top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • AŞ'EVİNDEN TRAMİSU

    Nurten B. AKSOY * Bugünkü tarifimiz yaz günlerinde hem çayınızın hem de soğuk içeceklerinizin yanına çok yakışacak bir tatlı ya da pasta olan tramisu tarifi. Son yılların moda tatlılarından olan bu pastanın kolay yapımı ve lezzetiyle yapanları da yiyenleri de mutlu edeceğine inanıyoruz. Şimdiden kolay gelsin ve afiyet olsun... Tiramisu Ne Demek? Bu tatlının ismi İtalyanca "tira mi su" kelimelerinden oluşmaktadır. Anlamı da "Hadi beni kendime getir, beni yukarılara çek, beni şımart" manalarına gelmektedir. Bu bağlamda insanlara neşe veren bir tatlı  olarak düşünülmektedir. MALZEMELER 1 adet 3 katlı kakaolu hazır kek 1 büyükçe kahve kupası sıcak su 2 çorba kaşığı granül kahve (neskafe) 1 tatlı kaşığı kakao 1 tatlı kaşığı Türk kahvesi KREMA 3 Su bardağı süt 1 yumurta 2 kahve fincanı un 2 kahve fincanı toz şeker 1 küçük kutu labne peyniri (200 gr) YAPILIŞI Öncelikle kremanın peynir dışındaki malzemeleri bir tencereye alınıp iyice harmanlandıktan sonra orta ateşte koyulaşana kadar sürekli karıştırılarak pişirilir. Krema koyulaştıktan sonra bir kenara alınarak soğumaya bırakılır. İyice ılındıktan sonra labne peyniri ilave edilir ve bir mikser yardımıyla köpük köpük olana kadar iyice çırpılır. İkinci aşamada hazır kekimizin bir parçası geniş bir tabağa konur. Kupadaki sıcak suya ilave edilen neskafe ve şeker iyice karıştırılarak eritilir. Kahveli karışım biraz ılındıktan sonra tabağa aldığımız kekin üzerine 1/3'ü gezdirilerek kek hafifçe ıslatılır. Daha sonra kremamızın yine 1/3'ü kekimizin ıslatılan kısmının üstüne sürülür. Bu işlem kekimizin diğer iki parçasına da uygulandıktan sonra keklerimiz üst üste konur. Kremanın son parçası ile kekimizin tamamı güzelce kaplanır. Bir küçük kapta kuru olarak karıştırılan kakao ve Türk kahvesi bir süzgeç yardımıyla pastamızın daha doğrusu tramisumuzun üstüne eşit olarak elenir. Tramisumuz buz dolabında 3-4 saat bekletildikten sonra dilimlenerek servise hazır hale gelir... AFİYET OLSUN

  • Her Şey Yerli Yerinde

    Ahmet Hamdi Tanpınar * Her şey yerli yerinde; havuz başında servi Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan, Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan, Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak, Serpilen aydınlıkta dalların arasından Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak. Biliyorum gölgede senin uyuduğunu Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin Hazların âleminde yumulmuş kirpiklerin Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu. Belki rüyalarındır bu taze açmış güller, Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde, Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde, Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner. Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda Azapta ruh gibi gıcırdıyor durmadan, Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgârda.

  • Cumartesi Anneleri

    . asil mi asil onurlu mu onurlu aşkları var binbir çiçek bu binbir hasret aşklarında isyan var narsa nar yaşamak korsa kor gelecek uğruna güneşler doğurmak elleri yürekleri nefesleri bir cumartesi anneleri bir oğul sıcaklığında kucaklamak sizleri ellerinizden hasretle öpmek ömrümü ömrünüze eklemek koskoca bir sevdanın önünde saygıyla eğilmek elbet o gün yaşanacak umutlar dolu dizgin aşikar elbette unutulmaz karanlıkta doğan ışıklar katli saltanatın inadına yepyeni bir dünya kuracaklar fazlı humar

  • MOR SALKIM

    Fuat ÖZGEN * Güzel çiçekler vardır Rengi güzel, kokusu güzel Biçimi güzel çiçekler Mor salkım bambaşka Her yönüyle güzel Kokusu, rengi, salkımı Sarılması, salınmasıyla Süsler, saklar Nazsızdır, ortam seçmez Hırsızdır, gönül çalar İlham kaynağıdır yazarlara Ad olur romanlara Mor salkım çağlayanı Salkım salkım mor Mor mor salkım Adı mor, rengi boldur Palete doldur Mavi dünya, pembe düş, ak güvercin

  • KIZ ÇOCUKLARININ YÜZÜNE KEZZAP ATMAK

    ve HÜDA PAR * Zeki Sarıhan * Cumhur İttifakını destekleme kararı alan Batman Merkezli siyasi bir partinin geçmişte yaptığı işlerden birini anlatacağım. 1995 yılında Doğu ve Güneydoğu illerinin onunda Olağanüstü hâl uygulaması vardı. Bu bölgede sosyal hayat gibi eğitim de felç olmuş durumdaydı. Öğretmen Dünyası dergisi olarak bu konuyla ilgilenmeli, bölgede inceleme yaparak öğrenmeli ve okuyuculara da sağlıklı bilgiler vermeliydik. Yazı Kurulu üyelerinden daha önce Diyarbakır’da çalışmış arkadaşımızla birlikte bölgeye gitmeden önce, Millî Eğitim Bakanlığından bu on il ile ilgili eğitim istatistiklerini aldık. Bölgede serbestçe araştırma yapmak için Olağanüstü Hal Valiliğinden telefonla izin istedik. Diyarbakır’a geldiğimizde bu konunun görüşüleceği yanıtını alınca 17 Nisan 1995’de Diyarbakır’a ulaştık. Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan il dışına gitmiş, akşama dönecekmiş. Onu beklersek bir gün kaybedeceğimizden Diyarbakır Valisi Doğan Hatiboğlu’na başvurduk. Bizimle bir saat görüştü ve isteğimizi memnuniyetle kabul etti, ayrıntıları saptamamız için bizi Millî Eğitim Müdürlüğüne gönderdi. Müdürlükte dolaşmak istediğimiz kurumların adını saptadık. Biri kentte, ikisi köyde üç ilkokul, bir yatılı bölge ilköğretim okulu, lise, bir rehberlik bürosu, Dicle Eğitim Fakültesi… Eğitim-Sen şubesinden arkadaşlar da bizimle ilgilendiler, bir arkadaşın otomobili ile listedeki yerlerin hepsine gittik. Kurumların yöneticileriyle görüştük, sınıflara girip öğrencilerle sohbet ettik, hatta bazılarında küçük anketler yaptık. Çok şey öğrendik. Dönüşümüzde izlenimlerimizi, derginin Haziran 1995 tarihli sayısında “Olağanüstü Hal Bölgesinde Olağandışı Eğitim” başlıklı bir dosya halinde yayımladık. Konu hakkında yazılar, derginin Temmuz sayısında da sürdü. Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller Başbakandı. Ülkede iki eğilim mücadele halindeydi. Birisi devletin Doğu ve Güneydoğu’da korucu-komando siyaseti, diğeri demokratikleşme mücadelesi. Fakat il, ilçe ve eğitim yöneticileri, bugünkülerle karşılaştırılamayacak kadar farklıydı. Kezzap olayına Batman’da tanık olduk. Diyarbakır’daki araştırmalarımızı bitirince bölgede bir il merkezine daha gitmek istedik. Bir arkadaş bizi arabasıyla Batman’a götürdü. Yolumuzun kesileceği gibi bir ihtimalden söz etmiş olsalar da bu riski göze aldık. Kimse yolumuza çıkmadı. Burada da önce valiliğe gidip izin almak gerekiyordu. ESKİ DURUM YENİ DURUM Aşağıdaki kısım, Öğretmen Dünyasının ilgili dosya yazısında yer aldı: “Batman Valiliği Bekleme Odasında: Günlerden 21 Nisan 1995. Batman Valiliği özel kalem odası. Kot pantolonlu, tabancalı bir görevli, özel kalem müdürünün yerine bakıyor. Valiyi bekliyoruz. Yandaki sehpanın üzerinde bir pazarlamacının getirdiği lüks baskılı ciltli kitaplar. Osmanlı Tarihi, Rıza Nur’un Türk Tarihi, İslam Tarihi… Batman’ın iki yerel gazetesinin son sayıları. Biri tamamen şeriat içerikli. Televizyonda TGRT kanalı açık. Sarıklı insanların namaz kıldıkları, tekbir getirdikleri bir film oynuyor. İçeriye fese benzer başlığıyla “Hoca Efendi” girdi. Birçoğu onu tanıyor ki ayağa kalktılar. O da herkesin elini sıktı. Hâl hatır soruldu. Hoca efendi TGRT’deki filmi bir parça izleyip görevlilerden birine seslendi: “Baksana Valilik makamında devletin fikriyatına aykırı yayın yapılıyor.” “Estağfurullah efendim!” “Latife yaptım canım. Hani eski durumdan bahsetmiş oldum.” Bu görüntüler ve sözler, Hocaefendinin de ifade ettiği gibi laik çağdaş devletin burada (şimdilik) tarihe karıştığını gösteriyor.” Vali Salih Şarman’dı. (Daha sonra birçok yolsuzluklara karıştığı saptanacak ve 128 milyar lira mal varlığı bulunduğu anlaşılacaktı) Biz içeri giremedik ama valilikten, dilekçemizde istediğimiz izin geldi. Batman’da da gittiğimiz okullardan birinin müdürü bizimle görüşmeye cesaret edemedi. Petrol Ofisi İlköğretim Okulunda ise dersine girdiğimiz ilkokul 3. Sınıfta başörtülü öğrencilerle karşılaşarak hayret ettik. Türkiye’de bir türban tartışması vardı ama ilkokul öğrencilerinin de türbana bürünmesi gerektiğini söyleyene rastlanmamıştı. Okulun müdürü, TÖS zamanından kalma deneyimli olgun bir meslektaştı. Sınıftaki bu durumun nedenini sorduk. Dedi ki: “Geçen yıl ilkokul birinci sınıf öğrencisinin yüzüne sokakta kezzap attılar. Başörtüsüyle okula kabul etmezsek okula gelemeyecekler. Onları eğitme pahasına başörtüsüne göz yumuyoruz.” Kezzapçıların Hizbullahçılar olduğunu da söylediler. Aradan 28 yıl geçti. Hizbullahçılar cinayetler işlediler. İşkenceleriyle tanındılar. “Allah’ın Partisi” anlamına gelen “Hizbullah” adını bu kez Farsçada aynı anlama gelen HÜDA-PAR’a çevirerek siyasi hayatlarına devam ediyorlar. Gerilik, bilgisizlik, fanatizm, gaddarlık, Adıyaman ve Urfa’yı vuran sel gibi, kentleri çamura gömüyor. Buna karşılık, ilgili dosyada da yazdığımız gibi: “Gezdiğimiz okullarda bir laboratuvara rastlamadık. Laboratuvar ya yoktu ya da araçların eksikliği ve bakımsızlığı nedeniyle kullanılmıyordu. Okulun birinde öğrenciler bu yıl yalnız bir kere laboratuvarda ders yaptıklarını söylediler. Mikroskopta soğan zarının hücrelerini gören öğrenci henüz yoktu. Olağanüstü Hal Bölgesinde ortaokula gidebilenlerin yalnızca dörtte biri (Yüzde 25.3) kızdı.” (20 Mart 2023) zekisarihan.com Yüzlerine kezzap atılmasından korktukları için türbana büründürülen kız çocukları. Batman Petrol Ofisi İlköğretim Okulu, 21 Nisan 1995.

  • Sezilmemiş Aşka Gazel

    G. LORCA * Karnındaki karanlık manolyanın Kimseler anlamadı kokusunu, Acıttığını kimseler bilemedi Dişlerinle sıktığın aşk kuşunu Binlerce Acem tayı uykuya yattı Alnının ay vurmuş alanında, O senin kar düşmanı göğsünü Kucaklarken dört gece kollarımla. Bakışın tohumların solgun dalıydı Alçılar, yaseminler arasından. Aradım vermek için yüreğimde O fildişi mektupları her zaman diyen. Her zaman: acımın bahçesi benim Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı Damarlarının kanıyla dolu ağzım, Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını. (İspanyolca'dan Çeviren: Ülkü Tamer) * Federico Garcia Lorca 5 Haziran 1898 - 19 Ağustos 1936 1898 yılında, İspanya'nın Granada bölgesindeki Fuente Vaqueros kentinde doğan İspanyol şair Lorca, yüzyılının en büyük iki İspanyol şairinden biri olarak kabul edilir. Lorca'nın başarısında çocukluğunun büyük payı vardır. Granada'nın Fuentevaqueros kasabasında, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Lorca'nın babası ateşli, canlı, neşeli bir adam; annesi ise sessiz ve ağırbaşlı bir kadındı. 1928'de yazdığı Romancero gitano (Çingene Baladı) ile ün kazanan Lorca, Salvador Dali ile birlikte İspanya'nın çağdaşlaşması için çalışan sanat adamlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiirde, politikada ve ahlak anlayışında modernliğin savunucusu olan Lorca, eşcinsel tercihi nedeniyle Katolik Kilisesi ile arasının açılmasına neden olur. 1918'de, burjuva sınıfını, yeryüzünü şiirle doldurmuş olan İsa'yı katletmekle suçlayan Lorca, geçtiğimiz günlerde gelmiş geçmiş en başarılı edebiyat eseri seçilen Cervantes'in Don Quixote (Don Kişot) 'u bir İsa figürü olarak ele alanlara katılır. Şair kavramını acılar çekmesi gereken bir kimse ile özdeşleştiren Lorca, İsa'nın hem katledilişini kınar, hem de kanının akması gerektiğini ifade eder. 'New York'ta Bir Şair' adlı eserinde Manhattan'ı, cesede doymayan bir mezbahaya benzeten Lorca, 'hayvanların can çekişenler için öldürülüşünü' kaleme alarak kafasındaki batı anlayışına yönelik eleştirel yaklaşımlarını göz önüne serer. Lorca ve 'Deli' lakaplı Salvador Dali, vücuduna saplanan oklar ile tasvir edilen Katolik Ermişi Aziz Sebastian'ı Aziz Yansızlık olarak yapıtlarında tasvir ederler. Dostlarınca apolitik bir sanatçı olarak nitelenen ve herhangi bir görüşe organik bağlarla bağlanmayan Lorca, yazdığı Yerma ve Bernarda Alba'nın Evi isimli oyunlarda ise Katolik Kilisesi, yükselen Nazizm ve milliyetçilik akımlarına karşı olan tutumunu yansıttı. Giyim kuşamında ve evinin dekorasyonunda ölüm ile özdeşleştirdiği beyaz rengi tercih eden şair, burjuva tarzı zevkler ve milliyetçilik ile çatışan çalışmalar yapmakta ve Franco'cuları masumiyeti katletmekle suçlamaktaydı. Şiirlerinin yanısıra tiyatro için yazdığı ve sahnelediği oyunlarla da ünlenen Lorca, eserlerinde hastalık hastalığını ve ölümü üzerine senaryolarını Kanlı Düğün (Blood Wedding, 1935) , Yerma (1937) ve şiirlerinde başarı ile yansıtmış; ölüm - yaşam, verimlilik - kısırlık gibi çelişkiler arasındaki inişli çıkışlı çizgiyi başarı ile yakalamıştır. 19 Ağustos 1936'da doğduğu yörede Franco'nun adamları tarafından öldürülen Lorca, uluslararası camiada -özellikle de bir dönem yaşadığı Arjantin'de oldukça büyük bir yas ve öldürülüşüne duyulan tepki ile- alanında idolleşmiş, saygın fakat marjinal bir edebiyat adamı olarak hatırlanmaktadır. Eserlerinin dünya çapında tanınmasının sebebi Lorca'nın geleneksel İspanyol kültürü ile çağdaş yaşamın sorunlarını içtenlikle işlemiş olmasıdır. Şiirlerindeki yaşama coşkusunu, doğa sevgisini, hüzün dolu duyguları her insan tanır ve kendine yakın bulur. Lorca'nın sade ve derinlikli şiirleri, geniş kitlelerce kabul görmüştür. Sürrealist bir ressam olan Salvador Dali ve yönetmen Luis Bunuel 'in yakın arkadaşıdır. Eserleri Impresiones y paisajes (Impressions and Landscapes, 1918) Poema del cante jondo (Poem of Deep Song, 1921) Libro de poemas Book of Poem, 1921) Oda a Salvador Dali (Ode to Salvador Dalí, 1926) Canción de jinete (Songs, 1927) Primer romancero gitano (Gypsy Ballads, 1928) Poeta en Nueva York (A Poet in New York,) Llanto por Ignacio Sánchez Mejías (Lament for Ignacio Sánchez Mejías, 1935) Seis poemas gallegos (Six Galician poems, 1935) Diván del Tamarit (The Diván of Tamarit, 1936) Sonetos del amor oscuro (Sonnets of Dark Love, 1936) Primeras canciones (First Songs, 1936) Tiyatro El maleficio de la mariposa (The Butterfly's Evil Spell, 1919-1920) Los Títeres de Cachiporra (The Billy-Club Puppets, 1922-1925) Mariana Pineda (1923-1925) La zapatera prodigiosa (The Shoemaker's Prodigious Wife, 1926-1930) Amor de Don Perlimplín con Belisa en su jardín (The Love of Don Perlimplín, 1928-1933) El público (The Public, 1929-1930) Así que pasen cinco años (When Five Years Pass, 1931) Retablillo de Don Cristóbal (The Puppet Play of Don Cristóbal, 1931) Bodas de Sangre (Blood Wedding, 1932) (Kanlı Düğün) Yerma (1934) Doña Rosita la soltera (Doña Rosita the Spinster, 1935) Comedia sin título (Play Without a Title, 1935) (yarım) La casa de Bernarda (The House of Bernarda Alba, 19 Haziran 1936) Kısa Oyunlar El paseo de Buster Keaton (Buster Keaton goes for a stroll, 1928) La doncella, el marinero y el estudiante (The Maiden, The Sailor and The Student, 1928) Quimera (Dream, 1928) Senaryo Viaje a la luna (Trip to the Moon, 1929) / DERLEME/ Kaynak, İNTERNET * 10.04.2018

  • DAĞLARA DÖNÜYORUZ

    İznik’ten, o sihirli gölün gerdanlık olduğu kadim şehirden bir sırta tırmanarak varırsınız Yenişehir‘e. Göl, ayaklarınız altında bir okyanus gibi dalga dalga büyürken ölmek istemediğiniz görkemli bir ömrü geride bırakmanın hüznü sarar ruhunuzu. Bozkıra açılan sırtın ardı sanki bir nedensizliği kucaklamış gibi gözüken Yenişehir’dir. Onca hak edilmiş güzelliği ellerinde taşıyan Bursa’nın, İznik dışında hemen her ilçesinde yaşarım bunu; başka yer mi bulamamışlar, dedirtir. Yenişehir durgun… Ne var ki şimdi yol Bursa’ya… Kartacalı Anibal’ın kurduğu armağan şehre… Osmanlının tarih masasına, ben de varım, diyerek en ciddi zarını attığı, yeşilin hükümdarlığını ilan ettiği şehir, külde saklanan köz gibi alçakgönüllülüğünün sırrında, dışarıdan görülemeyen sonsuz ve kaynayan bir heyecan yayar ovaya. Yenişehir dağlarından Bursa ovasına su gibi akarken, Arap atlarının toynak seslerini duyar gibiydik. Osman Gazi, tam on yıl kuşattı Bursa'yı ve alınışını göremeden öldü. Bilecik dağlarında tutunmaya çalışan genç beylik Osmanlının elinde ne Selçuklunun büyük ordusu ne de torun Fatih'in İstanbul surlarını pamuk gibi atacak dev topları vardı. Oysa ondan yüz elli yıl önce, kurt dedesi Kutalmışoğlu Süleyman Bey, Malazgirt'ten at koparıp bir iki yılda İznik'i, Bursa'yı aşıp Üsküdar'da fırtına gibi esmişti. Yedi yüz yıl geçti o günden bugüne. Çoğu gösterişli ve güzel çağlar… Ama diyalektik işledi ve dev imparatorluk kendi kendini yedi. Şimdi biz varız. Bilecik bozkırlarındaki obadan dal verip Viyana kapılarına uzayan bir ulu çınarın bilinçsizce budanmış, tam kururken Atatürk'ün ellerinde can bulmuş yeni filizleri, bizler, altımızda bilmem kaç beygir gücünde, ama artık Fransız, İtalyan, Japon, hepsi de ecnebi beygiri araçlarımızla yeniden fethediyoruz ülkemizi. Avrupalı bir yürüyüş modasıdır çıkarmış, iyi ki de çıkarmış da, dağlara dönüyoruz. Gene Avrupalıdan kaptığımız diskoları, barları, dedemizden kalma kahveleri, oyun masalarını terk edemeyenlerimiz hala var, ama olsun, bir bölümümüz için de olsa, adım adımdır. Bursa ovası ev, Bursa ovası fabrika… Türkiye'nin en bereketli tarım toprakları, çevrelerindeki dağlar çıplak ve yoksul gülümserken yerleşime teslim olmuş. Bursa bir devir imparatorluğun gözdesi olup sonra unutulmanın öcünü 21.yüzyılda alıyor. Oranlanırsa, yakın zamanın en çok yatırım yapılan, yapılanı da gösteren kenti. Bütün Anadolu, başta son yılların sancılı doğusu, Bursa'ya koşuyor. Belki, 14., 15.yüzyılların güç ve gösterişine ulaşacak ama, İbni Batuta'nın, Evliya Çelebi'nin övgüyle sözünü ettiği insan dokusu nasıl sağlanır, bilmem. Kent, Uludağ'ın eteklerini merkezleyerek batıda üniversite yerleşkesine, doğuda yeraltı sularıyla beslenen göle değin yayılmış, dağın yamaçlarına da gecekondular düşmüş. Öyle de, merkez, gene yedi yüz yıl önceki gibi Hisar çevresine yığılmış: Bir yandan baca dumanları, bir yandan egzoz gazları, yetersiz hava akımı... Boğuluyor. Uzaktan Bursa'yı seçemiyorsunuz; bir sis anıtı. Ancak içine girince görülüyor güzellikleri. Bin dokuz yüz kırk kuruluşlu Kültür Park, kentin nefes aldığı alanlardan biri. Birçok kültürel etkinlik burada gerçekleştiriliyor. Bir yanda Belediye konservatuarı ve ülkenin ünlü sanatçılarını ağırlayan Çağdaş Gazeteciler Derneği, öte yandan büfelerden duvar gibi yükselen Mahsun, İbo, Ahmet Kaya şenliği... Bir kültür mozaiği mi denir, kültür karmaşası mı, kestiremiyor insan. Yalnız şu bir gerçek, burada sadece, doğu batı sentezi değil, çağ ile çağdışı sentezi de var, hem de barışık gibi duran. Çağdışı kavramının ileri mi, geri mi olduğuysa sizin durduğunuz yere bağlı kuşkusuz. Yakup Kadri'den Nazım'a, Tanpınar'dan A.İlhan'a pek çok ünlünün ilgi ve övgüsünü çeken Bursa, geleceğin ekonomik yönden güçlü kentlerinden biri olacak kesin ama böyle giderse İzmit benzeri bir yaşanmazlığı da yakalayacak görünüyor. Ben dağlarımı yeğlerim. Birkaç yılda, dağı taşı gökleri delen evlerle dolan Nilüfer'den güneye dönüyorum. Uludağ, güneye döndükçe eteklerini vadilerden çekmekte acele etmiyor, usul usul yükseliyor. Ancak bin metreden sonra dağ oluyor. Çıplak tepesinde kımıltısız duran bulutları, su yataklarında gelin simleri gibi parlayan buzullarıyla gösterişli bir bozkır güzeli. Eteklerini dolaşıyoruz. Baraja giden yolun iki yanı ormanlarla kaplı. Çam, kestane, dut, kiraz… ağaçlarının arası piknik yapanlarla dolu. Birkaç kez yandı bu ormanlar. Tüten mangallardan her an yanacak gibi, ama kimsenin umurunda değil. Zümrüt yeşili barajı arkamıza alıp Keles'e gidiyoruz. Dar yol, yer yer yola sarkan ağaçların arasından yılan gibi kıvrılıyor. Bu yollardan bir süre önce, bir gece yarısı tepelerin ardında saklambaç oynamaya çalışan ama dağlara sığmayan gürbüz bir dolunay eşliğinde geçmiştim. Öner Yağcı'yla birlikte Çağdaş Gazeteciler Derneğinde bir söyleşide konuşmacıydım. Yerelden kültür sanat ilgilileri de vardı. Bir dergi çıkarıyorlardı Bursa’da. İlk kitabının yayın hazırlığında olan, derginin yayın yönetmeni, Üniversitede öğretim üyesi Ramis Dara programımızı sunmuştu. Şair Serdar Ünver’le şiirler de yazan lokalin işleticisi Hüsamettin’le program sonrası Olay gazetesi için bizimle söyleşi yapan, öyküleri de olduğunu anladığımız Kemal Selçuk’la da o program sayesinde tanışmıştık. O ilkyaz gecesinde, Biz Öner Yağcı’yla gidişatından bir türlü memnun olamadığımız ülkeyi kurtarma ateşiyle konuşurken dinleyenlerin büyük bölümü kendilerini içkili yemeklerine vermiş, içtiklerinin dozuna göre garip, çoğu bizle ilgisiz, ama bizim ciddiye aldığımız sorular soruyorlardı, kızarmış ve dağılmaya başlayan yüzlerine bayramlık bir hava vererek. Gecenin geç saatlerinde, güzelden anlayacağını düşündüğüm, ama düşündüklerimi ve düşlerimi kökünden budayan yabancı bir kitlenin karşısında görücüye çıkışımdan karmakarışık ayrılmış soluğu buralarda almıştım. O ay ışığı ve ıssızlık bin yıl öncelerde Ankara sokaklarında bir kırık keman gibi terk etmek zorunda bırakıldığımız gençliğimi ve devrimci ruhumu anımsatmış olmalı ki; 'İçkili masalara şarkı söyleyenlere karşı çıkardık, şimdi biz sarhoşlara edebiyat anlatıyoruz,' diye vahlanmıştım. Bir anlam veremediği sıkıntılı halimi, yazarlar böyle olura bağlayan yol arkadaşım: “Dünya değişti, demişti, sen de değiş." Biz, Arkadaş filmindeki Yılmaz Güney'dik ve zamana ayak uyduramıyorduk. Kitaplarımızı tanıtmak için yakında oryantale başlarsak şaşmamak gerekti. O zamandan aklımdaydı; buralara bir de gündüz gelmek… kısmet bugüneydi. Geceyle gündüzün görünümü farklı. Geceki o ürkütücü, hayal gücünüzü zorlayan kasvetli karanlık, şimdi durmadan kabaran huzurlu bir yeşil olmuş. Yalnız belki bu huzurdan kaynaklanan bir şey var; dağa uymayan bir şey. Karadeniz dağlarında, Toroslar'da duyumsadığınız yalnızlık ve artık yenildiniz duygusu burada yok. O, önemli bir şey yapmış, yüreğini ispatlamış, korkusunu aşmış duygusu yok. Hep güvendesiniz, kent dağları teslim almış. Dağ dağlığını yitirmiş, tutsak olmuş, yumuşamış, erimiş. Kültür Park'ta safariye çıkmıştık sanki ve en ciddi tehlike, dikenlere takılıp giysilerimizi yırtmamızdı. Yol boyu ormanların arasına sıkışmış avuç içi tarlalarda çilek toplayan insanlar vardı. Dere kıyısına dizili köylerden gelip kiraz satanlar... Çoğu 93 Göçmeni Balkanlılar. Kimisi kendine manav diyor. Manav, yerli demekmiş. Anadolu’nun yerlisi kim? Antik Yunandan kalkıp Ege kıyılarını üs edinen dünyanın en eski uygarlıklarını kuran İyonlar mı? Hititler mi? Bizanslı mı? Osmanlı mı? Ya da seksen yıl önce gelen Balkanlı mı? Şu dünyanın yerlisi kim daha doğrusu? Bursa'dan Keles'e değin altmış kilometrede cep telefonu doğru dürüst çekmiyor. Yol boyu, artık sıkmaya başlayan bir iki alabalıkçı dışında ne yemek yenilecek ne de çay içilecek bir yer var. Bu nedenle Baraklı köyündeki tuvaleti olmayan ama duvarları yağlı boya tablolarla süslü kasap, serap gibi geldi bize. Keles, İç Anadolu'nun Marmara'yla bayrak değişimi yaptığı son yamacı devirince çıkıyor önümüze: Küçücük bir Orta Anadolu kasabası. Uludağ'ın gücü buralarda çoktan tükenmiş, genel bir arazi yüksekliğine dönüşmüş. Tunçbilek’e doğru gerek bitki örtüsü, gerekse toprak yapısı hızla değişiyor. Kocayayla'ya çıkacaktık, geç oldu, diyoruz. Dönüşte, tam bu dağları sevmedim, yüreğimi kaldırmayan dağı da yâri de neyleyim, demelerdeydik ki, görüyorum Tuzaklı'yı. Uludağ'ın sarp yamaçlarını kaplayan ormanların içinde bir beyaz minareyi fark ediyorum ilk. Adsız bir türbenin değilse, bir köye ait olmalı. Başka bir işaret yok. Bir şey keşfetmem gerek ya, tırmanacak düz duvarlar arıyorum. Bir kaç başarısız deneyden sonra, anayoldan dik bir açıyla ayrılıp yükselen dar bir asfalt yolun başında köyün levhasını buluyorum. Sapıyoruz. Dimdik yokuşu tırmanırken gün doğumundan bu yana ilk kez özgürlük duygusunu alıyorum. Ay, şimdi yaramazlığını ve saklambacı bırakmış, aşağılarda kalan, gitgide gölgelere karışan dağın etekleri üstünde yuvarlanan, durmadan büyüyen bir gümüş tepsi. Bir gözüm farların solgun aydınlığında daralan, dikleşen yolda, diğer gözüm baraja doğru inen yamaçlarda gidiyoruz. Aşağısının görünümü soluk kesecek kadar güzel. Köyü saklayan orman, baş döndürücü bir eğimle, çöken akşamın karanlığına bulaşıp petrol siyahı olmuş barajın kuytularına değin iniyor, ağaçların yuttuğu Keles yolu, ay ışığında dolaşan gümüş bir yılanın dalgalanan sırtı gibi yer yer parlıyor. Neden sonra, yol kıyısına dizili birkaç yıkılmış evi, bahçesi mor güllerle dolu küçük camiyi, bize ilgiyle bakan, elmacık kemikleri çıkık, küçük yüzlü, kısık gözlü yaşlı Yörüklerin avlusunda oturduğu köy konağını buluyoruz. Tuzaklar, yedi yüz yıllık katıksız bir Yörük köyü. Bu sarp yamaçlarda onlardan başkası da zor yaşar. Eskiden çok kalabalık olan köyde, şimdi birkaç yaşlı var. Oradan Uludağ'a geçebileceğimizi öğrendik. Dağların, ormanların içinden, büyük olasılıkla sabahlamak zorunda kalabileceğimiz kötü yoldan geçmek bana sevimli geldiyse de, arkadaşıma gelmedi, döndük. Ay gümüşten sarıya dönüyordu. Düşünüyordum. Tarla yok, bağ yok. Hayvan desen, keçi dışında ne yaşar bu dimdik yamaçta. Yedi yüz yıl burada durmak için salt bu manzara yeter miydi? Çam ağaçlarının gölgelerinden fışkıran kıvılcımlar gördüm. Ateşböcekleri miydi, yoksa padişah fermanlı ipek yüklü kervanları yağmalayan ya da Bursa Tekfurunun çilek toplamaya gelmiş kızlarını terkilerine atıp dağlarına dönen Yörük atlarının toynaklarından çıkan kıvılcımlar mı, kestiremedim. Şu Batılıyı, kimi modalarını seviyorum. Nasılsa bir gün daha bir dağ dağlar da buluruz. * 01.07.2003, maviADA * /

  • YARATICISINA AŞIK KAHRAMAN

    Niyazi UYAR* Okuyup yazmak bambaşka bir şeydir, sıra dışıdır. Toplum çoğunluğunun içinde açan nadide bir çiçektir onlar. Hem okumak, hem yazmak… Yazmak, ise daha başka bir şeydir. Derler ya “söz uçar, yazı kalır” sözü doğruların yücesidir. Hem kalıcı olması, hem de dünyaya ulaşması demektir ki iktidar sahiplerinin huzurunu kaçırır, insanlığa ışık olan yazılar. Onların huzurunu kaçırınca yazanın da huzur içinde olması olası mıdır? Üstelik kimileri yazmasalar daha lüks bir hayat yaşayacakken, insanlığa ışık olmak adına hayatlarını zorlaştırmışlardır: Alın size Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Dostoyevski… Şerif Ali, yazdıkça yazdı, her yazdığı hikayede yeni kahramanlar yarattı: Esma Öğretmen, Âşık Hasan’ın Kızı Fatma, Mavi Pembe Hanım, Ramazan Öğretmen, Nuymar Nibron… Ve Derya Hanım. O bütün kahramanlardan farklı, onlardan ayrıdır. O yaratıcısına âşık olmuştur. Derya aynaya bakmaktan korkan, giyinip kuşanmayı beceremeyen biridir. Kısacık bir boyu vardır. Kadının albenisini, gösterişini çoğaltan pastel renkler yerine soluk, silik, gri, boz, fümedir tercihi… İnsanın yaşama sevincini yere çalan renklerde bulup buluşturur ne bulursa giyip dolanırdı. Pantolonu oturup kalkmaktan diz izi olmuş, sanırsın aylarca ütü yüzü görmemiş! Şerif Ali, Derya’yı öyküsüne kahraman olarak seçtiğinde öyle bir değiştirmiş, öyle bir betimlemiştir ki tarifi imkânsız: Elma elma yanaklar, kiraz dudaklar, servi gibi boy, incecik bir bel. Kaş göz endam… bir içim su! Aynaya bakmaktan korkan Derya, Sappo’nun “ağacın en yüksek dalındaki narına” dönmüştür. Derya Hanım’a değerli olduğunu hissettiren yazarına, Şerif Ali’ye tutulmuştur. Dün ona kıymet vermeyen giyim kuşamına bıyık altından gülenler, onunla iki kelam etmek adına kırk takla atarlar, atarlar atmasına da boşuna, Derya hiçbirine yüz vermez, o yazarına, yaratıcısına âşık olmuştur. Âşık olunmaz mı? Daha düne kadar bir Allah’ın kulu yüzüne bakmazken, uğruna şiirler yazılan biri olmak her kadına nasip olacak bir şey değildir. Yazarı ona: “Keklik sekişlim, ay yüzlüm, turna avazlım, bu güzel avazı Hazreti Ali’den mi aldın, ömrümsün benim…” der her fırsatta. Derya, Şerif Ali’ye yanmış, yakılmış, kör kütük sarhoş olanlar gibi kör kütük âşık olmuştur. Âşık olmaz mı, Anadolu bozkırından almış, Eliza Sarayının hanımefendisi yapmış, sanırsın tekmil Levanten köşklerinin sahiden hanımefendisi! Şerif Ali her öyküde yeni kahramanlar yaratır, yarattığı her kahramana olağanüstü yetenekler, olağanüstü güzellikler verir. Onları, narsis mi narsis biri yaparak narsisliğin şahikasına çıkarır. Derya da narsisliği zirvede yaşarken yaratıcısına sırılsıklam âşık olmuştur. Gerçekte her kahramanının ömrü öykünün uzunluğu kadardır. Derya’nın yazarına âşık olması, cellâdına âşık olma sendromundan hiçbir farkı yoktur. Öykünün sona yaklaştığını anlayan Derya, yazarını tehdit etmeye başlar. “Ya benimsin, ya da kimsenin, yeni kahramanlar yaratmayacaksın, okumayacak, yazmayacaksın; son kahramanın ben olacağım ve sen benim olacaksın!” “Onlarca kadın kahramanım var benim, her birine âşık olursam ben, ben olmaktan çıkar kendimi kaybederim. Doğrusun, yarattığım her kahramanı çok severim, öyküyü yazarken bir bakarsın âşık bile olmuşum; fakat o aşkın ömrü öykünün nihayetine kadardır. Hiçbir kahramana ait olamam, aynen evlatları arasında tercih yapamayan anne gibiyimdir!” “Buna izin veremem, sen beni yok etmeden, ben seni yok edeceğim, ya benim olacaksın ya da kimsenin!” “Ben kimseye ait olamam, ben kendime ait değilim ki sana ait olayım, benim içimde bir ben daha var, kısmen onun oluyorum. Bir bakıyorum o da boğuyor beni, özgürlüğümü elimden almaya çalışıyor, ona da bayrak açıp alıp başımı gidiyorum. Ben kendime söz geçiremiyorum, bir başkasının özgürlüğüme engel olması, nefessiz kalmam demektir!” “Kendi düşen ağlamaz, sen bir akrebin kendini imha etmesi gibi kendini imha ediyorsun. Göreceksin kadınların onurları ile oynamanın sonucunu, hele benden Avusturya Prensesi Sisi gibi bir güzel yarat, sonra da boyunduruğu kır, kaç; yok öyle, öyle yağma yok!” Akşam güneşi, ufuk çizgisinden aşmak üzere iken, gün batımının melankolik atmosferi coğrafyaya hâkim olur. Serçeler, kumrular yuvalarına doğru hızlı hızlı uçuşun içinde girer. Dünyanın akşam ezanı sırasında batacağı söylencesi ile ezanı süratle okuyan imam, bir artık namazı kıldırıp evine gitmenin telaşı içinde, Şerif Ali ayağına parmak arası terliklerini geçirmiş mahalle bakkalından ekmek almaya gider. Birden Şerif Ali’nin içine nedenini bilmediği, bir ürperti gelip beynine oturur. Bu ürperti, bütün keyfini kaçırır, öyle olur ki, nereye gittiğini bile unutur. Ne amaçla çıkmıştır evden, ne alacaktır bakkaldan? Birden Derya’nın öfke dolu gözleri ile karşı karşıya kalır. O kadar çok öfke biriktirmiş ki Derya, kin, nefret zirvede. Bir öykücülük olan Derya’nın ömrü besbelli bir öykü ile bitmeyecek, başka öyküler daha çıkaracak bağrından. Yazarına âşık olmuştu Derya, Şerif Ali’ye âşık olmuştu, cellâdına âşık olanlar gibi. Bir öykülük ömrü vardı Derya’nın, yeni bir öyküde yeni bir kahraman yaratacak Şerif Ali, şimdi o kahramana âşık olacaktı. Derya işini, gücünü her bir şeyi bırakır, Şerif Ali’nin evinin önüne karargâh kurup bir saniye bile gözünü ayırmadan, kırpmadan gözetler. Yeni bir öyküye yelken açan Şerif Ali, yeni kahramanı ile çoktan tanışmış, onun ruhuna hayat öpücüğünü kondurmuştur çoktan. Yeni kahraman dünyanın bilinmeyen uydusundan gelen Nuymar Nibron’dur. Yaratıcısının hayati tehlike içinde olduğunu gören Nuymar, bir telepati ile Berke’yi çağırmıştır bile. Berke, Nuymar Nibron’u dünyanın bilinmeyen uydusu Nujumar’dan dünyaya getiren uzay aracıdır. Kısa küt saçlı dünyalı kadına âşık olan Nuymar’ın bir işareti ile yaratıcısını alıp göz açıp kapayıncaya kadar yok olup gider. Rüya âleminden gerçek hayata dönen Derya, eski günlerde olduğu gibi mat renkli bluzlar, ütüsüz pantolonlar, tarak yüzü görmeyen saçlarla bir kenarda unutulmuş, melankolik, varlığından habersiz sifli sifli işine gidip gelmeye devam eder…

  • Engellere Yenilmeyen Bir Savaşçı Helen Keller

    Nurten B. AKSOY * Baktığını göremeyen, duyduğunu anlamayan ve sürekli konuşan çok bilmişlerle dolu dünyamızda gören bir kör, duyan bir sağır ve kendini çok iyi ifade edebilen bir dilsizdi Helen Keller. Azmiyle, başardıkları ve yarattıklarıyla milyonlarca insan için esin kaynağı ve başarı örneği oldu. Sahip olduklarından bir türlü mutlu olmayıp sürekli şikâyette bulunanlara inat; Helen ve yaşamı boyunca ona rehberlik eden öğretmeni Anne Sullivan, engellilerin yaşamlarını kolaylaştırmak, sorunlarına dikkat çekmek için pek çok önemli projeyi hayata geçirirken zorlu ama bir o kadar dolu yaşamları ile de tüm insanlara umut oldular. Mark Twain’in 19. Yüzyılın iki büyük kişisinden biri olarak tanımladığı Helen KelIer’in sadece engellilere değil tüm insanlara örnek olacak yaşam öyküsü… Hele Keller, tüm insanlık için insan beyninin ne büyük mucizeler yarattığının canlı bir kanıtıdır. 1880 yılının 27 Haziran’ında ABD’nin Alabama eyaletinin küçük bir kasabası olan Tuscumbia’da sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelen ve henüz iki yaşını doldurmadan geçirdiği yüksek ateşli bir hastalık nedeniyle görme, işitme ve konuşma yeteneklerini kaybeden küçük kız karanlık, kör bir kuyuya düşer adeta. Bu rahatsızlık onun dış dünyayla olan tüm bağlantısını koparır, hayata tutunmayı başaran küçük kızın yaşamı tamamıyla değişir. Ailesi, birdenbire huysuz bir çocuğa dönüşen, sık sık sinir krizleri geçiren Helen’in görme, işitme ve konuşma yeteneğini yitirdiğini fark ettiklerinde onun zihinsel yeteneklerinin henüz farkında değildirler. Çevresindekileri anlamaktan ve onlara kendini anlatabilmekten yoksun, karanlık ve sessiz bir dünyanın içinde kalan küçük kız gittikçe hırçınlaşarak etrafını kırıp dökmeye başlar. Çaresizlik içinde olan ve bir arayış başlatan ailesi, okul çağına gelen Helen’i eğitimi hakkında akıl danışmak üzere Doktor Alexander Graham Bell‘e götürür. Telefonun mucidi olan Doktor Graham Bell, aynı zamanda sağır ve dilsiz çocuklara okuma yazma öğretebilecek öğretmenler yetiştiren bir okul açmıştır o yıllarda. Graham Bell, Helen Keller’in babasına, Boston’daki Perkins Okulundan bir özel öğretmen tutmasını tavsiye eder. Böylece yedi yaşındayken Helen’in yaşamına giren öğretmen Anne Mansfield Sullivan onun için bir dönüm noktası olur. Perkins Görme Engelliler okulundan yeni mezun olan 20 yaşındaki bu genç kadın Helen Keller’e öğretmenlik yapmak üzere Tuscumbia’ya geldiğinde karşısında duran konuşma, görme ve işitme engelli küçük kızın, insan beyninin doğru kullanıldığında olağanüstü bir kapasitesi olduğunu tüm dünyaya göstereceğini bilmiyordur henüz. Helen ile Anne Sullivan bir araya geldikten sonra iletişim kurmanın güzelliği ile hayatlarına bambaşka anlamlar katmakla kalmayıp birlikte hayatı yeniden keşfederler. Ümit etme ve uzağı görebilme yeteneğine sahip büyük bir insan olan Anne Sullivan sabrı ve sevgisiyle bu küçücük çocuğa karanlıktan aydınlığa giden yolda rehberlik yapar. Helen Kelleɾ, 1890'dan itibaɾen konuşma deɾsleɾi almaya başlar. Çok çabalaması, konuşması için faɾklı teknikleɾ denenmesine ɾağmen Helen’in konuşması, Anne Sullivan ve biɾkaç yakınının anlayabileceği sesleɾ çıkaɾmak seviyesine gelebilir ancak. Anne Sullivan, Helen’in kontrolsüz davranışlarının insanlarla iletişim kurmasıyla düzeleceğine inandığı için hemen bu yönde çalışmaya başlar. Öncelikle İşaret dilini ve Braille Alfabesini öğretir Helen’e. Nesneleri öğretmek için eline yazılar yazar, nesnelere dokunmasını ve böylece onların ne olduğunu algılamasını sağlar. Helen öğrenmeye “su” sözcüğünden başlar. Öğretmeni Anne, Helen’i tulumbanın yanına götürüp tulumbadan su çeker, Helen’in elini oraya tutarak hemen ardından eline “su” yazar. Yani, suyu öğretmek için suya, toprağı öğretmek için toprağa dokunmasını sağlar. Helen, görme ve duyma duyularının yerine dokunma ve koklama duyularını kullanarak insanları, canlıları ve hayatı anlamaya çalışır. Aslında Anne Sullivan’ın kendisi de görme engelli sayılırdı. Çok az görme yeteneği olan Sullivan’ın Helen Keller’e verdiği eğitim ona sadece okuma, yazma ve konuşmayı öğretmekle kalmaz, normal bir eğitim almasını da sağlar. On yaşına geldiği zaman sağır ve dilsiz işaretleriyle derdini anlatabilecek hale gelen ve okumaya büyük bir hevesi olan Helen Keller, 1900 yılında Radcliff Koleji’ne başlar ve 1904’te buradan bir şeref talebesi olarak diplomasını alır. Öğrenciliği sırasında yanından hiç ayrılmayan Anne Sullivan, Helen Keller’in derslerini hazırlamasında, okulda öğrendiklerini evde tekrarlamasında yardımcı olur ona. Helen’in tüm eğitimi boyunca ve yaşamının geɾi kalanında Anne Sullivan hep onun yanında yer alır. Helen üniveɾsitede okuduğu yıllarda bir yandan da yaşam öyküsünü yazmaya başlar. Hem noɾmal hem Bɾaille daktilosu ile yazdığı bu kitabı 1903'te yayımlanır. Başlangıçta çok satılmasa da "Hayatımın Öyküsü" adlı bu kitaρ, sonraki yıllarda bir klasik halini alır ve 50 dile çevrilir. Helen Keller ile öğretmeni Anne, bu ilk kitabın yayımlanmasını sağlayan tanınmış sosyalist ve eleştiɾmen John Albeɾt Macy ile çok iyi dost olurlar. 1905'te Anne Sullivan, Albeɾt Macy ile evlenir. Bu evlilik, Helen ile öğretmeni Anne’nin ilişkisini fazla değiştiɾmez. Helen aɾtık Macy ςifti ile biɾlikte Massachusetts'da yaşamaya başlar. Sosyalist düşünce ile tanışması da aynı dönemde John Macy sayesinde olur. 1913'te Sosyalizm hakkındaki makaleleɾini "Кaɾanlığın İςinden" adlı kitabında toplar. 1918'de üçlü New York’a yerleşir. Helen ve Anne bundan sonraki yıllaɾını dünyayı gezip konferanslar vererek geςiɾirler. Deneyimleɾini ve inançlaɾını anlattıkları bu konferanslarda Helen'in konuşmalarını Anne sözcük sözcük açıklar. Geςimleɾini bu konuşmalaɾ ile sağlayan Helen ve Anne, 1918'den itibaɾen biɾ vodvil seɾgilemeye başlarlaɾ. Helen'in ilk defa "su" sözcüğünü anladığı anı gösteɾen bu gösteɾi çok ilgi çeker. Hollywood'dan film yaρma teklifi gelince hemen kabul ederler ve böylece Hellen'in hayatını anlatan bir film çekilir. Ancak Helen, 1919'da çekilen bu filmi hiç beğenmez ve film beklenen maddi kazancı da getiɾmeyince ikili vodvil tuɾneleɾi ile hayatlaɾını kazanmayı sürdürürler. Helen ile Anne’nin bu vodvil turnelerinde kazandıklaɾı paɾalar Ameɾikan Göɾme Engellileɾ Vakfına geliɾ olur ve Helen Kelleɾ, toplanan bağışlaɾla görme engelli insanlaɾın ve aileleɾinin yaşam koşullaɾını iyileştiɾmeye büyük katkıda bulunur. 1921'de Helen'in annesi Кate hayatını kaybedince tek yaɾdımcısı olaɾak Anne kalır. Ne vaɾ ki o da aynı yıl hastalanır ve 1922'de yakalandığı bɾonşit yüzünden sadece fısıldayaɾak konuşabiliɾ hale gelir. Böylece Helen, sahnede yalnız kalır. 1914 yılından beri onların yanında sekɾeteɾ olaɾak çalışan Polly Thomson, Anne'nin ɾolünü üstlenince bu güçlük de aşılır ve bu gösteriler sayesinde vakıf iςin kaynak sağlama işi devam eder. 1931'de İngilteɾe Kɾal ve Kɾaliçesi ile de tanışırlar. 1936'da Anne Sullivan'ın ölümünden sonɾa Helen, Polly ile beɾabeɾ Connecticut'a yeɾleşir. II. Dünya Savaşı'ndan sonɾa Helen ve Poly, çalışmalaɾını sadece Ameɾikalı göɾme engellileɾ iςin değil, tüm dünyadaki göɾme engellileɾ iςin sürdürerek Jaρonya, Avustɾalya, Güney Ameɾika, Avɾupa ve Afɾika'yı dolaşırlar. 1961'de ilk kalp kɾizini yaşayan Helen, sosyal yaşamdan uzaklaşır. Washington'da katıldığı son etkinlikte dönemin ABD Başkan Kennedy taɾafından da Beyaz Saɾay’da ağıɾlanır. Sosyal hayattan uzaklaşsa da Helen Kelleɾ unutulmaz ve 1964'te ulusun en büyük sivil madalyası olan Özgüɾlük Madalyası'nı Başkan Johnson'dan alır. 1 Haziɾan 1968'de hayatını kaybeden Helen Keller’in külleɾi öğretmeni ve arkadaşı Anne Sullivan ve Polly Thomson'ın yanına gömülür. Helen Keller yaşamı parmak uçlarında hissederek yaşarken, fiziksel engelleri olmamasına rağmen “görmeden, duymadan” yaşayanlara şöyle sesleniyordu: “Yalnızca üç gün daha görebileceğinizi düşünün. Nasıl tüm ayrıntıları gördüğünüzü anlayacaksınız. Üç gün daha işitebileceğinizi düşünün. Her bir sesin, her bir notanın nasıl özlemle ruhunuza dolduğunu göreceksiniz. Yaşanacak üç gününüz kaldığını düşünün. Yaşamın tüm saniyelerini nasıl özlemle yaşadığınızı göreceksiniz.”

  • Üç Güzeller

    * Antonio Canova,/ Üç Güzeller Antonio Canova (d. 1 Kasım 1757,Venedik – ö. 13 Ekim 1822), özellikle nü vücutları nazikçe betimleyen mermer heykelleriyle tanınmış bir İtalyan heykeltıraştır. Neoklasik tarzın bir simgesi olan eserleri Barok heykelin teatral aşırılığından sonra klasisizmin saflığına dönüşü yansıtır. Henüz üç yaşındayken anne ve babasını kaybeden Antonio Canova, büyükbabası tarafından büyütüldü. İlerleyen yıllarda tarihin en büyük heykeltıraşlarından birisi haline gelecek Canova’nın heykel sanatına olan ilgisi, bir taş ustası olan büyükbabasının yanında geçirdiği dönemlerde başladı… İtalyan sanatçının bu kompozisyonunda tek bir mermer levhadan oyulmuş üç zarif kadın figürü görünüyor. Ancak eser, Barok sanatın süslü karmaşasından uzak kalarak sade ve doğal bir estetik anlayışın ürünü olarak şekillendirilmiş. Bu sebeple eser, Neoklasik heykel sanatının en önemli ürünlerinden birisi olarak değerlendiriliyor… Üç Güzeller Heykeli, heykelin bazı gravürlerinde soldan sağa Euphrosyne Aglaea ve Thalia olarak tanımlanan Zeus'un kızları mitolojik üç Charite'nin mermerden yapılmış Neoklasik heykelidir. Gençliği güzelliği (Thalia), Neşeyi (Euphrosyne) ve Zarafeti (Aglaea) temsil eder. Güzeller, tanrıların misafirlerini memnun etmek için ziyafetlere ve toplantılara başkanlık ederlerdi. Bu nedenle Sandro Botticelli ve Bertel Thorvaldsen gibi tarihi sanatçılara konu olarak hizmet ettiler. Heykelin bir versiyonu Hermitage Müzesi'nde, bir versiyonu ise İskoç Ulusal Galerisi Victoria ve Albert Müzesi'nin ortak mülkiyetinde olup sırasıyla sergileniyor, bir diğeri ise Hořice'deki Galerie Plastik'te. 13Ekim 1822'de de ölür. CANOVA'nın bir başka ünlü eseri de "Aşk Öpücüğü"dür

  • George Orwell

    20. Yüzyıl İngiliz Edebiyatının önde gelen yazarlarından George Orwell, 25 Haziran 1903’te Biha’da dünyaya gelir. Asıl adı Eric Arthur Blair olan yazar “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Eserlerinde yer alan netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe ve totalitarizme karşı duruşu ve farkındalığı onun imzası niteliğindedir. Orwell'in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o yıllarda bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunur ve kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapar. Bu görevi sırasında şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı içinde derin bir öfkenin doğmasına neden olur Fransa’da bulunduğu gençlik döneminde türlü mesleklerde çalışır; para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk yapıtlarını kaleme aldığı yıllarda bir türlü yakasını bırakmaz. Orwell'in ilk romanı, otobiyografik olup olmadığı halen tartışma konusu olan “Paris ve Londra'da Beş Parasız” adlı kitabıdır. 1933 yılında yayınlanmış olan bu eserde olaylar, ismi asla zikredilmeyen bir karakterin ağzından aktarılmaktadır. Eserin kahramanı, Paris'te İngilizce kursu vermek üzere bulunan, öğrencilerinin dersleri türlü bahanelerle bırakmasından sonra işsiz ve meteliksiz kalan genç bir adamdır. Günler boyunca açlık çeken, sokakta sabahlayan, sonunda önce otel mutfağında, ardından da bir restoranın bulaşıkhanesinde iş bulan baş karakter, sonunda zihinsel engelli bir çocuğun eğitmenliğini üstlenerek Londra'ya gider. Ne var ki talihsizlik ve yokluk, burada da peşini bırakmaz. İşvereni olan ailenin tatile çıktığını öğrenir, onların dönüşünü yersiz yurtsuz bir serseri olarak, yollarda aç ve susuz taban teperek, güçsüzlere ayrılmış yatakhanelerde sabahlayarak geçirir. Avrupa'nın iki büyük başkentini toplumun en alt basamağındaki bir kişinin gözünden betimleyen Orwell’in bu eserini “Burma Günleri” (1934) ve pek fazla beğenilmeyen “Papazın Kızı” (1935) adlı kitapları izler. Orwell'in edebi hayatındaki ikinci kilometre taşı, daha sonra kaleme alacağı “Daralma” ile pek çok ortak noktası bulunan “Zambak Solmasın” adlı romanıdır. Orwell, bu eserinde kendisinin de bir parçası olduğu, dar gelirli insanların yaşantısına ayna tutar; bu sınıfa mensup olanların hayatını adım adım kurutup anlamsızlaştıran, umutlarını ve hayallerini teker teker öldüren geçim derdine ve tekdüzeliğe isyan eder. 1937 yılında Orwell maden işçilerinin hayatına dair bir araştırma olan Wigan Pier Yolu'nu kaleme alır. Ne var ki yazıları, bu tarihten sonra bir süreliğine kesintiye uğrayacaktır; çünkü güneyde, İspanya'da savaş davulları çalınmaya başlanmıştır. İspanya İç Savaşı ve Orwell Orwell, Hitler ile Mussolini'nin de desteğini alarak İspanya'da darbe girişiminde bulunan Franco'ya karşı çarpışacak gönüllülere katılarak İspanya'ya gider. Savaşa dair anılarını daha sonra “Katalonya'ya Selam” adlı eserinde aktaracaktır. Orwell’in ölümünün ardından evrakı arasında bulunan notlarda yazar, İspanya’ya ilk gidişini şu şekilde anlatır: “POUM (Marxist İşçi Birlik Partisi) milisine 1936 yılı sonunda katıldım. Bir başkasına değil de bu milise katılmamın başlıca nedenleri şunlardı: İspanya’ya gitmeye gazete makalelerim için malzeme toplayabilmek amacıyla niyetlenmiştim. Bunun yanı sıra, eğer çarpışmaya değer gibi görünürse, belki de savaşırım diye muğlâk bir düşünce de vardı kafamda. Ne var ki hastalıklı bünyem ve nispeten az sayılabilecek askeri tecrübem hesaba katıldığında, savaşmak hususunda pek bir kuşkuluydum.” Orwell burada gördükleri karşısında çok etkilenir: Darbecilerle çatışan devrimci örgütler, özellikle de sosyalistler ve anarko-sosyalistler İspanya'da yepyeni bir düzen kurmuş gibidir. Fuhuş ortadan kaldırılmış, dilenciler sokaklardan çekilmiştir. Piyasadaki pek çok mal ihtiyaç sahiplerine parasız dağıtılmaktadır. Yeni sistem sosyal hayatın her detayını etkilemektedir: Artık hiç kimse “senyör” gibi, karşıdaki kişinin üstün olduğunu ima eden sözcükleri telaffuz etmemektedir ve bahşiş bırakmak yasaktır. Orwell cepheye gider, keskin bir nişancının attığı mermiyle gırtlağından vurulur. Ölümden kıl payı kurtularak cephe gerisine gönderilir ve İspanya'ya ilk geldiğinde gördüğü düzenin tamamen ortadan kaldırılmış olduğuna tanık olur. Kanaatine göre bu durum sadece İspanyol burjuvazisinin değil, Avrupa'da zamansız bir sosyal devrim hareketinin başlamasını "faşizme karşı birleşik cephe" politikaları açısından sakıncalı bulan Stalin'in de eseridir. Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği ile yakın bağları bulunan İspanyol Komünist Partisi bir siyasi temizlik hareketine girişir, yasadışı ilan edilir, yabancı uyruklu birçok asker tutuklanır veya -Orwell gibi- ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Aspidistra 1930'lar İngiltere’sinde sınıf atlama özlemini bir kara mizah ile eleştirmektedir. Aspidistra; sınıf atlama özentisi içindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri ve evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür. Bir reklam ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, kapitalizmin yutturmacası olarak gördüğü reklamcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu yaşamından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır; ama romanın beklenmedik sonunu yine sevgilisi yaratır. Hayvan Çiftliği İspanya'daki "İhanete uğramış devrim" tablosu Orwell'i derinden sarsar. Ancak en meşhur yapıtları olan Hayvan Çiftliği'nin ve 1984'ün sırf Stalin'i yermek için kaleme alındığını iddia etmek mevzuyu haddinden fazla basitleştirmek olur. Orwell yazarlığa başladığı günlerdeki çizgisinden sapmış değildir: Nasıl ki ilk eserleri kendi tecrübelerinden izler taşıyor, ancak her toplumu ve çağı ilgilendiren meseleleri de bu eserlerde işliyorsa; savaş sonrası yapıtları da yalnızca Franco'nun, Hitler'in, Stalin'in dünyasını değil, bu DESPOT'ları yaratan hırsları ve budalalığı da taşlamaktadır. Hayvan Çiftliği bir devrimin trajedisidir. Bu modern fabl; kesilmekten, kırkılmaktan, sağılmaktan, dövülmekten gına getirerek zalim sahiplerine karşı ayaklanan Manor Çiftliği hayvanlarının hikâyesidir. Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakâr at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir. Hayvanlar, çiftliği geri almayı deneyen insanlara karşı yiğitçe çarpışır, gövdelerini mermilere siper eder; ev sahibi olmadıkları halde çiftliğin zor işlerinin üstesinden gelmeyi, hatta bir değirmen inşa etmeyi bile başarırlar. Ne yazık ki zaferleri, yöneticiliğe soyunup gitgide 'insanlaşan' domuzların hırsları ve entrikaları tarafından gölgelenmeye mahkûmdur. Romanın alt başlığı "BİR PERİ MASALI"dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir elbette; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır. Hayvan Çiftliği'nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddi sıkıntıları sona erse de yoksulluk günlerinde tutulduğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açar ve Orwell, henüz kırk altı yaşındayken 21 Ocak 1950 tarihinde ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakarak Londra’da yaşama veda eder. 1984 George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır. 1984 George Orwell CAN YAYINLARI (Kitabın arka kapağı) Kitapları Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933) Burma Günleri (1934) Papazın Kızı (1935) Zambak Solmasın (1936) Wigan İskelesi Yolu (1937) Katalonya'ya Selam (1938) Daralma (1939) Hayvan Çiftliği (Bir peri masalı) (1945) Neden Yazıyorum (1946) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949) "Faşizm Kehanetleri" * 21.01.2018 / *Derleme: Şenol YAZICI

  • George Orwell;1984

    ÇAYINIZI İÇERKEN KİTABINIZI DİNLEMEK İSTER MİSİNİZ? 1984 GEORGE ORWELL * Roman, Sesli * 21.12.2020

  • Nail UYAR’dan Tanıtımlı, Denemeli Bir Kitap: Okuyorum Yazıyorum!

    Ahmet GÜNBAŞ * *Okuyorum Yazıyorum – Nail Uyar, Klaros Yayınları, 1. Basım, Mayıs 2023 Yazarlık sürekli okuma disiplinini gerekli kılar. Bu bir yerde sanatlar arası etkileşimin gereğidir. Okuduktan sonra ortaya çıkan yazma eylemi ise kitaptan kalanı okurla paylaşmakla ilgilidir. Daha çok öykülerinden tanığımız Nail Uyar da yakın ve uzak çevresinden yansıyan kimi kitaplar hakkında içtenlikle yazmaya çalışmış. Tanıtım ve denemelerin yanı sıra bir de gezi yazısının yer aldığı Okuyorum, Yazıyorum yapıtı üç bölümden oluşuyor: Kitap Tanıtımları, Denemeler, Gezi... Yazarın on sekiz tanıtım yazısına konu olan ilk bölümde Fehmi Salık beşer, Ahmet Günbaş, Fatma Türkdoğan ile Oğuz Tümbaş ikişer, Şenol Yazıcı, Selçuk Oğuz, Mehmet Genç, Mehmet Taşar, Duran Aydın, Ramazan Turgut ve Cazim Gürbüz birer kitaplarıyla masaya yatırılmış. İkinci bölümdeki denemeler, “Çocuklarıma Öğütler, Ölüm ve Ölümsüzlük, sanatçısına Eziyet Eden Devlet ve Bu Kavga Niye?” başlıklarını taşıyor. Gezi bölümünün başlığı ise oldukça uzun: Makedonya Gezisi ve Emperyalizmin Yok Ettiği Uluslararası Struga Şiir Akşamları… Yazarlarla ilişkin çevreyi konu ederken, yakın zaman öncesi yitirdiğimiz Çiğli’nin ışıklı portresi değerli öğretmen-yazar Fehmi Salık’ın aynı zamanda Uyar’ın da öğretmeni olduğunu belirtelim. Saygıyla, değerbilirlikle ortaya çıkan öğretmen-öğrenci ilişkisi zamanla usta-çırak ekseninde yazarlık ilişkisine dönüşmüş. Fehmi öğretmenin seçkin varlığı her yönüyle yolunu aydınlatmış Uyar’ın. Tanıtım yazıları arasında özellikle ilgimi çeken iki yazardan haberdar etmeliyim sizi. Biri, zamansız bir ölümün çarklarında yitirdiğimiz şair Mehmet Genç; diğeri, iğneyle kuyu kazar gibi Enver Gökçe hakkında belgesel bir kitap oluşturan öğretmen-yazar Ramazan Turgut!.. Turgut’un kitabı Bir Gözüm Eğin’dedir adını taşıyor. Ne yazık ki çile çıdam bir çalışmadan büyük ölçüde haberi pek yok okurların. Umarım Uyar’ın dikkat çeken yazısından ve kitabın ikinci basımından sonra gerçek değerine erişir Turgut’un ince emeği. Enver Gökçe sevgisi yazarı da etkilemiş olacak ki, Denemeler bölümündeki “Bu Kavga Niye?” adlı yazıda da Enver Gökçe’nin “Uy Kirpi Kız” başlıklı şiirini kılavuz olarak kullanılmış. Yazı içi günlüklerle ilerleyen Makedonya gezisini okurken, onca yer ve mekân sonrasında sessiz bir mekâna işaret edilerek, sözü Struga Şiir Akşamları’nın yapılmadığına getirmek hayli burdu beni. Sanki oraların taşına toprağına işlemiş anılarda kalanlar. İnsanlık bir kez barışını yitirdi mi en güzel yaratılarını çiğneyip geçiyor ardı sıra. Durup dururken bir şiir festivaline son vermek de kuşkusuz aynı kapıya çıkıyor. Geçmişteki kirli didişmelerden kalan kötü izler kalıcı olarak silinmedikçe böylesi sıkıntılar süreceğe benzer. Okuyorum Yazıyorum’da biriken ayrıntıların gözden geçirilmesi dileğiyle…

  • 1984

    İnsanlığın DİSTOPYASI: G. ORWELL / Şenol YAZICI * "Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu." George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır. 1984 George Orwell CAN YAYINLARI (Kitabın arka kapağı) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi distopik bir dünyada geçer. Anti-Ütopya romanlarının ünlülerindendir. Özellikle kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Roman, Avrupa'daki Son Adam (The Last Man in Europe) ismiyle yazılmıştır. Fakat ABD ve Birleşik Krallık'taki yayımcısı, ki roman bu iki ülkede aynı anda satışa sunulmuştur, pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört`e (Nineteen Eighty-Four) çevirmiştir. Roman ilk kez 8 Haziran 1949'da basılmıştır. Romanın anti-ütopik dünyasında, totaliter bir merkezi tek Parti'nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir. Roman daha sonra ünlenecek, Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi kavramları içermektedir. 20. yüzyılın en etkili romanlarından biri olmasının yanı sıra satış anlamında da çok başarılı olmuştur. Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya isimli romanıyla birlikte, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört İngiliz edebiyatının ilk ve en ünlü anti-ütopik edebi eserlerindendir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve içerdiği terminoloji mahremiyet tartışmalarında sıklıkla ortaya atılmış ve kalıplaşmıştır. Kitap birçok farklı dile çevrilmiştir. Distopya Kötümser bir bakışla hayal edilen veya tasarlanan toplum düzenlerinin veya karanlık gelecek tablolarının adıysa: Distopya... “Karşı ütopya”, “ters ütopya” veya “anti ütopya” olarak da adlandırılan bu kavram, ütopyanın antitezi olarak adlandırılabilir. Ütopya cennetse distopya cehennem. Ütopya tatlı rüyaysa distopya kâbus. Ütopya bahçeyse Distopya bataklık. Ütopya gün ışığıysa distopya gecenin körü… Genellikle otoriter veya totaliter bir hükümet gibi sindirici, zalim ve ağır bir sosyal kontrol mekanizması üzerine şekillenen distopya kurgusu, günümüzde ütopyaya göre çok daha popüler. Ütopya klasik ve sıkıcı bir türken, distopya popüler kültürün yeni fetişi konumunda. Son dönem filmler, kitaplar, çizgi romanlar arasında sayısız distopya örneği var. Bunun nedeni açık; ütopyanın gayet iç sıkıcı, distopyanın ise son derece zevkli bir seyri var. Bu durum biraz da ‘Gündüz Vassaf’ın “Cehenneme Övgü” kitabında altını çizdiği gibi, insanoğlunun cennete gitmek istemesine rağmen cennetten çok cehennemi merak ediyor olması gerçeğine benziyor. Distopyanın kendisi çok daha korkunç olsa da, okuması çok daha zevkli… Yazın tarihindeki en önemli kabul edilen iki distopya kurgusu, iki ayrı İngiliz yazara ait: ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ (George Orwell) ve ‘Cesur Yeni Dünya’ (Aldous Huxley)... “Cesur Yeni Dünya” adını Shakespeare’nin bir oyunundaki replikten, “1984” ise 1948’de yazılmış olmasından alıyor. ‘Foucault’ insanlığın dönüşümünün Disiplin Toplumu’ndan Kontrol Toplumu’na doğru geliştiğini öne sürer. Disiplin Toplumu’na hapishane, tımarhane, okul, fabrika gibi disiplin kurumları işlerlik kazandırır. Bu denetleyici ve yönlendirici kurumlar sayesinde toplumun düzene uyumu sağlanır. Kontrol Toplumu’ndaysa durum farklıdır. Mekanizma biraz daha karmaşıktır. Kontrol Toplumu dışarıdan bir gücün dayatmasıyla değil, vatandaşların beyinlerine aşılanan, öznelerde içselleştirilen, farklı bir sistemdir. Görüntüde daha demokratik, özünde son derece baskıcı bir yaklaşımdır bu da. Disiplin Toplumu’ndan Kontrol Toplumu’na geçişte düzenleyici kurumlar insanların kendisine dönüşmeye başlar. İnsan herhangi bir zorlayıcı dışsal otoriteye gerek kalmadan kendiliğinden bir tür hapishaneye dönüşür. Eylemlerini kendiliğinden bir özdenetimle kontrol altına alır. Foucault’nun ‘Disiplin Toplumu’ndan ‘Kontrol Toplumu’na geçiş tarifini ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ ortamından ‘Cesur Yeni Dünya’ düzenine geçiş olarak okuyabiliriz. Neil Postman, “Televizyon: Öldüren Eğlence” kitabının önsözünde söz konusu iki distopyayı zekice karşılaştırır ve Orwell’in değil, Huxley’in kehanetinin gerçekleştiğini iddia eder: “Orwell’in uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu.” Gerçekten de Huxley Cesur Yeni Dünya’nın önsözünde geleceğin totaliter devletinde kölelerin köleliklerini sevdiği için zor kullanılmadan yönetilecekleri bir devlet olduğunu yazar ve “köleliği sevdirmek gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir” diye ekler. Özellikle gelişmiş ülkelerde, bazı konularda resmen modern köle durumunda olmasına rağmen “cool” takılan çağın insanı yenidünya düzenine adeta cool köle olmaktadır. Zekice kurgulanmış sınırların içine hapsedilmiş özgürlüklerin tadını çıkarır cool köleler. George Orwell (asıl adı Eric Arthur Blair’dir ): (25 Haziran 1903 – 21 Ocak 1950), 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Orwell'ın hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunmuş; kısa süreliğine adanın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur. İspanya İç Savaşında sol cephede yer alır. Yaralanır. Bir süre sonra arasında yer aldığı komünist ideolojiye, bir iddıaya göre Stalin'e duyduğu tepkiyle cephe alır. Hatta Hayvan Çiftliği'ni yazışında Stalin, Hitler... gibi baskıcı liderlere , otoriter rejimlere duyduğu tepkinin etkili olduğu söylenir. 1949'da kaleme aldığı 1984 romanında insanların acı çekerek denetlenişini anlatıyordu. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise denetleme insanları hazza boğarak gerçekleştiriliyordu. Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin, bizi bu güzel havaların mahvedeceğinden korkuyordu ve Orwell daha estetik, derin ve sosyolojik olmasına rağmen Huxley’in kehaneti doğru çıktı. BERTRAND RUSSELL'in ORWELL ve 1984'le İlgili Görüşü "Çok genç yasta bile yigit ve yürekli olan George Orwell, (1903-1950) önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karsi çikti. Rus devrimine inandi. Troçki'ye hayrandi. Ancak, Ispanya savasi sirasinda Stalinistlerin Troçkistlere karsi tutumu, umutlarini yikti. Bu durumu ve hastaligi, Orwell'i 1984'ün mutlak umutsuzluguna götürdü. Orwell, yapisi geregi karamsar ya da siyaset tutkunu degildi. Ilgi alanlari çok genisti; daha az acili bir dönemde yasasaydi yasamaktan mutluluk duyardi. Ama çagimiza siyaset egemendir. Orwell, hayati boyunca gerçeklere bagli kalmis, en aci dersleri bile ögrenmekten vazgeçmemistir. Ama umudunu yitirmistir. Orwell'in çagimizin peygamberi olmasini engelleyen de bu olmustur. Belki de, dünyanin bugünkü durumunda umutla gerçegi birlestirmek olanaksizdir. Durum buysa, tüm peygamberler yalanci peygamberlerdir. Orwell gibi kisiler bence, günümüz dünyasinda gerekli olanin yarisini, ama ancak yarisini ortaya koymuslardir. Öteki yariyi hâlâ aramaktayiz." * ARAŞTIRMA, DERLEME: Şenol YAZICI 03.12.2016 ÜTOPYALAR insanın bunaldığı gerçeğine karşı ürettiği çözüm yolları yani ÖNERME iken, DİSTOPYA karamsar,umutsuz bir öngörüdür.

  • Kazım KOYUNCU

    Aramızdan Ayrılışının 19. Yılında Kâzım Koyuncu (7 Kasım 1971, Hopa, Artvin - 25 Haziran 2005, İstanbul), Doğu Karadeniz ve Laz müziğini rock müziği ile sentezleyerek kendi tarzını oluşturan Laz kökenli Türk müzisyen, söz yazarı, oyuncu ve aktivisttir. Çok küçük yaşlarda müzikle tanışmıştır. 1980'li yılların sonunda İstanbul'a taşınmıştır. İlk olarak amatör rock müzik yapmaya başladı. 1990'lı yılların başında arkadaşları ile çeşitli yerlerde küçük çaplı konserler vermeye başladı. 1994 yılında Laz müziğini rock müziği ile birleştirerek kendi tarzını yarattı. Aynı yıl arkadaşları ile birlikte Zuğaşi Berepe adında bir grup kurma kararı aldı. 1995 yılında grup Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayımladı. İlk defa duyulan bir tarz olduğu için albüm olumlu tepkiler aldı. 1998 yılında ikinci albümleri İgzas'ı çıkardılar. Albüm ilk albüme göre daha çok ses getirdi. Bu albümden sonra grup dağıldı. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gitti. Askerden geldikten sonra ilk solo albümünün çalışmalarına başladı. 2001 yılında, Viya! adlı ilk solo albümünü yayımladı. 2002 yılında Gökhan Birben ile birlikte Gülbeyaz adlı televizyon dizisinin müziklerini yapmaya başladı. Aynı zamanda dizinin bazı bölümlerinde oynadı. Dizi müzikleri büyük ilgi gördü. Daha sonra Kâzım Koyuncu, Türkiye çapında tanınmaya başladı. Konserleri büyük kitlelerce izlendi. 2003 yılında ikinci solo albümünün kayıtlarına başladı. 2004 yılında Hayde adlı ikinci albümünü çıkardı. İkinci albüm ilkine göre büyük bir satış rakamına ulaştı. Yılın en çok satan albümlerinden birisi oldu. 2004 yılının sonunda kanser olduğu haberini aldı. Haberi alan ailesi ve sevenleri çok üzüldü. Doktorlar kendisini çok fazla yormamasını söylese de Kâzım Koyuncu konserler vermeye devam etti. 2005 yılında son konserini Karadeniz Teknik Üniversitesinde verdi. 25 Haziran 2005’te, testis kanserinin akciğerlerine yayılması sonucunda Şişli'de 33 yaşında öldü.[1][2] Hayatı Kâzım Koyuncu, 7 Kasım 1971 tarihinde Artvin'in Hopa ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğunda "Kemençeci Yaşar" olarak tanınan Yaşar Turna'nın türkülerini çok dinlediğini her zaman dile getirirdi. Kazım Koyuncu çocukluk günlerini anlatırken "Kitap okuyan babamdan kaynaklı olarak diğer çocuklardan farklı oldum" diyerek babasının farklılığın kendisine nasıl yansıdığının altını çizer. Hopa'da bakkallık ve berberlik yaparak ailesinin geçimini sağlayan babası Cavit Koyuncu, 1960'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi'nin kuruluş dönemlerinde partililerle tanışmış, dükkânı öğrencilerin kitap-gazete okuma yeri hâline gelmişti. Kâzım Koyuncu'nun dört erkek ve bir kız olmak üzere beş kardeşi vardı. Babası, 12 Eylül Darbesi'nde Erzurum'da 6 ay hapis yattığı sıralarda Kâzım Koyuncu 10 yaşındaydı ve ailesi annesi Hüsniye Koyuncu'nun gayretleriyle ayakta kaldı. Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamının ilk adımlarına neden olur. 17 yaşında köyünden çıkar ve 1989 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girer. 1993 yılında aldığı bir kararla okulu bırakır ve sadece müzik yapmaya karar verir. Bu dönemi Kâzım Koyuncu "Zor dönemler, o okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim" sözlerini dile getirerek ifade etmiştir. 1990 yılında Çağdaş Sanat Atölyesi’nin etkinliklerinde yer aldı. Çağdaş Oyuncular'ın sahneye koyduğu "Faşizmin Korku ve Sefaleti" adlı oyunun müziklerini yaptı. 1991 yılında Ali Elver ile birlikte kurduğu ve müziğe başladığını söylediği "Grup Dinmeyen" dönemini de yine bir röportajında: "Özgün ve protest müzik denen tarzda müzik yapmayı amaç edinen bir grup kurduk ama kısa zamanda elektrogitarı sokmaya başladık. Dağıldık, toplandık falan çok uzun sürdü." diyerek dile getirdi. Grup Dinmeyen, 1996 yılında Sisler Bulvarı adlı tek albümlerini çıkarıp dağıldıktan sonra, Kâzım Koyuncu 1993 yılında Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) isimli yeni bir grup kurdu. Zuğaşi Berepe, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamında olduğu kadar Lazca söyleyen bir rock grubu olarak da Türkiye'de önemli bir adımdır. Aslında, Kâzım Koyuncu bir gösteride gözaltına alındığında Emniyette polisin ağzından laf almak için Lazca konuşmasıyla "Lazlığının" farkına vardığı hikâyesini birçok sohbetinde dile getirmişti. 1995 yılında grup ilk albümü Va Mişkunan'nı yayınladı. Üç yıl sonra ikinci albümleri İgzas'ı yayınladılar. 1998 yılında ikinci albümlerini yayınladıktan sonra grup dağıldı. 2000'li yılların başında Kâzım Koyuncu askere gitti ve uzun olan saçlarına veda etti. Askerden döndükten sonra 2001 yılında ilk solo albümü Viya!'nın kayıtlarına başladı. Albüm çok ses getirmedi, fakat Kâzım Koyuncu için büyük bir deneyim oldu. İlk albümdeki şarkılar daha sonra klasikleşti. 2002 yılında Gülbeyaz adlı Karadeniz dizisinin müziklerini yapması için teklif aldı. Teklifi kabul etti ve Gökhan Birben ile birlikte dizinin müziklerini yaptılar. Dizinin müziklerini yaptığı sırada dizinin bazı bölümlerinde yer aldı. Reyting rekorları kıran dizinin müzikleri çok beğenildi ve Kâzım Koyuncu tüm Türkiye'de bir anda tanındı. Dizi bittikten sonra konserler yoğunlaştı. 2003 yılında ikinci albümün kayıtlarına başladı. 2004 yılında ise ikinci solo albümü Hayde'yi yayımladı. Albüm satış rekorları kırdı. Yurt dışında da konserler vermeye başladı. Sürekli şiddetli öksürükleri başlamıştı. 2004 yılının sonunda arkadaşlarının isteği üzerine hastaneye gitti ve kanser olduğunu öğrendi. Ailesi ve sevenleri büyük üzüntü içine girmişti. Doktorlar kendisini fazla yormamasını söylese de konserler vermeye devam etti. 2005 yılının yaz ayında öldü. Öldükten bir yıl sonra anısına Dünyada Bir Yerdeyim adlı albüm yayımlanmıştır.[3] Kâzım Koyuncu bir röportajında "Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem" demiştir. Müzik kariyeri İlk Yıllar ve Zuğaşi Berepe Babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya'dan getirdiği gitar, Kâzım Koyuncu'nun müzik yaşamının ilk adımlarına neden olur. 1992'de henüz 20 yaşındayken Ali Elver ile "Dinmeyen" adlı özgün müzik grubunu kurmuş ve profesyonel müzik hayatı başlamıştır. Zamanla Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmışsa da rock'tan kopamamış ve geleneksel Laz halk müziğini rock tabanlı yorumlamaya başlamıştır. 1993'te okulu bırakmış ve sadece müzik yapmaya başlamıştır. Aynı yıl Mehmedali Barış Beşli ile birlikte Zuğaşi Berepe adlı rock müzik grubunu kurmuştur. Lazca rock yapma iddiası ile yola çıkan ve 1995 yılında Va Mişkunan adlı ilk albümlerini yayımladılar. Albüm pek ses getirmese de büyük ilgi gördü. İlk albümden üç yıl sonra 1998'de İgzas adlı ikinci albümlerini yaparak bu iddialarını da gerçekleştiren grup, albümü sınırlı sayıda yalnızca 130 adet bastı. Daha sonra "Bruxel Live" adlı bir konser albümünü çıkardıktan sonra grup 1999 yılında dağılmıştır. Solo Kariyer Kâzım Koyuncu, grup dağıldıktan sonra tek başına müziğe devam etmiş ve Salkım Söğüt adlı projelerin ikincisinde 3 şarkıyla yer almıştı. 2000 yılında Beyoğlu Metropol Müzik’in çıkardığı Salkım Söğüt dizisinin ikincisinde daha sonraları kendisiyle neredeyse özdeşleşen Megrelce "Didou Nana" şarkısını, Lazca çok sevilen bir türkü olan "Golas Empua Yulun" ile "Dağlarda Kar Sesi Var" türküsü ile yer aldı. Salkım Söğüt 4'te ise Kâzım'ın seslendirdiği en güzel şarkılardan olan ve Viya albümünde de yer alan "Ou Nana" şarkısında İlkay Akkaya ile düet yaptı. Kâzım Koyuncu müzik yaşamına tek başına devam etmek istediği zorlu döneminde kendi deyişiyle daha Karadenizli bir çalışmaya yöneldi. 2001 yılında Viya! adlı ilk solo albümünü çıkarmıştır. Albümdeki şarkılar birer klasik olmuştur. Albüm çok ses getirmese de ilgi görmüştür. Albüm, Kâzım'ın gelecekteki müziğinin şekillendiği, habercisi olduğu bir albüm olarak düşünülebilir. Albüm, Kâzım için gelecekte yapması gerekenler için bir işaret olmuştur. Kâzım Koyuncu, aslında bir geçiş çalışması oldu, diye nitelediği Viya! albümünü Lazca, Gürcüce ve Hemşince anonim şarkılar ve Laz sanatçı Hasan Xelimişi'nin eserlerini söyledi. Viya! albümüyle Karadenizlilerle tam bir bağ kuramasa da üniversite öğrencileri ve muhalif kesimlerle buluşur. 2002 yılında Kanal D'de yayımlanacak olan Gülbeyaz adlı Karadeniz dizisinin müziklerini yapmak için teklif alır. Yönetmen Özer Kızıltan ile dostluğu ve bir Karadeniz dizisine doğru katkılarda bulunabileceğini düşünerek teklifi kabul ettikten sonra, dizinin müziklerini çoğu kendi olmakla beraber Gökhan Birben ile birlikte yapar. Dizi bir anda popüler olunca müzikleri de büyük bir ilgi görür. Kâzım Koyuncu, dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev almıştır ve dizinin yayımlandığı sırada tüm ülke çapında bir anda popüler olmuştur. Daha sonra Kemal Sahir Gürel ile birlikte Sultan Makamı adlı dizinin müziklerini hazırlamıştır. Bu sıralarda konserleri büyük ilgi görmüştür ve kalabalıklaşmıştır. Yurt dışında da konserler veren sanatçı, 2003 yılında ikinci solo albümünün çalışmalarına başlar. Türkçe türkülerin yanı sıra Lazca, Gürcüce, Hemşince, Megrelce şarkılarla Karadeniz’in tüm kültür ve renklerini yansıtmaya çalıştı. Tulum, kemençe, kaval gibi otantik çalgıların yanı sıra bas, elektrogitar, davul ve bilgisayar destekli seslerle müziğine tam da anlattığı gibi hem otantik hem modern ögeler kattı. Gülbeyaz dizisinin başrol oyuncusu Şevval Sam bu albümde "Ben Seni Sevduğumi" türküsünü seslendirirken Kâzım Koyuncu ile birlikte de "Gelevera Deresi" türküsüne düet yapmıştı. 2004 yılının Mart ayında yayımlanan albüm büyük ilgi görür. Yılın en çok satan albümlerinden biri olmasının yanı sıra en çok konuşulan albümlerinden birisi de olur. Albümden sonra konserler vermeye başlamıştır. Hayde, Kâzım Koyuncu'yu Karadenizlilerle daha sıkı buluşturan bir albüm oldu. Müthiş bir tempoyla hem Karadeniz kentlerinde, hem Türkiye'nin her bölgesinde hem de yurt dışında konserden konsere koştu. Kâzım Koyuncu, eski grubu Zuğaşi Berepe'den bu yana çalıştığı arkadaşları, yeni katılanları önemsiyor, çalışmalarında hep "arkadaşlarım" diyerek ekibine verdiği önemi de belli ediyordu. Metin Kalaç, Cafer İşleyen, Murat Dilek, Gürsoy Tanç ve sonradan aralarına katılan kemençe sanatçısı Selim Bölükbaşı, geri vokallerinin yanı sıra ve horonlarıyla izleyiciyi coşturan Harun Topaloğlu, tulumcular Metin Turan ve İsmail Avcı, Kâzım ile birlikte o müthiş sahne performanslarını yaratıyorlardı. Hayde, piyasa koşullarının alışılmış yöntemlerini kullanmamasına ve sektörün krizine karşın satış rakamlarıyla müzik dünyasını şaşırtırken geniş dinleyici kitlesi konserlerini dolduruyordu. Karadeniz müziğinin güçlü temsilcilerinden Fuat Saka, Volkan Konak ve Bayar Şahin ile birlikte düzenledikleri, büyük ilgi gören Hey Gidi Karadeniz konserler dizisinin de öncülüğünü yapmıştır. Ölümünden sonra 16 şarkının 4 tanesi konser kaydı, 4 tanesi (Dünyada Bir Yerde, Yalnızlığı Anla, Hoşçakal, Yine Burada) demo kayıt, geri kalanı ise farklı albümlerde (Gitarın Asi Çocukları (Anılar Düştü Peşime), Grup Patika/Aşk Beni Büyütmedi (Ayrılık Şarkısı), Seyduna (Hayat), Tuncay Akdoğan/Bir Nehir ki Ömrüm (Darbedar), Dinmeyen/Sisler Bulvarı (Askıda Yaşamak), dizi müziği (Le le le) yer alan Dünyada Bir Yerdeyim albümü Halkevleri tarafından 18 Aralık 2006 tarihinde çıkartılmıştır. Bu albümün geliriyle Kazım Koyuncu Kültür Merkezi çalışmalarına başlamış ve hâlen çeşitli atölye çalışmalarıyla katılımcılarına ücretsiz eğitimler vermeye devam etmektedir. 2008 yılında Kâzım Koyuncu'nun hayat hikâyesinin yanı sıra bir kısmı hiçbir yerde yayımlanmamış görüntülerle anlatan, yönetmenliğini Ümit Kıvanç'ın yaptığı "Şarkılarla Geçtim Aranızdan" belgeseli 3 DVD hâlinde yayımlanmıştır.[4] Kişiliği Müzikte ve normal yaşantısında değişimci bir kişiliğe sahipti. Kendisini devrimci olarak tanımlıyordu. Kâzım Koyuncu, çevre sorunlarına duyarlı olmuştur. Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı Rize ilinin Fındıklı ilçesinde düzenlenen eylemlere destekte bulunmuştur. Kanser hastalığı ve ölümü 2004 yılının Aralık ayında Kâzım Koyuncu'ya testis kanseri teşhisi konuldu ve kısa bir süre sonra tüm dostları, dinleyicileri kötü haberi aldı. Kâzım Koyuncu, hastalığıyla büyük bir mücadeleye girerken etrafındaki sevgi çemberiyle bu zor zamanların geçeceğine inanıyordu. Kanserin yarattığı zorluğa rağmen müziğinden vazgeçmedi ve kemoterapi tedavisi sırasında 4 Şubat 2005 tarihinde İstanbul, Taksim'deki Yeni Melek Gösteri Merkezi’nde izleyicileriyle kucaklaştı, sevenlerine bir konser daha verdi. İçinde bulunduğu durum için “ha kanser ha konser” diyerek esprili bir dil de kullandığı söylenir. Gördüğü ilaç tedavisinden çok sevdiği saçlarının tamamen dökülmesini beklemeden kendisi kestirmiş ve grubundaki bütün dostları da aynı şekilde saçlarını kestirmiştir. Bu konserde gruba nefesli sazlarıyla müzisyen dostu Kemal Sahir Gürel de katılmıştı. 23 Nisan 2005 günü Trabzon Dernekler Birliği'nin İstanbul Ticaret Odası'nda düzenlediği "Çernobil'in etkileri ve Hasta Hakları" panelinde yaşam, hastalık, bilimi sorguladığı acı ve isyanı bir arada hissettiren bir konuşma yaptı. Konuşmasında yerleşik düzenin kuralları dışında kalmasına karşın nasıl böyle bir geniş izleyici kitlesini edindiğini açıkça gösteriyordu.[5] Kâzım Koyuncu, 30 Nisan 2005 tarihinde Trabzon Gazeteciler Cemiyetinin ödülünü almak için Trabzon'a gittiğinde hastalığı ilerlemişti ve ağrılarına karşın ayaktaydı. Son kez Karadeniz Teknik Üniversitesinde gençlerle bir kez daha buluştu ve çok sevdiği gibi horonlar tepildi, bir ağızdan şarkılar söylendi. 25 Haziran 2005 günü tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdiğinde gerçekten de bir yürüyüş başlatmıştı. Kâzım Koyuncu'yu İstanbul'dan uğurlamak üzere Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda bir tören düzenlenmiş ve çok kısa sürede duyurusu da yapılamamıştı ama 26 Haziran 2005 günü binlerce kişi gözyaşları içerisinde gelmişti. Genç yaşlı, iş insanı, işçi, öğrenci, sanatçı, toplumun tüm kesimlerinden gelip Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nu dolduranları acılarını isyana dönüştürmüş Çernobil kazasından sonra kayıtsız kalan devlet, hükûmet yetkililerinin tutumlarını sorgulamıştı. Binlerce kişi Kâzım Koyuncu'yu taşıyan aracın arkasından Taksim'e kadar yürüdü, sloganlarını kesmedi. Aynı akşam Trabzon Havaalanında olan Karadenizliler doğduğu Hopa'ya doğru arkasından büyük bir konvoy oluşturdular. Yağmur altında Trabzon'un, Rize'nin ilçelerinden geçerken otoban kenarlarından, balkonlardan, pencerelerden isyankâr çocuklarına el salladılar bağırlarına bastılar.[6] Kâzım, 27 Haziran 2005 günü artık adı Sugören olarak değiştirilen 2–3 km uzaklıktaki K’ise'deki evinden binlerce seveni tarafından alınıp tulum sesleri arasında Hopa Meydanı'na getirildi. Ailesi, grup arkadaşları, sanatçı dostları, sevenleri, nişanlısı Gönül Bozoğlu duygularını Hopalılarla ve Türkiye'nin dört bir yanından gelenlerle paylaştılar. Kâzım’ı doğduğu Pançol'a doğru giderken arkasında binlerce kişi vardı. 27 Haziran 2005'te, doğduğu köy olan Pançol'da fındık ağaçlarının çevrelediği köy mezarlığında defnedilmiştir.[7] Hatırası 20 Eylül 2007'de, Kadıköy, İstanbul'da Kâzım Koyuncu Kültür Merkezi Derneği kuruldu. İlerleyen yıllarda da Atakum, Samsun merkezli Samsun Kâzım Koyuncu Gençlik Kültür Merkezi faaliyete geçti. 2019 Türkiye yerel seçimleri öncesi dönemin AKP'li Fındıklı Belediyesi'nce inşa edilen Millet Kıraathanesinin adı, belediye CHP'ye geçtikten sonra Temmuz 2019'da yapılan Belediye Meclisi toplantısında ″Kazım Koyuncu Kültür ve Sanat Evi″ (Aynı toplantıda Millet Bahçesinin yeni adı ″100. Yıl Atatürk Parkı″ oldu) olarak değiştirildi. Bu değişiklik Kaymakamlık tarafından “kamu yararı görmediği” gerekçesiyle reddedilince konu yargıya taşınmıştır. Yargının "Atatürk" ve "Kazım Koyuncu" isimlerinin ayrı incelenmesi gerektiğini bildirmesi üzerine Ağustos 2019 Meclis toplantısında ayrı ayrı oylama yapılmış ve 8 CHP üyesinin kabulü, 3 AKP üyesinin reddiyle değişiklikler hayata geçirilmiştir.[9] Bu da İçişleri Bakanlığı 27 Kasım 2020'de parkın ve sanat evinin tabelası değiştirilirken harcanan 7 bin 864 TL ile 'kamuyu zarara uğratma' gerekçesiyle Belediye Başkanı Ercüment Çervatoğlu ve 7 CHP'li meclis üyesi hakkında soruşturma başlatmasına neden olmuştur.[10] Çervatoğlu soruşturma izninin iptali istemiyle Danıştay'a dava açmış, Danıştay 1. Dairesi 9 Nisan 2021'de verdiği kararla ilgili izni iptal etmiştir.[11] Böylece Rize'nin Fındıklı ilçesindeki Kazım Koyuncu Kültür ve Sanat Evinin varlığı tescillenmiştir. Hakkında yapılmış belgeseller Cine5, Portreler Kâzım Koyuncu belgeseli. Yayın tarihi: 25 Haziran 2012[12] CNN Türk, 5n1k Kâzım Koyuncu belgeseli. Yayın tarihi: 5 Aralık 2012[13] Şarkılarla Geçtim Aranızdan * DERLEME: Aycan AYTORE KAYNAK:Vikipedi

  • 110 Yaşında Bir Ulu Çınar

    “Son Sümer Kraliçesi” Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ / Nurten B. AKSOY * Tam 110 yaşında olmasına karşın yazdığı kitaplar ve söyleşileriyle kimileri tarafından eleştiri oklarının hedefi olsa da çevresindekilere hâlâ bir şeyler öğretmeye, onları aydınlatmaya, bir mum yakmaya çalışan; Türkiye’nin Sümer dili, yazını ve yapıtlarıyla uğraşan, bu alanda araştırmalar yapan ve yaşayan en ünlü bilim kadını olan Muazzez İlmiye Çığ; 20 Haziran 1914’te Bursa’da doğar. Ailesi köken olarak Kırımlı göçmenlerden olup babası Kırım’dan Amasya-Merzifon’a, annesi ise Kırım’dan Bursa’ya göçmüştür. Bir müddet İzmir’de yaşayan aile, 15 Mayıs 1919 tarihinde gerçekleşen İzmir’in işgalinin ardından daha güvenli bir yer olan Çorum’a yerleşir. İlkokula Çorum’da başlayan Muazzez, ailesi Bursa’ya taşınınca Bursa’da özel bir okul olan Bizim Mektep’te Fransızca ve keman dersleri alır. 1926’da sınavla Bursa Kız Muallim Mektebi’ne (Bursa Kız Öğretmen Okulu) girer. 1931 yılında mezun olunca babasının da öğretmenlik yapmakta olduğu Eskişehir’e tayin olur. Eskişehir’de öğretmenlik mesleğini dört buçuk yıl yapar. 1936 tarihinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Hititoloji bölümüne kaydolur. Nazi Almanya’sından kaçarak Türkiye’ye sığınmış olan ve Ankara Üniversitesi’nde dersler veren Prof. Dr. Hans Gustav Guterbock’tan Hitit Dili ve Kültürü derslerini, Prof. Dr. Benno Landsberger’den de Sümer ve Akad Dilleri ve Mezopotamya Kültürü derslerini alır. 1940 yılında Ankara Üniversitesinden mezun olduktan sonra İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çivi Yazılı Belgeler Arşivine uzman olarak atanır. Aynı yıl Kemal Çığ ile evlenir. Müzede çalıştığı 31 yıl boyunca meslektaşı Hatice Kızılyay ve Dr. F.R. Kraus ile birlikte müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış on binlerce tableti temizleyip, sınıflandırıp numaralandırır. Yetmiş dört bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturur, üç bin tabletin kopyasını yapıp katalog halinde yayımlar. 1957’de Münih’teki Oryantalistler Kongresi’ne katılır. 1960’ta Heidelberg Üniversitesi’nde altı aylık bir çalışma yapar. 1965’te Roma’da sergilenen Hitit sergisini bu şehirden alarak Londra’ya götürür. 1972’de emekliye ayrılır. Emeklilikten sonra bir süre yurtdışında yaşayan Muazzez İlmiye Çığ, 1988’de Philadelphia’daki Asuroloji kongresine katılır. Prof. Kramer’in History Begins at Sumer adlı kitabını Türkçeye çevirir ve kitap 1990’da “Tarih Sümerlerle Başlar” adıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanır. Kitabın çok ilgi görmesi üzerine 1993’te çocuklara yönelik 'Zaman Tüneliyle Sümerlere Yolculuk' da dahil Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazar. Pek çok yerde Profesör olarak nitelenen Muazzez İlmiye Çığ’a, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin teklifi uyarınca üniversite senatosu tarafından 4 Mayıs 2000 tarihinde Fahri Doktora unvanı verilir. Sümer ve Hitit kültürlerinin en önemli araştırmacılarından olan Muazzez İlmiye Çığ, on üç kitap ve birçok bilimsel makale yazmış ve birçok ödül almıştır. Günümüzde yaşayan en ünlü Sümerolog olan Muazzez İlmiye Çığ, “Yapılan son çalışmalar Sümerlerle Türklerin ilişkisini kesin olarak ortaya koymuştur. Sümerler, Mezopotamya’ya Orta Asya’dan göç ederlerken kültürlerini birlikte taşımışlardır. O nedenle, ‘Tarih Sümerlerle değil, tarih Türklerle başlar’ dememiz gerekir” der söyleşilerinde. "Sümerlerde Mabet Fahişeliği ve Vatandaşlık Tepkilerim” isimli kitaplarında kadınlarda başörtüsünün köklerinin Akadlara dayandığını yazan ve kamuoyunda yankı uyandıran Muazzez İlmiye Çığ, 2007 yılında, “Vatandaşlık Tepkilerim” adlı kitabıyla “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçuyla yargılanır ve ilk celsede beraat eder. Bu güne kadar Sümerler konusunda yazdığı kitaplarla yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada tanınan ve saygı duyulan Muazzez İlmiye Çığ, dünyaca tanınan ve bu konudaki otoritesine saygı duyulan üç ünlü Sümerologdan biridir. Bugüne kadar yazdığı kitaplarda Sümerleri çeşitli yönleriyle anlatmıştır.

  • Boccacio ve Dekameron'un Aşk Hikayeleri

    Aycan AYTORE * Kitaplar ve yazarlar vardır, salt o mevsimliktir. Kitaplar ve yazarlar vardır, insanlık yaşadıkça yaşarlar. Sanatta evrenselliğin de en önemli yanı bu değil mi? Dekameron'un Aşk Hikayeleri böyle uzun ömürlü bir kitap; tam 700 yıllık; dünyanın en eski, bilinen ilk hikayeleri. Adını belki de duyduğunuz, ama çok az kişinin okuduğu ya da fikir sahibi olduğu görkemli bir İtalyan klasiği bu kitabımız. YAZARI 1300'lü yıllarda yaşamış BOCCACİO . Bildiğiniz gibi Avrupa'da ulusal birliği en geç sağlayan yerlerden biridir İtalya(1866). Engizisyonuyla korkutucu bir güce dönüşen, öteki dünyadan daha çok bu dünya nimetlerine yönelen, artık uluslarüstü bir güç olduğunu iddia eden KİLİSENİN etkisiyle de kimliği silikleşen İtalya'da Dante ilk çıkışı yapar: İLAHİ KOMEDYA. Dünya durdukça yeri doldurulamayacak bu humanist dev şiir, Beatrice'nin peşinden Araf'ı, Cennet ve Cehennemi dolaşan Dante ile meslektaşı Virgilius'un gördüklerini anlatır ve Tanrı kavramını pekiştirir. Baccacio, Latince yerine İtalyanca'yı, halkın dilini kullanır. Tanrı düşüncesine karşı değildir, ama hikayelerinde Tanrı varsa bile izleyicidir, insanların işine karışmaz. Tanrıyı değil insanı önceler. Dante'nin kitabına "İlahi Komedya" adını veren yazarın bu kitabına da ardılları, "İnsani Komedya" diyecektir. Böylece Rönesans'ın o büyük üçlemesi ortaya çıkmış: Dante- Petrarca. ve Baccacio... Baccacio çağdaşı Petrarca'yla hep iyi arkadaş olmuştur. * Kitaptan Bir Öykü: Genç ve güzel bir kadın kentin ileri gelen yargıçlarından biriyle evlendirilir. Hayli yaşlı yargıç gerdek gecesi gereken performansı sergileyemez. Giderek bir külfete, hatta zulme dönen yatak fasıllarından kurtulabilmek için karısına akla yakın bir açıklama yapar, sonuçta o bir yargıç, aklı olmasa yaparlar mıydı: Anlattığına göre kimi günler cinsel perhiz ve tatil günleridir. Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı o anlamda tatildir. Çarşamba ve Perşembe de bazen… Aksi hareket edenler büyük günaha girerler… diye anlatır karısına. Yargıç bilmeyecek de kim bilecek, kadın da inanır. Gel zaman git zaman bir yolculuk sırasında kadın korsanların eline esir düşer, korsanların reisi de kadını kendine eş yapar. Yana yakıla karısını arayan yargıç sonunda onu bulur. Korsanın karşısına dikilip, o benim karım, geri ver der. Korsan da anlayışla yaklaşır. Ben bunu bilemem der, seni kadınla karşılaştıracağım ve seni tanırsa vereceğim. Karşılaşma gerçekleştiğinde kadın yargıcı tanımazlıktan gelir. Sonunda başbaşa konuşma şansını bulduklarında kadın kendinden umulmayan bir tavır sergiler: Bu gemide hiç tatil yok. O benim kocam, seninse metresin oldum bir ara, der... ve gitmez yargıçla. Nasıl bakarsan bak, ama İNSANLIK KOMEDYASI deyişini hak etmiyor mu kitap? Tabi cinsellik ve sorunları hayatımızda yüzde kaçlık yer tutar diyenlerdenseniz o ayrı. Ne var ki kişisel bilgi ve görgümle rahatlıkla insanların en az yüzde sekseninin ömürlerinde en az birkaç kez öyküdeki yargıcın aklı bende olsaydı dediklerini düşünüyorum. Öyle vurucu bir öykü bu, öyle de erotik... Sakıncalı ne var bu öyküde diye düşünülebilir. Bırak Bukovski'yi ya da fırça darbelerinin efsane kitaplarını, İnternette ya da evlendirme programlarında çok daha fazlası var... İyi de dönem Ortaçağ karanlığı, YIL 1348-50... Engizisyonun en azgın dönemi, ahlaki kurallar, kadınının hakkı, hukuku Osmanlı'nın o döneminden bile geri... ya da benzer. O devirde Haydar Dümen yok, mesir macunu da... Öykülerin çoğunda, dini çıkarlarına göre kullanan, ahlaki yönden zayıf papazlar, başkalarının malında, karısında, erkeğinde gözü olan insanlar, kendini keşfetmeye, kuşkusuz o çağın olanaklarıyla alanlarında – ki o dönem bir kadının kendini geliştirebileceği tek alan herhalde sahip olduğu bedeni ve cinselliğidir- özgürleşmeye çalışan ama bunu yine de toplumsal kuralları ıskalamadan, erdemle yapmaya çalışan kadınlar önemli bir yer tutar. Kuşkusuz karşıtları da... iyi ya da kötü insanlarıyla gerçek bir insanlık komedyası. Kadınlar cinsellikte özgür olmaya çalışacak hem de erdemli olacak, bu bir paradoks gibi duruyor. O zaman baştaki öykü özetine yeniden bakın...İnsanın oldurduğu yasalar ve ahlak kurallarıyla insan doğası hep çatışmaz mı? Bu çatışma insanın vazgeçilmezi değil midir? Onu komedileştiren de bu tezatlar... Baccacio'nun kadınlardan yana, feminist bir yaklaşımı olduğunu söylemek de mümkün. Kitabını kadınlar için yazdığını söyler zaten. Başrölüne de sevgilisini koymuştur. O zamanlar moda demek ki, Dante de cehenneme sevgili Beatrice'nin peşinden gitmez mi? Baccacio doğrunun peşindedir, belki o da değil, insanlık halini dert edinmiştir, insanı anlamadan bir çerçeveye oturmaya çalışan toplumsal kurallara ya da tumturaklı yasalara fon gibi bakar. Bunu yaparken de gülümser yazar, taraf olmaz, savunma yapmaz... Belki bu tavır nedeniyle siz de okurken olur mu böyle şey demezsiniz, siz de gülümsersiniz, ama sanırım çoğu erkek evdeki tatil günlerini yeniden ayarlamayı düşünür... Rönesansın hazırlayıcılarından Dante, Baccacio ve Petrarca ...üçlemesinin önemli bir adıdır Baccacio. Babasının Fransız bir kadından evlilik dışı çocuğu olarak 16 Haziran 1313 de Fransa'da doğdu. Daha 1340 yılında babası Bokaccio'yu Floransa'ya tüccar ya da hukukçu yapmak için çağırdı. Ne var ki genç Baccacio edebiyatla ilgilenmek istiyor, şiirler yazıyordu. Denemeler olumsuz sonlandı. Babası 1348 yılında vebadan öldü. Dekameron'u da o tarihte yazmaya başladı. Daha bir çok kitap yazmışsa da onlar Dekameron'un yanında silik kalmışlardır. Bazen parlak bazen sönük geçen hayatı boyunca birçok seyahatlar yaptı, pek çok yer tanıdı. Bokaccio 21 aralık 1375'te Celtaldaki köyünde öldü. Çevirilere bakmayın, Dante İlahi Komedya'yı Latince, nazımla yazmıştır, yani bir uzun şiirdir aslında. Dekameron Öyküleri ise İtalyanca ilk düzyazı örneklerindendir, onlara dünyanın ilk öyküleri unvanı da verilir. Kuşkusuz bugünkü öykü çeşitlemesinden herhangi birine benzemez, dahası hikayelerin özeti gibidir. Bu yönüyle bakınca aslında bu öykülerin, Binbir Gece Masalları gibi halk arasında anlatılan anonim öyküler olduğu, Baccacio’nun onları derlediği, hoş görünen bir kurguyla sunduğu - ve yazı dili olan Latince’yle değil de halkın konuştuğu İtalyanca'yla yazdığı için de kısa sürede büyük ilgi gördüğü düşünülebilir. Hikayeler kaynağını hayattan alır. Halk, saray, kadınlar, asilzadeler, askerler, papalar, tüccarlar, kutsallar, çiftçiler ve haydutlar kahramanlardır. Bunlar üstün özellikli, yüceltilmiş değildir. Yaşayan insanlardır, iyi veya fena olan ihtiraslarıdır. Dante Beatrice'yi aşkın insan olarak yüceltir, Bassacio ise sevgilisini sıradanlaştırır, gerçek insan olarak görmeyi yeğler. İngiltere, Fransa, Akdeniz adaları, Floransa...o devir yaşayan ve Akdeniz'e kapısı olan her ulus fondur. Ne din ne de ahlak bu eserde baş rolü oynar. Günah ve sevap sadece birer olaydır. Sunuş, kurgu ve çıkarılacak tema üzerinde iddialıdır. Olaylar, her öykünün başında özetlenen temaya uygun ve titizlikle düşünülüp işlenir. Kitaba değinirsek; 1348'de Avrupa' da, özellikle İtalya da bir kara veba salgını başlıyor. Salgın yayılıyor ve binlerce insanın ölümüne neden oluyor. Baccacio bu büyük salgından sağ kurtuluyor ama babası dahil milyonlarca insan ölüyor Avrupa'da. Kitap da bu yıllarda yazılıyor. Vebadan kaçan ya da çaresizce saklandıkları yerde bekleyen 7 kadının yanlarına aldıkları 3 erkekle birlikte anlattıkları öyküler üzerine kurulu. 10 kişi kara vebadan kaçmak için kent dışında bir villaya iki hafta boyunca sığınırlar. cuma ve cumartesi günlerini dini ritüellere ayırırlar ve geri kalan günleri de şarkılar ve hikayelerle geçirmeye karar verirler: Her gün, seçtikleri bir kraliçe tema seçer ve 10 kişi de o tema çerçevesinde bir hikaye anlatır, her günü de 10 hikayeyle sonlarlar, böylece iki hafta boyunca 100 hikaye paylaşmış olurlar. Dekameron'un anlamı da 10 demektir. Baccacio'nun bir yanı da rakamlarla ilgili takıntısı... Aşk, her insanın vazgeçilmezidir belki yaratılış gayesi, bu nedenle onun Dekameron Öykülerinde sıkça gündeme gelmesi şaşılacak bir şey değil herhalde. Aşkı, kadın erkek ilişkisini ele almadan bir kitabın yazılması ve o kitabın başarılı olmasını bile düşünmek mümkün mü? Dekameron’da toplumca giydirilmiş kılıkta değil, sahici, mutlu aşk hikâyeleri, aşkın doğasında yer alan kavuşma istenci, cinsellik yer alır. Öykülerin büyük bölümünde kilise, papazlar, kötü alışkanlıkları, sapkınlıkları irdelenir, tiye alınır, papazları çekiştirir. O nedenle Boccacio, kilisenin düşmanı denmiştir. Oysa onun papazlardan da dostları vardır. Engizisyonun ve akıldışı vahşetlerinin dorukta olduğu o dönemde ruhbanları eleştirmek büyük bir cesarettir. Kabul etmeli ki böylesi yürekli aydınlar çağının insanını ablukaya alan kiliseye geri adımlar attıracaktır. Öykülerin anlatıcıları kadınlar olduğu gibi baskın karakterlerdir, insan doğasına uygun davranırlar. İnsan doğasına uygunluk çok sık toplumsal kurallarla çatışır. Belki bunu sezdirmeye çalışır Baccacio okura; bir şeyin evrensel doğru olması onun her koşulda yöresel doğru olmasına yetmediği gibi, etik ve yasalarla çatışmayacağı anlamına gelmez. Belki bu nedenle esere sık sık ahlaka aykırı damgası vurulmuştur. Yine de yazıldıktan sonra sık sık çoğaltılmış 1470'de ilk defa olarak basılmış ve baskılar birbirini takip etmiştir. Kimi dini çevrelerin itirazlarına papazların iddialarına rağmen papalık kitap hakkında olumsuz bir tavır sergilememiştir. Gerçi Tirient toplantısında eseri aforoz etmişlerse de bazı prens ve kontların eserin güzelliğinden bahsetmeleri üzerine aforoz karan kaldırılmıştır. Yine de kitap defalarca sansürler ve kısaltmalar geçirmiştir. Tek başına o dönemin insan ve toplum yaşamını ayrıntılarına kadar resmeden bu muhteşem kitap aynı zamanda başka bir evrensel kuralı da anımsatıyor bize: İnsan değişmiyor. Okuduğunuzda göreceksiniz, 700 yıl öncesinin insanıyla bugünkü arasında hiçbir fark yok, İtalyanla Türk arasında olmadığı gibi...... Çoğu kısaltılmış, sansürlenmiş örneklerden alınma çevirilerin çok eski bir dili var. En son yapılan çeviri, bu anlamda aslına daha yakın bir örnek olsa da fiyatı oldukça yüksek. Biz o çeviriden yararlanmadık bu çalışmayı hazırlarken. Eski bir çeviri kullandık ve dilini Aycan Aytöre günümüz diline uyarladı. Kitabın hepsini buradan size vermemiz, hepsini günümüz diline uyarlamamız elbette olanaksız. Amacımız ilgili okura fikir vermek, kitaba yöneltmek... O nedenle seçeceğimiz birkaç örnekle yetineceğiz. İyi okumalar dileriz. ...ve isterseniz aşağıdaki filmini de izleyebilirsiniz. AŞAĞIDAKİ FİLME küçükler için YASAK GETİRİLDİĞİNDEN ANCAK YouTube'da izlenebiliniyor Pasolini'nin Ortaçağ ya da Yaşam Üçlemesi adını verdiği filmlerin ilki Boccaccio'nun DEKAMERON adlı yapıtı. Bir filme 100 öykünün sığdırılamayacağını düşünürsek birkaç öyküyle yetinmiş. Erotizmi fazlaca vurgulasa da kitabı yansıtmayı başarmış. Ana konu din, cinsellik, Hristiyan öğretisi, insan ve özündeki riyakarlık... Pasolini'nin yaratılışında vardı, insanın iyi tarafını değil kötü tarafını ele aldı çalışmalarında. Bunu yaparken insana dair bir kapı aralamak istiyordu. İyi ve kötünün çatışmasını ve aslında iyinin kaybedişinin sonucunu biraz da eğlenceli olarak anlatıyor. Pasolini’nin, üçlemenin ilki olan Il Decameron, (diğerleri 1972 yılında çektiği Canterbury Hikayeleri ile 1974 tarihli 1001 Gece Masalları) Boccaccio’nun dokuz öyküsünden oluşuyor. On dört farklı geçiş yapılsa da, aslında Boccaccio’nun anlattığı dokuz öyküden biri ikiye, diğeri de beş parçaya bölünmüş ve bunda altıncı günün beşinci hikayesi olan ressam Giotto öyküsü, Pasolini’nin hayal dünyasıyla birleştirilerek anlatılıyor. Diğer öyküler, neredeyse Boccaccio’nun anlattığı tarzda ilerlerken, bu kısım eklemelerle zenginleştiriliyor ve nihayetinde harika bir sonla bağlanarak, etkileyici bir filme dönüştürülüyor. Böylece Pasolini, arka arkaya anlatılacak bir öyküler silsilesinden ziyade, Decameron’u farklı bir kurguyla resmederek keyifli bir film ortaya koyuyor. Hatta bu bölümlerde bizzat kendisi rol alıyor ve ressam Giotto’yu canlandırıyor. Filmi izlemek isterseniz yukarıdaki videoya tıklayınız.

  • AŞK HİKAYELERİ: ÜÇÜNCÜ GÜN 1. HİKAYE

    DANTE, PETRARCA'nın yanında aydınlanmanın üçüncü ayağı gibidir İtalyan Rönesansının ünlü yazarı Giovanni BACCOCİO. Dekomeron'un Aşk Hikayeleri adını verdiği dünyanın ilk öyküleri de denilen 1350'lerde yazdığı kitabı İNSANLIK KOMEDYASI unvanını da taşır. -Lampolechiolu Mazet dilsiz taklidi yaparak bir rahibeler manastırına bahçıvan olarak girer ve rahibelerin müşterek aşığı haline gelir.- FLORANSA civarında, bugün bile ahlaki temizliğiyle meşhur bir rahibeler manastırı vardı. Yakın zamanlara kadar manastırda sekiz genç rahibe ile bir baş rahibe bulunmakta idi. Manastırın güzel bahçesinin iyi bir bahçıvanı vardı. Fakat bu bahçıvan günün birinde yeterli para kazanamadığını düşünüp ayrılmaya karar verir, idare memurundan hesabını görüp memleketi olan Lampolechio'ya döner. Onu karşılayanlar arasında genç, kuvvetli bir çiftçi vardı ki adı Mazet idi. Bu adam, bahçıvan Nuto'dan manastırda ne ile meşgul olduğu hakkında açıklama istedi. Nuto, "Güzel ve büyük bir bahçede çalıştım," dedi, "ara sıra odun tedarik etmeğe ormana giderdim, su taşırdım ve buna benzer işler yapardım, ama rahibeler bana o kadar az para verirlerdi ki pabuç almaya yetmezdi, kızlar da şeytan karınlarına girmiş gibi, ateş gibi şeyler, ben bahçede çalışırken birisi gelir, fidanı şuraya dik der, öteki gelir başka yer gösterir, öbürü küreği elimden alır böyle kullanmak lazımdır, der. Böylece beni üzer dururlardı. Bu sebeplerden o işi bırakmaya mecbur oldum, idare memuru benden işe yarar bir adam tavsiye etmemi rica etti, ama Allah ona sabır versin, ne zaman ve kimi yollayacağımı bilmiyorum." Mazet, cin gibiydi, birdenbire rahibelerin yanında bulunmak istedi. Nuto'nun sözlerinden, istere olacağını bilmekle beraber bunu açığa vurmayı uygun görmedi. "Bırakıp geldiğine iyi ettin," dedi, "bir erkek kadınlar arasında ne yapsın, nasıl başa çıksın? Onlar çok defa ne istediklerini bilmezler." Mazet rahibelerin yanına girmek için çareler aramaya başladı. Gerçi Nuto'nun bahsettiği işleri yapabilirdi fakat genç ve yakışıklı olduğu için kabul edilmeyeceğinden korkuyordu. Uzun uzun düşündükten sonra, Orası buraya epeyce uzak dedi, kimse arkamdan gelemez, kendimi dilsiz olarak tanıtırsam herhalde kabul ederler. Bir gün baltayı omuzlayıp dilenci kıyafetinde manastıra gitti. Tesadüfen idare memuru da o sırada bahçede bulunuyordu. Dilsiz taklidi ile memurdan yemek istedi, buna mukabil odun yaracaktı. Memur ona yemek verdi. Mazet o gün çokça odun yararak faydalı oldu, idare memuru onu yanına alarak ormana gitti, ona bir de eşek vermişti. Adam işi o kadar iyi yapabilmişti ki memur, kendisini daha bir kaç gün alıkoydu. Bir gün baş rahibeye takdim edildi, "Bu bir dilsiz fakirdir, sadaka istemeye gelmiş, ona iyi davrandım, epeyce iş gördürdüm, bahçıvanlıktan anlarsa onu yanımızda alıkoyabiliriz. Güçlü kuvvetli bir adam, çok çalışabilir, genç kızlar için de bir tehlike teşkil etmez." Baş rahibe, "Haklısın" dedi, "Ondan faydalanacağınıza emin olursan alıkoymaya çalış, ayakkabı, önlük ver, bol da yemek." Biraz uzakta konuşmayı dinleyen Mazet, kendi kendine, "Beni bahçıvan yaparlarsa, bahçeyi görülmemiş şekilde imar ederim." dedi. İdare memuru, Mazet'in çalışmasından memnundu, işaretle, kalmak isteyip istemediğini sordu, yine işaretle muvafakat cevabı aldı. Bu suretle manastıra girmiş oldu. Kendisine bahçe işleri verildi, yapacağı şeyler gösterildi. Mazet, birkaç gün çalışmıştı ki rahibeler onunla alay etmeye başladılar, anlamayacağını sanarak ona en çirkin sözleri söylüyorlardı. Baş rahibe onun dili gibi, diğer uzuvlarının da işlemediğini sanarak kaygılanmadı. Bir gün Mazet yorulmuş yatmıştı. İki rahibe onun uyuduğunu sanarak yanına yaklaştılar ve onu tetkike başladılar. Birisi, "Kimseye söylemeyeceğini bilsem, sana aklıma gelen bir şey anlatırdım, bu sana da faydalı olurdu" dedi. Rahatça söyle dedi öteki: "Kimse benden duymaz." "Birincisi, bilmem düşünür müsün, burada kapalı ve hapis yaşıyoruz. Yaşlı idare memuru ile şu sağır adamdan başka erkek yok. Ziyarete gelen kadınlardan işittim ki bir kadın için erkeğin verdiği zevk yanında dünyanın bütün hazları gölgede kalırmış. Başkası olmadığı için şu dilsizle bu sözün gerçekliğini, denemek istiyorum. O da bu işe çok münasip, çünkü kimseye söyleyemez. Sen ne düşünürsün?" dedi, Öteki, "Neler söylüyorsun?" dedi. "Bilmiyor musun ki biz bekaretimizi Allaha adamışızdır." Öteki, "Ah, ona her gün neler adanır da yine kimse de sözünü tutmaz. " "Ama, ya gebe kalırsak, ne olacak?" "Sen, suyu görmeden paçayı sıvıyorsun. Bu, başımıza gelirse düşünürüz. Bunun binlerle çaresi var. Yeter ki kimseye bir şey sızdırmayalım." "Pekiyi ama, bu işi nasıl yapacaksın?" Bu İkincisinin tecessüsü ve heyecanı birincisinden fazla idi; erkeğin ne olduğunu tatmak için yanıp tutuşuyordu. Saat dokuza geliyor, öteki rahibeler uykuya dalmışlardır. "Bahçeyi dolaşalım, kimse var mı? Kimse yoksa adamı, su getirdiği kulübeye götürürüz. Birimiz içerde iken diğerimiz dışarda nöbet bekler, adam budala olduğu için ne istersek onu yapar" dedi. Mazet bu konuşmayı duymuştu, bekliyordu. Bahçeyi iyice dolaştıktan ve kimsenin olmadığını gördükten sonra birinci rahibe adama yanaştı, onu uyandırdı, okşayıcı hareketlerle elinden tutarak kulübeye götürdü. Mazet zorluk çıkarmaksızın rahibenin arzularını yerine getirdi. Sıra ikinci rahibeye gelmişti. Mazet, onun da arzularını tatmin etti. Oradan ayrılmadan ikisi de birer defa daha Mazet'in kabiliyetini denediler Sonraki günlerde ikisi bu işin tadının söylenenden de bin defa daha fazla olduğunu birbirlerine anlatıyorlar ve her fırsatta dilsizle buluşuyorlardı. Bir gün işi çakan bir rahibe diğer rahibeye pencereden bu manzarayı gösterdi. Evvela baş rahibeye haber vermeyi düşündüler. Fakat sonradan fikirlerini değiştirdiler. Mazet'in suç ortağı oldular. Nihayet diğer üç rahibe de muhtelif vesilelerle bu kombinezona girdiler. Bu işi en sonra işiten, baş rahibe de nihayet işe iştirak etti. Bir gün, sıcak havada bahçede geziyordu. Mazet'i geceki çalışmasından olacak, bir badem ağacı altında yorgun olarak buldu. Rüzgar elbiselerini sıyırmıştı, her yeri görünüyordu. Bu manzara onda, rahibelerde uyanan arzuyu uyandırdı. Mazet'i uyandırıp odasına götürdü ve günlerce adamı odasında tutarak hissettiği aşk zevklerine kendini verdi, öteki rahibeler ise bu sırada sabırsızlanıyorlardı. Baş rahibe nihayet Mazet'i odasına yolladı, fakat sık sık yine çağırtarak arzularını tatmine devam etti. Mazet bu karışık işlere hakim olamayacaktı. Dilsiz oyununa devam ederse başına büyük işler açacaktı. Bir gün baş rahibenin koynunda yatarken dili çözüldü, konuşmaya başladı. "İşittim ki bir horoz on tavuğa yetermiş, fakat bir erkek dokuz kadına yetmez, hatta bir kadına dokuz erkek bile yetmez. Ben buna artık dayanamayacağım. Bu hayat beni öyle yıprattı ki artık bir şeye takatim yetmiyor," dedi. Baş rahibe sersemlemişti. "Ne!" dedi. "Ben seni dilsiz sanıyordum." Mazet, "Öyle idim" dedi. "Fakat doğuştan değil; bir hastalık yüzünden dilsiz kalmıştım, bu gece açıldı dilim." Baş rahibe buna inandı ve sordu: " Diğer temasta bulunduğun dokuz rahibe için ne diyeceksin? " Mazet, her şeyi anlattı, baş rahibe, rahibelerin iffet hususunda kendisine benzediklerini gördü, fakat ihtiyaten, Mazet'in gitmesine mani olmak istedi, birkaç gün önce idare memuru ölmüştü. Rahibeler olanı biteni birbirlerine itiraf ettiler, etrafa farklı bir izlenim vermeyi kararlaştırdılar: Uzun zamandan beri dilsiz olan bu adam, onların duası ve koruyucu meleklerinin himmeti ile konuşmaya başlamıştır, diye duyurulmasını sağladılar. . Onu idareciliğe tayin ettiler. Böylece Mazet, takati yettiği kadar çalışmalarına devam etti. Manastırda Mazet'in birçok çocukları dünyaya geldi, fakat baş rahibe işi o kadar saklı tuttu ki, dışardan duyulmadı. Ancak baş rahibenin ölümünden ve Mazet'in ihtiyarlayıp manastırdan çekilmesinden sonra duyuldu. Mazet, bakım külfeti taşımadığı çocukları ve servetiyle güzelce geçirdiği bir gençlikten sonra, kendi köyüne döndü.

  • YANGIN

    Yusuf AKSOY * 20 Haziran perşembe akşamı Diyarbakır’ın Çınar İlçesi ile Mardin’in Mazıdağı ilçeleri arasındaki bölgede çıkan yangın binlerce dönüm ekili alanı kül ederken çok sayıda can kaybına da neden oldu. Yazıyı kaleme aldığım saatlerde yangındaki can kaybının 15’e yükseldiği ve yaralanan 78 kişinin de tedavilerinin sürdüğü haberlerini üzülerek işittik. Hazırlanan bilirkişi raporunda, yangınının elektrik direğinden kaynaklı olduğu bildirildi. Bazı köylüler ile birlikte CHP Diyarbakır milletvekili Sezgin Tanrıkulu da elektrik iletim hatlarının bakımsızlığından dolayı yangına sebep olma ihtimalinden bahsetmişti. (1) Yerleşim yerlerine de sıçrayan yangın,  çok sayıda kuşun, koyun sürülerinin, yaban hayvanlarının ve tahmin edemeyeceğimiz çoklukta topraktaki böceklerin de ölmesine yol açmıştır. Ayrıca bölge çiftçisinin bir yıllık mahsulü de yanarak yok olmuştur. Bölge, daha fazla zaman kaybedilmeden acilen Afet Bölgesi ilan edilmelidir. Yangının sebebi bütün ayrıntıları ile ortaya çıkarılmalıdır. Can ve mal kaybı gerçekçi olarak tespit edilmeli ve yaralar geç de olsun sarılmaya başlanılmalıdır. Yangına ve sonuçlarına sebep olanlar hiçbir aftan ve indirimden yararlanamayacağı şekilde yargılanmalıdır. Engellenmesi mümkün olmayan doğal afetlere karşı bile erken uyarı sistemleri yardımıyla can ve mal kaybını en az düzeye indirebilme olanakları vardır. Kaldı ki Diyarbakır ve Mardin bölgesindeki ve diğer benzer yangınlar bir doğal afet sonucu ortaya çıkmış yangınlar değildir. Bunlar; denetimsizlik, tedbirsizlik, liyakatsizlik ve cana ve mala değer vermemezlikten kaynaklanan sorumsuz sorumluların neden olduğu felaketlerdir. Can ve mal kaybıyla birlikte ekolojik kırıma sebep olan ve bedeli ağır olan felaketler hep insan merkezli felaketlerdir. Bu sebebiyetlerin insanları sıradan insanlar değildir elbette ki. Bunlar, yaşamı ve yaşam kaynaklarını kendi azınlıkların mutluluğu için rant olarak gören sistemin örgütlü araçları ve köleleridir. Salt kendi mutlulukları için yakmayacakları, yıkmayacakları, öldürmeyecekleri hiçbir şey yoktur. Bu gerçeklik bizi Marx’ın şu söylemine götürmektedir: “Kapitalizm; doğanın en büyük düşmanıdır. Kapitalizmde insan sevgisi yoktur. İnsanı mekanik bir böcek gibi görür. Kapitalizm vatan sevgisi, barış istemez. Yozlaşmış, çıkarcı, cahil, beynine tecavüz edilmiş uysal köleler ister.” BBC Türkçe'den yangından etkilenen köylülerle konuşup ve yangının bilançosunu inceleyen. Hatice Kamer yazısının bu bölümündeki köylülerin sorularına ilgili ve sorumlular kamuoyu nezdinde yanıt vermelidir: “Köylüler, dün yaşananları ''küçük kıyamet'' olarak nitelendiriyorlar. Yangına zamanında yapılacak havadan müdahale ile can kaybının bu kadar yüksek olmayacağına söylüyorlar. Bir köylü ''Göksü Baraj Gölü bizlere çok yakın ama neden havadan yardım gelmedi!'' diye sitem ediyor. Yanındaki genç ise devam ediyor: ''Batı bölgelerinde çıkan yangınlara havadan müdahale edilirken, hububat deposu olan bu bölgede neden havadan destek araçları yok!'' (2) Bunun gibi çok haklı sorulara yanıt beklemek hepimizin, toplumun tümünün sorunu olmalıdır. Aksi durumda “ Çoğul suskunlukların bedeli/tekil yüreklerin yaralarını dağlayıp duruyor” (Y.A.) dizelerini haklı çıkarır. “Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmazsa insan olmaz yüreğim.”  diyen Ahmed Arif hepimizin olmasa da çoğunluğumuz yüreğindeki ses dışarı vurmuş olsun. Sayısız canların öldüğü, yalnızlıktan, acıdan gözyaşlarının kuruduğu, yıllık hasatlarının yok olduğu Çınar ve Mazıdağ ilçelerimizin insanlarıyla, hayvanlarıyla, börtü böceği ve kuşlarıyla duygudaşlık kurmak, dayanışmak bizi beklendik adil ve erdemli insan kılacak tutum ve davranışlar olacaktır. Kaynak 1-2 : https://www.bbc.com/turkce/articles/ckkkew3yyw3o

  • AŞK HİKAYELERİNE BAŞLANGIÇ

    1.GÜN 1. HİKAYE * Dekameron Aşk Hikayeleri / GİRİŞ / 1348 Yazında Floransa’da veba salgını tüm hışmıyla sürüyordu. Bu herhalde işlediğimiz suçlar yüzünden Tanrının bir cezasıydı bize. Alınan önlemlerle hastalığın şehre girişi engellenmiş, tedbirler alınmış, dua ve tövbe günleri düzenlenmişti. Buna karşın yasaların, kuralların hiçbir hükmü kalmamış, insanlar ne yapacağını bilmez duruma gelmişti. Herkes hasta oluyordu, papazlar, memurlar. Bir kez yakalanmaya gör kurtuluş yoktu, birkaç gün içinde hasta ölüyordu. Bulaşıcıydı. Bu nedenle kimse kimseye el uzatamıyor, dahası kimse kimsenin yanına yaklaşamıyordu. En yakınlarını eşlerini, insanlar anne babalarını, kardeşlerini kaderine bırakıp kaçıyorlardı. Şehir ölenler ve kaçanlar yüzünden iyice boşalmıştı. Bir salı sabahı yedi genç kadın Kutsal Santa Maria Novella kilisesinde vaaz dinliyordu. Birbiriyle dost olan ve en büyüğü 28, en küçüğü 18 olan bu yedi kadın, yazlık giysilerinin içinde çok zariftiler. Asalet, güzellik, zeka, cazibe ve iyi huy sahibi bu genç kadınların anlatacağım öyküler nedeniyle utanmamaları için isimlerini söylemeyeceğim. Günümüzdeki eğlence kuralları eskiye göre daha katı olduğundan ve karışıklığı önlemek adına onlara başka adlar takacağız. En yaşlısına Panpine, İkincisine Fiametta, üçüncüsüne Flomena, dördüncüsüne Emilla, beşincisine Lovretta, altıncısına Neifile ve nihayet yedincisine Eliza diyeceğiz. Tesadüfen kilisede karşılaşan bu yedi kadın birlik oluşturmuşlardı. İçlerini çekerek ettikleri dualarından sonra Panpine şöyle demişti: "Sevgili arkadaşlarım buraya sanki kaç ölünün gömülmek üzere getirildiğini veya sayıları azalan manastır rahiplerinin ibadet saatlerini hesaba gelmişiz gibi bir duygu içindeyiz. Etrafımızda ölü ve hastadan başka bir şey olmayan şu yerden çıkalım. Eve gittiğimde hizmetçilerimden sadece bir tanesinin kaldığını görünce dehşete düşüyor, korkuyorum… Nereye gitsem ölülerin üstüne basıyorum. Her yerde; sokakta, evimde sefalet ve acıdan başka bir şey yok… Burada bizden başka kimse kalmadı, sağ kalanlar da kendilerini düşünüyor. Yalnız halk değil, manastırdakiler bile şehvet coşkusuyla ölümden kurtulmak için dinle bağlarını çözüp tenin hazlarına düşmüşler. Bu böyle olunca bizim burada işimiz ne? Burada neyi bekliyoruz, ne oluyoruz? Eğer sizler de benim gibi düşünüyorsanız, birçoğunun yaptığı gibi, biz de civardaki köy evlerimize çekilelim. Orada kuş seslerini dinler, vadilerin ve tepelerin yeşerdiğini, çeşit çeşit ağaçları ve mavi göğü seyrederiz. Temiz hava alır, bol bol temiz gıda buluruz. Böylece sinirimize dokunan şeylerden uzaklaşmış oluruz. Bu teklifi beğeniyorsanız, yanınızdakilerle hemen yola koyulunuz ve orada Allah'ın bu afetinin vereceği sonu bekleyerek, duruma göre hayatın tadını çıkarırız. Öteki kadınlar Panpine'nin bu teklifini öyle heyecanla benimsediler ki, hemen plan çizmeye başladılar ve el ele vererek ayağa kalktılar. Yalnız içlerinde en mütevazı olan Filamena dedi ki: “Sevgili bayanlar, gerçi Panpine'nin teklifi çok iyi, ama bu kadar acele etmemeliyiz. Düşünün ki hepimiz kadınız; bizler zayıf yaratıklarız, korkağız, aksiyiz, sinirliyiz. Eğer kendi başımıza kalırsak kısa zamanda dağılırız. Onun için bizi destekleyecek erkekleri yanımıza alalım." Eliza: “Evet” dedi. “Erkekler, kadınların en iyi varlığıdır. Ama erkekleri nerede bulmalı? “ Kadınlar böyle konuşurlarken kiliseye beklenmedik üç erkek girmişti. Ne zamanın perişanlığı ne de yakınlarını kaybetmiş olmak onlardaki aşk ateşini söndürebilmişti. Birinin adı Panfilas, diğerinin Flastat, üçüncüsünün Dionea idi. Yakışıklı ve kibarlardı, aradıkları üç kadını yedilerin arasında buldular, ötekileri de tanıyorlardı. Panpine gülerek, “Talih bize yardım ediyor ve bize üç erkek gönderiyor ki onlar, seve seve bizim rehberimiz olurlar.” Neifile kızardı. Çünkü o, bu gençlerden birisinin sevgilisiydi. “Vallahi Panpine, ne dediğini dikkat et, ne yazık ki bu gençler içimizden bazılarının âşıklarıdır. Onları seçmekle adımızı kirletmiş oluruz.” Filomena, “Bunun ziyanı yok” dedi. “Ben namuslu yaşarsam ve vicdanım beni rahatsız etmiyorsa, herkes istediğini söylesin, yeter ki gençler bizimle gelmeyi arzu etsinler.” Diğer kadınlar bu konuşmayı susarak dinlediler ve sonunda şuna karar verdiler: Delikanlılar çağrılacak, bu fikir onlara söylenecek ve refakat etmeleri istenecekti. Panpine'nin gençlerden birisiyle samimiyeti vardı. Lafı uzatmadan ayağa kalkarak gençlerin yanına gitti, onları neşeli bir eda ile selamladı ve bütün kadınlar namına bu geziye eşlik etmelerini teklif etti. Gençler bunu önce şaka sandılar ama genç kadının ciddi konuştuğunu görünce sevinçle; katılırız, yanıtını verdiler. Ertesi çarşamba sabah erkenden, hanımlar bir kısım hizmetçileriyle ve erkekler uşaklarıyla yola çıktılar ve Floransa'ya üç kilometre uzakta bulunan ilk hedeflerine ulaştılar. Burası, küçük bir tepenin üstünde, yoldan biraz uzakta, ağaçlar ve çiçeklerle dolu çok cazip bir yerdi. Tepenin üstünde güzel bahçeli bir şato vardı. Salonlar ve odalar güzeldi, duvarlarda nefis tablolar asılıydı. Kemerler, bahçeler ve pınarlar görmeye değerdi. Kilerler nefis şaraplarla doluydu. Her şey, her yer temizdi.. Yatak odaları hazırdı, hepsi mevsim çiçekleri ile süslenmişti. Gurubun en neşelisi olan Dionea söze başladı: “Güzellerim, ben sıkıntılarımı şehirde bıraktım, siz de öyle yapın, neşeli olalım.” Panpine; ”Haklısın Dionea, neşeli olmalıyız, buraya bunun için geldik. Ama düzeni olmayan şey uzun sürmez. Onun için, içimizden birini seçip ona uyalım. O, bütün düşüncelerimizi şen bir hayata yönlendirmeli, herkes bu şerefi bir gün taşımalı. Biz önce ilkini seçelim, sonra o da kendinden sonrakini seçsin.” Bu teklif hepsinin hoşuna gitti ve Panpine, oy birliği ile ilk günün kraliçeliğine seçildi. Flomena dallardan yaptığı bir tacı Panpine'nin başına yerleştirdi. Panpine, kraliçe olarak herkesi sessizliğe davet etti. Erkeklerin uşaklarını ve dört hizmetçi kızı çağırarak dedi ki: “Topluluğumuzun intizamını nasıl koruyacağımızı ilk olarak göstermek isterim. Dione'nin hizmetçisi Parmeni kahyalığa tayin ediyorum. Şatonun idaresini ona veriyorum. Panfilas'un hizmetçisi Sinka, para işlerine baksın. Tindaros, beylerin odasına baksın, benim hizmetçim Mesia ile Flaman'ın hizmetçisi Lilisiska mutfakta çalışsınlar. Şinara ve Stratila bayanların odalarına baksınlar. Şunu da söyleyeyim ki bu görevliler bize ancak tatlı haberler vermeli, yoksa gözümüzden düşerler.” Herkes bu emirleri uygun buldu. Kraliçe ayağa kalkarak; “Herkes bahçeye, çayırlara, nereye isterse gidip gezebilir. Saat üç olunca burada toplanılacak ve bu serin yerde yemeğimizi yiyeceğiz.” dedi. Hepsi sevinçle kraliçeye veda etti. Genç beyler, güzel bayanlarla sohbete ve âşıkane şarkılar söylemeye koyuldular. Eve döndüklerinde Palmani’yi işine gayretle başlamış buldular. Salona girdiler. Masalara bembeyaz örtüler örtülmüş, gümüş kadehler konmuş, çiçekler serpilmişti. Kraliçenin emri üzerine herkese ellerini yıkayacak su getirildi ve sonra masaya oturuldu. Nefis yemeklerle seçme şaraplar getirildi. Herkes şakalaşarak ve neşe içinde yemeğe başladı. Yemekten sonra, kızlar ve erkekler dansta ve şarkıda usta olduklarından, sazlar getirildi. Dione, lavta ve Fiamet de kemanı alarak güzel bir dans havası çaldılar. Kraliçe, beyler ve bayanlarla beraber yavaş adımlarla dansa başladı, sonra şarkılara geçildi ve bu, uyku zamanına kadar sürdü. Herkes çiçeklerle bezenmiş, tertemiz yatağına dinlenmeye çekildi. Kraliçe uyandığı zaman, saat 9’u çalıyordu, öbürlerini de uyandırdı. Hepsi birden çimenlere doğru yürüyüşe çıktılar. Hava ılıktı, hepsi çimenlerin üzerine oturdular. Kraliçe, “Görüyorsunuz, güneş yükseliyor, sıcak fazla, başka bir yer böyle serin olmaz. Yanımızda dama ve satranç var, herkes kendisine bir eş arasın, ama bana kalırsa günün bu sıcak saatini oyunla geçirmeyelim, bir şeyler anlatalım. Herkes bir hikaye anlatsa, günün sıcak saatlerini geçirmiş oluruz. Benim sözümü tutarsanız ne ala, değilse herkes canının istediğini yapsın." Hem kadınlar hem erkekler, hikaye anlatılmasına taraftar oldular. "Öyleyse" dedi kraliçe, "Bugün için herkes en hoş bulduğu hikayesini anlatsın." BİRİNCİ GÜN / I. HİKAYE * Chapelle, dindar bir papazı sahte bir itirafla aldatır. Hayatında büyük bir günahkar olmasına rağmen öldükten sonra azizlik payesine erişir. / Musciyat Franceski, Fransa'da yaşayan, asalet ünvanı satın almış, zengin bir tüccardı. Fransız kralının kardeşi Kran, Papa Boniciyasis'i ziyaret etmek için Toskana'ya kadar kendisine eşlik etmesini Franceski'den rica etmişti. Franceski teklifi reddetmek istemiyordu ama işleri, birçok tüccarda olduğu gibi biraz yoğundu. İşlerini düzene sokamadığı için başkalarına devretmeyi kararlaştırmış ve bunun için de uygun kişileri bulmuştu. Yalnız Burgondiya'da bazı şahıslarda olan alacaklarını kime toplatacağını bilemiyordu. Çünkü Burgontların aksi ve küstah adamlar olduklarını duymuştu. Onlardan daha aksi bir adam bulmak istiyordu. Uzun uzun düşündükten sonra nihayet evine sık sık gelen Chapelle'yi hatırladı. Bu adam noterdi, fakat her işini ters yapardı. O tarihlerde Fransa'da yemine çok inanılırdı, onun için Chapelle kolayca yemin eder ve davaları kazanırdı. Yalan yere yeminden çekinmezdi. Bütün zevki ve neşesi dost ve akrabaları arasına fesat sokmaktı. Bu yüzden meydana gelen tatsızlıklar ne kadar fazla olursa o kadar çok sevinirdi. Olumsuz bir olaya davet edilse hemen koşardı. Dövmeye ve öldürmeye hazırdı. Azizleri hakir görür ve Allah'a isyan ederdi. Kini, deve kiniydi, kiliseye hiç gitmezdi ve kutsal şeylere en çirkin sözlerle söverdi. Buna karşın meyhanelere sık sık uğrardı. Öylesine içerdi ki, sonunda bir rezalet çıkarır veya çirkin bir işe katılırdı. Hileci ve oyunbazdı. Kısacası, en kötü insanlardan biriydi. İşte Musciat'ın aklına gelen, bu Chapelle idi. Ona göre Burgontların hakkından ancak bu adam gelebilirdi. Onu çağırıp dedi ki: “Chapelle, biliyorsun ki ben buradan ayrılıyorum. Benim hilekâr Burgontlardan da alacağım var. Bu parayı onlardan ancak sen alabilirsin. Şimdi boşta olduğun için istersen bu işe seni yollarım. Toplayacağın paranın bir kısmı senin olur.” Chapelle boşta ve çok darda idi. Bu durumda teklifi kabul etti. Chapelle'ye bir yetki mektubu ile kralın tavsiyesi verildi. Chapelle alıştığının aksine olarak, paraları iyilikle toplamaya çalıştı. Derken, Floransalı iki faizci kardeşle dost oldu. Bir gün Chapelle birden bire hastalandı. İki kardeş hekim çağırdılar ve tedavisi için ellerinden geleni yaptılar, ama her şey boşunaydı. Çünkü adam uzun zaman delice yaşamıştı. Hekimlerin fikrine göre ölümü yaklaşıyordu. Bir gün iki kardeş onun yattığı yerin yanındaki odada onun hakkında konuşuyorlardı. Birisi öbürüne, onu ne yapacağız, onun taşkınlıkları yüzünden başımız dertte ama hasta hasta terk etmek de bize yakışmaz. Halk buna ne der? Öte yanda o öyle kötü bir adam ki ne tövbe eder ne itirafta bulunur. İtiraf etmeden ölürse onu hiçbir kilise kabul etmez, bir köpek gibi çukura atarlar, itiraf etse günahları o kadar çok ve iğrenç ki hiç bir papaz onu dinlemek istemez. Halk bunu duyarsa bize düşman olur, o ölürse işimiz berbat. Bitişik odada yatmakta olan Chapelle, hakkında söylenenleri duyunca iki kardeşi odasına çağırarak der ki; “Benim yüzümden sıkıntıya düşmenizi istemem, söylediklerinizi duydum. İş sizin dediğiniz gibi olursa endişeleriniz gerçekleşir, ama öyle olmayacak. Ömrümce o kadar günah işledim ki buna bir yenisini ilave etmek bir şey değiştirmez. Onun için bana elinizden geldiği kadar dindar birisini buluverin. Gerisini bana bırakın. Ben işi öyle hallederim ki siz de memnun olursunuz.” İki kardeş gerçi bundan bir ümide kapılmadılar, ama gene bir manastıra giderek hasta bir Lombardiyalının itirafını almak üzere bir rahip istediler. Onlara İncil’de usta olan ve çok düzgün bir hayat yaşayan saygı değer bir rahip gösterildi. Rahip, Chapelle'nın odasına girdi ve yanına oturdu. Başlangıçta rahip hastayı uygun bir şekilde teselliye çalıştı ve son defa ne zaman itirafta bulunduğunu sordu. Ömründe hiç itirafta bulunmamış olan hasta; “Aziz pederim, ben en az haftada iki defa itirafta bulunmaya alışığım. Yalnız hasta olduğumdan beri, yani sekiz gündür ağrılarımın çokluğundan itirafta bulunamadım.” dedi. Rahip de “İyi yapmışsın oğlum, gelecekte de böyle yap, çok defa itirafta bulunmuş olduğun için sana sual sormak kolay olacak kardeşim,” dedi. Hasta; “Bunu zannetmiyorum, ben doğduğumdan beri işlediğim suçların hepsini anlatacak kadar ayrıntılı itirafta bulunmadım. Onun için aziz peder, bana sanki hiç itirafta bulunmamışım gibi her şeyi sor. Hastalığımı hesaba katma. Çünkü vücudumu fazla koruyacak olursam, ruhumun felaketine sebep olmuş olurum” dedi. Rahip bu sözlerden çok memnun oldu ve temiz bir kalbin belirtisi saydı. Bunun üzerine ilk olarak, kadınlarla düşüp kalkmak suretiyle günah işleyip işlemediğini sordu. Chapelle içini çekerek, “Aziz peder, bu konu üzerine size doğruyu söylemekten utanıyorum. Çünkü kötü bir şöhretin günahından çekiniyorum.” “Rahatça konuş” dedi rahip, “Gerçeği söylemekte günah, yoktur.” Chapelle; “Mademki bana bu teminatı veriyorsunuz, itiraf ederim ki ben henüz anamdan doğmuş gibiyim.” “Aziz olasın” dedi rahip. “Ne iyi etmişsin, bir baskı altında kalmadan serbest iradenle böyle temiz kalabilmen en büyük ödüle layıktır. Ama söyle bana, midene düşkünlük yüzünden günah işledin mi?” Chapelle içini çekerek, “Evet, sık sık 40 günlük oruçtan başka haftada en az üç defa günümü ekmek ve su ile geçiririm. Suyu, ayyaşların şarap içmesinden daha büyük bir lezzetle içerim, bazen kadınların kırda topladıkları yeşilliklerden bir salatayı canım ister, ama huşu ile oruç tutanlar gibi değil de arsızca yemekte daha fazla lezzet bulurum.” dedi. “Oğlum” dedi rahip, “Bunlar tabii zaaflardır, önemi yoktur, bu yüzden fazla vicdan azabı çekme. Herkes, papazlar bile, uzun oruçtan sonra yemekten hoşlanır. Ağır bir işten sonra içmek hoşa gider.” “Ah aziz peder” dedi Chapelle. “Beni bununla teselli etmeyin, ben bilirim ki Allah uğrunda ne yapılırsa vicdanı lekelemeden yapmalı, böyle yapmamak günahkârlıktır.” Rahip çok memnundu. “Düşüncelerin beni memnun etti” dedi. “Temiz ve saf vicdanın hoşuma gidiyor. Söyle bana, lüzumundan fazla şeylere sahip olmak istedin mi, tamahkarlık suçun var mı?” Chapell; “Aziz peder” dedi, “İsterdim ki bu tefecilerin evinde yaşadığıma bakmayasınız, benim onlarla ilgim yok. Aksine onları bu rezil işten vazgeçirmeye geldim. Bu hastalık araya girmeseydi bu düşüncemi de gerçekleştirirdim. Şunu bilin ki babam bana büyük servetler bıraktı, bir kısmını Allah uğruna harcadım, hayatımı kazanmak için ticaretteki kazancımı daima yoksullarla paylaştım. Bunun için Allah beni öyle korudu ki servetim gittikçe arttı.” “İyi yapmışsın oğlum, şimdi söyle, sık sık öfkelenir misin?” “Çok sık, itiraf ederim ki insanların yaptıkları fenalıkları, Allah'tan korkmayışlarını düşünüp de öfkelenmemek mümkün mü? Çok defa gençlerin günahkârlıklarını görünce ölmeyi istemişimdir. Onların kilise yerine meyhanelere gidişlerini ve ahiret yerine dünyayı sevişlerini görmekten helak oluyorum.” “Oğlum” dedi rahip, “Bu türlü öfke hayırlıdır. Bu konuda ben de senden farksızım. Şu var ki bu öfke yüzünden birini öldürmen ya da bir kabalık yapma ihtimali oldu mu?” “Hayır” dedi Chapella. “Bu benden uzak olsun, böyle işleri ancak kötü ve günahkar insanlar yapar, öyle yapsaydım Allah beni bu kadar yaşatır mıydı?” “Allahın gıpta ettiği insan” dedi rahip. “Söyle bana, hiç yalan yere şahitlik ettin mi, birisinin aleyhinde konuştun mu yabancıya ait bir malı zorla aldın mı?” “Maalesef bir defa birinin aleyhinde bulundum. Bir komşum vardı, haksız yere karısını döverdi, hele çok içtiğinde. Bu kadına acıdığım için bir defa akrabasına kocasının aleyhinde konuştum.” “Söyle bana, sen tüccarsın, her tüccar gibi birini aldattığın oldu mu?” “Bunu yaptım aziz peder. Aldattığımın kim olduğunu hatırlamıyorum. Satın aldığı beze karşı bana para getirmişti. Saymadan kasaya koymuştum, bir ay sonra gördüm ki, adam dört lira fazla getirmiş, bu fazlayı ancak bir yıl sonra geri verebildim. Adamı daha erken göremedim.” “Bu önemsiz bir şey ama, iyi yapmışsın.” Rahip, hastaya daha birçok soru sordu, hasta da aynı tonda cevap verdi. Sıra tövbeye gelince, hasta: “Bir suçumu henüz itiraf etmedim” dedi. “Hatırladığıma göre bir cumartesi günü saat 9’dan sonra hizmetçime evi temizlettim. Yani öylece kutsal pazar gününe karşı saygısızlık ettim.” “Bunun ehemmiyeti yok.” “Hayır, o kadar önemsiz değil, pazar gününe saygı göstermeli, çünkü peygamberlerimiz o gün ölümden dirilmiştir.” “Başka yaptığın var mı?” “Evet, bir defa kilisede yere tükürdüm.” “Bu, vicdan azabı verecek bir şey değil, biz rahipler bunu her gün yaparız, ama fena tabii. Allah’a ibadet edilen kilise her yerden temiz tutulmalı.” Chapelle daha birçok şey söyledikten sonra ağlamaya başladı. O kolay ağlardı. “Oğlum, neye ağlıyorsun?” “Ah, aziz peder, henüz hiç itiraf etmediğim bir suçum var, söylemeye utanıyorum, onu hatırladıkça gözlerimden yaş gelir. Eminim ki Allah bu suçumu bağışlamayacak.” “Hayır oğlum, dünyanın işlenmiş ve işlenecek suçları bir adamda toplansa ve o adam senin duyduğun pişmanlığı duysa, Allah onu affeder.” “Aziz peder, benim günahım o kadar büyük ki siz, dua etmezseniz, Allah bağışlamaz.” “Söyle onu da, sana şefaat isteyeyim.” Chapelle, bir müddet ağlamaya devam edip rahibi heyecanda bıraktıktan sonra: “Aziz peder, bana şefaat edeceğinizi vaad ettiğinizden dolayı onu da itiraf edeceğim. Ben çocukken bir defa anneme sövmüştüm.” “Oğlum, bunu bir büyük günah mı sayıyorsun? İnsanlar her gün Allah'a isyan ediyorlar ama pişmanlık duyanları Allah affediyor. Ağlama, içini rahat tut, İsa’yı çarmıha gerenlerden birisi bile olsaydın, pişmanlık duyunca Allah seni affederdi.” “Ah, aziz peder, beni dokuz ay karnında taşıyan, sonra da yıllarca, omuzunda gezdiren anneme sövmek… Bu büyük günah benim için, dua etmezseniz, Allah onu affetmez.” Rahip, Chapella'ya olan suallerini tamamlayınca tövbe ettirdi ve onu kutsadı. Hastanın bütün söylediklerini doğru olarak kabul ediyor ve onu dindar bir adam sayıyordu, ölümün karşısında böyle bir itirafta bulunan adam için, başka ne düşünebilirdi? Hastaya dönerek: “Allahın yardımıyla yakında iyi olacaksın ama Allah sevdiği canı kendisine almak isterse vücudunun kilisemizde gömülmesine yardımcı olur.” “Ben de Allah'tan bunu niyaz etmenizi isterim. Sizin tarikatınıza karşı her zaman saygı duydum. Bana İsa'nın vücudundan bir parça ver ve son yağlamayı yap. Günahkâr yaşadımsa da Hıristiyan olarak ölmek isterim.” Papaz, hastanın arzularını yerine getirdi. Ev sahibi iki kardeş, Chapella'nın kendilerine bir ihanet yapacağından korkuyorlardı. Onun rahiple konuşmalarını tahta perdenin arkasından dinlemişlerdi. İtirafın bazı yerlerinde kahkahalarını zor tutuyorlardı. Bu ne biçim bir adam, diyorlardı. Ne ihtiyarlık ne hastalık ne de Allah huzuruna yaklaşmak, onu yalancılıktan kurtaramıyor. Chapella'nın hastalığı ağırlaştı, son yağlaması yapıldı, aynı günün akşamı öldü. Ev sahibi iki kardeş, cenaze için lazım geleni yaptılar ve cenazeyi almaları için manastıra haber yolladılar. Önceden gelen rahip, Chapelle'nin ölüm haberini duyunca, manastırın başkanına gitti, toplanan rahiplere onun iyiliklerini anlattı ve cenazeyi saygıyla karşılamalarını rica etti. O gece rahipler, Chapella’nın yattığı yere giderek uzun bir dua okudular. Ertesi sabah dini kıyafetlerini giyerek ellerinde kitap ve haç, ilahilerle cenazeyi aldılar. Cenaze kiliseye getirildi. Rahip, onu öven uzun bir nutuk attı, onun örnek bir Hristiyan sayılması gerektiğini söyledi. Duadan sonra rahipler sırayla onun elini ve ayağını öptüler. Hepsi ölünün elbisesinden bir parça koparmaya uğraştı. Ertesi akşam büyük saygıyla cenaze, kilisenin mermer holünün altına gömüldü. O günden itibaren halk oraya mumlar getirmeye başladı. Ölünün kutsallık ünü öyle yayıldı ki başı dara düşenler, artık yalnız onun mezarında dua ediyorlardı. Ona kutsal Chapella adı verilmişti. Allah’ın onda bir mucize meydana getirdiğine inanılıyordu. İşte Chapella böyle ölmüştü. İnkâr edemem ki Allah’ın ona rahmet etmiş olması mümkündür. Gerçi günahkarca yaşamıştı, ama son anında öyle pişmanlık duymuştu ki, belki Allah onu rahmetine layık görmüştü. Ama bunlar bize gizli olduğu için görünüşe göre onun cennetten daha çok, cehenneme layık olduğunu sanırım. * 03.02.2019

bottom of page