla iç içe geçirmekti. Fakat o günlerde babamıza karşı çıkmak söz konusu değildi.” diye anlatır mesleğini seçme nedenini. Beş yıl evli kaldıktan sonra veremden kaybettiği eşi Türkan Hanımla evliliğinin ilk yıllarını da şöyle anlatır. “Biz Türkan’la yeni evliyiz, gittik Uşak’a… 2. Dünya Savaşının sürdüğü seferberlik yılları, ekmek yok, çünkü karne yok. Bizim karnemiz var; ama İstanbul için var, Uşak’ta geçerli değil. Ekmeğimiz yok, yeni karneyi çıkartana kadar bir ay zaman geçti. Bir ay kestane yedik, patates yedik… Ne bulursak artık… Fırına gidiyoruz, dörtte bir ekmek veriyorlar. O günleri bilmezsiniz siz. Yok, hiçbir şey yok. Oğlumuz da işte bu günlerde doğdu…” İlk özel arboretum (Ağaç evi) Ellili yaşlarında, Türkiye’nin ilk özel arboretumunu (ağaç evi) kurar Hayrettin Karaca. Yurt içi ve yurt dışında gezdiği her yerden tohumlar toplayıp botanik bahçelerini gezer, bağlantılar kurar. Bugün Yalova’daki Karaca Arboretum’u dünyanın her yerindeki botanikçiler tarafından bilinmektedir. 14.000 türü barındıran arboretum aynı zamanda ülkenin tehlikedeki türleri için bir gen koruma merkezidir. Hanoover Üniversitesi’nden Ekoloji profesörü Franz H. Meyer Hayrettin Karaca’dan “Şimdiye kadar hiç böylesine kişisel çıkar gütmeden, kendini insanlığın yararına çalışmaya adamış birine rastlamadım.” diye bahseder. Hayrettin Karaca yurt içindeki gezilerinde Türkiye’nin anıtsal ağaçlarının fotoğraflarını çeker, onların korunması yönünde çalışmalar başlatır ve yetkilileri habitat ve biyolojik çeşitliliğin karşı karşıya bulunduğu tehlikelere karşı uyarır. Hayrettin Karaca bu geziler sırasında Türkiye’de insan etkisinden kaynaklanan hızlı bir çölleşme tehdidinin de farkına varır. Bitki türlerinin yok olduğunu görür. Harap olmuş meralara, kuruyan şelalelere, yangınlar yüzünden veya tarla açmak üzere köylüler tarafından kesilmiş ormanlara rastlar. Gözlemlediği felaket karşısında sessiz kalamayacağını hisseden bu kendi kendini yetiştirmiş botanist, 70 yaşında yeni bir meslek edinir; Türkiye’deki çevre çalışmalarının liderliğini üstlenir. Sanayici arkadaşı Nihat Gökyiğit’le birlikte 1992 yılında TEMA’yı, Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı’nı kurar. Yapılan uluslararası bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkler arasında çevresel konulara duyulan ilgi Hayrettin Karaca tarafından kurulan TEMA vakfı sonrası yüzde 12’den yüzde 51’e yükseldi. Yılmadan yola devam etti İster bir köy kahvesinde 5-6 kişi, isterse akademisyenler ve hükümet görevlilerinden oluşan bir bilimsel konferans olsun, dinleyici kitlesi ve sayısı ne olursa olursun Hayrettin Karaca konuşmaktan ve çevre bilincinin oluşması için çalışmaktan vazgeçmedi. TEMA Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Hayrettin Karaca, üzerinden çıkarmadığı kırmızı kazağının sırrını açıklarken, “Bu kazağı 16 yıldır giyiyorum, sonsuza kadar da giyeceğim” şeklinde konuşmuştu. Kırmızı kazağı ve yakasındaki yaprak rozetiyle bütünleşen, çevre ve doğaya olan düşkünlüğü ile bilinen Karaca, 97 yaşında hayatını kaybetti Ömrüne birçok başarı sığdıran Hayrettin Karaca, 1998 yılında Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüştü. Karaca’ya ödülünü 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vermişti. Hayrettin Karaca ayrıca . Hayrettin Karaca Alternatif Nobel ödülüne layık görülmüş, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından da ‘Orman Kahramanı’ seçilmişti.

  • Her İnsan Öldürür Sevdiğini

    Her insan öldürür gene de sevdiğini Bu böyle bilinsin herkes tarafından, Kiminin ters bakışından gelir ölüm, Kiminin iltifatından, Korkağın öpücüğünden, Cesurun kılıcından! Kimisi aşkını gençlikte öldürür, Yaşını başını almışken kimi; Biri Şehvet'in elleriyle boğazlar, Birinin altındır elleri, Yumuşak kalpli bıçak kullanır Çünkü ceset soğur hemen. Kimi pek az sever, kimi derinden, Biri müşteridir, diğeri satıcı; Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi, Kiminden ne bir ah, ne bir figan: Çünkü her insan öldürür sevdiğini, Gene de ölmez insan. Özdemir Asaf çevirisi; / Oscar Wilde Oscar Wilde olarak bilinen yazarın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde’dır. 16 Ekim 1854′te Dublin’de dünyaya gelen Oscar Wilde entelektüel bir anlayışa sahip elit bir ailenin çocuğu idi. Bu nedenle dönemin şartlarına göre iyi bir eğitim aldı. 1879′da Londra’ya yerleşti ve hayatını burada şekillendirdi. 1884′te bir aile kurarak 2 çocuk sahibi oldu. Oscar Wilde daha sonraki yıllarını Quennsbury Markisi’nin oğlu Alfred Douglas ile yaşadığı eşcinsel ilişki ile devam ettirdi. Dört yıllık bu ilişki Markinin, Oscar Wilde’ın gayrıtabii davranışlarda bulunduğu iddiasıyla dava açmasının ardından son buldu ve Wilde 2 yıl kürek cezasına mahkum edildi. 1897′de cezasını tamamlayarak normal hayatına Fransa’da geri döndü. Fransa’da yazdığı yazılarında kendi ismini kullanmıyor, Sebastian Melmoth olarak okurlarıyla buluşuyordu. Avrupa’nın çok farklı ülkelerini dolaşan Wilde, hapishane yıllarının verdiği yıpranmışlıktan, içki ve bunalımlardan dolayı son yıllarını kötü bir şekilde geçirdi. 30 Kasım 1900′de hayatını kaybeden Wilde’ın hapishane yıllarında yakalandığı menenjit ve frengi hastalıklarından dolayı hayatını kaybettiği söylentiler arasındadır. En tanınmış yapıtları Dorian Gray'ın Portresi adlı romanıyla Mutlu Prens adlı masalsı alegorik öyküsüdür. Günümüzde mezarı Paris’teki Père-Lachaise mezarlığında yer almaktadır. * Alegori bir söz sanatıdır. Bir düşüncenin, bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme, somutlaştırma. Orwel'in Hayvan Çiftliği alegorik bir romana, Themis- gözleri bağlı, elindeki teraziyle adaleti anlatan heykel- görsel sanatlardan örnek verilebilir.

  • Fikrimin İnce Gülü

    PENCEREMDEN Belki yüzyıl önce... kimbilir ne zaman; kulağıma çalınmıştı: Fikrimin ince gülü... Dilime takılmış... Ne güzel söz; ne hoş tınısı var... Ama ne? Yazın dünyasına adım atan yazarların, öncelikli durağının dergiler olduğunu hep okurdum… Onlarca kitap yazmış ve edebiyatımızda önemli yerlere gelmiş yazarların illa ki bir dergi macerası vardır. Ya dergi çıkarmış ya da dönemin en popüler dergilerinden birinde sürekli yazıları yer almıştır. Bu günlerde gösterimde olan Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği Kelebeğin Rüyası filmi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşamış , o yıllarda “Varlık “ Dergisinde şiirleri yayınlanmış iki genç şairden esinlenilmiştir. Bu iki şiir sevdalısı gencin adları ve şiirleri günümüze kadar taşınmış ve filmlere esin kaynağı olmuşsa tek nedeninin Edebiyat Dergileri olduğu tartışılmaz. Bu nedenle ben dergileri bir okul olarak görüyorum. Yazarın hem yazdıklarını sınaması, hem de okur bulmanın en güzel ve geçerli yolu dergilerdir diye düşünüyorum. Benim yazma öyküme gelince... Eğitim hayatında öğretmenler önemli yer tutar kuşkusuz. Ancak yaşamınıza yön veren, örnek aldığınız, kişiliğinizi şekillendirecek ilkokul öğretmenleri apayrı bir yer tutar. Hele hele öğretmeniniz aynı zamanda babanız ise… Düşünüyorum da, şanslı bir öğrenciydim çünkü, Hem Köy Enstitülü bir öğretmenin çocuğu, hem de okulda öğrencisi olmak inanılmaz zenginlik katmış hayatıma. Çok okuyan, evinde dünyanın kitabı bulunan, edebiyata ilgili, gazete ve dergileri takip eden, günlükler tutan bir baba… Bütün bunlar sizin alışkanlıklarınıza şekil veren, sizi yazmaya yüreklendiren, edebiyat dergileri kanalıyla yazarlarla tanıştıran güzel şeyler. Ancak, hem ebeveyn, hem öğretmen olma durumunun benim için tek şanssız yanı; yetenekleriniz ve başarılarınız en önde bile olsa, kayırıldığınızı düşünecekler endişesi ile öne çıkarılamamanız. Sonraki yıllarda başarılarınız ne kadar takdir edilse de bu öğretilmiş mahcubiyet, yaşamınız boyunca sizi takip eder. Bir türlü öne çıkamaz, çekingen ve tutuk geride durursunuz. Yazmak sessiz bir eylemdir aslında…Ne var ki yapıt aydınlık ister. Yazılanları gün ışığına çıkarıp ses haline dönüştüren onurlu tek adres dergiler. Ne torpil, ne rüşvet, ne kayırma; varsa dağarcığınızda bir şeyler kendiliğinden öne çıkarsınız. İyi okur, sizi o güvensiz ürkek sesinizdeki o tınıyı yakalar, çeker alır aydınlığa. İlk öykülerimin KimseSiz, Aykırı Sanat, Damar, başka dergiler ve maviADA dergisinde yayımlanması, aynı zamanda maviADA Dergisinin kuruluşunda ve yönetiminde yer aldığımda bir bir yaşayıp gözlediğimdi. Fikrimin ince gülü... Oysa, onca zaman sessiz bir tarafta yazıp durduğunuz şiirleriniz, öyküleriniz, denemeleriniz nerede ve nasıl ses bulacaktı, anlatacaklarınız olduğunu kimler dinleyecek, hatta yeni çıkan kitaplarınız ve aldığınız ödüllerinizi nerede duyuracaktınız? Fener gibi yolunuzu aydınlatan edebiyat dergileri, tam da böyle bir zamanda yardımınıza yetişir. On yıl sonra unutulacak bir hikayeyken sizin bu dünyadan gelip geçtiğinizi yoksa kim bilecekti? İsterseniz en büyük meydana dev bir heykel yaptırın...yarın yıksınlar diye... O nedenle, maviADA Dergisi’nin benim için anlamı tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Benim gibi bir çok yeni kalemin de, ilk öyküleri, şiirleri ve hatta kitapları maviADA’dan çıkmıştır. İlk defa ismini dergimizde duyduğum bazı yazarlar, sonradan Türkiye’nin önemli ödüllerine sahip olmuşlardır. Ancak şunu vurgulamadan geçemeyeceğim, biz yazarların dergilere muhtaçlıkları gün gibi ortada. Peki bu vefasızlık niye? Dergilere yalnız yazı göndermekle yetinmeyip, uzun ömürlü olmaları için omuz vermenin de gerekli olduğunu düşünmek zor mu? Dünya değişti... Pazara çıkmayan onurlu yazarın ilk filizlerini verip kendini gösterip kabul ettirdiği imece dergiler de masal oldu... Biz inadına, belki diyalektiğe aykırı sürdürüyoruz. Olsun o yapabildiğim en güzel şey... Fikrimin ince gülü... Sahi neydi o? Ne güzel söz? Anadolu kokan çekingen ürkek adımlarım, Yalova lisesine giden bir yanı deniz, çınarlı yolda yürürken, havada o şarkı... Sonra bir kitap; Adalet Ağaoğlu'nun yol hikayesi... Söz deli ediyor beni Ne çok hoşuma gidiyor... Havada hanımeli, gül kokusu... ne çok elma ağacı... İçimden rüzgar geçiyor... Belki eskisi gibi değil, çatıları uçuran, duvarları parçalayan değil. Ama esiyor, ama benden, ama benim rüzgarım. Yapabileceğim en güzel şey... Fikrimin ince gülü! İnce düşüncem... maviADA'm...

  • Magdelena FRİDA

    "Olanaksızı iste, kendini yarat..." * Sanat, İnsanın varoluşundan bugüne kadar, başetmeye çalıştığı; keder, sevinç, hüzün, sevda gibi güçlü duygularının; kah sözlü, kah yazılı, kah resimleyip, dans ederek dışa vurum halidir. İnsan bu duygularıyla başetme hali içinde yaşamını şekillendirirken, bir yandanda güzelleştirme ve var oluş mücadelesi derdine düşer. İnsanı anlatmaya, sanat kadar elverişli bir alan, belki yaşamın kendisinde bile yoktur. Sanat okuyucuya ya da izleyiciye, kendi duygularının farkına varmalarını sağlayarak, onlara kendilerine ait şeyleri fısıldar. Başka bir deyişle sanatın temel işlevlerinden biri, insanların yaşamını daha dolu, daha gerçek yapmaktır. ‘‘Yaygın bir sanat yaşamın bütününü canlandırsaydı, ufak tefek gündelik işler ve zorunluluklar, gerek o andaki özellikleri, gerekse taşıdıkları anlam bakımından zevkli olurlardı. Ele aldığımız her işi bir yazarın yazı yazarken veya bir ressamın resim yaparken duyduğu istekle yapardık’’ diyor İrwin Edmun. Sanatın bu işlevi, özel durumumuzda yani bilincimizde belli bir değişiklik yaratarak, dış gerçeği değişikliğe uğratmamız için bizi daha yetkin ve güçlü kılmasıdır. Sanat kendine özgü araçlarla insan bilincinde belirli bir değişiklik yaratır. Var olanı, alışılanı ifade ederken, algılayamadığımız, farkında olmadığımız, düşünemediğimiz durum ve duruşları da gösterir. Böylece düşünceyi ve düş gücünü ayakta tutma ve giderek bunu zenginleştirme gibi bir işlevi de yüklenir. Sanatın bu büyük gücüne, insanı yeniden yaratma yetkesine onlarca örnek verilebilir… Ancak, ben bir kadın olarak, yaşam öyküsünden çok etkilendiğim birinden söz etmek isterim; Otobigografik resimleri, birleşik martı kanadı kaşları, ergen bıyıkları, her dem çiçeklenmiş saçları ve uzun etekleriyle, O bir feminist, devrimci aktivist bir sembol isim… Meksikalı kadın ressam FRİDA Kahlo!.. Frida resimleri,azimli ve kararlı duruşu,farklı karakteri, aşkları, acılarla dolu yaşam öyküsü, filmlere ve sahne sanatlarına konu olmuş, kendini yeniden yaratmayı başarmış ender kadınlardandır. Meksikalı dört kız çocuklu ailenin üçüncü kızı Magdelena Carmen Frida Kahlo Carderella,1900 lü yılların başında Dünya çocuk felci ölümleriyle kavrulurken, Altı yaşında çocuk felci geçirmiş, yaşam boyu bir ayağı aksak kalacağıyla da yüzleşmiştir.Bir bacağı diğerine oranla daha ince kalması nedeniyle akranlarının “Tahta bacak Frida” lakaplarına maruz kalsa da, Tanrı O’nun bir yaşam savaşçısı olacağı sinyalini ta o yaşlarda vermişti. Uzun etekler giyerdi.Sağlıklı çocukluk geçirmeyişi etken olsa gerek ki hep doktor olmak istiyordu. Frida azimli bir öğrencidir. Meksika’nın Ulusal hazırlık okulunun tıp bölümüne alınır. Okulda iki bin erkek öğrencinin yanında sadece otuz beş kız öğrenciden biridir.Çoğunluğu erkeklerdir arkadaşları, erkeklerle daha iyi anlaşmaktadır.Erkek gibi giyinir,öyle davranır.Belki babasının içten içe erkek çocuğu özlemine bir hoşluk olsun diyedir. Frida burada kendini sanat, felsefe, edebiyat alanlarında çok geliştirir. Çünkü ilerde Meksika'da önemli adamlardan olacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda ve Alfonso Villa, Frida'nın okul arkadaşlarıdır. Frida yanında, aynı zamanda sevgilisi olan erkek arkadaşıyla okuldan dönerken, bindikleri otobüs bir tranvayla çarpışır.Bir çok insanın yaşamını yitirdiği bu kazada Frida, tranvay demirlerinden bir parçanın sol kalça kemiğinden girip uyluk kemiğinden çıkması sonucunda, sağ bacağı onbir yerden, omurları da üç yerden kırılmıştır. Parçalanmış vücudu ile, haftalar boyunca yoğun bakımda kalarak, mucize eseri sağ kurtulmuştur. Yaşamında İkinci kez kaderin tekerine çomak sokmayı başarmıştır… Kırılan kemikleri nedeniyle, çelik korselerle yatağa bağlı kalacak, belki de bir daha hiç kalkamayacaktır. Bir dizi ameliyatlar… Acılar,sancılar… Frida kendine acıyacak karakterde biri değildir.İmkansıza yer yoktur onun yapısında. Yattığı yerden, babasına resim yapmak istediğini söyler. Babası onun yatakta resim yapabilmesi için bir düzenek hazırlatır.Annesi ise kendisini unutmaması için tavana bir ayna koydurur. Frida, bitmez mücadeleci azmiyle, acılarını unutmak için deli gibi resim yapmaya başlar. Kendisiyle kalacak bol zamanı vardır. Acılarıyla başetmenin tek yoludur resim yapmak. Otobiyografik resimler yapar… Hep kendini çiziyorsun diyenlere; “Kendime çok fazla zaman harcıyorum ve herşeyden daha iyi bildiğim bir konuyum” cevabı hazırdır. Umarsızlık,sevgi,acı ve çok zayıf bir umuda sarılmanın hazin öyküsü…Tam iki yıl sürmüştür tekrar ayağa kalkıp yürüyebilmesi. Frida yeniden hayata döndüğünde artık sanatı daha çok hayatında tutması gerektiğini biliyor ve gerçekten iyi şeyler yapıp yapmadığını öğrenmek istiyordur. Sanatı politikadan ayırmadan bu çevreye yakın olmaya, onlarla davetlere katılmaya başlar. Hatta 1929'da Meksika Komünist Partisi üyesi olur. Frida,hayranlık duyduğu Meksikalı Michalangelo olarak tanınan Ressam Diego Rivera’ya çizdiği resimlerini değerlendirmesi için tanışır.Çapkınlığıyla da anılan Diego Rivera’ya aşık olmuştur. Henüz yirmi iki yaşındadır, Diego ise kırk üç. Fırtınalı bir aşktır onlarınki… Hayatında iki önemli kaza olduğunu, bunun ilkinin otobüs ve tranvay çarpışması, diğerinin ise Diego Rivera ile tanışmaları olduğunu söyleyecektir Frida. Evlenirler…Diyego’nun üçüncü evliliğidir.İri yarı,yakışıklı olmayan, şişman biridir Diego. Fil ile güvercinin birlikteliğine benzetilir aşkları… Diego’nun çapkınlıklarını bilir,aldatıldığını da. Ayrı oldukları dönemlerde, kendi birliktelikleri de olmuştur Frida’nın. Ancak ondan vaz geçememek gibi garip bir bağlılığı vardır. O’nu her şeyi yerine koymuştur… Babam Dieğo… Oğlum Diego… Kocam Diego… Kardeşim Diego… Sevgilim Diego… Diego… Diego… Diyecektir. Üç kez hamile kalsa da geçirdiği kazanın sonucu düşüklerle sonlanır ve çocuk sahibi olamaz bir daha. Hayvanları sever Frida… Papağanları, maymunları vardır, resimlerinde yer verdiği özel hayvanlardır bunlar. Özlemini çektiği çocuğu yerine koyduğu. Sürrealist Ressam Andre Breton’un katkılarıyla New York’ta bir sergi açacaktır Frida. Bu sergi büyük ilgi görecek ve yaşarken kıymet verilen nadir sanatçılardan biri olacaktır. Bu sergide resimlerinin yarısı satılacaktır.Ünlü aktörlerinde satın aldığı resimleri de vardır bunların içinde. Frida uluslar arası bir üne kavuşacaktır bu sergiden sonra Paris’ te de bir sergi açacaktır. Picasso, Kandinsky gibi isimler başta olmak üzere bir çok önemli ismin sergiye ilgisi hayli büyük olacaktır. Hatta Louvre Müzesi Frida’nın “Çerçeve” adlı tablosunu satın alacaktır. Picasso, Frida ile ilgili “ Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” yorumunu yapacaktır. “La Esmeralda” Sanat okulunda öğretim üyeliğine başlamış, ancak sağlık sorunları yakasını bir türlü bırakmamıştır. Bildiklerini öğrencilerine aktarmak için direniyordur. Geçirdiği sayısız ameliyatlar, yeniden sıkıntı yaratmış, dokuz ay sürecek hastane yolu görünmüştür. 1953 Temmuzun'da Frida kangren olan sağ bacağını kaybetmeden önce, Meksika’da ilk kişisel sergisini açacaktır. Parçalanmış bedeninden yepyeni bir Frida yaratan bu olağan üstü güzel ruhlu kadın, öleceğini sezmiş,günlüğüne şu notu bırakmıştır. “Umarım Gidiş Neşelidir.Ve Asla Geri Dönmemeyi Umuyorum” 13 Temmuz 1954 yılında, henüz 47 yaşındayken, bu dünyadan ayrılacaktır. O geri dönmemeyi umduğunu söylese de, Frida’nın, gücünü sanattan alan ruhu, farklı kadınlarda, farklı alanlarda aramızda dolaşmaktadır!.. “ VİVA LA VİDA” (Yaşasın Hayat) * SANATIN GEREKLİLİĞİ DOSYASI

  • Bir Kitap Kalbini Açıyor

    "UYKUSUZLAR İÇİN MANİFESTO" dan... * Esra Odman İyier / UYKUSUZLAR İÇİN... / Roman * Gece 03:00… Yeni bir güne az kaldı. Yeni bir günle gelecek olan ölümlere, yangınlara, kazalara, istatistik değeri olan birçok olaya. Mesela; şu saatlerde acaba kaç kadın kocası tarafından dövülüyor? Kaç kadın harika bir sevişmenin sonuna yaklaşmış, kan ter içinde? Hangi çocuk altına kaçırdığı için annesinden dayak yiyor? Kaç insan hastanenin nefes almayan beyaz duvarlarının arasında solunum cihazına nefes veriyor? Acaba kaç adam gidenlerin yerini doldursun diye kaç kadının bacak arasında hayaller kuruyor? Kaç öğretmen ertesi günkü dersi düşünürken, kaç siyasetçi kesesini doldurmak için telefon trafiğinde helak oluyor? Kaç terörist ertesi gün patlatacağı yerin krokisi üstünde çalışıyor ya da öldüreceği onca insanın vebalini kaç tanesi kalbinde duyuyor, kaç tanesi sırtında taşıyor? Ya doktorlar? Nöbetlerinin en derininde kaç bacak, kol topluyor ameliyathanenin soğuk rüzgârında? Belki de yarına çıkmayacak olanların kaç tanesinin akrabası doktoru öldürme planı yapıyor? Kaç asker sınırda akil olmadıkları için vurulup şehit düşüyor? Kaç mülteci sınır kapısından geçerken ev, araba, maaş ödülü aldığı için ülkemizi çok seviyor? Birileri kaç mülteci hesaplıyor, Akdeniz'e gömerek zengin olacağı?.. Daha kaç kişi var; yarın ölümden döndüğü için sevinip, internette paylaşacak? Bugün yine uykusuzum. Kafamda deli düşünceler koyun sayar gibi ölüleri sayıyorum. Buraya geldiğimden beri geçtiğim yolların hepsi patlatıldı. Suçumu sorana ben uykusuzum diyorum. Sanki ben uyumadıkça ülkedeki insanlar çıldırıyor. Sanki ben uyumadıkça borsa kendini kaybediyor. Ben uyumadıkça siyasetçilerin hepsi yalan söylüyor. Ben uyumadıkça gözlerim yanıyor, sabaha çıktığımda Ankara yanıyor. Ben uyumadıkça midem ağrıyor, sabaha Ağrı Dağı çevresinde askerlere pusu kuruluyor. Ben uyumadıkça hava alamıyorum, akşamına havaalanında patlama oluyor. Ben uyuyamıyorum işte! Ve bütün suç bana kalıyor… İlk şahit olduğum Osetya’daki okul katliamında kaç gece ağladım, bilemiyorum. Çocuklar dedim, iç yangınım arttıkça. Çocuklar öldü, annelerinin gözleri önünde. Sonra rehine kurtarma operasyonu dendi adına. Soykırımın ince dantel motifi gazetelere manşet oldu anaların gözyaşlarıyla ilmek ilmek. Uyumamaya o zaman başladım. O gece ilk defa uykusuz kaldım. İlk defa o gece uykusuzluğumu anlamlı bir çaresizlikten çıkartıp, anlamsız bir baş ağrısına çengelledim. Sonunda uykusuzluğun üstüme yapışacağını bilmiyordum 25 yaşında. Üniversiteyi bitirmenin haklı gururuyla rol kesiyordum her başvurduğum iş yerindeki patrona. Sonunda çalışamayacağımı, evlenemeyeceğimi, çocuk sahibi olamayacağımı anladım. Tıpkı gerçeklerin yalancı bir yansımasıydı sır tutmuş cam misali aynada. Kendimi görüyordum ama ayna puslu bir camdı aslında.

  • Raşel Rakella Asal ve Volga Hüznü

    Geçmiş'in kaygan, yumuşak dokusu ile 'şimdi'nin durağan dinginliğinde dans ediyorum, diyor sevgili Rakella. 'Volga Hüznü'nde dolaşmaya başlamadan önce, okuru bu cümlelerle göreceklerine, yaşayacaklarına hazırlıyor. Anılar yazar için melon şapka takmış, ensesine küçük bukleler dökülen genç bir adam. Belli ki Volga Hüznü’nü yaşarken, okuru ile birlikte, anılarla dans edecek. Yazar, temiz, çapaksız ve akıcı diliyle Rusya sokaklarında dolaştıracak bizi? Albümü aralayıp yazmayı deniyor. Kalemini kâh şiirin o eşsiz tadına daldırıyor kâh bir kameranın gözüne oturtuyor okuru. Volga Hüznü bildiğimiz gezi kitaplarına benzemiyor. İlk St Petersburg'a uğruyoruz. Şehrin kurtuluş hikayesini, gelişimini zorluklarla geçen 900 gününü okuyoruz. Neva nehri gözlerimizde canlanıyor gözlerimiz satırları takip ederek akıyor. Moussorki tiyatrosunda Raşel Rakella Asal'ın yanına oturup Giselle bale gösterisini izliyoruz. Bale onun için dilsiz bir söyleşi, hareketlerle, figürlerle ve seslerle anlatılan canlı ve konuşan bir resim Sarayları, müzeleri merakla okurken, dilindeki akıcılık bizi de yaşadığı duygu ve görüntü karmaşasının içine çekiyor. Tarih elimden kayıp gitmiş, ben ona tutunamamışım diyor ve yer yer gördüğü manzaralar aklında bir fotoğraf karesine dönüşüyor. Yaşadığı duygu seli onu bir çeşit kendi yaşamını ve anılarını sorgulamaya götürüyor. Kitap boyunca yalnız Rusya'yı değil yazarın çağrışımları ve anıları ile bir Paris'te buluyoruz kendimizi bir Maxim Sali'nin o hazin hikâyesinin içinde. Rus edebiyatından Tolstoy, Dostoyevski, Çehov üzerine verilen bilgiler, yapılan tespitler elimizdeki kitabı daha farklı ve doyurucu bir boyuta taşıyor. Sanat tüm duygularımızın bir tin olarak ruhumuza düşen bir özeti miydi? Bu soruya rastlayınca kitabın kapağını gözlerimle birlikte kapatıp uzun uzun düşünüyorum. Yazar görüneni ve görünenin ardındaki duyguyu, görülemeyeni de anlatıyor sanki. O zaman yaşamak nasıl? Nereye kadar? Doğru yön hangisi?, Belki de bilgelik hiç sorgulamamak demekti. Bir solukta okunmuyor Volga Hüznü. Durup düşünerek, düşünürken özleyerek tadına ağır ağır vararak okunabiliyor. İçinizden sorduğu sorulara yanıtlar veriyorsunuz, elinizdeki kitapla sohbet ediyorsunuz. Zaman özür dilemedi benden. Çekip gitti. Çünkü zaman, tanrının haylaz çocuğudur diyorum usulca. Raşel Rakella'nın gülen gözleri geliyor aklıma, gülümsüyorum. Bu kez çok ara verdin hadi devam et diyor kulağıma. Ladoga Gölü’ndeyiz, kahraman göl de diyorlar ona, oradan Onega Gölü’nün serin suları ile kucaklaşıyoruz. Sonra birden Beethoven Ay Işığı Sonatı çınlıyor kulaklarımda, sözcüklerin ritmi sanki Ay Işığı Sonatı ile uyum içinde. Selene ve Endymion'nun hikâyesi içinde biz de nehrin sularına akıyoruz ve yolumuz Kizhi adasından geçiyor. İsa'nın yüz değiştirmesi kilisesi insan zekâsına hayran bırakıyor bizi. Otuz altı yıl süren bir acının böyle bir sanat eserine dönüşmesi karşısında sanatçının önünde saygıyla eğiliyorum. Kiliseler, manastırlar, kasabalar arasında Çehov'un pazar günleri kilise korosunda ağabeyleri ile söylediği ilahiler eşliğinde, okuru da büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Barajlar, kanallar ve Volga üzerinde akmaya devam ediyoruz, roman kahramanları selamlıyor bizi. Kivilov, Şatov, Raskonikov? Volga Hüznü üzerine yazılacak çok şey var, iyi bir okuru tatmin etmenin ne kadar zor olduğunu bilen ve yazmayı deneyen biri olarak bu kitabı çok sevdim. Eline ruhuna, samimiyetine sağlık sevgili Raşel Rakella?

  • Borç Yazılar

    BİLİYORUM, BU YAYINLAR ÖZÜR BEKLİYOR, BEN DE HOŞGÖRÜ... ORTASINI BULSAK YA, BEN İNADINA SAVUNMA KESİLMEDEN YANİ... * N. UYAR'ın kitabını tanımak için resme TIKLAYIN İşimiz bu; inadına yaşamak. ...ve elbette dik durmak amentüsü... Ne var ki bazen elinizde değildir, öyle olduğunu sanır ya da iddia edersiniz ama siz çoktan dört ayağa geçmiş, başka bir evrimin ABCsindesiniz. SÜPRİZLİ BİR DERGİ: Denizli SUNAK SUNAK dergisiyle ilgili tanıtımını okumak için TIKLAYIN * ŞEHİR DERGİSİ / Bir Alçakgönüllü Kahraman Dergiyle ilgili Yazıyı Okumak için Resme Tıklayın Kabuğunu Kırmaya Çalışan Bir Dergi: ZİL ÇALDI Dergiyle ilgili yazıyı okumak için RESME TIKLAYIN Anlamazsınız bile... Anladığınızda belki bir bilen sizsiniz. Belki tüm dünya... Ama değişmeyen işin kuralıdır; insan insana iyi günde itibar eder, bilmelisiniz. SÜPRİZLİ BİR DERGİ: Denizli SUNAK Tanıtımını okumak için TIKLAYIN Aklınız varsa, yok bir şey deyip geçersiniz. O da bir hikaye olur... Olur da tanıklar varsa ne yaparsınız? ÖZÜR DİLEMEK YETMELİ... Postaneye uğramayalı çok olunca... Ama SÖZ, mahcubiyet sağlam bir SENETTİR. Borcum borç... ŞEHİR DERGİSİ / Bir Alçakgönüllü Kahraman Dergiyle ilgili Yazıyı Okumak için Resme Tıklayın ***

  • Silahların Gölgesinde Aşk

    NAİL UYAR, Öykü, 144 sayfa, Nisan 2016, Kora Yayınları İstanbul * Kitabın Arka Kapağı *

  • SÜRPRİZLER DERGİSİ: DENİZLİ SUNAK

    SUNAK Resim ve Sanat Evi'nin Denizli'de yayını olarak 13. yılını sürdüren SUNAK dergisi, alışılmış kültür sanat dergilerinden her yönüyle ayrılıyor. Ayrılıyor ama... Gönderdikleri, ne var ki yaşam beklenmeyenlerinden denk getirip uğrayamadığım postaneden ancak aldığım, SUNAK sayılarının ilkine bakıyorum.Yıl 12 Sayı:43 Haziran 2015 yazıyor. Postaneye bunca zaman uğramayışım büyük ihmal, üretebileceğim bir bahanem yok; ama bu dergi... 10 yıl önce gönderilene ne kadar çok benziyor. Hiç değişmemiş, genç kalmış diyeceğim... ama bir klasikleşen biçim de olduramamış. Daha çok ders... diyemiyorum da...hiç yol almamışlar gibi. Sözü eğip bükmeye gerek yok, birisi şirinlikten vazgeçmezse kral hep çıplak kalacak. Ne yazık ki SUNAK, tüm iyi niyetine, onca emeğine karşın geçirdiği 13 yıl ve 46 sayıdan kendi gerçeğini yaratamamış. Görsel'in baskın gücü kendiliğinden yazının ve tasarımın önüne geçmiş, ne var ki bu tip dergilerin kullandığı pahalı teknoloji, lüks baskı da olmayınca onlara ulaşamadan kalmış, kültür sanat dergilerinin sadeliğine de üretenlerin alanları nedeniyle dönemeyince 28 sayfalık dergi karışık bir broşür ya da hevesli bir fanzin izlenimi veriyor ilk anda...Yani SUNAK, Resim ve Sanat Evi'ne müşteriye tanıtıcı bir broşür dersek, sorun kalmıyor. Yani ben çok şey bekliyorum. Kalmıyor da giriş yazılarında "...Denizli'nin kültür sanat ateşi... dergisi," diye adlandırılıyor ve sanat yönetmeni de dahil her dergiye nasip olmayan organlarını ilan ediyor, dahası benim gibi müşterisi olma şansı sıfıra yakın insanlara, uzak şehirlere posta kargo ücreti esirgenmeden gönderiliyor. Onda yazanların bir kısmı da öyle, uzak diyarlarda oturuyor... Yani SUNAK ben bir kültür sanat dergisiyim diyor, beni görün, bana katılın, katkı verin diyor, öteki adıyla... O zaman iddia ettiği gibi olmak zorunda... Elbette hoşgörülü olmamız gerek, bu desteksiz, hatta yığınla engeli olan imece dergilerin yaşaması ve artması için. O nedenle değil mi benim Sunak'tan hemen her maviADA sayısında övgüyle söz etmem, yine o nedenle değil mi 5 saat ayırıp dergileri okuyup, inceleyip bu yazıyı yazmam? İyi de on yıl da taş olsa değişir azıcık. Acaba anlaşılacak mı? Kimin umurunda, adam yerine koyup dergi gönderdilerse ben de adam gibi davranıp gördüğümü yazmak zorundayım. Anlamazlarsa bir daha göndermezler olur biter. Bu biçimsel yönü... Bu görüntü sizi yıldırıp vazgeçirmezse açıp bakarsanız aslında ciddi bir gayreti fark ediyorsunuz, en basitinden ortada ciddiye alınması gereken 12 yıl var, ama yine de bir değil, ne çok şey eksik diye düşünmekten de vazgeçemiyorsunuz. Denizli son zamanların en hızlı gelişen büyüyen kentlerinden biri. Ekonomik yapısının örneklerine göre iyi olduğu gözleniyor. Kültür sanat dünyası, sosyal hayatı bildiğim değil elbette. Sık sık gittiğim Pamukkale'den baktığınızda, orada kültür sanatın değil, paranın egemenliğini görürsünüz, her yerdeki kadar. maviADA'ya çok yerden yazan çizen gelmişti ama Denizli'den pek anımsamıyorum. Üç beş dergi gönderdiğimiz de arkadaştı. Bu genelleme değildir ümidim. SUNAK'tan başka dergi var mıdır, onu da bilmiyorum. Elimdeki dergiye bakınca bir öncesi, taklit edilecek ya da örnek alınacak bir başka dergi olmadığını düşünüyorum. Böyleyse bu Denizli gibi bir kent için hem üzücü hem de şaşırtıcı olurdu, ama SUNAK dergide gözlediğim, verilen emeğin önüne geçen eksiklerin de bir açıklaması olurdu. Şu anda tek gerekçe, künyeye yazılmış parayla satılmadığını, ekonomik gücü olmadığını belirten ibare. Bu takdir edilecek bir yönü de ortaya koyuyor, özveriyle 12 yıl ve 43. sayıyı yapmışlar. Ne var ki bazı şeyleri açıklamaya yetmiyor. Başlangıcından bu yana bize dergi gönderen Hakan Keysan ve SUNAK'a hep ilgiyle, büyük bir potansiyelin çekirdeği gözüyle bakmışımdır. Ama bu kez, bir şey hala değişmedi hissine kapıldım. Demek biz okurlar doğru eleştiriler yapıp yardımcı olamamışız, yazanı çizeni de şiiri ve yazısı yer bulan da aslansın demekle yetinmiş. Artık beni hoş görecekler. Ya da anlamak istemeyip kötü bilecekler. Yine de ayrıntıyı görsünler isterim, egom değil, deneyimimle söylediklerim. O damdan düştüm çünkü, bilirim. Elime geç varan dergilerin ilki Haziran 2015 tarihli...Ondan başlıyorum. Birlikte bakıp değerlendirelim. Belki bu tür girişimleri iyi niyetle alkışlamaya yatkınlığıma karşın neden duraladığımı da bulabiliriz. 30'a yakın ad sıralanmış ciddi ciddi, güzel, düzgün, hatta iddialı cümlelerin karmakarışık tasarımın içinde kaybolduğu kapakta. Onca kişinin eserleriyle nereye sığdığını merak ediyorsunuz? Bir de dosya çalışması eklenmiş: Kent Kültür İnsan diye... Belli ki ağırlık onda. Nitekim dergiyi açıp baktığınızda da ağırlığı değil büyük bölümü onun kapsadığını, edebi nitelikten daha çok, bilimsel, uzman işi görüşler, bilgiler yer aldığını görüyorsunuz. Araya sıkıştırılmış, gerçekten sıkıştırılmış ve yazık edilmiş çok sayıda şiir, birkaç edebi örnek olsa da baskın gelen kentin bozuk yapılaşması üstüne uzman yorumları... Oysa kültür sanat dergisinde bu ancak bir sayfalık değinme olur bu konuya. Ya da bir öykünün, denemenin fonu... Sonuçta sanat "yolboyu gezdirilen aynadır". Ayrıca kabul de ederim bir mimarlık dergisinde de şiir olur,... ama herhalde bütünü şiir olmaz. Gördüğüm Hakan Keysan, eğitimli, kalemi düzgün, güzel şiirler de yazan bir yayın yönetmeni. 13 yıllık deneyimlerinden bu basit sonucu yani biçimsel yönü aşacak çözümleri öncülü olmasa da üretebilecek biri. Aynı masraf, aynı emekle SUNAK 13 yılda devleşen bir isme dönebilir, bugün kendi masrafını da çıkarırdı. Hadi o yoğun işlerinden ve asli görevlerinden fırsat bulup bir çekidüzen veremedi, ya yazar adlarında yer alan onca insan, hem de yakın plan Denizli'de oturanlar uyaramaz mıydı? Sahi bir dergideki yönetmeni biliyorum da, sanat yönetmeni ne iş yapar? Eminim şimdi işgüzarlıkta değindiğim bu konuları dert eden birkaç kişi çıksaydı o gruptan , Denizli de öyle bir dergiye omuz verecek çok insan çıkardı. Ne yapılacaktı? Çok basit, mademki sayfayı artırmak ciddi masraf ve para büyük dert, o zaman sadece anlar bir bakışla nitelik artıracak yöntemler aranacaktı. Az daha kalın kağıt kullanacaktı sayfada. Özgün sade her sayıda anahatları yerinden oynamayan bir kapak yapacaktı. Düzyazılarda nerede başlayıp nerede bittiği belli olacak ferah sayfalar ve bir düzenek seçecekti. Şiirleri bir ayıpmış, kusurmuş gibi saklayan içsayfa tasarımını terk edip uzun şiirlere tam sayfa, kısa şiirlere tam sütün ayıracaktı. Elbette o şiirleri dolma biçiminde hepsini aynı sayfaya yığmayıp düz yazıların arasına dağıtacaktı. Şiir kitabı tek başına belki ilgi görmez, ama dergileri okutur. Bu artı bir para ister mi? Sanmıyorum, istese de onca emeğin yanında hiç sayılır. Benim eleştirim buna... Yoksa elbette taşrada bir dergiyi 13 yıl yaşatmak, değil bir güvercin, kırk güvercin uçurmakla eştir ve adamı aziz yapmaya yeter. * Bunca acıtan eleştiriden sonra hala okunursa yazdığım, gelelim gönderilen ikinci dergiye. İkinci SUNAK dergisi, sanki karanlığından silkinmiş, uyanmış, güzelleşmiş... şaşırtıcı ama daha düzgün, karmaşayı bitirmiş dingin mesajlı bir kapağa da sahip ... Daha da hacimli gözüküyor. Elbette, kalın kağıt bunu sırrı. Ne var ki bu dergi ilkinden tam bir yıl sonraya ait, 13.yıl. Yani Temmuz 2016. Doğal olarak da 3 sayı sonrasına...46. sayı. Sabırsızlanıyorum. SUNAK o mucizeyi gerçekleştirmiş bile... Artık gerçek bir dergi olmuş. En çok sevindiğim emeğim boşa gitmeyecek, okuyup değerlendirmeye değer. Kapak resimde de gördüğünüz gibi "gezi olaylarına" gönderme yapan "Sokak Sanat" göndermesini içeren bir çalışmayla. "Sokak Sanat" salt kapağı açıklayan bir imge mi yoksa dergi içinde özel çalışma mı bakmadan bilinmez. Sabrımı dizginleyip sayfa sayfa gideceğim. Hakan Keysan'a ait bir şiirin yer aldığı kapak içi şaşırtıcı dende aydınlık ve ferah, görünen sayfalar da öyle. Şimdi derginin künyesi okunur olmuş. DAĞLAR TALANCILARIN SOKAKLAR BİZİMDİR başlıklı, gezi olaylarına ve ülkemizin içinden geçtiği karanlık sürece, ardından Denizli yereline değinen 2,5 sayfa gibi oldukça uzun tutulmuş bir başyazı var ilk sayfada. 3.sayfada bir şiir de yer alıyor. Kapak katılmadan yapılan numaralandırmaya göre dergi 28 sayfa gözüküyor, oysa 32 sayfa, yani öncekine göre 4 sayfa artmış. Numaralandırmayı kapağı da katarak yapmalarında yarar var, çünkü kapağın içini dışını kullanıyorlar zaten. Farkındalar mı bilmiyorum ama 36 sayfalık belli standartları tutturmuş dergiler kültür bakanlığından ciddi sayılacak bir yardım alabiliyor. Tabi bunun için de önce bir İSSN almaları gerekli bakanlıktan. Ayşe Kaygusuz, Türev adlı öyküsüyle 4.sayfada. Ünsal Çankaya'nın şiiri bu kez tam sütuna düzgünce yerleşmiş. Serap Çerezci öyküsüyle 6-7-8. sayfalarda. Ramazan Aydın'ın şiiri Söylemeliyim ve Gül Özkan'ın şiirleri de 7-8'de. Mehmet Pekdüz, Bekir Yıldız'ın Eserlerinde Toplumsallık konusunu işlemiş. Dergideki bu şaşırtıcı güzelleşmeden duyduğum sevinç 10-11-12-13. sayfaları görünce kursağımda kalıyor. Sütunlar ardı ardına şiirlerle doldurulmuş. Elbette önceki dergilerde olduğu gibi değil, düzgünce, ama sevimsiz... 14. sayfada kapağın gizemi çözülüyor. SOKAKTA SANAT bir dosya adıymış. Derin Zorlu'nun bir yerel müzik grubuyla yaptığı söyleşi ilgi çekici ve çok başarılı bir çalışma. Dilinden de anlaşılan Derin Zorlu iyi bir şair de... Derin Yanık şiiri usta işi dizeler barındırıyor. Yaşar Oğuz Ergen Taşralısın İstanbul yazısında İstanbul ve taşrada sanat konularına değiniyor. Kemal Girgin Petekteki Bal şiiriyle 21.sayfada yer almış. Emine Çakır'ın Taşradan Geldim şiiri tam sayfa olarak 22.sayfanın konuğu. 23.sayfada farklı bir tat nefes aldırıyor:ARKEOLOJİ. Ne varki yazarını aramakla bulamıyorsunuz. Kaynak verilse de yazarı belli olmayan yazı bu nedenle çok sevimli gözükmüyor. 25.sayfa dergi üyelerinin aldığı ödüllerden söz eden hoş bir sayfa olmuş. Fahrettin Koyuncu Denizliyle ilgili kitapların bir bölümünü konu etmiş yazısında. Ramazan Efe bir şiiriyle 28.sayfada. Arka kapak içinde bir çeviri şiir yer alırken, arka kapakta Fahrettin Koyuncu'nun bir şiiri var. Sonra da dergiye destek olan kitabevlerinin adları sıralanmış. Evet... Boşuna konuşmuşum başta. Geç de olsa benim aklım olmadan da başarmış SUNAK... Her yazan çizenin yer almak isteyeceği gerçek ve hoş bir dergi olmuş. Sahi göndersem bana da yer verirler mi acaba, diye bile düşündüm. Siz de düşünüyorsanız hakankey@msn.com adresine bir ileti gönderip deneyin. Yazınız kabul görürse abone olmayı unutmayın. Bir katkınız olsun. Hem de yazınız şiiriniz konserve edilirse hesap sorma hakkınız. Ne yazık ki güzel şeyler bazen dehasız, çoğu kez de parasız olmuyor. *

  • Bir Şehrin Hikayesi

    * AKAY AKTAŞ / Bir Şehrin Hikayesi IĞDIR * 170 sayfa / Ankara, 2017 Ocak * NEREDEN NEREYE; IĞDIR Gündüz Murgül Bakkaldan lavaş alıyorum. 50’li yaşlarda tahmin ettiğim dükkân sahibi nerede oturduğumu sordu. Çocukluk ve gençlik yıllarımın belleğimde bıraktığı alışkanlıkla; “Gaz Ambarı’nın oralarda” deyivermişim. Muhatabım boş gözlerle baktı, anlam veremediğini fark ettim. Düşündüm, Iğdır ve Iğdırlı ne çabuk ve de ne çok değişmiş. Böyle giderse Iğdırlının kafasında atalarının toprağına dair hiçbir iz kalmayacak. Doğaldır ki, geçmişi -en azından yakın geçmişi- araştırıp yazıya dökmeyince izler ve sözler zaman rüzgârlarında savrulup gider. “Söz uçar yazı kalır.” Kadim dostum Akay Hoca, bu öncelikli işe girişmiş, Iğdır’ı; tarihiyle, toprağıyla,kültür ve sosyal yaşantısıyla, insanlarıyla, töreleriyle –deyim yerindeyse- kapı kapı dolaşarak kayıt altına almış ve kendinden sonra geleceklere bir yapıt bırakmış: Bir Şehrin Hikâyesi/ NEREDEN NEREYE IĞDIR. Çocukluğu ya da gençliğini Iğdır’da geçirmiş kişiler, bu kitabın yapraklarını çevirirken bir bakıma kendi yaşantılarının bir bölümünü seyretmekle kalmayacak; hafif iç geçirmeler arasında geçmişin o doyum olmaz anlarını da hissedeceklerdir. Salt bilgi aktarmamış; geçmişin o geri dönülmez hasretini satırları arasına sindirmiş, aziz dostum. Kitap, bir yola çıkıştır; “eksikleri”, kendinden sonraki araştırmacılar tarafından tamamlanacaktır. Ancak bu süreçten önce, kitabı eline alıp geçmişe yolculuk edenler, Akay Hoca’yı arayıp; “Hocam, şu da vardı” dese, ya da geçmişe dair bir bilgiyi, bir fotoğrafı iletse, eminim, dostum yeniden kolları sıvayacak, ortaya daha doyurucu bir yapıt çıkacaktır. Geçmişimiz toprağımızdır; onda yeşerdik, ondan boy attık. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Başka bir söylemle geldiğimiz yolu bilmezsek, avâre avâre dolaşır nereye gideceğimizi bilmeyiz. Akay Hoca’nın yapıtı, çocuklarımız için köklerini unutturmayacak başucu kitabıdır. Iğdırlı hemşehrilerim, bu kitaptan çocuklarınız, torunlarınız için bir tane edinin. İleriki tarihlerde biri kalkıp onlara; “Sen kimsin?” dediğinde, onlar da; Oğuzlardan Iğdır Bey’den başlayarak Ertuğrul Gazilere ve nice Türk beylerine yurtluk olan bu toprağı ve modern Türkiye’nin çağdaşlaşma hareketinin öncülerinden olan atalarını gönençle anlatsınlar. Kıvanç duydukları tarihleri onların yaşam yolunu aydınlatsın. KİTAPLA İLGİLİ ÖTEKİ YAZILAR

  • EFSANE DOLU ANADOLU

    maviADA'nın kuruluş döneminde yazılarını severek okuduğumuz ​​ çocuk öykücüsü olarak tanınmış yazar Mehmet Güler'den bir kaynak kitap çalışması... Beklenen kitabı Anadolu söylence ve efsanelerini konu edinen EFSANE DOLU ANADOLU, kitabı Doğan Kitap'tan çıktı.

  • Bir Şehrin Hikayesinde – IĞDIR

    KİTAP: AKAY AKTAŞ / Bir Şehrin Hikayesinde - IĞDIR Ankara, 170 sayfa, Ocak 2017 Renkli baskı, Büyük boy * Kağıt ne zaman sevinir bilir misiniz? Mektup olunca, kitap, dergi, gazete olunca, yani; yazı ile buluşunca. İşte o noktada kağıt, okuyucu ile buluşur, anlam kazanır, değeri artar, eser olur. Ben, kağıdın peçete olmasına, tuvalet kağıdı olarak kullanılmasına üzülmüş karşı olmuşum. Ama bu karşı oluşum hiçbir şeyi değiştirememiştir. Ülkemizde yine peçete ve tuvalet kağıdı kullanımı kitap, gazete, dergi kullanımından daha fazla olmaya devam etmektedir. Derken, kitap tarafından bir yeni yayın çıkması içime su serpti. Emekli Öğretmen, Araştırmacı – Gazeteci bildiğimiz; “Akay Hoca” diye ünlenen sevgili, Akay AKTAŞ, benim de önerimle; Iğdır’ın geçmişinden bu gününe yansıyan; yaşanmışlıklarını, hikayelerini, sorunlarını, gerçeklerini , belgeleriyle birlikte kaleme almış yayınlanmak üzere kağıt ortamında Ankara’ya bana göndermişti. “Nede olsa Başkent’ti burası, baskı tekniği daha iyiydi” diye düşünmüş olmalıydı. Kitabın adını: “NERDEN NEREYE IĞDIR” olarak sabitlemişti. Elbette bu isim kitabın içeriğiyle tam bir uyum yakalamıştı. İçeriğe şöyle bir göz gezdirdikten sonra ikinci bir isim de ben koydum “BİR ŞEHRİN HİKAYESİ” diye. Böylece iki isimli bir kitap çıkmış oldu piyasaya. Bence ikisi de kitaba yakıştı, ikisi de bir birini tamamlamış oldu. Bu isimlerle birlikte, artık yazılı kağıtlar KİTAP olmayı başarmıştı. Kitabın içeriğinde Iğdır’la ilgili ilk kez rastladığım tespitler, iddialar, fotoğraflar var. Beni en çok etkileyen bölümler: “IĞDIRIN ARKLARI” (Kitap S. 75,76,77).ve “IĞDIRIN ESKİ EVLERİ” üzerine yapılan sunumdu (Kitap S.140-156). Bu iki konu benim çocukluk ve gençlik yıllarımdaki Iğdır izleri taşıdığından olacak, bu bölümlerden fazlasıyla etkilendim. Etkilendim ne demek! Büyük bir zevk, keyif aldım ki; bir kere okumakla yetinmeyip, iki hatta, üçüncü okuma yaptım. Ama ne zamanki Iğdır’ın eski evlerinden – “günümüz evleri” konusuna geldiğinde, keyfim de zevkim de, hevesim de kaçmıştı. Günümüz evlerini iştahsızca okudum. İçimdeki olumsuzluk zirve yapmıştı. Bu durumdayken Iğdır adına mutluluk şiiri yazamazdım ki. İçim hüzünlü, anılarım kırık, hevesim kaçık bir halde oturup aşağıdaki şiiri yazdım. Bu, “bir şehrin yaşayanlarına sitemiydi” bir bakıma. Bir şehrin kırgınlığı, küskünlüğü de diyebilirsiniz. Ya da bir şehrin kendisini bu hale getirenlerden “hesap sorması” da olabilir. İşte o şiiri kitabı alamayan, okuyamayanlar için paylaşıyorum: BİR ŞEHRİN HİKAYESİ Bir şehirim ben, Ağrı Dağı’nın eteğinde, Sürmeli çukurunda. Nice medeniyetler Nice savaşlar gördüm, Aras Nehri kan aktı, Ağrı Dağı durdu, baktı. Yıllar yıllara devretti, “İl oldun” dediler Sevindim elbet. İçim coşku, Dışım şaşkınlık, Nüfusum hızla arttı. Zor günlerimdi Dar günlerimdi Yeşillerimi yolup Geleceğimi çaldım. Binalar yaptım yüksek Binalar yaptım beton Aklım karma-karışık Birde baktım ki; Eyvah ki eyvahhh Betonlar arasında Kaybolmuşum… Bu şiir, Iğdır’ı bu hale getiren “bizim kuşağa” yeni yıl armağanımdır … Yorulmuşum, Yaşlanmışım, Naçar kalmışım. Geçmiş günlerimi Arar olmuşum. Ben Iğdır’ım, Dünü yaşadım, Bugünü yaşıyorum, Yarınla sözlüyüm. Yaralarımı sarıyorum Yitiklerimi arıyorum Umudumu koruyorum. Tek arzum var; Sizinle yaşamak Sizinle yaşlanmak. Artık bende hayat: Dikine / Dikene… Artık bende hayat: Zehir / Zemberek Artık bende hayat: Nefes / Nefese…İÇ. Duydum ki; Akay Hoca’nın yorucu bir çalışma ve emekle hazırladığı “NERDEN NEREYE IĞDIR” kitabının dağıtıma başlamasıyla, bitmesi bir olmuş. Kitap okumanın gün be gün azaldığını hissettiğim şu günlerde; “duyulan güzel bir haber” umut çiçeklerinin filizlenmesine yetti bile. Ben, ülkemizin kalkınmasını kağıt kullanımıyla ölçecek kadar ileri gitmiş, haddini aşmış birisiyim. Kitap, Gazete, Dergi, Mektup olarak kullanılan kağıt miktarı; “Peçete”, “Tuvalet Kağıdı” olarak kullanılan miktarı aştığında; Ülkemizin şimdikinden çok daha iyi bir yerde olacağına inan birisiyim. Kağıt kullanımında bir de “Sosyal Medya” olayı var ki, bu konuya hiç girmeyeyim. “Nereden Nereye IĞDIR” kitabının bu denli hızlı dağıtımı geleceğe ilişkin beklentimi şımarttı, kabul ediyorum. IĞDIR, geçmişiyle, birikimleriyle, sahip olduğu varlıklarıyla adına kitap yazılmayı hak eden zenginliklerle doludur. Şehrimizin çevresiyle birlikte; değinilmemiş, işlenmemiş, el değmemiş alanlarından yeni kitaplar bekliyoruz… Umutsuz yaşayacağıma, bekleyişle yaşamak daha güzel değil mi?... 08. 01. 2017

  • Aydınlık

    Öner Yağcı'nın Ödüllü Aydınlık adlı Kitabı Çıktı Deneme, 224 sayfa, 2017 Temmuz, Kırmızı Kedi Yayınları ÖNER YAĞCI * ANADOLU’NUN UMUDU AYDINLIK ve ÖNER YAĞCI “Ben insan olmak istiyorum, insan sözcüğünün Maksim Gorki’nin deyişiyle ‘onurlu sözcük’ haline gelmesini istiyorum, özgür bir insan olarak yaşamak istiyorum diyenler kitaplarımı, okusun, yeter.” Diyen eğitimci-yazar Öner Yağcı, “Anadolu’nun Umudu Aydınlık” adlı eseriyle Vedat Günyol’un adını yaşatmak amacıyla düzenlenen ‘Vedat Günyol Deneme Ödülleri’ yarışmasında Seçici Kurul tarafından 74 yapıt arasından birinci seçilmiş, geçtiğimiz Mart ayında yapılan ödül töreninde de ödülünü almıştı. 2002 yılından 2014 yılına kadar maviADA dergisinde de yazılarıyla aktif olarak yer alan Öner Yağcı, 1951 yılında Tokat-Zile’de dünyaya gelir. İlköğrenimini Yozgat-Yerköy’de tamamlar. Tokat İlköğretmen Okulu’nu ve Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü 1975’te bitiren yazarımız 12 Mart döneminde yargılandığı DEV-GENÇ davasında iki yıl kadar tutuklu kalır. Ağrı-Taşlıçay’da öğretmenlik, Kars-Sarıkamış’ta askerlik görevini yapar. 12 Eylül döneminde, yöneticilerinden olduğu TÖB-DER hakkında açılan davada yargılanır ve beş yıl hapis yatar. 1974’ten beri birçok dergide yazıları yayımlanan ve çeşitli yayınevlerinde çalışan, birçok yapıta imza atan Öner Yağcı kendisine 2016 Vedat Günyol Deneme Ödülü'nü kazandıran "Anadolu'nun Umudu Aydınlık" kitabındaki denemeleriyle, Anadolu'ya borcunu ödediğini vurgularken, üzerinde yaşadığımız toprakların bereketini ve Anadolu'nun en değerli meyvesinin Cumhuriyet olduğunu anlatıyor. Öner Yağcı bu kitabında emperyalizme, küreselleşmeye, postmodernizme karşı, okurun önüne cesareti ve ütopyayı koyuyor. Yeni dünya düzeni”nin yalnızca korkunç bir savaş dönemine karşılık geldiğini göstererek, “büyük insanlık”a sesleniyor. Vedat Günyol Ödülü Seçici Kurulu, Öner Yağcı'yı ödül gerekçesini şöyle açıklıyor: “Batıda Reform ve Rönesans aydınlığında gelişen sanat ve kültür birikiminin, ülkemizdeki cılız görüntüsünden kurtularak başarıya ulaşma çabasını güçlendiren olgular; klasiklerin Türkçe'ye kazandırılması, Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin eğitim ve kültür merkezlerine dönüşmesi, Mustafa Kemal aydınlanması olarak nitelenen sürecin tohumlarının atılmasına neden olmuştur.” "Aydınlanma üzerine biriktirdiği ve sistemli bir düşünce haline getirdiği Anadolu Aydınlığını yeniden umuda çevirme başarısını gösteren Öner Yağcı, bu süreci; akıcı, etkileyici, okurları ile paylaşır biçimde yalın ve duru bir Türkçeyle anlatmayı başardığı için “Anadolu'nun Umudu Aydınlık” başlıklı yapıtıyla 1. Vedat Günyol Deneme Ödülü'ne layık bulmuştur."

  • VATAN Saklı Maçka

    Trabzon Maçka ilçesi, adı çok duyulmasına bakmayın tarihi ipek yolu üzerinde, yüksek dağların arasında, iki derenin birleştiği çatakta, dar bir düzlükte kurulu küçücük bir Anadolu kasabasıdır gerçekte. Ne var ki Artvin gibi, Fatsa gibi onu büyük ve özel yapan kimi yanları vardır. Doğal güzellikleri, Sümela, Vazelon gibi görkemli antik yapıları,tarih içinde İpek yolu güzergahında oynadığı rol bir yana, okuma oranı Türkiye'nin en yüksek ilçelerinden biridir. Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Sebahattin Eyüpoğlu kardeşlerin, bir zamanlar ülkenin en büyük örgütlerinin TÖBDER'in başkanı Gültekin Gazioğlu'nun, sanatçı Volkan Konak'ın, Sunay Akın'ın... memleketi olan yerdir bu dere yatağına sıkışmış, gariban ilçe. Karadeniz'in doğuya açılan en büyük kapısı olma özelliğini uzun yıllar taşıyan ilçe, varolduğu günden beri de Trabzon'a yönelik işgalci güçlerin ana hedeflerinden biri olmuş. Turhan Eyüpoğlu yazdığı Maçka’nın kurtuluşu olan 15 Şubat 2018 tarihinde çıkacağını müjdelediği VATAN SAKLI MAÇKA adlı kitap bu işgalci güçlere karşı verilen yerel mücadeleyi anlatıyor. Aşağıdaki bölüm kitaptan bir alıntıdır. "Mehmet nedir planın?" "Bir planım yok! Bu haine ihanetini itiraf ettirdikten sonra başına sıkmak!" Ali Yemen, kocaman bir oh çekti. O gün yapılacak birkaç işi yaptıktan sonra Mulaga deresinde bulunan mağaraya doğru yola çıktılar. Mağaraya geldiklerinde kimse yoktu. Beklemeye başladılar. Hava iyice kararmış, dışarıda göz gözü görmüyordu. Sessizlik her tarafa hakim olmuş, mağaranın yanında akan küçük ırmağın sesi müzik gibi geliyordu. O sese atların ayak sesleri karışınca Mehmet anlamıştı geldiklerini. Demirci Raif'in ağzını kapatmışlar, gözleri açıktı. Geri dönemeyeceğini Raif hariç herkes biliyordu. Raif'i kırık bir sandalyeye oturtup ellerini arkadan, bacaklarını da sandalyenin bacaklarına bağlamıştılar. Demirci Raif şaşkın bir vaziyette olana bitene bir anlam vermeye çalışıyordu. Mehmet: "Ağzını açın!" dedi. Raif'in ağzı açılır açılmaz: "Siz ne yapıyorsunuz, beni buraya niye getirdiniz?" diye bağırmaya başlamıştı. Ali Yemen, Ateşten aldığı duvardan çıkan taşı Raif'e göstererek: "Bu nedir?" diye sordu. Raif ilk başta anlamadı. "Ne bileyim nedir?" diye cevap verdi. Ali Yemen, elindeki taşı Raifin yüzüne olanca hızıyla vurunca Raif'in burnu kırılmış olacak ki oluk gibi kan akmaya başladı. Ali Yemen taşı Raif'e göstererek: "Bu bizi dinlemek için duvardan çıkardığın taş!" deyince Raif başına gelecekleri anladığı için yalvarmaya başladı. "Ruslar beni bilgi getir diye zorladılar!" deyip olanları anlatmaya başladı. Raif, her şeyi şakıyan bülbül gibi anlatıyordu. Ali Yemen, sanki taşı hazineyi saklayan sandığın kilidine vurmuş da hazine dışarıya dökülmüş gibiydi Raif. Tüfekçioğlu: "Vatanı satmaya değer mi iki üç altın, değer mi Raif?" dedikçe Raif gözyaşlarını tutamıyor, ağlıyordu. Aradan bir saat geçmişti. Mehmet, Ateş'e: "Bunun yüzünü yıka!" diye seslendi. Ateş güğümdeki suyu Raif'in yüzüne çarptı. "Ateş, ellerini ayaklarını da çöz!" deyince Ateş dikkatli bir şekilde Mehmet'in yüzüne baktı. "Ateş, çöz ellerini ayaklarını!" Ateş ipleri çözdü. Mehmet, Ateş'e: "Raif'in eline su dök, yüzünü yıkasın!" dedi. Ateş, Raif'in eline istemeye istemeye su döktü. Raif yüzünü iyice yıkadı; artık yüzü ortaya çıkmıştı. Herkes hayretle Mehmet'e bakıyordu. Mehmet bir sandalye alarak Raif'in önüne koydu ve oturdu. "Raif ben seni dinledim! Şimdi sen beni dinle! Vatan nedir, bayrak nedir, sancak nedir, millet nedir, toprak nedir diyorsun ya!" Raif hemen atıldı söze: "Ben öyle bir şey demedim!" "Öyle bir şey demene gerek yok. Yaptığın böyle bir şey anlamına gelir, bizim gibi vatan sevgisi olanlarda! Aç kulağını, dinle beni; gerçek neymiş dinle! Sen hiç yemeğine tuz yerine toz döküldüğünü gördün mü? Geceleri çamurlu bir çukurda yatarken silah sesiyle fırladın mı? Mehtaplı gecelerde yakamozları değil kıpırdaşan gölgeleri izledin mi? Yaylalarda senin saçını kekik kokulu rüzgarlar okşarken barut kokusu saçını sardı mı? Vatanın bütünlüğü için elde silah dağ başlarında geceleyenleri bilir misin sen? Sevdiğin arkadaşının kanı sıçradı mı üzerine? Yarasını elinle sarıp bir yudum su verdin mi? En son içtiği sigarasını yaktın mı? Can arkadaşının yastık yaptığın dizinde can verdiğini gördün mü sen? Şehitlik denilen o yüceler yücesi fikri bir kez hissettin mi sen yüreğinde? Vatan borcu yaparken acımasızca sırtlarından vurulan insanları bilir misin? Sen hiç şehit babası, şehit anası gördün mü? Sen hiç şehit çocuğu gördün mü? Sen hiç henüz kavuşamamış sevgiliyi, şehit yavuklusunu gördün mü? Sen bunlar için bir şey yapmayı aklının ucuna bir kez olsun getirdin mi? Bu adamlar geriye dönmeyi hiç düşünmediler Raif! Dudaklarının arasında sadece iki kelime süzüldü. "Vatan sağolsun! Canım albayrakta bir damla kan olsun yeter ki vatan sağolsun." Mehmet'in gözlerinde artık yaş durmuyordu. Ayağa kalktı, Raif'in arkasına geçti ve kafasına bir el silah sıktı. Mehmet'in konuşmasında ağlamaya başlayanlar mağaranın dışına çıkmıştılar. Bu silah sesinden ötürü bir anda irkilerek içeriye koştular. Raif, sandalyede oturuyor; başı öne eğilmiş bir vaziyette sanki 'Hepinizden özür dilerim!" gibi duruyordu. Mehmet, ayağı ile Raif'i öne iterek: "Bu vatan hainini görünmeyecek, bulunmayacak bir yere gömün!" dedi. *

  • Gece Şairleri Koğuşu

    1 Dolunaya yakışır Geceyi kim iyi giyinirse Çünkü ay Yanılmış kadınlar sokağıdır Kimse bilmez Kozasında uyuyan bir dev En kuytu köşelerini ıslatır bu yerin Bu gece bu vakitsiz çocuk eskimeleri Bir özgürlüğü de kalmadı bu yerin Küçücük şeyleri Dağılmış bilyeleri Size iyi geceler dilerim 2 Haklıdır belki şair Bazen kendini gündüzde unutan ay Ama geceye aittir düşleri Elinde bir çocuğun hiç bitmemesi gereken Sürekli azalan şekeri Belki haklıdır kadın Sarılıp sabaha uyanmak için Aç düşlerine oturur Orada bir şarkının şakağında Kaba adamların gövdesini değil Gizil yaylaların rüzgârını uyutur Belki de haksızdır şair Ve kendini sürekli ay sanan ırmağın sureti En hızlı koşusunu biriktirirken Ölmüş bir tayın ağlamasıdır. 3 Ve şairler takla atmak için minder beklemez Kadınlara ve martılara bakarlar… Sonra bir sessizliği yakıp Parmaklarına… Hakan Keysan, DÜN AĞRISI * Şiir,64 Sayfa, Artshoop, Eylül,2017

  • GÖLGESİ YARALI

    Gölgesi yaralı, doğal olarak kendisi de yaralı olmalı ki koşukları da yaralı olmalı düşüncesiyle yola çıktım. Ön yargı mı bilemiyorum ama yazın dergilerinde okuduğum dizelerinden belleğimde oluşmuş bir yargı olsa gerek. Öğrencilikten başlayarak yaşamının kırk beş yılını yazına, özellikle de koşuklara tüketmiş Ahmet Günbaş. Yazar parlatan, yaldızlayıp okur aldatan dergilerden uzak durmuş, kendi sanatına derviş bir ozan olarak değerlendiririm kendisini. Gençlik yıllarından başlayarak omurgalı gazete ve dergilerde yazması, dergicilikte deneyim kazanma da ağırbaşlılığının bütünleri olmuş sanırım. Yedi yıl geçmiş tanışmamızın ürerinden ama bağımız kopmamış yazın dergileri aracılığıyla. Gördüğüm dergide okumadan geçemem, her koşuğunda da düşünmeye durur, özünü yakalamak için döner döner okurum. Adının karşısına da birkaç yeşil yıldız koymadan geçemem. “Gölgesi Yaralı” topluca okuyabildiğim ilk koşuk betiği olacak. Biraz daha derinden tanımam gerektiğine inandığımdan didik didik ediyorum koşukları. Yazın tarihçisi, koşuk uzmanı değilim. Yazdıklarımda duygularıma seslenmesine, gönül telimde titreştirdiklerine, geçmişimizden çağırdıklarına, anımsattıklarına değer vererek; duygularımı öne çıkararak yazarım dizeler üzerinde denemelerimi. Kitap tanıtma yazısı gibi görünse de denemedir yazdıklarım. Zor okumalarım çok düşünmelerim olur koşuklar üzerine. “Sunuş”, ”Ömürlük” , “Aşktan, Şiirden” , “Külbilgisi”, “üçnokta” olarak bölümlenmiş betiğin numaralanmış her bölümcesinde derin derin düşünmek gerekir yararın kaynağını bulmak için. Çok bilinmesine karşın herkesin yazmayı göze alamadığı Japon Haikularına odaklandı usum. Bilgisayar araştırmasında bilgilendim. Haiku yazan Türk ozanlar dizininde de adını göremedim. İçim Haiku diyor, çokbilmiş olarak suçlanmamak için de susmak istesem de dilim susmuyor. Verilen genel geçer ölçüleri incelediğimde de; a------- bağlantılı c-------ile/ b---------- ana iletiyi öne çıkarıyor. (5-7-5) ölçüsünü aşıyoruz.(12-11-12) Aşmamız Japon dili ile Türkçe dili arasında uyuşma(maz)lıktan kaynaklanıyor sanıyorum. Haikuların eğlendirici, neşelendirici söz damlaları olduğunu söylerse de kaynaklar, Ahmet Günbaş dizelerinde neşeli, eğlendirici bir özellik yok. Duyguları, insanla ve doğayla bağlayıveriyor. Yaralı, acıtan, soran, soruşturan yönü öne çıkıyor. Biçimsel çokbilmişliğimi bir yana alalım, üç dizelik haikulardaki duygulara bakalım. Altını çizmeden, yanına im koymadan geçemediklerimden birkaç tadımlığa bakalım. “Gürül gürül geçtiğindir, kulak ver, / rengârenk adımlarla sonsuza doğru…/ Geçmişi anımsatır, gelecek dürter!” Bir uyarı var geçmişi anımsatan, geleceği kışkırtan anlamını çıkarmak için: “ <Gürül gürül geçtiğindir, kulak ver / Bir uyarı var geçmişi anımsatır, geleceği dürter/ rengarenk adımlarla sonsuza doğru “ kurmacası anlamı, iletiyi yakalamamıza olanak veriyor sanırım. ( ömürlük, y-9) “Ben çok yıkımlar gördüm cancağızım / Hepsinden sağ çıktıysam inan aşktandır / Fincanımda bir kuş, olmazsa olmazım!..” Anlamak dizimi değiştirelim. “Ben çok yıkımlar gördüm cancağızım / Fincanımda bir kuş, olmazsa olmazım / Hepsinden sağ çıktıysam inan aşktandır.” (Aşktan, şiirden, y-34) . Fincanımızdaki kuşa umut, kuşa da insan, doğa, inandıklarımızın dersek anlamın derinliğini sezebilir miyiz? “Bir sabah uyandım ki şairin kirpikleri kar! / Üşenmedim, içimdeki ayaza kadar sordum. / Usulca yanıtladı:- Anlaşılmayı bekliyorum!” ( Aşktan Şiirden, y-41). Düzenleme yaparak okursak; “ Bir sabah uyandım ki şairin kirpikleri kar / Usulca yanıtladı:- Anlaşılmayı bekliyorum!./ Üşenmedim, içindeki ayaza kadar sordum.” Kirpikler kar olunca ağlatan derin olur, içindeki derinliğin tümünü, ayazına değin sormazsak anlamamız olası değil.. “Ne desek suçu ağır, örselenmiş mümkünü / Dopdolu yaşamakken ölümlerle sınanmış / Hiçbir dil anlatamaz insanın kendinden göçünü!” Düzenleyerek okursak; “ Ne desek suçu ağır, örselenmiş mümkünü / Hiçbir dil anlatamaz insanın kendinden göçünü / Dopdolu yaşamakken ölümlerle sınanmış.” ( Külbilgisi, y-55). 1973’lereden günümüze uzanan aydın yazarın, ozanın, okumuşun suçu ağır olup örselendiğini anımsarız. İnsanın kendinden göçücünü ölüm olarak düşünemiyorum, inandıklarından dönüp teslim olmuşluğunu çağrıştırıyor başat dize. Dopdolu yaşamak yerine ölümlerle de sınandığımızı çıkarıyorum. Yaratılan toplumsal korkuların ürküntüsüyle ürperiyorum. “Kalbin çeperini yırtınca keder / ne şiire sığar ne ezgiye / Üç kere üç ne domuz eder/” Düzenleyip gönül verelim; “ Kalbin çeperini yırtınca keder / Üç kere üç ne domuz eder!.. / ne şiire sığar ne ezgiye.” Kederin Kalbin çeperini yırtan keder tanımsız bir eşikteyse şiirle, ezgiyle dağıtılabilir mi? ( Üçnokta, y-66). Derine daldık Ahmet Günbaş koşuklarıyla, bilmem doğruyu sezdik, bilmez özünden uzaklaştık ama derinden derine duygu ve geçmiş sorgulaması yüklendik sanıyorum. Ahmet Günbaş koşuklarından edindiğim bir çıkarımı belirtmeden geçmek istemiyorum. Genel kanı, ‘uygulama koşuk yazımında noktalama imleri kullanılmaz’ dır. Koşuk yazarken yerine uygun düşünce imlemek isterim de genel yargıdan çekinirim. Ahmet Günbaş koşuklarında noktalama imlerinin yerinde güzel ve anlam tamamlayıcı olduğunu gördüm, beğendim. “Gölgesi Yaralı” koşukları bizim kuşaklara mı daha anlamlı oluyor yoksa biz yaşadıklarımızdan süzdüklerimizle koşuklarımızı oluşturuyor? Günümüz gençliğinin anlam ve imge çıkarımları nasıl olur? Okurlar mı okumazlar mı ? Güncelin söylemiyle ‘ Tık Tık Kuşağı’okur mu? Gösterişi tanıtım törenlerinden, görsel yaymacılıktan uzak duran koşukların efendisi Günbaş, başkalarına özenmeden, kısır çekişmelere girmeden, köşesine çekilip kendi dizeleriniz ağını örmesiyle de yazdıklarıyla kişiliğini örtüştüren çelebi ozanlarımızdan olmayı sürdürüyor. Yazımınımızda kendisine göre bir yer açmış, geliştirerek sürdürme çabasındadır.Umarım öteki kitaplarını okudukça bu yargılarım daha da güçlenecektir. Kitap fuarları ucuz kitapları ile buluşturur okuru. Bu işlevi yetmez, has okuru has yazarla da tanıştırır, kaynaştırır, sürgit sürdürülecek dostluklar da kurdurur. Başarılarının sürmesi, okunması, düşünülmesi, gönül titretilmesi dileğimle kutlarım. *AHMET GÜNBAŞ. GÖLGESİ YARALI. Hayal yayınları, Şiir Dizisi-2018

  • Her Dem Hazan

    Haber Türk gazetesi kapandı. Bir şiir dergisi olan AKATALPA da kapanıyor. Ne oluyorsa yaz, bahar demeden mevsim hazana döndü. Ne çok yaprak dökülüyor. Haber Türk pek okuduğum bir gazete değildi, ama yine de üzüldüm. 9 Yıldır yayın yapan gazete kapanacağını duyurmuştu, geçen Cuma günü de son kez çıktı, okuruyla vedalaştı. Reklam alamayışı, satış azlığı, internet nedeniyle kimsenin gazete almadığı... gösterilen gerekçelerden. İnternet basılı medya için değil salt, kitap için de ciddi bir tehlike, bu gerçek... Kimsenin bayatlamış habere para vermeyeceği ortada. İyi de gazete okumanın tadı, keyfi? Hürriyet'e yaklaşık 5 milyar lira veren nasıl bir akıl o zaman? Nasılsa kredi mi diyorsunuz, yani bizim paramız... Akatalpa'da şiir dergisi salt şiire yer veren çoğu dört sayfalık fanzin biçiminde bir dergiydi. Kimse-SİZ dergisini kapattığım günlerde bir ara onlara yazmamı istemişler, boyutlarına bakarak hafife almıştım. Öyle ya 44 sayfalık renkli karton kapak dergimi kapatmış, şimdi... Olmamıştı. Ne varki AKATALPA boyutlarından beklenmeyen solukla, Türkiye'nin dört yanından şairlerin gönderdikleri şiirlerle 18 yıldır Bursa'da bir şiir kalesi olarak yaşamını sürdürdü. Kapalı bir gruptular, yaşadıkları dergi deneyinden köklerini alan dışarısını ötekileştiren bir disiplinle götürürlerdi beş altı kişi Akatalpa'yı. Kültür sanat yapsak da yakın dost olamadık, daha çok rakip gibiydik, oysa alanlarımız farklıydı ama, rekabetsiz ya da hasımsız ayakta duramama alışkanlıklarımız hep vardır. Takdir edilecek bir birliktelikle götürürken kurucuların kimisi vefat etti, kimileri, benim ihanet gibi algıladığım yöntemlerle, yolunu ayırdı, bazısı gitti başka dergi çıkardı. Ne var ki Ramis Dara ve bir iki arkadaşı hiç pes etmedi, sürdürdü. Bazen onlara gıptayla da bakmıştım. 60 Sayfa, renkli kapak maviADA'yla boğuşurken, onca sayfaya yetecek iyi yazıyı, o boyutta bir dergiyi bastıracak parayı bulmak için kıvrandığım zamanlarda, gönderilen şiirlerle hemen dolduğunu düşündüğüm dört sayfalık kapaksız dergiyi yaparken hiç de zorlanmadıklarını sanır, imrenirdim. Birkaç kez aklımıza biz de öyle mi yapsak gelmişti. O da kapanıyor. Derginin yayın yönetmeni Ramis Dara "...Dergimiz temmuz basılacak, ağustostan itibaren akatalpa.org'dan izlenebilecek! Bir süre de internet üzerinde gölge bir hayatımiz olacak! Olsun!" diye yazmış facebooktan. Yani bizim gibi... İki dergi yapıp 15 yıl yaşatmış ama sonunda teslim olup kapatmış, ardından onca emeğe kıyamayıp internette hala maviADA'yı yaşatmaya çalışan biri olarak ne hissettiklerini anlamam zor değil. Aramıza hoş geldiniz. Ama iyi olmadı, birkaç yıl daha geçsin, görürsünüz, siz de yer almak için sıraya giren şairler dahil, değil emeğinizi anımsamak, Bursa'da öyle bir dergi bile olduğunu unutur, unuttururlar... Ne yapın ne edin o dergiyi sürdürün demek geçti, içimden. Çünkü, çağ, yenilik şu bu... ama yazıyorsan eğer, kağıt kokusu bir başka, basılı dergi başka bir sihir...mi? Yoksa anlayışımız, koşullanmışlığımız mı o? Herhalde matbaa ilk çıktığında ceylan derisine kitabını yazan ne şaşırmış, ne hüzünlenmiştir; böyle yazmak olur mu, diye... Nerde eski bayramlar...hali hani. Değil, konu ilk ürünlerin okurla yüzleştiği dergiler olunca değil, daha çok zaman kağıt isteyecek o dünya ve o arkaik geleneği özlemle yad edecek yazan çizen, okuyan. AKATALPA önemliydi... Her neyse üzücü. O şiirdeki gibi değil hayat. Her şey yerli yerinde olsa ya... İnsanların nankörlüğüne filan değil üzüntüm, o beylik hikaye, sonuçta insansa her şeyi bekle, iyi ya da kötü... Farkına varmadığımız, tanıdıklar ya da yaşadığımız dünyadaki her obje... bizim salt hatıralarımız değil, yaşam izleklerimiz de aynı zamanda... Onlar var oldukça siz sislenmeden, arkaik bir anıya dönmeden belgeli bir biçimde soluk alıp veriyorsunuz. Onlar yoksa siz de hızla azalırsınız, hatta yoksunuz. Bir düşünsenize, artık adını, yaşamını, ayakkabı numarasını bile ezberebildiğimiz artistlerimizden hiç kalmadı, jönlük diye bir şey yok sanki. Kaç tane şarkıcımız var, taptığımız?.. Yüzlerce kitabımız var, ama kaç kitap var, en çok sevdiğiniz?.. Oysa birilerinin hala var, birileri yeni ediniyor,sizse... Hatıralarımız yok olduğu için hızla yok oluyoruz aslında, bütünüyle yaşlanmaktan değil... Şimdi de Akatalpallılar dergiyi yaşatmak için bir grup kurmuşlar https://www.facebook.com/groups/1981902401819908/ adresinde görülebilir. İyi de yapmışlar. Şair ve şiir sevenlerin ilgi göstereceğini, AKATALPA'nın daha uzun yıllar şiir şiir ses vereceğini umarım. Anımsarım, birçok dergi kapanmadan böylesi iyi niyetli girişimlerle çözüm aramıştı. En çok da Seyyit Nezir'in çıkardığı dergiyi kapatırken destek bulmak için verdiği emek aklımda kalmış. Birkaç kez okumuştum çağrılarını belki ondan... Deneylerimden bilirim şairler, yazarlar bir dergide yer almak isterler, çünkü doğası bu, tanınmanın başka yolu yok, ama iş o derginin varolmasına gelince duyarlı olanını görmedim. Hele ünlüler... Dergileri birer sebil çeşmesi sanmak en çok onlara özgüdür. Akatalpa'ya çok emek veren, dergiyi başarıyla bu güne getiren grubun lokomotifi Ramis Dara, önceden de dergi deneyimi de olan bir yazardır, bunları da iyi bilir, kendi içlerinden bir kaynak yaratamazlarsa işleri çok zor... ümit ederim aranan bulunur. Ne oluyorsa... Lanet bir çağ bu... Mevsim yaz kış demeden hazana döndü. Ne kadar bildiğimiz yaprak varsa dökülüyor. Sadece alışkanlıklarımız, temel değerlerimiz, ideolojilerimiz, idollerimiz, kahramanlarımız, filmine koştuğumuz artistlerimiz, tanıdıklarımız, eşimiz dostumuz değil yok olan, tüm hatıralarımızın iz bırakmadan yalana dönmesi de değil, ardımızdan izleyen bir yokedici korkunç bir hızla ayak izlerimiz dahil, "aşına" ne varsa hepsini sessiz sedasız imha ediyor ya, işte o dehşet verici. Ne hava bildiğimiz, ne yaz, ne de bahar...Bu gidişle salt gazeteler, dergiler, kitaplar, havalarımız değil, bir sabah kalktığımızda gökyüzünü yerinde bulamazsak hiç şaşırmamalı... Belki doğal, belki her kuşağın sancısı... Ne var ki bu çağ en belalısı yaşanıyor sanki, anlamak, hak vermek çok zor. Dünya son hız yabancılaşıyor, ellerimizden kayıp gidiyor. Sadece yazlık sinemalarımız, bilyelerimiz, uçurtmalarımız, dergilerimiz... değil, insan sıcaklığımız da yok oldu... 250 Yıl önce Russo'nun Doğa Savunması'nda dediği gibi insanlığın en büyük düşmanı uygarlık mı gerçekten?..

bottom of page