top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Hiçbir Yere Yolculuk

    DOSYA / VATANSIZLAR / 30 Ocak 1923 tarihinde, Türkiye ile Yunanistan arasında, Türkiye’de yerleşik Rum-Ortodokslar ile Yunanistan’da yerleşik Türk-Müslümanların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Yunanistan’ın Balkan Savaşına katıldığı tarih olan; 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren yurtlarını terk etmiş olanları da kapsamına alan bu sözleşme ile yaklaşık 2.000.000 insan doğdukları toprakları terk etmek zorunda kaldı. 30 Ocak tarihi MUBADELENİN tarihi oldu. Mübadeleye tabi tutulanlar; yüzlerce yıldır ekip-biçtikleri topraklarını, ekmek parası kazandıkları işyerlerini, evlerini, ibadet ettikleri kutsal mekanlarını, sevdiklerinin mezarlarını geride bıraktılar. Limanlarda, tren istasyonlarında kurulan çadırlarda haftalarca, aylarca beklediler. Çoğu yolcu taşımaya elverişsiz olan gemilerle olmak üzere iki ülke arasında günler, haftalar süren yolcuklar yaptılar. Bu uzun ve zahmetli yolculuk sırasında yaşamını kaybeden yakınlarını denize verdiler. Yetersiz beslenmeden ve kötü fiziki koşullardan ötürü hastalanarak ölenler oldu. Aileler dağıldı. Yeni vatanlarında uzun süre uyum güçlüğü çektiler. Bu hepimizin en çok bildiği aile öykülerinin başında gelir. Günümüzde de Suriyeli göçmenlerin öyküleri... Oysa, VATAN bildiğinden GÖÇ, insanlık tarihi kadar eski. Bireysel bazda bazen kendi seçiminle olsa da çoğu kez bir gücün dayatmasıyla, bir büyük felaket sonrası ya da iktidarın, sistemin gazabıyla ortaya çıkabiliyor. Bazen akılsızca bir savaş, bazen tıpkı Ortadoğu'da olduğu gibi uluslararası çıkarların elbirliğiyle kitleler, hatta uluslar yerlerinden, yurtlarından, hayatlarından oluyor. İster bir savaş sonucu ülkesinden kaçanlar olsun, ister Nazım Hikmet gibi şiir yazdı diye vatandaşlıktan çıkarılan yazarlarımız olsun gurbet zor zanaat... hangisi olursa olsun hepsi de birbirinden zor, hepsi acıklı... Anlamak için belki yaşamak gerek... *GÖÇMENLER *MUBADİLLER *VATANSIZLAR DOSYA konumuz... Herkese açık.... maviADA'da yer alan yazılarla biz kapıyı açıyoruz, varsa bir hikayeniz bekleriz. Şenol Yazıcı * -YAZILARIN HEPSİNİ GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYINIZ.- *

  • Türk-Yunan Mübadelesi

    1 "Anılar garip, kötülüğü bastırıyor ve şeylerin tadını koruyor. Hepimizi Küçük Asya toprağı sevgiyle doğurdu. Bu sevgiyi kendimiz ve çocuklarımız için korumalıyız." (Dido Sotiriyu) 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan Nüfus Mübadele Sözleşmesi “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının zorunlu mübadelesini (Exchange obligatoire)” ön görmüştü. Lozan Barış Antlaşmasına ek yapılan Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ardından insanların doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalışları yani nüfus değişimi bir insanın başına gelebilecek en acı olaylardan birisidir. İnsanlar yüzyıllar sonra ev barklarını, yurtlarını ve yakınlarının mezarlarını bırakıp çelişikli bir şekilde doğdukları topraklardan sadece hatıralarıyla beraber anavatan diye saydıkları topraklara göç ediyordu. Evlad-ı Fatihan (Balkan Türkleri) bir defa daha mübadil sayılıyordu. Yazınımızda mübadele edebiyatı yeni çıkan yapıtlarla daha da gelişiyor. Bu alandaki araştırmalara gün geçtikçe başka edebi yapıtlar da ekleniyor. Benim ilk aklıma gelen roman Feride Çiçekoğlu'nun Suyun Öte Yanı oluyor. Roman, Tomris Giritlioğlu tarafından filme de çekilmişti. “Samiotisa (Sisamlı Kız)”ın hani sık sık söylendiği film: Ne zaman Sisam’a gidiyorsun Denize nar taneleri dökeceğim Sisam Kumsala gül yaprakları dökeceğim Kayıkla nereye böyle Altından yelkenler takacağım Küreklerimi altından yapıp Gelip seni alacağım Üç benli Sisamlı kız Kara gözlü "Suyun Öte Yanı" Ege’nin iki yakasından biri Yunanlı biri Türk iki ulustan insanın “özgürlük” için yıllar önceki değişimin tersine iki yakaya yine iki ayrı vatana sığınmasının öyküsüdür. Feride Çiçekoğlu kaçış ya da arayış öyküsü diyebileceğimiz Cunda (şimdi Alibey) Adası’nda geçen anlatıda anıları, tutkuları, sevdalarıyla ortak geçmişe uzanır direnci ya da insanlardaki değişimi bu insanların tarihinde varolmuş mübadele ve sürgün temasını işleyerek kökleri gibi derinlere inen bir yazgıda birleşen ince bir mesaj yoluyla aktarır. Kemal Yalçın “Emanet Çeyiz”, Canan Tan “Hasret”, Kemal Anadol “Büyük Ayrılık”, Figen Ünal Şen “Bir Avuç Mazi”, Yılmaz Karakoyunlu “Mor Kaftanlı Selanik” ile mübadele konusunu ele almışlardır. Usta yazar Yaşar Kemal de “Bir Ada Hikayesi” ile birbirini izleyen dört mübadele romanına el atar. Mübadele, karşılıklı iki ülkenin sinemasında da yer buldu. Son dönemlerde art arda mübadele filmleri çekiliyor. Kimi edebiyat uyarlaması kimi ise özgün birer sinema filmi olarak. Suyun Öte Yanı mübadele konusuna kapı aralayan ilk sinema filmiydi. Ardından başka filmler de peş peşe geldi. “Bulutları Beklerken” (Yeşim Ustaoğlu), “Dedemin İnsanları” (Çağan Irmak), “Rüzgarlar” (Selim Evci) ve “Evdeki Yabancılar” (Dilek Keser) bunlar arasında sayılabilir. Rum kökeni Arapça rumi sözünden gelir. Anadolulu demektir. Bıraktığı büyük izlerle doğal olarak bölgenin edebiyatına da yansıyan mübadele Türklerden farklı Yunanistan topraklarına geçen Rumlar tarafından “mültecilik” biçiminde yorumlanmıştır. Türkiye’de mübadeleye ilişkin tesir aynı derece olmadığından örnekler de aynı zaman ve nispette ortaya çıkmamıştır. Suyun Öte Yanı belki bu konuda bu tarafta kaleme alınmış andığımız nadir örnekten birisi sayılmakta. Trajik takasın üzerinden geçen bir asır (30 Ocak 1923) nerdeyse bu acıklı hatıraları hala silemedi. 2 Bir kuş uçuyordu Sisam’la Kuşadası arasında, anlayamadım bir türlü Türk müydü Yunan mı, bir başka yerden mi hangi milletten? “Ey kuş, dedim, kimlerden olursun, hangi ülkeden?” “Ben bir martıyım, dedi, yaşım evrenin yaşında, ülkemi sorarsan: Yeryüzü, gökyüzü ve deniz, sınırlarımı sorarsan: Topraktır, su ve hava.” (Özdemir İnce) Karşı yakanın, Türkiye’de yaşamış veya kökleri Anadolu’da olan Yunan yazarların mübadeleye ilişkin yazınıysa Dido Satiriu’nun ünlü romanıyla başlar. Satiriu, İzmir Şirinceli bir Rum olan daha sonra Atina’ya göçetmiş Manoli Aksiyotes’in anılarını büyük bir duyarlıkta aktarır: "Anayurduna selam söyle benden, Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin…” Ardından Yorgo Andreadis in “Pontus un Yitik Kızı” adlı romanı da Tamama’nın başından geçenleri aynı biçimde yansıtır. Dimitri Kakmioğlu da “Anayurt” adlı romanla benzer bir hikayeyi anlatır. Bu değiş-tokuş bana da ya bir mübadil yakını olduğum için ya da insan olduğum için olsa gerek tesir etmiş olayların başında geliyor. Vapurlarla günlerce süren yolculuk, açlık ve sefalet, soğuk ve hastalıklar… Ben de yakınlarımdan birini bu yolculukta kaybetmiş biriyim. Ben de Bursa'da yaşayan bir taraftan babadan 1951 muhaciri (Bulgaristan/Zviştov) bir taraftan da anneanneden 1923 mübadili olup (Selanik/Langaza) aynı mağduriyeti yaşamış bir soya mensubum. Aynı yıkımı yaşamış bu ortak kaderi paylaşmış insanların anılarını içeren edebi türlerin, kökenlerimle ilgili belgesel kitapların da mümkün oldukça yayımlananlarını araştırıyorum. Kaynakları buluyor, kitaplığıma koyuyor ve zaman zaman da bu konularla ilgili yazıyorum. Bazıları dolaylı yoldan mübadele konusunu işlerler; mübadele olayına giden süreç o siyasal gelişmeler katastrofinin perde arkasıdır. 1999 yılında meydana gelen deprem felaketlerinin hemen ertesinde ortaya çıkan bir girişim sonucu kurulan Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV) hem yayın hem de farklı konularda teşvik ve destek amaçlı olumlu çalışmalar yapıyor. “Mübadele Öncesi ve Sonrası Eski ve Yeni Adları ile Kuzey Yunanistan Yer Adları Atlası" adlı araştırma da bunlardan birisi idi. En son yayınlananlardan Ari Çokona'nın "20.Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Trakya’daki Rum Yerleşimleri" başlıklı kitap detaylarıyla oldukça ilgimi çekti ve konular hakkında bilgi hazineme yeni değerler kattı. Çokana atalarımın iskan edildikleri köylerden de bahsetmiş hatta o kitabını okuduktan sonra kendisine annemin doğduğu Aynası (İnesi ve Eğnesil) diye söz ettiği köyden çekilmiş resimler gönderdim. Köyün bugünkü adı Özlüce’dir. Köy içinden bir dere geçer adı da İğnesi Deresi’dir. Anneannem bu köye yakınındaki Dansara (bugünkü İrfaniye) köyünden gelin olarak gelmiş. ÖZLÜCE- KİLİSE Aynası’da Rumlardan kalma bir Kilise vardır. Müslümanlar tarafından da ibadethane olarak kullanılmış. Belediyenin kültürevine çevirdiği görkemli yapı daha sonra Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne devredilmiş, bugün ise kaderine terk edilmiş. Duvarları Bizans ve erken Osmanlı’da sıkça görülen almaşık örgü sistemiyle taş tuğlalardan yapılmış, oldukça dikkat çeken bir yapıdır… Karşı yakadan akla gelebilecek ilk film ise Costas Ferris'in yönettiği "Rembetiko"dur.1923'te mübadele kararının çıkmasıyla Yunanistan'a göç eden Marika ve ailesinin hüzünlü hayat hikayesini anlatıyor. Yunanistan'a göç eden tüm Anadolu Rumları gibi Marika’nın ailesi de Yunanistan'da hor görülürler. Pire'de sefil barakalarda yaşamaya çalışırlar. Daha sonra annesi gibi bir rembetiko şarkıcısı olan Marika (Sotiria Leonardou) özlemlerini, dışlanmışlıklarını, hüzünlerini ve sefaletlerinin acısını, rembetiko şarkıları ile tüm dünyaya haykırır. 3 Dile kolay tam 2 milyon insanı etkileyen Yunanlıların tanımıyla "Katastrofi" yani öyle büyük felaket bir daha umarız yaşanmak zorunda kalınmaz. 94 yıl sonra mübadele anılarının yaratımı olan edebiyat ise tek avunç kaynağımız. İki yakanın iki ayrı ulusunun paylaştığı ortak acıları kaleme almış yazarların yapıtları iki yakanın halkınca da hep sevilip okunuyor. Çoğu Küçük Asyalı mübadil olduğu bilinen Dido Sotiriu, İlias Venezis, Yorgo Seferis, Kostas Politis ve Staris Dukas gibi yazarlar günümüzde Yunanistan’da “30 Kuşağı” diye adlandırılıyor. Ne demişti Sotıriyu, "Savaş insanlar arasında uçurumlar açıyor… Önce Almanların daha sonra da müttefik kapitalistlerin yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu halklar... İki halk, aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız ne onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan..." Birarada yaşamış iki halkın arasına düşmanlık tohumlarını serpen sömürgeciliğin gerçek yüzünü aydınlatan kitap o nedenle "Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adını taşıyordu. Yani “Matomena Homata (Kanlı Topraklar)”. “Yunus Emre’ye Selam” isimli kitabında dostluk üzerine “Biz Anadolu Türkleri dost deyince derinden duygulanır, küçük kaygıların, çıkarların üstünde, uğruna can feda edilen, insanın en temiz yanını, insanlığın özünü yansıtan bir varlık düşünürüz. Dosta inanır, dosta güvenir, dosta açılır insan. Tanrının insanlığı, insanın tanrılığı gibi bir şeydir dost. Dost dünyanın tadı, yüreğin göz bebeğidir. Dost hem içinde, hem dışındadır insanın, hem çok uzaklarda hem yanı başımızdadır.” demiştir Sabahattin Eyüboğlu. Sabahattin Eyüboğlu'nun, Azra Erhat'ın, H.Balıkçısı'nın düşünceleriyle edebiyatımıza taşıdığı Ege Denizi'nin bir barış denizi olması umudunun özeti. Eyüboğlu, karşı yakaya uzattığı zeytin dalıyla insancıl yüklü “Mavi ve Kara’dan (Bizim Anadolu)”nın dizelerinde karşılık veriyor: “Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan gelmeler çoğunluk olsa bile -ki değil elbette- kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim.” 1970'li, 1980'li yıllarda Türkiye'de en çok okunan kitaplardan birisi oldu "Benden Selam Söyle Anadolu'ya". Dido Sotiriyu’ya da, Abdi İpekçi Türk Yunan dostluk ödülünü de kazandırdı. Ve mübadelenin yıldönümünde Yannis Ritsos’un şiiri başta Ege’nin iki kıyısından tüm dünyaya yayılıp sonsuza kadar sürecek “dostluk ve barış” mesajı oluyor: Ve toprakta derin izler açan sabanların tek bir sözcüktür yazdıkları: Barış Ve bir tren ilerler geleceğe doğru kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden buğdayla ve güllerle yüklü bir tren. Bu tren, barıştır işte. Kardeşler, barış içinde ancak derin derin soluk alır evren. tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini. Kardeşler, uzatın ellerinizi. Barış budur işte. / * YAZARIN öteki yazılarını okumak isterseniz TIKLAYIN

  • Kadın Mülteciler

    “Hayat kat kattır. Babil'in Asma Bahçeleri gibi; “Hayat kat kattır. Babil'in Asma Bahçeleri gibi, katmanlar halinde yükselir, bir kattan bir kata sizi yanınızdaki kadın götürür. Ve bugün durduğunuz katman, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadının bulunduğu katmanı, manzarası ve hayatıdır... Hayatınız seçtiğiniz kadındır...” Asırlarca erkek egemenliğinin ve erkeklerin hâkim olduğu toplumun oluşturduğu, soysa-ekonomik ve siyasal kurumlar ile kültürel ve ahlâkî değerlerin, normlar ile dini akideler ve önyargıların baskısı altında kalan kadınların, toplum içindeki statüsünün sorgulanmaya başlanması yeni bir olgudur. Bu sorgulama, demokrasinin gelişme ve olgunlaşma evrelerinde giderek artmakta ve insan hakları ile birlikte, kadın hakları ve özgürlüklerinde kayda değer ilerlemeler sağlanmaktadır. Bu çerçevede, kadının toplum içindeki yeri günümüzde sorgulanmaktadır. Uluslararası düzenlemeler, bildiriler ve kararlarda benimsenen yaklaşım ile literatürde yer alan ifadeler ve kavramlar göz önünde bulundurularak kadınlara karşı ayrımcılık genel olarak, tüm insanlara tanınan temel hak ve özgürlüklerin, cinsiyete bağlı olarak tanınmasını, kullanılmasını ve yararlanılmasını, engellemek, sınırlamak, kısıtlamak, ortadan kaldırmak şeklinde tanımlanmaktadır. Hem Mülteci Hem Kadın Olmak Kadınlar da bütün sığınmacı ve mülteciler gibi, çeşitli nedenlerle ülkelerini terk etmek ve kaçmak zorunda kalmaktadırlar. Ancak, kadınların kaçış sebepleri ve kaçtıktan sonra maruz kaldıkları tehdit ve tehlikeler, diğer sığınmacı ve mültecilere kıyasla farklıdır. Cinsel ayrımcılık, sosyal ve kültürel önyargılardan kaynaklanan baskı ve zulüm, insan hakları ihlâlleri, gayriinsanî ve küçültücü muamele, kişi özgürlüğü ve güvenliğine yönelik tehdit ve tehlikeler, kadının bedensel ve ruhsal sağlığını bozan geleneksel zararlı uygulamalar, cinsel istismar ve şiddet kadınları ülkelerini terk etmeye zorlamakta ve onları başka güvenli ülkelere sığınmaya mecbur etmektedir. Kadınlar, cinsiyetleri nedeniyle, fiziksel ve cinsel istismar, aile içi şiddet, cinsel taciz, saldırı, cinsel zorlama ve tehdit, cinsel işkence, cinsel esaret, ırza geçme, etnik temizlemede bir araç olarak kullanılma ve fuhuş yapmaya zorlanma gibi, genelde fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet eylemlerine maruz kalabilecek hassas-kırılgan kişilerdir. Özellikle, iç savaş, savaş, işgal, isyanların yarattığı anarşik ortam, kadınları çok daha büyük risk ve tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. İnsancıl hukuk ilkeleri ihlâl edilmekte, sistematik ırza geçme etnik temizlemede bir araç ve aynı zamanda bir savaş silâhı olarak uygulanmaktadır. Bu ortamda, ülkesinin korumasından mahrum olan, zaman zaman ailesini de kaybeden, bir sığınak aramak için yollara düşen kadınlar, bütün mültecilerin karşılaştıkları tehdit ve tehlikelere ilâve olarak, çok farklı vahim olay ve durumlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bunlardan ilk akla gelenler, kadın-erkek ayrımcılığına dayalı uygulamalar, dini akideler, sosyal-kültürel önyargılar, kadının beden tamamiyetini ve ruhsal durumunu bozan zararlı geleneksel uygulamalar, fiziksel ve cinsel şiddetle yüz yüze kalmak, özellikle sınır geçişlerinde, kamplarda, yerleştirilme sırasında ve mülteci statüsünün belirlenmesi aşamasında kadın-erkek ayrımcılığından kaynaklanan çeşitli sorunlar… Bu bağlamda, kadın sığınmacı ve mültecilerin karşılaştıkları tehdit ve tehlikelerle şiddet ve istismar türleri; öldürülme, dövülme, korkutulma, gözdağı verilme, tehdit edilme, kul ve köle olarak kullanılma, haksız tutuklanma ve alıkonulma, zorla askere alınma, gerillalar ve direniş kuvvetleri gibi, yasa dışı gruplara, düzensiz ordulara katılmaya zorlanma, yağmacı haydutlar, insan kaçakçıları ve düşman askerlerinin eline düşme, fuhuşa zorlanma, mayınlı alanlara sokma, mayın temizleme işlemlerinde kullanılma hareketlerine maruz kaldıkları saptanmaktadır. Tüm mülteciler; yardıma ve korunmaya muhtaç olmalarına karşın, kadınlar hassas gruplar içinde yer almaları nedeniyle, daha çok yardıma ve korunmaya muhtaçtır. Bu nedenle, kadın mülteciler için, diğer mültecilerden farklı özel yardım ve korunma tedbirlerinin alınması zorunludur. Mültecilerin Çoğunluğu Kadın Dünyadaki mültecilerin yüzde seksenini kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği; Suriye’den ülkemize sığınan 130.000’in üzerindeki sığınmacının büyük çoğunluğunun kadın ve çocuk olmasıdır. Kadınlar ve çocuklar mültecilik yaşamının ızdırap ve tehlikelerine, yaşamın her evresinde ortaya çıkan tehdit ve tehlikelere, erkeklere kıyasla daha çok maruz kalmaktadırlar. Buna karşın, bu kişilerin durumları ancak, 1970’li yıllarda ele alınabilmiştir. Zira, 1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin 1/A-2 maddesinde, ırkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal guruba mensubiyeti ve siyasi düşünceleri yüzünden baskı ve zulme uğraması veya uğrama tehlikesi ve korkusu içinde bulunması nedeniyle ülkesini terk etmiş kişilere mülteci statüsü verilebilmektedir. Görüldüğü üzere, bu maddede ve mülteciliğin kazanılmasında aranılacak koşullar arasında, cinsiyet ve kadın unsuruna yer verilmemiştir. Bununla birlikte, “belirli bir sosyal gruba mensubiyet” koşulunun, cins, renk, akrabalık bağları gibi doğuştan kaynaklanan veya askeri lider veya toprak sahibi olma gibi sonradan kazanılan, ancak değiştirilmesi mümkün olmayan baskı ve zulüm nedenlerini de kapsadığı kabul edilmiştir. Günümüzde, cinsiyete dayalı ayrımcılık ve buna dayalı olarak temel hak ve özgürlüklerin sistematik şekilde ihlali ve cinsel şiddet nedeniyle, ülkesini terk eden ve ülkesine döndüğü zaman zalimane ve gayriinsani muamele ile karşılaşan kadınların, belirli bir sosyal grup içine alınmaları kesin bir biçimde kabul edilmekte ve bunlara mülteci statüsü verilmesi öngörülmektedir. Hatta, bu kadınlara özel insancıl statü içinde yer verebileceği de ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, tüm ülkeler tarafından haklı bir nedene dayalı baskı-zulüm korkusu içinde olan ve değişik türde maruz kaldığı şiddet nedeniyle, ülkesini terk eden kadınların, belirli bir sosyal grup içinde değerlendirilmesi ve konunun insancıl yaklaşımla ele alınarak bu kişilerin iltica taleplerinin kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak, mülteci statüsü verilmesi aşamasına gelinmeden önce kadınlar üzerinde sığınma ve iltica olgusunun ortadan kaldırılması amacıyla, öncelikle bunun temelinde yatan cinsiyet ayrımcılığının gerek ulusal gerekse uluslararası toplum düzeyinde, yasal, yargısal, yönetsel ve eğitsel tedbirler alınarak önlenmesi gerekir. Bunların kesin biçimde uygulamaya konulması, ilâve olarak sosyo-kültürel değerler ile dinsel akidelere dayanan önyargılarla mücadele edilmesi zorunludur. Başta kadınlar olmak üzere, tüm insanların, temel hak ve özgürlüklerden eşit, adil ve eksiksiz yararlanabilmesi ve bu bağlamda kadınların hak ettikleri statüye kavuşabilmeleri dileğiyle. ▲ maviADA -Kış 2013 (Mubadele Dosyasından)

  • Bir Sürgün

    Abidin Dino, Eylül 1942’de İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Çünkü « ikamete memur » tayin edildi. Şimdi haklı olarak, bu da ne tür bir « memurluk » diyebilirsiniz. Ve kim, neden ve nereye tayin etmişti diye de sorabilirsiniz. Müsaadenizle anlatayım : İstanbul ve çevresinde o yıllarda yürürlükte olan Örfi İdare (yani Sıkıyönetim) muhalif siyasetci, gazeteci, yazar, şair ve sanatcıları İstanbul’dan uzaklaştırmaya başladı. Birçok aydın gibi Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino da « ikamete memur » tayin edildiler. Yani artık açıklamak şart : Sürgüne gönderildiler. Abidin’i Çorum’un Mecitözü kasabasına. Arif Dino’yu Kayseri’nin Develi kasabasına. Abidin Meciözü’nde Alevilerle tanıştı, onlarla candaşlık ve yol arkadaşlığı yaptı. Abidin Alevileri çok sevdi. Bu sevgiyi bütün hayatı boyunca sürdürdü. Tanığıyım. Abidin her zaman Alevilerin insancıl, eşitlikçi ve dayanışmacı yönlerini övdü. Çünkü bunlara bizzat tanık olmuştu. Beş parasız vardığınız bir kasabada sizi elinizden tutanları, size başınızı sokacak bir ocak, bir yuva ve kıvrılıp uzanabileceğiniz, yorgunluğunuzu atabileceğiniz bir yatak sunanları unutamazsınız elbette. Hele bir de « boğma rakı » varsa. Hele arada bir gelip sizi « içmelere », köylere götürüyorlarsa… Abidin Mecitözü’nde daha uzun boylu da kalabilirdi. Çünkü sevdi bu insanları Abidin. Bu insanların yaşadığı, ekip biçtiği taşı toprağı da sevdi Abidin : Anadolu bu ne de olsa… Arif Dino Develi’deydi ve çok uzaktaydı : Ankara’dan, Adana’dan ve bilhassa İstanbul’dan. Ve ailesinden. Arif için o yıllarda ailesi aslında Abidin’le başlar Abidin’le biter desem abartmış olmam. Kasım 1930’da anneleri Saffet Hanım’ı yitirmelerinden beri iki kardeş ayrılmaz iki ateş parçasıydılar. Ne yazmıştı 27 Kasım 1930’da Arif Dino : « Gülmeler, sevinç Ağlamalar, keder Sonu ölüm Annem öldü. » Ve bu ağıtın altında üç imza okunur : Ahmet Dino, Abidin Dino, Arif Dino. Evet işte belli oldu : Bu iki kardeşin bir de üçüncüsü vardır : Ahmet Dino. O o günlerde Adana’dadır. Ve Adana’da boş durmamaktadır : Aslında Ahmet’in çok çalıştığını da kimse iddia edemez ama neyse geçelim şimdilik. Ahmet Dino Adana’dadır ve bu üç delikanlının ve bir de o sırada İstanbul’da yaşayan ve hepimizin mutlaka biraz tanıdığı Rasih Nuri İleri’nin annesi Leyla Dino-İleri’nin ya da aile içindeki ismiyle Leyla Abla’nın dedesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli devlet ve siyaset adamı, etkili valilerinden, eski vezirlerinden Abidin Paşa’nın vakti zamanında satınaldığı, kimine göre « Ermenilerden ucuza kapattığı », bu konuyu da yine şimdilik geçelim diyorum, tarlaların, o tarlalar ki kiminin içinde birkaç köyü bile var, güya yönetimiyle meşgul. Ahmet Dino meşgul. Şaka değil. Aslında Ahmet Dino Adana’nın o bilinen ünlü Şehir Kulubü’nde düzenini kurmuş : Ekmek elden su gölden, yok ya Seyhan’dan ya Ceyhan’dan, yiyip içiyor ve akşamları da poker veya benzeri başka bir kumar oyunu için « dörtlüyü tamamlayacak » üç kişinin bekleyişi içinde zamanını tüketiyor… Yani tam paşa torunu, kumara düşkün, miras yedi, çalışmaz… Toparlayalım : Abidin Paşa’nın Çukurova’daki tarlalarını güya yöneten Ahmet Dino Adana’da. Abidin Dino Mecitözü’nde. Arif Dino Develi’de. Leyla Abla İstanbul’da. Bir aile ancak bu kadar « iyi parçalanabilir » doğrusunu isterseniz. Bu durumda kardeşlerin, özellikle sürgündeki iki kardeşin, aklına şu geliyor : Abidin açısından : Mecitözü’nün candan, efendi ve sevimli Alevilerine uzun boylu yük olmak ayıp kaçabilir. Arif için ise Develi’de geçinmek nâ-mümkün : Hele Arif gibi hayatında hiç bir zaman çalışıp para kazanmamış biri için. Peki o zaman sürgündeki iki kardeş Adana’ya sürgün edilseler ve orada hiç olmazsa Paşa Dede’nin mirasından gelen ve adına « otlakiye » denilen yıllık kiradan paylarına düşeni alsalar ve onunla ve tanındıkları bir ilde geçinseler nasıl olur ? Bana kalırsa çok iyi olur. Ama 1942 sonunda ve 1943 başında Türkiye’de işler karmaşıktır. Ve nazi Almanya ile dostluk ve buna bağlı iç meseleler ve sırat köprüsündeki iç dengeler Arif ve Abidin’in işlerini kolaylaştırmamaktadır. Neyse ki Arif o günlerin Başbakanı ve « güçlü adamı » Şükrü Saraçoğlu ile 1910’ların İsviçre yıllarından ve öğrencilik döneminden tanışıyor. Bundan bir iş çıkar niyetiyle nitekim Arif birkaç kez gidiyor Ankara’ya. Nabız yokluyor. Deniyor. Bakıyor. İşler kolay çözülmüyor elbette. Ama şimdi uzatmanın da bir anlamı yok. Bir süre sonra nihayet Başbakan’ın « yardımıyla » iki kardeşin sürgünlerinin kalanını Adana’da yaşamalarına olanak tanınıyor… İzin çıkıyor yani : Adana’ya yolculuk gözüktü artık. Tekrarlamakta yarar var : Adana’ya turist olarak değil sürgünlüklerinin kalanını geçirmek için gidiyorlar. Bu çok önemli. İşte size « başarı » : Sürgünü Adana’da geçirmek öyle herkese nasip olan bir nimet değil. Alın öpün ve başınıza koyun. Abidin’le Arif veya Arif’le Abidin Ankara’da buluşuyorlar : 1943 Yılının çok karlı ve çok soğuk bir Şubat gününde. Ankara’da birkaç gün kalmalarına izin verilmiş : Adana’ya gitmeden önce. İşte size ispatı : Adana’nın yolları Ankara’dan geçer. Hem de öyle boş geçmez. İki kardeş birkaç gün, belki iki üç gün kaldılar Ankara’da. İşte o arada Abidin’in daveti üzerine İstanbul’dan Ankara’ya gelen Güzin Dikel nam şirin ve mini minnacık genç kadınla Abidin, Azra’nın, Azra Erhat’ın evinde, nişanlandılar. Arif, Abidin ve Güzin, üç kişi için bir nişan. Bu da az şey sayılmamalı nişanlardan göğsünün sol yanı baştan aşağı kaplı koskocaman Abidin Paşa nam valinin, eski vezirin torunları için. Çünkü Ankara’ya kadar gelip, Ankara’dan Adana’ya « nişansız » gitmek te var. Vardı. Yine varolabilir. Asıl varolanlar ise anılarımız. Dört elle sarılmalı anılarımıza dört elle. Gidenler unutulmasın. Kalanlar gidenleri yaşatabilsinler çığlıklarında. Paris, Aralık, 2012

  • Unutulmuş Bir Yıl Dönümü Hikayesi

    -Bu dünyaya bir kere daha gelsem yine ölmeyi denerdim. Belki de bu yüzden kaç kere gelip gittiğimi sayamadım. Yüzyılların ötesinde her geliş gidişlerde bir acıyı kavradım ve sonuna kadar yaşadım içimde.- Deniz, her dalgada hüzün bırakıyor sahile. Köpükler kumsalı yalarken içimde tarifi imkânsız bir acı, yosunların kokusuyla gelip oturuyor yanıma. Hüznüm kahvenin telveleriyle dibe çökerken çığlıklar içinde batışını görüyorum eski bir geminin… Oturduğum yerden denizin ötesinde bir şeyler arar gibiyim. Yanıma yaklaşan kadını son anda fark ediyorum. -Falına bakayım mı? Masaya bakıyorum. Kahve fincanını bilinçsizce kapadığımı görüyorum. -Hadi bak! Kadın, yanımdaki sandalyeye oturuyor. -Çay içer misin? -Hayır. Siz bana bir tost söyleyin, faldan para almam, diyor. Garsonu çağırıp onun için tost, kendim için bir çay istiyorum. Kadın, masada duran kahve fincanını eline alıp bir takım anlamsız sözler söylüyor. -Dilek tutmayacak mıyım? -Dileğin var mı ki tutacaksın? İçim allak bullak. Dileğim, gelecek hakkında hiçbir beklentim yok mu? Susuyorum. Uzun bir sessizlik oluyor, kadın fincana bakıyor. Aniden gırtlaktan gelen bir sesle; -Su… diyor. -Bir şey mi oldu? Soruma cevap vermeden devam ediyor. -Su… Çok çok su. Her yanın sularla kaplı. Biliyor mu? Yok, hayır, bilemez. Bilmesine imkân yok. Garson, çay ve tostu getiriyor. Kadın, tostun yarısını kabaca ısırıp yemeye başlıyor. Kibar konuşmasının tersine lokmaları çiğnerken kendinden geçiyor. -Sen suda mı yaşıyorsun? diye soruyor. Hiç cevap vermeden çayımdan yudumluyorum. Beni bekliyor. -Evet. Deniz benim her şeyim… diyorum ama gerisi gelmiyor. “Deniz benim her şeyim!” sözü garibime gidiyor. -Kocan, çoluğun, çocuğun yok mu? Cevap vermeyeceğimi anlayınca bu sefer beklemiyor, fincana geri dönüyor, -Uzak bir yerler var. Sanki Kaf Dağı’nın ardı. Gidemediğin, ulaşamadığın bir yer. Sen bahtsızsın. Bir bedende iki gibisin sen! Bunu söylerken bana acıdığını hissediyorum. Açılmış bir yumak gibi kendi içimden dışıma yuvarlanırken, kadının beni çözmeye başlaması korkutuyor. Masadan kalkmak ve kaçmak istiyorum. Kadın durmadan bir şeyler söylüyor. Kelimelerin bazıları tanıdık ama çoğunu anlayamıyorum. Çok sonra cesaretimi toplayıp kelimelerinin arasına giriyorum; -Başka ne görüyorsun? -Yalnızlıktan başka bir şey görünmüyor falında. -Başka söyleyeceğin yok mu? Bu kadar mı? -Daha ne söyleyeceğim, hepsi bu işte! Ne var ki hayatında bundan başka? -Yok mu? Aslında bu soruyu kendime sormuştum ama ağzımdan çıktı bir kere. Kadın üzerine alındı. Tostunun ikinci yarısını da ağzına atıp hemencecik yuttuktan sonra, -Sen bir kayıp peşindesin ya da sen kaybolmuşsun, içindekini arıyorsun. Bırak bunları, hayatını yaşa… Ne söyleyeceğimi dinlemeden, masadan kalkıyor, -Fincan yalan söylemez, deyip arkasına bile bakmadan uzaklaşıp gidiyor. Aralık 1941-Şubat 1942 -Emil Aurel, yaşım 28, mesleğim doktorluk. -Parayı getirdiniz mi? -Evet, ama ben şu kamaraların resmine tekrar bakabilir miyim? -Bak! Adam elindeki broşürü kıza uzattı. -Bütün odalar aynı mı? -Evet. Hadi acele et, daha sırada bekleyenler var. Emil, dizelle çalışan son sistem geminin mükemmel salonlarının ve lüks kamaralarının fotoğraflarına baktıkça heyecanı bir kat daha arttı. Cebinde altışar kişilik kamaraların fotoğrafları ve kurtuluş bileti, kalkış gününü beklemeye başladı. Her gün, Yahudilerin, Avrupa’nın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, taciz edildiği, Alman ordularının baskısı ve istilası sonucu, binlerce Yahudi’nin, temerküz kamplarına, gaz odalarına gönderildiği haberleri geliyordu. Felaketler buraya da sıçramıştı. Alman istilası altına giren Romanya ve bu ülkedeki kukla Antonescu iktidarı, Yahudiler üzerindeki baskıları arttırınca, Emil’in kaçmaktan başka çaresi kalmamıştı. Gidilecek coğrafyayı ise tarih belirlemişti- Filistin. Emil, anne, babası ve kardeşinin Almanya’daki evlerinden zorla çıkarıldığını, dükkânlarının yağmalandığını öğrenmişti. Yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmiyordu. Romanya’da olması Emil’i korumuştu. Bavulunu hazırlayıp limana vardığında, yolcuların huzursuzluğunu fark etti. Nedeni limanda duran; eski, küçük ve bakımsız gemiydi... Bir süre sonra, tüm itirazlarına rağmen, asıl geminin açıkta beklediği yalanına inanıp binmişlerdi. Açıkta olması gereken geminin orada olmadığını anlamaları çok zamanlarını almadı. Emil, kamaraya dönüştürülmüş yük ambarlarını görünce yıkılmıştı. İstiflenmiş insanlarla, bir tuvaleti ve sadece dört lavabosu olan, bu küçük portakal sandığı gemiyle bu cehennemden nasıl kurtulacaklarını bilmiyordu artık. Umuda yolculuk, umutsuzlukla başlamıştı… Kadının şokunu üstümden atıp denizin ve rüzgârın kokusunu içime çektim. Kimsenin umursamadığı bakıp da görmediği, kokusunu sahil boyunca içine çektiği halde fark etmediği gemi bulunmuştu. Bir mabede duyulan saygıdan çok öte bir şeydi bu. Araştırmaların devam ettiği üç yıl boyunca, içimde bir kuşku, bir ezilmişlik, yokluktan varlığa çıkarken olası yaşanacakların huzursuzluğu vardı. Kavgalar, savaşlar, açlık, kıyım tüm olanlara ve geride kalanlara rağmen devam ediyordu. Emil, tedirginliğini bir türlü atamıyordu. Hayal kırıklığının üstüne bir de açlık eklenmişti. Emil, sıkıntılarını dağıtmak ve kötü şeyler düşünmemek için yanı başında dolaşan sevimli oğlanla ilgilenmeye başladı. Ona oyunlar, şarkılar öğretti. Annesi gözlerini bile kırpmadan onları seyrediyordu. Oğlanın yüzündeki en ufacık değişiklik kadının telaşlanmasına neden oluyor, aceleyle kalkıp oğlunun yanına geliyordu. Bir şey olmadığını anladığında yüzünde bir gevşeme, oturduğu yere geri dönüyordu. Emil, eline geçen birkaç lokmayı çocukla paylaştı. Annesi de hiçbir şey yemiyor oğlu için saklıyordu. Günler geçtikçe şartlar zorlaştı. Dizanteri salgını başlamıştı. Emil, yolcular arasındaki birkaç doktorla bu kötü şartlarda yaşayan hasta yolculara yardımcı olmaya çalışıyordu. Havanın ayazı ve yiyecek sıkıntısı en çok çocukları etkiliyordu. En küçüğü bir yaşında olan onca çocuk çaresizlik içinde gözlerini kocaman açmış anne babalarının kolları arasında ısınmaya, süt tozundan yapılmış yarım bardak içecekleriyle karınlarını doyurmaya çalışıyordu. Sonunda beklenen oldu… Gemi, motorlarının yetersizliği nedeniyle bir süre sonra durup rüzgârın sürüklediği yönde gitmeye başladığında, Emil telaşlanan insanları rahatlatmaya çalıştı ama o da korkuyordu. Etrafta acı kokusu kol geziyordu. Karadeniz açıklarında bir şilep üç milyon ley karşılığında gemiyi tamir etmeyi kabul ettiğinde, sahip oldukları son eşyaları; alyansları, annelerinden yadigâr broşları, yüzükleri, babalarından kalan saatleri hayatlarının karşılığı olarak gemiyi tamir eden adamlara verdiler. Kısa bir süre sonra, gemi deniz mayınlarını geçip boğaza girecekken motorları yeniden arızalandı. Bunun üzerine römorkla gemiyi Sarayburnu açıklarına çektiler. Yolcular, İstanbul’u karşılarında gördüklerinde tüm çektikleri sıkıntının bir anda biteceğini ümit ettiler. Korku yerini umuda bırakmıştı… Fakat hiçbir yolcuya karaya ayak basma veya karadaki herhangi biriyle haberleşme izni verilmedi. Gemiyi açığa demirleyip karantina altına aldılar. Yeni bir hayal kırıklığının boğduğu yolcular, Kızılay'ın gemiye iaşe temin etmesiyle bir az olsun gülümsemeye başladı. Emil, çocukları gözeterek yemeklerin dağıtılmasını sağladı. Köstence limanından soğuk, karlı ve çetin bir kış günü yola çıktıklarından beri belki de ilk defa hepsinin içinde gerçek umut pırıltıları vardı. Parlak bir ışık İstanbul Sarayburnu açıklarından gemiyi aydınlatıyordu. Kıyıdakiler açığa demirlemiş geminin farkında bile değildi. Geminin olduğu yere dalışlar; sınırlı görüş, yoğun yüzey ve dip akıntıları, sürekli kötü hava ve deniz koşulları yüzünden her seferinde engelleniyordu. İntikamların, çekişmelerin, gücün, hırsın egemen olduğu, imkânsızlıkların, çaresizliklerin insanı tükettiği, yıllarca süren, değişmeyen bir mücadelenin tarihi denizin derinliklerinde bulunmayı bekliyordu. Belki de bu yüzden, gemiye ulaşıldığında tarihin sayfaları aralanacak, yedi yüz altmış beş masum insanın hazin hikâyesi tüm çıplaklığıyla su üstüne çıkacaktı. Gemi, kıyıdan gelecek haberi bekliyordu. Tüm kâğıtlar toplanmış polislere teslim edilmişti. Kişilerin adları, uyrukları, yaşları… Bu bekleme kısa sürdü. Geminin karantinadan kurtulması için yakın bir yere götürüleceği haberi geldi; ama kaptan bunu reddetti. Bunun üzerine polisler, geminin çapasını kestiler ve zaten arızalı olan motor da tamir edilmek üzere sökülmüş olduğundan gemi tekrar römorkörle Karadeniz’e doğru çekildi. Sonunda hava şartları düzelmiş, parça parça çekilen fotoğraflar birleştirilmiş, daha önce duymadığım bir sürü metotla geminin bütünü ortaya çıkmıştı. Seksen metre aşağıya, dibe indiler. Geminin çevresinde uzayan yosunlar, oldukları yerde ağır ağır dans ediyordu. Gemi, tüm sorumluluk kendine aitmiş gibi boynunu bükmüş; çürümüşlüğüne, parçalanmışlığına rağmen, balıkların dostluğuna sığınmış, bu küçük yaratıkların çevresinde ve içinde dolaşmalarını izliyordu. Yeni misafirler gelince balıkların hepsi kenara çekilip bu demir yığınını dalgıçlarla yalnız bıraktılar. “Yalnız değilsin artık!” dedim. “Geldiler işte! Buldular seni.” Gemidekilerin hepsi dua ediyordu. Emil, yanından ayrılmayan oğlana sıkıca sarılıp onu ısıtmaya ve korumaya çalışıyordu. Oğlanın annesinin yüzü karanlıktı. Korkusunu gizlediğinden mi, bilinmez başı hep öndeydi. Oğluna dönüp; -Solom, hadi gel yatalım, dedi. Emil, elindeki bir parça ekmeği çocuğa uzattı. Çocuk annesiyle birlikte uzaklaşırken, arkalarından kısık bir sesle, -Korkmayın, diyebildi. Doğmakta olan güneş ışınlarının arasında, denizden kafasını uzatmış alışılmadık sivriliği, kimse görmemişti. Görmüş olsalar bile o kadar kısa bir andı ki, neler olduğunu anlayamazlardı. Kara kışın bağrında bu gemiye sıkışmış onca insan 73. gecelerini bitirmiş sabahı karşılıyorlardı. Aylardan karanlık, günlerden ölümdü - 23 Şubat 1942. Sovyet denizaltısının yüzeye uzayan periskopu, Struma’nın bordosuna kilitlendi… Bu hikâyeyi bilen bir avuç insanla, geç kalınmış bir yıl dönümü için gezi teknesiyle boğaza açıldık. Struma’da ölenlerin torunlarıyla Karadeniz’e ulaştık. Tam da orası olduğunu benden başkası bilemezdi. Korkunç bir patlama ve alevler yükseldi. Emil, her şeyin farkındaydı. Gemi sulara gömülürken haykırışların, iniltilerin ardı arkası kesilmiyordu. Bir süre sonra Struma, denizde ve beyinlerde kocaman siyah bir leke bırakarak sulara gömüldü. Tek bir kurtulan olmuştu; balıkçılar tarafından bulunan; David Stoliar… Ağlamaya başlamıştım. Yanımdaki kadın mendilini uzattı. Teşekkür etmek için döndüğümde, sabah kahvede falıma bakan kadınla karşılaştım. O da ağlıyordu. -Teşekkür ederim. -Bir şey değil. Ben Silvian, Elini uzattı. Ellerimiz garip bir sıcaklığın içinde kayboldu. -Ben… Ben Emil… diyebildim. Şimdi anlamaya başlamıştım. O da benim gibi bir bedende iki kişiydi. Sarılıp öptüm. -Oğlun? Oğlun, Solom nerede? Yüzünde acı bir tebessüm. -Struma’da, diye cevap verdi. İçim allak bullak olmuştu. Sıkıca elini tuttum, acısını paylaştım. Diğerleriyle birlikte denizi selamlayıp Silvian ve ben kendimiz ve Solom için dua ettik. Her şey bittikten sonra Silvian; -Artık gidelim mi? dedi. Başımı usulca salladım. Gözyaşları içinde elli sekiz yıl sonra anılan Struma yolcularının akrabalarıyla birlikte gezi teknesinde tek bir vücut olmuştuk. Yanımızda oturan yaşlı kadın; “ Hiçbir şey yaşamaktan daha değerli değildir. Struma yolcuları bunu sonuna kadar denedi...” dediğinde biz, gözyaşlarımızı çoktan Karadeniz’in soğuk sularına bırakmıştık. Ankara, MART, 2007

  • Hayvan Çiftliği

    BİR George ORWELL Klasiği İspanya'daki "İhanete uğramış devrim" tablosu G. Orwell'i derinden sarsar. Ancak en meşhur yapıtları olan Hayvan Çiftliği'nin ve 1984'ün sırf Stalin'i yermek için kaleme alındığını iddia etmek mevzuyu haddinden fazla basitleştirmek olur. Orwell yazarlığa başladığı günlerdeki çizgisinden sapmış değildir: Nasıl ki ilk eserleri kendi tecrübelerinden izler taşıyor, ancak her toplumu ve çağı ilgilendiren meseleleri de bu eserlerde işliyorsa; savaş sonrası yapıtları da yalnızca Franco'nun, Hitler'in, Stalin'in dünyasını değil, bu DESPOT'ları yaratan hırsları ve budalalığı da taşlamaktadır. Hayvan Çiftliği bir devrimin trajedisidir. Bu modern fabl; kesilmekten, kırkılmaktan, sağılmaktan, dövülmekten gına getirerek zalim sahiplerine karşı ayaklanan Manor Çiftliği hayvanlarının hikâyesidir. Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakâr at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir. Hayvanlar, çiftliği geri almayı deneyen insanlara karşı yiğitçe çarpışır, gövdelerini mermilere siper eder; ev sahibi olmadıkları halde çiftliğin zor işlerinin üstesinden gelmeyi, hatta bir değirmen inşa etmeyi bile başarırlar. Ne yazık ki zaferleri, yöneticiliğe soyunup gitgide 'insanlaşan' domuzların hırsları ve entrikaları tarafından gölgelenmeye mahkûmdur. Romanın alt başlığı "BİR PERİ MASALI"dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir elbette; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır. Hayvan Çiftliği'nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddi sıkıntıları sona erse de yoksulluk günlerinde tutulduğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açar ve GEORGE ORWELL, henüz kırk altı yaşındayken 21 Ocak 1950 tarihinde ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakarak Londra’da yaşama veda eder.

  • "Bi Garara Vadın mı?"

    Eğitim enstitüsünü bitirmiş, tayin bekliyordum uzun zamandır. Beni görenler: “Senin tayine ne oldu iyen ya?” “Bekliyorum emmi, çıkacak inşallah!” “Sen öretmen omadın mı iyen yosa ya, sen öretmen omadın da bizi mi gandırıyon yosa?” “Tövbe emmi neden kandırayım, sizi kandırmam, kendimi kandırmam demektir! Öyle şey olur mu? ” Okulu bitirmiş, tayin için lazım gelen evrakları okul müdürlüğüne teslim etmiştim, teslim etmesine de yoksa… Yine kara bir hançer saplanmıştı yüreğime. Ara ara da böyle düşüncelerle gayya kuyusunun içine atıyordum kendimi. Sahiden teslim etmedim mi yoksa? Kim bilir belki de tayin evraklarımı yırtıp atmış olabilirler mi, olabilir tabi, neden olmasın? Şanlı altmış sekiz kuşağı gibi, şanlı yetmiş sekiz kuşağındanım ben de. Tam bağımsız Türkiye yolunda çok bedeller ödendi. Hiçbir alt yapısı, duruşu, siyasi bir eylemi olmamasına karşın, tayin olmayan arkadaşlarım oldu. Hanife yerine “Nevin,” deyin bana diyen arkadaşımız mesela… Yazık, onlarca Nevin’in yanlış istihbaratlarla hayatı karartıldı. Birçok arkadaşımız İşkence gördü, okuldan atıldı, kimi nezarethanelerde kayboldu… Yokluk yoksulluk iliklerimize kadar işlemişti. Cepte para yok, üst başta yok, akşam evde aş ekmek yok, ana baba yok, sobada yakacak odun kömür yok, yol yordam gösterecek bir büyük yok… Yok yok! Binmiştik bir alamete gidiyorduk hep birlikte kıyamete! Devrimcisi, ülkücüsü bu ülke ileri gitsin, insanlarımız daha iyi şartlarda yaşasın diye hiç tanımadığımız, yüzünü bile görmediğimiz insanlar için feda ediyorduk kendimizi. Lise yıllarımda ömrünün deli çağında Şanver Cura arkadaşımın katledilmesini hiç unutamam. On altı, on yedi yaşlarında annesinin uykusundan uyandırmaya kıyamadığı Şanver’i katlettiler… Tayin beklerken canım çıkacak gibi oluyor, çatlıyordum. Günler geçmek bilmiyordu. Her yanı ahşap olan evimiz soğuk kış günlerinde doğru dürüst ısınmazdı. Soba durmadan yanarken bile “önün nohut kavurur, arkan harman savurur,” misalidir. Evin içinde soba yanarken yorganın altında gece gündüz kitap okuyordum. Bir gün babam arkadaşlarına, Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı kitabını okuduğumu söyleyince beş altı arkadaşı ile eve gelmiş, hadi bize de oku demişler, ben de okumuştum. Ali Rıza emmim: “Nazife senden güzel okuyor, az heyecan kat,” demiş, yine de motivasyonumu bozmadan okumaya devam etmiştim. Bir gün mutlaka tayinimin çıkacağına inanarak, umudumu kaybetmemeye çalışıyordum. Öğretmen yetiştiren bir okulu kavga dövüş, hayatım pahasına bitirmiştim. “Çıkacak, er geç çıkacak, çıkmalı,” diyordum. E, bu yaş evlenme yaşıdır. Tayinin çıkmasa da öğretmensin ya, ne de olsa farklısın ya ağzın laf yapıyor ya üçü beşi biliyorsun ya; bırakırlar mı? “Ne duruyon bakem sen, evlen, evlen! Senin yaşında biz çoluk çocuğa garıştık! Sen böyle “mısır bubacı gibi durup durcan mı? Ne zamana gada durcan böle? Yalnızlık bi Allah’a mahsustur! Unutma demir tavında dövülür, Emsellen evlenince, görürsün sen! Yarın kimse çalmaz kapını, başını tike galırsın! Nasibini kapatma, hem öyle ne böbürlenip duruyon sen bakem, kim oluyon sen, anan samsak, buban soğan…” Daha neler neler… “Ben böbürlenmem diyordum, tayinim bir çıksın o da olacak, ona da sıra gelecek diyordum. Ben daha babamdan, abimden harçlık alıyorum. Evlenmek benim neyime,” diyordum. “Öyle deme diyordu Hatçe Kadın, beni razı etmek için Allah’ın her günü sabah akşam geliyordu. Her geldiğinde “ne edip godun ya, bi garara vadın mı,” diyordu. “Hiç diyordum, bir karara varamadım daha,” diyordum. Sen iyice şımardın diyordu. “Gız doma tavık diyordu anama sen de bir şey desene gız, bayırın kenefi!” “Ayaaa şaş, ben ne diyebilirim gız, ben ne garışırım, hayat onun hayatı! Ünversite okumuş birine ne diyebilirim ben, onun kafası benden daha iyi işle gız, ne diyebilirim ben gız kenef?”, “Bayırın kenefi bi şe desen ağzın mı aşınır gız kenef? Şımadınız, şımarık şeyle, bok oldum sanıyonuz kendinizi. Köyün en güzel gızı Petek, neyi va gız? Boy pos, undan gözeli mi va gız?” “Şerif Ali’m çikin mi gız, benim oğlanlam köyün gabadayısı, hem de en yakışıklısı, beyi beyi! Oğlan doğurdum ben gız, soğan eke değil onla; hepsi aslan mı aslan, va mı gız benim oğlanla gibisi?” “Şımarık şımarık gonuşma gız doma tavık!” … Gün sektirmiyordu Hatçe Kadın, günde iki kez gelip “ne edip godun ya,” deyip kararımı soruyordu. Ben de fasulye gibi kendimi nimetten saymaya başlamıştım. Kestirip atmıyor, bir taraftan da gelsin istiyordum. Yavaş yavaş kararım olura doğru meyillenmeye başlamış, kesinlikle olmaz demiyor, kendimi naza çekiyordum... “Dinle beni gız, oğlan anası doma tavık, dosdoğru söle bana. Petek’ten gözeli va mı bu köyde? Ben oğlan olsam alır gaçarın Petek’i! Gız ondaki göz, ondaki kaş kimde va gız? Hele saçları, belinden aşşa bi gucak uzayıp gitmiş! Gara gözlerinin üstündeki kaşları, aydede gibi. Böle bi gızı yarın ayının biri alıp gitcek senin şımarık Şerif Ali gaşıdan bakcak!” “Gız kenef, bunları bana ne diyon, ben omaz mı deyon?” “Omaz demiyon da eyi bi şe de demiyon! Çocukla, anasına bubasına omaz deyebilir mi gız, eski köye yeni adet getirceniz, şımarık şeyle!” “Ben de isterim istemesine de oluma bir şe deyemem, yarın geçinemezle filan, vabal altında galamam!” “Sen de olun gibi, ağzınızın dadını bilmiyonuz! Bak şinci Doma tavık bi sefe düşün, Petek’in anası, bu yaşında bile köyün en gözeli değil mi, gözelliğinden bi şey gaybetmiş mi? Petek de kaç yaşında olursa gözelliğinden bişe gaybetmicek! Bak peşman olacanız, benden sölemesi!” “Eyi, tamam o zaman, git, Şerif Ali öteki odada yalnız başına, git eyi bi gonuş, ben inekleri sağayım! O, içede okuyodur, git hadi gonuş, ne edesen et, hadi git gonuş!” … “Şerif Ali, ne ediyon olum, eyi misin?” “İyiyim Hatçe Nene, okuyorum işte can sıkıntısı, şu tayin çıksa da rahatlasam biraz iyi olacak!” “İnşalla olum, o da olur bi gün!” “İnşallah!” “Bak şerif Ali, sen hala bi garara varamadın ya, şöle bi şey deyon ben!” “Ne diyorsun Hatçe Nene?” “Bu gece üryanıza yaten Petek’le senin, bakem nasıl olup gelcek, göcez, inşallah hayırlı şeyle olcak!” “İnşallah Hatçe Nene!” Doğru dürüst uyuyamadım o gece. Bir aydan fazla zamandır, her daim bu konu ile yatıp kalkıyordum. Tam gözümü kapatıyorum, Hatçe Kadın, gözümün önüne geliyor, “ne edip goydun ya, bi garara vadın mı,” diyordu. Gözlerim açık, dakikalar, saatler geçiyor bir türlü dalamıyordum. Okul yıllarım geliyordu gözümün önüne, Bursa Eğitim Enstitüsü’nün okul yolu, okul yolundaki ülkücülerle slogan yarışlarımız, kavgalarımız, tek gamzelim, tek gamzelimin parmaklarımla saçlarını taramam, bodur çam ağaçlarının altında birlikte söylediğimiz “eşkiya dünyaya hükümdar olmaz", "karlı kayın ormanında" türküleri… Kafamda akıllı deli bir sürü düşünce taştan taşa, bir şehirde bir köyde. Durmadan yer değiştiriyordu. Sonra birden Hatçe Kadın geliyor karşıma: “Ne edip godun ya bi garara varabildin mi,” diyordu. Sonra Hatçe Kadın’ın kaşlı, gözlü, beline kadar bir kucak uzayıp giden saçları ile gülümseyen Petek’i. Gözümü açıp kapatıyorum, hayal âleminden gerçek âleme dönemiyordum bir türlü… Sabah olmuş, işi gücü olanlar işine gücüne gitmişti çoktan. Az sonra Hatçe Kadın’ın geleceğini bildiğim için, okumaya motive olamıyordum. Okuduğum yeri tekrar tekrar okumak zorunda kalıyor, ilerleyemiyordum. Bir zaman, kitap bana, ben kitaba bakarak geçti zaman. Saate baktım, gelmesi lazımdı Hatçe Kadın’ın. Her gün aynı saatlerde gelip gidiyordu. “Bi garara varabildin mi, tamam deyon mu, hinci?” “Bilmem bir karara varamadım daha!” Bu gece üryanıza yaten dedim, ya! “Hayır olsun, hayır olsun Hatçe Nene!” “Hayırın gaşı gesin!” “Eeee?” “Şerif Ali, Şerif Aliii, ben bugüne gada böyle bi ürya gömedim. Bi ürya, bi ürya böle bi üryayı, ağzı dualıla bile gömemiştir!” “Hayırdır?” “Hayır hayır çok gözel, çok! Aç gulanı eyi bi dinle! “Eeee?” “Petek bi atın üstündeydi, öyle bi ihtişamlı, öyle asil, deme gitsin! Sanırsın, Hazreti Ali efendimizden, Fatıma anamızdan el alıp gelmiş. Öyle bir güven, öyle bir güven, sanırsın atın üstündeki at binicisi bi Çerkez gızı! Elinde bi de Zülfikar, urdan ore ha bire koşturuyor atını. Allah’ım bu ne asalet, ben deyon ki, bu gızın soyu Ehli Beyt’e dayanıyo. Bu gızın gıymetını bil ve unutma Allah’ın gıymatlı gulusun gulu, herkese nasip omaz böle bi şey!” “Çok ilginç, çok!” “Ne diyon hinci bi garara varabildin mi?” “Bilmiyorum!” “Bilmemesi yok Şerif Ali, düşün daşın, yarına gada müddet, daha da gemem! Sen bilcen olum, sen bilcen; sonra bak çok peşman olcan, emme iş işten geçmiş olcak!” “Teşekkür ederim Hatçe Nene!” … Okulum bitmiş, fakat tayinim daha yapılmamıştı. On İki Eylül Yönetimi güvenlik soruşturmalarını sıkı tutuyor, o nedenle tayinler geciktikçe gecikiyordu. Benim gibi öğretmen olan arkadaşlarım anne babasından harçlık almaya devam ediyordu. Yorganın altında miskin miskin uzanırken bir taraftan da okumaya çalışıyordum. Bu böyle ne zamana kadar sürecek deyip içimde yoğun bir savaş yaşıyordum. Yaşım yirmi üç olmuş, babamdan abimden harçlık almaya devam ediyorum. Kendimi asalak bir böcek gibi görmeye başlamıştım iyiden iyiye. Bu durum, inandığım değerlerle çelişiyor; fakat elimden bir şey gelmiyordu. Olmaz, olamaz bugüne kadar uğrunda mücadele verdiğim şeylere aykırı diyordum. “Kafayı yemek,” tabiri böyle şeylere sebep söylenmiştir belki. İnsanlar boşa koymuş olmamış, doluya koymuş almamış; sonra da sonu nereye varırsa varsın deyip gereğini yapmışlar... Hatçe Kadın’ın gelişleri seyrekleşmeye başladı. Önce günde bire, sonra haftada bire, on beş günde bir derken tamamen kesildi. Baktı bizden bir şey olmaz, vazgeçti. Okulum bitmiş, aradan yirmi altı ay geçmişti. Artık umudum tükendi, tükenecek. Her halde bir şey oldu ki tayinim çıkmıyordu. Kime ne sorabilirdim ki, devlet kızgın bir boğa gibi, bir şey sormak ne mümkün, insanın arkasının kuvvetli olması lazım. O günlerde askerler, vali padişah! Günler geçmiyordu, her sabah evden çıkıyor, kimseye bir şey demeden, alıp başımı gidiyordum, nereye gittiğimi bilmeden. ... “Mili Eğitimden telgraf var,” dediler, ne telgrafı dedim, kime varmış telgraf dedim. Artık unutmuş, tükenmişti umudum! “Git bak dediler. Gittim Postacı Mehmet!” “Müjde Şerif Ali!” dedi. “Ne müjdesi Mehmet abi?” dedim. “Sen bir şey beklemiyor muydun?” dedi. “Yo, yo!” dedim. “Nasıl yo, dedi, nasıl beklemiyon?” dedi. “Ulan tayinin çıktı, tayinin!” dedi. “Hadi canım dedim, nereye?” dedim?” “Önce müjdeyi görelim!” dedi. “Canın sağ olsun Mehmet abi!” dedim. “Yürü Mıstava’nın dükkânına!” dedi. Gittik. “Mıstava otuz beşliği getir dedi. Telgrafı şişenin üstüne koyup buyur oku!” dedi. Okudum: Sayın Şerif Ali Sarsılmaz, Van Kazım Karabekir Ortaokulu’na Türkçe Öğretmeni olarak, depo tayininiz yapılmıştır. En geç 15 Şubat 1982 tarihinde kadar görev yerinde olunuz! Başarılar dilerim. Hasan Sağlam Milli Eğitim Bakanı … Yaz tatili başlar başlamaz köyüme döndüm. Anamdan Hatçe Kadın’ın vefat ettiğini öğrenince ne diyeceğimi bilemedim, “Mekânı cennet olsun,” diyecekken sözcükler boğazıma düğümlendi, oracığa çöküp kaldım. Demek bir daha Hatçe Kadın, “ne edip goydun bi garara vadın mı,” diyemeyecekti. Kimseye bir şey söylemeden köyün tek mezarlığına doğru yürüdüm gittim. Hatçe Kadın’ın mezarı başında hem dua ettim hem de içimi çeke çeke ağladım… 10.01.2021 Salihli

  • Bir Damla

    Tebessüm damladır Gülüş deredir Gülmek nehirdir Kahkaha şelaledir Hepsi için gerekli olan ise minik bir su damlasıdır! Hayatta ve hayatın içinde ve "içinizdeki hayatta" büyüyebilmek için önce damla olmak gerekir Çok sevdiğim bir reklamdır: "SU HAYATTIR" "Hayat çölleri" ancak bu bakış açısıyla bir vahaya dönüşebilir. Tüm buluşların, tüm yeniliklerin , tüm mutlulukların gerçekleşmesindeki bakış açısı da bu değil midir? Eğer bir diş doktoru hastalarının diş çekiminde yaşadıkları sıkıntı ve ağrı karşısında anestezinin temelini atmasaydı bugün hepimiz aynı ağrıyı çekecektik. Eğer mercekler bulunmasaydı bugün ne gözlüğünü , ne de mikroskobu tanırdık. Okumayı öğrenmeseydik bu yazdıklarımı nereden bilip , okuyabilecektiniz ki !?. Herşey ABC ile " Ali topu at" cümlesi ile ile başlamadı...mı? Romanlar cümlelerden, cümleler kelimelerden, kelimeler harflerden oluşmadı mı? SU sadece iki harfle başlayıp deniz, göl, ırmak, şelale olmadı mı? Hayat yıl, ay, gün, saat, dakika, saniyeden ibaret değil mi? Sonuçta ama: Hepimiz çöllerdeki kum taneleri değil miyiz, esen rüzgarla savrulan ?

  • Sanatın Gerekliliği

    “Olanaksızı İste, Kendini Yarat” İnsanoğlu yeryüzünde hayat bulmaya başladığı andan itibaren yaratıcılık onun yaşamının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Doğanın sınırlayıcı ve belirleyici baskısı altında yaşayan insan, medeni özellikler göstermeye başladığı anda; yani henüz açlık, hastalık ve soğukla boğuştuğu bu ilkel dönemde, yaratıcılığını öncelikle doğaya karşı başa çıkma yöntemi olarak kullanmış. Bu bağlamda insanın, ait olmaya çabaladığı yeryüzünde, kendine bir yer arayışının sonucu olarak karşımıza çıkan yaratıcılık, onun sadece maddeyi şekillendirdiği bir etkinlikle sınırlı kalmamış; yapabilirliğini hissettiği andan itibaren bu özelliğini sanatsal olana yönlendirmiş. Ve böylece atalarımızın alet yaparak ortaya çıkardığı yaratıcılık genetik bir miras olarak bizlere kadar ulaşmış. Sanatsal bağlamda üretenin sanatçı; üretilenin de sanat eseri olarak değerlendirilme ölçütleri bizim konumuzun dışında. Benim anlatmak istediğim, sanat eseri üretmenin ilahi bir gücün bahşedilmesinin bir sonucu değil, aksine her insanın doğasında var olan bir potansiyelin yani YARATICILIĞIN sonucu olduğudur. İnsanla yaşıt bir kavram olan YARATICILIĞI en genel anlamıyla “Bir şeyi ortaya çıkarmaya iten göreceli beceri” olarak tanımlayabiliriz. Zaten bu konuda yapılan araştırmalar da, yaratıcılığın hem doğuştan gelen hem de sonradan geliştirilebilen, öğrenilebilen ve hayata geçirilebilen boyutlarının olduğunu ortaya koymuş. Sanatı ise “yaratıcılığın somutlaşmış şekli ya da temel olarak duyguların yaratıcı ifadesi veya dışa vurumu” diye tanımlayabiliriz. Bu tanımın içine resim, müzik, heykel, fotoğraf, seramik, mimari, edebiyat, tiyatro gibi pek çok kavramı sığdırabiliriz. Sanat ile insan arasındaki ilişkiye gelince; kendimizi tanımayı reddettiğimiz her an, kendimizi sevemediğimiz anlar yaratmaya devam ederiz. Çoğu kez, şunu ya da bunu bilmemekten, can sıkıntısından yakınır, ne yapacağımızı bilemeyiz. İşte böyle anlarda kitaplar, kurslar ve içimizdeki yaratıcı yönümüz bize ışık tutar. Yaratıcılık, bizi tatmin eden her şey olabilir. Bir pasta pişirmekten tutun da bir bahçe tasarlamaya, nakış işlemeye, yazmaya, boya ya da resim yapmaya kadar, her şey olabilir. Peki kendimizdeki yaratıcılığı keşfedip, karar verdiğimizde ne olacak? İşte burası en önemli püf noktası; ön yargılarımızı, başkaları ne düşünürlerimizi, ya yapamazsamları ve kendimizi sevmemizi engelleyen her şeyi bir kenara bırakmamız ve kendi kendimizin hata yapmasına izin vermemiz gerekiyor. Örneğin çok güzel başlayan bir işe, uğraşa büyük umutlarla girdik, ama istediğimiz sonucu alamadık; olabilir… hemen pes mi edeceğiz. Elbet hayır, denemeye devam edeceğiz. Diyelim ki her şey istediğimiz gibi gitti ve sonunda başarılı olduk. Ve bir gün belki hiç ummadığımız bir anda, alkışlarla karşılaştığımız o anda bazı şeyler değişmiş, kendi yaratıcılığımızı fark etmiş oluruz. Kim bilir belki de içimizdeki sanatçı böylece ortaya çıkar. Öyleyse geçmişten ya da günümüzden; uzağımızda, yakınımızda gördüğümüz ve duyduğumuz pek çok kişiyi örnek alıp işe başlamalıyız. Hepimiz sanat tarihine damgasını vurmuş, ölmez eserler bırakmış pek çok sanatçıyı ve eserlerini, bir Picasso’yu, Hemingway’i, Ara Güler’i, Nazım Hikmet’i, Fazıl Say’ı yakın zamanda yitirdiğimiz Yıldız Kenter’i ve daha nicelerini tanıyor ve biliyoruz. Aynı zamanda sanat tarihinde yerini almış pek çok büyük sanatçının olanaksızlıklar içinde, kimi zaman dinin, kimi zaman toplumun, kimi zaman da siyasetin baskısıyla karşılaştığı zorlukları ve bunlarla mücadelelerini, yaşadıklarını da biliyoruz. Ama onlar asla pes etmemişler, ne olursa olsun üretmeye, yaratmaya devam etmişler. Onlar eserleriyle yaşıyorlar ve sonsuza kadar da yaşayacaklar. Kim bilir belki biz de kişisel tarihimize yaptıklarımızla damga vururuz… Şimdi bu anlattıklarımın ışığında “Olanaksızı iste, kendini yarat” sloganının somutlaşmış, adı çok duyulmuş ya da duyulmamış ama çoğu kez yürüdüğü yolda yalnız kalmış birkaç isimden bahsedeceğim. Öncelikle bu sloganın en somut örneği olarak tanınmış ressam Frida Kahlo’dan anmak istiyorum. Çünkü o, yaşamındaki tüm olumsuzluklara rağmen hayata küsmemiş ve o zorlukları, içindeki sanatçıyı ortaya çıkarmasına engel olarak görmemiş. Yani olanaksızı istemeyi ve kendini yeniden yaratmayı öğrenmiş. “Uçacak kanatlarım varken ayağa ihtiyacım yok” yok diyerek yaşama kafa tutmuş adeta. Onun kendini uçuracağını düşündüğü kanatları resimdi. 1907 yılında Meksika’nın güneyinde dünyaya gelen Frida 6 yaşında çocuk felci geçirir ve bir bacağı daha ince kalır. Bu yüzden hep uzun etekler giyen Kahlo’ya, "Tahta Bacak Frida" adını takarlar. Frida, kendisi gibi kronik hastalık yüzünden hayatı boyunca acı çeken babasına çok yakındı. Bu yüzden doktor olmaya karar veren sanatçı, tarihinde hiç kız öğrenci almayan Mexico City'de Ulusal Hazırlık okulunun Tıp Eğitimi bölümüne ilk kabul edilen kız öğrenci olur. 1925 yılının 17 Eylül’ünde okuldan dönen Frida’nın bindiği otobüs bir tramvayla çarpışır. Çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kazada Frida da ağır şekilde yaralanır. Sayısız kırık çıkığın yanı sıra karnından girip omurgalarını zedeleyerek dışarı çıkan demir bir çubukla hastaneye götürüldüğünde doktorlar yaşama şansının düşük olduğunu söylerler. Ama Frida çocuk felcinden sonra bunu da atlatır, ikinci kez ölümden döner. Acılar içerisinde kıvranmasına rağmen bunu yansıtmayan Frida uzun süre boyunca doktor, hastane, ilaç, yatak ve korselerle iç içe yaşar. Tam 32 kez ameliyat olan Frida, komada geçirdiği birkaç haftadan sonra uyandığında, resim yapmak için babasından ekipman satın almasını ister. Babası, Frida'nın yatarak çizebileceği özel bir düzenek kurar, yatağının üstüne de büyük bir ayna yerleştirir. Frida'nın kazadan sonra çizdiği ilk resim, 'Otobüs' adlı tablo olur. Sonraları kendisine yaşama gücü verip iyileşmesini sağlayan şeyin resim yapmak olduğunu söyler hep. Oyalanmak için başladığı bu resim ilgisi, umarsız genç kızdan dünya çapında bir dev yaratmıştır. * AFİFE JALE “Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben varım!” diye haykıran, toplum hayatında bir ilk olandı; yani kendi deyişiyle “ilk ateşi yakan, ilk türküyü söyleyen, ilk aşkı ya da direnişi başlatan”dı ve bunun bedelini çok ağır ödedi Afife Jale. Çünkü ilkler yol boyu bu bedeli öderler. Afife Jale kimdir diyenlere ve onun nasıl bir hayat yaşadığını merak edenlere kısaca şöyle anlatayım Afife Jale’yi… 1902 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Afife Jale, Türk kadının en güçlü sesidir. İlk kadın Türk tiyatro oyuncusu olan sanatçı, 1902’de orta halli bir ailenin kızı olarak İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya gelir. Afife’nin çocukluk düşlerinde hep tiyatro vardır. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde (Selçuk Kız Teknik ve Meslek Lisesi) okurken de aklı tiyatrodadır. Tiyatro sevgisiyle 1918’de, Türk ve Müslüman kadınlarının sahneye çıkmasının yasak olduğu bir dönemde Dârülbedâyi’de (Şehir Tiyatroları) Müslüman kadınların, sadece kadınlara özel gösterilerde yer alacağı şartıyla açtığı sınava girer. Sınava giren birkaç kız arkadaşıyla birlikte, stajyer kadrosuna alınırlar. Ancak arkadaşları nasılsa sahneye çıkamayacakları düşüncesiyle bir müddet sonra istifa ederler. Oysa Afife inatla direnir, bir yılı aşkın bir süre boyunca bütün provalara katılır, kendini sahneye hazırlar; ama bir türlü sahneye çıkamaz. 1920 yılında Hüseyin Suat’ın sahneye koyduğu “Yamalar” adlı oyunda “Emel” rolünü oynayan Eliza Binemeciyan adlı yabancı bir oyuncunun yurt dışına kaçması ile onun yerine bir kadın oyuncu aranmaya başlanır ve sınav düzenlenir. İşte Afife bu sınavı kazanarak “Jale” takma ismi ile sahnede ilk kez yer alır. Gösterdiği üstün performans ile izleyenleri etkileyen sanatçıya, büyük alkış ve çiçeklerle destek verilir. Fakat sanatçının mutluluğu kısa sürer. Şehir Tiyatrosu polis tarafından baskına uğrar. Sanatçı o esnada “Tatlı Sır” adlı oyunda rolünü icra etmektedir. Polisi gören Ermeni bir oyuncu sanatçıyı bahçeye kaçırarak polisin elinden kurtarır. Fakat bu baskınlar bir türlü son bulmaz. “Odalık” adlı oyunda rolünü sahneleyen sanatçı, tekrar baskına uğrar ve yine makine odasına kaçırılarak polisin elinden kurtarılır. Bu olaylardan sonra Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) devreye girer ve Müslüman Türk kadının sahnede rol almasını yasaklar. Sanatçı ilk baskınlardan kurtulsa da son baskında yakalanarak polisler tarafından götürülür. “Dinini milliyetini unutan sen misin?” diye hırpalanır. Bu arada babası da sanatçıyı “kötü kadın” oldun diyerek evlatlıktan reddeder. Bütün bunlar yaşanırken Afife bir yandan da şiddetli baş ağrılarından muzdariptir. Artık sahnede, “Jale” adını kullanan Afife, sanatı için baba evini terk eder. Dahiliye nezaretinin bir buyruğu ile belediye, 27 Şubat 1921 günü 204 sayılı bildiriyi Darülbedayi Yönetim Kurulu’na gönderir. Bildiride, Müslüman kadınların kesinlikle sahneye çıkamayacakları yazıyordur. Bu bildiri üzerine Afife’nin, Darülbedayideki ücretli görevine de son verilir… Artık hayat Afife için çok zorlaşmıştır. Güvencesiz ve parasızdır ama tiyatro onun için bir tutkudur ve gözü tiyatrodan başka bir şey görmez. Uğrunda evini, babasını, yakınlarını kaybettiği tiyatro, Afife Jale’nin yüzüne kapılarını örtmektedir. Şehir Tiyatrolarından ayrılan Afife, bir müddet özel tiyatro guruplarıyla Anadolu turnelerine çıksa da bir şekilde devrin yöneticileri tarafından hep kovalanır ve hep kaçmak zorunda kalır. Nihayet 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Türk kadınının sahneye çıkma yasağını ortadan kaldırır ve Afife Jale özgür bir şekilde oyunculuğunu yapmaya başlar. Turnelere çıkan sanatçı, birçok tiyatro sahnesinde rol alır. Fakat sanatçı, yaşadığı baş ağrıları ve sıkıntılı günler yüzünden doktor tavsiyesiyle, ağrılarını durdurmak için kullandığı morfine bağımlı hale gelmiştir. Böylece tiyatroyu bırakmak zorunda kalır. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırılarak, tedavi görür. Bir müddet sonra da Balıklı Rum Hastanesi’nde 24 Temmuz 1941’de henüz 39 yaşındayken sessiz sedasız ve yalnız başına çeker gider, hayata veda eder. Afife Jale ile Selahattin Pınar 1928 yılında “Bir bahar akşamı” rastlaşırlar Kadıköy’deki Kuşdili Çayırı’nda düzenlenen Hafız Burhan konserinde… Uzun zamandır saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarından biri olan Selahattin Pınar, Hafız Burhan’ın arkasında tambur çalmaktadır. Afife Jale ise konseri izlemeye gelmiştir. İkisi de 26 yaşındadır ve görür görmez birbirlerine aşık olup “Daha önceleri neredeydiniz?” diyerek evlenmeye karar verirler. Her ikisi de gençliklerini acılar içinde geçirmişlerdir. Evlenince hayat boyu özledikleri her şeyi birlikte yapmaya, mutlu olmaya çalışırlar. Selahattin Pınar, o güzel bestelerini çalar, Afife de dinler, dinler… Ancak bu güzel ve mutlu günler uzun sürmez. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordur ve tiyatronun boşluğunu daha önce tedavi amaçlı kullanmaya başladığı uyuşturucularla doldurur. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştır. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, onun damarına morfin şırınga ettiğini görür ve yıkılır. Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duymaktadır… Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başlar. Bu gidişi geri çevirebilmek için çok uğraşırlar ama olmaz bir türlü olmaz! Bir ara Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi olur. Bunun üzerine Afife, “Terk et beni!” diye yalvarır ona, “Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim!” der. Pınar, 6 ay sonra içi kan ağlayarak Afife Jale’yi terk eder. Artık ikisi için de en kötü yıllar başlamıştır. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aş evlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağlar. Afife Jale, kimsesizliğin, terk edilmişliğin, yoksulluğun son durağı olan Balıklı Rum Hastanesi’nde, bir deri bir kemik veda eder hayata… Ölümü, gazetelere haber bile olmaz. Cenazesine sadece dört kişi katılır. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gider, unutulur… Ama bütün bunlara karşın onun zorlu ve mücadeleci yaşamı adının sanat tarihe geçmesine vesile olur. Sanatın insan yaşamını nasıl değiştirip renklendirdiğine ve anlam kattığına günümüzden de bir iki örnek vereyim. Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki köy kadınlarının tiyatro aşkını anlatayım sizlere. * KÖY KADINLARININ TİYATRO AŞKI İzmir-Seferihisar'ın Ulamış Mahallesi'nde 4 yıl önce (2016) Seferihisar Belediyesi Tiyatro Topluluğu (SEFTİT) eğitmeni Vedat Murat Güzel öncülüğünde kurulan Ulamış Köy Tiyatrosu, 25 kişilik ekibiyle oyunlarda dekorundan müziğine her detayı ortaklaşa yapıyorlar örneğin. Kurulduğu yıl sergiledikleri 'Yaşamın İçinden' isimli oyunla büyük ilgi gören ve Türkiye'nin çeşitli illerini gezen ekip, köy halkına da tiyatroyu tanıtmış. 25 kişilik ekibin 20'sini oluşturan köy kadınlarının kimisi evde çocuklarına bakıyor, kimisi bahçesinde sebze meyve üretimi yapıyor, kimisi ise yetiştirdikleri sebze ve meyveler ile evlerinde yaptıkları lezzetli ürünleri pazarda satıyor. Çoğu hayatında hiç tiyatro izlememiş olan kadınlar, günlük işlerini yapmanın yanı sıra köy tiyatrosuna dahil olarak hem kendi yeteneklerini keşfediyor hem de özgüven kazanarak çevrelerine örnek oluyorlar. Müziğinden, dekoruna oyunun tüm detaylarında birlikte çalışan ekipte aynı zamanda 10 yaşından 74 yaşındaki oyuncuya kadar birçok yaş grubundaki köylü kadınlar hem eğleniyor hem de birbirine destek oluyor. Kimisi eşiyle birlikte, kimisi kızı ve torunuyla aynı sahneyi paylaşan köylüler bir şekilde sanata dokunmuş olmanın mutluluğunu yaşıyor. 'Tiyatroya gidip her şeyi unutuyorum' Kızı ve torunuyla aynı sahnede oynayan 70 yaşındaki Ayşe Duruk, “Kızım benden önce başlamıştı, ben de başladım ve tiyatroda kaldım. Sağlığım el verdiğince de devam edeceğim. Benim arkamdan torunum da geliyor, biz üç kuşak tiyatrodayız. Sahnede mutlu oluyorum, en azından evde oturup da nerem ağrıyor diye kendimi dinleyeceğime, tiyatroya gidip her şeyi unutuyorum. Gençlerle genç oluyorum, yaşamayı ve insanları seviyorum. İlk oyunumda İstanbul'a gitmiştik, sözüme başladım bitiremeden alkışı aldım. Bazıları nerede diksiyon dersi aldığımı soruyor, sesimi dublaj sananlar oluyor. Tiyatrodaki herkesin Ayşe Teyzesiyim” diyor. Ayşe Duruk'un torunu 13 yaşındaki Ayşegül Duruk ise, “2 yıldır tiyatroya gidiyorum, tiyatroyu çok seviyorum. Sahneye çıkınca heyecanlanıyorum. Tiyatroyu devam ettirip eğitim almak istiyorum” diyor. Evde yaptığı tarhana, erişte, salça, sarma, börek ve tatlıları pazarda satarak geçimini sağlayan Meltem Esenli (42) ise, “Daha önce hiç tiyatro izlememiştim, fakat derslere gelmeye başladıktan sonra ne kadar sevdiğimi fark ettim. Çok severek yapıyorum, bir sürü yeri gezdik ve ödüller kazandık” diye anlatıyor tiyatro macerasını. 'Bırakmaya niyetim yok' Tiyatro ekibinin en yaşlı üyesi olan 74 yaşındaki Yüksel Çiftçi ise; “Kışın zeytin toplarım, yazın bahçemde patlıcan, biber, bamya, kavun, börülce yetiştiriyorum. Zeytinyağı yapıyoruz. Tiyatroda kendime geldim, Allah ömür verdiği sürece bırakmaya niyetim yok. Eşimin amcasının kızı, yeğenim, hep beraber gidiyoruz. Daha önce hiç tiyatro izlememiştim, ilgim yoktu. Sahnede olmak çok hoşuma gidiyor, alkışları duyunca çok heyecanlanıyorum ve cesaretleniyorum. Kızım, oğlum, torunlarım hepsi beni izlemeye geliyor. Oğlum Sudan'da yaşıyor, ona neler yaptığımı anlatıyorum, o da beni çok destekliyor” diyor. **** Bütün bu örneklerden sonra birkaç cümleyle de kendimden örmek vermek isterim. Hepiniz bilirsiniz, bizim çocukluğumuzda annelerimizin kabul günleri olurdu; henüz altın günlerinin ya da oyun günlerinin olmadığı dönemler, onlarca çeşit pasta, börek ve yiyeceğin yapılmadığı, annelerin dertleşip sohbet etmek için toplandığı, anne kurabiyesi ile bir çeşit böreğin çayla birlikte ikram edildiği mütevazı kabul günleri. Mahalledeki bütün teyzeler örgülerini dantellerini alıp gelir, okuldan çıkan çocuklar da akşamüstü dahil olurlardı bu günlere. Keyifli, eğlenceli, sıcacık samimi günlerdi bu kabul günleri ve nedense o günlerde eve gelen yaramaz misafir çocuklarını oyalama görevi hep bana düşerdi, çoğuyla aynı yaşta olmama rağmen. Bana biçilen bu rolü büyük bir heyecanla benimser, çokbilmiş bir edayla misafir çocukları etrafıma oturtup başlardım onlara masallar ya da hayali öyküler anlatmaya. Evin içine huzurlu bir sessizlik çöker, misafir anneler gülümseyerek çaylarını yudumlardı. Demek ki bazı meslekler insanın alnına kâl u belâda yazılıyor. Oysa ben o zamanlar ne öğretmen olmayı ne de üniversitede okumayı hayal ederdim. O yıllarda adet olduğu üzere liseyi bitirecek, hanım hanımcık bir genç kız olarak evde oturup, hayırlı bir kısmet bekleyecektim. Ama nasip işte... Ortaokul, lise derken kendimi üniversiteden mezun olurken bulmuş, farkında bile olmadan çiçeği burnunda bir öğretmen olmuştum. Belki öğretmenlikle sanatın ne ilgisi var diyeceksiniz, ama ben öğretmenliğin “İnsan yetiştirme sanatı” olduğuna inanmışımdır hep. Bir doktor, bir mimar, bir falanca yetiştirmek değil kastım. Anlatmak istediğim, yüreği sevgi dolu bireyler kazandırmak topluma. Bunu başardığınızda da eserinizi gururla seyretmek. Şimdi dönüp ardıma baktığımda bunu başardığıma inanıyorum… Ve yılların birikimini emeklilik günlerimde yazarak değerlendiriyorum. Nurten Bengi Aksoy

  • Metropollerdeki Gibi Bosanamayiz Biz

    -KİTAP- Yavuz Batuhan ÇAĞIRICI, GENÇ KİTAP, 2018, HAZİRAN * Tanıtım bülteninden; Metropollerdeki gibi B̶o̶ş̶a̶n̶a̶m̶a̶y̶ı̶z̶ BİZ; Yılmaz Özdil'in bir yazısı vardı: ‘’Her yere çok yakın, Türkiye’ye çok uzaktır Kütahya’’ diye. Bu boşanma süreci Anadolu’da belki de daha zor. Küçük bir şehirde boşanmayı kafanıza koyduysanız, sizi nelerin beklediği ve sonucunda nasıl ayakta kalacağınızı anlatan bu kitap, boşanma sürecinde ki kişisel gelişimimizin değerlendirmesidir. Belki de kelimelerle tarif edemediğiniz duyguları Batuhan’ın kaleminden reçetelendireceksiniz. Aslında tüm yaşadığım deneyimlerin benzerlerini biliyorum ki sizde yaşıyorsunuz. Hayat kendi kendine akıp giden ve senin dışında kimse müdahil olmaz ise aslında sana harikalar yaratabilen bir olgu. İnsanoğlu karmaşıklaştırıyor aslında akıp giden bu yolu. Eğer kendini dar boğazda boğulmuş gibi hissediyorsan ,dur ve oku, neler yapıp neler yapmamışız. Ayrılırken başına neler gelmiş ve bu yolda senin başına gelmesi muhtemel olaylar neler.Hele ki birde benim gibi Anadolunun küçük bir şehrinde herkes seni taniyorken çıkıyorsan bu yola.Hazır ol delibal.. Hayatının en hareketli ve bir okadar da bunaltıcı havası balkanlar üzerinden sana doğru gelmekte ve önümüzdeki bir kaç gün yoğun yağış altında kalman muhtemel... ----------------------------------- *Bu maviADA'nın, kitabı görmeden iletiyle gönderilen ticari yönü olmayan çalışmalardan seçtiği ve kültür sanata katkı bağlamında yaptığı karşılıksız bir tanıtımdır.

  • Ege'nin Batısı da Anadolu Kokar

    Komşu Yazınları-1 Ege kıyılarına at bağlamamızın üzerinden yıllar geçmiş. Dilini, töresini bilmediğimiz insan topluluklarıyla komşu olmuşuz. Aramızda Ege’nin mavi suları bir sınır olmuşsa da atı balkanlardan dolaştırıp, suda gider kayıklara doluşarak ulaşmışız komşu topraklara. Uzun sürem içinde bazen dostluk, bazen kavga için yüz yüze gelmişiz. Çok zaman da varsıl ülkelerin çıkarlarına uşaklaşarak bilinçsizce öfke devşirip kan akıtmışız. Aramızdaki adalar çıbanbaşı olmuş, iyileştirilmesine izin verilmeden sürgit kaşınmaktadır. Gurbette sıcak, ülkelerimizde soğuk bir komşuyuz. Çocukluğumuzda her ülkeden söz açardık da Yunanistan sözü dolaşmazdı dilimizde. Öyle bir ülkeyi haritada görür, bayrağını da tanırdık ama ötesine gerek duymazdık nedense. Dedemin anlattığı Kurtuluş Savaş anılarını öteki dedeler de anlattığından mıydı? İlçemizdeki on kadar Rum esnaftan uzak durur, komşu köylerdeki üç beş Rum eve fazlaca sokulmazdık. Gâvur sözcüğü dilimize nereden yerleşmişti? Gâvur deyince kasabadaki Rum, Ermeni esnaf mı, evler mi anlaşılmalıydı? Babamla gittiğim Rum dükkânlarda gördüğüm satıcılar, anamla evlerine gidip geldiğimiz kadınlar, gördüğümüz çocuklar nasıl gâvur olabilirdi? Çocukça yargımla bile gâvur sözcüğünü sevmedim nedense. Okul yıllarımda coğrafya öğrenim kitabında; eşeğiyle dağdan odun getiren yoksul köylüyü gördüğümde yadırgamadım. Yunanistan köylüsü de bize benziyordu. Dağ, eşek, eski giysileri içinde Yunan köylüsü, taşlar arasında daracık yol, yaşamın dayatmalarından kıvrım kıvrım kıvrılmış umut ışığı bize mi benziyordu? Ege’nin ötesi de bizim gibi miydi? Ellili yılların sonlarına doğru Kıbrıs olayları, altmış üç’deki gerilim, Kıbrıs olaylarını kınama toplantıları ilgimizi körelten etmenler olarak yeni bir soğuk dönemi yaşattı iki halkın insanlarına. Oysaki iki komşu ülkenin ekonomisi sıkıntıdaydı. Çıkış yolları umutsuz duvarlara çarpmış, yöneticiler çözüm üretememekteydi. Gelişmiş ülkelerin istekleri doğrultusunda yöneticiler sık sık değişiyor, gelenler de çözüm üretemez duruma düşürülüyordu. İki ülkenin halkı da geçim sıkıntısından, işsizlikten, eğitimsizlikten kaynaklanan zor günlerle savaşım vermek zorundaydı. Savaş çığırtkanlıkları, kahramanlık öyküleri, geçmiş savaşların öç alma duyguları körükleniyor, gerçek sorun sorgulatılmıyordu. Döne döne değişik kaynaklardan “Kurtuluş Savaşı”nı okuyordum. “ General Trikopis’in Küçük Asya Savaşı Anıları”nı bu süremde okuduğumda savaş gerçeğini, savaşın acımasızlığını, gelişmiş ülkeler adına girişilen bu savaşta iki halkın birbirine nasıl kırdırıldığını, siyasalar değişince Yunanistan’ın ortada bırakıldığını, halkın ve askerlerin kullanıldığını içtenlikle dışa vurduğunu okumuş; iki komşu ilişkilerine üç boyutlu bakmayı da öğrenmiştim. İzleyen “1973 Kıbrıs Barış Harekâtı” günlerinde Savaş anının güncel coşkusuna kapılmadan; ekonomik boyutlarını, Kıbrıs, Yunanistan, Türkiye halkını bekleyen ekonomik sıkıntı günlerini düşünmüştüm. Yanılmadığımı, sıkıntıların geçim koşullarına yansımaya başladıkça daha iyi anlamaya başlamıştım. Ekonomisi güçlü iki ülke, Kıbrıs konusunda fırtınalar yaratarak savaşın soğuk yüzünü gösterdiği iki ülkeyi de güçsüzleştirerek ekonomilerini güdümlemişti. Birbiriyle işbirliği yapma olanakları yok edilirken; insancıl, kültürel, sanatsal yaklaşımlar da düşmanlaştırılmıştı. Nicos Kazancakis’i okumakla yitirdiğim bir nen(Şey) yoktu ama insanlığa özgü bir soluk buldum. “Zorba”yı Girit topraklarından alıp gelerek Anadolu köylüsü olarak okudum. “Günaha Son Çağrı”da dinlerin benzeşmesini, insanların din karşısındaki tutumlarında benzeştiklerini gördükçe içimden yükselen insanlık soluğunun dinginliğini duydum. “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.” Sözünün mezar taşına yazdırılacak denli geniş çağrışımlar taşıdığını sevdikçe çevrenim gelişiyor muydu? Yetmişli yıllarda Dido Sotiriyu’nun, Aydın-Şirince doğumlu olduğunu, 1922’de Yunanistan’a gittiğini öğrendiğimde; “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” olarak dilimize aktarılan “Kanlı Topraklar” romanını okuyunca olaylara ve olgulara insan gözüyle bakmanın önemini kavradım. Kurtuluş Savaşına katılan Yunanlıları sorgularken, Anadolu’da doğup yaşayan Rumların da anavatanlarının Anadolu olmasından kaynaklanan tutumlarını, Yunanistan’dan getirilerek asker giysisi giydirilmiş, öfkeli-talancı Yunanlılarla bir düşünülmemesi gerektiğini sezinledim. Türkçe konuşup Latin abecesiyle yazan Karaman Türkleri’nin Yunanistan’da ayrıcalığa uğrayıp hor görüldüğünü öğrendiğimde içim neden yanmıştı? Kurtuluş Savaşı-Küçük Asya Felaketi arkasında iki halkı bıçak sırtına taşıyan gerilimin getirdiği “Değişim” (Mübadele) beklenen mutluluğu getirdi mi? Anadolu’nun bitek topraklarından koparılıp göçürülenlerin yeni yurtlarında umduklarını bulamadıklarını D. Sotiriyiu anlatır romanlarında. Gelenlere sağlanan olanakları ise göçürülüp gelenler (Mübadil)’in yazarları anlatır. “Bize on dönüm toprak, beş dönüm bağ, iki buçuk dönüm bahçe ve iki katlı taş ev verdiler. Yerli Türklerin toprakları yoktu, yanımızda yarıcı, işçi çalıştılar.” der, Türkiye okullarında okur, yazar olur Çamardılı kardeşimiz ama doğduğu topraklara özlemini saklamaz. Dido Sotiriyu ve evrensel boyutlu düşünen yazarlar olmasa Kurtuluş Savaşı- Küçük Asya gerçeğini kim; “Düşman, ne Türklerdir ne de Yunanlılar. Düşman savaştır, savaşı ve onu körükleyen çıkarlardır.” kim açıkça söyleyecekti? Kanada- Toronto’da Türkçeyi yoğunca özlediğim günlerde evimize gelen konuklardan birinden kitap istemiştim. “Ege’nin Karşı Yakası. Aristotelis Çokona1.”;Yunanistanlı öykücülerin yazdıklarının da özlenmiş Anadolu’dan kokular duyumsattığını sezinleyerek mutlu olmakla kalmamış, düşünme gereğini de duymuştum. Nicos Kazancakis, Georgios Papadiamandis, Stratis, Mırıvılıs, Andonis Samarakis, Dido Sotiriyu, Galata Sarandı adlarını ileride izlemek üzere notlarım arasına yazıvermiştim. Aslında Yunan yazınına uzak değilmişim. Okuduğum öykülerde iki ana izleği sezinledim. Kurtuluş Savaşı-Küçük Asya savaşına Yunanlı devşirme askerlerin baktığı açıdan bakan, savaşın düşmanlıklarını sürgit sürdürmekten yana olan, çıkar bekleyen yazarlar; savaşa insancıl boyutlardan, çıkar- sömürü kavgasının ezilenleri gözüyle bakanlar olarak görenler. Savaşı etnik- dinsel körüklemelerin dışında değerlendirdiğimden yazarları da eş değerlerde gördüğümü açıkça söylemek isterim. Yunanistan’dan göçen kardeşlerimizin özlem dolu yazdıklarını sürdürürken; Dido Sotiriyu dışında Türkiye doğumlu yazarların izini sürmek bilsemesine (merakına) düştüm. Yunanistan’ın Osmanlıdan koparak bağımsız devlet olmasıyla mı başlamıştı düşmanca ilişkiler? Kırım Savaşından başlayan geçmişi olduğunu Yeorgios Viziinos’tan gerçeğe büründürdüm.* 5 Nisan 1949 – Vize doğumlu yazarın “Annemin Günahı”, “Hayatımın Biricik Yolculuğu”, “Moskof Selim” öykülerinden öylesine etkilendim ki; Okuyarak öğrendiğim Osmanlı- Kırım, Osmanlı – Balkan ilişkilerini yeniden düşünmek gereğini duydum. Osmanlı’ paylaşmayı amaçlayan varsıl ülkelerin çıkar ilişkilerini açıkça gördüm. Anlatılanlar Anadolu’ya öylesine benziyordu ki, şaşırmamak elden gelmiyordu. “Halkımın çektiklerine üzüldüğüm yetmiyormuş gibi senin için de az üzülmedim iyi kalpli, tuhaf Türk kardeşim.(y-103)”, “ Fanatik dindaşların, bir mümin kalbini bir kâfire açtı diye seni lanetleyecekler. Benim fanatik dindaşlarım da, bir Yunan yazarı olduğum halde, erdemlerini övdüğüm ve anlatımımda seni Hristiyan bir kahramana dönüştürmediğim için beni ayıplayacaklar korkarım. Halkımın düşmanını değil de insanı gördüğüm için vicdan azabı duymayacağım…(y-104)” tümcelerini “Moskof Selim öyküsünden aktardım. Yeorgios Viziinos, Vize doğumlu Yunanlı bir yazar mı, Yüreği Türkçe atan Türkiyeli bir yazar mı yoksa İnsancıl yürek atışlarıyla evrensel bir yazar mıdır? Yorgos Theotakis ** İstanbul- 1905 doğumlu bir yazar. “Leonis” anlatımını neden yazmıştır dersiniz? Dünya yazınında çok tanınan, önemli erginlenme öyküsünde (Novella), 1922 yılına değin yaşadığı İstanbul’u anlatır. Rum kentsoylusu yaşamında İstanbul’u tüm Rum olarak benimseyerek anlatırken, dönemin tanıklığını da yapar. Aynı dönemi Halide Edip “ Sinekli Bakkal” romanında anlatırken İstanbul’u Müslüman- Türk olarak algılayıp yazmıştır. Bırakışma (mütareke), Küçük Asya Seferi yıllarında yaşayan kuşağın kaderini öne çıkarmıştır. Yunan yazınının 1830 romantik kuşağın savaşın etkilerinden süregelen yaklaşımını daha derinden duyumsayarak savaş hastalığını güçlü duyumsayarak anlatır. Anlatımında İstanbul’da yaşayan hiçbir halkı altsamaz, kimseyi de kahramanlaştırmaz. İnsan- şehir duyumsamalarında, doğulan kentin her şeyiyle belleğimize kazındığını, Yunan dil devrîmi (Dimetoka birliği) olanaklarıyla evrenselleştirirken yolum dikene takılmakta gecikmedi. Bir dönem Türkiye’de yasaklanan “ Amele Taburu/ Numero 31328” romanına takıldı araştırmalarım. Yazarı İlias Venezis ‘in (Ayvalık 1904/ Atina- 1973) olduğunu gördüğümde ilgi alanımda bir kaynak olarak okumak-incelemek gereğini duydum. Okunması zor bir roman oldu benim için. Yunan dilinden birebir çevrilmesinden kaynaklanan, Türkçe kurallarına uymayan anlatımları algı tamamlama yöntemiyle okuyabildim. Zor okunuşun nedenlerinden biri de izleğidir. Kurtuluş Savaşı- Küçük Asya Bozgununda ailesi 20 yaşından küçük olduğunu öne sürmesine karşın, Türklerce tutuklanıp “Amele Taburu”na gönderilmesini; tutsaklıkta geçen süremde; Türk askerleriyle, yöredeki yaşlı ve yoksul insanlarla ilişkilerini 1924’de ailesiyle birlikte Midilli’ye döndükten sonra yazar. 1932’de kitap olarak yayımlanır. Üç bin savaş esirinden yirmi üç kişinin sağ döndüğünü söylerken Alman Toplama Kamplarında duyumsar okur kendisini. Yaşam öyküsünden, 1943 yılında SS’ler tarafından da tutuklandığını, Yunan aydınlarının tepkisiyle özgür kaldığını okuruz. Yunan yazınını yurt dışına taşıdığı da savlanır ama taşıma Anayurdunu savunan yoksul bir halkı altsayarak olmamalıydı inancındayım. “ Binlerce Hristiyan evladı bu topraklarda kemiklerini bırakmıştı. Anaların gözyaşları hala akar durur.(y- 13”, “ Tam dört yüz yıldır boyunduruk altında Yunanlık…(y-31)” la başlayan romanda anlatılanları okurken Türk okurunun sorması gereken sorular yok muydu? Küçük Asya dediğin topraklara ne aramaya geldin? Kimin adına geldin? Güçlü devletler adına bilmediğin topraklarda sizi gül demetiyle mi karşılayacaklardı? Anayurdunu canı pahasına savunan yoksul Türk askeri senden daha mı az haklıydı? Doğduğun topraklardan doyunurken, varsıllık içinde yaşarken Rumluğunu özgürce yaşarken Yunanlığın usuna düşmemiş miydi? 15 Mayıs 1919’da sokaklarda Yunan Bayrağı sallarken Ayvalık doğumlu Anadolu insanı olduğunu bilmiyor muydun? Ayvalık’tan Kırkağaç’a giden Türk askeri uçakla mı gidiyordu? Ayakkabısız, giysisiz, aç, yokluk içinde, yağmurla, güneşle, soğukla ayakta kalmaya çalışan salt sen miydin? Türk halkı aynı günlerde nasıl bir dirlik düzen içindeydi? Başıboş bıraksaydı Yunan güçlerinin içinde silaha sarılmayacağını nereden bilirdi Türk askeri. İlias Venezis, kışkırtılmış duygularla bile yazsa da yüreğindeki insancıl akışı durduramadığından; “Ustaya büyük ihtiyaç vardı. Memleket ta içlere kadar, kaçan Yunan tarafından yakılmış yıkılmıştı.(y-114)”, “ Yaşlı nine ayva ve ekmek verdi. Doktorun anasıyla babasını Yunanlılar öldürmüştü. Ama genç doktor beni tedavi etti.(y-142)”, “ Türkler bizi aralarına aldılar, yiyecek verdiler. Avladıkları yaban domuzlarını bize verdiler.(y-148), “ Anadolu gibi sakin ve tatlıydı.(148),Rumlar ve Ermenilerin Türkçe bilenleri Çavuş oldu. Kendilerini bizden ayrı tuttular. Bir derinin zor tutabildiği yara kabuğu gibiydik.(y-176), “ Manisa hepten yanmıştı. Köylüler 10-20 kuruşa bizden esir kiralarlardı.(176), “ Onların adaletsizliğinden dolayı özgürlüğün yok ediliyor, ayrılmış kalplerde süren ayrılık.(y-215)…” , gerçeklerini de sıralamaktan geri kalmaz. İnsanlığın geçmiş erk ve çıkar hırsına kapılmış akçalı güçlerin önderlerince korkunç toplama kamplarını kurmuş; suçlusuna suçsuzuna bakmadan yüzlerce insan buralarda örselenmiştir. Geleceği karartılmıştır. Adını saymayı bile yüreğim dayanmaz. Okuduklarımızdan, görsellerden, anlatılardan edindiklerimizi düşündüğümde “Amele Taburu” piknik gibi geliyor. En azından yirmili yaşlarındaki genci savaş karmaşasında ölüp gitmekten kurtarmış, geleceğe bir yazın insanı bırakmış, dolaylı da olsa Yunan yazınının dünyaca tanınmasına yardımcı olmuştur. Romanın ilerleyen yanallarında savaşın usbilgisine (mantık) ulaşmıştır. Amele taburu tüm olumsuzluklarına karşın düşman gösterilen insanların birbirini anlamalarını, gerçek suçluyu tanımalarını, ilişkilerde yumuşamayı sağlamak bağlamında okul işlevi de görmektedir ki yazar; “Türkçe bilen Rumlar ve Ermeniler Çavuş oldu.”, “Kürtler Türklerin düşmanlarına dosttu.”, “Davranışları insanlığa sığmayan insanlar her ulusta vardı. Öfkesini dizginleyip insan olamayanlar da tanınmış oldu.” Tümcelerini yazma yetkinliğine vararak erdemi elden bırakmamıştır. Türkiye’de ve Yunanistan’da Kıbrıs Barış Harekâtı günlerinin savaş çığırtkanlığı ortamına doğan kuşağın yazarlarının ilişkilere bakış açısı da bilsediğim yaklaşımlardan birisiydi. Dido Sotiriyu düşüncesinde olan yazar ve aydınlar Yunan toplumunu ne denli etkilemişti? Dimitris Sotakis,*** “Soluğun Mucizesi” romanıyla soruma yanıt vermekte gecikmiyor. “ Tüketim kültürünün bireyin yaşamında yol açtığı yıkımları iliklerimizde duyumsatacak” bir roman yazarak kuşağının ulaştığı noktayı göstermekte gecikmiyor. İnsanın doğuştan boyun eğmeye eğilimli yapısını, tüketim ekonomisinin dayatmalarına çözüm bulabilmek amacıyla teslimiyetçilikle buluşturup korkunun alaysamalı (ironi) tipini yaratıyor. Okurken tinsel, bedensel, düşünsel sıkıntı çektiğim, bırakamadığım romandan anladım ki; Ege’nin doğusu da batısı da gerçek düşmanı tanımıştır. İnsanlık adına savaşım verilecek gerçek düşman öğrenilmiştir. Özellikle Yunan halkı Avrupa Birliği günlerini yaşadığından bizden daha deneyimlidir. Yöntemimiz insanın insanca yaşaması için gerekli çabanın yaratılmasına yönelik girişimlerde birlikte olabilmektir. Yaşadığımız yer kürede ne Yunanistan’ın ne Ege Denizinin ne de Türkiye’nin yeri değişir. İbn Haldun’un sözüyle “ Coğrafya kaderimizdir, tarihte”. Barışı ve kültürü siyasiler mi getirir? Barışı ve kültürel değerleri yaratmak aydın insanların özgün çabasıyla mı yaratılır? Kuşkusuz Türk ve Yunanistan halkına, aydınına geleceğin tarihi ağır bir yükü yüklemektedir. Öncelikle okur, yazar, aydın insanlar olarak geçeğin ayrımında olmalıyız. Yuna Türkün, Türk Yunan’ın kültüründen bilgili, sorumlu olmalı; gördüğü yayınlarda önemsemelidir. Bizim 1928 ve 1932 yılında yaptığımız dil devrimini, Yunanistan 1977’de yaparak yazın sorunlarımızın da bir olduğunu ortaya koymadılar mı? Birbirimizi daha çok okumaya, anlamaya, paylaşmaya çalışmamız yazımda adını andığımız yazarlara gönül borcumuzu ödeme, geleceğe bir başlangıç olsun dileğimdir. Ödemiş; 22 Şubat 2018 * Yeorgios Viziinos; Öyküler. İstos Yayınları-2015 ** Yorgos Theotokas; Leonis (Dünyanın Merkezindeki Şehir İstanbul 1914-1922. Çeviri: Damla Demirözü), İstos Yayınları-3. Basım- 2015 *** İlias Venezis; Amele Taburu Numero 31328 Roman.(Çeviri: Evdokia Veriopulu) Belge Yayınları-2015 ****Dimitris Sotakis; Soluğun Mucizesi. Roman, (Türkçeleştiren: Yılmaz Okyay) Belge Yayınları-2014 ----------------------- Berfin- Bahar Dergisi. Sayı:246, Ağustos 2018, s: 48-50

  • Yeniden Okumalar Olmasa

    -NEZİHE MERİÇ’İ ANIMSAR MISINIZ?- Altmışlı yılların ortasında “Güvercin Yayınları"ndan “Yunus Emre’nin Hayatı” nı okurken gören yazın öğretmenim Nazike Erik öfkeyle ateş püskürmüştü: “Nereden bulursunuz bu Güvercin Yayınları kitaplarını? Bunlar beşinci kol kitaplarını yayınlarlar. Materyalisttir bunlar, çok tehlikelidir. Kızılbaş kitaplarıdır. Sakın okuyacaksanız Nezihe Araz’dan okuyun.” Kızarmış yüzümden fışkıran alevle utancın kırmızısını usumun bir yerine yazarak, Nezihe Araz’dan okudum “Dertli Dolap”ı. Öğretmene hoş görünmek amacında değildim. Öğretmenin tutumundan,’… Okumak güzeldi ama bizi yönetenlerin istedikleri olursa..’ çıkarsamasını usuma yazdım.(Aynı düşüncede olan öğretmenlerin daha sonraki yıllarda okuldan atılmamıza karar vereceğini bilemezdim o günlerde.). Nezihe Araz’a yeniden dönmedim ama Nezihe Meriç’den de uzak durdum uzun yıllar. On altı yaşındaki gencin okumalarından bile fırtınalar kopuyormuş ülkemin kültür ortamında. Nereden bilirdik ki? 1961 yılında kasabanın ilk kitaplığını kuran öğretmenimin önemini kitaplıksız ilçeleri gördükçe anlayacaktım. Yüzüme çarpan ilk duvarı çok da önemsemedim, seçeme olanağımın olmadığı sürem bulduğum yazılı her nesneyi okuma hastalığım(!) sürdü. Eski Kitapçılardan beş- on kuruşa aldığım “Dost Dergisi” tanıştırdı Nezihe Meriç’le beni. Kısa öykülerdeki sıcak anlatımlar tutsak etmişti gönlümü. Okul kitaplığından bulduklarımla sürdürdüm okur bağımı. Bir köşede unutulmuş, kimsin diye sorulmayan, adı salt yoklama dizininde yazılı kasabalı çocuğu kendine çeken anaç bir sıcaklık mı vardı kadın Nezihe Meriç’te? Yaşadığım ortamın, öğrenciye öğretmen bakışlarından Galata Saray/Fener Bahçe taraftarlığının ayrıksılığına, uzlaşmazlığına benzer bir aklık/ karalık mı vardı? Yaşadığım günler acımasızca öğretecekti gerçeği bana. Çok sonraları öğrendim ki, ben bebekken ayrışmıştı okumanın yazmanın takımları. Ama buldukça okumaktan uzak duramadığım Nezihe Meriç tutkusunu bırakamadım. Kendimce önlemlerimi alma yollarını da öğrendim. Okuduğum kitapları gazete kâğıdıyla kaplıyordum. Görünmez kuytuluklarda, kırda bayırda okuyordum. 1950 sonrasına, ülkemin fotoğrafının Kurtuluş Savaşında İzmir’den kovduğumuz güçlerce çekildiğini, izin verdiklerini görmeye zorlandığımızı sezmem için geç mi kalmıştım? Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür devrimlerinin- önü kesilmeye başlansa da- etkilerinin yoğunlukla görülmeye başladığı, ‘Türk Rönesans’ının ortasında düşgelen bir kuşak olduğumu da bilmiyordum. Daha ülkemin yazınını, yazarlarını tanıyıp özümsemeden dünya kökleşik yazınıyla; iki kutuplu dünya yazınıyla da yüz yüze gelmenin karmaşasında bir kuşak olmanın güçlüklerini izleyen yıllarda öğrenecektim. Us yordamıyla, bilinçsizce de olsa her alana burnumu sokma ataklığımın sakıncasını / edinimlerini çok sonraları sezecektim. Doğru olanı da yaptığımın bilicine ilerleyen yaşlarda varabildim. Kuşağım yaşadığımız karmaşadan doğruyu bulmayı öğrenirken bir bölük değerleri de göremeden geçme yanlışına düşmüştür. Gençlik heveslerimiz arasına ‘…kalın kalın, dünyanın en ünlü yazarlarını, Nobel kazanmış kitapları okuyor…’ dedirtme duygusu muydu açmazımız? Heveslerimiz bir yana, okuma tutkumuzdu gerçek yanımız. Yolumuzu düşe kalka bulurmuşuz bir sürem sonra. Bütün okumalarımın içinde, ince bir kılcal damar olarak uzadı gitti Nezihe Meriç, Selçuk Baran, Müşerref Hekimoğlu, Ayla Kutlu adları. Sahaflardan on kuruşluk kitap bulma dönemimiz bitti ama gönlümüzden adları silinmedi. TDK, Sait Faik, Sedat Simavi ödülleriyle onurlandırıldıkça kendimiz almışçasına sevinerek yeni okumaların peşine düşmeyi başaran yazarlar kuşağımızdı onlar. “Menekşeli Bilinç-1965” le düş geliverdim aksakal günlerimde. Sevdiğim şarkılardan, özünlerden anımsadıklarımla esrik okudum. Gençlik günlerimi anmanın doyumsuz tadında “ Toplu Öyküleri” ne yoğunlaşıverdim. Yoğunlaşma nedenlerimi de düşünmeye başladığımda, has okumalarımdan aldığım notlarımın ışığında çıkarsama yapmayı uygun buldum. II. Paylaşım Savaşı sonlarına doğru öykülerini yayımlamaya başladığında ülkemde de demokrasi, eğitim, ekonomi, siyasal savaşımın yoğunlaşmaya başladığını görürüz. İki kutuplu dünya egemenliği savaşımının ünleri de duyumsanmaktadır. Nezihe Meriç, yazdıklarıyla bu öbekleşme savaşımından etkilenen sıradan insanların çıkmayan ününün ünü olmaya adamıştır kalemini. Toplumun içinde yaşasalar da karmaşan ünü çıkmayan kadınları, kızları özünsel bir duygusallıkla anlatarak; ülkemizde, Avrupa’da, doğu komşularımızda öyküleri, romanları, oyunlarıyla okunmaya başlamıştır. Adıyla birlikte özdeşleşmiş kitaplarından seçme ve saptamalarım. BOZBULANIK (1953): Kurtuluş Savaşı- II. Paylaşım Savaşı arasının karmaşasında, 1950 yıllarının siyasal, kültürel, ekonomik, eğitim arayışları döneminde ülkemiz büyük kentlerinin yoksulluğu konularını yoğunlaştırdığı kesimdir. Orta, orta altı geçimli insanların umutları, buldukları, bulamadıkları, umutsuzlukları. Kaderden, tanrıdan, talihten bekledikleriyle beklentilerini bulamamanın düş yıkımları duyumsatılır. Orta ve orta üstü kent insanlarının küçük kentsoylu(burjuva) özlemleri, öykünmeleri, ulaşamadıklarında alaysamalarını, kedi-ciğer/ tilki-üzüm savunma örüntüleri vurgulanır. Ulaşılamayan yaşamın düş kırıklıklarının içe atılanlarından süzülen hüzün, yer yer öfke olarak yansır öykülerde. Öfkeye dönüşemeyen de yergi, alay, küçümseme olarak anlatımını bulur. Ulaşılmazın nedenlerini bulmayı okuruna bırakır yazar. Küçük çıkar ilişkilerine bağlanan umutların, savaşımların, yüzleşmelerin yarattığı bozbulanık insan ilişkilerindeki içtensizliklerle yoğunlaşmış davranış örüntüleri vurgulanır. Savaş sonrasında sert bir dönemecin başında, tarım devrimini tamamlayamamış Türk toplumuna ürem (ürem) devriminiz ürünleri dayatılınca yüz yüze kaldığımız kırılma kırsalda daha derin duyumsanır. Kır yoksulları kentlere akmaya başlayınca bıraktığına yazıklanırken, bulamadığına öfke büyütürken, umarsızlıktan her tür yozlaşmaya kapı açmak zorunda kalır. Nezihe Meriç, öykülerinde apolitik tutum sergiler. Çoğul değişimleri duyumsatmayan öykülerinde, siyasal söylemlere duruşlara açıkça yer vermez. Özenle, didikleyerek okuyabilen okur, tümcelerin arasından sezinler. Buradan duyumsadığımız koku, 1950 sonrasında topluma dayatılan antikominizm kokusudur. Okurun akıl yürütmesine bırakır. Dönemin siyasası yazdıklarında açık görünmese de sezinlenir. Toplumun siyasal sorunlarının bireyin yaşamına yansımasını yansıtmaktan soyutlanmışlık, aynı dönem şiirindeki ‘ ikinci yenicilik’le örtüşür. Şiirdeki İkinci yeni akımının öyküdeki görüntüsü yaratılır. Söylemek ister ama söyleyemez. Somut bir söylemle; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan’dan daha toplumcu, Müşerref Hekimoğlu ve benzerlerinden daha bireycidir. Kırsaldan kente ulaşan kadının özlemlerini, özentisini, ele geçirebildikleriyle değişme çabalarında kültürel değişme olmadan başarılamayacağını vurgular.(Dışarlıklı. S.108) TOPAL KOŞMA (1957): Kent İnsanlarının katı içe kapanık, somurtkan, sinirlilikleri yaşadıkları ortamdan mı kaynaklanıyor? İç içe yaşam gönül kapısını kapatarak, birbirini görmezden gelerek mi oluşturuluyor? Kalabalıklar içinde devinen her birey kendi kabuğunu örüp mutsuzluğunu mu kuruyor? Özenli, sürekli bir gözlem, yaşanmışlıklara duyarlı bir yaklaşım, yalın, incelik dolu bir anlatımla kurar yazdıklarını. Güzel Türkçemizin tadıyla bizi ülkemizin gerçekleriyle buluşturur. Topal Koşma, Boz Bulanık’taki arayışın, yazınsal ve öz sorunlarının akağını bulduğunu, geleceğin ışıltısını vurgular. Nezihe Meriç öykülerinin, romanlarının ulaştığı gelişme aşamasını da muştular. DUMANALTI (1979) “Dumanaltı”; İçerik bağlamında “Bozbulanık”, “Topal Koşma” öykülerinden değişik öyküler demeti olarak okuru şaşırtan özgünlüğü taşımaktadır. Önceki öykülerindeki bireyci, siyasal söylemlerin açıkça belirtilmeyişi, iç ezintilere boyun eğiş duyguları “Dumanaltı “ öykülerinde duruş değiştirir. Nezihe Meriç yazar duruşunda, yazdıklarının içeriğinde yazıldığı yıllar Türkiye’sini daha da öne çıkarır. Gençlik, üniversite, gecekondu, öğrenci yaşamı öykülerde yerini alır. Öykü kişileri toplumsal çalkantı içinde dumanaltı olarak betimlenir. Geleceğin belirsizliği, kör döğüşünün sonun belirsizliğine yönelen gözlemler, sorumluluk bilinciyle aktarılır. Öykülerin bütününde 12 Mart döneminin bitmeyen hesaplaşmasını duyumsarken, 12 Eylül kıyımlarının da ününü duyurduğunu sezinler dönemi yaşayanlar. Bu bağlamlardan baktığımızda ; “Dumanaltı” öykülerinin yazarın duruşunu, dönemin insanlarını, olayları, olguları en özgün dil ustalığıyla anlattığını görürüz. Öykülerdeki tümcelerin düz yazıdaki anlamı, özünsel bir duygu yoğunluğu da duyumsatır. Halkı dilinin bilinmeyenlerini de yazına kazandırma çabasını açıkça görürü okur. “ Acı su sabun köpürtmez.(y. 234)” benzeri ilginç saptamalarının da ilklerindendir. NEZİHE MERİÇ’TEN YAZIMIZA KALANLAR: Geleneksel öykücülüğümüzle çağdaş Türk öykücülüğünün arasındaki sağlam köprüyü kuran, cumhuriyet döneminin ilk kadın öykücüsü olmayı başarmıştır. Çağcıl öykü tekniklerini uygularken dilde özenlidir. Türkçe olmayan Osmanlıca küfünden arınırken, batıya özenip konuk sözcüklerden süsleme yapma ucuzluğuna düşmemiştir. Türkçemize iç zenginlik, anlatıma katmanlı bakışı, iç konuşmalara çağrışımlar eklemeyi deneyerek öteki yazarlara da bir akak açmıştır. Kadın-Erkek ilişkilerini yoğun olarak öne çıkardığı dönemler, gelgeç feminist akıntılara kapılmaktansa sorunun kökenine inmeyi yeğlemiş, ilklerden olmuştur. Duruşunu da yaymacı (reklam) amaçlarla ucuzlatmamıştır. ANIMSANIP OKUNMALIDIR 21. yüzyıl başlarında yaşamın her alanında parlatılan “piyasacılık- tüketim çılgınlığı- satılabilirin üretilmesi” ilkeleri yazın ortamımıza, yayıncımıza, yazarımıza dayatılmaktadır. Dayatmalara direnemeyen yazar, yayıncı, kolay okunur, kısa, içeriksiz, bir nen anlatıyormuş görünüp anlatmayan yazın yapıtlarına yönelirken; okuma alt yapısı olan okur, okur adayları aradığını bulamayan mutsuz insanlar olarak kırıyor. Okumadan soğuyup yozlaşmaya yazgılanıyor. Yazın alanına ilgi duyanların da aynı gerekçelerle yazmaktan soğuduğunu deneyimlerime, gözlemlerime dayanarak söylüyorum. 21.yüzyılın başları, 20 yüzyılın sonundan koparılmış, yeri doldurulmaktansa yozlaştırılma kolaylığına gidilmekte yarar görülmüş dönemdir. Okur ne okuyacağını, yazar ne yazacağını bilmez durumdadır. Özellikle yazmaya gönül verenlerin, genç kuşak okurların arayışlara girmeden önce kopuş öncesi dönemi tanıması gerektiğine inanıyorum. Tanıma dönemi, arayı kapatacak girişimlere ön düşünceler oluşturur inancındayım. Varacağımız erimi belirlemek için kaldığımız yeri tanımak açısından ilk duraklardan birisi de Nezihe Meriç durağı olmalıdır. Anısına, emeğine, öncülüğüne saygılarımla anıyorum. 6 Eylül 2018 Nezihe MERİÇ. Toplu Öyküler. Yapı Kredi Yayınları. Nezihe MERİÇ. Menekşeli Bilinç (1965) Öykü. Yapı Kredi Yayınları.

  • Adamın Kısmeti

    -HAYRİ TUNÇ’UN UMUDU- Hayri TUNÇ. ADAMIN KISMETİ, Öykü. Tmolos Yayınları: 3, 2018 Çok duyulmuş sözdür “ Anadolu Ölü Yazın Dergileri Gömütlüğüdür” sözü. Ben de “ Umut veren ama çiçeği meyveye dönüşürken kuruyan yazar umutsuzluğudur.” sözünü içim yanarak eklemek isterim. “ Kasaba Sanat Dergisi” de, bir öbek öykü yazarı da Turgutlu gömütlüğünde unutulup gitmedi. Gitseydi iç yangım çok derinden sızlardı. “Kasaba Sanat Dergisi” yayın yaşamının can çekişme süreminde öykü yazarlarından seçtiklerini “ Ay Aydınlığı”,” Boyalı Gölgeler” adıyla kitaplaştırmayı başardı. “Kendi gitti, adı kaldı yadigâr…” dercesine okurlarına karşı son gönül borcunu; okuyup iyelenmeyen okumaz aydınlarına(!) da sitemini bırakarak efsaneleşti. “Kasaba Sanat Dergisi’nden, tadına doyulmaz öykülerin buluştuğu kitaplardan usumuzda kalan önemli bir öykücüdür Sayın Hayri TUNÇ. Kasabalının ölüsünü yine kasabalı kaldırırmış gerçeğinden yola çıkarak ,“Tmolos Edebiyat Dergisi”, “ ADAMIN KISMETİ” adıyla kitaplaştırdı Sayın Hayri TUNÇ’ un öykülerini. Önemli bir gönül borcu ödemenin yanında yazarında kavrulup gitmesini istemediğini vurgulamak istedi sanırım. Öykü severlerin de kökleşik öykücülüğümüzün ilginç örneklerinden okuma tadını almalarını sağlamış oldu. Kitaptaki öykülerin çoğunu daha önce dergide, seçkilerde okumama karşın son yıllardaki öykü yozluğunda yeniden beğeniyle döne döne okumanın sonucudur gönül borcu saydığım yazım. Daha önce yazmış olduğum yüzlerce kitap tanıtım yazısının kalıplarını bir yana bırakarak kendimce değişik bir biçimlemeyle yazmak da benim özgünlüğüm olsun. Öykü İnsanları: Kırsalın insanı üretim araçlarından yoksun, edinilmemiş becerisi de olmadan kasabaların dar geçimlik çevresinde yaşama tutunmaya çabalarsa ya eskici, ya da çayevlerinde garson olarak varlığını sürdürmeye yazgılanır. Yoksulluğa, yoksunluğa dayanamayan anne de çocukları toplayıp baba evine sığınır, çok geçmeden de ölürse en küçük sosyal imparatorluk yıkılmış demektir. Acınası yaşama döngüsünde eskici baba ve çayevinde barınarak yaşama savaşımı veren oğul için tek çözüm çözümsüzlüğe sarılmak oluyor “ Baba- Oğul Evlendik” öyküsünde. Baba ve oğul binlerce beceri donanımsız insanı imler öyküde. Tek umutları babadan kalma başka paydaşları da olan eski evdir. Pudralı Hatçe; kendi ölçülerine göre açıkgöz, köylü kurnazı, toplumsal asalaklardan dul, kızı da yardımcısıdır. Ara iletişim işlerini yürüten Şamlı Naciye de asalakların çanak yalayıcısı. Öyküdeki insanların tümü durağan tutumsal ortamdan pay bekleyenler öbeği. Düşenine vurup öldürücüleri özgün olarak betimlenmişler. Katır Cemal, olgunlaşamadan kasaba açıkgözleri içinde toplumsal sorumluluk üstlenmiş küçücük devlet iş görenine ağalık gösterisine girişen, eyleminden acı çektirirken, bir zamanların en ezilmiş insanı olduğunu halkın gözünde yadsımaya çalışan en ezilmişin kişiliğidir. Kendine yeterli bir düzen kurmayı başarmış Pepe Mustafa, sevdiği atının dizgininden kangren olursa nasıl bir tanımlama yapılabilir? Öykülerin yaşandığı yılların kasaba ortamında doktora ulaşmak çok mu zordu? Küçük(!) kazaların önemsenmemesi bizim kırsalımızın kültüründen midir? Cemil ve İzzet kardeşler, baba işini bile öğrenmekten sorumsuz yetiştirilirse, kendi kasabasında beğenmediği işleri okyanusların ötesinde yaparken kişilikleri aşınmaz mı? Zaten kardeşlerde kişilik olsaydı kardeş sevgisini, eşitlik duygusunu edinirlerdi. Yaşam tokadı en iyi öğreticidir ama tinsel yaralarımızı otamaz, kırılan gönülleri onaramaz. Besim; kitap(sız)lı dinlerin önemle vurguladığı ama başaramadığı “öldürmeyeceksin!”, “ Çalmayacaksın!” önerilerinin bilincine varamadığından “Besa- Toplumdan yalıtılıp eve kapanma” cezasıyla dolan yaşamını nasıl tamamlar? Eğitmeden ceza vermek kolaylığı bireyi nasıl etkiler? Yaşamı Besim kişiliğiyle sorgular yazar. Çoban Selahattin; aile içi demokrasinin zorlayarak çobanlaştırdığı geleceğine özgür bir çıkış aramak için düşer yollara. Kırsal yoksulluktan kasaba yoksulluğuna atlama yapar. Anasının verdiği ‘Cevşen’i zorluklarla dolu çalışma gününün gecesinde boynundan düşürür. Selahattin’in işleri cevşensiz nasıl olacaktır. Yetenek mi, beceri mi, cevşen mi? Adem; “Koçum Adem!” olmak için veresiye zevkin sırat köprüsünü geçmeyi başarır başarmasına da ..? Bedeli ödenmeden sunulan zevklerin bedeli nedir? Kişilik aşınması olabilir mi? Gelecek beklentisini yitirmiş genç kadın süt almaya gittiği komşusunda süt sürahisini unutup gelirse, Koçum Âdem’in dişi görüntüsü olmaz mı? Osman Usta; Küçük kasaba sosyolojisinin aykırı insanı olsa da sevileni, ölümden sonra da adı anılanı olur mu? Mustafa’nın; “ Bundan böyle okul mokul yok! Senin yanında çalışacağım baba!” demesi için, “ Coğrafya bir kaderdir, tarih te öyle- İbn-i Haldun” olması mı gerekir? Deli Şükrü, Davulcu Halil, Ayıcı Celal, Tokur; isteyerek mi seçtiler işlerini yoksa karmaşık kasaba ortamında işleri mi onları buldu? Sorusunun yanıtını okura bırakma kolaylığına sığınıyorum. Uzun süremli Batı Anadolu kırsalı gözleminden süzülerek oluşturulmuş kişiliklerle örüntülenmiş öykülerle yüzleşmek zorundadır okur. Dillendirdiği Konular: Öykülerin tümünde insan öğesi öne çıkarılmıştır. Batı Anadolu Kırsalının, kentleşememiş kasabaların gelişim sürecinden bilinçli olarak engellenmesinin sonuçlarının insanların geçimlik yaşamlarına etkilerinden yola çıkılarak oluşan öykülerdir. İnsan-insan, insan-doğa, insan- üretim, insan-paylaşım ilişkileri özünü sorgulayana kara gülmece örnekleridir. Yarım bırakılmış cumhuriyet atılımlarının savurduğu, eğitilememiş, iş öğretilememiş, kıyıda köşede kalmış kimsesizlerin ilişkilerinde kurnazlıklar, kolay kazanç açıkgözlükleri, etik sapmaların yansımalarının saptamaları. Unutulmasında yarar görülen okullaşma, eğitilme, beceri kazanma edimlerinin sonucunun insanları dolaşır öykülerde. Öykü kişilikleri gelişigüzel belirlenmemiştir. Uzun süreli gözlem ve bilinçli tasarımlarla oluşturulmuş ya da tasarım düşgelen olay örgüleri seçilmiştir. Her kasabada olabilecek eskici, garson, Pudralı Hatice, cambaz Cemal, Koçum Âdem, Adamın Kısmeti(!), Keskin Nişancı Polis, içimizden birileri olarak varlar. Her kişilik betimlediğinin ekonomik, sosyal, kültürel düzeyini de başarıyla sergilemektedir. Nedensellik: Öyküleri özneleri edimlerinden dolayı sorumsuz değildir. Genel bakışla bize aykırı gelen edimsel sonuçların özündeki nedensellik olarak; yetmiş yıllık gelişme engellemeleridir. Eğitilmemiş insanın ediminin bir nedeni vardır. Çalışma yaşamı gelişmiş, düzenlenmiş, güvenceye bağlanmış olsaydı “ Baba-Oğul Evlendik, Dizgin, Mezarcı, Cevşen, “ öykülerine neden olmazdı. Eğitim, Okullaşma, eğitimin kişi ve topluma yansıması bilinçle başarılsa “ Dizgin, Sürücü, Besa,” yazılamazdı. İnsancıl, etik, toplumsal saygı konularında eğitilseydik “ Zevkin Veresiyesi, Adamın Kısmeti, Osman Usta, Tay Geldi, Bizim Radyo, Tokur” kişilikleri en aza indirgenirdi. Nesnelerin birliğinden, uyumundan, işlevselliğinden kökleşik öykülerimizin örneklerini yazılmıştır. Güdücü Öğeler: Öykülerin çoğunda güdücü öğeleri yoğunluğu açıkça sezilir. Sonradan görmelik, göçmenlik, yeni topluma uyum/uyumsuzluk, aile içi eksik dağılan sevgi/sevgisizlik, toplumsal altsanma, insanın insana yol açan olmaması öykülerin özeğindeki güdücü öğelerdir. Öznel Uzam: Taygeldi öyküsünde annenin çocuğu ve ikinci eşi arasında sıkışması, kuyu imgesi, Zevkin Veresiyesi öyküsünde kadının sokak serserilerini görmesi, cevşen öyküsünde, Soma ölümlerinin sonucunu görmesi öznel ama kişilikleri etkileyen sezinlemelerdir. Sonuç Olarak: Ülkemizde başlatılan “ Cumhuriyet Devrimleri” nin önü 20. Yüzyılın ortalarında kesildi. Başlatılan eğitim, tarım, ürem devrimlerinin yozlaşması gelişmeyi durdururken, gelişmiş ülkelerin pazarları olmamızı da hızlandırdı. Temeli tarım köylüsü olan halkımızın eğitilememiş olması da dayatmalar karşısında şaşkına dönmemize yol açtı. Bu savrulma karşısında insanlarımız bilmedikleri, yaşamadıkları yeni oluşumun karşısında kendince yoz bir seçimle yüzleşti. Yetmiş yıllık kırsal yaşamının kentlileşememesinin gözlemlerini öyküleştiren Sayın Hayri Tunç’un önünde bir de sanat, yazın, kültür yozlaşması vardır. Kökleşen Cumhuriyet yazının karşısında tüketim ekonomilerinin istediği yazın ürünlerinin saldırısını omuzlamaya çabalayan öykücüler kuşağında yer almasıdır. Akçalı kaynakların desteğinde saldıran istendik yazının karşısında öz yazınımızı omuzlamak onurunu taşımasıdır. Gel-geç akıntıların uzağında durarak birikimlerinin ülke gerçeğiyle öyküleştirmeye çabalamasıdır. Onurlu girişiminde başarısını izlemekteyim. Yaşadığı Batı Anadolu insanının gerçeğini öykülerinde yansıtırken, aynı işe soyunmuş yazar dostların eksiklerini de bütünlediğini görmekteyim. Aydınlanmacı gerçeğin özünü doldururken, kara gülmecesini de duyumsatma başarısını yakalamıştır. Gelecek öykülerinin daha olgun olacağına inanıyorum. Batı Anadolu özekli öykülerinde, bireyselden çok toplumsal duyarlılıkları öne çıkaran ayrıcalığıyla ilgi çekmektedir. Tmolos Yayınları özeni ve ilginç kapak seçimiyle de anlam bütünlemesi yapmıştır Sayın Mustafa Sevgi. Hayri TUNÇ. ADAMIN KISMETİ, Öykü. Tmolos Yayınları: 3, 2018 Edinme:0535 406 16 69 / hayhitunç@gmail.com

  • Nasıl Bir Atatürkçülük

    Bu kadar yıllık demokrasi mücadelesinden sonra Türkiye’de siyasi ve sosyal hayatın tek sesli olması beklenemez. İktidarın Meclisiyle, basınıyla, adalet ve eğitim sistemiyle tek tip bir toplum yaratma projesi ve uygulaması başarısızlığa mahkûmdur. Türkiye’de tek bir etnik grup, tek bir din ve mezhep, tek bir sınıf bile bulunsaydı, bu mümkün olmazdı. Bugünkü uygulama çağ dışıdır ve ne yazık ki Türkiye böyle bir denemeyi yaşamak zorunda kalıyor. Tek adamın tekli rejimini adım adım yerleştirmek için sistemli bir çaba içinde olan iktidar odağının yaptıkları muhtemeldir ki demokrasi birikiminin verdiği mücadele azmiyle çok geçmeden aşılacak ve Türkiye, yaşadıklarından dersler çıkararak daha iyi bir yönetim sistemini kuracaktır. Bugünkü gidişe karşı seslerini yükseltenlerin sınıflarını orta ve küçük burjuvazi, kol vefa emekçileri olarak sıralayabiliriz. Bunların ideolojik ve politik görüşlerini ise Atatürkçüler, demokratlar, liberaller, sosyal demokratlar ve sosyalistler olarak nitelendirmek hatalı sayılmaz. Yönetimdeki kliğin uygulamalarından zarar gören bazı muhafazakâr ve İslamcı kesimlerin de bu cephede yeri olduğunu son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görmüştük. Bu cephe içinde Atatürkçülerin önemli bir yeri olduğu, politik söylemlerden, gazete yazılarından, mitinglerde atılan sloganlardan anlaşılıyor. Sloganlar içinde en anlamlı olanı “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözüdür. Toplum adeta Tayyip Erdoğan’ın askeri ve Mustafa Kemal’in askeri olmak arasında tercih yapmak zorunda kalmış gibidir. Ancak bu “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın ne anlama geldiği, topluma nasıl bir gelecek vaat ettiği açıklığa kavuşmazsa bugünkü tek adam rejiminden kurtulduktan sonra toplumu yeni bir handikap bekliyor demektir. Günlük hayatta karşılaştığımız, kendisine Atatürkçü diyenleri anlıyorum ve onlarla ortak bazı yanlarımızın bulunduğunu görüyorum. Biliyorum ki onlar Atatürkçülükle modern bir yaşamı kast ediyorlar. Dinin devlet düzeni haline gelmemesini, kız çocuklarının da okutulmasını, karma eğitimi istiyorlar. Peki sonrası? Atatürk, Sivas Kongresinden sonra Türkiye’nin siyasi hayatına damgasını vurmuş bir tarihsel kişiliktir. TBMM Başkanlığı ve başkomutanlığından sonra 1923’ten 1938’e kadar 15 yıl tek başına rejimin belirleyicisi olmuş. Görevi ondan devralan İsmet İnönü de 1950’ye kadar 12 yıl daha onun öngördüğü sistemi uygulamıştır. Daha sonraki iktidarların da 2002’ye kadar Atatürkçülüğü reddettikleri söylenemez. AMA HANGİ ATATÜRK? Atatürkçülüğü sola yani emekçi kitlelere karşı burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir set olarak anlayanlar, bağımsızlık ilkesini de rafa kaldırmışlardı. Bunu her yere Atatürk heykeli dikerek bir bayram ritüeli haline getirerek on yıllarca sürdürdüler. Attila İlhan 1970’lerde Cumhuriyet’teki yazılarında Atatürk’ün eksik ve yanlış anlatıldığını belirterek onun özellikle antiemperyalist söz ve davranışlarını öne çıkarıyordu. Bu yazılarını “Hangi Atatürk?” adlı kitabında topladı. Yakın tarihe eleştirel bir gözle bakan Taha Akyol ise Hürriyet’teki yazılarında, Attila İlhan’ı eksik bularak, Atatürk’ün çeşitli dönemlerde farklı politikalar uyguladığını anlattı ve bu tutumu “Ama Hangi Atatürk” kitabına isim oldu. Gerçekten Atatürk’ün gerçekçi bir biyografisi gözden geçirildiğinde onun farklı dönemlerde farklı şeyler söylediği ve uyguladığı görülecektir. Bunu ona zorlayanın o andaki kuvvetler dengesi, kendi politik gücü ve toplumun yapısı olduğu ortadadır. NASIL BİR GELECEK VAAT EDİYORLAR? Fakat acaba, Atatürkçülerimiz Atatürkçülükten ne anlıyorlar ve nasıl bir gelecek vaat ediyorlar? Türkiye’de sınıfların olmadığını ile sürmek, bu nedenle hem Ceza Kanununun 141-142. Maddeleriyle hem de fiilen ve şiddetle sınıf mücadelesini yasaklamak, sosyalistleri işkencelerden geçirip hapislerde çürütmek de Atatürkçülüğe dâhil mi? Atatürkçülükte siyasi partiler serbest midir? Devlet başkanı aynı zamanda parti başkanı ve devlet başkanının bankası olabilecek midir? Seçimler 1946’ya kadar olduğu gibi iki dereceli mi olacaktır, yoksa tek dereceli mi? Milletvekillerini tek bir kişi mi belirleyecektir? Yasa tasarılar Melis’te hemen hemen oybirliği ile mi onaylanacaktır? Halk sınıflarının fikir ve örgütlenme özgürlüğü var mıdır? Milli gelir nasıl paylaştırılacaktır? Bağımsız yargı ve hâkim güvencesi Atatürkçülüğün neresindedir? Kürt politikasında 1930’larden hangi bakımdan farklılık olacaktır? Sokakta Kürtçe konuşanlardan para cezası almak Atatürkçülük açısından nasıl bir uygulamadır? Sorularımızın muhatapları bu konuda açıklama yapsalar iyi olur? Bunlar yapılmadıkça günümüzdeki tek adam rejimiyle mücadele de sahte olur ve başarıya ulaşamaz. Başımızdaki adamlar, taşıdıkları kültür bakımından tam zıddını uygulasalar da yönetim biçimi olarak “Ne itiraz ediyorsunuz? Biz de sizin geçmişte yaptığınız gibi memleket idare ediyoruz” deseler haksız olmayacaklardır. Zaten ara sıra hatırlatmaktadırlar. O nedenle, Atatürkçülerden bu “Atatürkçülüğün” içinde ne olduğunu açıklamalarını istemek hakkımızdır. Kuru gürültüye getirip bu soruları soranlara olmadık suçlamalar yöneltmek hiç de ikna edici olmaz. Demokratlar ve sosyalistler geçmişe eleştirel bir gözle bakarlar. Atatürk döneminin tek parti rejimini eleştirel bir süzgeçten geçirmedikten sonra halka umut aşılamak mümkün değildir. Düşünce sistemini kilitleyen kişiye tapma kilidini kırmadan zaten devrimci de, aydın da olunamaz. İpek Çalışlar’ın yeni yayımlanan Mustafa Kemal Atatürk Mücadelesi ve Özel Hayatı 1881-1927, (İstanbul, Eylül 2018, Yapı Kredi Yayınları, 559 sayfa) kitabı, 1927 sonrasını eksik bıraksa bile, çok yönlü araştırmaya ve gerçeğe dayanan bir biyografii sayılabilir. (14 Aralık 2018)

  • Ölümsüzlüğün Peşinde

    Eyüp Ekinci'nin ilk kitabı çıktı. Ölümsüzlüğün Peşinde adını taşıyan roman mitolojik bir aşkı anlatıyor.

  • Binbir Masal Bir Kale

    Sizlere harika bir yazar ve yeni kitabından bahsedeceğim. Benim için çok kıymetli bir kadın ve müthiş bir kaleme sahip Sevgili İnci Gürbüzatik’in son kitabı “Binbir Masal Bir Kale”. Hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap eden müthiş bir kitap. Soluksuz, bir kaç saatte okuyup bitirdim. Hikayemiz Bodrum’da geçiyor. Bodrum Kalesi ve şu anda yerinde yeller esen Mausoleum Anıt Mezarı. Masallar şehri Bodrum, bilinmeyen yönüyle bize hem tarihe sayfalar açarken, hem de maceraya davet ediyor. Üstelik, bu maceranın baş kahramanları üç küçük ve bir o kadar da meraklı kuzenler Cem, Sıla ve Bora ile heyecanlı anlar yaşanıyor. Kitabı okurken, insanın içinden Bodrum’a kadar uzanıp o güzellikleri bir göresi geliyor. Kitaptaki bir diğer önemli detay ise, kendi topraklarından alınıp Londra British Müzesi’ne izinsiz götürülen Mausoleum Anıt Mezarından alınan eserlerin tekrar yuvasına kavuşması için Bodrum’un simgesi sevgili Cevat Şakir’in İngiltere Kraliçesi’ne ithafen mektubu. Merak edenler, bu mektubun sonrasında ve şu ana kadar neler olduğunu araştırabilirler. Yazarımız Sevgili İnci Gürbüzatik’in Epsilon Yayınları’ndan @epsilonyayinevi çıkan bu harika kitabını alıp okumanızı ve tarihe yolculuk etmenizi tavsiye ediyorum.

  • Kızıl Gül

    kızıl gül kızıl gül kızıl gül o beni kızıl gül bahçesine götürdü ve ıstıraplı saçlarıma kızıl gül taktı karanlıkta ve sonunda kızıl gül yaprağı üstünde benimle yattı ey felçli güvercinler ey adetten kesilmiş deneyimsiz ağaçlar, ey kör pencereler yüreğimin altında ve derinliğinde uyluklarımın, şimdi kızıl bir gül sürgün vermekte kızıl gül kızıl bir bayrak gibi ayaklanma da ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe Çeviri: Haşim HÜSREVŞAHİ

  • Deniz Ol

    Az kaldı zamandan Darağacı soğuk ürkek Korktu benden Heybetliydim Aşk dolu cesur Hiçbir gece doğuramadı beni Annem kadar Küllerinden Yanmadım Asılmadım Ansızın geldim gecenize Korkun benden Ben halkım Halkım ağlayacak yüzyıllarca Ya sen... Korkunu okuyorum gözlerinden Deniz ol hadi... Gelirse elinden Biz de öldük ey halkım Ne değişti Paslandı mı demir Tuttuk mu ucundan hayatı Ölmeden önce Karınca mı doyurduk kalbince En güzel aşklar Bu şehirde mi yaşandı Kelebeğin ömrü mü uzadı Karanlıktı sokaklar Hayır yaşanmadı Gün doğmadı geceye Gece gebe Gece sessiz Sessiz çığlıklar gibi Duyulmadı / Selvi YILDIRIM YALOVA hasret benim işim / Selvi YILDIRIM Şiir:96 sayfa Zinde Yayınları, 2018

  • BİR DERSİM HİKÂYESİ*

    Murathan Mungan’ın “Herkesin bir Dersim hikâyesi vardır.”; çağrısından yola çıkan yirmi üç yazarın yirmi üç öyküsünden oluşmuş seçkiyi özenle okumasam, yazmak gereğini de duymazdım. Kuşkusuz ülkemin eğitiminden geçmiş, öğreti kitaplarından çok nen öğrenmiş, öğrendikleriyle de yetinmeyip araştırma tutkusuna düşmüş, yazma ateşinde de yanmış insanım. Yaşadığıma tanık, sözümün arkasında duracak denli de insancıl, olabildiğince de aydın olduğuma inanırım. Benim de kısacık da olsa bir dersim hikâyem vardır. Cumhuriyet Tarihi dışında “Kutsal İsyan**” kitabını okuduktan sonra sorguladıklarım çoğalmaya başladı. Dedem ölüştü ama “ Köprünün altı çiçek/ Dersim’e gelek geçek.” türküsünü söylerken ‘… ağlar mıydı, ırlar mıydı?..’ gerçeğini öğrenecek kimsem kalmamıştı. Köylerde çalıştığım yıllarda kendimden yaşlılara güven vermiş olmalıyım ki değerli dostluklar kurmayı başardım. Boyu kadar eniyle de seçkin Ahmet Uzun’un 1937-38 yıllarında Cumhur Başkanlığı Muhafız Alayı’nda asker olduğunu, Dersim harekâtında oralarda olduğunu öğrendim. Sözü döndürüp dolaştırarak oralara getirdiğimde “Oralarda çok can yandı. Munzur suyu kırmızı kızıl aktı” sözünün ötesinde bir açıklama alamadım. Yaşananların öznesine, nedenine, yenenine, yenilenine ilişkin açıklama getiremezdi ama ‘…Hükümet emir verir, asker uygular. Asker de köylüdür, asi de…’ sözüyle konuşmayı sonlardı. Sözü sonlarken de bilsememi kamçıladığını bilemezdi. “Değirmenci Cano ”öyküsünden de usumda kalıntılar vardı da olan biteni anlamama yetmiyordu. Cemo 1-2, Memo*** romanlarını birden fazla okuyarak olan bitenin tarih kitaplarında yazılamayan gerçeğini de, olayın içinde yaşamış yedek subay öğretmenin bölge diliyle anlatımından öğrenmiştim. Şubat soğuğunda, kargasekmez düzünde, atlarından inmeyen aşiret beylerinin toplantısında ;kalkışmaya katılmak istemeyen beyin- sonradan katıldı denilerek ağır yaptırımlara uğramıştır- sıraladığı gerekçeleri yedi başlık altında toplamıştım. İlgi çekici olanı da “ Bizim Kemal Paşa ile bir derdimiz yok. Kemal Paşa’dan önce ehli beyt uşağı adam yerine konmazdı. Bizi adam yerine koydu, vatandaş saydı. Eğer bir aşirete biat etmemiz gerekiyorsa kurulmuş bir devlet var. Bizim aşiretlerin hangisi daha adil davranır? Yeni devlet çok şeyleri değiştirirken el kadar kalan aşiretlerini kendi başına bırakır mı?” sorularına yanıt vermeyen beyler selamsız sabahsız uzaklaşır gider ama kendine de ihanet edileceğini düşünemezdi. İlerleyen yıllarda Tuncel, Dersim, Kalan sözünün geçtiği yazıları inceden inceye okudum. Konunun değişik amaçlarla kullanılmaya çalışıldığı gördüm. Bir dönem devrimci söylem içinde, cumhuriyet karşıtlarınca, ırkçı yaklaşımlarca siyasal sulandırmalara uğradı. Öyle ki kendisini “Dersimli Aydın Sayanlar” bile yaşananları “ Soykırım” göstermeye çalışmışlardır. 1938 yılından beri Mustafa Kemal’in partisi CHP’ye oy veren alevi kesimin davranış nedenini sorgulama gereği duymamışlardır. Bir gerçek var ortada; İşgale direnen halkın başardığı kurtuluş savaşı, savaş sonunda kurulan cumhuriyet dönemi, Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyet değişimleri vardır ortalıkta. Ülkenin çoğu bölgesinde cumhuriyet değişimleri etkilerini gösterirken, okullar, yollar, güvenlik, belirli kurallara bağlanırken cumhuriyet yönetimi 1935 yılına kadar Dersim’e girememiştir. Devlet gücünü göstereceği kurumlarını, işyarlarını her yerde etkinleştirmeye çabalarken Dersim’i feodal derebeylerin, şeyhlerin, seyitlerin egemenliği altında kul-maraba olarak bırakmasını beklemek bir düş olmaktan öteye gidemezdi. Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun 25 Aralık 1935 tarih ve 2848 sayıyla çıkıp Ocak 1936’de uygulamaya konuldu. Açık üç öneri vardır. Türk nüfusun yoğunlaştırılaca ğı bölgeler, göçürülüp batıda yerleştirilecek bölgeler, bölge halkının yaşamını sürdürmesinde gelecek görülmeyerek boşaltılıp oturmaya yasak edilen bölgeler, olarak kararlı bir uygulama söz konusudur. Yasa uyulamaya konulurken devletin gücü ile feodal kalıntıların düzeninin, Derebeylerinin çıkar ilişkileri de çatışacaktır. Devlet devletliğini kanıtlarken, Derebeyi yıllardır din ve gericilik üzerine kurduğu gücünü koruyacaktır kuşkusuz. Ortada kalan yıllardır bilgisiz, eğitimsiz, sağlıksız, sahipsiz halka söz hakkı tanınmadı. İki güç de yanında olmasın bekledi doğal olarak. Burada çatışmaya neden olan halk kime sağlanacaktı? Halkın geleceği nerede aydınlık olacaktı? Günün koşullarında bir halk oylaması düşünülebilir miydi? Her öykücü yaşananların doğrudan öznesi değildir. Yazarların doğum tarihlerine bakıldığında, anlatılanların anne ve babaların büyüklerinden dinleyip aktardıklarıyla, yazarın çok az da olsa yaşlılardan dinledikleri olabileceği gibi dinleyip, okunanlardan kurgulanmış öyküler olduğunu görürüz. Yaratılan öykü kişileri de daha önce yazılmış öykülerin kişilerinin yaşantılarına çok benzemesi, benzer olayların yaşanmışlığı, öykü yazarlarının yazın gücünü azaltmamaktadır. Tarihsel belgelerin incelenip kurgulanmış öyküler kendisini ele veriyor.( Beyaz Kartal… Çok Uzakmış… Sabiha… Yıllar Önce Bu Meydandaydım… Dedemin Madalyası… vb.). Bütün öykülerde verilmek istenen iletileri değerlendirmek okurun konudaki bilgi birikimine, önceki okumalarına göre değişebilir. Sezinletilmek istenen ana duyguya yaklaşırken iki ana açıdan bakmak gerekir inancındayım. “Biz barışı birlikte sağladık; birlikte sağladığımız barışı bozmak isteyen bu maceraperestler, yazık, çok yazık” düşüncesinin Mustafa Kemal’in görüşü olduğunu sezinler okur. Bütün öykülerde dönemin Cumhurbaşkanına, Başbakanına, komutanlarına doğrudan yöneltilmiş bir ileti yok. Söylemek istenenlerin Sabiha üzerinden duyumsatılmasını duruş eksikliği olarak algıladım. Sabiha Gökçen adının sık geçmesi bombardıman uçaklarından dolayı öne çıkarılmadığını sezinledim çünkü yanında on beş savaş pilotu daha vardır. Sabiha Gökçen’in etnik kökeninin 1915 olayları ile ilişkilendirilmesi, içinde öç duygularını taşıdığı anıştırılmak isteniyorsa; ‘…kendini koruyan insanlara ihanet etmemesi gerekirdi…’ demek mi isteniyor? Sabiha Gökçen ağzından öyküde söyletilen ‘…Ben nereden kalkarsam kalkayım babama konacak teyyareyim.(.69)…’ tümcesi o anki duygu ve düşüncelerine uygun düşer. Yadsıyorsak, Tunceli halkının derebeylerine bakışını anlamamışız demektir. Tunceli halkı seyidine, şeyhine, ağasına nasıl koşulsuz bağlıysa, Sabiha Gökçen’in de Atasına bağımlılığı aynı değerde düşünülmelidir. Dönemi sorgularken olanların doğrudan özneleri ile yüzleşmeye giremeyenler karar verme yetkisi olmayanları suçlama yoluna giderse içtenliksiz bir yöneliş olur. Yirmi üç öyküyü okuduktan sonra önümüze iki yaklaşım çıkıyor. Olayların öznesine taraf olmadan, bölgede yaşanan acıyı yaşayan kimsesiz, kendine bir yana yaslayamamış, umarsız insanlarda bıraktığı etkileri öykü duyarlığı ile vermeye çalışan öykücüler, örneğin; “ Esker geldi. Uzakta o da ana kuzusuydu. Esker de ana kuzusu. İnsan İnsana kıymaz (s.17). Öykülerde öykü sanatını ikinci izleğe iterek siyasal düşünceyi öne çıkaran öyküler, öykücüler. İletileriyle bir şeyler söyleyecekler ama bir türlü o sözcüğü söyleyemeyen, söylemekten çekinen, ama duyumsatmaya çalışanlar. Duyumsatmanın da ötesine giderek iletisini kanırtarak gözümüze sokmaya çalışan öykücüler de düşüncelerini sergilemiştir. Söylemek istediğini iç konuşmalarına gizlemeye çalışanlara sorulacak bir soru düşüyor usuma. 1938’den beri Alevi, Ehlibeyt olarak algılanan vatandaşlarımız her seçimde neden oylarını Mustafa Kemal’in partisine veriyorlardır? Sizin anıştırmaya çalıştığınız iki sözcüğe inansalardı kesinlikle oy vermezlerdi sanırım. Olsa olsa kandırıldıklarının bilincine varmışlardır. Bölge halkı Koçgiri, Şeyh Sait kalkışmalarında kendilerine biçilen değeri, uygulanan ayrımcılığı da görmedi mi dersiniz? 1915, 1920, 1925 kalkışmalarının neden sonuç ilişkilerini tam öğrenemeden 1938’ anlamak sadece sözlü anlatımlara sığınmanın sığlığı olur. 1972, 1980 kırılmaları da sol düşünceyi, özelinde de alevi solu yok etmeyi amaçlar. Bu yıldırma siyasalarının uygulamaları sonucunda sol düşünceli insanların inancına ve kimliğine bakılmadan Avrupa ülkelerine gitmelerine göz yumularak ‘…kopuntu Alevilik’ olgusu yaratılmıştır. Avrupa ülkelerinde sığınacak yer, ekmek arayan iyi yetişmiş beyin gücü ne olacaktı? Avrupa Birliğinin istekleri doğrultusunda ülkemize uygulanacak siyasaların içinde yer almak zorunda bırakıldıklarını da biliyoruz. 21. Yüzyılın başlarının siyasalarının, uygulamalarının kurgucusu da ülkemizden kovulmuş değerler değil miydi? Uygulanan siyasalar içinde ülkemizin sanatı, yazını, kültürü de yok muydu? Kopuntu düşünceler acıyı kanırta Tunceli kökenli insanları bir noktada toparlamaya çalışmaktadır dersem yanlış olmaz sanırım Aynı yıllarda geçmişimizde yaşanan toplumsal değişimlerde yaralanmış insanların anımsamak bile istemedikleri acıları dillendirilerek yaratılmak istenen düşmanlıklar, ayrılıklara dönüştürülmeye başlanmıştır. Kendi ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişimlerde yaralanan, dağılan, insanlara ilgisiz kalınmışsa; ülkemizin her ilinde aydınlık düşüncenin öznesi olan milyonlarca insan nereden gelmiş, Avrupa ülkelerine taşıdıkları bilgilerini, becerilerini nerden almışlardır? Öykü yazarlarının eğitim gördükleri okullara baktığımızda açık bir gerçek vardır. Cumhuriyet devrimlerinin eğitim kurumlarından aldıkları bilgi ve becerilerle çağımızı sorgulama gücüne ulaşmışlardır. Okuduklarım içinde; Serçe ****nin olaylara bakışımı insancıl boyutlarda etkileyen, netleştiren önemli bir çalışma olması boşuna değildir sanırım. Usta yazarımız Murathan Mungan’ın gerçekleştirdiği çalışmanın sorumluluğu önemlidir. Nice yıllardır taşlaşmış düşüncelerin üç kuşak sonrasında sorgulanmasına olanak sağlayan seçkiyi oluşturarak yazınımızdaki eksiği tamamlamaktadır. İster soykırım olarak görsün, isterse yirminci yüzyılın hızlı değişimlerinde dünyanın her köşesinde yaşanan değişimlerin istenmeyen ama kaçınılmaz acı sonucu olarak algılasın, önemli bir işi başardıklarına inanıyorum. Yazımızda yeri geldikçe değinilen kalkışımlarda başka ülkelerin kışkırtmaları, siyasi çıkarları var mıdır? Başka ülkeler halklarına nasıl davranmışlardır? Sorumuzun yanıtının irdelenip, içinde yaşadığımız kül karası günlerde yeniden düşünülmelidir. “Bir Dersim Hikâyesi”, özenli bir öykü çalışması olarak algılanmayacak, süreme katkıları da irdelenecektir. Olguları, sonuçları, geldiğimiz aşamayı düşündüğümüzde varacağımız yetkinliğe de katkıları olacaktır. Has okura söylemek istediğim; geçmişte yazılanları da ‘Kemalist, cumhuriyetçi, resmi ideoloji’ önemsizleştirmesine düşmeden okuduğumuzda kopuntu ucuzluğuna düşmeyeceğimize inanıyorum. Geçmişte ölenlerin ödediği bedellerle günümüze ulaştığımızın da anımsanması dilerim. 22 Aralık 2015 * Murathan Mungan- Seçki. Metis Yayınları- 2012. * * Sabahattin Selek- Kutsal İsyan. May yayınları 1966. *** Kemal Bilbaşar- Cemo 1-11(1967), Memo(1970) Roman, May Yayınları. 1970 ****Ali Arslan- Serçe 1-2, roman. Berfin Bahar Yayınları.2002

  • Savaş Artığı

    “ İnsan için en değerli şey hayattır. Hayat yalnız bir kereliğine ve geçmişi hatırladığında her hangi bir anını boşa geçirmediğine hayıflanmayacak ya da yaptığın hiçbir şeyden utanmayacak şekilde harcanmalıdır. Nikolay Ostrovsky” Sekiz yaşında okuma- yazmayı öğrendiğim yıllarda radyo dinleme olanaklarına da kavuşmuştum. İrice bir Anadolu köyünde sokaklarındaki gazete atıklarında KORE- KORE SAVAŞI korkulu düşlerimizdi. Geceleri “Babamı da Savaşa götürürler mi?” korkulu düşleriyle uyanmak istemezdim. Radyodan Kore iletilerini dinler, anlamaz; Kore asker resimlerinden, askerlerin kuru yüzünden, çekik gözlerinden korkmayı da sürdürürdüm. Görsek da ayrımında olmadığımız Cilalı Sait ağabeyin neden çalışmadığını, dört yol ağzında iki katlı evin taş basamaklarındaki eski çulun üzerinde sürekli oturmasındaki gizemi çözmemiz uzun sürdü. Balmumu boyağına benzeyen yüzünde sakalı var mı yok mu belirsizdi. Seyrek sarı saçları, uzun boyuna göre küçük görünen başında derinlere kaçmış gözlerinde sürekli uykusuzluk duygusu uyandırırdı. İri, uzun parmaklı elleri küçücük toprak testiyi kaldırmakta zorlanırdı. Önüne serdiği yağlığı üzerinde parlak ışıklar yansıtan kaşık, çatal, hiç görmediğimiz ayrıntıları olan bıçak, tas, tabak, tıraş makinesiserili dururdu. Yoldan geçenler bir soluk yanına sokulur, gölgede soluklanırken de Cilalı Sait’i selamlar, gönlünü alırlardı. Cilalı Sait, yağlığında serili savaş araçlarını satmaya çalışırdı. “Kore’den getirdiklerini satıp anapara yapacağını, çerçilik işini büyüteceğini…” söylerdi. Beşlik, onluk Nevşehir simidi, tahta kaşık, oklava dolu tahta sandığı gölgede beklerdi. Yetişkinlerin olmadığı süremlerde de çevresinde bekleşen çocuklara savaş kahramanlıklarını anlatırdı. Cilalı Sait’in kahramanlıkları mı yoksa ‘Nevşehir Simiti’nin kokusu mu bekletirdi basamaklara birerli, ikişerli sıralanıp oturan eli boş çocukları bilemezdik. Cilalı Sait emminin pek öyle kahramanlık yapacak görünüşü de yoktu… Bekleştiğimiz bir yaz gününde Cilalı Sait emminin yağlık sergisinden parıl parıl parlayan, alttan çevrilince üstten kanatları açılan, üzerinde USA yazan tıraş makinesini, beş liraya almıştı babam. Birlikte eve doğru yürürken; “Aslında beş lira etmez ama Sait emmine yardım olsun diye aldım. Amerika’ya güvenerek gönüllü gitti Kore’ye. Oralardan zengin döneceğine inanmıştı. Hasta döndü Kore Savaşı’ndan, başka iş yapamadığından eşekle Acıgöl’den simit getirip satıyor. Sen yine de simit alma, hastalığı belirsiz, bulaşıcı olabilir…” sıkılamasını yaptıktan sonra da, tavaya su koyarak gazocağında kaynattıktan sonra kullandı tıraş makinesini. On sekiz yaşında öğretmen çıkınca bana armağan etmişti. Uzun yıllar kullandım ama cilalı Sait emmiyi de unutup gittim. Kore Savaşı’nı daha sonraki yıllarda nedenleri- niçinleri ile öğrensek te Cilalı Sait emmi denli iz bırakmamıştı usumda. 01 Temmuz 2017; Kanada Kuruluş Bayramı’nın Toronto gösterilerinde gözlerim ilginç giysileri, görmediğim müzik araçlarına odaklanırken; kulaklarımı dolduran müziği dinlemeye yoğunlaşıverdim. Gösteri süresince Japon filmlerini, Çin’in son imparatorunu düşleyerek soluksuz dinledim. Yer yer yükselen çığlıklar içinde ağıtları, zor duyulan susuşlarda yalvarışları duyumsuyordum. Savaşı anlatan duygular yükseliyordu gönlümde. Yanımda oturan iriyarı, soluk benizli, çekik gözlü, yaşlıca bir beye, hangi ulusun gösterisi olduğunu sordum. “Korea!” sözüne, “North or South?” sorusunu ekleyince “ KOREA!” derken yüzü öfkeliydi. Kaç yıl önce Toronto’ya göçüp geldiklerini bilemiyordum ama yaşadığımız günde bile bölünme nefretle anılıyordu… HA JIN’ın dilimize SAVAŞ ARTIĞI* olarak aktarılan, gerçekçi belgesel romanında bilsemelerimi doyurmak, cilalı Sait emmimi aramak için okuduğumda geç kaldığımı düşünerek de üzüldüm. Çinli bir yazar Kore’yi nasıl anlatır? “ Kuzey Kampını tel Örgüleri dışından nehre doğru yürüyen Amerikan Askerlerinin yanında ilk kez Türkleri gördüm. Uzun boylu, zayıf, başları dik ve öne bakarak geçiyorlardı. Bizden tarafa bakmadılar bile. Biz ilk kez Türkleri görüyordu…” İçlerinde Cilalı Sait emmim de var mıydı? Ha Jin subay çocuğu olarak orduya katılır. Altı yıl sonra ayrılıp Üniversite’de İngilizce doktora yapar. 1985’de ABD’ yerleşir. Yazmaya başlar. Kore Savaşı’nda İngilizce okuyup yazan subay olarak yer alır. Güneyde ABD, Kuzeyde Sovyetler vardır. Çin, Kore’ye destek vermiyor görünümünde olmak, ABD ile ilişkilerini bozmamak için, Çin ana ordusundan farklı görünümde “Çin Halk Gönüllüleri” örgütlenmesinde savaşın içindedir. Komünistler 1949’da yönetime geldiler. Okulun milliyetçi ilkeleri Çan kay Şek tarafından belirlenmişti. Alınan bilgiler H.K.O’da ise yaramazdı. Askeri öğrenciler Milliyetçilerin ahlak bozukluğundan tiksindiklerinden K.K.O’na teslim oldular. Komünistler ayrım yapmayacaklarına söz verdiler. Eski subaylara Marx, Lenin, Mao ve proleter devrim dersleri verilir, kabul etmeyenler hapsedilirdi. Kahramanın-Anlatıcının nişanlısı; “ Komünistler ülkemize düzen getirmişti ve insanların çoğu ümitliydi. Savaş yorgunu ülkemiz sonunda barışı getirecek gibi görünen komünistlere minnet duyuyordu ( y.11-12). “Komünist birliklerin komutanları askere iyi davranır, birlikte yer içer, askeri çok önemser. Milliyetçi Birlikte komutan askerden ayrıcalıklıdır beslenir, kendisini düşünür, askeri önemsemez. (y.21)”düşüncesindedir. Mc Arthur ordusu Yalu’yu geçmek, Mançurya’yı, Çin’in Kuzeydoğusu ’nu ele geçirmeye niyetleniyordu. Ruslar silah verdi ama kullanım yönlendiricileri Kirilabecesiyle yazıldığından sınama yanılma ile kullanılabildi. Yalu savaşta çok zarar gördü (%80). Evler ilkel, tarlalar bakımsız, dağlık traversler halinde, halk çok yoksul. Koreli ajanlar ABD’ye çalışıyordu. Kore’de çok sayıda Çinli emekçi vardı. Çoğu Mançurya’dan gelmiş, Kore ve Mançurya okullarında öğretilen Japonca konuşuyorlardı. Ha Jin, “Gerçekte komünistlerin tarafını tutmuştum fakat bu, yalnızca eve dönmek içindi. Milliyetçiler Çin’e gitmek isteyenlere karar verenleri komünist olarak görüyorlardı.”der. Öylesine karmaşık siyasaların kurgulanıp uygulandığı savaş alanlarında Çan Kay Şek, Çin anakarasında halkın yönetime karşı ayaklanmasını sağlamaya çalışırken; Çin savaş ateşini sınırlarından uzak tutmaya çaba göstermektedir. ABD, Kore halkının sıcak baktığı paralı kesimdi. Kore halkı, ABD’nin kamp atıklarını topluyor, yararlanıyor, mal satıyor, Kore halkına yardıma geldiklerini düşünüyordu. Tüm savaşların, yasal olmayan yollardan yaratılan ekonomik bir boyutu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Toplama kamplarında bile durum aynıdır. Kuzey- ve Güney esir kamplarında bulunan HiJin’in gözlemleri öylesine gerçektir ki gördüklerinden kendisi bile şaşkına döner. Güneyin varsıl kamplarına karşın Kuzey kamplarının zor koşulları ekonomik nedenlerin yanında siyasal yaymacılığın (propaganda) bir sonucudur. “ Savaş ateşi asker ölüleriyle beslenen bir fırındır.Hem komünistler hem milliyetçiler İngilizce bildiğim için benimle ilgileniyorlardı ( y.84).” Milliyetçiler Çin’e gitmeye karar verenleri Komünist olarak görüyorlar. Güney Kamplarında tutsak kaldığı günlerdeki ilişkilerinden ileride sorgulanacağını düşünemediği önemli noktalar; “ Katolik Papazın vaazlarına gidiyordum. Peder HU milliyetçi ve ABD misyoneriydi. Kamptaki kilisede Milliyetçi Çin ve ABD bayrağı asılıydı (y.81), “Papazların Milliyetçilerin ve ABD emriyle komünistlere yapılan işkencelere karşı çıkmadıklarını görünce kiliseye, ayinlere gitmeyi bıraktım ( y.88).”, “Acı çektirme sanatında Çinliler ve Koreliler, Amerikalılardan daha uzmandırlar (y.92)” son anda kararını değiştirerek anayurda dönmek istediğini söyler. Uzun beklemelerden, sıkıntılardan sonra döner. Anayurdunda da kampa alınır. Anayurt bile güven duymamaktadır artık. Uğruna döndükleri yoktur artık. Önemsiz bir görevle görevlendirilir. Cilalı Sait emmi de düşlediği varsıllığın yerine bedenine yapışan hastalığı taşıyarak döner ana köyüne. Eşi sağdır ama yoksulluk yapışmıştır günlerine. Beşlik onluk simit satarak güz günlerine değin gölgeleri bekler. Ne adına savaştıklarından, ne de komünizmden koruduklarından bir umar gelmez. Öldükten sonra yoksul ülkesi az da olsa bir aylıkla anımsar eşiyle kızını. Cilalı Sait emmim de varsıl ülkelere iyi görünmeye çalışan bir savaş artığı mıydı? Şimdi çocuklarına, torunlarına sorsak kahraman olduğunu söylerler belki de. Yaşamın dayattıkları ile inandığı ülkünün dayattıkları, duyunçla insancıl zayıflıklar… Kişisel kaygıların yasını tutmak yerine, kendine ve geleceğe güven duyarak yaşama tutunmak. Annesi, nişanlısı, vatana dönerse vatanı olacak mı? Bir savaş artığı, savaş sanayisinin artığı mı olacaktır? Küçük ümitleri, hedefleri olan sıradan insanların hem güçlü hem umarsız olduğu durumları sorgulatır okuruna. Savaşlar belirli aralıklarla yapılması gereken kutgünler midir? Acılarına, yıkımlarına, artıklarına, mutsuzluklarına karşın neden yinelenir? Akçalı bencillikler oldukça da yinelenecek midir? Söndürülemeyen savaş fırınlarına yeni ölüler mi gerekiyor? Ödemiş;18 Mayıs 2019 *Ha JIN. SAVAŞ ARTIĞI.( İngilizceden çeviren Toma Tosun) Roman. Ayrıntı Yayınları-2011 * Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi. Sa:89, Eylül-Ekim 2019. Y: 93-95

bottom of page