top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • ELİA KAZAN ve RIHTIMLAR ÜZERİNDE

    ELİA KAZAN ve RIHTIMLAR ÜZERİNDE / Adı Elia, İlya, İlyas, soyadı Kazancıoğlu. Elia Kazan, Kayseri kökenli halı tüccarı bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğar. Üç yaşına kadar dedesi İsaak Şişmanoğlu ve annesi ile İstanbul’da yaşarlar. 1912 yılında önce Berlin’e sonra da New York’a taşınırlar. Artık hayatının sonuna, yani 2003 yılına kadar ABD’de yaşayacaktır. Yale Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi alan Elia, “The Group Theatre” isimli politik tiyatro topluluğunda çalışır. 1934-1935 yılları arasında bir buçuk yıl süresince ABD Komünist Partisi üyesidir. 1940’lı yıllarda Arthur Miller’in “Hepsi Oğlumdu”, “Satıcının Ölümü” gibi oyunları da dâhil olmak üzere Broadway’deki birçok oyunu yönetir. Artık ünlü ve başarılı bir tiyatro yönetmenidir. 1947 yılında faaliyetlerine başlayan ünlü oyunculuk okulu “Actors Studio”nun kurucularındandır. Bu stüdyoda eğitim alan Marlon Brando, James Dean, Montgomery Clift, Julie Harris, Eli Wallach, Karl Malden, Patricia Neal ve Maureen Stapleton gibi oyuncuları Hollywood’da birçok filmde görürüz. Elia Kazan, iki kez “En iyi yönetmen” dalında Oscar heykelini almış, birçok büyük filme imza atmış olan dönemin en büyük yönetmenlerindendi. “Centilmenlik Anlaşması”, “Viva Zapata”, “Cennetin Doğusu”, “Rıhtımlar Üzerinde” en çok bilinen filmlerindendir. 1999 yılındaki 71. Akademi Ödülleri töreninde Martin Scorsese ve Robert De Niro, “Akademi Onur Ödülü”nü vermek üzere Elia Kazan’ı sahneye çağırırlar. Bu esnada iki tecrübeli sinemacının da seslerinin titremesi, vücut dilleri, Scorsese’nin Elia Kazan sahneye gelince gözlerden uzaklara saklanması dikkatli izleyicilerin gözlerinden kaçmaz. Ödül törenindeki ünlü oyuncular Nick Nolte, Ed Harris, Amy Madigan’ın, sahneye çıktığı sırada Elia Kazan’ı protesto ettiklerini kameralar kaydeder. Diğer taraftan ödül töreninin olduğu salonun dışında birçok kişi Elia Kazan için protesto gösterisi gerçekleştirmektedir. Scorsese ve De Niro, Elia Kazan’ı sahneye çağırırken çok gergindiler. Kazan protesto edilmişti; çünkü o, Hollywood’daki “cadı avı” sürecinin en ünlü ispiyoncusu olarak bir dönemin sembolü idi. Hollywood’da 1952 yılında yeniden başlayan (ilki 1947’deydi) “cadı avı”nda Elia Kazan da hedeftedir. Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (House Committee on Un-American Activities) tarafından ifade vermek üzere çağrılır. 14 Ocak 1952’de Komite’ye ilk defa ifade veren Kazan, sorulara yanıt verir ama herhangi bir isim açıklamaz. Bu “cadı avcıları” için yeterli değildir, daha fazlasına ihtiyaçları vardır. Elia Kazan, 20th Century Fox film şirketinin başkanı Sypros Skouras’ın özel çabası ve katkıları ile fikrini değiştirir. FBI Başkanı J. Edgar Hoover ile buluşur. Artık ihanete hazırdır. 10 Nisan 1952’de gönüllü olarak tekrar Komite’ye gider ve bir önceki ifadesini değiştirmek istediğini söyler. Yeni ifadesinde, eskiden beraber politik tiyatro yaptığı şu isimleri ihbar eder: Phoebe Brand, J. Edward Bromberg, Morris Carnovsky, Tony Kraber, Lewis Leverett, Paula Miller, Art Smith ve Miller’in oyunlarının yayıncısı ve yakın arkadaşı James Proctor.[3] Elia Kazan’ın ismini verdiği kişiler kara listededir ve artık sektörde iş yapmalarına imkân yoktur. İfadesinden iki gün sonra Kazan, 12 Nisan 1952 tarihli New York Times gazetesine bir ilan verir. “Partiye üye olduğumda Kremlin’den emir aldıklarını bilmiyordum (…) Komünist felsefeden, metot ve düşüncelerinden sürekli nefret ettim” gibi daha birçok şeyin yazıldığı bir ilandır bu.[4] Miller’in “Cadı Kazanı”[5] filmindeki John Proctor’a, özgürlüğü karşılığı teklif edilen “itirafnamesinin de kilisenin kapısına asılması” sahnesini, Elia Kazan bu gazete ilanıyla gerçekleştirmiştir. 1947 yılındaki “cadı avı”na direnen ünlü “Hollywood 10”unun simgelerinden senarist Dalton Trumbo, “Kahraman, kötü adam, aziz ya da iblisler aramak işe yaramaz, çünkü böyle şeyler yoktu, sadece kurbanlar vardı” dedikten sonra bir istisna yapar ve Elia Kazan’ı diğerlerinden ayırır; “Kazan, bunların içinde en çok nefret ettiklerim arasındaydı. Çünkü o, kendi kendisini savunamayacak birçok kişinin çöküşüne sebep oldu.” Elia Kazan, mesleğinin zirvesinde iken elindekileri kaybetmekten korkmuş; devlet ve sinema endüstrisi tarafından verilen rüşvetleri kabul etmiş ve dostlarına ihanet etmiştir. ABD hükümeti, onun gibi bir simgeyi toplumu korkutmak ve muhalefeti teslim almak için yapılan psikolojik savaşın önemli bir mevzisi olarak kullanmıştır. İhanetin filmi: “Rıhtımlar Üzerinde” “Rıhtımlar Üzerinde” filminin ilk çalışmaları 1951 yılında başlar. Bu filmin senaryosunu Elia Kazan’ın o zamanki yakın dostu Arthur Miller, “The Hook” (Kanca) adıyla yazar. Filmin yapımcısı Columbia Pictures şirketinin başkanı Harry Cohn, Kazan ile görüşmelerinde, filmin kötü adamlarını mafya tipi sendikacılar yerine komünistler olarak değiştirmesini ister. Kazan da bunu Arthur Miller’dan talep eder ve Miller reddeder. Kazan bir süre sonra filmin senaristini değiştirir. Komite’deki ifadesinde arkadaşlarının ismini veren Budd Schulberg filmin yeni senaristi olmuştur. Senaryo Kazan’ın istekleri doğrultusunda “On The Waterfront” (Rıhtımlar Üzerinde) adıyla yeniden düzenlenir. “Rıhtımlar Üzerinde” filmi 1954 yılında, 12 dalda Akademi ödüllerine aday gösterilir. Elia Kazan’a “En iyi yönetmen”, Marlon Brando’ya “En iyi erkek oyuncu”, Budd Schulberg’e “En iyi senaryo ödülü” olmak üzere, film toplam sekiz dalda Oscar ödülü kazanır. Sinema endüstrisi, Elia Kazan’ı sadece yaptığı “iyi sinema” ile değil aynı zamanda 1952 yılında yaptığı işbirliğiyle de ödüllendirmiştir. “Rıhtımlar Üzerinde”, New Jersey limanındaki mafyalaşmış bir sendika şubesi yönetimi ve işçileri üzerine bir filmdir. Eski bir boksör olan Terry Malloy (Marlon Brando), ağabeyinin de içinde olduğu sendika şubesinin ayak işlerini yapmaktadır. Terry daha filmin ilk sahnesinde çocukluk arkadaşı olan rıhtım işçisi Joe Doyle’ye ihanet eder ve onun ölümüne sebep olur. Filmde sağduyuyu temsil eden Rahip Barry (Karl Malden) devreye girer ve bir işçiyi sendika aleyhine mahkemede ifade vermeye ikna eder. Mafya tipi sendika yöneticileri tarafından bu işçi de öldürülür. Daha önce oğlu öldürülen ‘Pop’ Doyle dâhil tüm diğer işçiler rahibi yalnız bırakırlar ve ona sırtlarını dönerler. Bu defa rahip, Terry Malloy’a ifade vermesini önerir. Terry, rahibe “Konuşursam hayatımın zerre kadar kıymeti kalmaz” der. Buna karşılık, “Peki ya konuşmazsan ruhunun ne kıymeti kalır?” diyerek cevap veren rahip de mahkemeye ifade vermesi için onu cesaretlendirir. Rahibin ve Joe Doyle’ın güzel kız kardeşinin çabası ile Terry Malloy bu defa ağabeyine ve sendikadaki eski arkadaşlarına ihanet eder ve mahkemede onlara karşı ifade verme kararı alır. Bir süre sonra ağabeyi de Terry’i destekler; o da düne kadar beraber oldukları sendika yöneticisi-mafya dostlarına ihanet eder ama öldürülür. Sendikanın şube başkanı Johnny Friendly, filmin en çarpıcı sahnelerinden birisinde, “Sen bize ihanet ettin Terry!” der. Terry’nin cevabı, sanki Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ndeki ifadesi nedeniyle Elia Kazan’a “hain” diyenlere de verilmiştir: “Senin tarafından bakınca belki. Ama ben artık burada duruyorum. Onca yıl kendime ihanet etmişim de farkında değilmişim meğer. Yaptıklarıma pişman değilim.” Filmde işçilerin tek sorunu sendikanın yöneticileri gibi gösterilir. İşçilerin çalışma koşulları, ücretleri veya başka sorunları filmde yoktur. Polis ve mahkemedekiler oldukça iyidirler. Filmde onlar hakkında olumsuz tek bir şey göremezsiniz. Filmin kahramanı Terry Malloy, mafya tipi sendika şubesi yönetimini devlete verdiği ifade sayesinde alt eder. Yeni sendika başkanı gibi tüm işçilerin önüne geçer ve çalışmalarını dört gözle bekleyen patrona doğru hep beraber yürürler. İşçilerin hep beraber işe gelmesinden dolayı patron halinden memnundur. Son sözü patron söyler: “Haydi iş başı yapıyoruz!” Film bu şekilde sona erer. Filmdeki ispiyoncular, hainler, ihanetler birbirine o kadar karışacaktır ki, izleyici neyin doğru olduğuna karar vermekte zorlanacaktır. Filmde Elia Kazan’ın tüm karakterleri sürekli birilerine ihanet eder ve ispiyoncudurlar. Ve film sanki izleyiciye sadece “İhanet, bulunduğunuz yere göre değişir” mesajını vermek için yapılmış gibidir. Livaneli’nin Elia ile yolculuğu 2017 yılında Karakarga Yayınları’ndan “Elia ile Yolculuk” isimli bir kitap yayımlandı. Kitapta Elia Kazan üzerine Zülfü Livaneli’nin görüşleri, onunla 20 yıllık dostluğu ve Elia 90 yaşında iken Kayseri’ye yaptıkları yolculuk anlatılıyor. “Elia ile Yolculuk”ta, Kazan’ın 1952 yılındaki ihanetini hep sırtında bir yük olarak taşıdığı, hiç unutmadığı sık sık tekrar edilir. Kitapta, “Elia belki de bütün hayatı boyunca Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi trajedisinin kefaretini ödedi” cümlesi vardır. Livaneli’nin, “Şimdi düşünüyorum da belki Komite önünde ifade verirken, Elia da bir Anadolu geleneği olan boyun eğme eğilimi ağır basmış olabilirdi” görüşü de oldukça düşündürücüdür. “Elia’nın Komite’deki ifadesi yüzünden zarar gören kimse olmamıştı. Kendi dışında elbette. İşin garip yanı da adını verdiği arkadaşlardan izin istemesiydi. Bu soruyu yönelttiğinde kötü davranan Lilian Hellmann olmuştu ki Elia onu hep ‘şöhret ve servet düşkünü’ olarak anardı. Ona göre bu olaydan da bir şöhret yaratmak istemişti” alıntısı ise Elia Kazan’ı en azından kendi okurları gözünde aklama çabası olarak dikkat çekiyor. Kimsenin bu ifadeler nedeniyle zarar görmediğini nasıl tespit ettiği ise ayrı bir merak konusudur. 1999 yılındaki 71. Akademi Ödülleri töreninde Elia Kazan’ı protesto edenlerin Livaneli ile aynı fikirde olmadıkları görülüyor. Kitapta Elia ile yolculuğunu anlatmasını beklerken, Arthur Miller ile 1986 yılında Kremlin’e yaptığı bir yolculuk sırasındaki sohbetlerini ve yazarın Miller hakkındaki görüşlerini okuruz: “Oysa Miller’in artık Marksizme inanmadığı çok açıktı. Dünyanın sorunlara eski ideolojilerle çare aradığı, bunun da imkânsız olduğu görüşündeydi. Ona göre iki bilim insanı olan Adam Smith de Karl Marks da büyücü değildi. Bugünün sorunlarına çare olamazlardı.” Arthur Miller ile ilgili yukarıdaki satırlardan sonra, Livaneli’nin okurlarının onun hakkında olumlu düşünceler oluşturmasına imkân yoktur. Yazar neden Arthur Miller ve Elia Kazan’ı bu şekilde karşılaştırmak zorunda kalmıştır? Ya da Elia’nın 1952 yılında bir gazeteye verdiği ilanda yer alan komünistler hakkındaki görüşleri neden bu kitapta yoktur? Bunları okurken Elia Kazan’ı daha iyi bir insan olarak göstermek uğruna Arthur Miller’i itibarsızlaştırmaya mı çalışıyor diye kuşkuya kapılıyorsunuz. Arthur Miller, Livaneli ya da başkalarının bir zamanlar inandıkları fikirleri değişebilir. Bunun için kimse yargılanmaz ama eleştirilebilir. Ancak hiç de zorunlu değilken sadece sinema sektöründe iş yapabilmek için “kötü”lerle işbirliği yapmak, arkadaşlarının adını vermek, gazeteye “Komünistlerden nefret ederim” ilanını vererek bunu taçlandırmak… İşte, bu ayrı bir şeydir. Bu, basit bir şekilde bazı konulardaki görüşlerin 50 yıl sonra değiştirilmesi ile aynı kefede değerlendirilemez. Livaneli’nin kitabında bahsetmediği çok önemli bir gerçek vardır; Elia Kazan yaptıkları sebebiyle hiçbir zaman özeleştiri yapmamıştır. “Ben yanlış yaptım ve ismini verdiklerimden ve Amerikan halkından özür dilerim” dememiştir. Elia Kazan’ın “A Life” (Bir Hayat) isimli 2083 sayfalık otobiyografisi 1988 yılında yayımlandı. 42 bölüm halinde neredeyse tüm hayatını yazdığı kitapta “Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi” sözü sadece 27 defa geçer. Tüm bu sayfalarda, 1952 yılında verdiği ifadesini laf kalabalığı içinde bulanıklaştırmaya çalışan bir Elia Kazan görürüz. *** Dipnotlar: [1] 1999 yılı Oscar ödül töreninin videosunu İngilizce izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=3YziNNCZeNs [2] Hollywood’daki “cadı avı” ve direnenlerin filmi: Cadı Kazanı – Önder Özdemir [3] Bu isimlerden J. Edward Bromberg 1951 Haziran’ında Komite’ye çağrılır. Doktorunun sağlığı için gitmemesini söylemesine rağmen Komite’ye gider, ağır psikolojik baskı koşullarında ifade verir ve orada işbirliğini reddeder. O da kara listeye alınır ve sektörde iş verilmez. Bromberg, 6 Aralık 1951’de kalp krizinden ölür. Elia Kazan Nisan 1952’deki ifadesinde, dört ay önce ölmüş arkadaşının ismini de Komite’ye vermiştir. [4] Elia Kazan’ın 12 Nisan 1952 tarihinde gazeteye verdiği ilanın özet çevirisi şöyle: “Anlatacak casus hikâyelerim yok, çünkü ben şahsen hiçbir casus görmedim. Gene o zamanlar Amerika ile Rusya arasında milli çıkarlar açısından bir ayrım olduğunu anlamamıştım. Hatta 1936’da ABD Komünist Partisi’nin utanç verici bir şekilde Kremlin’den emir aldığı bile bende net değildi. Birisinin parti “disiplini” denen ipi boynuna geçirmeden önce en azından öğrenmesi gereken şeyler olduğunu öğrendim. Komünistler, benim alışık olduğum günlük demokrasi uygulamalarını otomatik olarak ihlal ediyorlardı. Düşünceyi kontrol etmeye çalışıyorlar, kişisel fikirleri bastırıyorlardı. Kişisel davranışı zapturapt altına almaya uğraşıyorlardı. Bir alışkanlık olarak gerçeği bulandırıp, dikkate almayıp, karşı çıkıyorlardı. Bütün yaptıkları kendi iddia ettikleri “demokrasi” ve “bilimsel yaklaşım” dediklerine tam anlamıyla karşıydı (…) Komünist Parti üyesi olmak, polis devletinin ne olacağının bir görünümüydü. Bu bulandırılmış ama acı ve unutulmaz bir görünümdü. Bulandırılmış çünkü istediğinizde ayrılabiliyordunuz. Ben de 1936 yılının baharında Parti’den ayrıldım (…) Bu diktatörlük ve düşünce kontrolü, bunları ilk elden tecrübe eden birisi olarak beni bunlardan sürekli nefret etmeye yöneltti. Beni, zaten bunlara direnilmesi gereken komünist felsefeden, metot ve düşüncelerinden sürekli nefret etmeye yöneltti (…) Yaptığım filmler, yönetmenliğini yapmaya karar verdiğim temsiller, tiyatro oyunları sadece benim düşüncelerimi yansıtırlar. İleride de işte aynı bu tür filmleri ve temsilleri yapmayı umuyorum.” İlanın İngilizce orijinali için: http://www.reelclassics.com/Directors/Kazan/kazan-article.htm [5] “Cadı Kazanı” (The Crucible) filmini sinematek.tv’de Türkçe altyazılı izlemek için: http://sinematek.tv/cadi-kazani/ [6] The Nation dergisi (5-12 Nisan 1999) [7] “Rıhtımlar Üzerinde” (On the Waterfront) filmini sinematek.tv’de Türkçe altyazılı izlemek için: http://sinematek.tv/rihtimlar-uzerinde-1954/ Kaynakça: A Life, Elia Kazan, Autobiography, Alfred A. Knope Inc., 1988. Elia ile Yolculuk, Zülfü Livaneli, Karakarga Yayınları, 2017. “The Director Who Named Names – Reconsidering the legacy of Elia Kazan”, Wendy Smith, 10 Aralık 2014. “Elia Kazan’s Betrayal”, Max Obuszewski, The Baltimore Chronicle, 7 Nisan 1999. Arthur Miller’in, McCarthy dönemindeki “cadı avı”nı anlattığı, 17 Haziran 2000 tarihinde The Guardian/The Observer’da yayımlanan “Are You Now Or Were You Ever?” başlıklı makalesi. “Elia Kazan Facts”, YourDictionary. “Blacklist and Backstory”, Jacob Weisberg, Slate, 31 Ocak 1999. “Miller Convicted in Contempt Case”, Joseph A. Loftus, New York Times, 1 Haziran 1957. İzleme önerisi:Jay Roach’ın yönettiği 2015 yapımı Trumbo filmi karalisteden acı çekenleri ve cadı avı sürecini anlatıyor * DERLEME. internet * BAŞKA FİLMLER GÖRMEK İSTER MİSİNİZ

  • Uluslararası Dostluk Film Festivali

    Sevgili Dostlarım 14, 15, 16 Aralık tarihlerinde 6 farklı mekanda gerçekleşecek Uluslararası Dostluk Kısa Film Festivali’nde buluşalım dileklerimle. Kalbini Kullananlara Uluslararası Dostluk Kısa Film Festivaline Başlarken, insanlığın birbirine dost olamadığı, kendi ürettiği teknolojileri ve sistemleriyle kendini kurban ettiği bir çağdayız. Daha çok üretmeye ve daha çok tüketmeye indirgenmiş, kalabalıklar içinde yalnızlaşmış ve soyutlanmış, hâkim sistemin bekası uğruna kendi doğasına yabancılaşmış bir yapının içindeyiz. İzlenen, gözlemlenen ve arşivlenen özel bilgilerinden hareketle ne yapması gerektiği kendisine dikte edilen, buna karşın özgürleştiğine ikna edilen bir kölelik türü yaygınlık kazanıyor. Küçük bir azınlık, büyük bir savurganlık yaşarken, büyük bir kitle açlıkla pençeleşiyor. Dünyanın birçok yerinde haksızlığa ve zulme uğrayanlar hızla artarken, zalimlerin dünyaya adalet dağıttıkları simülasyonunu başarıyla vizyona soktuklarından bahsetmiştik. İşte çatışmanın, zulmün, yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın, yurtsuzlaşmanın ve ötekileştirmenin baskın egemenliğini yaşadığımız bir çağda; insanlığı Anadolu coğrafyasında maya tutmuş, kendine, komşusuna ve zorda kalmış uzak diyarlara dost olmaya davet etmiştik. Bu coğrafyanın İspanya’da zulme uğrayan Yahudilere, kurtuluş için İstanbul’a gelen Beyaz Ruslardan kısa zaman önce savaştığımız Yunanlılara kadar din, cinsiyet, ırk vb. ayrımları geride bırakarak, daha nicelerine dostluk eli uzatarak ölümden kurtardığı tarihi anmıştık. Bugün Anadolu’ya sığınarak ölümden kurtulan milyonlarca insanı örnek gösterip bütün insanların, insanlık için bu mayada buluşmasını diliyoruz diye bir çağrıda bulunmuştuk. Festivali uluslararası yapma muradımız globalleşen dünyada kendi gençlerimize bir şey anlatmanın yolunun bütün dünyaya anlatmaktan geçtiğinin farkında olmamızdı. Bütün dünyaya, sesimizin ulaştığı her coğrafyaya Fethi Gemuhluoğlu’nun diliyle bütün dostluklar söylenmelidir diye seslendik. Festival için gece gündüz iş birliği yaptığımız kurumlar, üniversiteler, destekçilerimiz uzun bir çalışma maratonunu geride bıraktık. Geldiğimiz noktada tematik bir kısa film festivalinin henüz ilk yılında dünyanın 76 farklı ülkesinden “Dostluk” için 789 film yapıldı. Kalemler dostluk için yazdı, klavyelerin tuşlarına dostluk için basıldı, kameranın vizöründen dostluk için bakıldı. Ben bu güzel sonuç için dünyanın 7 kıtasından 76 ülkesinden çağrımıza uyanlara ve dostluk için yapılan çabalara ve bu güzel sonuca ulaşmak için gece gündüz çalışan ortaklarımıza ve festival ekibimize gönülden teşekkür ediyorum. İyi bir geleceği sadece dostluk inşa edebilir. Üstat Fethi Gemuhluoğlu’nun ifade ettiği gibi önce kendimize, coğrafyamıza, tarihimize, komşularımıza, tabiata dost olmalıyız. Dostluk için ortaya koyulan bu heyecan verici sonuçları festivalde hep birlikte izleyelim, perdenin önünde dostlarla buluşalım temennisiyle. Mehmet Lutfi Şen Genel Sanat Yönetmeni Detaylar için: http://dostlukfilmfestivali.com/ https://www.instagram.com/dostlukfilmfest/ https://twitter.com/dostlukfilmfest https://www.facebook.com/dostlukfilmfest

  • Sinema Seminerleri

    Eğitimin Konusu: İzlediğimiz filmler ve diziler, içinde yaşadığımız dünyayı nasıl algıladığımızın önemli bir göstergesi. Ekonomik kriz, savaşlar ve totaliter rejimlerin kıskacında, acaba nasıl bir dünya hayal ediyoruz? Bu dünyada, iyi-kötü, suç-adalet, ben-öteki, güvenilir-sahtekâr, sevgi-nefret gibi kavramlar nasıl tanımlanıyor. Bu seminerler dizisi, popüler medya metinleri üzerinden bu gibi soruların cevabını arıyor. Toplam 12 saat sürecek eğitimimizde işleyeceğimiz konu başlıklarını eğitim içeriği bölümümüzde bulabilirsiniz.

  • Aamr Khan'la Söyleşi:

    Görmemiş Olabilirsiniz, BU SÖYLEŞİYİ KAÇIRMAYIN Aamir Khan ... başka söze gerek yok. Gerçi bu söyleşi elbette küresel sermayenin bir pazarlama tekniği. Para yatırmışsa karşılığını almadan durmaz, haksız da sayılmaz, sapla saman bu kadar birbirine karışmışken, Allah ne verdiyse deyip tefekkürle beklemeyeceklerdir. Ama bu genç adam başka bir şey... Aamir Khan, son filmi Süper Star'ın dünya genelinde vizyona girişi nedeniyle ülkemizde, röpartaj da o amaçla belli... de oyuncu her türlü iltifatı hak eden biri. Şişirilmiş, öylece parlatılmış bir isim değil o. Hollywood ürünü değil, Uzak Asya'dan bir zamanların Raj Cooper'ı gibi Hindistan'tan dünyanın dört yanına internette yer alan filmleriyle ulaşmayı başarmış bir sinemacı. Şimdi herkes gibi arenaya çıkmış, kurallarıyla oynuyor. İyisi mi önce bu söyleşiyi kaçırmayın, okuyun, sonra da bir filmini İnternet'ten bulup izleyin, kararı siz verin. Devamını okumak için tıklayın. * / Ayşe Arman, Hürriyet Gazetesi

  • Eve Götür Beni Nehir

    Eve Götür Beni Nehir Köprüden Parramatta Nehri’ni seyrediyorum Sydney’in ortasında; hayatım su gibi berrak, akıp gidiyor 99 tatilimde Taksim Meydanı’nda, Özdemir’in sevgi dolu tekmesi, aynı güzellikte savuşturmam geçiyor. Çocuksu coşkumuza tanık olanların, gülümsemesi de akıntıda. Bir balık sıçradı; gözünü benden ayırmadan, kuyruk salladı. Seyhan Nehri’nde elimle yakaladığım balığa benzettim. Kavanozda beslemeye kalkınca azarlanmış, götürüp nehre bırakmıştım. Dur Parramatta Nehri! Sürüklediğin balıkla, konuşacaklarım var. Soracaktım, cenazelerinde bulunamadığım sevdiklerim yolumu gözler mi gitti? Deniz kenarında; yanıma konup üzüntümü paylaşan serçe, havada, yüzmeyi durdurup bana bakıp kuyruk sallayan balık, Çukurovadan, doğduğum yerden tanıdık. Şimdi onları geldikleri yere mi götürüyorsun? Önüne katmış her şeyi sürüklerken bırakma Nihat’ı burada eve götür beni nehir. *

  • AYLA

    Koreli Küçük Kız ile Türk Subayın Filmlere Konu Olan Duygu Yüklü Öyküsü Savaşlar; ölümlerin, yıkımların yaşandığı ardında acı dolu öyküler bırakan insanlığın en büyük dramıdır. Bu dramların arasında yeşeren sevgi öyküleriyse belki de savaşların en duygusal ganimetleri… Kore Savaşı sırasında filizlenen ve yıllar sonra (şu günlerde gösterimde olan) bir filme konu olan Koreli küçük kız ile ona babalık yapan Türk subayının duygu yüklü öyküsü de bunlardan biri… 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore Güney Kore’ye saldırdığında, bütün dünya, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri ayağa kalkmıştı. Bu savaş, Asya’nın uzak bir köşesindeki küçük bir ulusun birbiriyle kavgaya tutuşmasının çok ötesinde anlamlar taşıyordu. Çünkü Kuzey Kore’nin arkasında Sovyet Rusya ve Komünist Çin vardı. Olay, Doğu'nun Batı'ya, bir başka deyişle Komünizmin Kapitalizme savaş ilanı olarak duyuruldu. ABD’nin girişimiyle Birleşmiş Milletler Ordusu kuruldu ve 16 batılı milletin askeri Kore’de, Güney Kore’nin yanında yer aldı. Milyonlarca kişinin ölümü, yaralanması, fiziki ve psikolojik anlamda sakatlığı ile sonuçlanan Kore Savaşı böylece başladı. Türkiye de BM kararına uyarak Kore Savaşı’na katıldı. ABD’den sonra Kore’ye asker göndereceğini bildiren ilk ülke Türkiye’ydi. Savaşa gidecek erler, 1929 doğumlulardan ve daha çok gönüllülerden seçilecekti. Subay ve astsubaylardan da gönüllüler tercih edilecekti. Beş bin kişilik bir tugayın kurulması kararlaştırıldı. 1950 yılının Eylül ayında yola çıkan Türk askerleri, 27 Temmuz 1953’te kocaman kanlı bir nokta ile sonlanan Kore Savaşından pek çok gazi, kayıp ve Türk şehitliğinde yatan yedi yüzün üstünde asker bırakarak döndü…Tabii bir sürü de acı ve hüzün dolu öyküyle… O günlerde henüz 25 yaşında olan Süleyman Dilbirliği’nin aslında asker olmak gibi bir niyeti hiç yoktur ama zamanını boşa geçirmek istemediğinden kendini orduda bulur. İlk görev yeri, memleketi Kahramanmaraş’tır, sonra İskenderun’a gider. “Benim bölük kumandanım çok iyi bir insandı. Çalışırken ‘komutan’, mesai bittikten sonra da ‘abi’ derdim.” İşte, o ‘çok sevdiğim’ diye anlattığı komutanı, Dilbirliği’ne, Kore’ye gitmenin gerekliliğinden bahseder bir gün. Kore ikiye bölünmüş, güneyde Demokratik Kore, kuzeyde Komünist Kore Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. Türkiye de askeri yardımda bulunan ülkelerden biri olacaktır. Komutanının “Gel, beraber gidelim” önerisini biraz düşünmek ister ama düşünecek bir şey de bulamaz. Komutanıyla Kore’ye gitmeye karar verir. “Sene 1950… Kore’de havanın eksi 25 dereceyi bulduğu, kış mevsiminin belki de en soğuk günlerinden biri… Ormanda ilerliyoruz, yere oturmuş dört-beş yaşlarında bir kız çocuğu, feryat edercesine ağlıyor. Yanında, yakınında kimseler yok. Üstü başı perişan, her yeri buz kesmiş…” Astsubay Süleyman Dilbirliği, Birleşmiş Milletler ordusunun komutası altında, Kore Savaşı’na katılan Türk tugayındadır. Yanında iki askerle yürürken gördüğü bu çocuğu, hiç düşünmeden kucaklayıp birliğine götürür. Astsubay Süleyman Dilbirliği, 16 Ekim 1950’de Kore topraklarına ayak bastığında, bir ömür sürecek bir kalp ağrısı yaşayacağını bilemezdi. Bulduğu küçük kız çocuğu yanından hiç ayrılmıyordu. Birliğine geldiğinde ilk işi saçları bit dolu küçük kızı güzelce yıkamak ve saçlarını kısacık kesmek olur. Ona güzel bir yatak hazırlar, sıcak tutacak kıyafetler, ayakkabılar satın alır ve küçük kızı bir güzel giydirir. Annesi-babası öldürülmüş bu çocuğun adı, Kim Eunja’dır. Adını telaffuz etmek sadece ona değil, tüm askerlere zor geldiği için, bu yusyuvarlak, ay gibi yüzlü küçük kıza Ayla adını koyar. Kısa sürede Ayla askerlere, askerler Ayla’ya alışır. Küçük kız askerlerle oyunlar oynar, onları güldürmeye çalışır, bir anlamda kışlada sevinç kaynağı olur. Bu arada yavaş yavaş Türkçe de öğrenir. Üstelik artık Süleyman Astsubayı babası bilir. Peki, neden diğerlerini değil de onu baba olarak seçmiştir küçük kız? Süleyman Astsubay bu soruya şöyle yanıt verir: “Biz birbirimizi çok sevdik, oraya bizden 15 bin kişi gitti. Ama bu yaşanan, bana kısmet oldu. Ben orada o çocuğa hep sarılırdım, hep öperdim. O da bana nasıl sarılırdı, nasıl severdi. Ama işte sonra… Ayrılmamız gerekti.” Süleyman Astsubayın görevli olduğu birlik Kore’de bir sene görev yaptıktan sonra geri döner ve onlar dönerken, yeni bir birlik Kore’ye doğru yola çıkar. Süleyman Astsubay için de dönüş vakti gelmiştir. Ayla’yı Türkiye’ye getirmeyi düşünür ama yasalar buna izin vermez. Yüreğinin bir parçasını Kore’de bırakıp yurda dönen Gazi Süleyman Dilbirliği küçük kızı hiç unutamaz. Koreli küçük kız babası bildiği bu askerin ardından çok ağlar, çok gözyaşı döker. Süleyman astsubay da Türkiye’ye döndükten sonra uzun süre gözyaşı döker, Ayla’yı rüyalarında görür. Ayla ise, Türk askerlerinin Suwan kentinde açtığı Ankara Okulu’na yerleştirilir Daha sonra Güney Kore Eğitim Bakanlığı’na devredilen bu okula kaydı yapılırken, küçük kız adını soran müdüre Kim Eunja değil, “Ayla” der. Müdür “Bizde öyle isim olmaz” deyince de “Ama ben Türk’üm” yanıtını verir. Ve araya, koca bir altmış yıl girer. Baba-kız, birbirinden haber alamaz olur. Ayla çok uğraşsa da babasına dair bir iz bulamaz… Süleyman Astsubay, Kore Savaşı’nın 60. yılı anısına Kore Başkonsolosluğunda düzenlenen bir resepsiyona katılır. Tüm gazilerin anılarını paylaştıkları bu toplantıda o da Ayla’dan bahseder, uzun uzun onu anlatır. Konu, Koreli yetkililerin ilgisini çeker, Ayla’nın fotoğraflarını görmek isterler. Hemen Kore’deki Ankara Okulundan mezun olanların kayıtları incelenir. Uzun bir uğraş sonucu, Ayla bulunur. Eşini uzun süre önce kaybeden Ayla’nın bir oğlu, bir kızı hatta iki de torunu olmuştur ve bir anaokulunda temizlik işçisi olarak çalışmaktadır. Koreli muhabirler, Ayla’yla evinde buluşurlar, savaş sırasında çekilmiş fotoğraflarını gösterirler. “Bu ben miyim” diye şaşıran Ayla, Süleyman Astsubayı yanağından öptüğü kareyi gördüğü an “Hep özlediğim bu adamı fotoğraflarda görmek kahrediyor beni.” Diyerek ağlamaya başlar. Fotoğraflara baktıkça anılar geri gelir, yeniden canlanır. Gazeteciler Ayla’ya Süleyman Astsubayın onu görmek istediğini anlatırlar. Koreli yetkililer Ayla ile Süleyman Astsubayı, 2010 yılı Ağustos ayında Kore’de bir araya getirirler. Süleyman-Demet Dilbirliği çifti ile Ayla, 60 yıl sonra Seul’deki Ankara Parkında buluşurlar. Buluşma anı gören herkesi gözyaşlarına boğar. Pembe montlu bir kadın, iki yanında torunlarıyla beraber onlara doğru yürür, birbirlerine koşarak sarılıp ağlaşırlar. Sarılırken, dünyanın en hüzünlü ve özlem kokan cümleleri dökülür Ayla’nın dudaklarından: “Niye bu kadar uzun sürdü? Neden daha önce gelmedin? Seni çok özledim baba…” Bu buluşmadan sonra Süleyman Astsubayla kızı birbirleriyle mektuplaşırlar. Ayla Korece yazdığı mektupları Türkçeye de çevirtip ikisini birden postalar ve mektuplarında şöyle der: “İyi bir babanın kızı olmaktan mutluyum. Babam Türk diye kendimle gurur duyuyorum. Her gün resminize bakıyorum ve resminizle konuşuyorum.” Mektuplarında Süleyman Dilbirliği’ne baba, eşine de anne diye hitap eden Ayla ile Süleyman Astsubay en son 2012’de Ayla’nın Türkiye ziyaretinde görüşürler. Ayla’dan en son mektup ise 2013 yılında gelir. Birlikte yaşadığı oğlunun yanından ayrılan ve İncheon kentinden de taşınan Ayla’nın şu an nerede olduğu bilinmiyor… Hayatı boyunca hep albümler biriktirip Ayla’nın fotoğraflarına bakan Süleyman Astsubay ise şimdi 93 yaşında. 1969’da ordudan emekli olan ama silah sesleri kulağından hiç gitmeyen ve savaşı hâlâ rüyasında gören Süleyman Astsubay şöyle diyor: “Kızım için, ben bugün olsa, yine gider savaşırım.” Kore Savaşında yaşanan bu hüzünlü ve duygusal hikaye beyazperdeye de taşınmış. Geçtiğimiz Babalar Günü vesilesiyle fragmanı yayınlanan, Türk-Güney Kore yapımı filmde pek çok ünlü oyuncu rol almış. “Ay yüzlü bir kızla, ay yıldızlı bir askerin 65 yıllık anlatılmamış hikayesi” yani “Ayla” filmini şu günlerde sinema salonlarında izleyebilirsiniz. Can Ulkay’ın yönetmenliğini üstlendiği filmin başrollerinde Çetin Tekindor, İsmail Hacıoğlu, Lee Gyungjin ve Kim Seol oynuyor. Filmin müzikleri ise Fahir Atakoğlu’na ait. Ayrıca AYLA filmi Türkiye'nin en iyi yabancı film dalında bu yılki Oscar adayı seçildi...

  • Uludağ ve Sinema

    - 2 - GÜNÜMÜZE GELİRKEN BURSA Uludağ’ı en güzel, İnegöl’den görürsün Hele bulutlar sarsın, tepesini örülsün Lodoslu havalarda, sanki devler dirilir Uludağ’ı uyanık ve ayakta görürsün (Yaşar Faruk İnal) Yaşar Faruk İnal, İnegöl doğumlu bir şair. Balkan göçmeni şair, tıpkı Rumeli kökenli diğer şairler, M. Niyazi Akıncıoğlu ve Uluğ Turanlıoğlu gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Bursa’nın tarihsel ve mistik dokusundan etkilenerek Bursa’yı dizelere döken, şiirleştiren bir şairdi. Bursa’nın kolay geçit vermez ve zirvesi çoğu zaman karlı Uludağ’ını Bursa’ya ait öteki zengin imgeler arasına katıp işliyordu. İnal, “Uludağ (2)” şiirinde Uludağ ile ilgili hislerini bu dizelerle ifade ediyordu. (Nilüfer Çiçeği Bursa Şiirler, 2007, s.21) Çocukluk yıllarımda Uludağ’ı Ankara dönüşlerinde İnegöl’e yaklaşırken bir Bursa habercisi gibi görürdüm. Bu sıra dağlar, bütün azamet ve haşmetiyle yolculuk boyunca İnegöl’den başlayarak ta Bursa’ya kadar eşlik ederdi. Pencereden kuzeye bakmak hatırıma bile gelmezdi çünkü sol yanım boylu boyunca karlı dağlar sıra sıra zirvelerle çevriliydi. Onlar bana ürkütücü de gelirlerdi ama güzeldi. İnegöllü öykücü Yazar Cemil Kavukçu’nun “Angelacoma'nın Duvarları”nı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Angelacoma, İnegöl'ün Bizans dönemindeki adıydı. Yazarın İnegöl’de geçen çocukluk yıllarını anlatan bu kitap bana hemen Uludağ’ı anımsatmıştı. Bursa için Uludağ ilk sıradaki bir simgedir. Uludağ, kuzeybatı ve güneydoğu yönünde uzanan büyük bir dağ silsilesidir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ'ın uzunluğu 40 km'yi genişliği ise 15–20 km'yi bulur. Bu dev kütlenin dokusu granit serpantin ve gnays ile kolemanit, krom ve volfram (tungsten) gibi madeni taş ve kayaçlardan (şist) oluşmuştur. Jeomorfolojik açıdan volkanik olmayan tektonik (fay hareketleriyle oluşmuş) bir dağ olan Uludağ, dağcılık açısından da masif yapılı bir sıradağ kütlesidir, yani tırmanması çok kolay fazla çıkıntılı olmayan yer yer düzlüklerden de oluşan yüzeylere sahiptir. Uludağ bu uygun topografyayla (yer şekilleri) daha sonra kurulmuş benzerleri için de Türkiye’de bir örnek, bir prototip kışlık turizm merkezi olmuştur. Yollar, patikalar, teleferik, telesiyej, kayak merkezi, yaylalar, vadiler, Sarılan, Çobankaya, teleferik ve telesiyej istasyonları, oteller, seyir tepesi… Bugün bunları içinde barındıran Uludağ’da, “Milli park” 1961’de ilan edildi. 2006’da ise 1600 hektarlık bir alan milli park alanının dışına çıkartıldı. Övülmeyi mi istemiyor, yoksa bunu hakketmiyor mu Uludağ? M.Ö.4.Yy’da kutsal Lykeion tepesi’nde bir okul (Akademia) kuran Aristo, sanatta doğayı taklit (mimesis) olarak kavramlaştırmıştı tiyatro sanatının temel özelliğini. Uludağ için yazılmış böyle şiir pek yok, mesela Ilgaz Dağı için yazılmış çok bilinir olmuş bir şiir var da acaba neden kutsiyet ve ululiyet atfedilmiş Uludağ’a şan verecek pek öyle şiir yazılmamıştır. Hapisteki çınar Nazım’dan, hemen akla düşen “Uludağ’a Dair” şiiri: Yedi yıldır Uludağ’la göz göze bakışıp dururuz. Ne o kımıldanır yerinden, ne ben, lâkin birbirimizi yakından tanırız. Gerçekten yaşayan her şey gibi gülmesini ve kızmasını bilir. Bazan, hele kışın, hele geceleri, hele rüzgâr kıbleden estiği zaman, karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş gölleriyle uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır, ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş, uzun sakalı darmadağın ve etekleri savrularak, rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya. Türkiyedeki linyit kullanan termik santrallerden biri de Orhaneli’de bulunuyor. 2006’da bölgede yapılan bir araştırmada solunum yolu hastalıklarına yol açtığı belirtilen santralde ama ne zaman 1998’de desülfirizasyon ünitesi ve elektrostatik filtre gibi çevreci sistemler ancak devreye sokulmuş, böylece doğaya salınan kükürtdioksit, toz ve küllerde bir nebze azaltılma olmuştur… 5177 sayılı yasa kapsamında 2004’te, madenlerin yabancılara satış ve özelleştirilmesi ne yol açan maden yasası yürürlüğe girmişti…“İnsan, bir kez tarihi, ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdü mü; bu tarih makinesinin işleyebilmek için ihtiyaç duyduğu şey, insan yaşamının kalıntıları olur.” Andrey Tarkovski Alman Sosyolog Max Weber, “Şehir konusundaki pek çok tanımın yalnızca bir ortak boyutu var: Şehir, basit olarak, bir veya daha fazla ayrı evler kümesinden oluşur ama görece kapalı bir yerleşim bölgesidir. İktisadi tanımlamayla şehir, sakinlerinin hayatlarını tarımdan değil, esas itibariyle sanayi ve alışverişle kazandıkları bir yerleşim yeridir.”diyordu. ( Şehir, Modern Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 11. Baskı, 2015, s. 73-74) Ancak Andre Malraux bilindiği gibi fonksiyonel şehircilik anlayışı yerine bir şehirde tarih, doğa ve kültür gibi kaliteli yaşam arttırıcı öğelere göre planlama yapılmasını önermektedir. Aslında çok açık kimliği var Bursa’nın: Tarihsel ve doğal kimlik. Bursa zengin bir kültürel birikim ve tarihsel dokuya sahip, bu dokusunda çeşitli uygarlıklardan izler taşır. M.Ö. 1200’lerde Frigler, M.Ö. 550’lerde Bithynia’lılar gelmiş M.Ö. 70’lerde Romalılar egemen olmuş. 1080’de Selçuklular, 1097’de Bizans, 1326’da da Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş. 1402’de (Ankara Savaşı) Moğol istilasına uğrar. Milli Mücadele sırasında 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalır. Sonra Cumhuriyet’le eklenen tarihsel ve kültürel yapı. Yüksek mahalleleri doğal seyir terası. Uludağ eteklerinde hemen hepsi tarih dokulu taraça semtlerden mahallelerden oluşuyor: Yıldırım, Emirsultan, Yeşil, Tophane (Hisar), Muradiye ve Çekirge… Bursa hakkında yazanlar için Uludağ bir simge ancak sınıflaşmanın en belirgin göstergesidir de; Türkiye siyasetine egemen liberal sol-liberal muhafazakâr iki kutbu için rüştü ispat aracıdır da. O hale gelmiştir getirilmiştir Bursa’da Uludağ… Ülkenin bir yanında kardan kapanmış yerleşimlerin bilhassa Bahçesaray haberleri verilirken bir yandan da Uludağ’daki kayak ve eğlence haberlerinin verilmesi çelişkili gelirdi bana. Yıllar sonra haberlerin içeriği çok değişmişti, Bahçesaray’dan pek bahsedilmiyordu artık belki ama Uludağ’a kar yağdırmak için belediyelerin seferber olması ilginç geliyordu. Çünkü bütün çaba topu topu 3-5 metre genişlikte kar pisti içindi. Doğu Anadolu’da 8-10 metrelik karları kaldırmak yaşamsal bir sorun haline gelirken kimi için kış Uludağ’da kayak mevsimi demekti… 2002’deki belediyeler kaçak yapılaşmayı önlemek için Uludağ orman alanı içinde kalan bölgeleri “mücavir alan” ilan edip yıkımlar yaparken, 2012’de 6831 Sayılı Orman Kanunu’nda yeniden değişiklikle kentsel dönüşüm ileri sürülerek 2B yani “Orman vasfını kaybetmiş hazine arazileri”adı altında işgal edilmiş varsayılan arazilerin ormanlık vasfının ortadan kaldırılmasına ve 7 Şubat 2013’te de Maliye Bakanlığı’nın talimatıyla satışına onay verildi. Bu bölgeler uzun bir süre bazı sektlerin ve yabancıların işgaline uğramış olduğu kamuoyunda da tartışma yarattı ve yapılaşma İnkaya, Kirazlı ve Yiğitali (Congara) gibi dağ köylerinin çok daha yukarısına Milli Park sınırlarının 5 km yakınına (Hüseyinalan köyü) kadar yayıldı. Çiçek deyip geçme Ben sığmam diyor Ovalar varken saksılara… (Hüsam Kurt) Ekoloji (Ecology), canlıların diğer canlılar ve çevresiyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Bitki ekolojisi, (plant Ecology), bitkiler arasındaki etkileşim, yaşadıkları ortamla ilişkilerini inceleyen bilim dalı, bitki sosyolojisi (plant sociology) ise bitki kuşaklarının yayılışını ve sınıflandırılmasını inceleyen vejetasyon bilimidir. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Gürcan Güleryüz , “Uludağ, sadece kar cenneti olarak mı anılmalı? “diye soruyordu. Güleryüz’e göre, “Ne yazık ki, günümüze kadar ağırlıklı olarak bu yönü dikkate alınmıştır. Buna bağlı olarak da turizm yatırımları bu yönde olmuştur. Kış mevsiminde açık olan turistik tesisler, yaz sezonunda etkinlik göstermemişlerdir. Son yıllarda bir iki işletme doğa turizmine yönelik olarak yaz sezonunda da hizmet vermeye başlamıştır.” (Gürcan Güleryüz, Uludağ Alpin Çiçekleri, Uludağ Turizmini Geliştirme Derneği, 2000, s. 4) Alman Botanikçi Ernst Mayr, Uludağ’da 7 ayrı bitkisel kuşak (zone) bulunduğunu ortaya koymuştu. Buna göre, Uludağ’da 350 metreye kadar olan rakımda defne, zeytin, ardıç, kızılçam (Akdeniz maki ve frigana bitki örtüsü), 350-700 metreler arasındaki kuşakta Anadolu Kestanesi (Castanea Sativa), erguvan, kayın, karaağaç, kızılcık, meşe, karaçam, 700-1500 arasında sık Doğu Kayını (Fagus Orientalis) ve lokal olarak Sapsız Meşe (Quercus Petraea) ormanları, 1500-2100 metre arasında nemli Uludağ (Batı) Göknarı (Abies Bornmülleriana) ve gürgen, zirvelere doğru subalpin (1800-2200) ve alpin (2300-2500) kuşak çayır ve bodur çalı bitkileri yayılış gösteriyor… Uludağ’da farklı yüksekliklerde bazıları endemik renk renk çiçek ve şifalı bitki (fitoterapik) toplulukları boy gösteriyor. Bursa’ya bakan alçaktaki yamaçlarda ayrı yukarıdaki vadi ve yaylalarda ayrı Bursa Ovasına bakan zirve ve tepelerde ayrı bir güzellik, farklı renklerden oluşan bir tablo hâkimdi. Bursa ve Uludağ adeta bir renk kataloğu (pantone), bir renk cümbüşü gibiydi. Uludağ Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gönül Kaynak da Uludağ’daki çeşitliliğe dikkat çekerken başka ülkelerle karşılaştırmış. Türkiye’de 12 bin civarında bitki türüne karşılık bütün Avrupa florası 12 bin civarında; İtalya’da 5.600, Fransa’da 4.900, İngiltere’de 1.400, Hollanda’da 1300 ve Danimarka’da 1000 civarında bitki türü mevcut. Güleryüz, Uludağ’ı doğa turizmine açmak için hem bilimsel yönden hem de doğa turizmi açısından ele alınmasının bir gereklilik olduğunu vurguluyordu. Bir bilim insanı olarak jeomorfolojik yapısı ve bitki sosyolojisi hakkında bilgi veren Güleryüz, kar cennetinin yani Uludağ’ın öbür yüzüne de dikkat çekerek mart-ağustos arasındaki yaz döneminde adeta bir “çiçek cenneti”ne dönüştüğünü belirtiyordu. Uludağ’daki bitki örtüsü mutlaka korunmalıydı. Avrupa Alpin, Asya, İran ve Doğu Akdeniz ikliminin etkisindeki Uludağ’da farklı rakımlarda iklim, yerşekilleri ve bitki örtüsü değişiklik sergilemektedir. Türkiye’deki en önemli bitkisel alanlar arasında yer alan olan Uludağ’da kar örtüsünün yavaş yavaş kalkmasıyla adeta bir çiçek şenliği başlar. Uludağ’da bulunan toplam 1320 bitki türünden; Dön baba (Erodium Olympicum), Labada (Rumex Olympicus), Benli Yumak Otu (Festuca Punctoria), Bit Otu (Pedicularis Olympica), Yumuşak Tüylü Sığır Kuyruğu (Verbascum Bombyciferum), Bursa Sığır Kuyruğu (Verbascum Prusianum), Ulu Sığır Kuyruğu (verbascum Olympicum), Çöven (Gypsophila Olympica), Altuni Hindiba (Crepis Aurea), Kirpikli Kanarya Otu (Senecio Olympicus), Obrizya (Aubrieta olympica), Geven (Astragalus Sibthorpianus) gibi 33 tanesi sadece Uludağ’da yayılış gösterir. Kanarya Otu (Cineraria), Şincar (Onosma Velutinum), Kaz Otu (Arabis Drabiformis), Lefkoje (Matthiola Montana), Asyneuma Rigidum ve Asyneuma Virgatum, Kum Çamı (Jasione Supina), Dağ Karanfili (Dianthus Leucapheus ve Dianthus Recognitus), Kestere (Stachys Tmolea), Sarı Sarımsak (Allium Flavum), Dağ Soğanı (Allium Olympicum), Misk Soğanı (Muscari Bourgaei), Keten (Linum Olympicum), Çilek Otu (Patentilla Buscoana), Çok Çiçekli Gelincik (Papaver Pilosum), Tilki Kuyruğu (Alopecurus Lanatus), Ulu Yumak Otu (Festuca Cyllenica), Yavşan Otu (Veronica), Altuni Çiçekli Safran (Crocus Chrysanthus) gibi 171 tür bitki Uludağ’da endemiktir. Yani Uludağ’da da yetişebilen nadir taksonlardır (benzer özelliklere sahip türler). Bursa ve Uludağ’daki endemik bitkiler de tıpkı ilk tanımlandıkları coğrafi bölgelerin antik isimleriyle nitelendirildikleri gibi isimlendirilmişlerdir. “Flora Orientalis”in (Doğu Florası) yazarı İsviçreli Botanikçi Pierre Edmond Boissier (1810-1885), 1842’de geldiği Anadolu’da 3 ay kalarak Uludağ’ı da dolaşmış, çok sayıda bitki örneği toplamış ve isimlendirmiştir. Kurutulmuş bitki örnekleri Cenevre Boissier Herbaryumu’nda bulunmaktadır. Fransız Gezgin ve Doğa Bilimci Benjamin Balansa (1825-1891), 1857’de ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşerek drog ticareti ve Avrupa’daki bazı herbaryum ve bitki koleksiyonlarına örnekler yollamıştı. Anadolu’da kaldığı 10 yıllık sürede yaptığı botanik seferlerinde topladığı 2858 örnekle bu kitabın hazırlanması sırasında da katkısı olmuştur. Ruhban George Wheler (1651-1724) Uludağ’ yaptığı gezide gördüğü bitkiler hakkında bilgiler vermiştir. 1700-1702’de yaptığı gezilerde Uludağ’dan bitki örnekleri toplayan Fransız Doğabilimci Joseph Pitton de Tournefort (1656-1708) da, Boissier'in Flora Orientalis'te çalışmalarından faydalandığı botanikçilerdendir. Fransız Eczacı Pierre Martin Remy Aucher-Eloy (1793-1838), 1833-1836 arasında 4 kez Uludağ’a çıkarak bitki örnekleri toplamıştır. İngiliz Arkeolog Frank Calvert’in (1828-1908) Bursa’dan topladığı örnekler “Flora of Turkey”de yeraldı. Ayrıca Sibthorb 1786 ve 1794’de, Clarke 1799 ve 1802’de, Thirke 1839 ve 42’de, Clementi 1849 ve 1850’de, Grisebach 1839’da, Barbey 1873’te, Bornmüller 1899-1929’da, Formanek 1890’da ve Nemetz de 1894-1897’de Uludağ’ı gezmiştir... Bursa ve Uludağ’da 1844 yılında Boissier tarafından toplanıp tanımlanan üç sığırkuyruğu türüne bölgenin antik dönemdeki isimleri verilmiştir. Yumuşak Tüylü Sığır kuyruğu “Verbascum Bombyciferum”, ipek böceği taşıyan anlamında “bombyciferum” olarak isimlendirilmiştir. Özgün bir Bursa çiçeğidir; bahar aylarında Bursa içindeki parkları yol, kenarlarını, tarihi alanları süsler. 550 metreye kadar yayılış gösterir. Beyaz tüyler içine gömülü sarıçiçekleriyle tanınıyor. Sığırkuyruğunun tüysüz türü ise Bursa Sığır Kuyruğu “Verbascum Prusianum”dur. Mayıs ile Ağustos ayları arasında 750-2100 rakımlarda volfram maden işletmesinin çevresinde yayılış göstermektedir. Ulu Sığır Kuyruğu “Verbascum olympicum” ise bir Uludağ çiçeği (endemiği) olup 1000-2300 metreler arasında Haziran ve Ağustos ayları arasında Oteller Bölgesi civarında ayrıca piknik yapılan alanlarda görülmektedir. Endemik bitkiler doğanın ve suların temizlenmesinde büyük katkı yapar. Doğadaki nitratı protein olarak organik maddeye dönüştürür. Nitratın suları kirletmesine ve azot emisyonuna (salınım) engel olur ve küresel ısınmanın önlenmesine katkıda bulunur. Ancak bütün bu Bursa ve Uludağ’a özgü türler tehlike altındadır. Uludağ’ın zirve bölgesinde kar yağışlı günlerin ortalaması 66,7 gün, karla örtülü günlerin sayısı ise 179,2 gündür (a.g.e., s.10.) 6 ay boyunca kalan beyaz kar örtüsü ile Bursa ovasını da besleyen Uludağ Bursa’nın en temel su kaynağı. Dünyanın su kaynakları deniz dışında kalan yüzde 2’si buzullar, yüzde’ 1’i yer altı sularından oluşuyor. Bursa’yı dikine kesen derelerin kaynağı Uludağ’dır. Bursa topraklarının yüzde35’i dağlık ve yayla, yüzde 48’i platolarla, yüzde 17’si ovalarla kaplıdır. Bursa Ovası derelerin sürüklediği alüvyonlardan meydana gelmiştir. Arâzisi volkanik bir yapıya sahiptir. Bursa kaplıcaları yer kabuğunun iki bin metre derinliğinden yeryüzüne çıkan sıcak su kaynaklarıdır. Bizanslıların bir “su kenti” haline getirdikleri Pythia’da (Çekirge) 1.Justinianus döneminde (M.S. 6.Yy) büyük bir saray ve kaplıca yaptırılmıştır. Ve uzantısı olan radyoaktivitesi yüksek ( 55,4) kaplıcasıyla Kükürtlü semtiyle adeta önemli bir sağlık (balneoterapi) ve turizm merkezi olarak Uludağ ile bütünleşmiş gibidir… Alpin kuşağı Avrasya’nın (Asya ile Avrupa) güneyi boyunca uzanan bir sıra dağ sistemidir. Dünyanın ikinci büyük sismik (depremsel) alanıdır. Avrasya levhası ise dünyanın ana tektonik levhalarından birisidir. Alpin kuşağı bu levhanın güneyi boyunca uzanan sınırdır ve güneydeki Arap- Afrika-Hint levhalarının çarpışmasıyla oluşmaktadır. Uludağ’daki habitat (yaşam alanı) zengin bitki örtüsü çoğu ormanlık alan ve çayırlık, sulaklık, turbalık alanlar olmak üzere, tilki, çakal, yaban kedisi, porsuk, sincap, ayı, kurt, yaban domuzu, bukalemun, kaya kartalı, çalıkuşu, keklik saka, baykuş, bülbül gibi birçok hayvan türüne de ev sahipliği yapıyor. Apollo kelebeği (Parnassius apollo)ise adeta Uludağ’ın gözbebeği; Bursa’nın simgesi Uludağ’ın simgelerinden en başta gelenidir. Apollo kelebeği, dünyada da nadir görülen Türkiye’de sadece Uludağ’da yaşayabilen Uludağ’a özgü güzelliklerden biri. Uludağ’da 150 milyon yıldan bu yana varlığını sürdürüyor. Yüksek rakım şartlarına adapte olmuş, 1-2 bin metre yüksek dağlarda yaşayan ancak nesli tükenmekte olan bu kelebek türü sadece temmuz-ağustos aylarında 5 gün civarında uçuyor. Apollo kelebekleri 12 cm’ye kadar büyüyor ve ölmeden önce yavruların aynı şekilde beslenmesi için dam koruğu (sedum) bitkisine eşit aralıklarla 100 adet civarında yumurta bırakıyor. Uludağ’da nesli tehlike altındaki başka tür de Sakallı Akbaba (Gypaetus Barbatus)… Uludağ’da izcilik 1914 yılında Ceyhun Atuf Kansu'nun babası Nafi Atuf Kansu tarafından başlatılmış. Bursa Öğretmen Okulu Müdürü olarak göreve başladıktan sonra okulun öğrencilerinden izci birlikleri oluşturmuş ve ilk Uludağ kampını Kirazlıyayla'da şimdiki piknik alanı olan yerde kurmuş. Uludağ’da doğa yürüyüşleri (trekking) dinlenme (rekreasyon) ve eğlence (entertainment) yanı sıra dağcılık (climbing, bouldering, abseiling) ve kayak ( Snow board, Cross cauntry, Heli skiing) gibi dağ sporları da yaygın olarak yapılabilmekte ancak extrem ve pahalı sporlar elit zümrenin tekelinde görünmekte… Türkiye’deki ilk Dağcılık Kulübü (1932) Bursa Halkevi bünyesinde Bursa’da kurulmuş. Dağa kayakla çıkan ilk kişi Abraham adlı bir Alman (1933) 29 Ekim 1963’te tamamlanıp hizmete açılan Teleferik de bir ilktir ve bir İsviçre şirketi (Von Roll AG) tarafından yapılmış. Yolculuk 3 hatta; 1.bölge Teferrüç-Kadıyayla arasında (375-1271 m.)10 dakika, ikinci bölge Kadıyayla-Sarıalan arasında (1231-1635 m.) 10 dakika ve 3.bölge Sarıalan-Çobankaya arasında (1635-1760 m.) 20 dakika olmak üzere toplamda 40 dakika sürmekteydi. Oteller bölgesinin eklenmesiyle, toplam 8.84 km ile 8’er kişilik gondol tipi 175 adet kabinle dünyanın en uzun teleferik hattı olacaktır… Bursa’da çekirge caddesi üzerindeki Ormancılık Müzesi bir ilk olmanın yanı sıra tek olma sıfatı da taşıyor. Bursa’daki orman varlığı göz önünde bulundurularak 1934’te açılan Orman Okulu -1950 arası lise düzeyinde Orman Okulu 1950’den sonra Orman Müdürlüğü olarak kullanıldıktan sonra 1989’da müzeye dönüştürülmüştür. Uludağ’daki “Büyük Otel” Atatürk’ün emriyle 1933’te açılmış. Cumhuriyetin ilk sanayi kurumlarının kurulduğu Bursa’da İpek-İş, Sümerbank Merinos ve Bursa Atatürk Stadyumu yıkılmalarıyla Bursa kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Uludağ’daki yapılaşma ile ilgili olarak 2008’deyapılan siyasi açıklamalardan sonra ilk hedef tahtasına konan kurum Büyük Otel olmuştu. Bu kadar çok filmde mekân olarak kullanılmış tarihi öneme sahip Büyük Otel’in yıkılmak istenmesi de düşündürücü… 1963’te ödüllü Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmiyle büyük üne kavuşan Hülya Koçyiğit şöyle diyordu: “Henüz evli değildim. Sanırım 16 ya da 17 yaşındaydım. İlk defa Uludağ’a gittim. Öylesine bir kar vardı ki ilk defa görüyordum öylesine yoğun bir karı. O zamanlar öyle bugünkü gibi tesisler yok. Kayak evleri var daha çoğunlukla. Bir tek otel var, o da ‘Büyük Otel’…”(Yücel Sönmez, Hürriyet, 5 Şubat 2016) Uludağ gibi doğal ve tarihsel kimlik açısından korunması öncelikli alanlarda farklı kurumsal yönetim ve uygulamalar bilhassa planlama gibi önemli bir konuda topu turizmcilere ya da inşaat sektörüne atmak çevre konusunda istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Zira hem yapılaşmaktan yana olup hem de doğa ve çevreyi korumaya dönük sistemlerin pratikte pek geçerliliği yoktur. Tarihi yapıların tamamen yıkılıp yeniden yapılması ise tarihi koruma açısından uygun olmayıp hiçbir yerde tercih edilen bir yöntem de değildir. O yeri yeniden canlandırmak, hayata döndürmek (resüsitasyon) demek olmuyor. İlk özel işletmeler, Yeşilçam filmlerinde sık sık kullanılan Beceren Cafe 1963’te, “Beceren Otel” ise 1970’te açılmış. Beceren ilk modern teleskiyi de 1963 yılında kurmuş. Teleski, kayakçıyı T bar (çekici) denen ekipmanlarla pistin başına kadar götüren bir düzenek… Kasım Mart ayları Uludağ’ın ana-baba gibi olduğu dönem; okullar sömestr tatiline çıkınca doluluk oranı da bir hayli yükseliyor. Sadece Uludağ mı? Bu dönemde gazete sayfaları da reklam kokan boy boy Uludağ resimleriyle, tanıtım yazıları ve Uludağ haberleriyle dolup taşıyor; yılbaşı gibi tam cümbüş zamanı. Haber demişken…“Her güzelin kusuru olur”!.. 1988’de Basın yayın Yüksekokulu’ndan mezun olup yerel bir gazeteye müracaat etmişim. Amacım hem pratik yapmak hem bilgilerimi pekiştirmekti, kısacası mesleğe ısınmak. Bu gazetedeyken bir gün Uludağ’a gönderilecek, 27 yıl sonra Çobankaya’da yeniden kurulan bir Kızılay Kampı’nın açılışını haberleştirecektim. O zaman Milli Park Müdürü Yüksek Orman Mühendisi Sinan Karakuzu, Orman Bölge Şefi Cemal Gürpınar, Kamp Yöneticisi Ahmet Baytekin idi. Kızılay Şube Başkanı Recep Sezer’in de katıldığı yemekte hep birlikte Uludağ’a dair sohbet ettik. Haberin gazetede yayınlanmasından sonra Sinan Bey beni telefonla aramıştı “Her güzelin kusuru olur” demişti. Bir de teşekkür etmişti. Niçin mi? Başka bir gazetenin muhabiri de bana refakat etmiş ama farklı bir haber yazmıştı o yüzden. O gazetede çıkan haberde oteller bölgesinden bir dereye kirli suların karıştığı ve o derenin içme suyu kaynağı olarak kullanıldığı yazılmıştı. Halbuki kamp sakinlerinden birisi bahsi geçen dereye birlikte beni de götürmüştü. Ancak benim gazetemde sadece kampı öven yazım yayınlanmış ve bu konuda yazdığım haberse kayda değer bulunmamıştı. Açıkça muhabir olduğum gazete milli park yönetimine bir kıyak yapmış, haberi sadece “iddia” olarak kabullenmişti, belki de… 1988 yılında genç bir gazeteci adayı olarak o yaşın verdiği deneyimsizlikle ipince kıyafetle Uludağ’ın çok farklı havasını hesaplamadan çıkmışım dağa. Orada hava Bursa’dan farklı, insanlar yakılan kamp ateşinin etrafında ısınıyorlar, hem de buz gibi bir hava. Tam üç gün hasta yattığımı anımsıyorum. Şimdi geri dönüp o yılları düşünüyorum da ne o kıyafetle giderdim Uludağ’a, ne o haberi es geçerdim. Sinan Bey’e gelince, ya haberi yediremedi kendisine ya da bu kadar çabasına karşılık Uludağ’ın güzelliğine bir halel gelmesini sindirememişti. Belki de… Bir gün Uludağ ile ilgili bir sürü poster ve broşür göndermiş. Merak üstüne sorduğum suale karşılık Yazı İşleri Müdürümüz, “Al, soba borusu gibi bir şey” deyip atmıştı önüme. Açar açmaz hepsi gazetede kapışıldı. Sonraki yıllara bazılarını saklamıştım, arada açıp bakardım onlara. Uludağ güzeldi gerçekten. Ve hep öyle de kalsın. * DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN * *

  • Uludağ ve Sinema

    -3- Yeşilçam'ın Beyaz Filmleri “Sinema geldi ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman parçalarının dinamitiyle paramparça etti; şimdi bu dünyanın geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.” (Walter Benjamin) Kentsel dönüşümlerin yaygınlık kazandığı bir zamanda tarihsel dokusu korunması gereken yerler hem turizme hem sinemaya hizmet veriyor. Uludağ doğal yapısıyla bunlardan bir tanesi; Türk sinemasında rakipsiz ve popülaritesi çok yüksek. Ünlülerin ve kalburüstü zümrenin pek alternatifi olmayan en itibarlı uğrak yeri; Yeşilçam için milli park kuruluşundan bu yana hem bir tatil mekânı hem de bir set ve işyeri… Yeşilçam’ın Bursa macerası 1930’larda başlıyor. İlk film “Aysel Bataklı Damın Kızı” 1934’te Çalı’da çekilmiş. “Halıcı Kız” ise 1953’te; ikisinin de yönetmeni Muhsin Ertuğrul... 1945’te çekilen “Köroğlu” var; Mümtaz Ener ve Refik Kemal Arduman birlikte çekmiş, ama o İnegöl ilçesinde çekilmiş, Bütün bu filmlerin kıyıdan köşeden Uludağ ile ilişkili oldukları anlaşılmakta. Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası ise 1955’te başlıyor. 3 boyutlu ve görsel efektleri bolca kullanan filmlerin yaygınlık kazandığı günümüzde saklama ve arşiv koşulları iyi olmayan sinemamızda filmlere ulaşmak kolay olmuyor. Bazılarını sinema-TV’den, bazılarını vcd’den izlemiştim, bunlar çok sınırlı. En büyük yardımcım bilgisayardı. Bilgisayar kanalıyla ulaşmaya çalıştığım filmlerin yüklü olmayanlarına ulaşamadım, bazılarında kısa tanıtımlarla(trailer) yetinmek zorunda kaldım, çünkü filmin bütünü (video stream) mevcut değildi ne yazık ki. Bulamadıklarım hakkında yazılanlara göz attım anımsamaya çalıştım. 1980 öncesi filmler özellikle siyah beyaz çekilmiş eski filmlerde yer belirlemek çok zor oluyor, bazı filmlerde ise kolay. Örneğin “Çile” gibi restorasyonlu ve fazla eskice olmayan filmlerde görüntü hem çok kaliteli hem çok net idi (Bir film şeridi saniyede 16-25 kare akar bu yüzden restorasyon; çizilme ile renk bozulmalarından dolayı meydana gelen kusurların onarılması zahmetli bir işlemdir. 1980 sonrası çekilen filmleri daha önceki bir yazımda (Bursa: Beyaz Perdedeki Kent) ele almıştım; Yine bazısı kıyıdan köşeden Uludağ’yla ilgili, Bora Tekay’ın “Fasulye” (1999), Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” (2000) ve Ezel Akay’ın “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” (2005)filminden o yazıda uzun uzun bahsetmiştim. Burada daha çok o yazıda eksik kalan 1980 öncesi yapımları da araştırdım. Bu filmlerin nereden bakılsa en yenisi en az 40 senelikti, dile kolay… Dekupaj film öncesi mekânlarda çalışma ve çekim öncesi ön hazırlıktır. Memduh Ün, “Yanlış mekânla doğru film yapılmaz. Mizansen ve oyuncu psikolojisinin mekâna uyması gerek.” der. (Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılap Kitabevi, 2006, s. 72) Ömer Kavur da, “Filmin mekânları başrol oyuncusu kadar önemlidir.” demiştir (a.g.e., s. 97). Mekân seçimi yönetmenin sinema anlayışını da belirliyordu. Örneğin Yavuz Özkan, “Filmin hikâyesinin aktarılmasında, hatta derinlik kazanmasında önemli bir işlevi de vardır.” (a.g.e., s. 170) demekte idi. Yani sinemada temel malzeme görsellikti. Sinemada da diğer (roman, öykü, tiyatro gibi) sanatsal metinlerde (kurmaca) olduğu gibi mekân öyküyü (anlatı) tamamlayan bir unsurdur. Ancak Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski, “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”demişti. Konvansiyonel sinema dikkati günlük sorunların dışına çıkartan uyuşturarak eğlendiren sinema anlayışı; belli bir dönem sinemamıza da egemen olmuş anlayıştır ve bir ölçüde hala da sürmektedir. Aşk romanları yazan Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir gibi yazarlardan adapte öyküler ve Bülent Oran ile Safa Önal gibi birkaç senaryo yazarının çevresinde gelişen Yeşilçam sineması daha çok melodram (aşk) filmleri ağırlıktaydı. Hem ticari kaygılar, hem de sansür kurullarınca getirilen kısıtlamalardan dolayı milli rejime (resmi ideolojiye) aykırı görülen filmler yasaklandığından melodram sineması dışında konu çeşitliliği çok sınırlandırılmıştı. Ya aşk romanı kaleme alan muharrirler çok fazla Yeşilçam filmi izliyordu ya da sinema rejisörleri çok fazla aşk romanı okuyorlardı; senaryo olacak kadar uygun yazılıyordu eserler. Ne demişti Muazzez Tahsin Berkand, “Aşkın kudretine inanmak istemiyor, bunu edebiyatçılar tarafından romanlara sokulan bir kelime addediyorum.” (Muazzez Tahsin Berkand, Kezban, Elips Kitap, 1.Baskı, 2014 s.147). Tapınılacak ölçüde gösterişli iki beden ve kusursuz ruh (iç güzelliği) melodram sineması için en gerekli malzemelerdi, tabi bol bol gözyaşı için de. Türk jön ve mabudeleri için bir de çok etkileyici ses gerekti. Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz gibi dublaj (seslendirme) sanatçıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Hollywood gibi endüstrileşemeyen sinemamız kendine özgü bir üslup, birkaç senarist ya da edebiyat uyarlamasıyla, birkaç yönetmen ve oyuncuyla birbirine benzer hızlı seri filmler çekerek Yeşilçam sinemasını yaratmış oldu… Oysa Federico Fellini’ye göre, “Yönetmenlik, bilinmeyen, tanınmayan dünyalar yaratmak” demek değil miydi? (Hakan Savaş, Sinema ve Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, 2003, s.23) Başka bir kitapta ise Dziga Vertov’un (Roger Vadim’den alıntı; Bir Kent Gezmek, Bir Film İzlemek) bir sözü aktarılıyor. “Bir kent gezmek, bir film izlemek, bir dünyaya girmek ya da doğru bir ifadeyle bir dünya; anlatılan öyküye dair bir evren (diegese) yaratmaktır.” (Sinematografik Kentler, Derleyen Mehmet Öztürk, Agora kitaplığı, 2008, s. 430) Bursa veya İzmir genel olarak İstanbul yanında bir arka fon gibi kullanılmıştır. Hemen akla geliveren ilk yerler İzmir-Kordonboyu ile Bursa-Uludağ’dır. Hatta bazı filmlerde İstanbul dışına da taşmış havası katmak için olsa gerek Bursa ile ilgili görüntüler eklenmekte; Uludağ’da çekildiği pek anlaşılmayan bir sahnede Uludağ’dan söz edilmekte; film sanki Uludağ’da da çekilmiş gösterilmektedir. Ve 1973’te çekilen “Aşkımla Oynama” (Aram Gülyüz) filminde olduğu gibi filmde Uludağ’dan söz edilmekte ancak Kirazlıyayla’daki Sanatoryum görünmekle beraber alelade karlı dağ sahneleri dışında çekimin Uludağ’da yapıldığı pek anlaşılmaz. Fuat Uzkınay’ın ilk filmi çektiği 14 Kasım 1914’den bu yana 600’den fazla filmin çekildiği ki Türkiye sineması 1966’da dünyanın en fazla (241) film çekilen 4. Ülkesi olmuştur. Bu yüzden Türk sineması hakkında eksiksiz bir derleme yapmak, bu konuda girişimde bulunmak hiç de kolay değildir. 1960’lı yıllar Türk sinemasında “Altın yıllar” olmuştu. 1980’ler ise yıldız sistemi çökmüş ve yönetmen sinemasına geçiş dönemi olmuştur. İlginç ama 1980 sonlarında Bursa’da çekilen filmler de adeta bıçakla kesilmiş gibi bitiveriyor. 90’larda da Bursa’da çekilmiş bir filme rastlamak mümkün değil. 1990’lı yılların ilk yarısı video-VCD-DVD’lerin adeta altın çağı olmuştur. Türk sinemasında 1922-1949 arası özel yapım evleri dönemi, 1922-1930 arası ise Tiyatrocular dönemi kabul edilir. Geçiş döneminden (1939- 1952) sonraki dönem Sinemacılar dönemi (1952-1963) olarak adlandırılmaktadır. 2013’e gelindiğinde Türkiye’de 620 sinema binası, 2170 sinema perdesi ve 271.250 koltuk sayısından bahsedilmekte… Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur? Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası 1955’te başlıyor, demiştik. 1955 yapımı “Düşman Aşıklar” karlı sahneler görünen Uludağ'da çekilmiş ilk film. Daha önce oyunculuk da yapmış Memduh Ün’ün ilk yönetmenlik denemesi. Ün, Sinema Yazarı Pınar Tınaz Gürmen’e anlatıyor önce filmin hikâyesini: “Artık dünya çapında bir film çekebilirim duygusu geldi ‘Hacı Şakir Ailesi’nin Esrarı’ diye kitabını bulmuştum. Doğu’da geçen, kan davasını anlatan. Uludağ’da yapıyoruz çekimleri. Tabii dünya çapında bir film yapacağım için korkunç kaprisliyim. Oysa her tarafta görüntü aynı. Kar tutmuş çamlar, kayalar vb. Filmi Mehmet Muhtar tamamladı. “(Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 64-65). Ün, kaleme aldığı “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitapla ilgili “Küçük Dünyaların Büyük Yönetmeni” başlıklı söyleşide de, “Film sinemalarda çok kötü iş yaptı. Bugün için filmi görmek olası değil, belki belediye depolarında çıkan yangınlarda yandı ya da gümüş çıkarmak için katillerin (!) elinde birçok negatif gibi yok oldu gitti.” diyordu. (Fatma Oran, Cumhuriyet Kitap, 2010, sayı: 1042, s. 4-5) Ün’ün yarım bıraktığı çalışma ve kötü deneyim; “Düşman Aşıklar”ın zayi olması bizi 1954 yılının Uludağ manzaralarından tarihsel bir belge olarak yoksun bırakmıştı belki ancak en azından 1954 yılının Uludağ’ını Memduh Ün’den okuyabilmiştik: “Mine Coşkun 1954 yılında kurdukları Coşkun Film’in ilk filmini benim çekmemi istedi. İlhami Sefa'nın, Doğu'da geçen ve bir kan davasını anlatan Hacı Şakir Ailesinin Esrarı başlıklı romanını seçtim. Senaryoyu kimin hazırladığını hatırlamıyorum, ama çoğu filmimde olduğu gibi, birçok bölümünü sette kendim yeniden yazmıştım zaten. Filmin hikâyesi karda kışta, doğuda geçiyordu. Ama Doğu'ya gitmedik, daha ekonomik olması açısından, olaylar Doğu'da geçiyormuş gibi Uludağ'ı seçtik. Uludağ'da o dönemde yalnızca Büyük Otel vardı, ama çok pahalı olduğundan Kirazlı Yayla'da bir motelde kalmıştık. On dokuz gün çalıştım, yapımcının parası bitti; İstanbul'a döndük, para bulundu. Sonra yeniden Uludağ'ın yolunu tutup bir on günlük çalışma daha yaptık. Bir de Uludağ'daki bazı mekânları filmde hem karlı, hem de karsız görmemiz gerekiyordu. Bu nedenle karda çektiğim sahnelerin yaz geldiğinde çekilecek karşılıkları da kalmıştı. Filme devam edemeyeceğimi anlamıştım.” (Cumhuriyet, 4 Şubat 2010) “Benim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesi arasında, kuru bir ırmaktan kalma bir avuç sudan başka bir şey değildir.” (Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu, İnkılâp Kitabevi, 2016, 15.Baskı, s. 12) “Çalıkuşu” (1966), Konusu Bursa’da geçmekle birlikte Bursa’da çekilmemiş bir romandır. Zeyniler Köyü, Bursa’da Teleferik Mahallesi'nden daha yukarıdaki bir köydür. Çalıkuşu, Yönetmen Osman Faruk Seden tarafından bir kez filme (1966), bir kez de TV dizisine (1986) uyarlanmıştır. 2013’te ise Yönetmen Doğan Ümit Karaca ve Çağan Irmak tarafından TV dizisine çekilmiştir. Ayrıca, Güntekin’in, “Tanrı misafiri” adlı öyküsü de Setbaşı'ndaki bir konakta geçer… Reşat Nuri Güntekin’in bazı roman ve öyküleri 1913 yılından itibaren öğretmenlik yaptığı Bursa’da geçer. Yazarın en tanınan romanı “Çalıkuşu”dur (1922). Reşat Nuri Güntekin, romanın bir bölümünde dağın eteğindeki köy ile Uludağ’ın başka bir yüzünü tasvir etmektedir: “Taşların arasından minare merdiveni gibi dik bir yoldan inmeye başladık. Aşağıda, akşamın alacakaranlığı içinde kapkara bir servilik, etrafı çitle çevrilmiş, çıplak bahçeler arasında tek tük kulübeler, tahta evler görünüyordu. Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Herhalde, bu Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirisine benzemiyordu.” (a.g.e., s. 214). “Ateşten Günler” (1987). Ateşten Gömlek romanından uyarlanan TV dizisindeki bazı sahneler Uludağ eteğinde 700 yıllık Osmanlı köyü olarak bilinen Cumalıkızık’ta çekilmiştir: “Ovada, üç yüz hanelik bir köy; sarı, çorak topraklar arasında, sarı topraktan yapılmış küçük bir sırtın üzerinde, önü yeşil bir Anadolu nahiyesi.” (s. 132). Bu kısımda olup biten olaylar Cumalıkızık’ta; Binbaşı İhsan (Can Gürzap) ve Anzavur Ahmet (Gökhan Mete) karşılaştıkları sahne, Cumalıkızık Köyü girişindeki meydanda ve köyün içinde çekilmiştir. Köy meydanındaki sahnede İngilizlerden para desteği alan Anzavur, Kuvayi Milliye Subayı Binbaşı İhsan’ı yargılamaktadır. Binbaşı İhsan’ın arkasında geniş açıdan Köy görünmektedir. Köylüler de filmde rol almıştır. “Ateşten Gömlek” (1922), Halide Edip Adıvar'ın yazdığı ve Türk edebiyatında Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan ilk romandır. Selim İleri, roman hakkında yazdığı makalede “Güzel ve önemli Kurtuluş savaşı romanları sonradan yazılmıştır. Birçoğunu bugün de tutkuyla okuyabiliriz. Ama pek azı Halide Edip’in Ateşten Gömlek’i ölçüsünde içten tanıktır.” diyordu (Can Yayınları, 14. Basım, 2010, s. 218) Frances Kazan ise, Halide Edip Adıvar’ın otobiyografisini konu alan kitapta, Kurtuluş Savaşı’ndaki başarıya, Adıvar’ın, Anadolu Türklerinin bir başarısı olarak baktığını aktarmakta: “Türk ordusu askerlerinin figüran olarak kullanıldığı film büyük ölçüde yazarın istekleri doğrultusunda çekildi. Bakir Anadolu topraklarının arka fonu oluşturduğu filmde, Peyami ile Ayşe arasındaki aşk, bunların ‘İzmir Davası’ uğruna kendilerini feda edişlerinin dokunaklı öyküsüyle iç içe veriyordu.“ (Halide Edip ve Amerika, Bağlam Yayınları, 1995, s. 58) İngiliz Tarihçi Arnold Joseph Toynbee’ye göre milliyetçilik ırksal değil, zihinsel bir durumdur (a.g.e., s. 64). Halide Edip’e göre de Osmanlı Bizans’ın (Doğu Roma İmparatorluğu) bir uygarlığıydı ve Osmanlı kurumları da (yönetici azınlık) sıradan (Anadolu) Türkleri üstünde ince bir zırhı andırıyordu. Osmanlı Bizans’ın isim değişikliğinden ibaretti (a.g.e., s. 68). “Son Mektup” (1969) ve “Soyguncular” (1974). Türker İnanoğlu Filiz Akın ve Ediz Hun’u iki filmde buluşturdu Siyah beyaz çekilen filmden sonra Uludağ’daki iki oyuncunun birlikte oynadığı ikinci film renkli dağ manzaralarıyla dikkat çekiyordu. “Unutulan Kadın” (1971). Atıf Yılmaz’ın çektiği Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın beraber oynadıkları klasik bir Yeşilçam öyküsü. Unutulan Kadın, Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) filminin habercisi adeta iki başrol oyuncusunu Uludağ’da buluşturmuştur. Yeşilçam’ın kayak ve kar manzaraları eşliğinde tutku dolu bir aşk öyküsü. Uludağ, mutluluğunun bozulmasına engel olmak için cinayet işleyen bir kadının daha önce sevdiği erkekle geçirdiği mutlu günlere sahne oluyor. Yeşilçam’ın kısıtlı olanaklarından sinema oyuncuları da bazı giysi ve kostümleri kendileri hazırlamak zorundaydı. Türkan Şoray, “Unutulan Kadın filminde kısacık bir sahne için hazırladığım Uludağ’da çekilen bir sahnede giydiğim, mor pelerin beyaz takım, kürk şapka da benim tasarımım.” demişti. (Sinemam ve Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2017, s. 396) “Ömrümce Unutamadım” (1971). Süreyya Duru’nun yönettiği film aynı fabrikada çalışan iki gencin öyküsü. Başrollerde Filiz Akın ve Kartel Tibet oynuyor. Karlı dağ manzaralarıyla dikkat çekiyor. “Satın Alınan Koca” (1971). Filmin yönetmeni Duygu Sağıroğlu, başrol oyuncuları Fatma Girik ve Cüneyt Arkın. Filmin başlarındaki karlı evli çiftin balayı için uğrak yeri olan Uludağ manzaraları ve sahneleriyle dikkati çekmektedir. “Önce Sev Sonra Vur” (1971). Yeşilçam’ın ne yazık ki kötü hatırlanan filmlerinden birisidir. Suphi Özkaya isimli figüran çıktığı elektrik direğinde 2100 voltluk cereyana kapılarak ölmüştü. Film teleferikte çekilen tehlikeli teleferik sahneleriyle dikkat çekiyordu. Filmde Meral Zeren, Figen Han ve Yılmaz Köksal oynuyordu. Filmin yönetmeni ise Natuk Baytan’dır. “Köle” (1972). Filmin Yönetmeni Atıf Yılmaz, başrol oyuncuları Gönül Hancı, Tufan Giray ve Ferit Şevki. Filmde Uludağ ya da Bursa’dan söz edilmiyor, yer adlarına ilişkin de çok belirgin sahneler görüntülenmemiş. 1970’lerin başındaki Bursa’yı renkli görme şansını kaçırmış oluyoruz. Sadece kar, kayak ve bazı otel sahneleri var. Filmin Uludağ’da geçen sahnelerinde kıskançlık krizi geçiren Paçavra Kara Osman (Fethi Giray) Yasemin’i (Gönül Hancı) tokatlar. Yasemin de arabasına atlayıp kaçar, ancak arabası yolda kara saplanır. Kendisini bulmak için yola çıkan Kara Osman’ın bindiği araç Bursa plakalı yeşil renkli bir Jeep’tir. “Acı Hayat” (1973). Kerem ile Ebru isimli iki genç birbirine aşık ancak düşman aile çocuklarıdır. Filmin uzun kısmı Uludağ’da çekilmiş bir Uludağ filmidir; Uludağ yolculuğu, karlı yollar ve karlı çamlar, Oberj Otel Ulukardeşler’in görüntüleri. Yönetmen Orhan Aksoy, başrollerde Filiz Akın ve Cüneyt Arkın oynamıştır. “Aşkımla Oynama” (1973). Kumar tutkunu bir adamın aşk öyküsü. Başrollerde Ediz Hun ve Hale Soygazi Oynuyor. Yönetmen Aram Gülyüz. “Boşver Arkadaş” (1974).Birbirini hala seven iki aşığın öyküsünü anlatan filmin yönetmeni Zeki Ökten. İlhan İrem’in 1974’te seslendirdiği unutulmaz şarkıdan adını alan filmde Selma Güneri’yi kayak öğrenirken Tarık Akan’ı da iyi kayak yaparken görüyoruz. “Sabıkalı” (1974). Birbirlerini seven iki insan ve onların arasına giren ruh hastası bir adamın trajik öyküsü. Çiftin balayı için birlikte gittikleri Uludağ'da Tunç Ayhan'a tuzak kurar ve Aysel'e tecavüz eder. Genç kadın intikamını almak isterken yanlışlıkla kocasını vuruyor. Uludağ görüntülerinin çok olduğu filmde Salih Güney de başrolde Filmin yönetmeni Nejat Saydam. Ekrem bora ile Hülya Koçyiğit teleferik yolculuğu yapıyor. “Şaşkın Damat” (1975). 1970’lerde başlayan Yeşilçam seks furyası döneminde sıklıkla bu döneme alternatif olarak Uludağ’da geçen balayı konulu filmler de çekiliyordu. Şaşkın Damat filmi de bu tür, dönemi atlatma çabasındaki filmlerden. Yine balayı konulu 1975 yapımı klasik bir Uludağ kaçamağı filmi. Başrolleri Kemal Sunal ile Meral Zeren paylaşıyor. Zeki Ökten ise yönetmeni, senaryosunun yazarı da Sadık Şendil ‘dir “Can Pazarı” (1976). Uludağ’daki karlı sahneleri ve filmde oynayan İranlı aktrist Pouri Banayi ile dikkat çeker. Senaryo Erdoğan Tünaş, filmin yönetmeni Orhan Elmas ve Ertem Göreç. Bursa doğumlu yönetmen Ertem Göreç, yapımcı Berker İnanoğlu’yla Yılmaz Güney ve Nil Kutval’ın başrol oynadığı başka bir Can Pazarı (Öleceksin) isimli film çekmiştir (1968). “İki Kızgın Adam” (1976). Yapımcı Berker İnanoğlu, senaryo Erdoğan Tünaş ve yönetmen Ertem Göreç. Kadir İnanır bu defa başrolü Perihan Savaş ve İranlı aktör Naser Malek Motiee ile birlikte oynamıştır. Filmde Otel Beceren yazısı Uludağ genel manzarası; kar ve kayakçılar vs göze çarpar. Siyasal mesajlar içeren film polis-mafya ve aşk üçgeninde ilginç diyaloglara sahne oluyor. “Ne Umduk Ne Bulduk” (1976). Yine Uludağlı bir Zeki Ökten filmidir. Zengin bir koca bulmak umuduyla Uludağ’a gelen anne ve kızın öyküsüdür. Zeki Ökten Şaşkın Damat filminden 1 yıl sonra yine Uludağ’ı başka bir aşk öyküsünde set olarak kullanmıştır. Karlı kayaklı sahnelerle dolu filmin oyuncuları Gülşen Bubikoğlu, Adile Naşit ve Aytaç Arman. “Kaplanlar Ağlamaz” (1978). Cüneyt Arkın’ın macera ve aksiyon filmlerinden biri. Cüneyt Arkın, final sahnelerinden birisinde teleferikteki dövüş sahneleriyle dikkat çekmektedir. Filmin Yönetmeni Remzi Jöntürk. “Ne Olacak Şimdi ?” (1979). Levent Kırca ile Nevra Serezli’nin başrol oynadığı Atıf Yılmaz filmi. Oyuncuların balayı için geldikleri Uludağ’da yine Büyük Otel ‘den klasik giriş ve önünde çekilen sahneler var. Ayrıca otel çekilmekle kalmıyor otelden de söz ediliyor. Filmde telesiyej görüntüleri ve Uludağ sahneleri yer alıyor. “Kadın Bir Defa Sever” (1984). Uludağ’da da çekilen bu film Mahmut Esat Bozkurt’un “Kadın Severse” adlı romanından uyarlanan filmlerin üçüncü sürümüdür. Karlı kayaklı Uludağ manzaraları bizi 1984 yılına götürüyor. Cafe Beceren, telesiyej, kayak alanları vs. görüntülendiği filmin büyük bölümü için mekân olarak Uludağ seçilmiş. Zümrüt (Ahu Tuğba) bir uyuşturucu çetesinin kuryesi. Teslimat için Uludağ’a geliyor. Burada geçirdiği bir kayak kazasında Doktor Ekrem (Burçin Oraloğlu) ile kesişiyor yolları. Ekrem ise bir dağ kulübesinde yalnız tatil yapıyor. Erotizm ağırlıklı olan bir film… “Sokaktan Gelen Kadın” (1984). Bir hayat kadınının aşk öyküsü. Gemlik Doğumlu Mahmut Cevher filmde Banu Alkan’la başrol oynuyor. Uludağ karlı manzaraları oldukça uzun sahnelerde görülüyor. Filmin yönetmeni Orhan Aksoy. “Herşeyim Sensin” (1985). Yeşilçam filmlerinde Bursa’ya ayrılan sahneler konular benzemekte. Filmin başkarakterleri balayı ya da tatil geçirmek için gelirler, yine kısa bir Bursa turuyla tekrar İstanbul’a dönerler. Çoğunlukla soğuk ve kar manzarasının yerini İstanbul’daki Boğaziçi ve deniz manzaraları alır. Bu film de aynı örneklerden birisi. Filmin yönetmeni Ümit Efekan, oyuncular Ferdi Tayfur ve Necla Nazır. Yapımcı Selim Soydan. Uludağ manzaraları; kayakçılar, oteller bölgesi ve karlı sahneleriyle dikkat çekmektedir. “Sekreter” (1985). Zengin erkek fakir kız konulu Yeşilçam klasiği. Film Uludağ sahneleriyle başlıyor. Otel ve şömine ateşindeki klasik gitar dinletisi ve dansla sürüyor. Genel olarak kış mevsiminde sisli ve buzlu olan Uludağ yolu bu filmde de karlı. Uludağ iki kısım verilmiş. Birinci Uludağ macerası İstanbul dönüşüyle otobüste geçen sahnelerle sona eriyor. İlerleyen sahnelerde Uludağ’a tekrar dönülüyor. Âşıklar arasında buzlar da erimiş; zengin kötü babanın ayırdığı âşıklar zengin iyi patron araya girince tekrar kavuşuyor. Yazıcı ve Beceren otel görüntüleri ile Uludağ’da başlayıp Uludağ’da mutlu sonla biten bir film. Filmin yönetmeni Temel Gürsu. Oyuncular Hülya Avşar ve Tolga Savacı. “Ada” (1988), Peride Celal’in bir uzun öyküsünden uyarlanmış. “Bir Hanımefendi’nin Ölümü” adlı öykü kitabındaki iki uzun öyküden biri. Peride Celal, başta aşk romanları kaleme alırken 1950’lerden sonra gerçekçilik çizgisinde bireyin iç sorunlarına eğilen öykü ve romanlara yönelmiştir. Ada, böyle bir dönemin ürünü ve 1981’de basılmıştır. Selim İleri “Peride Celal’i ‘Ada’yı okuduktan sonra tanıdım.” demiştir. (Radikal Kitap, 21 Haziran 2013) Ada, Yaşanıp bitmiş bir aşkı sorguluyor. Yönetmen Süreyya Duru, filmin son sahnelerini bitirmek üzereyken ne yazık ki bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirmiş filmi kızı Dilek Duru tamamlamıştı. Uludağ çok az, Beceren Otel, kayak yapanlar, kış manzaralarıyla görünür. Türkan Şoray’ın artık kendi kanunlarına son verdiği filmlerden birisidir. Film görüntü kalitesine rağmen Bursa için belgelik değer taşımıyor (Çoğunluğu Burgazada’da çekilmiş) Bu filme de Bursa’da hatta Uludağ’da çekilen bir film demek zordur. Toplam 222 filmde rol alan Türkan Şoray, dünyanın “en çok film çeviren” kadın oyuncusudur. Rutkay Aziz, “Benim ilk filmim ‘Ada’da Türkan Hanım’dan adeta ders aldım; set disiplini nedir, sette ilişki nasıl korunmalı, gibi konularda çok şey öğrendim. İşe olan tutku ve saygı yoksa kolay kolay ayakta durulmaz bu işte. Yapısında değişime açık yanlar, oyunculuğunda yeni boyutları beraberinde getiriyor. İki filmde de birbirimize yardımcı olarak, sırt vererek, uyumlu bir çalışma yaptık.” demişti. (Türkan Şoray, Sinemam ve Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2017, s. 377) Bursa’da çekilen filmler başka bir yazı konusu. Uludağ’ın Bursa’yla birlikte çekildiği filmlere gelirsek… “Kadın Severse” (1955). Mahmut Esat Bozkurt’un aynı adlı romanından üç film uyarlanmış. Bu aşk ve melodram türü filmlerin ilki 1955’te siyah beyaz çekimli olarak Uludağ ve daha sonra bursa manzarası ile dikkat çekmektedir. 1955 yılının Bursa’sı küçük bir kasaba görünümünde dağ ve ova birbirine karışmış Uludağ yolu şose, yemyeşil ve arada büyüklü küçüklü Bursa evleri . Filmin başındaki dağ sahnesi kar fırtınası stüdyoda çekilmiş, romanda geçen dağ sahneleri için filmde Uludağ mekân olarak kullanılıyor. Romanın daha sonraki uyarlamalarında da Uludağ yer almış. Filmin başrol oyuncuları Muzaffer Tema, Gülistan Güzey ve Leyla Altın. “Mavi Boncuk” (1958). Bursa siyah beyazda olsa oldukça geniş açılardan yansıtılıyor. Bursa ovası, Uludağ ve etekleri, Atatürk Heykeli ve Meydan, Çelikpalas Oteli, Yeşil Türbe, Reşat Oyal Kültür Parkı, Süleyman Çelebi Türbesi. Yeşil Türbe ve Süleyman Çelebi hakkında da ayrıntılı bilgi verilir seyirciye. Yönetmen Esat Özgül, oyuncular Peri Han, Hüseyin Peyda ve Ekrem Bora. “Öldüren Bahar” (1962). Süha Doğan’ın çektiği siyah beyaz filmin sonlarına doğru Bursa ve Uludağ manzaraları da var; Uludağ Büyük Otel’den sahneler ve Bakacak Tepesi’den çekilen Bursa panoramasında Bursa ovasının peyzajı siyah beyaz da olsa Uludağ’ın yemyeşil doğasıyla bütünleşmiş o zamanki yeşil haliyle görülüyor. Başrollerde Göksel Arsoy, Leyla Sayar ve Turgut Özatay oynamış. “Beyaz Güvercin” (1963). Siyah beyaz çekilen filmde dağ sahneleri var. Zengin babasının, iyileşmesi için tuttuğu gençlerden birine âşık olan hasta bir kızın öyküsü. Filmin yönetmeni Nejat Saydam. Uludağ’daki sahnelerin oyuncuları ise Filiz Akın, Göksel Arsoy ve Reha Yurdakul. “İstanbul Kaldırımları” (1964). Metin Erksan’ın yönettiği, Heykelönü Teleferik’ten görüntülerin sergilendiği siyah beyaz filmde Zeki Müren ile Belgin Doruk başrollerde… “Kadın Severse” (1968). Esat Mahmut Karakurt’un (1939) aynı isimli romanının ilk uyarlaması 1955’te siyah beyaz olarak çekilmişti. Ülkü Erakalın’ın renkli çekilen ikincisinde de filmin başındaki karlı Uludağ sahneleri dışında Teleferik yanı sıra Yeşil Türbe’deki ilginç sahneyle dikkat çekmektedir. Filmin başrol oyuncuları Türkan Şoray, Ekrem Bora ve Mine Mutlu. “Karlı Dağdaki Ateş” (1969). Refik Halit Karay’ın aynı isimli romanından (1956) sinemaya uyarlanan senaryosunu Safa Önal’ın yazıp yönettiği filmin başrol oyuncuları Filiz Akın, Ayhan Işık ve Önder Somer. Uludağ ve Heykel Meydanı sahneleri ile dikkat çekiyor. “Kalbimin Efendisi” (1970). Uludağ görüntüleri kar manzaraları Beceren (Teleski) Otel umum görünüşü ve teleferik yolculuğuyla; Hülya Koçyiğit, Ediz Hun, ve Münir Özkul’la başlıyor film. Daha sonraki Ediz Hun’un Zeynep Tedü ile karşılaşıp ayaküstü konuştuğu sahne ise Setbaşı Köprüsü’nde çekilmiş. Arka fonda önce şimdiki şehir kütüphanesinin bulunduğu eski belediye nikâh dairesi görünüyor, uzaktan görünen ise Yeşil Camii’dir. Filmin yönetmeni Ertem Eğilmez. “Seks Fırtınası” (1971). TV lerin yayına başlamasıyla ilginin azaldığı 1970’lerde Türk sinemasında İtalya sinemasından etkilenerek seks furyası başladı. Nazmi Özer‘in filmi bu dönemin ilk örneklerinden biri. Siyah beyaz filmin Bursa sahnelerinde de Mine Mutlu, Sami Tunç, Aynur Aydan ve Piraye Uzun oynamış Bursa Heykel ve teleferik yolculuğu görüntülenmiş. “Çile” (1972), Dinsel temalı, renkli ve restorasyonlu filmde gözalıcı dağ manzaraları var. Yönetmeni Yücel Çakmaklı. Filmin son bölümleri ve finaline ilişkin çekimler Yeşil Camii’de başlayıp Uludağ’da geçiyor karlı manzaralarda sadece bir dağ köyü ile bir dağ evi görünüyor. Filmin başrol oyuncuları Türkan Şoray ve Ediz Hun. 2010’da bazı Hollywood yapımlarında yönetmenlik yapan Polonyalı yönetmen Andrzej Bartkowiak da "Karanlık Hesaplaşma" isimli sinema filminin hazırlıkları kapsamında Uludağ'a gelmiş fakat film çekilmemişti. Aynı yıl içinde ABD`de, Los Angeles Belediyesi ve Trust For Public Land adlı kuruluş etrafında birleşen bir çevreci grup, dünyaca ünlü “Hollywood” yazısının üzerinde tepkilerini dile getirmiştir. Ünlü sembolün üzerine, yazının olduğu bitişikteki tepeyi yapılaşmadan kurtarmak ve bölgede lüks konutlar inşa etmeyi planlayan şirketi engellemek için “Save the Peak” (Dağı Kurtarın) yazısı geçirmişti. Pera kitabında ilhan Berk Yeşilçam’a Türk sinemasının Hollwood’luğunu yakıştırmıştı. Sinema açısından Uludağ elbette bir Hollywood değil. Fakat tarih boyunca da çeşitli uygarlık ve kavimlere yurt olmuş doğal güzellikleriyle her türlü canlıya ev sahipliği yapan yönüyle de uluslar arası değer taşıyor. Sinema, dizi ve reklam filmlerinde de set olarak kullanılan Uludağ’ı kar ve kış merkezi olarak tanınmasından öteye doğal ve tarihsel özellikleriyle de tanıtmak gerekiyor. Her film geçmişten geleceğe bırakılan bir belge değeri taşıyor. * YAZININ BAŞLANGIÇ BÖLÜMLERİNİ OKUMAK İSTERSENİZ TIKLAYIN * *

  • yorgun bir "ÇALGI ÇENGİ"

    FİLMİ izlemek isterseniz TIKLAYIN 2010 yılında ilk filmleri ‘Çalgı Çengi’ ile adından söz ettiren Ahmet Kural- Murat Cemcir ikilisi SİVAS yöresinde geçen ‘Düğün Dernek’ ve ‘Düğün Dernek: Sünnet’le şöhretin zirvesine ulaştı. İkilinin bu kez İstanbul'da geçen yeni filmleri ‘Çalgı Çengi İkimiz’ ile 6 Ocak’tan bu yana gösterimde... Nasıl mı? Her anlamsız garipliğe gülen biriyseniz yine güzel, ama öncekilerdeki tat yok. Konu aramayın, bayat mı bayat... Seslendirme ve kullandıkları yöresel şive büyük handikap, Sıvas fonlu filmlerinde hadi neyse, dediğiniz kentte battı. İstanbul'a gelmek ikiliye çok yaramamış...

  • NADİR GEZER’İN “MUŞTUCU ATA VE ONUN YARATICI DÜNYASI”NA EĞİLİRKEN

    Rumeli denen yer Anadolu için bir diyardır!.. Böylesi bir gurbet eli, ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı şu iki dizesiyle ne güzel dile getirmiş. “Bir gün dedim ki istemem ne yer ne yâr Çıktım sürekli gurbete gezdim diyar diyar” Şairimiz böyle diyordu da, Anadolu’nun derinlerinden kopup gelmiş, sürülmüş, zorunlu olarak yollara düşmüş bu güzelim insanların, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş aşamasından sonraki büyük serüveni Rumeli’ye geçiş olmadı mı?.. Sultan Orhan, oğlu Süleyman Paşa’yı bir küme askerle Rumeli’ye geçiş için görevlendirmiş, böylece Osmanlı Türkleri Çanakkale yoluyla 1357’de Avrupa’ya geçmiş oldular. Bu geçişten sonra Gelibolu, Osmanlıların Balkanlarda yapmış oldukları seri fetihlerin de deniz üssü oldu… Bundan sonraki gelişmeler arttıkça, yeni yerleşim yerlerini elde tutabilmek için, yeni askere gerekseme duyuldukça Anadolu insanına el atıldı. Bu yeni gelenlerin oluşturdukları göçlerle Anadolu’dan Rumeli’ye bir akın başlatıldı. Kuşkusuz bu akının kökeninde zorlayıcı etkenler de ağır basıyor, bu uzun ve kesintisiz yolculuklar Anadolu insanını bin bir binbir güçlüklerle karşı karşıya bırakıyordu… İşte Nadir Gezer’in Düşlem Yayınları’ndan çıkan yapıtı böylesi güçlükleri içeren, bir yanıtla yanıyla göç, öbür yanıyla da depdeğişik aydınlanmayı kucaklayan bir yapıttır. Yazara göre, öyküleri üzerine eğilinmiş olan Durdu Ana ve Zühtü Hoca’nın Anadolu’dan Rumeli’ye kökenlerinin ne zaman sürüldüğü belirsizdir!.. Bu iki aileyi Karaman’dan Kırcaali’nin Koşukavak ilçesinin Bekirler köyü ile Şabanlar köyüne taşıyan yazgının kökeninde belirsizlikler vardır!.. Ailelerin hangi olumsuzluklarla, bu köylerde kendilerine mesken edinip yüzyıllarla adlandırılan, nice kuşakları toprağa veren Halis Ağa ile Hüseyin Usta’nın çocukları Durdu ile Zühtü de bu yazgıyı paylaşan genç kuşaktandırlar… Durdu, güncel olaylara usu açık bir genç kızdır, okumuştur. Son yıllarda Anadolu’da gelişen olayları yakından izlemektedir. Özellikle Mustafa Kemal hayranıdır. Her yeni gelişme içinde yeni esenliklere taşır onu!.. Zühtü ise tam bir medrese eğitiminin yetiştirdiği, yeni gelişmelere karşı ilgisiz, kendi kapalı dünyasının açmazları içindedir. Bu iki karşıt insan, iki ailenin tanışıklığı nedeniyle evlendirilirler. Evlendirilirler; ama bir yandan olumsuzluklar birbirini izlerken çocuk sayısı da birden ikiye doğru yol alır… Rumeli’de öyle bir süreç başlar ki “Dağlı Eşkıya” başkaldırır!.. Özellikle Türk köyleri ve ilçeleri korkunç bir baskı altına alınır, yakılıp yıkılır… Can güvenlikleri yitirilir…. Rumeli’de yaşam güçlükleri birbirini izler… Böylesi anlarda Durdu için tek avuntu yeri Arda ırmağı boyudur. Batıdan doğuya çağıltılarla akan bu suyun çağıltısına kendini verir, avuntu yolu arar kendine… Bu Dağlı Eşkıya’nın vermiş olduğu üzünç yetmezmiş gibi bu kez de I. ve II. Balkan Savaşlarının bütün ağırlığı çöker Türklerin üstüne! Daha bu sıkıntıları atamadan I. Dünya Savaşı gelir yüklenir üzerine. Artık Anadolu özlemi de itelenmiştir gerilere!.. Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp yok olurken, Anadolu’nun ortasından güçlü bir ses yükselir, yeni bir anlayışı utkular halkına. Bu, damdan düşer gibi yükselen bir ses değildir!.. Meclisiyle, anayasasıyla, toplumu derleyip toparlayan, halkına güç veren bir sestir… Durdu, işte bu sesi yakından izler… Bir yerde Mustafa Kemal’in hayranıdır. Onun her başarısı, yüreğinde yeni umutlara taşır onu!.. Karı koca yollara düşüp Arda ıIrmağı boyunca öldürücü bir yolculuktan sonra, bin bir acıyla, iki yavrularıyla Edirne’de soluklanma olanağına kavuşurlar. Türkiye’de artık Cumhuriyet kurulmuş, devrimler birbirini izlemeye başlamıştır. Durdu, o sağlam kişiliğiyle, Harf Devrimi’ne katılır, Millet Mektepleri kanalıyla okuma-yazma seferberliğine katılır; ama kocası Edirne’de aradığını bulamaz. Yola düşer, pek çok göçmenin yerleşik yeri olan Karacabey ve yöresinde kendine uygun bir yer arar, bulur da!.. Ondan sonraki dönemde karı koca arasında ayrılıklar başlar. Çocuk sayısı da üçe çıkar… Durdu, üç kızını da Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda yetiştirme savaşımı verir. Bu birbirlerinden kopmuş karı koca sonunda Karacabey’de bir araya gelirler. Bu arada adını Ata koydukları bir oğulları dünyaya gelir. Zühtü Hoca köyden köye hocalık görevini sürdürürken, Durdu Ana oğlunun üzerine titrer. İyi bir ilkokul eğitiminden geçirtir. Sonrasına gücü yetmez. Oğlunun eğitimi için babanın ağırlığı ağır basar ve onu rahle eğitimine aldırır. Anadan, babadan uzak bir yerdedir Ata!.. Ne yazık ki birkaç çocuğa hocalık yapan bu ünlü hocanın ayağının kırılmasıyla anasının yanına döner Ata ve derin bir soluk alır. Artık Durdu Ana bu başlanmış yolu sürdürmek zorunda kalır; aydınlık, devinimli, çevresinde saygın bir yeri olan yeni bir hocanın eğitimine verir Ata’yı!.. Yalnız Durdu Ana durmadan Ata’ya devrimlerden, Cumhuriyet ilkelerinden söz eder, onun düşün dünyasını yeni bir dünya görüşüyle bezer… Belli bir süre sonra da Ata, köy hocalığına başlar. Kendini yetiştirmeyi sever ve iyi bir eşle de evlenir. Kısa bir süre sonra köy hocalığından kent hocalığına yükselir, oradan da “vaaz”lığa… Emeklilikten sonra ailece halı ticaretine başlarlar. Kazançları da yerindedir. Ne yazık ki belli bir sürecin sonunda oğlu kansere yakalanır ve yitirilir… Ata’nın dünyası yıkılır. İşi küçük oğluna devreder. Yitirdiği oğlu için de Karacabey’in en yoksul kesiminde on iki derslikli bir ilkokul yaptırır ve oğlunun adını verir okula. Kendisi artık yoksul; ama Atatürk ilkelerine bağlı öğrencilerine yönelir. Onlara karşılıksız burs verir, sorunlarıyla yakından ilgilenir. Ve bundan kıvanç duyduğunu belirtir… * Muştucu Ata ve Onun Yaratıcı Dünyası, Nadir Gezer, Düşlem Yayınları, 164 Sayfa, Bursa * maviADA BAHAR 2010 / DAHA FAZLASINI GÖRMEK İÇİN TIKLAYINIZ

  • Ah dersem bilin ki; ölüm

    ağaçlar, yas bulutu yaprak gecem avuçlarımdan damla damla ay sızar, kasaba ışıkları kalabalık ağlar... kör noktasına çizilen yalnızlığı, duymaz aynalar... ah dersem bilin ki; ölüm... son sigaram, keder örgüzü günlere ziyan. ve yalın kılıçtan boşalır camda yağmur ağlayan hazin öyküm... gülmek diye bilinir, mimiklerimde mahmuzlanan atların yarasına sürülen hüznüm... kör karanlığa sıkılan sesimi, görmez tanrılar... ah dersem bilin ki; ölüm... * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Kafdağı'nın Ardına Ok Atmak

    Yaratmak başka nedir ki? Kimse sizden böyle bir iş beklemezken, oku sadağa özenle yerleştirir, yayı çeker, salarsınız, o da alır başını gider. Bilemem artık nereye gider, Kafdağı ardına mı yoksa bir şişeye hapsolup da sonsuz sularda varacak bir kıyı aramaya mı, yoksa bulutlara mı, bulutu tohumlayıp yere rahmet yağdırmaya… Yazmak benim için, daha çok ikincisi. Bir kağıda ;’duy, sev ve düşün, sakın unutma, umutsuzlanma!’ yazıp, tıkayıp ağzını, denizin eline vermektir. Varacak bir kıyı mutlak bulur, okuyup anlayacak kalbi de… Yazmak benim dünyadaki tek keyfim,en soylu işim, insanlara sorumluluğum…İnsan denen kozanın ipeğinin ucunu bulmak ve onu çözmeye yol almak.Tılsımlı bir iş, yarayışlı da. Kime yarayışlı, en evvel kendime. Bana sorarsanız Tanrı da en çok şiir ve hikayeyi sever, sonra şarkıları. Sonra da yontuyu. Koca kainat içindeki tanrısal yalnızlığına ses olsun, sırdaş olsun diye yaratmadı mı insanı? Sonra ona yaz, dedi, yarat dedi, bence. Levh-i mahfuzda kendi yazarken, ‘sen de yaz’ diye fısıldadı ona,’ yarat hadi, tıpkı ben gibi…’ Yarattıkça Tanrısallaşması insanın, bundan. Neden yaratır insan?Yolunda gitmeyen şeyler var diye yaratır. Mutsuzluk, eşitsizlik, adaletsizlik, zulümle, sevgisizlikle kendi çapında cenk etmek için yazar, söyler, boyar, besteler.Bu , uçurumlara bağırıp aks-i sedayı beklemek gibidir. Çığlığı, yedi rengi, alfabeyi, şarkıyı bir şişeye hapsedip, suların, sonsuzluğun eline vermektir. Bu çok ciddi işi yaparken, önüne hayat nice engel çıkarır.Tek dert yaratmak ola idi keşke.. Hayatın türlü türlü halleri var, ismin beş hali gibi tıpkı, A hali, ki aşktır, devasız derttir. N hali ki bu nafakadır, içini oyar insanın. E halidir ki bu ev mahpusluğu aynı zamanda şenliğidir, varlığı da yokluğu da bir güzel acıdır. Ö hali vardır, hani şu ölüm dedikleri. Ç hali, çocuklardır, yaratanın kadın türünü ilgilendirir, ki onlar iki kere Tanrılaşmaktadır, yazarken ve doğurup dokurken. Bu fasıl erkeklere pek dokunmaz, hatta hiç dokunmaz, ne olacak, ‘baba, dağda bir oba..’ Ama, anaysan hem perişansın, hem sultansın..U hali en beteridir, umut koyup gider, Kafdağı ardına.. Belki o çekip giden umudu geri getirmek için, o nazlandıkça, oku salıp, umudu yaralama bahasına okun ucunda geri almak için, Kafdağı ardına ok atmaktır. Kim bilir,yaratmak nedir? Benim için her yazıda okuyup yazmayı yeniden öğrenmektir. Kalemim kağıdı öptüğünde, o boş sayfanın cenk meydanı, yahut er meydanı olmasıdır.Yazmaya koyulan onun tılsımıyla, bir yakamoz bulutu içinde kendi başına dans etmeye başlar.Bazen de kan terlemeye başlar.Ben en çok uzak geçmişin hikayesini yazarken zorlanırım, çünkü işimi çok ciddiye alır, çok çalışırım o yüzden günümüzde okurun sanat DNA’sını bozmaya yönelik şu laylay lom ürünler, benim kimyamı bozar, ruhumu çürütür. Tüpte hilkat garibesi canlı yaratmakla eştir onlar, benim gözümde. İrkilirim ve insanların onunla zehirlendiğini, doğru ve güzel üründen sonsuzca aralandığına inanırım. Eseme Yaşadığınızı mı yazarsınız? Hayır, hiç olur mu…Ama yazdığınızda yaşadığınızın ipuçları vardır. Esin perileri peki? Hayır, inanmam . Şu yazı atölyelerine de inanmam, yazmanın yaratmanın öğretilebileceğine de öyle. İş yok, it taşlıyor,der halkımız bu tip eylemlere. Belki sanatsal beğeni düzeyi verir, bilgilendirir, eğriyi doğrudan ayırmasını, sanatın elifbasını belletir belki, ama, o kadar… Yaratma, tıpkı şarkı söylemek için vazgeçilmez olan sağlam ses telleri, iyi cins ses gibi özelliklerle donanmış olmayı gerektirir , O nedenle sahici yaratan, yıllara dayanan sağlam yapıtlar bunca azdır. Bu doğuştan gelen yetenek, çok güçlü gözlem yeteneği, okuma, çevre, bilgi, çalışma ile elbette Yakup sabrıyla da desteklendiğinde yapıt ortaya çıkar, çıkmasa da tohumu atılır akla ve ruha, bu da zaten yaratıldığının kanıtıdır. Keşke öyle hülyalı, esin perilerinin tılsımlı değneğiyle falan ortaya çıkarılan bir iş olsaydı…Ne doğurma, ne ölme,yaratma bunların ikisinin toplamı kadar güç bir iştir. Erbabına kolay mıdır, hayır, çünkü erbabı da hem çok çalışmaktadır, hem yedi renk gökkuşağına sarmaktadır yaptığı işi, hem ölmektedir…Esin perileri belki işin en sonunda, nokta koyma, yaldız serpme faslında çıkagelir, tıpkı, evin işinin belini bükmekten baygın düşen gelin in ardından, mutfak önlüğünü kuşanıp, oğluna kapıyı açan kaynanalar gibi. O ipek yumağının sarılabilmesi için, kozanın içindeki emekçinin aşık gibi yanması, tütmesi güzel bir ölüme yatması şarttır, ki ipeğin ucu bulunsun. Sabırla dut yaprağı başka nasıl atlas olsun? Yaratma yolunda kan terleyen herkesin, sadağı oklu, kalbi aşklı, eli dermanlı, dili hünerli, acısı güzel olsun. Öfkesi bilenmiş, şarkısı sonsuz, kalbinin tokmağı yorulmaz, sabrı gani, dermanı sınanmış olsun. O büyük cengin içinde kenar gezip, yıldızlarda oturan esin perilerine de benden selam olsun. / 2009 maviADA YAZ SAYISI * daha fazlası için maviADA DERGİSİne gözatın. *

  • ZAMANIN ELEĞİNDEN/ GÜNLÜK 2008

    20 Mart 2008 Perşembe Yazılıkaya’nın bu ayki şairi Hüseyin Peker. (Severim Hüseyin Peker’in şiirini. Farklı ve özgün bir şiirdir Peker’in şiiri; ama şimdi konumuz bu değil.) “Şair benzetmenin kendi ağacıdır” başlıklı yazıda kendini anlatırken şöyle diyor Hüseyin Peker : “1991’de emekli olunca her gün birkaç birayla yazmaya yeniden başladım.” Ben de şöyle diyorum: Çalışırken yazan şairlere selâm olsun! 21 Mart 2008 Cuma Sunak dergisi olarak iki etkinlikle Dünya Şiir Günü ‘nü kutladık. Önce, Gazeteciler Cemiyeti Basın Merkezi’ndeydik. Etkinliğin açış konuşmasını ben yaptım. Şiirin hayatımızdaki yerinden, Sunak’tan ve Sunak etkinliklerinden söz ettim. Daha sonra sözü Hakan Keysan’a bıraktım. Hakan da Sunak etkinliklerinden ve Dünya Şiir Günü Denizli Bildirisi’nden söz etti. Ardından sanata desteğinden dolayı Gazeteciler Cemiyeti’ne teşekkür belgemizi, Sunak şairlerinden Rıfkı Yavaş verdi. Daha sonra Dünya Şiir Günü Denizli Şiir Bildirisi’ni okumak üzere Şükrü Erbaş’ı çağırdı. Şükrü Erbaş altında imzası bulunan bizler adına hazırladığı bildiriyi okudu. Daha sonra şiirlerinden örnekler okudu. Haken Keysan daha sonra sırayla Şeref Bilsel’i, Can Sinanoğlu’nu, Nefise Karataş’ı, Cenk Gündoğdu’yu ve son olarak da kürsüye çağırdı. Kürsüye çıkan, şiir hakkında birkaç söz söyledikten sonra şiirlerinden birini okudu. Ben de ilk kitabımda yer alsa da çok sevdiğim “Yeşim’in Şiiri-1” adlı şiirimi okudum. Günün ikinci etkinliği Replik’teydi. Kısa bir sohbetin ardından şiir okumaya geçildi. Cemiyet’te uzun bir şiir okuduğum için akşamki şiir sunumuna katılmadım, dinleyici ve izleyici oldum. Şiir okuma saati, gürültü sorunundan dolayı biraz gergin başladı; ama gergin bitmedi. * Sevgili şair dostumuz Şeref Bilsel’in eşi, şair Betül Dünder de benim gibi Arnavut kökenliymiş. Arnavutlardan, Arnavutluk’tan, Arnavut inadından söz ettik Şeref Bilsel’le. 22 Mart 2008 Cumartesi Sunak Dünya Şiir Günü Etkinliği kapsamında çocuklara şiir okumak için Keysan Özel Eğitim Okulu’ndaydık. Şükrü Erbaş, Şeref Bilsel, Onur Behramoğlu, Nefise Karataş Hakan Keysan ve ben. Çocuk-veli karışımı bir topluluğa konuştuk. Çocuk-şiir ilişkisinden söz ettik, şiirler okuduk çocuklar için. Ben sözümü “Çocukları kendimize benzetmekten vazgeçmeliyiz. Çünkü biz bir şeye benzemiyoruz.” diyerek bitirdim. Keysan’dan ayrılıp Ahmet’in yerinde birer acılı Adana yedikten sonra imza için Yaprak Kitabevi’ne gittik. Tahmin edileceği üzere Denizli halkı imza günü yapılacağını duymamış(!) ve Yaprak’a teveccüh etmemişti. “Tek ü tenha”ydı Yaprak. Orada da biz bize lafladık. “Ne olacak bu şiirin hali?” dedik. Hayatın şiirsiz yanına ayıracağım zaman için dostlarla vedalaşıp Denizli’nin horozlu, tozlu ve kızlı sokaklarına daldım. 23 Mart 2008 Pazar Baki Asiltürk’ün hazırladığı “Şiir Yıllığı-2007”yi okuyorum. Okumaya şiirlerle ve sondan başladım. Gonca Özmen’in “Ardından”ı ne kadar açık, imgeli, akışkan bir şiirse, Hasip bingöl’ün “Avlu: ‘Gel Ey Denizin Kızı’ “ o kadar kapalı, o kadar tıknefes, o kadar kırılgan. 24 Mart 2008 Pazartesi Hasip Bingöl’ün, Onur Akyıl’ın, Ersan Erçelik’in şiirleri, “dizeleri laf olsun diye kırılmış şiirler” izlenimi veriyor. Seyyidhan Kömürcü ve Mehmet Erte’nin şiirleri düzyazı-şiir sınırında gidip geliyor. 25 Mart 2008 Salı Fatma Çolak adını ilk kez duyuyorum. Şiire devam ederse, iyi bir şair olacağı izlenimi veriyor Fatma Çolak. Cuma Duymaz’ın “Yapa’yanlış”ı, özgün bir şiir. (Az şey değildir şiirde özgün olmak.) 26 Mart 2008 Çarşamba Selahattin Yolgiden’in “duyumsanabilen” bir şiiri var. (Bkz “Eski” adlı şiir.) Şiir Yılllığı-2007’de sekiz 1977’li şair var. Hepsinin şiiri de sağlam şiir. Tam “otuz yaş şiiri” her şiir. 27 Mart 2008 Perşembe “Karanlık” şiirini yazan Ersun Çıplak’ı (1976) izlemeliyim bundan sonra. Cenk Gündoğdu’dan nefis iki dize: “göz ki dengedir kalbin kederine sarılı/ büyür dünyaya bir elma gibi” 28 Mart 2008 Cuma Şiir Yıllığı-2007’de başa döndüm. “Deneyimli şairler”i okuyorum. İlhan Berk’e yakışır iki dize: “Taş adını bilmez/ Her şey kendine döner” Sait Maden’in şiiri de düzyazısal ve kırık dizelerden kurulu; ama şiirliğinden hiçbir şey yitirmemiş. Genç şairlerin Maden’in şiirini bu yönüyle birkaç kez daha okumaları iyi olur. Mehmet Sadık Kırımlı’dan nefis dizeler: “…zaman/ eski bir saat taktı koluma, kurcalasam/ ha çalıştı ha çalışacak…” Özdemir İnce’nin “Magma”sı, kendisinin duyumsayabileceği derinlikte bir şiir. 29 Mart 2008 Cumartesi Babam söyledi. Arnavutluk’tan dayısının kızı aramış ve Nevruz Bayramı’nı kutlamış. İlginç değil mi? Biz burada “Nevruz’da ne olacak?” diye düşünüp dururken, Nevruz Balkanlarda tüm canlılığıyla yaşıyor, yaşatılıyor. 1 Nisan 2008 Salı Burak Tokcan’ın 3 Mart 2008’de imzalayıp gönderdiği, bana 16 Mart 2008’de ulaşan şiir kitabı Sesim kan Kaybediyor’u (Damar Yayınları, Ankara, Ocak 2008) okumaya başladım. Sesim Kan Kaybediyor, Burak Tokcan’ın ilk şiir kitabı; ancak günümüzdeki pek çok ilk kitap gibi “ilk olduğunu hissettirmeyen” bir şiir kitabı. Şiir kitaplarının adına çok dikkat ederim. Şairin bu ismi bulmak için neler düşündüğünü, niçin bu adda karar kıldığını anlamaya, sezmeye çalışırım. Sesim Kan Kaybediyor için de aynı şeyi yaptım. Kitabın içindeki şiirlerin haberin temasından esintiler taşıyan pürüzsüz bir ad Sesim Kan Kaybediyor. Şiir kitabına yakışan bir ad. 2 Nisan 2008 Çarşamba Sesim Kan Kaybediyor’u okuyorum. Temiz bir şiir yazıyor Burak Tokcan. “Temiz”le kastettiğim şu: İmgeye boğulmamış; şairin iç bungunluğunu, sayıklamalarını değil, hayattan izleri harmanlayan; doğal bir kurgu ile kurulmuş, kendiliğinden akan dizeler: “neredesin/ kırlangıçlar/ solar sen olmadan”, “bir güvercin ne kadar yalnızsa/ kalbinde gökyüzünün/ öyle yürüyorum kırgın sokaklarda” 3 Nisan 2008 Perşembe Burak Tokcan’ın Sesim Kan Kaybediyor’undaki şiir adlarında adlaşmış sıfatlar (Ömrümüzü Kuşatan, Kırılan, Geceden Süzülen, Dinmeyen, Payıma Düşen) ve ad tamlamaları (Yağmur Atlası, Suç Demeti, Yalnızlık İklimi, Irmağın Sesi, Sözün Gidişi) dikkatimi çekiyor. Her iki dilsel yapı da saptamayı ve somutlamayı içeriyor. Bu durum, Burak Tokcan’ın şiirinin okur tarafından kolay duyumsanmasını sağlıyor. 4 Nisan 2008 Cuma Hürriyet gazetesi, “görevini kötüye kullandığı için” öğretmeni tarafından sınıf başkanlığından alınan ilköğretim üçüncü sınıf öğrencisinin haberini birinci sayfadan vermiş ve “Demokrasi kahramanı” başlığını kullanmış. Demokrasi anlayışımız bu işte: “Seçim her şeydir!” Seçilen kişi(ler) birtakım kurallara uymazsa, bunun bedelini ödemez, yalnızca “mağdur” olur. Ne âlâ memleket! * “Nedim Gürsel’in romanı daha yayımlanmadan manşetlere çıktı. Onu manşetlere çıkaran, din gibi, Peygamber gibi hassas bir konuyu, din ve şiddet ilişkisini ele alıyor olmasıydı. Kitabı okumadan hazırlandığı anlaşılan haberlerin atladığı, Nedim Gürsel’in anlatımındaki masalsı ve yalın dili, kurgusundaki ustalıktı.” (Irmak Zileli, Remzi Kitap Gazetesi, sayı: 28, Nisan 2008) Siyasetçiler tarafından millete masal anlatılıp durulduğu bir zamanda, kim neylesin yazarların masalsı ve yalın dilini, kim neylesin kurgusundaki ustalığı! 5 Nisan 2008 Cumartesi Belediyenin yeni belediye otobüslerinde büyük harflerle ve yazım yanlışıyla şöyle yazıyor: “HERŞEY DENİZLİ İÇİN” Bu slogan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçimlerde kullandığı bir slogandı. Orada Denizli yerine Türkiye vardı, o kadar. Adalet ve Kalkınma Partili belediye, seçim sloganını unutmamak ve unutturmamak için iyi bir yol seçmiş doğrusu. 13 Nisan 2008 Pazar İlhan Selçuk bugünkü yazısında şöyle demiş: “Pazartesi yürekten ameliyat olacağız. Gıllı gışlı bir operasyonmuş, nalları dikersek bozulmayalım, olur böyle şeyler. Dikmezsem… Daha görüşürüz… Dikersem, her ne kadar kusurumuz da olsa, affola…” İlhan Selçuk bu sözleriyle, kendi biçemince helallik istemiş okurlardan. Ancak sözlerinin içindeki “nalları dikmek” tâbiri, doğrusu, yakışmıyor İlhan Selçuk’a. Hele hele kendisine nefretle bakan “dinci basın”ın ellerini ovuştururak malzeme aradığı şu günlerde… 15 Nisan 2008 Salı Müslüm Danaoğlu’nun Şehir’de (sayı:33) üç şiiri var. “Sen” şiirindeki “gecenin”-“hecenin” uyaklarını görünce “Eyvah” dedim, “son şiiri nasıl okuyacağım şimdi?” ancak düşündüğüm gibi olmadı. “Ben” adlı üçüncü şiiri okuyunca, “İyi ki okudum.” dedim. İşte bana bunu söyleten dize: “kokunu mandalladım geceye” Demek ki bir dize, üç şiiri kurtarabiliyor. 16 Nisan 2008 Çarşamba Ahmet Necdet’in yeni şiir kitabı Heple Hiç Arasında’yı okudum. 2002-2008 arasında yazılmış on şiir var Heple Hiç Arasında’da. Kitabın sonuna Ahmet Necdet’in şiiriyle ilgili olarak bugüne değin yazılanlar da eklenmiş. Kitaptaki on şiir, Ahmet Necdet şiirinin bir özeti gibi. Ahmet Necdet’in uzun şiir serüveninin uğraklarını ve vardığı noktayı net bir biçimde gösteriyor Heple Hiç Arasında’daki şiirler. Peki nedir Ahmet Necdet şiirinin uğrakları ve vardığı nokta? Şunlar söylenebilir: -Ahmet Necdet şiiri, biçimle içerik arasındaki hassas dengenin çok iyi bilindiği ve buna kurgulandığı bir şiirdir. -Ahmet Necdet şiiri, felsefi bir temeli olan, ne dediği anlaşılan bir şiirdir. -Ahmet Necdet şiiri, hayata anlam katan bir imge olarak ironiyi daima içinde saklayan ve bunu sezdiren bir şiirdir. -Ahmet Necdet şiiri, dize ya da imge için kurulan bir şiir değil, bütünsel bir yapı olarak kurulan canlı bir metindir. -Ahmet Necdet şiiri, hayatı anlamaya çalışan ve bunun için hayatı daima sorgulayan bir şairin ruh dünyasından yansıyan bir şiirdir. -Ahmet Necdet şiiri, gelenek bilinerek, ondan el alınarak; ama çağdaş şiirin gereklerine uyularak yaratılmış bir şiirdir. -Ahmet Necdet şiiri, “Hep ile Hiç Arasında” bir sarkaç gibi gidip geldiğini bilen bilge bir şairin şiiridir. Son söz: Keşke Ahmet Necdet daha çok şiir yazsa! 17 Nisan 2008 Perşembe Cumhuriyet Kitap’ın içinde yer alan “Çocuk-Gençlik” ekinde Prof. Dr. Gülçin Alpöge’nin “Harry Potter Kitaplarını Okumak” adlı güzel bir yazısı var. Güzellik, yazının bir bilim insanının konuya soğukkanlı ve nesnel yaklaşmasında. Harry Potter kitaplarının çok okunmasını sorgulayan ve birinci kitabın beş yüz adet basıldığını belirten Alpöge, H.Potter serisinin çok satılmasını sadece reklama bağlamanın yeterli bir açıklama olamayacağını söylüyor ve şöyle diyor: “Öyleyse olay nedir? Kanımca, Potter kitaplarının fantastik bir öyküden çok, masal havası taşımasıdır.” Yazının devamında da Alpöge, H.Potter kitaplarındaki masal ögelerini açıklıyor. H.Pottter konusuyla çeşitli yönlerden ilgilenenlerin (ana babaların, öğretmenlerin, H.Potter kitaplarını ve filmlerini eleştirenlerin, kitaplarının çok satılmadığını düşünen yazarların ve yayınevlerinin…) Gülçin Alpöge’nin yazısını dikkatle okumalarında yarar olduğunu düşünüyorum. 18 Nisan 2008 Cuma Eski bir “maarif vekili” olarak H.C.Güzel, “yevmî bir cerîde”de “verip veriştirme yazıları” yazıyor. Bugünkü yazısı da onlardan biri. İktidar ve havalisini “yağlıyor”, iktidara muhalefet edenlere “tu kaka” diyor. Bay Güzel, neden bir “mizah mecmuası”nda yazmıyor acaba? Yazıları çok komik(!) de… (Şehir, sayı: 34, mayıs 2008)

  • BEN UNUTMUŞTUM

    Gün batarken geriye dönen Kuşların seslerini unutmuştum, Leke leke dökülen karanlıkta Kalın gölgeler bırakarak Eski evleri; Gidenlerin ardından dökülen sular Avlularda kurumuyor, İzlerini rüzgarlar biliyor Toz toprak kopa kopa Eskiyen zamanı biliyor, Uzun kavak ince ince gıcılarken Yeşil bahçeler biliyor Bir tek ben, Akmayan zamanın içinde dururken Yanan bir ışık gibi kül bırakmadan Savrularak, Büyüyen ben bilmiyorum; Bu ten kesiğinin Kirpiklerime çarpa çarpa çoğalırken Kanaması, Bir tek ben bilmiyorum; Bu boşlukta Uçurumun dibinde duran acı Kendini çoğaltan çığlık Nasıl tanıdım rengini Unutmuştum; Kör limanlara demirlemiş Yorgun bir rüzgar gibi unutmuştum, Dağların doruklarına Kim koşardı, Bunca yol bunca gurbetlik niye Açılmış yaralarıyla bana geleni Bir tek ben bilirim Eskiyen sesimi Ne zaman unuttum uzaklarda Şimdi yırtık bir boşlukta Duran gölgemi, Sana bıraksam Sana bıraksam. / İzmir

  • Bir Muavinlik Hikayesi

    Eğitim enstitüsünden mezun olmuş, atamam için gerekli evrakları okul yönetimine teslim ederek beklemeye başlamıştım: Altı ay geçti, bir yıl geçti ses seda yok; canım çıkıyordu, sıkıntıdan delirip dağlara düşecektim nerdeyse. Bu yaşta, öğretmen olmuş birinin babasından harçlık almasının ne demek olduğunu bilenler bilir ancak. Devletin ilgili kurumları referansları bakanlığa ulaştıramadığından olacak, olan bize oluyordu işte. Bekle. Bekle. Sabrın meyvesi acı mıdır, tatlı mıdır yiyince görürsün, bekle! Şoför muavinliğine başladım Seyyah Kaptan’ın kamyonunda. Salihli-İstanbul arası taşımacılık yapıyorduk “Celal” dedi Seyyah Kaptan! “Şu nakliyeyi git … al gel! Bak saat on, dörde beşe kadar vaktin var, git hallet!” Dünyalar benim olmuştu. Nakliyeye sebep, onu görecek, evinde ziyaret edecektim, evlerini görecektim. Çocuklar gibi sevinmeye başladım. Hemen, arabanın içini silip süpürmeye başladım. Lastiklerin havalarını kontrol ettim, motorun yağına tuzuna baktım. Seyyah Kaftan, her bir şeyi tastamam istediğinden, her şeyi tastamam yapmak zorundaydım. O, arabanın içine yatacağı zaman bile pijamalarını giyer, elini ayaklarını yıkar öyle yatardı. Huyunu suyunu iyi bildiğim için arabayı buz gibi temizledim. Bir hata bulursa; ya bir aksilik olursa, işte o zaman bir çuval inciri berbat etmiş olacaktım. O nedenle Fır dönüyordum. Titizliğini bildiğimden hiçbir şeyi atlamamaya çalışıyordum… Kış mevsimi yerini ilkbahara bıraktı. Salihli’de ağaçlar yapraklarla süslendi çoktan. Can erikleri nohut büyüklüğüne ulaştı. Balıkesir’de Bursa’da kışın ısırıcı soğuğunun etkisi devam ediyordu daha. Üstüme baharlık beyaz keten ceketimi alarak yola düzüldüm. Minibüs durağına varmam on dakikamı aldı. Önüme çıkan kimi kimseyi görüp ettiğim yoktu. Uçarcasına gidiyordum. Seyyah Kaptan, “gel gel, bu sefer değil de öbür sefere,” diyebilir diye de bir artık uzaklaşmak istiyordum. Kırk yılda bir çıkacak böyle enfes bir şansı değerlendirmek istiyordum. Yürürken çarpıp geçtiklerime “pardon” diyecek zamanım yoktu. Yüreğim öyle bir atıyordu ki yerinden fırlayıverecekmiş gibi. Minibüsün şoför mahallinde, cam tarafına oturdum. Elimi dışarı çıkararak, onun şehrinden esen rüzgârı karşılıyordum. Ara ara da başımı dışarıya verip havaya karışan kokuları ayırt etmeye çalışıyordum. Güneş öğle vaktindeki yerine doğru ilerliyordu bu esnada. Minibüs ilçe merkezine geldiğinde benimle birlikte üç kişi kalmıştı. Kimseye bir şey sormadan indim. İlk kez geldiğim bir yerdi burası. Sokaklar, yer yer Osmanlı’nın; yer yer Bizans mimarisinin etkilerini taşıyordu. Kırmızı kerpiçli evlerin, eski ihtişamı kalmamıştı. Hemen yanı başlarından yükselen betonarmelerin albenisi boğmuştu onları. Taşıyıcılar kooperatifinden nakliyeyi alamadım, kooperatifin ödeme günleri her gün olmuyormuş, nedenini sormadım bile benim de “canıma com com” diye iç geçirdim, ne yalan söyleyeyim, demek ki buraya gelişim bir kez daha olacaktı, bundan güzel ne olabilirdi ki? İlçenin sokaklarında avare avare dolaşırken, isimlerindeydi gözüm. Tek katlı, iki katlı, ara ara da üç katlı binalar sokaklara bir nizam içinde dizilmişler! Aralarda kalmış gecekondu artığı birkaç bina da kireçle bembeyaz, ne güzel badanalanmış! Kimseciklere bir şey sormamıştım daha. Bu bilmediğim yerde adres arıyordum. Sokak başlarına takılan levhalarla iz sürüyordum. Bir sokağın başında durdum, mavi tabeladaki yazıyı okuyunca gözlerime inanamadım! Elimle koymuşum sanki: Kadınlar Sokak! Hane numaraları karşılıklı dizilmiş, oh oh harika! Çiftli numaralar sağda; tekli numaralar solda. 1, 3, 5, 7, 9…23… 33… tereddüt etmeden bastım zile! “Kim o?” denmeden açıldı kapı. Esmer, tombul, seyrek dişli, kocaman göğüslü, çok sıkıntı çekmiş Aliye Rona tipli bir kadın, “buyurun,” dedi. “Ben Celâl, kızınızın arkadaşı!” “Hoş geldin, hoş geldin, buyur, haydi gir içeri, kapıda kaldın! Kızım, senden çok bahsederdi, seni tanıyorum, haydi buyur!” İç kapı gıcırdayarak açıldı. “Kim gelmiş anne?” “Gel de kendin gör!” “Tamam da kim gelmiş?” “Gel, gel, bak kim gelmiş, şaşıracaksın!” Düşüp bayılacaktım nerdeyse. İçeriye, “ben Celâl!” diyemedim. Çakıldım kaldım. Donmuşum. Ağzımı açacak mecalim kalmamıştı. “Ben, ben… Ben Celâl!”diyemedim. Allah, Allah olacak gibi değil. Ne oldu böyle? Sevinmeliydim, sevincimden göbek atmalıydım. Uğruna dağları deleceğim, uğruna mahpusları göze alacağım, arkadaşımın evindeydim ya, ne oluyordu şimdi bana?” Bahçenin cins cins çiçeklerinin kokusu başımı döndürdükçe döndürmüş, beni benden alıp gitmişti. Mektuplarında: “Celâl, atama beklemekten sıkıldım. Zaten, inan Allah’a umudum kalmadı, atama falan yok! O nedenle çiçek yetiştiriyorum. Bir kamyon olunca, sana haber veririm,” demişti ya! İşte o çiçekler, bu yüz metrekarelik küçücük bahçede yetişiyormuş demek: Sardunyalar, şebboylar, aslanağızları, güller, karanfiller… “Benim ya, beklemiyordun değil mi?” “Yo yo, bekliyordum, senin bir gün sürpriz yapabileceğini, adım gibi biliyordum. Çünkü sende sırrına eremediğim garip bir şey var!” Elini tutunca sıcacık bir şeyler tepeden tırnağa, her yanımı sardı. Etlerimde bir titreme, bedenimde bir çımkışma… tarif edilir gibi değil. Herkese nasip olmayacak, farklı bir duygu. Tanrı’nın ayrıcalıklı kullarına yaşattığı harika bir şey bu! El ele, sonra yanak yanağa tamamladık seremoniyi. Sıcak, dost, candan, sımsıcak, bir içim su gibi işte… “Bahtiyar ettin beni. Tanrı da seni bahtiyar etsin! İçimden geçenleri anlatmaya gücüm yetmiyor işte! Ol sebeple aynı sözcükleri tekrar edip duruyorum!” Aliye Rona tipli kadın, görünüşünden beklenmeyen bir sıcaklıkla karşılamıştı beni. Dışarıda güneş vardı, var olmasına fakat evin içi serindi. “Üşümüşsündür evladım, sobayı yakayım ben,” deyip ateşledi sobayı. Birkaç soru sordu. Annemi, babamı sordu, sağlıklarını sordu. Sonra da: ”Siz rahat rahat konuşun, ben komşuya geçiyorum, haydi hoşça kalın,” diyerek kapıyı çekip gitti. Arkadaşımla, bir odanın içinde yan yanaydık şimdi. Bir zaman ne o, ne ben bir kelimecik etmeden öylece durduk. Yüreklerimizin çarpıntısını duyabiliyorduk. Heyecanımız yatışmamıştı daha. Tek gamzeli yanağında güller açmıştı adeta. Çekik gözleri yalım yalım yanıyordu. Başını yavaşça kaldırdı, yüzüme bakarak: “Ne kadar iyi ettin Celâl, ne kadar iyi ettin! Beni anlayacak, beni dinleyecek bir dosta ne kadar çok gereksinim vardı, anlatamam! Çiçeklerim olmasa, deliririm ben! Ne anneme, ne babama; ne de ablama hiçbir şeycikler diyemiyorum. Bu batasıca Allah’ın damında bir başıma kaldım! Beni dinleyecek kimsecikler yok, inan Allah’a, kimsecikler yok! Ben okudum, öğretmen oldum diye liseden arkadaşım Saadet de sırtını döndü. Neymiş efendim, ben okumuşum da burnum büyümüş! Git Allah’ını seversen yahu, ne alaka, ben okumuşum da adam olmuşum da falan falan işte… Çiçeklerim olmasa nefes alamam herhalde, onlarla sarılıyorum yaşama, onlarla dayanmaya çalışıyorum. Gözlerim de yavaş yavaş bozulmaya başladı. Hani bir önceki mektubumda, Joan Steineck’in Gazap Üzümleri’ni okuyorum demiştim ya hâlâ elimde, bir türlü bitiremedim, süründü kaldı... Çıldıracağım… Tat almıyorum hayattan, her şey tatsız tuzsuz... Zavallı annem, beni mutlu etmek için en sevdiğim yemekleri yapıyor; yine de yiyesim gelmiyor, kaşığın burnuyla yiyorum.” “Her şey geçecek, yarın güneş daha güzel doğacak, umudunu yitirme, dayan!” Gözüm duvarda asılı tüfeğe takılınca söyleyeceklerim boğazıma düğümlendi kaldı. Tüfeğin hemen yanında bir fotoğraf: Burma bıyıklı, bıçkın görünüşlü bir adam. Muhtemelen babası olmalı. Tüfeğe ve resme daldığımı görünce: “Babam. Babam arada ava gider! Annem de babamı çok sevdiğinden bu kabadayı görünüşlü resmini de tüfeğin yanına astı işte. Ne yaparsın onlar da böyle işte! Atamamın gecikmesine çok içerliyor babam. “Ben yok halimde bulup buluşturup seni okutayım; sonra da…” O böyle konuşmaya başladı mı, kapıyı çarpıp gidiyorum. Benim suçummuş gibi üstleniyorum bu beceriksizliği! Kahvedekiler adamı dinden imandan edecekler, ne densiz insanlar be yahu! Söylediklerini bir bilsen dilini yutarsın, ne balonlar, ne balonlar: ” “Senin kızı okuldan kovmuş olmasınlar Hasan Efendi?” “Senin kız teröre bulaşmış olmasın Hasan Efendi?” “Allah bilir ya Hasan Efendi, senin kız öğretmen oldum diye seni kandırmış olmasın?” “Sen devletten sayılırsın Hasan Efendi, hele izle diple bakalım, Çapanoğlu çıkmasın altından?” “İzlesin de şok geçirip ölsün adam, öyle mi? Boş ver Hasan Efendi, neyse ne, boş ver!” “Senin kız birine aşık olup da okulu terk etmiş olmasın Hasan Efendi?” “Öğretmen olsaydı yüz sefer tayini çıkardı, devlet hiç öğretmenini boş boş gezdirir mi?” “Ben bu işten kuşkuluyum Hasan Efendi, bunda bir iş var; ama ne? İşte onu çözemiyorum!” “…” “Ne yapsın babam da kendini dağlarda avutuyor. Osman Gazi’nin at oynattığı,cirit attığı düzlüklerde omzunda tüfeği, avlanıyor. Meramı av falan değil; değil ama ne yapsın garibim kendini öyle eğliyor, ne yapsın?” Oturduğum yerden kalktım, evin içinde gittim geldim, on beş metrekarelik oturma odasında. Ben diyem beş, sen de on dakika. Bu ara soba da evi ısıtmış; beni donmaktan kurtarmıştı. “Celâl, hele ceketini çıkar. Dışarı çıkınca üşürsün yoksa!” Az önceki heyecan yavaş yavaş kayboldu. Isınmaya, kendime gelmeye başladım. “Gel Mutfağa gidelim, ben bir şeyler hazırlarken; sen de neler yapıyorsun, günlerin nasıl geçiyor, anlatırsın, hadi gel!” Mutfağa geçtik, açılır kapanır yeşil muşamba örtülü masanın yanındaki tahta sandalyelerden birini çekerek oturdum. O da dolaptan önceden hazırlanmış köftelerden çıkarıp kızartmaya başladı. Akşamdan kalan kuru fasulyeyi ısıtmak için tencereyi ocağın üstüne yerleştirdi. “Bahçede naylonun altında, roka, maydanoz var; hadi koparıver; tulumbada bir temiz yıka gel! Hadi canım!” “Hadi canım,” deyince bir hoş olmuştum, nede güzel yakışıyordu ağzına,” hadi canım!” Rokaları, maydanozları bir güzel, buz gibi yıkayıp geldim. Yeşil muşamba örtülü masaya karşılıklı oturduk. Dumanları havaya direk direk çıkan melamin tabaklara çekilen kuru fasulye, kırmızı bir durulukta ne de güzel duruyordu. Köfteler ortada bir tabaktaydı. Rokaların, maydanozların yeşili limon suyu ile daha bir yeşillenmişti. Büyük bir iştahla, tarifi mümkün olmayan bir keyifle yemeye başladım. O güne kadar ne böyle bir kuru fasulye, ne de böyle bir köfte yemiştim; dünyanın en güzel nimetleri bunlar. Birden kaşık elimde kalakaldım. Dalmışım, böylece epeyce zaman geçmiş olmalı muhakkak. Kuru fasulyeden son bir kaşık daha alayım dedim; sonra vazgeçtim, buz gibi olmuştu çünkü. O da yemeyi bırakmış beni izliyormuş… Zaman akıp gitti, koca gün bitmek üzereydi. Birden kapının zili acı acı çalmaya; sonra da güm güm vurulmaya başladı. Mutfak penceresinden dışarı bakınca yaman bir yağmurun ortalığı sel içinde bıraktığını gördüm. Camı açınca bir ışık demeti karşı dağda patladı. Sonra mavi bir ışık seli, gökyüzünden yere doğru uzayıp gitti. “Zır zır zır, güm güm güm!” Kapı, bağlantılarından kopacak gibi dövülüyordu. “Babam bu babam! Haydi, giy ayakkabılarını bahçe duvarından atla git! Ökkeş’in Kahvede yine çıldırtmış olmalılar onu, haydi durma, git! Bir de seni görürse, alimallah kıyık kıyık keser beni, haydi uç! Babamı delirtecek bu adamlar; delirtip de dağlara düşürecekler, Allah belalarını versin bunların! Kim bilir neler dediler yine?” “Kızın terörist olmasın aman ha!” “Senin kız birine âşık olmuş da öyle bırakmış okulu!” “Senin kız öğretmen olamazmış, sicili bozukmuş!” “Senin kız… senin kız… “ “Babam delirmiş, hadi durma, uç!” Döndüm, ellerini ellerimin arasına aldım. Kestane kızılı gözlerinin içine baktım: Memnundu, mutluydu; mutluluktan uçuyordu o da. Sonra sımsıkı sarıldık. Kapı, güm güm güm, durmadan dövülüyordu! Gitmek için bir iki adım attım; yapamadım. Gerisin geri dönüp tekrar sarıldım. Gözlerinin içine bakarak: “Gideceğim, gitmesine; lakin er geç yine geleceğim. Bu sefer boş gitmeyeceğim, seni de alıp götüreceğim, her daim hazır bekle. Nüfus cüzdanın çantanda olsun, unutma!” Sonra yağmurun, şimşeğin şiddetine bana mısın demeden bahçe duvarından aşıp dar sokaklara doğru bir yıldız gibi akıp gittim… Aylar, yıllar oldu hiç arayıp sormadım; sorasım da gelmedi. Sağ mıdır selamet midir bilmiyorum. Gaipten gelen sesin dediği doğru ise; bir oğul dünyaya getirmiş adını Peygamberi Miraç'a çıkaran bineğin adını koymuş...

  • Gözleri Elaydı

    Ağlıyordu. İnciler döküyordu raylara. Niye buraya gelmişti, ne arıyordu, içindeki acı kimin içindi? “Gözleri elaydı.” diyordu durmadan; şaşkın, hatta isyankâr. “Geçmişini anlattığı o gün gibiydi bakışları: Sevecen ve acılı... Yine o günkü renge bürünmüştü gözleri. Sanki bunu görmem için yetiştim son nefesine.” Sisler içinden iki küçük kız geldi istasyona. Soluk soluğaydılar. Karanlıktı. Koştular telaşla. Tam kalkacakken yetiştiler trene. Tıklım tıklım kompartımana girdiler. Hiç tanımadıkları büyüklerin eteklerine tutundular. Acı ve merhametle baktı onlara yolcular. O gözlerde babalarını aradılar, bulamadılar. Oysa o delerek bakıyordu kendilerine. Çatık kaşlarının altında kıvılcımlar saçan kömür parçaları vardı. “Kök salmaya geldik.” diyordu durmadan. “Söküldük yüzlerce yıl yaşadığımız yerden. Arkamızda acı, kıyım ve kan… Neyse ki açtı kucağını vatan.” Şükrediyor ve minnetle toprağı öpüyordu. Eline küçük bir dal parçası alıyor, toprağa atıyordu. Sonra da eğilip onu üfürüyordu. Dal savruldukça gözlerinde deli bir kıvılcım tutuşuyor, “Şimdi de kazın bakalım!” diyordu. Sonra kendi kazıyor, dalı dikiyor ve yine eğilip üfürüyordu. Dal kımıldamıyordu. O zaman gözleri bir başka ışıyor, kafasını sallayarak, “Gördünüz mü?” diyor, gülümsüyordu. Ürperticiydi bu gülümseyiş. Işığı, kardeşiyle kendisini titretiyordu. İstasyon yıllara direniyordu. Taş duvarları dimdik ayakta, kapıları ve pencereleri sımsıkı kapalı, çatıdan sarkan ahşap süsler hâlâ sevimli… Trenden indi iki kız. Koştular mağazaya. Tütün kokusu sinmiş koridorlardan geçtiler. Yerleri süpürdüler, işçi kadınlara su verdiler. Düştü ellerinden testi, sular döküldü. Usta bağırdı. Kömür gözler alev saçtı. Gözlerindeki yaşı sildi. Az ötede terk edilmiş bir vagon gördü. Ayakları, içinin sızısına uyarak onu oraya götürdü. İlk, tekerleklerine baktı. Paslı demir yığınına dönmüş, bitap düşmüşlerdi. Kıvılcımlar saçmıyorlardı artık. Babalarının gözleri yoktu onlarda. Anıların perdesini aralayıp vagona bindi. Birden irkildi. İçinde çocuklar uyuyordu. “Tinerci olabilirler.” diye düşünüp korktu bir an için. Sonra aldırmadı. “Varsın tinerci olsunlar! Zarar gelecekse çocuklardan gelsin. Onlar hiç olmazsa bilinçli değiller.” Çocuklardan biri uyandı. O da şaşırdı, korktu. "Burada ne arıyorsun?‟ der gibi baktı. Kadın gülümsedi. “Merhaba” dedi sıcacık. Diğer çocuklar da uyandı. “Baba üşüyorum palto.” dedi küçük kız. Babasının gözlerindeki kömürler tutuştu. Dayak yiyeceğini bile bile yineledi kız. “Baba palto…” Alevlendi kömürler. “Üşüyorum, paramın bir kısmıyla palto alayım.” Harladı alevler ve her yanı yandı kızın. “Burada ne arıyorsunuz?” “Burada kalıyoruz.” “Anneniz, babanız yok mu?” “Yok.” Gözleriyle ikisini gösterdi konuşan. “Bunların var ama yok gibi...” “Niye?” Boyunlar büküldü. Uyuyup kalmıştı tuvalet penceresinin kovuğunda. Annesi elinden tutmuş, onu okula götürüyordu rüyasında. Çiçekten bir halıya basar gibi yürüyordu o yolu. Kömür gözlü dev karşılarına çıktı sonra. Okulu kaplamıştı bedeni. Işık sızdırmıyordu. Öğretmeninin sesini duydu, arkadaşlarının ve zilin… Annesi ona sımsıkı sarıldı, geriye döndürdü sonra. Kitapları yere düştü. Kadının beyninden tüm tehlikeler geçti: Soğuk, tecavüz, uyuşturucu, organ mafyası… Vücudu buz kesti. “Tehlikeli yavrucuğum buralar.” “Öyle ama ne yapalım!” “Evinize gidin ya da yurtlar var sizin için.” “Yurt iyi değil…” İnanmadan baktı. “Ne olsa buradan iyidir.” diye düşündü. “Peki eviniz…” “Bunun annesi öldü, babası da başkasıyla evlendi. Üvey annesi hep dövüyor. Bununki de orospu.” Kızdı annesine laf söylenen. Kolunu kaldırdı vuracak gibi. Ama diğeri tınlamadı. “Doğru değil mi len!” Büzüldü annesi orospu olan. Ipıssız yollarda koşturuyordu iki kız. Karanlık ve soğuktu. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Korkuyorlardı. İstasyon onları kucakladı. “Neden geldiniz buraya?” “Para yoktu be teyze. Sonra olaylar da vardı.” “Ne olayı?” Şaşkınlıkla baktılar. Hepsinin gözü elâydı. “Bilmiyor musun?” Televizyon haberlerini anımsayıp kafasını salladı. Gerçekle ilk defa yüz yüze gelmenin hayreti vurdu gözlerine. Çocukların en büyüğü konuşmasını sürdürdü. Yaklaşık on beş yaşındaydı. “Askerler bir gün babamı alıp götürdüler. Sonra ölüsü geldi.” “Memleketteki evimizi yakmışlar ben küçükken.” dedi diğeri. “Aç kaldık.” dedi en küçüğü. Kadın ürperdi. Tüm gözlerden babası bakıyormuş gibi titredi. Evdeki herkes toplanmıştı. Masal dinliyor gibiydiler. Küçük kız babasının gözlerine korkmadan bakıyordu. Çünkü kara değil, elâydılar. “Köydeki her şey tutuştu.” dedi babası. “Askerlerin geldiğini görünce çok korktuk. Annem beni ve ağabeyimi kör kuyuya salladı. Orada saatlerce kaldık. Silah seslerini, bağrışları, çığırışları duyduk; yangın kokusunu aldık. Sonra seslerkesilince gittiklerini anladık. Annemizi bekledik bizi çeksin diye ama o gelmedi. Yaralı bir komşumuz çıkardı bizi.” “Köksüzüz be teyze!” dedi çocuklardan biri. Şaşırdı. Kök sözcüğü beynini oydu. İçi kanayarak çocukların yanından ayrıldı. Cenaze evine dönmek için acele etti. Son kez istasyona baktı; gözlerine inanamadı: Her renkten insan kaynıyordu. Üstelik sersefildiler. Yüzlerinde dehşetin izlerini taşıyorlardı. Yüksek sesle kaçtıkları vahşeti anlatıyorlardı. Sonra soluklanıp sarıldılar birbirlerine. Ardından raylar arasına dalarak bedenlerini ektiler. Hepsinin de gözleri elâydı. ▲ maviADA 2013 KIŞ SAYISI

  • Anılar: Bahar 2013

    BİR ANADOLU DERGİSİNİN EN SAĞLAM İSTİNAT NOKTASI NERESİDİR? " maviADA BAHAR 2013 sayımızda, sormacamızda DERGİLERDİ konumuz. Katılan, alana ömrünü vermiş insanların, seçkin yazarların, hatta merhum Cemal Süreya'nın üzerinde birleştiği en önemli nokta, BİR DERGİ KENDİNE İNANMALI ve KENDİNE GÜVENMELİDİR... olmasının şaşırtıcı bir yanı yok... Peki bir derginin "GÜVENECEĞİ KENDİSİDİR,.." ne anlama gelir? Öncelikle söz verip yayın kurulunda olanlar, sonra temsilcileri, sonra yazarı çizeri, okuru, abonesi, üyesidir... Konukları sorumlu tutacak değiliz ya...Devletten de GÖLGE ETMESİNDEN öte bir şey beklemediğimize göre... Fark ettik ki biz bu noktayı, daha ilk dergimiz KİMSE-SİZ'e başlarken de "amentü" bilip öyle başlamıştık. Tam 12 yıl önce... Ve ne yaptıysak bir avuç arkadaşımızın emek ve katkısıyla KENDİMİZ yaptık... OKUMAYA NE DERSİNİZ...belki sizin de tınlayacak bir gönül teliniz vardır, maziye bakıp..." Niçin DERGİ derdimiz oldu? Niçin KimseSİZ? Soluk alınacak, dinlenecek bir yer , ait olma duygumuzu doyurmamızı sağlayan bir birliktelik, yani bir aile yaratmaktı derdimiz. Genetik yapısı, yaşamları farklı, ama özlemleri, düşünsel dünyaları bir birine yakın; kesinlikle sıra insanlardan daha çok duyumsayan ve gören, ama anlatamayan, anlatamadığı için yalnızlık ve kimi de öfke duyan insanlardan bir aile. Yaşam fırtınalı bir deniz. İnsan denizi. Dergi bu denizlerde parlayan, çıkışı işaret eden solgun fenerler olabilir diye düşünüyorduk. İyi de, dergi zor işti, en başta ekonomik destek isterdi. Güvenecek kimsemiz yoktu. Ararken bulduk. Kimse bizdik. Kimse sizdiniz. *** İkinci "S" si büyük olmayan kimsesizin sözlükteki ilk anlamı en kötüsü; insansız, yalnız, ıssız. İkinci anlam; adamsız, tek başına; bir sonbahar hüznü. Çarpacak duvarlar arayan bir pervasızlık. Düşünsel yapısı, etiği, hazırlanışı olmayan bir kahramanlık. Üçüncü anlam; kendi kendine, yardımsız insan... Var mı öyle tanıdıklarınız? Bir bahar telaşıdır bu insanlar. Namerde muhtaç olmadan, kendi olanaklarıyla var olmak tek arzuları. Bizim ki, bunlardan biri değildi. Belki hepsi, ama dahası da olmalıydı. *** Bir de kimse var. İnsan, varlık gibi anlamları var. Kimsesizlik edilgenlik, güçsüzlük gibi dururken, kimse, etken ve güçlüdür. Ondan mı, kimsesizliğimizin sessiz çığlıkları içimizde bir ustura ağzı gibi dolaşırken sözcüklere dökülmez, utandırır? Ondan mı, kendi bahçemizde dal olamamışken daha, başkalarının bahçelerinde ağaç olmaya heveslenir, varlığımız pireyken, aslanlara bile kimse olmaya soyunuruz. Çünkü, kimse olmak; onur, ağalık; kimsesizlikse; yarıcılık, onursuzluk gibi durur. Ondan dünya, kör, topal şövalyeler, cömert yoksullarla doludur. Beyoğlu'nda dilenir, Taksim'de sadaka veririz. Ne zaman kimsesizlik ve kimse aklıma gelse, o filmin, Arabesk'in izlerken kahkahalar attıran ama sonradan içinizi kanatan sahnesi aklıma gelir. İstanbul'a kaçan kız rolündeki Müjde Ar'a orayı göstermeye hazır, yardımsever ne çok kimse vardır. Ne öyle kimse istiyorduk, ne de öyle kimse olmak. Daha özü kimse istemiyorduk. Kimse sizdiniz, kimse bizdik. Ellerini yüreğinin ve aklının ceplerinde gezdirip kendi rüzgârını yaratabilen herkes bizdendi. Hatta yaratmaya uğraşıp yenilenler de. Ondan kimseSiz *** Tarihi yazan, insanlığın kaderini değiştiren büyük adamlara bir göz atın. Kendilerinden başka kimseleri yoktur. Ne bir kurtarıcı ararlar, ne de çöküntülere uğrayıp teslim olurlar. Kimse varsa, onlar için sadece sahip oldukları güçlerin bir bölümüdür. Kimse yoksa varlığının bir kısmını kaybetmiş zengin insanlar kadar biraz üzülürler sadece. Çünkü en büyük varlığın insanın kendi iç gücü olduğuna inanırlar. O sayede eğitimsiz bir işçi, dünyanın baş tacı ettiği bir yazara dönüşür, Anadolu bozkırında imparatorluk ordularının kovaladığı bir yalnız adam da çağının en dinamik cumhuriyetinin başkanına. Bu başarılar rastlantısal değildir. Düşünsel temelleri, felsefesi, kimseleri hesaba katan müthiş bir planı ve değişmeyen kuralları olan bir iç gücünden kaynaklanır. O insanlara hasretiz. Ondan, adımız "kimse Siz." *** O zaman çizgimiz ne? Bu soru, bir dergiye ne kadar uygun? Geçmişleri birbirine hiç benzemeyen sadece ortak idealleri yazmak olan insanları bir araya toplamaya çalışıyorsunuz. Onlara koyacağınız her baraj daha azlara inmenize, tüm yeryüzünden bir bölgeye yönelmeyi getirir ki, öyle bir lüksümüz olduğunu sanmıyor, birilerine zenci muamelesi yapmaya gerek olduğunu da düşünmüyoruz. Sanatın ve insanın temel etik değerlerine uyan, estetik kaygısı taşıyan her yapıt saygıyı hak eder. Ve kuşkusuz üreten insan da. Başkaları, yani daha özele inenler, denizin değil de damlanın öyküsüne kendini vermiş olanlar, evrensel insanın değil de, bir insanın şiirini yazanlar, yüz yıl sonrasını değil de bir sonraki seçimi hesap edenler, zaten kendi dergilerini çıkarmıyorlar mı? Yeterince çizgi oluşturup kendilerinden başka kimseyi tanımadıklarından kimileri, kimsesiz kalmadı mı? Belki de iyi oldu, kendi içimize döndük. Artık kimse Siz. Bundan sonra; elbet verdiğimiz sözleri tutacağız. Ama yeni dönemde yapılacaksa öyle yapılacak maviADA... Yaparsak o kurtuluş ruhunu uyandırıp öyle yapacağız. Yapıtına dikkat çekmek, bir yere ulaşmak isteyen, sırça saraylardan, yayın dünyasının fırsat eşitliği tanımayışından yakınan yazarımız çizerimiz de el verecek. Elbette saygıyı taşıyan büyüklere saygımız hep olacak, ama Anadolu'nun imece dergilerine konsomatris muamelesi yapan ünlülerle hiç işimiz olmayacak. Hele her dergiyi saftiriklerin sebil çeşmesi gören , ancak bir uğramalık reklam işine yarar diyen, asıl sahip olması gereken adam ruhuyken, uydurma bir kispetle sanatçıya soyunan, yalan da ve vaatte uzmanlaşmış yeni yetme yazar şair bozuntularına hiç selamımız olmayacak. Gerçekten düşünmek, yazmak çizmek, ürettiğini bir yerlere taşımak isteyen sahici insanlara arkadaş olacağız, ona kendini iyi hissedeceği bir dünya yaratacağız. Samimiyet ve "İNSANLIK" belgesi nereden alınıyorsa, o istenecek illa ki... BİZ EMEK VERİYORSAK, HERKES de VERECEK, HERKES KENDİ OKURUNU KENDİ YARATACAK... BİZ DE LAYİK OLACAĞIZ. DERGİ KİŞİSEL BİR ÜRETİM DEĞİL, İMECE ve KOLEKTİF BİR ÜRETİMDİR.YAPITINIZIN YER ALMASI REKLAMINIZDIR, GELECEĞİNİZE YAPTIĞINIZ YATIRIMDIR, ARDINDA DURMANIZSA KİŞİLİĞİNİZ... TUTULACAK SÖZÜMÜZ YOKSA , O ZAMAN BİRLİKTE HARÇ BİTTİ, YAPI PAYDOS DEMEYE CESARETİMİZ DE Mİ YOK?.. Sermaye dergileri kapısında uzayan kuyruklardan gururlanıyor, sadece boya posa, ayakkabı numarasına bakmıyor, metal kaplama dişlileri bile eliyor, altından başkasına hayır diyor; bizce sakıncası yok, erkeninden el kapılarında sıraya girilebilir... Elimizden geleni yaptık ve 11 yıl anlattık da... Anlayanlar lütfen parmak kaldırsın. Şenol YAZICI, 2013 BAHAR * maviADA'nın 20 Yılı; Dergiler,Yazarlar, etkinlikler maviMÜZE'de... Görmek isterseniz aşağıdaki resme tıklayın...

  • GÖRENE GÖRE

    Aslılar hep aynı mı dudu dilli, sürmeli, zülfü yıkık sözleri şair malı, gülüşleri hak cemali Gülistanda, güllerin arasında farklı bir gül bülbüllerle ötüşürler, güneşle elleşirler yanlarında huriler cariyeleri delirten süzgün gözlerle aşıkları, halsiz düşüren, herkesin aslısı kendine gurbet... Keremler hep aynı mı bıyıkları sarı kabağın sapı mısır püskülü, ardı saçlarının gece ile gündüz açılıp kapanan gözleri musa dileği sözleri, yavan duman yürüyüşü sırasında zaloğlu sırasında dansın suya sarkan söğüdü herkesin keremi kendine yiğit... Her aslı açar mı düğmelerini gölgeye yanıp yaz sıcağında kavrulsa teni göklerden yanık, el değmez peri köksüz bir külü süpürür saçlarıyla tutuşsa basmaz ziline nedimesinin herkesin aslısı kişiye özel... Her kerem koşar mı ülke ülke bir uykudan sonra bir tas badeyle dillenir hem yarışır cennet bülbülleriyle otuz iki dişini yatırır mı otuz iki yaşında hatırası önüne sevgilisinin keremler hep böyle kolay bir av mı... Herkesin aslısı gülden nazlı herkesin keremi çılgın doğuştan, hangi coğrafya reddedebilir; görene göreymiş aslı ve kerem leküm diniküm ve liye din, ah şair ne güzel söyledin... / Ankara maviADA BAHAR 2008 sayısı * Ekin Sanat Edebiyat ve Düşün Dergisi'nin Hüseyin Atabaş adına düzenlemiş olduğu "yayına değer şiir dosyası"yarışması sonuçlandı. Ödülü "Kime Gitsem Hercai" dosyasıyla ÖZGEN SEÇKİN kazandı. ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • GÖRENE GÖRE

    Aslılar hep aynı mı dudu dilli, sürmeli, zülfü yıkık sözleri şair malı, gülüşleri hak cemali Gülistanda, güllerin arasında farklı bir gül bülbüllerle ötüşürler, güneşle elleşirler yanlarında huriler cariyeleri delirten süzgün gözlerle aşıkları, halsiz düşüren, herkesin aslısı kendine gurbet... Keremler hep aynı mı bıyıkları sarı kabağın sapı mısır püskülü, ardı saçlarının gece ile gündüz açılıp kapanan gözleri musa dileği sözleri, yavan duman yürüyüşü sırasında zaloğlu sırasında dansın suya sarkan söğüdü herkesin keremi kendine yiğit... Her aslı açar mı düğmelerini gölgeye yanıp yaz sıcağında kavrulsa teni göklerden yanık, el değmez peri köksüz bir külü süpürür saçlarıyla tutuşsa basmaz ziline nedimesinin herkesin aslısı kişiye özel... Her kerem koşar mı ülke ülke bir uykudan sonra bir tas badeyle dillenir hem yarışır cennet bülbülleriyle otuz iki dişini yatırır mı otuz iki yaşında hatırası önüne sevgilisinin keremler hep böyle kolay bir av mı... Herkesin aslısı gülden nazlı herkesin keremi çılgın doğuştan, hangi coğrafya reddedebilir; görene göreymiş aslı ve kerem leküm diniküm ve liye din, ah şair ne güzel söyledin... / Ankara maviADA BAHAR 2008 sayısı * Ekin Sanat Edebiyat ve Düşün Dergisi'nin Hüseyin Atabaş adına düzenlemiş olduğu "yayına değer şiir dosyası"yarışması sonuçlandı. Ödülü "Kime Gitsem Hercai" dosyasıyla ÖZGEN SEÇKİN kazandı. ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • her hafta bir dergi

    / maviADA ADA 40 KIŞ 2021 / * KIŞ 2020 sayı 40 * BASILI DERGİ / DERGİYİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

bottom of page