top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Her Hafta Bir Dergi

    Adalılara Armağan / maviADA 10.Sayı Ocak 2007 / Dergiye ulaşmak ve okumak için resme tıklayın

  • maviMÜZE

    2002'de basılı Kimse-SİZ dergisiyle başlayan maviADA basılı dergiyle süren, 2014'te ara verilen basılı derginin yerini alan İNTERNET yayını maviADA'nın bütün tarihi... *Yazarları *Yazıları *PDF formatıyla tıpatıp bütün dergiler *Etkinlikler, *Yol öyküleri 2 yılda yapılan titiz bir çalışma ile gerçekleştirilen sanal müze maviMÜZE'de görülebilir.

  • ATATÜRK'e EĞİLEN BİR SÜRGÜN

    En keskin ATATÜRK muhaliflerindendi. Posta Genel Müdürüyken Atatürk ve Milli Mücadelenin telgraflarının çekimini yasakladı. 150'likler listesinde yer aldı. Atatürk tarafından af edildi. Yıllar sonra ülkesine döndüğünde başka türlü düşünüyordu. * Ben bu topraklarda Atatürk düşmanlığının koyu bir cehaletten veya derin bir ihanetten beslendiğini düşünüyorum. “Bu topraklarda Atatürk’ü ve eserini gerçekten tanıyan namuslu birinin eğer ihanet içinde değilse Atatürk’e düşman olabilmesi olanaksızdır” diyorum. Nitekim en ateşlimuhalifleri bile eğer yüreklerinde biraz Türkiye sevgisi varsa eninde sonunda yine ona;onun ölümsüz düşüncelerine sarıldı, sarılıyor, sarılacak. İşte onlardan biri Refik Halit Karay… / SİNAN MEYDAN'ın araştırma ve derlemesini okumak için tıklayın

  • Gülriz Sururi

    Yıl 1929... Dönemin ünlü dans salonlarından birinde tanışıp aşık olan Abdülhamit'in kilercibaşısı İbrahim Bey'in torunu Suzan Hanım ve Nazif Sururi Paşa'nın oğlu Lütfullah Bey, aileleri evlenmelerine izin vermediği için evden kaçarlar. Türkiye'nin ilk profesyonel Müslüman primadonnası olan Suzan Hanım ve tenor Lütfullah (Sururi) Bey, yakın arkadaşları Melek Hanım'ın babası Muhlis Sabahattin Bey'in evine sığınır. Onları dansla, müzikle tanıştıran da Melek Hanım'dır. Muhlis Sabahattin Bey ünlü 'Ayşe' operetini yeni bestelemiştir o sıralar. Operetteki Ayşe ve Ahmet rolünü onlara verir. İki aşık evlenir ve Suzan Lütfullah karnında kızı Gülriz'le 'Ayşe'yi sahneler. Böylece Gülriz Sururi daha anne karnındayken sahneye aşina olur. Ama ne yazık ki bu mutluluk kısa sürer. Gülriz 2 yaşındayken Suzan Lütfullah Hanım, safrakesesinin patlaması sonucu 23 yaşında hayata veda eder... Aile, Gülriz'den bu acı haberi saklar. 'Annen Almanya'ya plak doldurmaya gitti' diye onu oyalarlar. Bu haberi almak için çok küçük olduğunu düşünürler. Gülriz Sururi sonrasını bir röportajında şöyle anlatır: "6 yaşındaydım. Anneannemle çocuk parkına gitmiştik. Orada bir Rum ahbabına rastladı. Beni gösterek 'Suzan'ın kızı' dedi anneannem. Annemin konusu açılınca birden Rumca konuşmaya başladılar, aralarında 'pethane' sözcüğü geçti. Ben bu sözcüğü aklımda tuttum. Orada Rum kayıkçılar vardı, onlara kelimenin anlamını sordum, 'öldü demek' dediler.'' Annesinin öldüğünü o gün öğrenen küçük Gülriz de ailesinin başlattığı bu acı oyunu sürdürür. İlkokula başlayana kadar kendi yaşıtlarından hiç arkadaşı olmaz. Tiyatro ile tanışmasını ise şöyle anlatır: "12 yaşındaydım. Muhsin Bey (Ertuğrul) babama, 'Kızı da annesi gibi yetenekliyse getir tiyatroya başlatalım' demiş. Aile karalar bağladı, tiyatrocu olmamı istemiyorlardı. İşin ilginci ben de istemiyordum. Ama Muhsin Beye 'Hayır' demek söz konusu değildi. Çocuk tiyatrosuna gidip gelmeye başladım. Önceleri koroda şarkı söylüyordum. Sonra, ailesi başrol oynayan kızı tiyatrodan alınca onun yerine geçtim. Başarılı oldum ve galiba alkışlar beni zehirledi.'' Gülriz Sururi, hayatının sonraki yıllarını ise röportajlarından birinde şöyle anlatır: "Annemi kaybettikten sonra babam, uzun yıllar matemini tuttu. Hayata döndüğünde çok çapkın bir adam oldu. 'Evleneceğim' dediğinde çok sevindim. Hayaller kurarken üç çocuklu bir kadınla evlendi. Onlarla aynı eve sığamadığımız için 14 yaşında anneannemin evine gitmek zorunda kaldım. Benim geleceğim sürekli tartışılıyordu. Onların aklından geçen en güzel şey, evlenmemdi. Biriyle tanıştım, 'tiyatroyu bırak' dedi, ben onu bıraktım. Sonra 18 yaşında flört edeceğime evlendim, çünkü o zamanlar biriyle uzun boylu gezerseniz adınız çıkıyordu. Yüzük takmak, geceleri dışarı özgürce çıkabilmek için yapılmış çocukça bir evlilikti. Bir iş adamının oğluydu. 1.5 yıl sürdü evlilik. Hiç anlaşamadık, ayrıldık. Para kazanmam gerekiyordu, konservatuvarı bırakıp özel tiyatroya geçtim. Şansa bakın ki; Muammer Karaca Tiyatrosu'ndaki oyunların başrol oyuncusu ayrılmış. Bana söylediler, kabul ettim. Selim- Adile Naşit ile kış turnesine çıktım, üç ayda bütün Anadolu'yu gezdim. Çırak gittim, usta döndüm.'' Gülriz Sururi çocukluktan beri hayalini kurduğu 'Romeo'suyla ise bir davette karşılaşır. Gülriz Sururi o sıralar Sokak Kızı İrma'yı oynuyordur. Bir röportajında bu büyük aşk hikayesini şöyle anlatır: "Engin'in (Cezzar) ailesi tiyatrocuyum diye evlenmemizi istemedi. Ayrıca dulum. Engin, Amerika'da Yale Üniversitesi'nde okuyup dönmüş; Hamlet'i oynuyordu. O sırada tanıştık. Hem oğullarıyla, 'Aman efendim ne biçim Hamlet oynuyor' diye iftihar ediyorlardı, hem de evleneceği kişinin tiyatrocu olmasını istemiyorlardı. Biz de intihar etmeye karar verdik. Evdeki havagazını açtık, komşular kurtardı, ölmedik.'' İki yıl sonra 28 Eylül 1968'de küçük bir törenle evlenirler. 53 yıllık evlilik sırasında araya giren boşanma dönemi sadece 2 yıl sürer. Bu dönemde de günde üç kere birbirlerini ararlar. 1999'da tekrar evlenirler. İlk kez 1942'de İstanbul Şehir Tiyatrosu Çocuk Bölümünde sahneye çıkan Gülriz Sururi, İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro ve Şan Bölümlerinde eğitim görür. Konservatuvarı bitiremeden bazı özel topluluklarda çalışmaya başlar. 1955'te Muammer Karaca Topluluğunda profesyonel sanat yaşamına başlar. 1960'ta Dormen Tiyatrosu'na geçer. 1961'de, bu toplulukta sahnelenen 'Sokak Kızı İrma'daki rolüyle en iyi kadın oyuncu olarak İlhan İskender Armağanı'nı kazanır. 1962'de eşi ile birlikte Küçük Sahne'de Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosunu kurarlar. Sokak Kızı Irma, Ferhat ile Şirin, Teneke, gibi pek çok oyunda rol alır. 1966'da "Teneke" oyunundaki rolüyle İlhan İskender En İyi Kadın Oyuncu Armağanı'nı bir kez daha kazanır. Aynı yıl Türk Kadınlar Birliğince "Yılın Kadını" seçilir. Haldun Taner'in yazdığı, Genco Erkal'ın yönettiği ve ilk olarak 31 Mart 1964'te sahnelenip uzun süre kapalı gişe oynayan "Keşanlı Ali Destanı"nda "Zilha" rolündeki başarısıyla ünü artar. 1971'de Hint Kumaşı adlı oyundaki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü üçüncü kez kazanır. 1979-1980 mevsiminde Mehmet Akan'la birlikte, topluluğun o güne dek sahnelediği oyunlardan Uzun İnce Bir Yol adlı bir derleme yapar ve gösteriminde oynar. Edith Piaf'ın yaşam öyküsünden Başar Sabuncu'nun oyunlaştırdığı Kaldırım Serçesi adlı oyun ile müzikal sanatçısı olarak ustalığını gösterir. 1982-1983 sezonunda bu oyundaki yorumuyla Avni Dilligil En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü, İzmir Gazeteciler Derneği'nin Altan Artemis Ödülü'nü ve Milliyet gazetesinin 1983 Süperstar Tiyatro Oyuncusu Ödülü'nü kazanır. Engin Cezzar'ın uyarladığı ve yönettiği pek çok oyunda rol alır. Dramdan güldürüye ve müzikli oyuna dek her çeşit eserde rol alan Sururi, oyunculuğunun dışında Türk tiyatrosunda yöneticilik de yapar. 2017'de hayatını kaybeden eşi Engin Cezzar'ın ardından Gülriz Sururi de önceki gün sessiz sedasız yaşama veda etti... Her iki sanatçımızı da saygıyla anıyoruz... Kaynak: https://www.posta.com.tr/gulriz-sururi-

  • Hayat Bayram Olsa

    Şu dünyadaki en mutlu kişi Mutluluk verendir Şu dünyadaki sevilen kişi Sevmeyi bilendir Şu dünyadaki en güçlü kişi Güçlükten gelendir Şu dünyadaki en soylu kişi İnsafa gelendir Şu dünyadaki en bilgin kişi Kendini bilendir Bütün dünya buna inansa Bir inansa, hayat bayram olsa İnsanlar el ele tutuşsa Birlik olsa Uzansak sonsuza Şu dünyadaki en olgun kişi Acıya gülendir Şu dünyadaki en soylu kişi İnsafa gelendir Şu dünyadaki en zengin kişi Gönül fethedendir Şu dünyadaki en üstün kişi İnsanı sevendir Bütün dünya buna inansa Bir inansa hayat bayram olsa İnsanlar el ele tutuşsa Birlik olsa ŞENAY

  • Adalet AĞAOĞLU

    "Sonsuzluk Olmak" Türkiye'nin değişik dönemlerini ve bu dönemlerin insan hayatlarına etkisini inceleyen eserleriyle 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı'nın en önemli romancılarından biri kabul edilen Adalet Ağaoğlu; “Ölmeye yatıyorum, eğer bir sonsuzluk varsa; sonsuzluk olmak istiyorum. İsmi anılmayan, gözleri görmeyen, yaşamayan bir sonsuzluk” cümlesinde dediği gibi "sonsuzluğa" doğru yelken açtı. Kendisini saygıyla uğurluyoruz sonsuzluk yolculuğuna... Dört çocuklu bir ailenin ikinci ve tek kızı çocuğu olarak 23 Ekim 1929 yılında Nallıhan'da dünyaya gelir Adalet Ağaoğlu. İlköğrenimini Nallıhan'da tamamladıktan sonra 1938'de ailesi ile birlikte Ankara'ya yerleşirler. Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1950 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olur. Edebiyata ilgisi lise yıllarında şiirlerle başlar, kısa bir süre sonra oyun yazarlığına yönelir. İlk defa 1946'da Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yayımlayarak yazarlığa başlayan Ağaoğlu'nun ilk şiirleri. 1948-50 arasında Kaynak Dergisi'nde yayımlanır. 1951-1970 yılları arasında TRT’de çeşitli görevler yapar. Ankara Radyosu'nda göreve başladığı yıl ilk radyo oyunu olan "Aşk Şarkısı"nı yazar. Radyo'da görev yaparken tiyatro oyuncusu ve yönetmen dört arkadaşı ile birlikte Ankara'nın ilk özel tiyatrosu olan "Meydan Sahnesi"ni kurarlar ve Meydan Sahne Dergisi'ni çıkarırlar. 1953 yılında tiyatro konusunda görgü ve bilgisini artırmak üzere Paris'e giden Ağaoğlu'nun, aynı yıl Sevim Uzungören'le birlikte yazdığı "Bir Piyes Yazalım" tiyatro oyunu Ankara'da sahnelenir. 1954 yılında mühendis Halim Ağaoğlu ile evlenen sanatçı, ilk romanını yazana kadar oyun yazarlığını sürdürür. Üst üste yazdığı oyunlarla altmışlı ve yetmişli yılların önde gelen oyun yazarlarından olur. TRT'nin özerkliğine el konulması gerekçesiyle TRT Radyo Dairesi Başkanlığı'ndan 1970 'te istifa eden sanatçı o tarihten bu yana yazarlıktan başka bir işle uğraşmaz. Edebiyat yaşamının bazı dönemlerinde "Remüs Tealada" ve "Parker Quinck" gibi takma adlar kullanmıştır. İlk romanı Ölmeye Yatmak, 1973’te yayımlanır. Bu ilk romanından itibaren tüm eserleri yoğun tartışmalara konu olur. Ölmeye Yatmak, daha sonra yazdığı Bir Düğün Gecesi ve Hayır adlı romanlarla bir üçleme oluşturur ve birçok ödül kazanır. Bir Düğün Gecesi ve Hayır romanları yayınlanır yayınlanmaz, ikinci romanı olan Fikrimin İnce Gülü, dördüncü basımında toplatılır. Fikrimin İnce Gülü romanı hakkında, "Askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif (küçük düşürmek)" suçlamasıyla hakkında 1981 yılında dava açılan Ağaoğlu, iki yıl süren davanın ardından aklanır. Düğün Gecesi ise soruşturma aşamasında kalır. Dönemin üç önemli roman ödülüne layık görülmüş olan Bir Düğün Gecesi adlı romanı için ayrıca Aldous Huxley'den aşırma olduğu suçlaması ortaya atılır ve uzun tartışmalara sebep olur. Öykü kitapları, denemeler, anı-roman türünde eserler de yayımlayan Ağaoğlu 1991 yılında Çok Uzak Fazla Yakın'la oyun yazarlığına döner. 1983 yılından beri İstanbul'da yaşayan Ağaoğlu, son demlerine kadar yazmayı sürdürmüştür. 1996'da ciddi bir trafik kazası geçiren ve iki yıl hastanede yatan Adalet Ağaoğlu için Can Yücel'in söylediği "Sen Türkiye'nin en güzel kazasısın" sözü, Feridun Andaç'ın Adalet Ağaoğlu ile yaptığı nehir söyleşi tarzında bir kitabın adı olmuştur. Saygı ve minnetle...

  • Memleketimi Seviyorum

    Memleketimi seviyorum: Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım. Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı memleketimin şarkıları ve tütünü gibi. Memleketim: Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya, kurşun kubbeler ve fabrika bacaları benim o kendi kendinden bile gizleyerek sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir. Memleketim. Memleketim ne kadar geniş: dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana. Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum. Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum ve güneye pamuk işleyenlere gitmek için Toroslardan bir kere olsun geçemedim diye utanıyorum. Memleketim: develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler, kavak söğüt ve kırmızı toprak. Memleketim. Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık ve onun yarım kiloluğu pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla Bolu’nun Abant gölünde yüzer. Memleketim: Ankara ovasında keçiler: kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması. Yağlı, ağır fındığı Giresun’un. Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması, zeytin incir kavun ve renk renk salkım salkım üzümler ve sonra karasaban ve sonra kara sığır ve sonra: ileri, güzel, iyi her şeyi hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır, çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım yarı aç, yarı tok yarı esir…

  • ATÖLYE SİNEMASI

    Tek katlı bahçeli evlerin henüz apartmana dönüşmediği, çocukların kendi deneyim ve yaratıcılıklarıyla da desteklenen sokak oyunlarıyla büyüdüğü o yılları yaşamış olmayı zenginlik sayarım... Daha dokuz on yaşlarında ancak olmalıyım… Yaşadığımız Anadolu şehrinde bugün aklımda kalan- yazlık olanlar hariç- dört beş tane sinema olduğu. Yeni vizyona giren nitelikli filmleri izlememize babam önayak olurdu hep. En çok anımsadığım ise; haftanın iki günü aile matinesi filmlerin oynatıldığı büyük vagonların yapıldığı ve binlerce işçinin çalıştığı cer atölye fabrikasının sinemasıydı. İşçilere indirimli verilen haftalık film biletleri, biz komşu çocuklarının da sebepleneceği, sinema şölenine dönüşürdü. Özellikle yaz tatillerinde mahallenin bütün çocukları payını alırdı bu eğlenceden. En güzel kıyafetlerimizi giyer, istasyon kokan atölyenin, uzun koridorlarının yolunu tutardık… Film çıkışı kimi muzır gülümseme yayılırken yanaklarımızdan, kimi gizli gizli burnumuzu çekerdik… Sonra… Sokağın boş arsasını film seti yapıp, seyrettiğimiz filmleri, mahalle çocuklarıyla artistlere öykünür dururduk… Kimi Türkan Şoray, kimi Cüneyt Arkın, kimi Tarık Akan, kimi Belgin Doruk… Ne rol düşerse artık… Hele hele şarkılı türkülü filmse, değme keyfimize. Kostümsüz olmazdı ya… Evdeki bütün süslü püslü giysi, aksesuar ne varsa sokağa taşınırdı… Eline mikrofon kordonu diye boş makaraya bağladığımız kalın ipi attıra attıra , renkli grapon kağıtları ve balonlarla süslediğimiz sahnede bulurduk kendimizi. Doğal olarak alkışlatmak için topladığımız, mahallenin büyük küçük izleyicileri. Annem, sinemaya arkadaşlarımla yalnız yollamak istemez, ille küçük kız kardeşimi yanıma katardı. O da gezme hevesiyle peşime takılır, sonra… ışıklar sönüp, film başladı mı da bir sızlanma tuttururdu… Başım ağrıyor, karnım ağrıyor… diye ağlamaya başlardı. Tabi ben filmin en güzel yerinde… makine dairesinin boş aralığında… kardeşimi bir yandan avutur, bir yandan da çimdiklerimi eksik etmezdim üzerinden: “Hani uslu duracaktın, hani beni rahatsız etmeyecek, güzel güzel film izleyecektin!.. sinir krizleri geçirirdim. Anneme: “bunu peşime takma, film izlettirmiyor bana!..” deyip söylensem de durum pek değişmezdi doğrusu… Hala bugün kardeşimle o günleri konuşur, güleriz… O da: “Ne yapayım?.. hem sinemaya gitmeyi çok istiyor, hem de karanlıktan korkuyordum. Şimdi olsa…” Evlerimize güler yüzlü arsız bir misafir gibi girip, sonra iyiden iyiye yerleşen ve canım sinemaları bir bir kapattırıp düğün salonlarına dönüştüren televizyon denen teknoloji ürününün, gerçek dost ve misafirlerin hoş sohbetlerinin yerini alacağını, sokak aralarında oynanan çocuk oyunlarının sadece anılarda kalacağını, kim aklına getirirdi. Radyo tiyatrolarının ve arkası yarınların henüz televizyon dizilerine dönüşmediği o yıllarda, kanımca renkli dizilerden daha canlı, gökkuşağı renginde bir hayat vardı… Dostluk, arkadaşlık, komşuluk ilişkileri daha bir başka, hayat daha bir güzeldi. O güzellikleri yaşamış olmaktan kendi adıma mutluyum ancak; Teknolojide yaşanan bu sınırsız gelişme ve yenilikler her ne kadar insanlığın yararına da olsa; çığ gibi büyüyen yoksulluk, işsizlik, kuraklık ve türlü çılgınlıkların, savaşların yaşandığı bu yüzyılda, yaşama yeni merhaba diyen çocuklarımız adına çok kaygılı durduğum da bir gerçek.

  • "Sinema Denen Büyü"

    Dünyanın en masum, pembe yalanıydı. Ne var ki çok geçmeden en büyük gerçeği olacaktı. Yine de hep yalan, hep film icabı, hep pembe kaldı. Dünyanın en ücra köşelerine, her yerine uğradı, uğradığı her yerde de milyonlarca hayal, anı, umut, gülücük oldu. Saniyede 24 resmi ardarda dizip işte size bir sanat dalı deyip dünyanın en akıllıları dahil herkesi inandırmayı başaran bir alandır sinema. Ondan önce resimleri ardarda dizerek hareket yaratmak biliniyordu, Görüntüyü perdeye aktarmak da... Hacivat ve Karagöz, uzak doğunun gölge oyunları öncülerdi desek yerinde olur. 1800'lerin ikinci yarısında ilk profesyonel fikirler üretildi. O günlerde şimdiki TESLA'nın dedesini dolandırarak adam olmasına katkı da veren Edison, eşinin hanımlar gününe bir film gösteri makinesi yaptı. Bu tek kişilik sinemayı da yaşı elliyi aşanlar pazarlarda, festivallerde görmüştür; küçük bir kutunun merceğine gözünüz dayayınca hareketli resimleri izlersiniz. Yılmaz Güney'in -galiba- Endişe filminde pamuk işçilerine seyyar sinemacı öyle bir sunum yapar. Sinema içi sinema... O gösteri makinesini geliştirerek sinemanın mucidi sayılacak olan Lumiere Kardeşler olacaktır. Onlardan Luis Lumiere, "sinema, geleceği olmayan bir icattır" diyecekti. Oysa 20. Yüzyılın en muhteşem buluşu oldu. Hiçbir icat öylesine kısa zamanda yaygınlaşıp genelin malı olmadı. Sonraları yedinci sanat da denilen bu alan, bütün sanat dallarına da halka inmek nedir, nasıl olurmuş gösterdi. Resme günah gözüyle bakan büyükannemi "hacı filmleriyle " ikna etti, kundağındaki bebeğe çizgi filmi yarattı. Öteki cinsiyete meraktan ölen deli ergene kolay aşk masallarını; dünya savaşları, kutuplaşma, patlayan sanayi devrimi sonrası artan vahşi kapitalizmin boyunduruğunda gelecek kaygılarıyla bunalan orta kuşağa arzuladığı bir dünyayı olabilir gibi sundu. En güzeli de insanlığın ilk çağından beri hükümsüz olan bireysel kahramanlığa her seferinde iltimas geçip dik dur, kazanabilirsin umudunu diri tuttu. Gariptir inandırdı da... Hiçbir icat onun kadar kolay kabul görmedi. Oluşturduğu küresel sektör milyonlarca insana iş, ekmek olurken bazılarına da dudak uçuklatan paralar kazandırdı. 1890'lar başlangıcıydı. TV icat edilip yaygınlaşıncaya değin, sonraki 100 yıl boyunca dünya genelinde her kesimden halkın sosyal eğlencesi, bazılarının hayat okulu oldu. 1990'lar da ölümü... Tam ölümü denmez, yaşlılığı diyelim. Çünkü, hem sinemaya, onun umut yaratan, sorunları unutturan iki saatine insanın hala ihtiyacı var; hem de "doğadaki hiçbir şey yok olmaz" kuralına uygun olarak, geçmiş yüzyıldaki gibi olmasa da SİNEMA hala dünyanın en büyük küresel sektörlerinden biri olarak yaşamını ve "7.kol" faaliyetlerini sürdürüyor, ne var ki günümüz bireyini meşgul edecek başta TV ve bilgisayar olmak üzere o kadar çok şey var ki bu "ilk aşk " , sempatiyle baksak da başköşeden kaldırıldı. Yine de onun doğurdukları ya da esin perisi olduğu şimdi en büyük rakipleri olan tv ve internet onsuz yapamıyor, ondan besleniyor. Bize 20.yüzyılın ilk çeyreğinde geldi. Susuz Yaz uluslararası alanda adını duyuran ilk filmimiz oldu. Köyler dahil her yere yazlığını kışlığını , seyyarını, cebini... açtık. Bir devir kim, ilk gençliğinde artist olmak için evden kaçmayı düşünmedi. Şimdi yaşamımızın bir zenginliği olarak duruyor ama, eski şaşaası yok. Gene de yerel belediyelerin halka şirin gözükmek için kullandığı en ucuz yöntemlerden biridir film gösterileri hala. 20 yaşını aşan herkesin onunla ilgili bir hoş anısı vardır. 7. Sanat dalı olan sinema denilebilir ki ninesinden bebeğine herkesi bir şekilde sanat ilgilisi yaptı. Korkunç paraların döndüğü bir sektör, kendinden başka herkes olabilen, böylece de herkesin bir şeysi olan dev oyuncular yarattı. Salt o hayallerin canlandırıcısı diye bu oyuncuları uzun süre her alanın vitrininde de örneğin Amerika'nın Cumhurbaşkanlığı dahil gördük, itibar ettik. Bizde de milletvekili... Gerçi Trump bile olduktan sonra o muhteşem kovboy haydi haydi olurdu tabi... * DOSYA "Sinema Denen Büyü" ... SİNEMA ile ilgili anılarınızı, denemelerinizi, araştırma ve incelemelerinizi, varsa yaratıcı türden yazılarınızı... ekleyebilirsiniz. Gelmezse elinizden yer alan yazılarımızı okuyabilirsiniz. / Şenol Yazıcı * YERALANLARI GÖRMEK İÇİN TIKLAYINIZ

  • Kayıp

    Serap'la hemen her gün görüşen iki can arkadaşız. Ne ben Serap’tan, ne o benden vazgeçer. Arkadaşlığımız dostluktan ötededir. Günün her saatinde görüşsek bile, araya koyduğumuz çizgi Ezidilerin dışına çıkamadıkları çember gibidir. O çizgi beni de onu da ağacın en yüksek dalındaki ulaşılamayan kutsal meyveye döndürmüştür. Kaybetme korkusu aramıza ince bir çizgi olarak hayat bulmuştur. Çalışma arkadaşlarımız arkamızdan: “Karı koca bile bunlar kadar anlaşamaz!” Bünyamin’e bayram ziyaretine gitmiştik Serap’la. Bünyamin’in hoş sohbeti, muhabbetinin tadı, oturaklı lafları ile zamanın nasıl geçtiğini fark edemedik. Bünyamin’in naifliği, beyefendi kişiliği, sohbette sıranın kendine gelmesini beklemesi, sakin yumuşak bir üslupla konuşması, yerinde kıvamında da tarihi vakalara yer vermesi tadına doyulmaz bir sohbet yaşatır. Biz de zamanın nasıl geçtiğini fark edemedik. Saate baktım, epeyce geç olmuş, güneşin batmasına bir minareden daha az kalmış. Zamanın bu kadar çabuk geçmesi güzeldi de geç kalmamızın müsebbibi Bünyamin’e içimden bir sitemle hoşça kal demeden, koşar adım çıktık evden. Bünyamin arkadan sesleniyordu. “Teşekkür ederim Aytaç hocam, Serap Hanım, çok memnun oldum, ayağınıza sağlık, her zaman beklerim!” Hoşça kal demeye zamanımız yokmuş gibi, el sallayarak, veda ettik! Gölgelerimiz uzun bacaklı uzun bacaklı. Adımlarımız dev adımlarına benziyor. Kalkıp indikçe, toprağa gömülüp gömülüp çıkıyor gibiydi… Bünyamin’i evi tek gidişli bir şosenin hemen on beş, yirmi metre yukarısındaydı. Yola dökülen mıcırlar, çamur olmasına mani oluyordu. Nitekim kırmızı toprak, yağmurda zamk gibi yapışınca hareket etmek imkânsızlaşır. Yoldan tek tük araba geçiyordu. Dikkat etmek lazım, akşam akşam bir sorunla karşılaşmamak için, Serap’ın elinden tutup birlikte yana yana geçtik. Elim eline, kolum koluna temas edince, kısa kollu beyaz bluzunun rengi, yüreğinden çıkan ateşin rengini almış, akşam güneşinin kızaran ufuklardan batışına nispet edercesine kızıla dönmüştü. Serap bakışlarını üstüme çevirerek, bir şeyler demek istedi, vazgeçti birkaç adım attı, tekrar bana döndü, cesaretini toplamaya çalıştı; fakat sözcükler düğümlendi besbelli boğazında, hiçbir şey diyemedi. Akşam güneşi de atının dizginlerini kapıp koyuvermiş dörtnala dağın arkasına doğru saklanmaya gidiyordu. Güneş, ha battı, ha batacaktı. Biz de Serap’la yan yana yürümeye devam ediyorduk. Bünyamin’in evi çok gerilerde kalmış, yol boyu yürümeye devam ederken, akşamın alaca karanlığı yavaş çökmeye başlamıştı. Zaman geçiyor, biz eve ulaşmaya çalışıyorduk. Akşam serinliği her yeri kaplamıştı. Önümüzdeki, arkamızdaki meşelerin serinliği bütün tabiata sirayet etmişti. Etli etli çalı yaprakları, etli etli pırnalların dikenli yaprakları, insanın başını döndürüyordu. Esinti yavaştan hızını artırmaya başlamıştı. Küçük bir esintiyle melodik bir ses çıkaran melengiç yaprakları, orada burada çıkan küçük küçük top top çamların iğne yapraklarının sesleri günün ilk saatlerinde insana huzur verirken akşamın bu saatinde ürkütüyordu. Gökyüzü kararmaya başlamış, yıldızların şavkı ile önümüzü görebiliyorduk. Akşamcık kuşları, baykuşlar insanın korkusunu artırıyordu. Serap, ağaçların, rüzgârda çıkardığı sesle ürperiyordu. Akşamcık kuşları, bir tekmil mahlûkat günün geceye evirilmesiyle özgürlüklerini ele almışlardı. Serap’ı gecenin sesleri deli etmiş, aklını başından almıştı, bulunduğu yerde tepinmeye, cini gelesi bağırmaya başladı. Sonra bir yukarı, bir aşağı beş on adım hızlı hızlı gitti geldi. Sonra yapamadı, aklını çıvdırmış, deli gibi koştu gitti. Aman Allah’ım ne koşuş, arkasından kurşun atsan yetişemez. Adeta kanatlanmış; uçuyor. Seslendim, seslendim, duyuramadım. Karanlığa, önüme çıkan çalıya çırpıya aldırmadan koştum koştum: Yetişemedim… Kaybettim onu! Bu sırada gecenin karanlığı tam manasıyla hüküm sürmeye başlamıştı. Artık, el yordamıyla, ayak alışkanlığı yürüyordum nereye doğru gittiğimi bilmeden. Serap uçmuş, kuşlar cemiyetine katılmış, kuşlar şahı Fakiye Teyran’a mürit olmuş. Serap diye diye avazım çıktığı kadar bağırıp dağlara taşlara nakşettim adını; fakat ona duyuramadım. Onu bulmam, ona yetişmem imkânsız, o şimdi kuşlar padişahına can olmuş. Karanlıkta bir başıma yürüyorum. Sonra birden nasıl oldu, nereden gelip de buraya düştüm anlayamadım. Öğrenci iken burunlu kamyondan bozma otobüslerle gittiğim Demirci yolundayım. Yol kıyısında köyler var. Köylerin kah toprak örtülü, kah oluklu kiremit örtülü evleri, avlu kapılarında “bizi kurttan, sırtlandan, çakaldan hayvanlarımızı korusun,” diye besledikleri köpekleri. Köpekler beni görünce önüme yatıyorlardı dostça. Bazen koşturuyor, bazen yürüyordum, eski Demirci yolundan Hacon Kule’ye doğru. Hacon Kule’de ağaçlar derenin içini iyiden iyiye kaplamış, yolu da kapkara karartmış. Serap yok, ona ulaşmak hakka kavuşmak gibi, gecenin karanlığında, gecenin yalnızlığıyla esir edilen yüreğimle. Az önceye kadar korkunun zerresi aklıma gelmemişken, korkmaya başlamıştım. Karanlığın zifiri, Hacon Kule deresine öyle bir çökmüş, karanın karası simsiyah olmuş. Akşamdan çıkan yıldızlar, yıldız yüklü Samanyolu galaksisi, öteki takımyıldızlar yok olmuştu şimdi. Gökyüzünü kaplayan kurşun renkli bulutlar, karanlığın katmerlisini yaşatıyordu. “Ah Bünyamin ah,” deyip o güzel sohbetin neye sebep oldu diyerek, sohbetin güzelliğine tüy dikiyordum. “Ah Serap ah, nereye uçup gittin şimdi? Bu zifiri karanlıkta, bu Allah’ın dağında bir başına ne yapıyorsun, ah, ah? Bu entel dantelliğin, başına buyrukluğun, burnundan kıl aldırmaz kibirlinle, bak nelere sebebiyet verdin? Bağıra bağıra yardım isteye isteye sesim boğulup gitti. Yorgun düşmüşüm, sonra nerden geldiği bilinmez yaman bir uyku bütün bedenimi esir aldı, bütün uzuvlarım uykunun dayanılmaz ağırlığı altında ezim ezim ezilip gitti. Gözlerim beynim günlerce ayakta kalmışçasına mecalsiz kalıp kapanıp gitti. Uyumuşum, ne kadar uyumuşum, bir gün mü, iki gün mü bilmiyorum. Gözümü açtığımda bir çobanın başucumda dikilmiş beni seyrettiğini gördüm. Saçı sakalı birbirine karışmış, burma bıyıkları ağzını tamamen kapatmıştı. Başına giydiği bere kepeneğin başlığı altında zülüflerinden belli kömür karası saçlarını gizliyordu. Sesindeki kararlılık “bu dağların padişahı benim,” der gibiydi. “Kalk dayı kalk, epeydir sana bakıyorum, haberin yok!” “Neredeyim ben, neresi burası?” “Kocadere, Kocadere… Duydun mu hiç adını?” “Hiçbir şey bilmiyorum, kafamda hiçbir şey yok, kendimi bile bilmiyorum!” “Nerden gelip nereye gidiyorsun, adın ne?” “…” “Giyimine kuşamına bakılırsa memura benziyorsun!” “…” Karnımın acıktığını hissetmeye başladım, kaç gündür bir kırık bir şey gitmemişti mideme! “Dayı senin karnın da acıkmıştır, dur sana bir parça ekmek vereyim de aklın başına gelsin!” Torbasından bir parça ekmekle, bir parça peynir çıkarıp:” “Al, ye, senin francala ekmeklerine benzemez; ama idare edeceksin!” Ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Serap düştü aklıma… “Serap… Serap… Serap!” “Ne diyorsun dayı, bir şeyler diyorsun, anlayamadım; bir şey mi demek istiyorsun?” “Şey… Şey… Şey… Serap geçti mi buradan, Serap’ı gördün mü?” “Serap kim dayı, ne olmuş Serap’a?” “Serap geçmedi mi, buradan görmedin mi?” “Dayı ben kimseyi görmedim, bir kadının bir başına ne işi var bu dağda bayırda?” Açlıktan ölmek üzereymişim saniyede yaladım yuttum. Az önce hiçbir şey hatırlamıyordum, her şey çok güzeldi… Fakat şimdi yavaş yavaş hatırlamaya başladım. Her şeyi unutmak iyi olacak, dünyaya yeniden gelmiş gibi olacağım, unutmalı, her şeyi, her bir şeyi. Şehrin gürültüsünü, insanların riyakârlığını, ikiyüzlülüğünü, sahte dostlukları… Serap’ı bile… binlerce deli fikir gelip geçiyordu aklımdan. Şehre gitmektense burada her şeyden habersiz yaşamak… “Bak kardeşim, beni de aranıza alır mısınız, sizlerle yaşamak istiyorum. Bana bir çadır verirsiniz orada kalır; sonra da ne iş verirseniz yaparım. Yeter ki beni aranıza alın! Sahi alır mısınız? Ne olur yalvarırım, yardımcı ol bana, burada yaşamak istiyorum!” “Bu kararı ben veremem, büyüklerimiz ne der, onların bileceği iş, onlara soralım!” … Yörük obasının ileri gelenleri kendi aralarında konuştular, adının Aytaç olduğunu öğrendikleri kişiye yardım etmeye karar verdiler. Aytaç’ın yüzü her daim gülüyordu. O, her yere koşuyor, herkese yardımcı olmak için elinden gelenin fazlasını yapıyordu. Yüreğinin güzelliği cemaline yansımıştı. Hele dilinin tatlığı ile bütün gönülleri fethetmiş, paylaşılamıyordu artık… … Ay oldu yıl oldu Aytaç’tan bir haber yoktu, bugüne kadar ona dair en küçük bir ipucu, ölüsünden, dirisinden bir haber yoktu. Aramadık yer bırakmamışlar, gidebileceği, yerleri didik didik aramışlar dişe dokunur bir şey bulamamışlardı. Aytaç’ın arkadaşları bir bir sorguya çekilmiş, sorguya çekilmekle kalınmamış zımnen suçlu muamelesi bile görmüşler. Serap’a gelince onların arkadaşlığını bilmeyen yok, ne var ki içine sindiremeyenler anlaşmış gibi emniyete ondan hiç bahsetmemişler. Her daim birlikte olmalarına karşın kimse çağırmamış Serap'ı. İşte bu ona daha çok dokunmuş, demek ki emniyet de benim fikrime itibar etmiyor deyip kimseye bir şey demeden alıp başını gitmiş. Kayıp bir iken, iki oldu! 25.01.2021 Salihli

  • Bir Ben Çıkıyorum Bu Fotoğraftan

    Kapat kapıyı, içeri girme nefes alamıyorum Yalnız ve çirkinim, korkularımı uzattım Anlat derinliğini, örtün bir günah denli Geceme geç, uyuyalım ölürcesine, sevgilim Bari iç karlarımı erit, yaşat beni filikanda, İncesin, düz bir yaprağa benzersin, eğri bir Ara sokağa, küçükken, parmaklığıyla oyalandığım Paslı pencereye, bari gözünü eskitme, kapıyı da kapat Nefes alamıyorum, utancın kirli gömleğidir etimdeki Ağzının içinde ne var bilmiyorum, veresiyesi olmaz Rahmin kuyusunda dünyaya gelen üç kuruşluk haz Sevgilim, ülserim dinmez, toz çetesi insan Bir ikimiz genciz, iksir çekmişiz göğün çaldığı kuşa Yağmurun muradı yok, ruhu geçmiş baharlar bu Kimi çocuk olmak ister Ben sesinde büyümek, eminim Sevdalar oyunlarda gizli, istersen tutar Hasreti olurum evetlerinin, ama iste Kayıp gitme dilimin kan sularından Sana söz, yarın bir çiçek olup Durmadan açacağım düşünde Büyü yeter ki, büyü sevgilim, kapıyı da kapat Bir şeyin ilk tadı gibi sevdim seni, seni de sevdim Bu kötü, kötülüktür sevmenin öteki türü, çıkarın Çarkında yuvarlandın hep, felek diye yılanın Koynunda üşüdün, derinde Yırtık bir fahişeydi zaman, odur Budur seviyorum seni ama dokunamamak Kadar tuzak bir istemeyi sevdim Toprak serptin üstüme, bitmedi, sustum Olmadığında da sustum, senin gibi kuyruksuz Bütün uçurtmalaradır tutkunluğum Ağamazsın, bitti artık Beynimin tasından içtin benliğimin zehrini Başkaları kokuyordun buna kızdım, sevdim Seni de sevdim, kapıyı kapat Nefes alacak vaktim yok Canıma değiyor bağrın. Hayata ihanet ediyorum sanma Bir ben çıkıyorum bu fotoğraftan * TANER CİNDORUK/ ADANA Adana‘da doğdu. İki kardeşi de oyuncu olan ve babası öykü kitapları yazan Cindoruk, ailesinin de etkisiyle tiyatroya yöneldi. Çukurova Üniversitesinde işletme okudu. Üniversitede okuduğu yıllarda, okulun tiyatro topluluğunda oyuncu, yönetici bulundu. Babası iki kez Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü almış üretken bir öykü yazarı olan Zafer Doruk’dur. Biri Caner Cindoruk adında oyuncu olan iki kardeşi vardır. Amcası Erdal Cindoruk, tiyatro oyuncusuydu. Adana’da dünyaya gelen genç oyuncu, günümüzde hala Adana Şehir Tiyatroları’nın oyuncu kadrosunda yer almaktadır. Kamera karşısına ilk kez Öyle Bir Geçer Zaman ki isimli dizi ile geçen Taner Cindoruk, aynı zamanda şiirle de yakından ilgileniyor. Genç oyuncu yazmayı çok seviyor ve hayatının büyük bir parçasını oluşturuyor. 2011’de ise Devrimden Sonra isimli filmde yer aldı. Film, Türkiye’de yaşanan sosyalist devrimden sonra olabilecekleri anlatıyor. Dizinin başrollerinde ise Levent Ülgen, Metin Coşkun, Şerif Sezer, Orhan Aydın, Fırat Tanış ve Timur Acar yer aldı. Ardından Firar isimli dizide yer aldı. Mardin’in büyük aşiret ağalarından biri olan Aziz Ağa’nın yanında çalışan Nadir, bir gün karısını ağanın kardeşiyle basar. Nadir ağanın kardeşini öldürür ve aralarında bir kovalamaca başlar. İstanbul’a kadar uzanır. Dizinin başrolleride ise Caner Cindoruk, Ece Çeşmioğlu, İsmail Hacıoğlu ve Engin Şenkan yer aldı. 2012’de Seninki Kaç Para isimli filmde Tako karakterini canlandırdı. Film, ünü bir iş adamından para kazanmanın kolay yollarını öğrenen bir adamın yaşadıklarını komik bir şekilde anlatıyor. Filmin başrollerinde ise Vatan Şaşmaz, Fulden Akyürek, Melih Oğuzhan, Azer Bülbül ve Gürşen Eren yer aldı. 2013’te ise İnadına Yaşamak isimli dizide yer aldı. Dizinin başrollerinde ise Murat Ünalmış, Sanem Çelik, Nilüfer Açıkalın, Açelya Devrim Yılhan ve Taner Cindoruk yer aldı. Taner Cindoruk, Muhteşem Kösem Yüzyıl Başlangıç adıyla yayın hayatına başlayan dizi 2. Sezonda Muhteşem Yüzyıl Kösem: Bağdat Fatihi IV.Murad ismiyle yayın hayatına devam eden dizide Caner Cindoruk, Geverhan Sultan’a (Aslı Tandoğan’a) aşık olan Silahtar Mustafa Ağa rolünü canlandırdı. 2008 -2009 yıllarında maviADA'da zaman zaman yazdı. * maviADA 2008 KIŞ SAYISI Hepsini görmek için TIKLA

  • KUZGUN

    Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan, Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden, Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan; "Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan, Başka kim gelir bu zaman?" Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi, Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman, Işısın istedim şafak çaresini arayarak Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan, Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan, Adı artık anılmayan. İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan; Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim: "Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan, Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan; Başka kim olur bu zaman?" Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden "Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki, Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan." Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan Kapıyı açtığım zaman. Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya, Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan; Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada, Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan, Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan; Yalnız bu sözdü duyulan. Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden, İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman. İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak; Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran; Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran; Başkası değil rüzgârdan..." Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman. Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan, Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan, Kaldı orda oynamadan. Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan; "Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından; Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan, İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan, Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan; Adı "Hiçbir zaman" olan. Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan. Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı, Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan." Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte "Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan; İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan. Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan: Hiç -ama hiç- hiçbir zaman." Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün; Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan, Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere, Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan. Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman." Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım, Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran, Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran, Değmeyecek hiçbir zaman! Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan. "Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan; İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan." Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." "Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa? Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan! Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin, Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..." Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." "Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle; Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan! Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan, O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin! Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan! Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın! Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan! Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!" Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman." Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan; Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan, O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan Kalkmayacak - hiçbir zaman! Edgar Allan POE Çeviri : Ülkü TAMER

  • Akdeniz'de Bir Ada

    Sıcacık, karanlık bir yerdeyim, ılık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum, ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan sanki. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni, bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum; ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum… Sonra sanki bulunduğum yerden ayrılıyorum, göbek bağım orada, bedenim orada; ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum… Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlar ve abimler de var. Bir telaş var ortalıkta, siyah başörtülü kadınlar, çiçekli basma elbiselerinin kollarını sıvamışlar, gözlerinde hüzün var sanki, bir ayrılık hüznü… Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Sonra uzaktan babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş. Belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten. – Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz… Tepelerden aşağı, sahile doğru inen yük arabalarını görüyorum sonra. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınlar kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, erkekler de ayaklarını sürüyerek takip ediyor arabaları. Ellerinde tüfekleriyle jandarmalar sarmış sahili, gelenleri arabalardan indiriyorlar telaşla. Annem bir yandan kardeşlerimi çağırırken bir yandan da karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni… Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece… İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz. Üşüyoruz denizden esen rüzgârla, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bekliyor bekliyoruz… Çünkü biz artık “mübadil”mişiz, başka topraklara gitmek, buralardan ayrılmak zorundaymışız. Nihayet üç günün sonunda geliyor beklenen gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış ve açılıyoruz yeni ufuklara doğru. O bindiğimiz köhne gemi her dalganın çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı kemanına… Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor nihayet. Hepimizi alıp eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamlar koşuşturuyor, hasta olanlara bakıyorlar. “Karantina”ymış buranın adı. Birkaç gün de burada bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası’na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında. Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki… Etrafta koşuşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar ona… Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin sıcacık ışıkları… Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: “Gözün aydın Fatma bir kızın daha oldu…” Akdeniz'den anasına; ama gene bir adaya koşan bana Latife adını koyuyorlar. ... Yazarın notu: Anne karnında mülteci olan annem Latife Bengi'nin romanından

  • Girit’ten Anadolu'ya

    Gerçek Bir Hayat Hikayesi * Tam 96 yıl önce, 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması kapsamında hayata geçirilen ve takip eden süreçte yüz binlerce insanın hayatını değiştiren, belki de o hayatlarda onulmaz yaralar açan mübadelenin ve bir mübadil çocuğun, 1925 yılında Girit’te yaşayan ve Türkçe bilmeyen bir Türk ailenin Marmara Adasında dünyaya gelen kızlarının öyküsünü anlatmaya çalışıyorum Akdeniz'de Bir Ada adlı çalışmamda… Gözyaşlarımdan fırsat bulup bitirebilirsem... "... Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlar ve abimler de var. ... – Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz… ... Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece… ... Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. ... Bir başka adaya, Marmara Adası’na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. **** Akdenizde Bir Ada'da anlattığım annesinin karnından dünyayı gözleyen kişi annem Latife Bengi’dir. 1926 yılında Girit’te başlayıp Erdek’te devam eden yaşamı önce Heybeliada’ya, oradan Mardin’e göç ederek devam etmiş ve yıllar sonra döndüğü İstanbul’da bir sürgün olmanın zorluklarını hissederek hep Girit’i özlemiştir. MÜBADELE NEDİR Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi; 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da yapılan ve resmi adı “Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” olan sözleşme uyarınca, Türkiye ve Yunanistan’ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına, bir başka deyişle azınlıklarından “değiş tokuş yöntemi” ile kurtulmalarına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise “mübadil” denmiştir. Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele kapsamına giren kişiler ile girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değildi. Esas alınan kıstas “din” olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hıristiyanlar, Yunanistan’dan gelen Müslümanların arasında da Türkçe bilmeyen, Rumca ya da kendi ana dillerini konuşan insanlar vardı. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında, Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardı. Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya’dan Türkiye’ye gelen nüfus, Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdi. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda durumda bu uygulamaya 1930 yılına kadar devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk, gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu.

  • "Gözümde Tüter Damların"

    Ne zaman arabamla, otobüsle, trenle, uçakla dağları, belleri aşsam, Vasfi Mahir Kocatürk’ün gençlik yıllarında belleğime yer etmiş romantik şiiri gelir. Güzel yurdun dağlarını Uzaktan göresim gelir Keskin esen yellerine Kendimi veresim gelir. Gözümde tüter damların, Sakız kokulu çamların, Türkü söyler akşamların; Bana kendi sesim gelir. Ben o yerleri çok özledim. Oralar, o köyler, o kasabalar, ören yerleri, durup dinlenmeden denizlere ulaşmaya çalışan ırmaklar elbette insanlarıyla güzeldi. Tarladan ineciğini eve götüren Balkan göçmeni kadınları, odun yüklü eşeğinin arkasında evine giden köylüler, kepeneğiyle sürüsünün başında bir çoban, öğretmen derneklerinde yurdumuzun ve insanlarımızın kurtuluşunu dert edinmiş, hararetle tartışan öğretmenler, hepsini çok özledim. -1966-Fatma Ablamla Gezi Rotamız- Kapıyı çekip çıksam diyorum. Çorum’da Cemal Türkmen’i bulsam, Hitit Ören yerlerini birlikte gezsek, Amasya’da Mehmet Menekşe’yi arasam, boz bulanık akan Yeşilırmak kenarında tarihi konakların arkasındaki yolda volta atsak, Havza’da sendika şube başkanı Nazım Mutlu gene orada olsa, gazeteci Oğuz’a da haber verse, oturup sohbet etsek. Hamamayağı’ndan Lâdik yoluna sapsam, altı gençlik yılımın geçtiği Akkpınar’ı bir daha gezsem, öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın hayaliyle birlikte dolaşsam, Köy Enstitüsü müdürü Nurettin Biriz’in adını taşıyan “Biriz” çeşmesinden eğilip bir avuç su içsem, öğrencilerin mektuplarını gene ben dağıtsam, Köy Enstitülerini araştıran Fy Kırby ile futbol sahasının kenarında oturup dertleşsek. Samsun’da, yıllardır görmediğim ilkokul öğretmenim Kâzım Genç’in elini öpsem, Gazeteci Cemil Baskın’ı dinlesem, Üniversitede felsefeci Hasan Aydın’la derin konulara dalsak, Atatürk heykeli önünde fotoğraf çektirsem, Terme’yi, Ünye’yi ve Fatsa’yı bu kez transit geçerek Perşembe’nin Mersin köyünde eski okul müdürüm Ali Öndeş’in deniz kıyısındaki evin bahçesine otursak, ballı dutlarından atıştırsam, Efirli Cezaevine uzaktan el sallasam. Ordu Öğretmenevi’nde can arkadaşlarım, Hüsamettin Yaylaçiçeği, Muzaffer Şenyurt, Kadir Akbal, Galip Şahin, sendikacı Hikmet Pala ile oturup memleket meselelerini konuşsak. Soğuk hücrelerinde misafir edildiğim Emniyet Müdürlüğünün önünden nanik yaparak geçsem... Bulancak yolun üstünde. Ne olurdu Enver Sipahioğlu ve Nuri Osman Apaydın sağ olaydı. Şimdi orada yalnız Süleyman Çelebioğlu var. Onunla Giresun Kalesine çıkıp Karadeniz’i seyretmek ne güzel olurdu! Topal Osman hakkında da konuşurduk. Öğretmen Gürsel Şahin acaba gene Giresun’da mı? Sorar öğrenirdik. Espiye’de okul arkadaşım Hasan Mandal da genç yaşında öldü. Armelit dolambaçlarını ağır ağır insem, Espiye’nin Kaşdibi köyünde Fatma ablanın ebelik yaptığı tarihteki komşularına bir merhaba deyip kahvede tanışıklık versek. Orada acaba gene erkekler bütün gün kahvede otururken tarla işlerini kadınlar mı görüyor? Beşikdüzü’nü kurucu müdürü Hürrem Arman’ın ve ilkokul öğretmenlerim Burhan ve Elmas Mutlu’nun anısıyla gezsem, Trabzon, benim belleğimde Sömürücülere karşı Savaş gazetesini çıkaran TİP’li Atilla Aşut ile birleşmiştir. Uzun Sokak’taki evinin odaları tavana kadar gazetelerle, dergilerle doluydu. Sümele Manastırı’nı bir daha görmek iyi olurdu. Hıristiyanları kayanın böğründe bu sığınağı yapmaya zorlayan şartları düşünürdüm. Çay kokusunun sindiği Rize’de mutlaka yağmur yağıyordur. Olsun! Memleketimin yağmuru da bin bereketin kaynağıdır. Hopa’dan içeriye saptığınızda küçücük Borçka’dan geçer, vadi boyunca ilerleyip Artvin virajlarını tırmanırsınız. Bu kent, dağın başında bir kuş yuvası gibidir. Top oynayacak bir düzlüğü yoktur. Topu kaçırırsanız onu Çoruh nehrinde yakalayabilirsiniz! Ardanuç’ta hızar atölyeleri kereste biçer. Oradan Yalnıççam Dağlarına tırmanır, tarak gibi çam ormanlarında reçine kokuları içinden geçer, Bilbilan Yaylasında soluklanırsınız. İkindi vakti, Ardahan’dasınızdır. Bütün Caddeleri doksan derece birbirini kesen Rus yapımı bu kentin terk edilmiş kalesine bir soluk çıkar, Kars’a giden bir kamyonun arkasına atlarsınız. Ardahan gibi iki katlı muntazam caddelerden ve sokaklardan meydana gelmiş bu kente ben iki kez gittim. Biri 1966’da, diğeri de 2007’de. Beni Üniversite’de konferansa çağıran, Kars’ı, Susuz’daki eski Cılavuz Köy Enstitüsünü, Ani Harabelerini gezdiren Erdoğan Karaşah hâlâ orada mıdır? Kars’tan Iğdır’a geçer, yol üstünde Küllük Köyüne uğradıktan sonra Iğdır’da okul ve hapishane arkadaşım Akay Aktaş’ı bulurdum. Türkiye karanlıklar içindeyken Aras’ın öte yanında gece pırıl pırıl elektrikleri yanan Ermenistan’ın gene Aydınlıklar içinde mi olduğunu gözler, Ağrı’nın buluttan bir ayla ile çevrilmiş doruğunu seyrederdim. Küllük'te ebe Fatma ablamı da alıp buradan güneye doğru yolculuğa devam ederdim... Başka ülkeleri gezip görmeyi tercih edenler, siz Iğdır’dan kalkan bir otobüsle Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmana tırmana, adeta toprağa gömülmüş komların, koyun sürülerinin içinden geçip iki Ağrı’nın arasındaki geçitten geçtiniz mi? Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı efsanesindeki Sofi’nin kavalının sesini duydunuz mu? Doğubeyazıt Ovası’na inip uzaktan da olsa İshak Paşa Sarayı’nı gördünüz mü? Gezi rotası (1966) Murat Suyu’nun doğduğu yere doğru yol alırken birer köyden farksız olan ve içinden geçen derede kadınların çamaşır ve yün yıkadığı toprak evler topluluğu Diyadin ve Taşlıçay’dan geçtiniz mi? Patnos’a ulaştığınızda Süphan Dağının fotoğrafını çektiniz mi? Van Gölü’ne yaklaştığınızda Erciş’te kısa bir moladan yararlanıp Buğday Pazarını gezdiniz, köylülerle merhabalaştınız mı? Van’da bir otelde geceledikten sonra ertesi gün üç bin yıllık Urartu Kalesi’ne tırmanıp girişteki yazıtı okudunuz mu? Karadeniz’den buraya göçürülüp modern biçimde kurulan Emek ve Dönerdere köylerini merak etseydiniz, Özalp Kaymakamı yanınıza İmar Müdürünü katarak kaymakamlık kamyonuyla sizi mutlaka o köylere gönderirdi. Kooperetif işletmesiyle ekip biçmenin ne olduğunu görürdünüz. Daha ertesi gün Gevaş üzerinden demiryolunun son durağı Tatvan’a ulaşırdınız. Denizci heykelinin önünde durup resim aldırırdınız? Bitlis uzak değildir. Kaleye çıkıp türküde geçen beş minareyi toprak damlı evlerin arasında arardınız. Kırk bin Kızılbaş’ı öldürdüğünü övünerek anlatmış olan İdrisi Bitlisi’yi lanetle anardınız. Baykan ve Kozluk’tan geçen uzunca bir yol sizi Batman’a ulaştıracaktır. TPAO mühendisleri, ricanızı kırmayıp sizi kuyulardan toprağın kanını emen ve at başı gibi inip kalkan aletlerin bulunduğu Raman’a götürürlerdi. Görme imkânı bulamasanız da daha ileride nüfusu gitgide azalmakta olduğu söylenen Yezidi köylerinin bulunduğunu öğrenirdiniz. Bismil’den geçip Diyarbakır’a ulaşırdınız. Hitit Egemenliğinden beri üç bin yıl boyunca 27 devletin geçip gittiği Diyarbakır’da beş kilometre uzunluğunda, eski şehri çevreleyen kaleyi görüp dimdik ayakta duruşuna şaşacaktınız. Sonra Kaleden kenarlarındaki bahçelerde 50 kiloluk karpuzlar yetişen verimli Dicle ovasına bakacak, Sur içinde Ulucami’nin bulunduğu çarşıda çay içecektiniz. Bu güzelim memleketi cehenneme çeviren İttihatçıların katili Vali Doktor Reşit’in merkezden aldığı emir üzerine, çöllere sürülmekte olan elli bin Ermeni’yi çetelere öldürtüp cesetlerini kurda kuşa yem ettiğini düşünerek kahrolacaktınız. Sıra çöllere doğru inmeye gelmiştir. Çarşılarında Arapça konuşulan kadim Uygarlıklar kenti Mardin sıcaktan kavrulmaktadır. Kaleye yaslanmış Eski Mardin’in ana caddesinden aşağıya doğru baktığınızda sonsuzluk duygusuna kapılıp peygamberlerin neden hep bu topraklarda çıktığını anlayacaktınız. Şehir Kulübünde nerden gelip nereye gitmekte olduğunuzu öğrenenler, bu gezip görme merakınızı takdirle karşılayacaklar, bir yargıç sizi evine konuk etmek isteyecektir. “Çok gezen mi daha çok bilir, çok okuyan mı?” diye sormuşlar, “Çok gezen” diye yanıtlamışlar ama siz okumayı da elden bırakmayın. Kızıltepe ve Viranşehir’i geçince insanlara yeni bir düzen vaat eden Hazreti İbrahim’in o dönemin Nemrut’u tarafından ateşe atıldığı Urfa’ya ulaşacaksınız. Ateş yeri göl, odunlar balık olmuştur ve Anzelha Gölü’nde yüzmekte olan balıklara ziyaretçiler yem atmaktadır. Buradan 32 devlet gelip geçmiştir. Burada kadınlar çarşafı henüz atmamışlardır. Ertesi gün Maraş’tasınızdır. İşgal altındaki memlekette Cuma namazı kılınmaz deyip halkın Kale’deki Fransız bayrağını indirdiği kaleye çıkarken size kılavuzluk yapacak dostlar daima bulunacaktır. Öğretmen Hüseyin Köseoğlu bunlardan biri olabilirdi. Antep, Doğu’nun Paris’i diye anılır. Yanınızda eşiniz veya kız kardeşiniz olursa mutlaka ışıl ışıl vitrinlerinde göz alıcı mallar bulunan ve kaçakçılık cenneti diye anılan Kilis’i görmek isteyecektir. Buradaki bütün dükkânlar Suriye’den kaçak getirilen mallarla doludur. Siz de üzerinde ceylan resmi bulunan bir küçük duvar halısı bir ipek seccade, dolmakalem, çakmak neden almayasınız? Buranın Suriye sınırına çok yakın olduğunu öğrenince Tıbıl köyüne kadar gidip sınır kapısında nöbetçi erle ve kapının öte yanına geçip bir Suriyeli köylüyle fotoğraf çektirmeniz iyi bir anı olurdu. Amaç Doğu ve Güneydoğu’yu görmek ise Kars’tan başladığınız, Van, Urfa, Diyarbakır üzerinden ulaştığınız Maraş’tan sağa dönerek yolculuğunuza devam etmeniz gerekir. Önünüzde Malatya vardır. İsmet Paşa’nın ve Kayısının memleketi. Buraya gelmişken Eski Malatya’yı, görmeden olmaz. Balıkhanesinde Keban barajında tutulan balıkların büyüklüğüne hayret edersiniz. Yol üstündeki Elazığ, uzak değildir. Kentin eski merkezi, şimdi yerinde yeller esmekte olan Harput’a çıkarsanız, hiç değilse o uçurum gibi kalesini görürsünüz. Enstitüsüne “Dağ Çiçekleri”ni toplayanların anası Sıdıka Avar’ı hatırlarsınız. Şimdiki Kız Enstitüsü onun adını taşımaktadır. Buradaki cüzam ve akıl hastanesi yerinde duruyor mu sorarsanız. Bingöl, yolunuzun üzerindedir. 50 yıl önce, bir dereyi geçtikten sonra yolun iki yanına sıralanmış evlerden oluşan küçük bir kasaba (idi). Kemalettin Kâmi’nin “Bingöl Çobanlarına” şiiri kulaklarınızdadır. Ağalık ve şeyhliğin hüküm sürdüğü Bingöl’de gene de memleketin dertleriyle dertlenmiş dostlar bulmanız mümkündür. Bunlardan biri olan Astsubay Hikmet Kılıçgedik, Fatma ablayı evinde yatırmıştı da benimle birlikte otelde kalmıştı! Yurdu tanımaya çıkmış bu iki konuğa “Ne haliniz varsa görün” demek yakışmazdı elbette? Sahip çıktılar. BURASI MUŞ’TUR Şimdi, Bingöl yaylalarından engin bir ovaya ineceksiniz. Ova’nın öte ucunda tarihi Muş şehri, bir kaleye yaslanmış olarak “durup duru!” İçinden gür bir kaynak suyu akmaktadır. Su anlamına gelen Muş, adını buradan almaktadır. Nehirde bulunan Hazreti Musa’nın adı gibi. Eskiden kale olduğu söylenen tepenin yolu da türküde olduğu gibi gerçekten yokuştur! Yemen Türküsü'ndeki Muş'un aslı Huş olsa da türkü Muşa da kolayca uymaktadır. Şimdi Kuzeye yönelmişsinizdir. Bir akşamüstü Erzurum’a ulaşırsınız. Erzurum, Arz-ı Rum, yani Roma memleketi sözünden bozmadır ve 11. Yüzyılda burayı fetheden Türkler tarafından verilmiştir. 1915 Ermeni tehcirinden sonra tamamen Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Dillerde “Erzurum çarşı pazar” diye başlayan Sarı Gelin türküsü kalmıştır. Erzurum’da 1919 kongresini, 15. Kolordu’yu ve Kâzım Karabekir’i yat etmemek mümkün değildir. Çifte Minare’yi, Üç Kümbet’i, kaleyi, park ve bahçeleri gezdikten sonra “Ver elini Bayburt” dersiniz. Bayburtlu Zihni’nin “Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş” diye başlayan şiiri sanki bugünün Bayburt’u için de söylenmiştir. Yurdumuzun en yoksul kentlerindendir. Bir derenin iki yanında sıralanmış evlerden oluşmuştur. Sağ tarafta yüksekçe bir kalesi vardır. Baksı köyündeki müzeyi görme fırsatını kaçırmamak gerekir. Gümüşane de Bayburt’un biraz daha büyüğüdür. Eskiden gümüş madeni çıkarıldığı için bu adı almıştır. Buradan önce Müslüman olmayanlar göçürülmüş, sonra Müslümanların çoğu da işsizlik ve yoksulluk nedeniyle illerini bırakıp gitmişlerdir. Doğu Karadeniz dağlarının geçit verdiği Zigana’dan aşağı inerken Hamsiköy’de bir kebap yemeniz iyi olur. Daha aşağılara, vadiye inince Maçka’dan geçeceksiniz. Maçka Eyüboğlu gibi aydın bir ailenin memleketidir. Burada da bir dükkândan bal, peynir gibi bir şey alabilir, esnafla sohbet edebilirsiniz. Trabzon’a indiniz. Şimdi, gittiğiniz yoldan geri döneceksiniz. Bu Doğu gezisinde yolu sapa olduğu için Hakkâri’ye uğrayamadığınıza üzülmeyin. Şimdi artık yurdun her yerine uçakla ulaşmak mümkün. Van Havaalanı’na iner, minibüs veya otobüslerle 3 saatlik bir yolculuktan sonra Malabadi köprüsünün yanından, Hoşap Kalesi’nin dibinden geçerek deli dolu akan Zap Suyu boyunca ilerleyip Hakkâri’ye ulaşırsınız. Devasa kaya kitlelerinden ve yaylalardan oluşan bu garip fakat konuksever ilde size çok rağbet edecekler, yaylalara bile çıkarıp Kürt kadınlarının hazırladıkları nefis bir yer sofrasında ağırlayacaklardır. Tarih boyunca saldırılardan uzak kalmak isteyen boyların burayı neden yurt edindiklerini keşfedersiniz. “Hakkâri’de Bir Mevsim”i, köy okuluna teftişe giderken atıyla Zap Suyu’na kapılıp kaybolan Selahattin Şimşek’in idealizmini daha iyi anlarsınız. Trabzon, Giresun, Ordu, Perşembe… Fatsa’ya gelince, Elekçi deresini izleyerek Çatak’a ulaşır, oradan Dağ Güvezi köyünü aşarak bizim Beyceli köyüne çıkarsınız. 53 yıl önce araba yolu yoktu, şimdi asfalt yoldan arabanızla rahatça gidebilirsiniz ama orada bir Köy Kalkındırma Derneği, köy kitaplığı vardı, yazın köyde temsiller oynanır, açık oturumlar yapılırdı. İnsanın gene de kendi köyü gibi yoktur! Şöyle ayaklarınızı istediğiniz gibi uzatırsınız. Bu geziden neler kazandığınızı düşünürsünüz. Kazancının dünyayı değer. Zihniniz genişlemiştir. Memleket sevginiz ve bilginiz artmıştır. Yüzlerce kitap okusaydınız gezerken edindiğiniz canlı izlenimleri edinemezdiniz. Memleketimiz büyüktür, güzeldir, gariptir! Hapishaneleri dolup taşmaktadır. İnsanları uyandırılmaya muhtaçtır. (29 Ocak 2019) (29 Ocak 2019) zekisarihan.com (22 Ocak 2019)

  • Uzun Yol Yolcuları

    maviADA yolculuğum başladığından bu yana, ne kadar çok edebiyatçı taşındı bu diyardan. Önce Atilla İlhan havalandı… Hiç olmayan kadınlarının şuh kahkahaları değildi salt, uğurlayan son yolculuğuna. “Biz sana mecburduk”… “adını ve şiirlerini mıh gibi” içimizde taşıyorduk Herkesin mutlaka söyleyecek bir çift sözü vardı O’nun hakkında. Hiç olmadı bir şiirinin bir mısrasını hatırlardı kuşkusuz. “Çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili! “ Ölmesinin üzerinden ay geçmeden maviADA’mızın ilk dosya konuğu olacaktı , sevgili Attila İlhan… Sevdalarımız neye yarardı, emeksiz…Bir anlamı var mıydı aşkın?.. O’nunla anladık. Bizdeki adıyla; “Selvi Boylum Al Yazmalım”. Aragon’un deyişiyle Dünyanın en güzel aşk öyküsü… Ozgün adıyla “Cemile”… “ Cengizhan’a küsen bulut”, “Toprak Ana”, “Gün Olur Asra Bedel”, “Dişi Kurdun Rüyaları”… Hemen, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov geldi aklınıza değil mi?.. Dünyaca ünlü bu Kırgız yazar daha çok bizden biri gibiydi. Eserlerinden bir çoğu sinema filmlerine ilham kaynağı olmuş, bazılarıysa birebir filme çekilmişti. Daha sağlığında dünyanın yaşayan en büyük edebiyatçısı olduğu günlerde maviADA, onun da katıldığı bir dosya yapmayı başarmıştı daha 3. sayısında. Talihsizlik buya; “Gün olur asra bedel” in film çekimleri sırasında yakaladı rahatsızlık O’nu. Heyhat, hazan… Bir bir dökülüyor yapraklar durmadan. Göçüp gitmeden değer verildiğini gören ender yazarlardan biriydi Aytmatov. Ne zaman Onur Akın’dan o şarkıyı dinlesem ilkyaz çiçekleri açar içimde … “Ne zaman seni düşünsem Bir ceylan su içmeye iner Çayırları büyürken görürüm- Her akşam seninle Yeşil bir zeytin tanesi Bir parça mavi deniz Alır beni.- Seni düşündükçe Gül dikiyorum ellerimin değdiği yere Atlara su veriyorum Daha bir seviyorum dağları “… Ne yalan söyleyeyim; beni yüreğimden yakalayan dizelerin İlhan Berk ’e değil de başkasına ait olduğunu sanıyordum… Buna benzer bir yanlışa başbakan bile düşebildikten sonra… Umarım beni affedersiniz. İlham perileri şairlere arada bir gelmiyor, salt onun içinde yaşıyor anlaşılan. Dizeler insanın aklını başından alıyor. Çoğu kimin yazdığı önemli de olmayabiliyor. “ Şiir diye bir şey olmasaydı İlhan Berk icat ederdi” diyor, Turgut Uyar. Gerçekten şiiri yeniden yeniden icat edip, çarptığını şiire dönüştüren bir şair. Yaşamından aşk hiç eksilmeyen İlhan Berk, bakın aşk için ne diyor: “ Aşk bilinen bir şey değildir, biliyormuşuz gibi yapıyoruz… Aşkın bütün benzersizliği, büyüklüğü; başa gelen bir olay olmasındandır. Tak diye geliyor. Hesaplı, düzenli bir iş değil”…Behçet Necatigil’in ”Şiirimizin uçbeyi”, Cemal Süreya’nın “Bugün ülkemizde sanat beğenisi en yüksek bir iki kişiden biridir: yazının fena çocuğu” diye adlandırdığı, İlhan Berk, 90 yaşında genç, yaşlı ne çok sevgili bırakarak göçüp gitti aramızdan. Hiçbir cinse benzemeyen öyle köklü bir ağaçtı ki, hiç kuruyup, devrilmeyecek sanırdınız… Sanmam ki şiir deyince, Fazıl Hüsnü Dağlarca ismini duymayan olsun. Öyle ki, nerde bir şiir duysanız sizi sizden alan, yüreklerinizi kaldıran, hemen Dağlarca’ya ait sanırsınız. Tıpkı Başbakan’ı yanıltan durum gibi. Yazının diğer bir fena çocuğu da Dağlarca’ydı kuşkusuz. Türkçeyi şiire tam anlamıyla yerleştirme çabaları nerdeyse hiç eksilmeyen Dağlarca, bir yirmi yıl daha ömrü olsa tam anlamıyla başaracağı düşüncesindeydi. Şiir düşünüp şiir yaşadı. Güzele, güzelliklere hayranlığı da tükenmeyen Dağlarca, “Güzel olmayan kadının elini bile sıkmam” diyecek kadar da güzel kadın severdi… "... Seni öyle uzun seviyorum ki seni Ya yaradılışta doğmuşum ya ölümsüzün biriyim ben… Söyle sevda içinde türkümüzü, Aç bembeyaz bir yelken Neden herkes güzel olmaz, Yaşamak bu kadar güzelken? İnsan, dallarla, bulutlarla bir, Ayrı maviliklerden geçmiştir İnsan nasıl ölebilir, Yaşamak bu kadar güzelken?" Evet yaşamak bu kadar güzelken… Ölümünden önce dilediği gibi; belki bir başka gezegende yeniden… Göçüp gidenler arasında Nazım Hikmet’in Oğlum dediği Yayıncı yazar, eleştirmen, voleybol antrenörü Memet Fuat Bengü de var. Memet Fuat olmasaydı Nazım şiirlerinin ve mektuplarının bir çoğundan haberdar olamayacaktık. Dünya şairi Nazım Hikmet’in sevgili Piraye’ sinin ilk eşi Vedat Örfi Bengü’den olan Memet Fuat, yaşamının yirmi yılını Nazım Hikmet’le baba oğul sıcaklığında, O’nun engin edebi kişiliğinden etkilenerek geçirmiştir. ve O’nun bilinen yapıtlarının yanında hiç bilinmeyen şiir defterlerini ve mektuplarını da edebiyatımıza katmıştır. Altmışlı yıllarda “De” Yayınevini kurmuş, yaklaşık on iki yıl boyunca Yeni Dergi’yi çıkararak bir çok genç kaleme ev sahipliği yapmıştır. Burada dergilerin yazın dünyasındaki gücüne değinmeden geçmemeli… Dün, bugün bilip, tanıdığımız ne kadar yazar varsa hepsinin geçmişinde mutlaka bir dergi serüveni yatar. Dergiler edebiyat deryasına kavuşan büyülü ırmaklar gibi gelir bana. Düşünüyorum da maviADA doğup da kıyısında sihirli sularına dokunma şansım olmasaydı bir de… Yaşamı zenginleştirmek için yollar arayan insanlara en büyük önerim kültür sanatla uğraşmaları. Dergi olmasaydı sadece ben değil , daha kaç kişi, kendini . yazma yeteneğini keşfedemeden ölecekti, kimbilir. Yazarlardan daha çok okuduğumuz biri var ki, edebiyatımızda eleştiri diye bir kurum oluşmuşsa onun sayesindedir demek yanlış sayılmaz. Kimden söz ettiğimi hepiniz anladınız. Herkesin aynı anda Fethi Naci, dediğini duyar gibiyim. Yaşadığı günce okumadığı ve ele alıp incelemediği kitap kalmadığını sanıyorum. Okumayı, soğuk kış gününde bir kitaba paltosunu verecek kadar çok sevdi O. Eleştirmen olarak bir romancı kadar ilgi gören Fethi Naci, geçtiğimiz Temmuz ayında aramızdan ayrılarak, uzun yol göçmenlerinin arasına katılmıştır. Uğurlar olsun hepinize. Uğurlar olsun yazın dünyasının ulu çınarları… Benim de öksüzlüğüm oldu 2008. Doğum günüme iki gün kala canından can katarak beni doğuran annemin ellerinden, ellerinden öperek uğurladım son yolculuğuna… ANNEM’E Ördüğün kazaklar yerine Doğum günüme iki kala Armağan bırakıp sancılarını Gidecek misin uzaklara? İçimi kanırtır bu gitmeler İslimleri kapkara ağıt kesmiş Doğduğum gün müjde taşıyan tren Son yolculuğa hazırlanır gibi. Kutlayacaktık doğumumun kırk yedincisini, Güllerinle. Yedi verenin sarı değil, Kan kırmızısından hem de Gitme!. DAHA FAZLASI İÇİN maviADA DERGİLERi /MÜZEYi görün ..

  • BURSA’NIN SİNEMA TARİHİ

    İlk sinema gösterisi İstanbul’da 1908 yılında Fransız Pathe firması tarafından bir birahanede yapılmış. O yıllarda henüz büyük salonlara ihtiyaç duyulmuyordu. Dört yıl sonra aynı Firma Bursa’da Setbaşı civarında Olimpos adıyla Nasuh Paşa Hamamı arkası veya civarında küçük bir yerde film göstermeye başlar. 1912 yılında Bursa’da Şark Tiyatrosu açıldı. Bu bina Yunan İşgali sırasında işgalcilerin ikinci karargâhı oldu. Bu yüzden halk arasında uğursuz bina olarak bilindi ve kaderi de öyle oldu. Türk Ocakları Derneği Setbaşı’ndaki şimdi yerinde okul bulunan eski Ermeni Kilisesi’nde film gösterdiğini o dönemin yayınlarından biliyoruz. İstanbul’daki sinema isimleri kısa sürede Anadolu’ya yayıldı. Dünya, Melek, Asri, Yıldız, Güneş gibi sinema isimlerine her şehirde rastlanılırdı. Bursa’da Gösterilen İlk Film Ateşten Gömlek Bursa’da ilk sinema 1920’lerde, Cumhuriyet’in ilanından bir iki yıl sonra açılmış: Adı Muallimler Birliği Sineması’ydı. Muallimler Birliği Sineması’nın bugünkü Setbaşı İlköğretim Okulu’nun bulunduğu yerde olduğunu (Eski Türk Ocakları Binası) 1921 Gemlik doğumlu, Bursa ve Sinema sevdalısı Murat Akgün, Murat Akgün tarafından ifade ediliyor. Akgün’ün Nihat Kayabaşı ile yaptığı söyleşide, “Setbaşı İlköğretim Okulu’nun olduğu yerde var olan ve kullanılmayan Ermeni Kilisesi boşaltılarak, sinemaya dönüştürülmüş. Altta, sandalyeden daha güzel, tek tek yapılmış, güzelce düzenlenmiş oturulacak yerleri, açılır kapanır kanepeleri vardı. Makinist yeni üst bölümdeydi.” 1929 yılının sonlarında gittikleri film için, sinemaya giriş ücreti için beşer kuruş toplamışlar ve öğrencilere sessiz bir film göstermişler. Gösterimdeki film, Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarlanan ‘Ateşten Gömlek’ filmiymiş. (Kayabaşı Nahit, “Beyaz Perdede Zaman”, Bursa Defteri, Mart 1999, Sayı: 1, s. 94) Muhsin Ertuğrul’un bir filmi savaşın hemen bitiminde 1923 yılında çekilmiş. Filmde, Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir gibi Türk kadınları ilk defa rol almışlar. Murat Akgün; “işte biz çocuklara onları göstermek istiyorlardı anlaşılan. O zamanlar harpten yeni çıkılmış. Cumhuriyet ilan edilmiş… Yeni bir Türkiye var. Yeni bir anlayış, yeni bir eğitim verilmek isteniyor… Görgümüzü arttırmak, ufkumuzu genişletmek için götürmüşlerdi bizi oraya… İkinci filmi de Muallimler Sinemasında seyrettim. ‘Malek Harbe Gidiyor’ diye bir filmdi. Bir komiğin filmiydi”. Daha sonra Saray Caddesi’nde bugünkü İskender Kebapçısının olduğu yerde eski tütün depolarının düzenlenerek 1932 yılında Milli Sinema açıldı. Aile sineması olarak ünlenen bu sinema 1940 yılında kapandı. 1951 yılında yeniden açıldı. Nazım ve Bursa Nazım hikmet çok sayıda senaryo yazdı ve küçük bir ekiple İpek Film hesabına üç kısa film çekti. Düğün Gecesi/Kanlı Nigar (1933) İstanbul Senfonisi (1934), Bursa Senfonisi (1934). Maalesef bu filmler kayıptır. Nazım Hikmet 1937 yılında tek uzun metrajlı filmini çeker, “Güneşe Doğru”. Filmin başrollerinde Arif Dino, Ferdi Tayfur, Mediha ve Reşit Baran oynamıştır. Aysel Bataklı Damın kızı, Söz bir Allah Bir, Düğün Gecesi/Kanlı Nigar, Tosun Paşa, Leblebici Horhor Ağa, Kahveci Güzeli, Balıkçı Güzeli, İstiklal Madalyası ve Kızılırmak Karakoyun Nazım Hikmet’in yazdığı senaryolardan filme alınmıştır. Dış sahneleri Bursa ve Samsun’daki Yörükler arasında çekilen Kızılırmak Karakoyun iki defa filme alınır. 1947’de Muhsin Ertuğrul ve 1967’de Yılmaz Güney. Nazım Hikmet, takma ad olarak Ercüment Er ve Mümtaz Osman isimlerini kullanmıştır. Nazım Hikmet’in 1934 yılında “Bursa Senfonisi” adında bir kısa film çevirdiğini Giovanni Scogomillo’nun Türk Sinema Tarihi kitabından öğreniyoruz. Bursa’da çekilen en eski film Haber 7. Com sitesinde 18.02.2013 tarihinde haber olmuştu. “Dünyanın çeşitli yerlerinde 1896 yılından bu yana çekim yapan Fransız Gaumont Pathe Firması arşivinden çıkan filmlerin 20'nci Yüzyıl başlarında, Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit döneminde çekildiği tahmin ediliyor. Sessiz filmlerden 'Eski Osmanlı Başkenti Bursa' ismini taşıyan ilkinde, kentten genel görüntülerin yanı sıra, Göksu Vadisi, hamamlar ve Muradiye'nin bahçelerine yer veriliyor. 'Anadolu'nun Yollarında' isimli diğer filmde ise, yakıcı güneş altında Bursa'ya seyahat anlatılıyor. Yolda verilen molanın yanı sıra tarihi Abdal Köprüsü'nden geçişin yanı sıra o dönem seyahatlerde kullanılan bineklerin önemi vurgulanıyor.” HALKEVİ ve SİNEMA KÜLTÜRÜNÜN OLUŞMASI Cumhuriyet döneminde sağlık–ulaşım–tarım–hayvancılık–sanayi alanlarının yanı sıra büyük bir çağdaşlaşma hamlesi başlatıldı. Art arda yapılan ölçü, kılık–kıyafet, medeni kanun, Latin harflerine geçildi. Bu devrimlerinden sonra “eğitmenler” yoluyla okuma–yazma seferine girişildi. Bu seferberlik kurulan Halk Evleriyle taçlandırıldı. Bursa ve ilçelerinde kurulan Halkevleri, yaptıkları tiyatro–edebiyat faaliyetleri ve sinema gösterileriyle kültürel seviyeyi yükseltmek için büyük çaba harcamışlardır. Bursa’da sinema kültürünün yayılmasında Bursa Halkevi’nin katkısı göz ardı edilemez. 1933 yılında kendi salonlarında Almanya’dan getirilen faydalı belgesellerle başlayan bu süreç filmlerle devam etmiştir. Bursa Halkevinin Sinema Alanındaki Faaliyetleri Bursa Halkevi, ağırlıklı olarak tiyatro faaliyeti yapmıştır. Sinema yoluyla da kültürel seviyenin yükselmesi için çalışmışlar ve bu amaçla belgesel film oynatmışlardır. Halkevi tiyatro ve film ile yetinmemiş, kukla, orta oyunu ve karagöz gösterileri düzenlemiştir. (Dr. Mine Akkuş, Bursa Halkevi ve Uludağ Dergisi, s:130-131, Bursa 2011) Almanya’dan sağlık, sosyal, ahlak konulu filmler getirilmiş, bu filmler Türkçeye çevrilmiştir. 1933 – 34 yıllarında Almanya’dan getirilen siyah-beyaz filmler Bursa merkez ve köylerinde gösterilmiştir. Bu amaçla biri seyyar 2 adet projeksiyon makinesi satın alınmıştır. [Dr. Mine Akkuş, Bursa Halkevi ve Uludağ Dergisi, Bursa 2010] Haydarpaşa öğretmenlerinden Cemal Yener tarafından, “Türkiye’de Hayal ve Karagöz” konulu bir konferans verilmiş, gösterinin ardından Karagöz ve film gösterileri yapılmıştır. Halkevi, 1943 yılında da kültürel amaçlı belgesel gösterilerine devam etmiştir. Halkevi tiyatro kolundaki bazı kişiler, “Büyük İtiraf” adlı filmde Cahit Irgat’la birlikte oynamışlardır. Halkevi, Ulucami yanındaki eski bir medreseyi sinemaya çevrilmiş ve burası, “İstanbul Sineması” adıyla işletmeye açılmıştır. Halkevi temsil komitesi, halkı sinema konusunda bilinçlendirmek için, 19 Mayıs 1947 yılında Bursa’ya gelen yazar ve rejisör Vedat Örfi Bergü’den, “Filmcilik ve Bir Film Nasıl Yapılır” konulu bir konferans talep etmiştir. Ancak bu sinema yangın geçirip, harap olunca Halkevi salon sıkıntısına girmiştir. Temsillere ara verilmiş, sinemaların fazla kira istemesi, salonları iki gün önceden vermek istememeleri temsil komitesini başka bir çare aramaya itmiştir. İngiliz kültür heyetinden alınan filmler halkevinin 16mm’lik sinema makinesiyle, her ayın 15 ve 18. günleri halka ücretsiz film gösterisi yapılmıştır. Ünlü caddedeki Milli Sinema bu amaçla kullanılmış ve önemli sayıda insana ulaşmıştır. Matbuat Genel Müdürlüğü’nün propaganda amacıyla çektiği ve illere gönderdiği, “İnönü Kampı” ve “Sümerbank’a ait sanayi kuruluşları”nı anlatan kısa metrajlı filmler, okullarda ve haftanın belli gecelerinde halka izlettirilmiştir. 1945 yılında Ankara Stadyumu’nda yapılan, 19 Mayıs Gençlik Bayramı ve Bursa Merinos fabrikası önünde çekilen Kılıç – Kalkan oyununun filmi, halkevinde gösterilmiştir. Bursa Halkevi de 1941 yılında sinema gösterilerini sunmuş ve 6 bin 600 kişi gösterilen filmleri izlemiştir. 1941 Mayıs ayında 11 film gösterilmiş, ayrıca hükümet meydanında (Heykel önü) portatif perde ile kurulan Meydan Sineması faaliyetini sürdürmüştür. Halkevi salonunda 1941 Temmuz’unda, 16 sinema gösterisi yapılmış, Meydan Sineması gösterilerine devam etmiş ve bu defa 27 bin kişi film izlemiştir. Halkevi, salonunda belgeseller gösterilmeye devam etmiş; “Atatürk’ün nutku, cenaze töreni, Hatay’ın kurtuluşu ve Kara Dev” belgeselleri gösterime sunulmuştur. Halkevi’nin gösterdiği filmler, CHP Genel Merkezi ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca gönderiliyordu. Halkevi Meydan sinemasında film göstermeye devam etmiştir. * Şinasi Çelikkol (25 Temmuz 2015); “Elli yılların başında Atatürk Cadde’sinde iki doktor muayenehanesi ve evi bulunuyordu. Diş doktoru Şadi Bey’in evinin duvarı yüksekti, 2,5-3 metre vardı. Bu duvara perde çekilir ve film oynatılırdı. Film makinesi Belediye tarafındaydı. Gece yoldan pek araç geçmezdi, Bursa’da çok az motorlu taşıt bulunuyordu. Kaldırıma oturup, oynayan filmleri seyrederdik. Belediyenin karşısında Romans çay bahçesinin yanında Dağcılık kulübü bulunuyordu. Kardeşim Erdinç Çelikkol ilk defa burada sahneye çıkıp, şarkı söyledi. 1952 veya 1953 yılında Müzeyyen Senar ve Recep Birgit burada bir konser verdiler. Babamın ricasıyla kardeşim Erdinç Çelikkol sahneye çıkıp, “Bakmıyor Çeşmi Siyahım” şarkısını söyledi. O zaman 14 yaşındaydı. Şimdi tiyatro olan bina Halkevi olduğu zaman, terasında düğün yapılıyormuş”. CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA BURSA’DA SİNEMA 1923-1950 yıllarında Bursa’da sinema salonları Okur yazar oranının güçlükle yüzde on-on beşlere zar zor yükseldiği yıllar (Ülkemizde okur yazar oranı 1980’li yılların başında %51’i geçti). Üstüne üstlük 6 yıl süren İkinci Dünya Savaşı yılları…Günde birkaç saat yayın yapan telsiz (radyo) ve zar-zor ulaşılan gazeteler… Eğlence olarak meddah, cambaz, karagözcüler ve sinema… Sinema okur yazar olmayan kitlelerin eğlendiği, dış dünyayı gördüğü, tanıdığı bilinçlendiği bir dünyaydı. Ülkemizde bu yıllarda güçlü ve dış dünyaya yönelik bir sinema sektörünün doğmamasının sebebi sinema salonlarının ve doğal olarak seyircinin azlığıdır. Doğal olarak sinemayı tiyatrocular başlattılar. Bu işin öncüsü Moskova’ya sinema eğitimi almaya gönderilen Muhsin Ertuğrul oldu. Dönemin sinema anlayışının Nazım Hikmet tarafından zorlandığını görüyoruz. Bursa’da dört kapalı ve üç yazlık sinemanın dışında Merinos ve Suğni İpek ve Karacabey Harasında sinema salonları vardı. Doğal olarak Bursa’nın gözü bu sinemaların üzerindedir. İstanbul’dan gelen tiyatrolar, sihirbaz ve komikler burada program yapar, Sanatçılar burada konser verirlerdi Sinema aynı zamanda sosyalleşme yeriydi. Şehrin kenar mahallelerindeki yazlık sinemalar gençlerin kavga yeriydi. O dönem kavganın da bir eğlence olduğunu unutmayalım. Mahalle gençleri sinemaya gelen bir başka mahalle gençleriyle kavga etmeye gelirlerdi. Karaborsa bu yıllarda da vardır. Sinemalardaki asayiş olayları gazetelerde (gazetelerin dört sayfa olduğu düşünülürse) geniş bir yer bulurdu. Bursa doğal güzellikleri, büyük çiftlikleri, Uludağ’ı, tarihi hamamları ve Çelik Palas oteli ile filmler için doğal plato olma özelliğini sürdürmüştür. Senaryosunu Nazım Hikmet’in yaptığı Bataklı Dam’ın Kızı Aysel’le başlayan süreç günümüze kadar sürmüştür. Şark Sineması Hem tiyatro hem de sinema olarak kullanılan Şark Tiyatrosu; Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa’ya yaptığı birinci ve ikinci gezilerinde gerçekleştireceği iki önemli konuşmaya da tanıklık edecektir. Şark Tiyatrosu, Cumhuriyet sonrasında çoğunlukla “Şafak Sineması” adıyla, sinema olarak kullanılmıştır.​​ Türk Ocağı Tiyatrosu ve sineması 1926 yılında Setbaşı İpekçilik yokuşundaki Ermeni Kilisesi tiyatroya dönüştürülmüştür. Burada Muallimler Birliği Sineması adıyla sinema gösterimleri yapılmıştır. Darülbedayi’nin Bursa turnelerinde Türk Ocağı Tiyatrosu’nu kullanmıştır. Vasfi Rıza (Zobu) Darülbedayi’nin birçok oyun sahnelediği salonun yerini şöyle tasvir ediyor. “Hükümet meydanından Yeşil camiine gitmek için Setbaşı denilen yerde bir köprüden geçilir…Köprünün öbür başında sağ tarafa tesadüf eden kısmında eski bir kilise, etrafında da odalar vardır. Burasını Türk Ocağı’na vermişler. Ocak da bu metruk kilisenin içine bir sahne yaparak tiyatro salonu haline koymuş.” Milli Sinema Milli Sinema, Ünlü Caddede tütün deposundan bozma ama bir binadır. Kısa sürede Bursa’nın en gözde sineması olur. Sonra işletmecisi değişir, yeni işletmeci eski kaliteyi yakalayamayınca gözden düşer kapanır. Daha sonra yerine 11 Aralık 1953 yılında “Yeni Sinema” açıldı. Bu sinema yıkılacağı 70’li yılların ortasına değin varlığını sürdürdü. Tayyare Sineması Ünlü mimar Arif Hikmet Koyunoğlu´nun projesi doğrultusunda Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) tarafından yaptırılmış ve 1932 yılında hizmete açılmıştır. 1945 yılında Bursa Belediyesi tarafından satın alınan bina, uzun yıllar sinema ve hizmet binası olarak kullanılmıştır. Tayyare Sineması’nın otuzlu yıllarda Bursa kültür hayatındaki yerini en güzel aşağıdaki ilan anlatır: 23 Nisan 1935, Bursa Sesleri gazetesi, Tayyare Sineması ilanı: “Tayyare Sinemasının ses makinesi tamamen değiştirilmiş ve en son model teçhizatla mükemmel bir hale konulmuştur. Bayram Haftası Programı 1- Paganini​​ Mümessilleri: İvan Petrovçi, Eliza Illiard Büyük Napileon’un hemşiresinin aşkını gösterir filimdir. Büyük müzisyen olan (Paganini) filmini mutlak görmeği tavsiye ederiz. 2- İki gönül bir olunca Mümessilleri: Klodet Koliret, Klark Gagle Bu yepyeni temaşanın size vereceği aşk macerası, zengin dekorlarla vaktinizi pek güzel geçireceksiniz. 3- Maceralar Kralı Mümessilleri: Yok Jons Beyaz Atlı namile maruf meşhur artist Yok Jont tarafından çevrilen ve hakikaten dünya sinema meraklılarını heyecandan heyecana sürükleyen bu film dahi Bayram münasebetiyle yüksek fedakârlıklarla programa dahil edilmiştir. 4- Harp Kahramanları Harbi Umumî esnasında Fransa’da çarpışan Alman ve Amerikan muharebelerinden sahneler vardır. Aynı zamanda Amerika’nın hali hazır vaziyetinde makinenin yükseldiğini ve buna mukabil sefaletlerin arttığını göstermektedir. İlâveten Gösterilecek Filimler: 5- Kuleli mektebi 1935 senesi mezunları münasebetiyle tören 6- Almanca müzikli komedi 7- Kâbe’den Kudüs’e kadar seyahat 8- Kadın Avcısı Fiyatlar: Loca: 150, Hususi: 30, Balkon: 25, Duhuliye: 20 Gündüz seanslarında öğretmen ve okurlara Hususî ve Balkon: 20, Duhuliye: 10 kr. Matineler: Pazar günleri saat 1, 3 --- (2 Matine) Suareler her gece tam saat (8,30) da Kışlık sinemalar, daha doğrusu kapalı sinemaların programları ANT gazetesinde yer alır. Sinemalarda sadece film oynamaz, güreş de yapılır. Yerel gazete haberlerinden 1950 yılı öncesinde Altıparmak İpek, Lale, Nilüfer, Setbaşı ve İnci yazlık sinemalarının olduğunu öğreniyoruz. Bunların dışında seyyar sinemacıların arttığını görüyoruz. Bunlardan birisinin kadın olması ilginç olmalı. KAYNAKÇA Abisel, Nilgün, Türk Sineması Üzerine Yazılar, Ankara-2005 Akkuş, Mine, Bursa Halkevi ve Uludağ Dergisi, Bursa-2011 Bütün C. Günay, R.N., Şahin M.M. “Merinos”, Ocak 2015, Bursa Çalıkuşu, N.- Kemankaş, İ., Kapılar, Ağustos 2013 olay TV Kayabaşı Nahit, “Beyaz Perdede Zaman”, Bursa Defteri, Mart 1999, Sayı: 1, s. 94 Lüleci, Yalçın, Erken Cumhuriyet Döneminde Atatürk ve CHP’nin Sinema Politikaları, Türkiye İletişim Araştırmaları Dergisi, 2018, sayı:31, s,222-248 Menteş, Niyazi, Bir Sinemacının Künyesi, Söyleşi: Bursa Defteri Sayı Ağustos 1999, sayı:4, s.34 Peker, Ekrem Hayri, Benim Sinemalarım, Bursa Araştırmaları Dergisi s:38 Scogomillo, Giovanni, Türk Sinema Tarihi, İstanbul-2014 Yayın, Deniz, Perdeye Vuran Bursa, Bursa’da Yaşam, Bursa, Kasım-2012 Gazeteler: Ant Bursa Hakimiyet Haber Hâkimiyet Milletindir Milliyet Olay Yeni ANT

  • Uludağ ve Sinema

    - 1 - MİTOLOJİ DE ULUDAĞ * Gelip yine de efsaneye bağlanır Ne kadar anlatılsa da yaşanan Aşklar birer efsanedir şimdi Dağ dorukları birer efsanedir Nasıl yazılır bir dağın tarihi (Ahmet Telli) Burada yaşamış burada uygarlıklar kurmuş kadim halkların bir toplamıdır Anadolu. Homeros’un İlyada destanında da kullandığı Assuwa, Hitit metinlerinde geçen bir kelimedir. Bugünkü Asya sözcüğünün kökenidir. Şems-abad Farsça, maşrık Arapça doğu demektir yani günlük güneşlik, güneşi bol yer. Anadolu sözünün kökeni ise “güneş doğan” anlamına gelirmiş. Eski Yunan kolonileri göç ettikleri topraklara “Anatolia” (Anatole) derlerdi. Bu da doğu, “doğu ülkesi” anlamına gelirdi. Yunanistan’ın dörtte uçünün kayalık, dağlık alanlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda çok yerinde bir tanım. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Delos adasında doğmuştur ama ismi Grekçe değildir. Anadolu kökenliydi. Anadolu ve Ege’deki bazı Yunan halkları güneş tanrısı Apollo’ya tapınırlardı. Örneğin Lazpa Hititçe bir sözcüktür. Lesbos sözünün kökenidir. Lesvoslular da (Midilli) Apollon’a taparlarmış. Anadolu ile Ege de böyledir. İyonlar hellenliği kabul etmemiş, onlara göre Apollon ile Kreusa’nin birlikteliğinden doğmuşlardı. Asklepios tıp sağlık tanrısıdır Apollon’un oğludur Apollon’un ikiz kız kardeşi, vahşi doğa, avcılık, okçuluk tanrıçası Artemis’tir. Bunlar hep birbirine yakın tanrılar…Yunanistan’ın metinlerde geçen (MÖ. 5-4.Yy) Helen öncesi eski ahalisi Pelajlardı (Pelasg) Helenler gelince bu otokton (yerli) halk asimile olmuşlardı. Eski Yunanlılar da Hellen’in soyundan geldiklerine inanırlardı. Zeus insan soyuna ceza olsun diye tufan çıkartır. Prometheus oğlu Deukalion’dan bir gemi yapmasını ister. Deukalion ve karısı Pyyrha bir gemi yaparlar. Bu gemi Yunanistan’daki en yüksek yer olan Parnassos dağına oturur. Hellen’in (Deukalion’un oğlu) 3 oğlu olur: Dorus, Ksuthos ve Aiolas. Ksuthos İyonların, Aiolas ise Aiolialıların atasıdır. Yunanlıların efsanevi atası Deukalion’dur (Arkeolojiye göre MÖ. 3000’de Sümer’i büyük seller basmıştı). Yani burada da Olimpos’un tanrılardan çaldığı kutsal ateşi narteks içinde insana taşıyan Prometheus’un başka bir iyiliğine şahit olmuş oluyoruz. MÖ. 4.Yy’da Yunanlı şair Pindarus, “İnsanların da, tanrıların da anası topraktır” demişti. Büyük tufanda yok olan insan soyunu yeniden dünyaya kavuşturmak için toprağa erkek ve kadına dönüşen taşları eken yine Prometheus’un oğlu ile eşidir. Yunan yazını Hesiodos’un yabancı kaynaklı bazı tanrılarını kullanmamış ve kaba saymıştır. Theogonia’da Olympos tanrılarına kadar birçok kuşak sayar Hesiodos ve en son “Devler ve Tanrılar Savaşı”yla Olympos’taki tanrıların saltanatını kurar. Bu savaş Teselya’nın (Makedonya) iki yüksek dağında cereyan eder: Othrys ve Olympos’ta… Tüm tanrıların anası toprak ana; ana tanrıça Gaia’dır. Hesiodos’a göre Prometheus, Titanların soyundan İapetus ile Klymene’nin oğludur. Aiskhylos’a göre bu kahramanı doğuran ana Gaia’dır. Zeus bir Titandır, ancak büyür güçlenir ve dünyaya hakimiyet kurmak ister. Babası Kronos’a kafa tutar. Kronos dahil tüm Titanları yeraltına (Tartaros) hapseder. İapetos’un zekâsını kıskanan Zeus, Prometheus‘u da herhangi bir köle gibi (5.Yy’da kölelikle zorbalık yasal) Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Tanrıların düzenine karşı gelen Prometheus bu yüzden “Prometheus Desmotes” (Zincire Vurulmuş Prometheus) adıyla anılır: “Bir gün bir rezene sapı içinde çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu; bütün yolları açtı insanlara. Suçum bu işte benim tanrılara karşı, bu yüzden zincire vuruldum bu göklerin altında.” (Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4.Baskı, s.6). Çok katlı yapıları (insulae) ilk kuranlar Romalılardı mesela; Eski Roma’nın merkezi de bir tepede (Palatino) inşa edilmişti. ABD Eski Başkanı Ronald Wilson Reagan 1980 ve 1983’te, “Armageddon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz” demişti. Müslümanlara göre kıyamet alametlerinin görüldüğü zaman dünyanın son günleri (ahir-i zaman) olarak kabul edilir. Hadislerde geçen Mercidabık, Halep’e bağlı (Azez) kasaba 3. Dünya savaşının geçeceğine inanılan yerlerden biridir. Armagedon ise, Kitabı Mukaddes’ın (eski ve yeni ahit) son kitabına ya da Vahiy’e ve Hazekiel’e göreyse (Tanah) (Tevrat ve Mezmur ya da Zebur) büyük bir deprem tarif edilmekte, bazılarına göre nükleer bir savaştan kıyamet (evrenin sonu) olarak bahsedilmektedir. Ancak Melhame-i Kübra (Büyük Kıyım) çok ve büyük kanlı olayın kopacağı yer, Tel Aviv’in 55 Km. kuzeyindeki Megido Tepesi (Har Megiddo) eski bir kentin bulunduğu 30 metrelik bir höyük... Hristiyanlara göre kıyamet Tanrının Krallığı ile bitecek. Yahudilere göreyse “Gene” (Eden) ve “Ge-Hinnom” (Cennet ve Cehennem) hayatına geçilecek. Ancak bilimsel teorilere göre evren genişleyip soğuyacaktı (ısı ölümü ya da büyük donma). Zaten “Büyük Patlama” (Big Bang) sonucu oluşan evren soğumaya çalışmakta ve büyüdükçe ısısı düşmektedir. Kutup graviteleri eşdeğer düzeye inip donacaktır. Fakat bütün evrenlerin toplamı yani “Çoklu Evren” (Multiverse) teleskop ile görülen sadece 93 milyar ışık yılı genişliğinde bunun çok küçük bir kısmıydı… Tanrıların evi niye yüksek dağlar olmuştur? Profan dini ve kutsal olmayan her şey, bu entropi düzensizlik gelişigüzellik içinde tanrıya tanrısal inanca daha yakın olmak mı yoksa…Ya da tanrılar için yegane besin, bir tür nektar ya da bal özü olduğu rivayet edilen ambrosialar için önemli bir kaynak; renk renk, çeşit çeşit çiçek ve bitki orada bulunduklarından mı acaba, ama hayır. Ya da belki hepsi! Peru’daki “La Rinconada” dünyanın en yüksek rakımlı yerleşim birimidir. Dağ ikliminin hâkim olduğu 5.130 metre yükseklikteki bu kasabada 50 bin kişi yaşar. Ve insanların burada olmasının nedeni yakınında altın madenlerinin bulunmasıdır, Oysa Anadolu’nun doğusunda yer alan dağlık bölgeler ekseriyetle birer mahrumiyet bölgesi sayılırlar. Tevrat’ta Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra karaya oturduğu yer olarak Kuh-i Nuh da denilen Ağrı Dağı tasvir edilir. Yüksekliği 5.137 metredir. Ve tepesi buzul olan Anadolu’nun tek dağıdır. Ege uygarlığının kökü ve anası Sümer uygarlığıdır. “İsa’dan 5 bin yıl önce Sümer kentleri bir hayat ve kültür merkezi oldu.” der Halikarnas Balıkçısı (Sonsuzluk Sessiz Büyür, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 2005, s.70-71) Gustave Le Bon’un, “Tanrı yaşayan hayattır” dediğini aktarır H.Balıkçısı (a.g.e., s.25) Avustralya yerlilerinin” Uluru” dediği “Ayers Rock Tepesi” kırmızı devasa bir tümsektir. Aborjinler bu tepeciği kutsal alan olarak kabul eder ve törensel ritüeller yaparlar. Mekânsal Determinizm, mekânın kültür ve insan biçimlenmesinde önemli rolü olduğunu kabul eder. Aborjinlerin Avustralya’ya yerleştiği 60 bin yıllık kültürel birikimi bugünkü tıbbın da gelişiminin sonucudur. Pangea yani 180 milyon önce yeryüzü tek parçadan oluşuyormuş, ikiye ayrılan yeryüzünün kuzeyi “Laurasis” ve güneyi “Gondwanaland” olarak adlandırılıyor. Uluru ise komşusu Kata Tjuta ile beraber yaklaşık 600 Milyon yıl önce oluşmuş. İbrahim ve kavmi Mısır’da köleyken Tanrı tarafından 2 taş tablete yazılmış “On Emir” (Decalogus) M.Ö. 1200’de Sina Dağı’nda verilmişti... Halikarnas Balıkçısı, “İsa’nın doğuşundan bin yıl öncesine kadar dişi tanrılar (tanrıça) erkek tanrılara üstün sayılırdı” (a.g.e., s.27) der. İda Dağı, Zeus’un Hera ile evlendiği dağdır. Kocakatran Dağları’nın en yüksek yeri olan bu dağdan izlemiş Troya Savaşı’nı Zeus. Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” kitabında sözde yağmur ilk defa orada toprağa kavuşmuş diye yazar. Herakles susadığı için su istemiş ve Zeus küçük bir pınar fışkırtmış: Skamandros (bugünkü Küçük Menderes Nehri). İda’dan çıkar böylece Skamandros; nehri kazarak daha büyük bir pınar bulur Herakles de; bir adı da Ksanthos’tur ve kızıl su anlamına gelir. Gerdek için kızlar burada yıkanırmış, rivayet bu ya güzellik tanrısı Afrodit bile saçlarını kızıla büründürmek için burada yıkanırmış. Zeus’un önerisiyle düzenlenen güzellik yarışmasında Paris (Truva Prensi) Afrodit’i seçince diğer tanrıçalar Hera ile Athena Truva savaşında Akha’lara yardım edecekti bu yüzden. Truva’ya adını veren Dardani Kralı Tron’dur… Oliympia, Eski Yunan diyasporası tarafından saygı gören 3 yerden birisidir ki diğer ikisi ise gemilerin İonia’ya açıldıkları liman sayılan “Delos Adası” ile kutsal tapınakların bulunduğu “Delphoi “ idi (David Stuttard, Antik Yunan Tarihi, YKY, 2016, s. 33). David Stuttard, “Çoğu Yunan’ın geçmişe ilişkin bilgisi, olguların hayallerle süslendiği ve gerçeklerin söylemlerle iç içe geçtiği sözlü geleneklere ve destanlara dayanıyordu.” demektedir (a.g.e., s. 30). Mitoloji (söylence bilim), hangi toplumun hangi tanrılara taptığını bildirir. Grekler Zeus ve 11 tane Olimposlu tanrıya (Olympian) daha taparlardı. Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi” kitabında Yunan tanrılarının Herodot’a göre Homeros’un icadı olduğunu yazar. “Anadolu Efsaneleri” kitabında Hesiodos’u da ekler buna, Grek tanrıçalarını Hesiodos ile Homeros yarattı, der (Bilgi Yayınevi, 12. Basım, 2008, s. 117). İnsan soyu dünyaya gelmeden önce işte bu tanrılar kendi aralarında savaşırlar. Titanlar (devler) Atina yakınındaki Othrys Dağı’nda, Kronos’un oğulları da Selanik yakınındaki Olympos’ta (Mytikas Tepesi) yerleşmişlerdir. Tanrılar arasındaki bu savaş (Titanomakhia ) tam 11 yıl sürmüş. İlk olimpiyatlar da Olimpos (Olemp) tanrılarının yaşadığına inanılan bu dağda yapıldığından adını buradan almıştır. “Stadion” (Stadyum) da Yunanca kökenli bir sözcük ve bir Yunan uzunluk ölçüsü birimidir (Bizdeki bir spor bakanı bir yerde ne yazık ki burasını Türkiye’deki Olimposlarla karıştırmıştır). Anadolu’da kurulan ilk merkezi devlet Hititlerde ise bilinen en eski uygarlık Luvi Krallığı’dır (M.Ö. 2000-1400). Anadolu'daki Helen yer adlarının kökeni Luvice’dir. Bilge Umar "Olympos" sözcüğünün de eski Luwi/Pelosgos kültürünün yayılma alanı kapsamında karşımıza çıkan bir dağ adının Hellen ağzında büründüğü biçim olduğu kanısındadır. Apollon, Kibele, Afrodit, Artemis gibi birçok tanrı ve tanrıça ismi de sözcüklerin Yunanca telaffuzlarından türemiştir. Örneğin kökeni Etrüsklere dayanan Apollon’dan “Likyalı” ismi ile de bahsedilmektedir. Likyalı sıfatının kökeni ise, Luvi dilinde “Işık” (Lyk) anlamına gelmekteydi. Uludağ’ın ismi de antik çağda bilinen “Hep parlayan” anlamında Olympos’tu ve Luvi kaynaklı bir isimdi. Antik Yunan Tarihçi Herodot’un (MÖ. 484 – MÖ. 425) Mysia (Misya) için kullandığı sözcük “Mariandyn” (Mariyandin); yani Bursa Olimpos’u (Uludağ) civarı (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, s.174). Mysia, antik çağda Mysialıların yaşadığı bölgenin adı, Çanakkale, Balıkesir ve Bursa dolaylarıdır. Herodot, “Mysialılar kendi ülkelerinin başlıklarını giyiyorlardı, ellerinde küçük kalkanlar ve ateşte sertleştirilmiş demirden kargılar vardı. Olympos Dağı’na komşu oldukları için bunlara Olymposlular da denilir “ demektedir. (Herodotos Tarih, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, 2017, Kitap 7, Bölüm 74, s. 543) Azra Erhat da Olympos’un Yunanca bir kelime olmadığını belirtiyor. (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12. Basım, 2003, s.228) Erhat, “Yüksek Dağ” anlamında kullanıldığına ihtimal veriyor: “Dorukları gökte bulutlara karışan ulu dağların tanrılara konut olduğu inancı Yunan’a Sümer’den geçmiş olabilir” diyor. Yunanistan’daki Olympos Zeus’un merkezi, buna karşın Apollon ve diğer tanrılar Parnassos ya da Helicon Dağı’nda toplanırlardı. Homeros tanrıların bu dağlarda şölenler düzenlediklerini ve konuşmak ve tartışmak için buraya geldiklerini yazmaktadır. Olympos adında efsanevi kişilikler de vardır. Örneğin, Girit’e adını veren Kres’in oğlu Kronos’un (Zeus’un Emaneti) diğer adı Kybele’nin kocasının adından gelen Mysia Olympos’u yani Uludağ’dır. Marsyas’ın oğlu ünlü flüt çalgıcısının adı da Olympos. Yunanistan ve Makedonya dışında, Olympos tanrılarının başka yüksek dağlarda da toplandıklarını, Anadolu’da sayısı 20’ye varan (İda Dağı gibi) Olimpos dağının bulunduğunu belirtir... Mysialılardan önce bölge Masa ülkesi halkı da masalılar olarak biliniyor. Mısırlılarla yapılan savaşta Masalılar Hititleri desteklemiş ve Homeros’un İlyada destanında Mysialılar da Truva’nın müttefikleri arasında gösterilmişti. Mysialılar Truva’nın yıkılması üzerine Lidyalıların hâkimiyetine girmişlerdir. Mysia sınırları içinde kalan Uludağ’ın özellikle batı ve güney kısmı için kullanılan ismi Olympene idi. Lidyalılar civarda gürgen ağacı bolca yetiştiğinden bu ağacın adından dolayı bölgeye Mysia deniyordu. Antik Yunan Tarihçi ve Coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24), "Mysia isminin aslı Lydialılarda gürgen ağacına verilen isimden çıkmıştır. Olympos Dağı dolaylarında çok sayıda gürgen ağacı vardır." demektedir. (Geographika Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 8. Baskı, kitap XII.8.3, s. 73) Strabon, bölgede yaşayanlardan Olympeneli diye sözetmekte ayrıca bölgenin Pers egemenliği döneminde “Hellespont” satraplığına (eyalet) bağlanmasından dolayı “Hellespontlular” olarak anıldıklarını belirtmektedir (a.g.e, kitap XII. 4.10, s. 61). Mysialıların konuştukları dil Lidya ve Frigya dillerinin bir karışımıydı. Strabon’a göre Mysialılar dinsel inançlarından dolayı canlı varlıkları yemekten kaçınmakta, süt, peynir ve balla beslenmekteydi. Strabon, “Olympos dağları iyi bir şekilde iskân edildikten başka aynı zamanda tepelerinde sık ormanları ve haydut çetelerini barındıran, dağ tarafından korunmuş yerler de içermektedir” demektedir. (a.g.e., Kitap XII.8. 8, s.78) Mysia bölgesi Romalıların egemenliğine geçtikten sonra çok fazla seyahat eden Roma İmparatoru Hadrianus “Hadrianutherae” (Balıkesir), “Hadrianoutherai” (Dursunbey) ile birlikte Uludağ’da da bölgenin merkezi sayılan bugünkü Orhaneli’nin bulunduğu yerde “Hadrianoi” kentlerini kurmuştur. Bu dağlık ve ormanlık bölge Romalılar döneminde de bir tatil ve avlak yeri olarak kabul görmektedir. Bölgedeki önemli mabed ve diğer yapılar da bu bölgede toplanmış olup halk tarafından da kiliseler bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Zeus Kersoullos tapınağı ve Kızılkilise gibi. Günümüzde Orhaneli, Büyükorhan, Harmancık ve Keles ilçelerinin olduğu tarih ve kültürel yapısı birbirine benzeyen yerleşim bölgelerinin tamamı “Dağ Yöresi” olarak adlandırılmakta… Hititler döneminde de Mysia bölgesine Hititlerce Assuwa denmekteydi. Hititlerden sonra bir süre Lydialıların egemenliğinde kalan bölgedeki kabilelerin hepsinin Thrak kökenli olduklarının varsayıldığını belirten Strabon, “Mysia’yı, Bithynia’yla Aisepos Irmağı’nın [Gönen Çayı] denize döküldüğü yere, kıyıdan Olympos’a kadar olan alan içerisine yerleştirebiliriz.” diye de yazmaktadır. (a.g.e, Kitap XII. 4.5, s. 58) Pers egemenliğine geçtikten sonra Asya seferine başlayan Makedonya Kralı Büyük İskender (3. Aleksandros) Mysia’nın güneyinden geçmiş Bithynia’yı da Perslerden alarak "Paphlagonia ve Bithynia Satraplığı"na (Hellespontos Phrygia)bağlamıştı. Ancak Büyük İskender’in atadığı satrapı yenen Bithynia prenslerinden Bas, bölgedeki merkezi boşluktan yararlanarak siyasi, ekonomik ve askeri yönden güçlenmiş ve hükümdarlığı boyunca Makedonyalıları da Bithynia’dan uzak tutmayı başarmıştır. Onun oğlu Zipoites Bithynia üzerinde egemenlik kurmak isteyen, İskender'in generallerinden (Diadokhos) Lysimakhos'u da yenerek Nikaia’da (İznik) "Bithynia Krallığı"nı kurmuştur (M.Ö. 279). Bithynia Krallığı en parlak dönemini 1.Prusias döneminde yaşadı. Bithynia döneminde Bursa’dan kurucusundan dolayı “Prusa ad Olympium” (Uludağ Bursa’sı) diye bahsedilir. Bithynia Kralı 1.Prusias (M.Ö 283 - M.Ö 83) ele geçirdiği yerlere Bithyn kolonileri yerleştirerek sonra kendi adını vermiştir. Birbirinden ayırt edilmek için Gemlik’e “Prusias am Mare” (Denizin kenarındaki Prusa) ve Melen Çayı Kenarındaki Konuralp’e de “Prusias Pros Hypios” (Hypios ırmağının kenarındaki Prusias) adı verilmişti. Romalıların eline geçtikten sonra da "Pontus et Bithynia" (Hellence Pontus kai Bithynia) adıyla anılmış, Roma’dan gönderilen Proconsul (Eyalet Valisi) tarafından yönetilmeye başlanmış ve Bizans’ın eline geçtikten sonra da İznik’e bağlanmıştır. Uludağ’daki manastırlar da 3.Yy’dan sonra kullanılmaya başlamıştı. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettikten sonra azizler tarafından kurulmuşlardı. M.S. 303-308 yıllarında Hristiyanlara yönelik baskılar yoğunlaşınca Uludağ’daki mağaralar ve inşa edilen küçük evler de inziva yerleri olmuştur. 1.Theodosius (M.S. 347-395), 391'de Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilân etti ve İznik teslisini destekleyip Hristiyanlığı teşvik etmiştir. Ancak 25 Mart 717 tarihinde imparatorluğunu ilan eden "Birinci İkonoplast (Putkırıcı) İmparator" unvanıyla anılan III. Leo İsauryalı (MS. 685-741) ikonların imha edilmesiyle ilgili olarak ferman çıkartarak heykel ve resimlerin yıkılıp kaldırılması emrini vermişti. Yaptığı uygulamalarla bütün kiliselerden tepki gördüğü gibi Doğu ve Batı kiliselerinin de arasını açmıştır. Uludağ’daki manastırlar 8.Yy’da en üst sayıya ulaşmıştır. Selanik ile Bafa Gölü’nün çevresi de manastırlar bölgesi haline gelmiştir. Bizans döneminde manastır ve kiliselerin çokluğundan dolayı Bursa’ya da “Theoupolis” (Tanrı Kenti) denmiştir. Bunda Uludağ’daki manastırların büyük payı vardır. “Agorlar Manastırı” (Monastere des Agaures) Bizans İmparatorluğu’nda, 8 ve 9.Yy’da ikonoklastlar ve ikonodullar arasında başgösteren çatışmalar boyunca büyük önem kazanmıştır. Çoğu Agaures (Agorlar) manastırına bağlı 147 manastırın varlığından söz edilmektedir. Günümüzde manastırlardan pek eser kalmamıştır. Osmanlı döneminde Bursa’nın fethiyle Uludağ’daki manastırlardan bazılarına dervişler yerleşmişler ve Uludağ’a da “Cebel-i Ruhbân” (Rahipler Dağı) ya da “Cebel-i Keşiş” (Keşiş Dağı) denmiştir. 17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde “Evsâf-ı mesîregâh-ı Cebel-i Ruhban, yani Keşiş Dağı” başlığı altında Uludağ’dan, “Bursa şehrinin cânib-i kıblesinde (kıble yönünde) şehre hâ'il (kapatan), eflâke ser çekmiş (gökyüzüne baş uzatmış) bir kûh-i bâlâdır (yüce dağdır)” diye söz etmekte, “Bu dağa Keşiş Dağı denmesinin sebebi, Ayasofya’ daki patrik ve rahiplerin perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.”demektedir. Uludağ adını ise Osman Şevki Bey’in 1925’teki önerisiyle almış: “Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş Dağı diyoruz. Garbî Anadolu'nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi de halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ diyelim.” 1925’te Bursa Coğrafya Encümeni ile bir inceleme gezisine katılan Osman Şevki Bey’in hazırladığı raporda geçen bu öneri Mareşal Fevzi Çakmak’ın olumlu bulmasıyla değiştirilmiştir. Atatürk’ün 1935’te milletvekilliğine atadığı Şevki Bey Bursalı bir radyolog, besteci ve yazar. 1934’te çıkan soyadı kanunuyla Uludağ soyadını da almış. 1936’da “Uludağ Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları” isimli bir de kitap yazmış. Bu kitapta manastırların yayılma alanını 3 bölgeye ayırmış 28 manastır hakkında da bilgi veriyordu. 2011’de Uludağ’a adının verilişinin 85.Yıldönümü sebebiyle düzenlenen 1.Uludağ Buluşmaları’na Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela Yıldızeli de katılmış ve orada şöyle demişti: “Bursa şehrine varır varmaz karşımda yükselen dağ eteklerine dağılmış şehre hemen hayran kaldım. Dağın ilk kayakçıları İlhan ve Akın Bey’den kayak maceralarını dinleyip ateş etrafında dans ettik. Ancak İrem Hanım dedesi Osman Şevki Bey’in “Uludağ’da Din Hayatı” başlıklı yazısını okumuş veya hatırlamış olsaydı bunları yazar mıydı acaba? Zira Osman Şevki, bu yazısında, “Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Bursa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Bursa'dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.” demiştir. Bursa Fransız Kilisesi Rahibi Bernardin Menthon, Uludağ’daki manastırlarla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yapan kişidir. 1935’te “L’olympe de Bithynie” (Bitinya Olimposu) adlı bir kitap yazarak Keşiş Dağı olarak anılan Uludağ’ın Hristiyanlık kültüründeki yeri hakkında bilgiler vermiştir. Osman Şevki Uludağ, “Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercüme-i halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır. Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur. Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur.”diye yazmaktadır… Bayındırlık İşleri Müfettişliği görevi sırasında Fransız Hükümeti tarafından Anadolu'ya gönderilen Fransız arkeolog ve gezgini Charles Texier (1802-1871) de bölge hakkında kitaplar yazmış, gözlemlerini aktarmıştır. Bunlardan en ünlüsü, “Asie Mineure”(Küçük Asya)adlı kitaptır. Texier, bu kitapta Uludağ’daki manastırların yoğunluğundan söz ederek Uludağ’ı Yunanistan’daki Athos (Aynaroz) Dağı’na benzetmiş ve şöyle demiştir: “Eskiden söylendiği gibi, Olimpos zirvesinin, bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki başında kuru taştan yapılmış bir yapının kalıntısı görülür. Bu bir ufak kilise ya da manastır olabilir. Şekil ve yapımından hangi devre ait olduğunu belirleyecek hiçbir özelliği yoktur… Bizans İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin sayısı arttı. Dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün de gururlu olan Olympos dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını taşır.” Antik Yunan kentleri (polis) “Basileus” ya da “Tiran” (Tyrannos) adı verilen iktidar krallar tarafından yönetilirlerdi. MÖ. 6.Yy sonuna dek olan bu dönemden Homeros ve Hesiodos, kahramanlık çağı olarak bahsetmektedir. İlk çağlarda adalet ve özgürlüğün kurulacağı altın çağa dönüş inancı Chilistianism (Tanrısal Krallık) vardı. Homerik çağ ise, Halikarnas Balıkçısı’nın masumluk, çocukluk ve düş dönemi dediği dönemdir. Yunanlıların en önemli ve en eski “Theogonia”sını yazan Hesiodos’tur. Fenike, Sümer ve Babil gibi eski inanç ve efsaneleri aktarır Yunanlılarınkiyle kaynaştırır. Homeros’ta olduğu gibi Eski Yunan’daki mitoloji yazarlarına kaynak oluşturan tek din kitabı olarak kabul edilir. Hesiodos (MÖ. 8.Yy) didaktik (öğretici) şiirin öncüsü ve ilk ekonomi tarihçisi olarak da kabul edilir. Theogonia adlı eseri evrenin oluşumu ve tanrıların kökeni hakkında kaynak olarak yorumlanırken “İşler ve Günler” adlı eseriyle de çiftçilik yaşamını anlatır. Hesiodos, İş ve Günler’de çağların gittikçe kötüleştiğini “Altın Çağ” diye nitelediği bir barış bolluk döneminden sonra gümüş, bronz, kahramanlık ve demir çağının geldiğini belirtir. Ve işlerin zor ve insanların da çok çalışmaktan yıpranır hale geldiklerini dile getirir. Hesiodos’un bu konuda yazdıkları belki de diyalektik tarihin gelişimine ilişkin ilk gerçekçi varsayımlardı. Toplumsal gelişime ekonomik temelli yaklaşan Saint Simon, endüstri toplumuna ilişkin Hristiyanlık için “Yeni Hristiyanlık” yaklaşımı getirmişti. Dinsel düşüncenin yerini bilimsel düşünce almıştır (rasyonelleşme). Saint Simon’dan etkilenen tilmizi Auguste Comte de pozitivist toplumun bu yeni dinsel anlayışına “insanlık dini” olarak bakmıştır. Sosyolog Auguste Comte toplumsal gelişmeyi 3 aşamaya ayırmıştı: Teolojik, metafizik (ortaçağ) ve pozitif dönem. Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan sonra endüstri toplumuna ulaştı. Bilim Kurgu ile yaratılan efsaneler, fantastik dünya (ütopyalar) dünle yarının bir harmanlanışıydı elbette… M.Ö. 7.Yy’da dithyramboslarla (başta 1-2 dizeli şiirlerle) başlayan tragedyalar da mitolojiyle beslenirlerdi. Yunan tragedyasında diyaloglu bölümler epizod (perde) olarak adlandırılır. Thespis ve Aiskhylos (Esillos) MÖ. 6.Yy tragedyanın yaratıcıları oldular ve tragedya (3 ayrı bölümden oluştuğu için, trilogia) seyircide bir etki (katarsis) amaçlanarak tanrılara ve krallara övgüler yağdırılırdı. Tektanrıcı ve evren bilim hakkında görüş ortaya koyan Ksenophanes (M.Ö. 570 – M.Ö. 475), Amerikalı Anarko-Primitivist Yazar John Zerzan’a göre, ilerleme inancını beyan eden ilk kişidir (Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, 1.Baskı, 2013, s. 53). Antik Yunan mitolojisi efsanevi yazımlara dayalı idi ve bu efsaneler içinde barbar devlerle uygar tanrı düzeni içinde sürekli bir çatışkı anlatılmaktaydı. İnanç günlük yaşamla iç içe idi ve eğitimde çok önemli bir yeri vardı. Ksenophanes tektanrıcılığı (monoteizm) savunarak Tanrı’nın insan ve diğer doğal varlıklara (antropomorfizm) benzetilmelerini şu sözlerle eleştirir: "Homeros ile Hesiodos, ölümlüler (insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da yüklemişlerdir. Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini aldatırlar. Bir tanrı vardır; bu, tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek tanrı baştan aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir.” Sözlü (tanrısal) yasalar Thesmoi idi ve farklı çıkarlar yazılı hale gelmesine neden olmuştu. Nomos eski Yunan şehir devletinin (polis) egemenliğini ifade eden yasalar, hukuk düzenidir. Arapça olan namus sözcüğü de Yunancadan türemedir… Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından iki devlet ortaya çıktı der Herkül Millas: Yunanistan ve Türkiye. İkisi de hem birbirine hem Osmanlıya karşı savaştılar. Urla (İzmir) doğumlu Çağdaş Yunan Şair Yorgo Seferis’in 1945-1951 yıllarına ait günlükleri “Bir Şairin Günlüğü” adıyla ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştı. 1949’da Bursa’ya da gelmiştir Seferis. Bu kitapta “Bithynia Olympos”u diyordu Uludağ’a: “1 Mayıs 1949: Bithynia Olympos’u; keşişleri eski zamanlara ait. Müziğin yaprakları; müzik nasıl da yuva yapıyor kendine; nasıl serpiliyor yapraklar onunla.” Yorgo Seferis (1945-1951 Bir Şairin Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004, s. 146) Nostos ve haymatlos; bir yanda özlem eve dönme isteği bir yanda tabiiyetsizlik; vatandan uzak kalma duygusu yani. Yorgo Seferis, 1922’deki mübadele (değişim) trajedisinin yarattığı duyguyla şiirini de etkileyen sürekli bir kimlik arayışına girmişti. İonia’da hissettikleri, çocukluğu onu Odisseusvari nostos duygularıyla doldurmuştur… Çağdaş Yunan Şair Yannis Ritsos , “Yunan uygarlığını belirlemiş olan, hala da belirleyen işte budur; dinsel hoşgörü, bir de kimi etki ve etkenleri kabullenmekteki korkmazlık. Doğu ve Batı arasında bulunduğu için hem Doğu’dan hem Batı’dan kimi özellikleri almış, sindirmiş, birleştirmiştir. Bu yüzden hem Doğulular hem Batılılar için örnek olabilmektedir.” der (Herkül Millas, Çağdaş Yunan Edebiyatı, Dünya Yayıncılık, 2005, s, 76) Modern Yunan edebiyatının temellerini atan ve Yunan aydınlanmasının öncüsü Adamantios Korais’tir. İzmir doğumlu Korais Osmanlı bağımlılığını ve Ortodoks kilisesini eleştirmiştir. 1821 Yunan İsyanı’na giden süreçte yayınladığı “Hellen Monarşisi” cumhuriyetçi görüşleri dile getiriyordu. Apokalips’i (Vahiy kitabı) Yuanna sürgündeyken İsa’yı gördüğünü iddia ettiği küçük bir yunan adası olan Patmoz (batmaz) adasında yazmıştır. Ada’daki bir mağara da Hristiyanların haç merkezlerinden birisidir. D.H.Lawrence de 1931’de yayınlanan “Apocalypse” (Vahiy) adlı bir kitap yazdı. Batı uygarlığını şekillendiren politik, dini ve sosyal yapıları eleştiriyordu. Ona göre, akıl ve ruh arasındaki sürekli çatışkı, toplumun doğal dünyadan yabancılaşmasına neden olmuştur. Son kitabında Lawrence, insanların doğadan ve evrenden koptuğunu ileri sürerek, insana ve kozmosa dair umut aşılamaya çalışıyordu. Lawrence, Mina Urgan’a göre beden içgüdülerini yadsıyan sadece ruhu önemseyen Hristiyanlık ruhçuluğunu eleştiriyordu; “The Dark Gods” (Karanlık Tanrılar) dediği cinsel dürtüler gibi bedensel dürtülere egemen kozmik güçlere inanıyordu. Mina Urgan,”Lawrence, sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felaketi sayardı.” demektedir. (D.H.Lawrence, İnceleme, YKY, 2016, s. 9) Tetrarşi (4’lü yönetim), M.S. 3.Yy da Roma İmparatoru Diocletianus’un ülkeyi daha kolay yönetilir hale getirmek için 2’ye bölüp başına birer Augustus (imparator) getirmesi ile ortaya çıkan yönetim şekli idi. Ve böylece ülkeyi bir Caesar (Kayser) daha kolay yönetebilecekti. Apollon’a (Güneş Tanrısı) tapan kendisi de ordusu gibi pagan olan 1.Constantinus Roma’daki kötü yönetime duyulan tepkiden faydalanarak Maxentius’la savaştı. Romalı iki tetrarkın karşılaşmasında Maxentius’a karşı zafer için Hristiyanlığı kullanacaktı (M.S. 312). Yunan kolonileri (kentleri) aslında birer “Paroskia” yani Yunan ticaret şirketleri tarafından kurulan ulusal yöre dışında yeralan ulus bilinç taşımakla birlikte ekonomik ve toplumsal niteliği olan sömürgeci ve burjuva işbölümüne dayalı insan topluluğundan oluşan (Selanik, İzmir, Odesa gibi) kolonilerdi. Bu kentlerden biri de adını kurucusu efsanevi kahraman Byzantas’tan alan Byzantion’du (İstanbul). 1. Constantinus bu Eski Yunan kolonisini imparatorluğun yeni başkenti ilan ederek (13 Mayıs 330) “Nova Roma” (Yeni Roma) adını vermişti. Ölümünden sonra adıyla; “Constantinopolis” olarak anılacaktır. 1.Constantinus (M.S. 272- M.S. 337), Hristiyanlara hoşgörü gösterilmesini buyuran ve “inanç özgürlüğünü” dile getiren Milano Fermanı’nı (M.S. 313) yayınlar ve Roma İmparatorluğu'nda resmî din olacak Hristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile (İnanç Bildirgesi) Birinci İznik Konsili’ni toplar. Konsilde Athanasius’un karşı çıktığı İskenderiyeli Papaz Arius’un 3’lü teslisi (ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu) reddettiği teori tasfiye edilerek aforoz edilir. Paskalya Bayramı İznik Konsili’nde kararlaştırılmıştır (Her Pazar). İkinci İznik Konsili (7.konsil) ikona kırıcılığı konusunda 787’de tekrar toplanır. Osmanlı Devleti ulus yerine dinsel ayrım güttüğünden Ortodoks Yunanlılar kendilerini Hristiyan olarak tanımlardı. Merkezi İstanbul’daki Fener Rum Patriği olan Doğu Ortodoks Kilisesi 3 büyük Hristiyan mezhebinden birini oluşturur (diğer ikisi Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi). Yunanistan Ortodoks Kilisesi Doğu Ortodoks kiliselerinden birini oluşturur. Ve Doğu Ortodoks Kilisesi İznik, Konstantinopolis ve Efes Konsili’ni tanıyan oryantal Ortodoks kilisesine karşı ilk 7 konsildeki tanımlamaları kabul eder. Monistik Tekçilik evreni tek bir "ilke"ye dayandırarak açıklamaya çalışan öğretidir. Özellikle ruhu maddeye, maddeyi de ruha irca eden, diğer bir ifadeyle, ruh ile maddeyi özdeş sayan öğretilerdir. İznik Konsili’nde Arius’un aforoz edilmesi monofizizmin yani İsa’nın tanrının oğlu olduğunun temel akide olarak benimsenmesi İsa'nın varlığında, insanlıkla tanrısal özün birleştiği ile ilgili kararlar alınmıştı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu İznik Konsili’nde de (M.S. 325’te) temel akide olarak benimsenmişti. Kutsal Ruh’un Tanrı olduğuna inanırlar. Aya Triada, kutsal üçlü demektir. Bazı Rum Ortodoks kiliselerine verilen addır. Transfigürasyon; Tanrı’nın oğlu İsa’nın dönüşümü gibi İsa’nın dirilip göğe yükselmesiydi. Tanrı’nın İsa’nın vücudunda beden bulduğuna ve yol gösterdiğine inanırlar. Ortodoks kilisesinde bu kavram “Teofani” (Hierosphainein), Batıda ise “Epifani” yani tanrı kudretinin tezahürü anlamına da gelmekte… Katolik evrensel manasına gelirken, Ortodoks, doğru inanç anlamındadır. Ortodoksların batı kiliselerinden farklı akideleri de (Paradhosis) vardır. Ortodokslar resimlerle yetinirler. İkonostaz, İkonlu duvar ve tablolarına denir. İsa, Meryem Ana ve diğer ermişlerin tahta üstüne yapılmış heykel ve resimlerine de ikon veya ikona derler. Yunanca sözcüklerdir. Ortodoksların ayinleri Yunanca olur. Keşişler manastırlarda yaşayıp hiç evlenmezlerdi fakat Ortodokslarda rahipler evlenebilirlerdi. Kitonik dünyevi, kozmik evrenseldir. Ekümenik ise, evrensel, ikamet eden dünya manasında yunanca bir sözcüktür. Bütün kiliseleri kapsayan kavramla Ortodoks kiliselerinde birliktelik ve eşitlik kastedilmektedir. Apostolik, 12 havariyle ilgili ve onların kurduğu kiliseler manasındadır. Agios aziz, agia azize demektir. Taksiyarhis çağdaş Yunancada başmelek demektir. Başmeleklerin kimliği kesin olmamakla birlikte 4 büyük başmelek ismi geçmektedir: Michael, Gabriel, Raphael ve Uriel. Michael tanrının kendinden yarattığı ilk melek kabul edilir, ikonografide elinde kılıç ve ölü ruhları tartan teraziyle tasvir edilir. Ayazma Türkçeden türetilen bir sözcüktür soğuk su demektir. Ortodos hristiyanlar kutsal su anlamında ayazmalara hagia derler. İsa’ya inananların yıkanması (vaftiz) İsa ile bütünleşmek anlamına geliyor. Çocuğa vaftizde kutsal sayılan bir isim de konuyor. Benzer bir sözcük olan takdis öldükten sonra huzur içinde yatması için günahların bağışlanması için yapılan bir işlemdir. Noel doğuş demektir (Fransızca). Hristiyanlık inancına göre Noel yortusu paskalyadan sonra gelen ikinci önemli yortudur. İsa’nın, doğumunun kutlandığı bu yortu gününe Yunanca “Xristougenna” (Mesih doğdu) denir. Batı kilisesi 25 Aralık’ta kutlarken Noeli Ortodoks Kilisesi Julyen takvimini esas aldığı için 7 Ocak'ta kutlar. Teofani bayramını (Haçı suya atma bayramı) 6 Ocak yerine 19 Ocak'ta kutlar (Gregoryen takvimle Julyen takvim arasında 13 gün fark olduğundan). Uruc orucu 1 Ağustos-15 Ağustos (Uruc Günü) arasında Meryem ana adına tutulan oruçtur. İsa’nın dirilişinin kutlandığı Paskalya yortusu öncesinde olduğu gibi, Noel yortusundan önce de 15 Kasım’dan sonra 40 gün oruç tutulur. Paskalya dönemindeki 40 günlük oruca “Büyük Perhiz” denir. Rumlar kırk gün tutulan oruca “Megali Sarakosti" (Büyük Kırk Gün) derler. Kristoloji yani Mesih anlayışına göre enkarnasyon (hulul) tanrının cisimleşmesi ve insan biçiminde görülmesidir.“Golgota” (Calvary), İncil'deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa'nın çarmıha gerildiği bir tepedir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişini (paskalya bayramı) mart-nisan ayında kutlarlar. Ortodokslar için en önemli kutsal bayramlardan (yortu) sayılan günlerde İsa, havarileri ve diğer azizler anılırlar. Hristiyanlar İsa’nın doğumu, vaftizi ve peygamberliğe başlangıcını 25 Aralık-6 Ocak arasında, göğe yükselişini (mihracı) ise Nisan’dan Temmuz’a kadar kutlarlar... * DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN * *

  • Bir Cem Yılmaz Klasiği: "İFTARLIK GAZOZ"

    11.2.2017 | Ne yalan söyleyeyim! filme ön yargılarla gitmiştim. Cem Yılmaz; yine bir sürü absuruk işlerle uğraşacak, konu gerçeklikten uzak işlenecek; demagog laflar edecek; ana tema geri planda kalacak; görüntüler sanal olacak; bir nevi stand up tarzında bir film izleyeceğim diye düşünmüştüm. Filmin ismi de çok çekici gelmemişti. Çok sıradan, içerisi boş, iddiasız, vizyonsuz… Süreç olarak da çok ciddi bir film beklentim yoktu. Sanatın kalitelisi de dönemlerine haizdir. Her dönemde güzel eserler verilemez. İlk görüntüleri izlediğimde seksen dönemiyle anlamsız bir ilişki kurulmuş diye düşünmüştüm. Filmi izledikçe önyargılarım tuzla buz oldu. Kafamdaki Cem Yılmaz gitti, yerine başka bir Cem Yılmaz geldi. Ağzım açık kaldı. Her yerimi heyecan sarar. Duygularım şaha kalktı. Gözyaşlarım sel odu aktı. Son yıllarda izlediğim en iyi filmdi diyebilirim. Dram, toplumsal gerçeklik, komedi, dönemin siyasal durumu, köylülük vb… konular topyekûn işlenmiş, yok yoktu. Şurası bir gerçek; Türkiye, özellikle sinema alanında çok yol kat etmiş. İyiler arasına girilmiş. İster film, ister müzik, ister resim ister edebiyat, ister başka bir sanat dalı hiç fark etmez. Toplumsal gerçeklik temelinde yapılan eserler on numara oluyor. Kalitesi tartışılmaz hale geliyor. Ne kadar toplumsal Gerçeklik o kadar kalite… Orhan Pamuk son romanlarında Posmodern tarzdan uzaklaşmış, toplumsal gerçeklik anlayışına yakınlaşmış. Bu değişim Orhan Pamuk’un edebiyatına ciddi anlamda bir kalite getirmiş. Cem Yılmaz için de aynı durum söz konusu. Bir dönem İran sinemasının neden çok iyi olduğunu hep düşünmüşümdür. Şimdi daha iyi anlıyorum İran’da sinemanın neden çok iyi olduğunu. Ülkemiz sanat için iyi bir cennet. “İftarlık Gazoz” bunun iyi bir isbatı. Fragman filmden birkaç karedir. Bütününü izlemek için film sitelerine bakın...

  • Bir Göç Hikayesi

    Geçen gidişimde eski Ankara evlerini gezme şansını buldum. Hamamönü’ nde restore edilip, yeniden yaşama geçirilen evleri dolaşırken çocukluğumun geçtiği o şehri, eski, iki katlı evde yaşadığım günleri ve göçümüzü anımsadım… Henüz ben dünyada yokmuşum. Babam askerliğini Edremit Burhaniye’de yedek subay olarak yaparken annemi ve kardeşlerimi de yanında götürmüş. Oralara, Kaz dağlarının temiz havasına, komşulara alışmışlar. Ancak anne baba memleket hasreti, Burhaniyeli komşularının ısrarlarının önüne geçmiş ve babam askerlik görevini tamamladıktan sonra Sivas’a geri dönmüşler. Anneannem ve dedemin kimden nasıl aldıklarını bilmediğim bu Ermeni aileden kalma evi, babam da dedemlerden satın almış. Daha doğrusu dedemin ve anneannemin ısrarı ile almak durumunda kalmış. Benim çocukluğum bu evde geçti. Ahşap kanatlı kapıdan avluya girişte solda çeşme anımsıyorum yanında da yine geceleri gitmeye korktuğum tuvalet. Eve asıl giriş kapısı ayrı, yine ahşap… Küçük bir holden sonra yemek yediğimiz bir alan var. Odanın içinden, şimdiki adıyla mutfak, annemin deyimiyle; ocaklığa geçiliyor. Ocaklığın köşede ağzı kapkara açılmış kocaman bir tandır. Yanında yeşil sırlı kapakları parlayan turşu çömlekleri oturuyor. Duvardaki kalın çivilere asılı duran kurumuş kemikli et ve sucuk kangalları da neyin nesi? Çuval çuval bulgur, un ,mercimek… Ha bir de teneke kutularda basılı peynir ve kavurma et… Malum, soğuğun da memleketi burası… muhabbeti de uzun, kara kışı da… Tahta tırabzanlardan kah tutunarak kah kayarak inip- çıktığımız üst katta iki oda daha var sofanın dışında. Ha bir de yine ahşaptan birkaç kapısı olan küçük bölmeler bulunuyor merdiven tırabzanlarının karşısında. Önceleri süs olarak konulduğunu düşündüğüm bu tahta kapıların çivili sürgülerini açtığımızda bir insanın, hatta biz çocukların ancak sığa bileceği gizli bir merdiven daha keşfetmiş olduğumuzda amma sevinmiştik. Şimdi düşünüyorum da kim bilir hangi zor zamanların sığınağı olmuştu bu gizli bölmeler. Belki de zarar görmesinler diye çocuklarını mı saklamışlardı kötülüklerden? Çeşitli söylenceler dolaşıyordu dillerde; Seferberlik ve savaş yıllarında Ermeni aileler yurtlarını terk etmeden önce; belki bir gün geri dönersek diye paralarını, ziynet eşyalarını evlerinin gizli bölmelerinde, ocaklıklarındaki tandır diplerinde ya da duvarlarının tuğlalarında ya da evlerinin temeline gömerek gizledikleri yönünde hikâyeler… Ne zor olsa gerek doğup, büyüdüğün yaşayıp yaşlandığın, hatta orda gömülmek istediğin, vatan saydığın topraklardan zoraki bir ayrılış? Çoğunluğun aynı olduğu yerde farklı ve az olmanın ne demek olduğunu daha sonraları anlayacaktım. Üst katın sokağa bakan pencerelerinin yukarıya sürgülü camları önündeki sedir, çocukluğumun en eğlenceli seyir alanıydı. Sokaktan geçen bütün seyyar satıcıları bilhassa pamuk helvacıyı ilk önce görmenin keyfi bir başkaydı. Saklambaç oynadığımız evin her köşesi, gizli bölmeler, yük dolapları, sedirin altında kalan saklı duş kurnası… Gizemli, bazen ürkütücü, bazen seyirlik bu evin sefası uzun sürmedi. Biz çocuklara eğlenceli gelen ancak, büyükler için modernleşen yaşam koşullarına yeterince cevap veremeyen evin, artık yenilenmesinin gereğine inanan babam, restore ettirmek yerine, yıkıp yeniden yapılması yolunu seçmişti. Biz de evimiz yapılana kadar yakında başka bir eve kiracı olarak taşınmıştık. Hem yıkım işlemini, hem de inşaatı yakından izleriz diye sanırım. Yıkım esnasında da eski ilginç söylenceler yine gün yüzüne çıkmış, komşular büyük bir gömünün bizi beklediğinden emin, kazıyı yapan ustaların başından ayrılmaz olmuşlardı. Günlerce yıkım devam etti… Altın çömlekleri yerine duvar aralarından kitaplar ve elyazması not defterleri çıkmasın mı? Bu kez ağız değiştirdi eskiler; zaten bu evde yaşayan Ermeniler öngörmüşlermiş, böyle bir göçün yaşanacağını ve o nedenle her şeylerini satıp, savıp altınlarını da yanlarına alarak terki diyar etmişlerdi buraları… Ermenice yazılı not defterlerini okutacak kimseleri bulamadığımızdan bir süre elimizde tuttuktan sonra, onları okutabileceğini söyleyen dayıoğluyla İstanbul’a göndermiştik. Hala çok merak ederim o defterde ne öyküler vardı?.. Dörtlüklere bakılırsa yazar şiire de meraklıymış, belki de kendi şiirleriydi çoğu. Yaklaşık bir yıl sürdü inşaat ve sonra yeni evimize taşındık. Eski ev çocukluk anılarında kalmıştı. Ortaokulu bitirmiş lise öğrencisiydim. Yeni evde yeni anılar biriktiriyordum artık. Okulda da yeni arkadaşlar pek tabi. Çoğunluğun içinde yer almamak, öteki olmak zordur… Bunu en iyi anlayanlardan biri olduğumdan daha iyi hissediyorum. Kimse dünyaya gelirken rengini, cinsiyetini, dinini, seçerek gelmiyor. Sadece içine doğuyor… İnsanlığın en büyük zafiyeti de şu olsa gerek ki, empati kurmayı bilmediğimiz gibi, öğrenmek de istemiyoruz ötekinin ne olduğunu. Yaftalayıp kenara çekilmek kolayımıza geliyor. Evdeki tuhaf telâş ve matem havasından bir şeylerin ters gittiği belliydi… Maraş’ta olaylar çıkmış ve bizim de çok iyi görüştüğümüz babamın can dostu arkadaşı Süleyman Öğretmen’in evine ailesine saldırılmış ve kendisi öldürülmüştü. Babamın günlerce yüzü gülmedi, ağzını bıçak açmadı. Gazeteler uzun uzun bu olaylardan ve türlü çıkış sebeplerinden bahsetse de biliyorduk ki, birileri yine kendilerine göre zamanlamayı iyi ayarlayıp, ha bire kaşımaya bayılıyorlardı eski yarayı. Sivas’ta da kıpırdanmalar, huzursuzluklar başlamıştı. Gizliden gizliye yürütülen istihbaratla fişlemeler yapılmakta, evler işaretlenerek Maraş’taki olayların bir benzeri burada yapılmaya çalışılıyordu. Emekliliği de gelmiş olan babam, evi yenilediğine aldırmadan, sözde hayal ettiği, sıcak bir kente taşınma plânlarını öne sürerek bizleri buralardan taşıma gayretine düşmüştü. O yaz tatilinde babam, kimseyi yanına almadan batıda yaşayan kardeşlerinin yanına gezmeye diye çıkıyor ve çok beğendiği Yalova’dan ev kiralayarak dönüyordu Sivas’a. Annem, kardeşlerim ben, şaşkın bu göç durumuna kendimizi alıştırmaya çalışıyorduk. Ben henüz okulumu bitirmemiştim. Tam da üniversite sınavlarına bir yıl kala olacak şey miydi şimdi? Büyük bir kentin gözde liselerinden birinden çık da, İstanbul’un küçük bir kasabasına… Uyum sağlayabilecek, istediğim üniversiteyi kazanabilecek miydim?... Bunları düşünecek sıra değildi şimdi. Her ne kadar babam emekliliğin tadını cennet Yalova’da çıkaracağını söylese de, asıl derdinin başka olduğunu hepimiz biliyorduk. Henüz yaz bitmemişti Sivas’ta bazı mahallelerde olaylar baş göstermeye başlamıştı. Tabi bizim evde de toparlanma telâşı… Eylül ayında geldik Yalova’ya. İnsanlar hala denize giriyor, geceleri sıcaktan uyku uyuyamıyorduk. Sivrisinekler rahat vermiyordu. Bozkırın güz serinliğini hemen aramaya başlamıştım. Yün yorganlara sarılıp daldığım derin uykuları özlemiştim. Kimseleri tanımıyorduk. Türkülerden ve fıkralarından bildiğim kendine has şiveleriyle Karadenizli bakkal ve fırıncı komşularımız dışında görüştüğümüz, hatta gördüğümüz kimse yoktu. Annemin babama sitemlerini ve gözyaşlarını acıyla anımsıyorum. Bayramlarda gidecek veya kapımızı çalacak bir Allahın kulu olmayışından dertlenir dururdu; “ Ne işimiz vardı buralarda? Ölürsek de vatanımızda toprağımıza gömülürdük” derdi. Eski okulumu ve arkadaşlarımı özlüyordum. Müstakil bir evde rahat rahat otururken yüksek sesle bile konuşamadığımız apartman dairesinde sıkışıp kalmıştık, şimdi. Komşularımız farklı şehirlerden, kültürlerden insanlardı. Birçoğu için Ankara’dan ötesi yabancıydı ve bunu hissettiriyorlardı… Öyle garip saçma sapan şeyler düşünüyorlar ve yakıştırıyorlardı ki bize, inciniyordum. Okul arkadaşlarım dahi bir beşik kertmem olup olmadığını soruyordu. İstemsiz kendini, geldiğin kültürü, savunma, uzun uzun anlatma gereği duyuyorsun. Uzun zaman aldı kendimizi anlatmak. Eminim, bir yerlerde, birileri bizim gibi kendini anlatıyordur hala… Kimse doğduğu yeri kendi seçmiyor, içine doğuyor. Elbette de herkes kendi kültürünü rahatça yaşayacağı, çoğalacağı yerler arıyor ve bunun için de bir yerden bir yerlere taşınıyor sürekli. Hala özlerim, kendi memleketinde çocuk olmak, orda yaşlanmak kim bilir ne kadar güzeldir… Yaşamı oyun tadında yaşamak… Belki orda büyüseydim, bir gün kendim bırakıp gelirdim, kim bilir, ama böyle hep eksik ve yarım kalacağım sanki… Şimdi bile içim sızlar: Bozkır kokulu şehir, çocukluğumun unutulmaz anılarını çağrıştıran şehir… Beni nerelere alıp götürdün Ankara?.. ▲ maviADA KIŞ 2013 / Mubadele DOSYA

bottom of page