top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Bir Devrimciden Gençlere:

    DESTAN GİBİ BİR HAYATINIZ OLSUN… Genç arkadaş! Cumhuriyet 94. yaşına bastı. Yıllardır yapıldığı gibi Cumhuriyet’in bu yıldönümünde de resmî açıklamalar dinleyecek, baştan savma törenlere tanık olacaksın. Senden yöneticilerine itaat eden, düzeni sorgulamayan, verilenle yetinen bir genç olman isteniyor. Bir anıtın önünde, bir anma töreninde saygı duruşuna geçtiğin zaman, bu ülke için toprağa düşmüş olanları, yaralananları düşün. Bağımsız Türkiye’nin yüzyıllarca süren kölelik, yoksulluk, zulüm ve savaşlardan sonra kurulduğunu hatırla. Vatanımızı, gururumuzu, kazanabildiğimiz hakları, milyonlarca insanın kanına, emeğine, alın terine, gözyaşına borçluyuz. Onlara minnet duygularını ifade et ve yarının daha özgür bir Türkiye’sini kurmak için onlara söz ver. Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanının 1927’de sana seslenişi geçerliliğini hâlâ koruyor. Milletin yüzyıllar içinde çektiği acı deneyimlerinden damıtılmış bu görev, en kötü koşullar altında bile ülkenin bağımsızlığını gözün gibi koruman ve savunmandır. Çünkü ancak bağımsız bir milletin bireyi olarak onurlu yaşayabilirsin. Çünkü insanlığın en büyük baş belası olan emperyalizm bugün de milletleri birbirine düşürmeye, onların servetlerine el koymaya, bağımsızlıklarını ayaklar altına almaya çalışıyor. Gençlere, zulüm makinelerine kafa tutmak yakışır. Unutma ki, cumhuriyet, halkın kaderini bizzat ele aldığı yönetim demektir. Emir ve tavsiyeleri dışarıdan alanların yönettiği, emekçilerin söz sahibi olmadığı cumhuriyet, sahte bir cumhuriyettir. Millî servetin emeğe göre adilce bölüşülmediği, bazılarının karnını zor doyurduğu, bir küçük azınlığın ise har vurup harman savurduğu bir cumhuriyet, saygıya layık değildir. Türkiye yaklaşık yüz elli yıldır, gençliğin zincire vurulamaz mücadelesine sahne oldu. Cumhuriyete ulaşan engebeli yolda Yeni Osmanlıların, Tıbbiyelilerin, Harbiyelilerin, Mülkiyelilerin, Genç Türklerin, Darülfünunluların, cepheye gönüllü yazılan okullu yedek subayların silinmez izleri var. Bunlar sana örnek olmalı ve cesaret vermelidir. Sizler de bugünkü Türkiye halkının genç öncüleri olmalısınız. Yarınki tam bağımsız, başı dik, özgür, bayındır bir ülkeyi kurabilmek için kendini bilimle, sanatla donatmalısın. Bilim ve teknikte geri kalırsak, zengin ulusların kölesi olmaya mahkûm olacağımızı unutma. Kendini halk için, halkın iktidarı için yetiştirme yolunda kaybedilecek bir saatin bile yoktur. Zengin-yoksul, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, köylü-kentli, laik-muhafazakâr gibi ayrımlara uğramış, ruhen parça parça olmuş Türkiye halkını, bağımsızlık, demokrasi ve insan hakları temelinde, emeği en yüce değer sayarak birleştirmek, üzüntüleri ve sevinçleri ortak bir millet haline getirmek başta gelen görevindir. Kendini üniversite yerleşkelerine, yaşadığın semtlere hapsetme. Bir yandan bilim yuvalarının dokunulmazlığını, gençliğin haklarını savunurken, diğer yandan işçilerin, köylülerin, her kesimden halkın içine girip onların yaşamlarını gözlemeye, onlardan öğrenmeye ve kendi geleceğini onların geleceğine bağlamaya çalış. Unutma ki makam, servet, unvan kazanmak sana kurtuluş sağlamaz. Seni mutlu edecek tek şey halka hizmet olmalıdır. Bu konuda hiçbir zaman umutsuzluğa kapılma. Kendine güven, halkına güven. Geçmiş yüzyılların uyuşturucu anlayışları, uygarlık ve halk egemenliği yolundaki yürüyüşünde sana ancak ayak bağı olabilir. Kılavuzun akıl ve bilim olsun. Ancak bu yolla sen, senin halkın, bütün dünya halkları özgürleşebilir, refaha ulaşabilir. Başarılarla dolu mutlu bir ömür sürmeye hakkın var. Sağlığını bozacak alışkanlıklardan uzak dur. Genç arkadaş! 94 yıllık Cumhuriyet tarihi, büyük derslerle doludur. Bu geçmişin atılım heyecanını, başarılarını, onurunu sahiplenmek, eksik ve hatalarından, başarısızlıklarından, aymazlıklarından ders alarak daha ileri bir Cumhuriyeti kuracak olanlara katılmak gibi bir görevin var. Yetmiş yaşına bastığın zaman, geriye dönüp baktığında, mücadele dolu geçmişin sana mutluluk versin. Herkesin gururla dinleyeceği bir destanın olsun… (26.10.2013) * NOT: Bu yazı Cumhuriyet Gazetesinin 29 Ekim 2013 günkü Özel Eki’nde “70 Yaşında Bir Devrimciden Geçlere” üst başlığı ile yayımlanmıştır. Aradan dört yıl geçti, sorunlar derinleşti, devrimcilerin heyecanı eksilmedi. (28 Ekim 2017) *

  • Atatürkten Annesine Mektup

    Muhterem Valideciğim, İstanbul’dan ayrılışımdan beri sizlere ancak birkaç telgraftan başka bir şey yazamadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa, hakkımda ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz tamam olmayan haberler şüphesiz merakınızı artırmıştır. Şimdi vereceğim bilgilerle tatmin olacağınız için endişe duyacak hiçbir şey yoktur.… Biliyorsunuz ki İstanbul’da iken yabancı devletler, devleti ve ulusu fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa hepsini hapis ve tevkifle, bir kısmını da Malta’ya sürerek herkesi sıkıntıya sokmakta pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişmemişlerdi. Fakat 3. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler, Hükümete benim gidiş nedenimi sordular. Nihayet İstanbul’a çağırılmamı istediler, bunda ısrar ettiler. Hükümet de beni kandırarak İstanbul’a gelmemi ve İngilizlere teslim olmamı sağlamak istedi. Bunun derhal farkına vardım. Tabiatıyla kendi ayağımla gidip esir olmam doğru değildi. Padişahımıza gerçek durumu yazdım ve gelemeyeceğimi bildirdim. Zatı şahane de önce uygun buldu. Fakat daha sonra İngilizlerin baskısı artmıştı. Sonunda O da İstanbul’a dönmemi emretti. Bu suretle artık resmi görevimde kalmaya imkan görmediğim gibi askerliğimi sürdürdükçe de İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına karşı durulamayacaktı. Bir taraftan da bütün Anadolu halkı, tüm ulus, hakkımda büyük bir sevgi ve güven gösterdi, “Seni bırakmayız” dediler. Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için tek çare, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti tek vücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Ve bütün suçu bizim hükümete attılar. Gerçekten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat gücü buna yetmedi ve yetemez. Daha bir zaman bu şekilde Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Yakında Millet Meclisi toplanacak ve meşru bir hükümet iktidara gelecektir. Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim. Sıhhat ve afiyetteyim, katiyyen hiç merak etmeyiniz. Salih Bey (Salih Fansa) Fuat Beyden alacağını aldı mı? Bunu bilgi almak bakımından soruyorum. Yoksa her ne olursa olsun, elhamdülillah hiç önemi yoktur. Siz müsterih olunuz ve bir sıkıntınız olursa derhal bana bildiriniz. Bu mektubu getirecek olan “….” size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. Kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz. Hemşiremin sıhhati nasıldır. Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi? Salih (Fansa) Beyle Madam Salih inşallah sıhhat ve afiyettedirler. Ben kendilerini daima yad ediyorum. Madamın benim hakkımda bir rüyası vardı. Galiba o çıkacaktır. İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz. Ben, birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim. Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekâlâ bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım. Saygı ile ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim. Salih’e (Bozok): Gözlerinden öperim; bana İstanbul havadisi vermene intizar ederim. Ağustos 1335 (1919) / Mustafa Kemal *** Kaynak: Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, Kırmızı Beyaz Yayınevi Hazırlayan: Nurten B. AKSOY

  • ATATÜRKÇÜ TAYYİP ERDOĞAN!

    “Tayyip Erdoğan sosyalist olabilir mi?” sorusuna pek çoğunuzun hayret edeceğini ve “Daha neler?” diyeceğini sanırım. Onun ve bir işaretiyle parti sözcülerinin son 10 Kasım’dan beri Atatürkçülüğe ve Atatürk’e sahip çıkan sözleri ve yandaş medyanın yazdıkları karşısında da aynı hayret duygularını okuyor ve dinliyoruz. Bir kısmımız ise Erdoğan’ın Atatürk’le ilgili dilini değiştirmesinden memnun. Ondaki bu değişimi Atatürkçülüğün zaferi olarak görüyor. Bundan sevinç duyuyor. “Kapıları kapatmayalım” diyenler var. İnsanları şu veya bu ideolojinin taraftarı yapan, kimlik değişikliklerini zorlayan zorunluluklardır. Bilinen bir gerçektir: insan beyninin biçimlendiren içinde yaşadığı atmosferdir. Doğadaki değişim gibi insandaki değişim de mutlaktır. Kırk yıllık Yani, öyle zaman gelir ki Kâni olmak zorunda kalır. Değişime uğrayanların bir kısmı, bunu zorlama olmadan, samimi olarak yaparlar. Öğrenmişlerdir ve inanmışlardır. Bir kısmı ise inanmadıkları halde herhangi bir kişisel veya politik çıkar için değişmiş görünürler. Bukalemun gibi her renge bürünürler. Bukalemuna bulunduğu yerin rengine girme becerisi, hayatta kalma stratejisi olarak evrim tarafından kazandırılmıştır. Ona benzemeye çalışan bir siyasetçinin amacı ise iktidarda kalmaktır. Daha önce sosyalizmle hiç ilgileri olmadığı halde 1920 Meclisinde birçok mebusun Bolşevizm’e taraftar olması, kızıl kalpak giymesi ve komünizm yarışına girmesi, komünizmin akşamdan sabaha bütün dünyaya hâkim olacağı düşüncesinden kaynaklanıyordu. Neyse ki bunun o kadar da yakın olmadığı, telaş etmek gerekmediği anlaşılınca kırmızı kalpaklar çıkarılmış bu kez bir kaçı dışında mebusların çoğunluğu komünizm aleyhinde bulunmada yarışa girmişlerdi. 1980 darbesinden sonra devrimcileri asıp kesmekte olan Kenan Evren için şöyle demiştim: “O bir gün sosyalist olduğunu ilan edebilir!” Bu tabii sosyalizmin yükselmesi ve toplumun bu talepte bulunmasına bağlıydı. Neyse ki, böyle bir şey olmadı ve Kenan Evren yaygın bir deyimle “Gardırop Atatürkçüsü” olarak bu dünyadan göç etti. Milleti Atatürkçülükten de nefret ettirdi. 18 Temmuz 2017 günkü “Erdoğan Beni Nasıl Yanılttı” yazımda itiraf ettiğim gibi, Tayyip Erdoğan beni iki kez yanılttı. Birinci yanıltması şöyle oldu: Büyük Ortadoğu Projesi’nin revaçta olduğu dönemde Mısır gezisinde “Bir Müslüman laik bir ülkede yönetici olabilir. Devlet laik olmalıdır” demişti de sevinmiş, şimdi onun Atatürkçü olmasından sevinenlerin yaptığı gibi, bunu bir ilerleme, laikliğin kendini kabul ettirmesine yormuştum. Sonraki gelişmeler gösterdi ki bu söz yalanmış. Erdoğan İslami bir devlet düzeni kurmaya çalıştığı halde devletin laik olması gerektiğini niçin söylemişti? Çünkü Büyük Ortadoğu Projesinin sahibi ABD, Ortadoğu’da radikal İslamcıları değil, kendisi ile uyumlu çalışacak laikleri tercih ediyordu. İkinci yanıltması ise, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra muhalefete karşı daha yumuşak bir tutum alacağını sanmamdır. Çünkü Fethullah örgütüyle savaşırken muhalefetle kısa sürede de olsa ateşkes yapmak zorundaydı fakat bu tutumu çok kısa sürdü. Bütün muhalefete karşı haksız, amansız, acımasız bir saldırıyı tercih etti. Eli değmişken tümünü tasfiye etmek hevesine kapıldı. YÜZDE YARIM OY İÇİN! Atatürk’ün tek adamlığına özenmekle birlikte, Tayyip Erdoğan’ın düşünsel ve ruhsal dokusu Atatürk’e, laikliğe ve demokrasiye karşı kinle dokunmuştur. Buna rağmen şimdi neden Atatürk’le ve Atatürkçülükle barışma hamlesi yapıyor? 10 Kasım’dan beri sohbet ettiğim birçok arkadaşın da hemfikir olduğu gibi bu bir seçim taktiğidir. 2019 seçimleri kritik bir önemdedir. Eğer bu seçimi kazanamazsa başkanlığı ile birlikte kurmak istediği tek adamlık rejimi sona erecektir. Şimdi o, başkanlığı garanti edebilmek için uçan kuştan medet umuyor. Atatürk’ü olumlayan sözleri nedeniyle yüzergezer oylardan yüzde yarım puanlık getirinin bile hayati önemi var. Ona oy verenlerin büyük çoğunluğu zaten laikliğe onun gibi düşman değillerdi. Her zaman yazdığım gibi başka nedenlerle oy veriyorlardı. “Milliyetçiliği ayaklar altına aldım” diyen bir lider nasıl milliyetçi söylemlerle MHP yönetimini, kendisine bağlamış ve milliyetçi oylardan bir kısmını yedeğine almışsa, Atatürk’le ilgili kampanyadan da bir miktar oy bekleyebilir. Bir parti de “Tayyip Erdoğan’ı destekliyorsunuz” eleştirisine karşı “O bizim yanımıza geldi” yanıtını veriyordu. Yalnız arada gene de bir Atatürkçülük pürüzü vardı. Şimdi o partiyle pürüz de ortadan kalkmış sayılır… Erdoğan’ı Türkiye’de dinci bir devlet kurmaya çalışmakla suçlayıp duruyoruz. Bununla ilgili pek çok sözü ve uygulaması varken geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir makalenin yazarı bu görüşün yanlış olduğunu, Erdoğan’ın bütün olguları kendi başkanlığını garantiye almak için kullandığını, bunun için her tedbiri almaktan çekinmeyeceğini, her boyaya girebileceğini yazıyordu. Yoksa bu makalenin yazarı mı haklı? Neyse ki Erdoğan şimdilik sosyalist olduğunu söylemiyor. Çünkü sosyalistlerin bir oy gücü bulunmuyor. Atatürkçü söyleminin de onun başkanlığı garanti altına almak için kurulmuş bir tezgâhtan başka bir şey değildir. Kimse umuda kapılmasın… (15 Kasım 2017) Diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • ATATÜRK Haftası

    BU hafta ATATÜRK haftası... Ölümünün 79.Yıldönümü ilgili yazılarımızı okumak için resme TIKLAYIN

  • Veda

    Zülfü Livaneli'nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği Veda filminde, çocukluk arkadaşı Salih Bozok'un Atatürk ile yaşadığı bir ömrün en çarpıcı anları ile ona duyduğu derin dostluk anlatılmakta. Keyifli seyirler dileriz.

  • Zübeyde Hanım

    Zübeyde Hanım D. 1857, Selanik - Ö:14 Ocak 1923, İzmir Ali Rıza Efendi'nin eşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Makbule Atadan'ın annesidir. Aile Kökeni Osmanlı devrinde, Fatih Sultan Mehmet zamanında Anadolu Larende-Karaman’dan Rumeli’ye göçen ve Selanik yakınlarındaki Langaza’da toprak işleri ile uğraşan bir Türkmen ailesi olan Hacı Sofu ailesindendir. Mustafa Kemal Atatürk’ün anne soyu da, Karaman’dan gelerek Selanik ile Manastır’ın arasında bulunan Vodina Sancağı’na bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar” Nahiyesine yerleştiler. Aile, sonradan Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Langaza’ya yerleşmiştir. Zübeyde Hanım Dedesi Feyzullah Efendi’in taşıdığı “Sofu-zade” (Sofular) lâkabı, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adları ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Mustafa Kemal Atatürk’ün anne soyu Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan dolayı da “Konyarlar” olarak Rumeli’de anılan Yürük, Türkmenlerdendir. Zübeyde, 1857’de Lankaza’da dünyaya gelmiştir. Babası: Sofuzade Feyzullah (Sadullah) Ağa, annesi : Molla Hanım olarak anılan Ayşe Hanım’dır. Döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, kendisi de okur yazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla olarak anılırdı. Hacı Sofu gibi dinine bağlı bir aileden geldiği için kendisi de öyleydi. Türk tarih kitaplarında sıkça geçen, eğitim sisteminin karışık olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal’in ne tür bir okula gideceği konusundaki tartışmalarda Zübeyde’nin, dini eğitim veren Mahalle Mektebi’ne gitmesinde ısrarcı oluşu bu yüzdendir. Selanik’te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur Ali Rıza ile 1871 yılında henüz 14 yaşında iken evlendi. Çift Selanik Yenikapı semtinde yeni hayatını başlatmış ve Zübeyde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı çocukları doğmuştur. Ancak Fatma bu dönemde ölmüştür. Evliliğinin ilk yıllarını Olimpos Dağı eteklerindeki Papazköprüsü denilen yerde geçiren Zübeyde Hanım ve ailesi sonra Selânik’teki pembe boyalı bir eve taşındı. Ali Rıza Efendi’nin Zinet-i Bostan denilen bir arsanın üzerine yaptırdığı bu evde Zübeyde Hanım, Atatürk’ü dünyaya getirdi. O günleri şöyle anlatır: “Evin bahçe duvarları yüksek ve alt pencereleri de demir parmaklıklıydı. Mustafa’m bu evin ikinci katında sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuştu. O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti Çayağzı denilen yerdeydi. Bazı geceler eve gelemiyordu. Bu sebeple bana Üftade isimli bir yardımcı tutmuştu. Bu evde ana-oğul çok ıssız bir hayat geçirdik.” Ömer ve Ahmet de bu dönemde ölürken, 1881’de dördüncü çocukları Mustafa, 1885’te Makbule, 1889’da Naciye doğdu. Naciye’yi de küçük yaşta veremden kaybettiler. Ali Rıza Efendi de 1888 yılında öldü. Zübeyde Hanımın İkinci Evliliği Bunun üzerine Zübeyde, çocuklarını da alarak abisi Hüseyin Bey’in Langaza’daki çiftliğine gitti. Babasının erken ölümünün ve dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak yaşadıklarının Mustafa üzerinde derin etkileri olduğu düşünülür. Abisine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde, ikinci evliliğini Selanik Gümrükler başmüdürü Ragıp Bey ile yaptı. Ragıp’ın de önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Mustafa Kemal’i üzdü. Zübeyde Balkan Savaşı’ndan sonra Ragıp Bey’den ayrıldı ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selanik’i terk ederek kızı Makbule ile birlikte İstanbul’a göç edip Beşiktaş Akaretler’de bir eve yerleşti. Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy’a, Ragıp Bey hakkında ;Bana karşı hep çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar bir insandır, diye demiştir. 1919’da Anadolu’ya çıktığından beri görmediği ve üstelik Osmanlı Padişahı tarafından hakkında ölüm emri verildiğini öğrendiği oğlu Mustafa Kemal ile ancak 14 Haziran 1922’de Adapazarı’nda tekrar buluşan Zübeyde, onun yanına Ankara’ya yerleşti. Ancak bu şehrin sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkileyince tedavi amacıyla İzmir’e gitti. Atatürk, bu günlerde Salih Bozok’a; “Salih, annemin hastalığı çok vahimleşti. Korkarım ki kendisine bir hal olmasın. Son isteğini yerine getirmek için engel olmak istemedim. Bu korktuğum şey vaki olursa yapacağın şudur. Ankara’ya yakınsanız oraya dönün. İzmir’e yakınsanız oraya gidin. Annemin cenazesi benim her zaman ziyaret edebileceğim bir yere gömülmelidir” dedi. 14 Ocak 1923 günü 66 yaşında oğlunun başarılarını gördükten sonra hayatını kaybetti. Zübeyde Hanım İzmir’in Karşıyaka ilçesinde 1940 yılında yaptırılan anıt mezarda yatmaktadır.

  • Yaşasın Cumhuriyet

    29 Ekim 1997 Cumhuriyetin ilanının 74. yıldönümüydü. Özel Deniz Lisesinin Orta 3. sınıfında öğrenciydim ve o yıl yapılan kutlamalar esnasında çok hoşuma giden bir olaya şahit olmuştum. Okul olarak hepimiz Güzelbahçe'de eğitim veren Özel Liseler ve Anadolu Liseleriyle birlikte kutlamaların yapılacağı Güzelbahçe Stadında toplanmıştık. Zemini topraktı. Aynı zamanda Güzelbahçe İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün Organizasyonuydu ve orada eğitim veren okullar arasında dayanışma olmuş, birlikte bir kutlama düzenlenmişti. Özel Liselerin ilkokul öğrencileri de katılmıştı. Bütün okullar toplandıktan sonra tören Saygı Duruşu ve İstiklal Marşının okunmasıyla başlamıştı. Konuşmaların ve gösterilerin yapılması, şiirlerin okunmasının ardından geçit törenine geçilmişti. Hepimiz yürürken Okulumuzun anons edilmesiyle,ilkokul kısmında okuyan öğrencilerimiz sevgi gösterisinde bulunmuşlardı ve bu benim için farklı bir anıydı. Tören bitince eve gitmek üzere servislerimize binip yola koyulmuştuk. Karataş'taki sahilden geçtiğimiz sırada, Özel Çamlaraltı Lisesinde okuyan Öğrencilerin ve görev yapan Öğretmenlerin elele tutuşarak insan zinciri oluşturdukları manzarayı görmüştüm. Bu görüntü beni çok duygulandırmış, Cumhuriyet Bayramına bambaşka bir anlam katmıştı CUMHURİYETİN İLANI Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a çıkmasıyla birlikte zorlu süreç başlamıştı. 23 Temmuz 1919 Erzurum ve 4 Eylül 1919 Sivas Kongrelerinde tam bağımsızlığa dayalı yeni bir Türk Milletinin kurulması kararını verildi. Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya gelmiş ve çalışmalarını orada sürdürmüştür. Bir diğer adım ise 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'nın Ulus Semtinde 1.Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmasıdır. Daha o zaman elektrik olmadığı için gaz lambası kullanılmış ve Milletvekillerinin oturduğu sıralar Öğretmen Okulundan temin edilmiştir. 12 Mart 1921 tarihinde Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı ve ''Korkma'' ile başlayan şiiri, İstiklal Marşı olarak kabul edilmiştir. Aynı sene Türk Ordusu 1.ve 2.İnönü Zaferleri, Mustafa Kemal Paşa'nın yönettiği Sakarya Meydan Muharebesini kazanmıştır. 1922 yılında Meclis'in Mustafa Kemal Paşaya Başkomutanlık yetkisini vermiştir. Atatürk,25 Ağustosu 26 Ağustosa bağlayan gece taarruza geçeceğini telgrafla Meclise bildirince, Ankara'da büyük bir sevinç yaşanmıştır. 26 Ağustosta saat 05:30'da Türk Topçusunun Ateşiyle başlamış, Afyon Şuhut'tan yönetilmiştir. Amaç Yunan Ordusunun ele geçirdiği yerlerinin tamamen alınmasıydı. 30 Ağustosta Başkomutanlık Meydan Muharebesinin kazanılmasıyla Kütahya düşman işgalinden kurtarılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk bu zaferden sonra, ''Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!'' emrini vererek İzmir'e doğru ilerlemiştir. 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir'in kurtuluşu ile .tarihimizde büyük bir adım daha atılmıştır. Ve 1923 yılına gelinmiştir Çok çetin müzakerelerin ardından, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasıyla yeni Türk Devletinin bağımsızlığının tanınmasının önü açılmıştır. Bu konudaki en büyük başarı kapitülasyonların kaldırılması olmuştur. Kapitülasyon: Bir ülkede, yurttaşların zararına olarak, yabancılara verilen ayrıcalık hakları anlamına gelmektedir. İmzayı İsmet İnönü atmıştır. 6 Ekim 1923 tarihinde İstanbul düşman işgalinden kurtarılmış, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara Başkent ilan edilmiştir. Son olarak 29 Ekim 1923 tarihine gelinmiş ve Meclis akşam saat 18:00'de toplanmıştır. Mustafa Kemal'in hazırladığı anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesiyle Cumhuriyet ilan edilmiştir. Daha sonra yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Atatürk oybirliği ile Cumhurbaşkanı olmuştur. Cumhuriyet: Atatürk'ün izinde ilerlemek, açtığı yolda durmadan yürümek, aydınlık nesillerin yetişmesidir. 97 yıl önce de olduğu gibi bugünde sonsuza kadar yaşatmak ve korumak hepimizin görevidir. Başta Mustafa Kemal Atatürk ve Silah Arkadaşları olmak üzere,bağımsızlığımız için canlarını feda etmiş tüm Şehitlerimizi ve Gazilerimizi saygıyla anıyoruz. Bayramımız kutlu olsun...

  • Cumhuriyet

    Cumhuriyeti Biz Böyle Kazandık: Cumhuriyetimizin kuruluşunun 97. yıldönümü. Yani en büyük bayramımız. Aslında zaman zaman unutsak da hepimiz tarihimizi, bugünlere nasıl geldiğimizi, neler yaşayıp, ne badireler atlattığımızı çok iyi biliyoruz. Ama bu topraklardaki geçmişimize kısacık bir göz atıp Cumhuriyetin nasıl kazanıldığını yine de bir hatırlatalım istedik... Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. 1299 yılında Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Söğüt yakınlarında kurulan Osmanlı Devleti altı yüz yıldan fazla hakimiyet sürmüş güçlü bir devletti. 1453 yılında İstanbul’un fethiyle kuruluşunu tamamlayan Osmanlı, Muhteşem Süleyman’ın ve daha sonra da 1579 yılında ünlü Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümlerine kadar en şanlı dönemini, yani Yükseliş dönemini yaşamış, üç kıtaya nam salmıştı. Gelişme ve Yükseliş dönemlerinden sonra, şanlı zaferlerin ve fetihlerin bitmesiyle önce Durakalma Devri; saltanat kavgaları ve iç çekişmelerle geçen bu dönemden sonra da Gerileme Devri başlamıştı. On dokuzuncu yüz yılla başlayan gerileme devrinde, girdiği savaşlardan ve imzalanan anlaşmalardan sürekli kayıpla çıkan Osmanlı Devleti ne yazık ki sonunda parçalanma dönemine girmiş,19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren de Avrupa’nın “Hasta Adamı”olarak görülmeye başlanmıştı. (Deyim 12 Mayıs 1860 tarihinde The New York Times tarafından yazılır ve kullanılmaya başlanır.) 19.Yüzyıl Dünya tarihi açısından olduğu kadar, Osmanlı Devleti açısından da birçok değişimin yaşandığı bir yüzyıldır. Bu yüzyılda Osmanlıda mutlakıyet yönetiminden meşrutiyete geçilmiş ve padişahın yanında İttihat ve Terakki Fırkası da yönetimde söz sahibi olmaya başlamıştı. Milliyetçilik akımının etkisiyle ayaklanan milletlerle uğraşan Osmanlı yöneticileri, bir yandan da Avrupalı devletlerin içişlerine karışmalarını engellemeye çalışıyorlardı. 20.Yüzyılın başında Osmanlı Devletinde kötü gidişi durdurmak, birlik ve bütünlüğü sağlamak için türlü kurtuluş çarelerine başvurulsa da bunlardan istenen sonuç elde edilememiş ve ne yazık ki yıkılış kaçınılmaz olmuştu. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, Yüzyılın başında kaybedilen Trablusgarp ve Balkan savaşları, ardından patlayan 1. Dünya Savaşı, Osmanlının toparlanma çabalarının hüsranla bitmesine neden olmuştu. 1914’te başlayıp dört yıl süren I. Dünya Savaşı sonunda Almanya, Avusturya – Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devletinin de içinde yer aldığı İttifak Devletleri yenilmiş, yenen ve yenilen bütün devletler savaştan çok zarar görmüştü. Milyonlarca insanın öldüğü, şehirlerin yakılıp yıkıldığı bu savaştan sonra, yenenlerle yenilenler arasında önce ateşkes, sonra da barış antlaşmaları yapılmış, İmparatorluklar yıkılarak, yerine yeni devletler kurulmuştu. 1.Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğunun, İtilaf Devletlerince işgali sonucunda Misak-ı Millî sınırları içinde, ülke bütünlüğünü korumak için çok cepheli siyasi ve askeri bir milli mücadele yani Kurtuluş Savaşı başlatılmıştı. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsuna ayak basmasıyla başlayan ve 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile de resmen sona eren Kurtuluş mücadelesi ile Cumhuriyetin de temelleri atılmıştı. 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra Atatürk, “egemenliğin ulusa dayandığı” bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklar yapmaya başlamıştı, 29 Ekim günü Atatürk milletvekilleri ile de görüştükten sonra, taslağı hazırlanan “Cumhuriyet” önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vermiş, Meclisin de önergeyi kabul etmesiyle Türkiye Devletinin yeni yönetim biçimi Cumhuriyet, yeni ismi de “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak belirlenmişti. yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim... (Nazım hikmet Ran) Bir millet, bir devlet küllerinden yeniden doğuyordu. Artık yeniden ayağa kalkma zamanıydı. Atatürk’ün önderliğinde el ele, gönül gönüle veren Türk Halkı yeni Cumhuriyete şekil veriliyordu. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik, inkılapçılık olmak üzere; Türkiye’nin çağdaşlaşma yönünü belirleyen, Atatürk Devrimlerine temel teşkil eden ve Türk milliyetçiliğini esas alan bu ilkeler. Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırabilecek, bilimsel düşünceyi esas alan aklın ve mantığın çizdiği yollardı. Artık laik ve demokratik bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetinde, toplumsal, kültürel, yasal ve iktisadi bir dizi düzenlemeye gerek vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından öncülük edilen, TBMM’nin açılmasından sonra 1922’de saltanatın kaldırılması ile 1937’de laikliğin anayasaya girmesine kadar devam eden ve sonucunda teokratik ve çok uluslu Osmanlı Devleti’nin laik, demokratik ulus devlet Türkiye Cumhuriyetine dönüşmesiyle sonuçlanan devrimleri hayata geçirmeye gelmişti sıra. Atatürk’e göre bu devrimlerin amacı; Türk Milletinin son asırlarda geri kalmasına neden olan bütün kurumları kaldırarak yerine milletin karakterine, şartlara ve çağın gereklerine uygun ve ilerlemeyi sağlayacak yeni kurumlar kurmak ve Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmaktı. İlk iş olarak Tevhid-i Tedrisat yani öğretimin birleştirilmesi ile başlayan devrimler, harf devrimi, kılık kıyafet devrimi, soyadı kanunu, Kadınlara siyasi hakların verilmesi, medeni kanunun çıkarılması… gibi sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve anayasal alanda yapılan bir dizi düzenlemeyle devam etmişti. İşte bu zor koşullarda kurulan Cumhuriyet; doksan beş yıllık bu süreçte pek çok isyana, ayaklanmaya, darbeye maruz kalmasına karşın demokrasi anlamında hala emeklemeye devam etmekte; siyasi, sosyal ve ekonomik bir kavgadan sağ salim çıkabilme savaşı vermekte. Umudumuz ve dileğimiz Cumhuriyetin; kardeş kavgasının olmadığı, halkının mutlu ve barış içinde yaşayacağı nice yaşlara ulaşması. BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN…

  • Albert Einstein'dan Atatürk'e

    17 EYLÜL 1933 Ekselansları Atatürk OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler. Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler. Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan Prof. Albert Einstein

  • maviDUVAR

    Etkinlikler duyurular, tanıtımlar yapılabilen DUVAR, üyelere, kamu yararı gözeten her duyuruya, HERKESE AÇIK... Yeni çıkan kitabınızı, derginizi, serginizi, etkinliğinizi duyurun. DUVAR ilanlarımızı görün, UYE olun, ücretsiz katılın.

  • Best-seller

    Kategorisinde (Tam çevirisi en iyi satan) çok satan ürünler için kullanılmaktadır. Gelip geçici olduğu için kalıcı da değildir. Dilimize çok satış yapan olarak çevrilmiştir. Bu tür kitaplar edebiyat severlere katkı sunamamaktadır. Öykünün nasıl işlendiğine de önem verilmemektedir. Zaten öyle bir amaca hizmet etmediği için bu çok normal bir durumdur. Bu tür kitaplarda insanların ilgisini çekecek bir öykü bulunmaktadır. Aynı duygular, bol miktarda işlenerek sömürülmektedir. (Roman ve Film Dünyasının Klasik 46 bilinen-klasikleşmiş konusu bulunmaktadır. Eleştirmenler tarafından da doğrulanmaktadır. Göstermelik kitabı ticari hale sokmaktadır. Dili bir çocuğun anlayabileceği kadar basittir. İçersinde cinsellik de bulunmaktadır. Zaten insanlar en çok bu sayede çekilebilmektedir. Kitabın isminin albenisi olmaktadır. İsim bulunurken pazarlama kuralları da göz önüne alınmaktadır. Ön kapakta ve arka kapakta kullanılan tanıtım yazıları okuyucunun ilgisini çekecek yapıda olmaktadır. Özellikle buna çok önem verilmektedir. “Anında hayatınız değişecek” türü ibareler yer almaktadır. Okuyucunun kitabı okurken duygularıyla hareket etmesini hedeflemektedir. Kitabın düşüncesi olmasına gerek yoktur. Best seller'ın ilkesi: “NE ÇOK SATAR?” dır. Geriye ne özgün bir tat ne de bir iz bırakmak gibi bir kaygısı yoktur, zaten olmasına gerek de yoktur. Bu yıl o kitap satar, unutulur, ertesi yıl başkası trend olur. Bilgi sahibi olmaya yaramamaktadır. Edebi değeri olmayan, güzelce yaldızlı ambalajlı olan kitaplardır. “Herkes okuyormuş ben de okuyayım”ı söyletmektedir. “Okudunuz mu? çok sevdim”i dedirtmektedir. Boyalı basının pazarlama stratejisidir. Sanatta ön planda olması beklenen estetik, yaratıcılık, ahlaki kaygılar arka plana atılmaktadır. Sanatla hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. Popüler kültüre dönüktür ve popüler kültürü hedef alan yapıtlardır. Piyasasını hareketlendirme amaçlı bu girişim, tek taraflıdır. “O kitabı çok sevmiştiniz, bunu da çok seveceksiniz,” türünde sloganlarla kimi hatırlatmalar yaparak, aslında “her şey yolunda” gidiyor denmektedir. Kitabınızın adı mutlaka özenle seçilmektedir ve kitabınıza dair birçok şeyi yansıtmaktadır, Kitap boyunca da bu isim nerden geldi diye merak edilir tarzdadır. “Rafınızda bulunsun!”denmektedir. Okunması kolay , sürükleyici çerez edebiyatıdır. Dışı hoş, içi boştur. Mine Urgan'ın dediği gibi; “Acaba kötü bir kitap mı yazdım, neden bu kadar çok sattı”? “Çok satan” yerine “uzun soluklu anlayış” kabul görmelidir. Klasiklerin okunması yaşama farklı açılardan bakmayı beraberinde getirecektir. Kitap alacak iken internetten almayı bile onaylamak doğru değildir. Zaten zor şartlarda yaşayan ve kapanmamak için direnen kitapçılara destek olmak amacıyla kitapçılara gitmemiz gerekir. Böylece onlardaki küçücük bir standdaki best-selleri atlayıp gerçek kitaplara ulaşmamız çok daha kolaydır. Kitap satış yerleri AVM lerdeki her çeşit şeyin satıldığı marketlerin alışveriş sepeti olmamalıdır. Oradaki kitaplardan da, eğer her şeyi okuyup bitirdiysek alabiliriz bir best-seller kitabı… Bir yolculukta okumak için, bize o kitap hakkında ilerde konuşacak kadar bilgi vermesi açısından… Bestseller rafından uzak durmakta yarar vardır. Bilgi edinilen kitabı almak daha faydalı olacaktır. Özgür KARAKAYA. ozgur694@hotmail.com

  • OKUMA YORGUNLUĞU

    Yazacaklarım yorgunluğumdan yakınma değil, gönül kırgınlığımın yansıması ve aynı kırgınlığı duyanlarla paylaşıp gönül onarma yazısıdır. Yazının başlığını okuyup “ Metal Yorgunluk” sözü usunuza düşüyorsa, hoş görülen boyalı basından, izinli televizyon haberlerinden yeterince doymuşunuz demektir. Yazıyı okumasanız da olur. Yazdıklarım küçük yaşından beri dergi, kitap okumayı yaşama biçimi edinmişlere; yaşadıkları yerlerin kitaplıklarının nerede olduğunu bilenlere yöneliktir. Okuduklarından edindikleriyle yaşamına anlam katan, yaşamı sürdürmede karşılaştıkları sorunları çözerken okuduklarından edindiği aydınlanmayla çözüm üretenlere, yaşamdan değişik bir tadı alma derdinde olanlarla söylemekteyim. Birikmiş kırgınlıkları, okuduklarından incinmeleri, güvendiği yazarlardan, yazdıklarından düş kırıklığına uğrayanlarla bir gönül yıkama, gönülden biriken kara sulakları akıtıp yorgun yüreği onarma derdinde olanlarladır. "Artık okumak istemiyorum, usandım saçma sapan kitaplardan” düşüncesine saplanıp kalan gönüldaşlarımın olduğunu kendimden çıkarsadıklarımdan biliyorum. Altmış yıla varmış alışkanlığım usuma sıklıkla takılmaya başladı. Başkalarında da var mı böylesi takıntılar? Böylesi takıntılara saplanmamızın nedenleri nelerdir sorusunu sizler de sorar oldunuz mu? Öncelikle beni okuma sevdasına düşüren birkaç tümceyle sevdanın derininde gezinelim. Okuduğum ilk Türkçe kitap, yaşadığım çevreyi anlatıyordu ve kahramanlarının çoğunu tanıyordum. Kendimi de kahramanlardan birisi olarak duyumsadım. Yazarının tüm kitaplarını okuyarak kahramanlığımın izlerini aradım. Benzer kitaplarla ergen dönemimi geçirmekte zorlanmadım. Gülmeceyi ustasından okuyup insanların bin bir durumunu tanıyıp gülerken düşünmeyi öğrendim. Konuşmayı, sözleri düzgün dizmeyi o yıllarda öğrendiğimi sanıyorum. John Stainback’i erken yaşlarda tanıdım, çelik kasalarda saklanan ülkemizde yasaklanmış kitaplarını bile bulup okumaktan korkmadım. Yasaklanan her şeyin ayrı bir gizemi olduğu düşüncesini yaşam boyu taşıdım. İlerleyen yıllarda John Stainback ADB- Vietnam savaşı için “ ABD bu savaşta haklıdır.” dediğinde ilk kırılmamı yaşarken sorgulama gereğini duydum. Boris Vivan, II. Paylaşım savaşı sırasında Rusya’dan Almanya’ya çavdar taşıyan trenleri görünce Fransız Komünist Partisi’nden istifa edince, yürekliliğin ve diklenmenin böylesine imrendim. Her güzel görünenin alkışlanmayacağını sezinledim. Nobel Ödülü izleri olduğum süremde, Mihail Solohov’u tanıdım. Kitaplarını edinebilmek için beş gün el arabasıyla taş taşıdım yapılarda. Bir yaz ders çalışırcasına atlaslara baka baka okuyup imrendim. Çin Komünist Partisi “ Revizyonistlikle” suçlayınca ötekileri de okudum. Sovyetlerde yasaklanan yazarların başka ülkelerde yazdıklarından bulduklarımı okuyunca, siyasetlerin yazın üzerindeki etkilerini, baskıcı ve denetleyici olmaya çalıştıklarını anlayarak yeni bir çevren kazandım. Savaşlarla işbirliği yapan yazarların üzerine bir kırmızı çizgi çizmeyi de öğrendim. Her Nobel kazanan yazarın iyi kitaplar yazmadığını, başka nedenlerle de ödül verildiğini sezinlemede gecikmedim. Yaşamımın on yılını on dört numara gaz lambası ışığına okumaya verdim. “Kavgam'dan, Das Kapital’den, Lenin’den, Stalin’den, Mao’dan, Enver Hoca’dan karışmış siyasal bilincimi Mustafa Kemal’in Söylevi” ile durultmayı başardım. Hiç birisinin Anadolu halkı ve gerçeği ile örtüşmediği gerçeğini gördüm. Siyasal okumalarımın hızı, yazınsal okumalarımın hızını geçmedi. Dünya yazınını kıta kıta, ülke ülke taradım. Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya yazını ne den Güney Amerika yazınına akraba görünüyordu? Sömürgecilikle yazın arasında bir bağ mı vardı? Sürgit çözmeye çalıştığım karmaşık ilişkiler yumağındaki gizemi yaşlandıkça çözer oldum. Çözme çabalarım sürecek sanıyorum. Dünya ülkeleri neden yöneticileri, diktatörleri, kralları, padişahları, sultanları ile değil de yazar ve ozanları ile anımsanıyor? Çok uluslu ve çok dilli bir ülkede Türk olduğunuzu söyleyince hemen yazar adlarını sorarlar? Koreli bir genç Mustafa Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Aziz Nesin’i anıyorsa nasıl düşünürsünüz? Arnavutça bilmem ama Sırp Savaşından kaçıp Türkiye’ye gelerek evlenmiş bayan öğretmenle “ İsmail Kadare” adının bağıyla tanış oldum. Dostluğumuz sürüyorsa bağımız yazının ve yazarın gücü müdür? Yazımı dünya yazını ile başlatırken, dünya yazınına hayranlığımdan değil de evrenselden ulusala bakarak yorgunluk nedenlerimi sıralamak istedim. Dünyada olan bizde de mi oluyor? Yazın kuşuna dünyayı dolaştırdık, yorulmuştur belki. Ülkemizin ılıman sularına konduralım da soluklansın, duru derelerden, göllerden su içip bereketli toprağımızdan doyunsun artık. Altmış yıllık okuma çizgimde ülkemin yazarları hiçbir zaman ikincil kalmadı. Başka ülke yazarlarını okurken de aralarında bir bağ, benzerlik, ortak duyguyu aramaktan uzak duramadım. Yurdumun her köşesinden köyleri anlatan yazarları okumaya özen gösterdiğimde gördüğüm; İnsanların adını değiştirirseniz yaşadıkları, yaşayamadıkları, umutları, ulaşabildikleri çok benzeşiyor. İşin temelinde üretim, tüketim, paylaşım var. Savaşlar her bölgenin insanına acımasız davranmıyor mu? Okumaya tutkun yıllarımızda yazarlar, yayımcılar az mıydı bilemiyorum.? İki bağlamdan bakıyorum sorunun yanıtına. Yazarlar az yazıp öz yazarak, emek verdiği eylemlerini önemseyip, nicelden çok nitele mi değer veriyorlardı? Yayımcılar azdı belki. Anımsadığım yayınevleri de akçalı çıkardan çok yayımladığının niteline önem vererek okura saygılı mıydı? Geçmişin önemli yayınevlerini düşündüğümde, kendi yazarını ve okurunu yetiştirmekte okul görevini de yürüttüğüne inanıyorum. Kitap ederleri okurunu zorlamazdı. Öğrenciler, öğretmenler indirimlerle korunur, geleceğini hazırlamasına olanak verilirdi. Sınıf, okul, kasaba, kent kitaplıklarına önem verilirdi. Kuşağımın birçok okumuş yazmışı sobasız evlerinden kaçarak kitaplıkların sobalı, ısıtılmış salonlarında ders çalışarak okullarını bitirmişlerdir. Öğretmenlerimiz yatılı Köy Enstitülerinden, öğretmen okullarından edindiği deneyimleriyle sınıf ve okul kitaplığı oluşturmakta ustalaşmışlardı. Bir yumurta ederine onlarca kitap okuyabileceğimizi o yıllarda öğrendik. Giderek radyo yaşamımızda yer almaya başladı. Kasabalarda, kentlerde sinemayla ucundan kıyısından tanıştık ama okumamıza engel olamadı. Radyonun sesini kısarak okumayı ve ders çalışmayı deneyerek öğrendik. Şimdi de alışkanlığı sürdürenlerin olduğunu sanıyorum. Televizyonun nasıl bir ahmak uyutan olduğunu anlamamızın uzun sürdüğüne inanıyorum. Okuma severlerimizin çoğunu görsel sunumları yaygınlaştıran araçların yaygınlaşmasıyla yitirdiğimiz acı bir gerçektir. Okumamak için uyduruk gerekçeler sıralayanların günde kaç saatini görsel araçlara ayırdığını araştırsak sanırım acı gerçekten yürek sıkıntısına düşeriz. Elektriğin, televizyonun, görsel yayınların çoğalmasının yanında kentlerde yaşamanın getirdiği yeni yaşama biçimi de kitabın önemini eritmeyi başardı. Bilişim, iletişim alanındaki gelişmeler, bilgisayarın yaygınlaşması yazarı, yayıncıyı, kitabı ve okuru yozlaştırdı kuşkusuz. Ayrıntılardan öze dönersek; Geçmişten günümüze baktığımızda siyasal, dinsel, akçalı ilişkilerin, yazma, yayınlama, pazarlama, okuma üzerine kurduğu şeytansal üçgendir. Öyle bir şeytansı üçgen ki yazarı, yayıncıyı, kitabı, okuru suçlu olarak görmesidir. Erki karşısında silahsız bir askeri güç olarak algılamasıdır. Has okurlar yazarın, yayıncının, okurun suçlanarak hapishanelerle, sürgünlerle, akçalı cezalarla, linç edilmelerle, ülkeden kaçırmalarla nasıl korkutulduğunu çok iyi bilirler. Bir dönem bizim kuşak okuduğumuz kitaplardan, gazetelerden, dergilerden, yazdıklarımızdan dolayı, okullarından sürüldü, cezaevlerine düştü, okullarından atıldı. Topluma suçlu- sicili bozuk gösterilip işsiz, aşsız bırakılmadı mı? Yaşanan siyasi boğuntuların cuntalı günlerinde kitaplar, dergiler, gazeteler suç öğesi olarak dillendirilerek gösterilmedi mi? Yapılan eylem yazmayı, okumayı kötülüklerin anası olarak göstererek insanlarla kitaplar arasındaki düşmanlaştırmayı kalıcı kılmaktır. Yazar, yayıncı, okur ayağını denk almalıydı. Yoksaaaaaa! Bütün bunlara karşın yazarın, yayıcının, okurun direnenlerinin varlığı kökten kazınamaz. Kazanan da direneler olmuştur ve olmayı sürdürecektir. Ülkemiz bir bölük yazın erleri (Yazar), yayıncıları, pazarlayıcıları sıkıyı görünce siyasal ortamla uzlaşırken, uzlaşmayıp direnenleri önemsizleştirilerek, yok sayılarak unutturulmaya çalışılmıştır. Okurun en sıkıntılı dönemleridir böylesi dönemler. Yetmiş yıldır bu sıkıntı yaşanır ülkemizde. Her siyasal dönem kendi yazarını, yayınevini, kendi görüşündeki okurlarına göre yönlendirmekten kaçınmaz. İkici yeni akımı, cumhuriyet dönemi yazın kuşağını önemsizleştiren uzlaşmacı bir yol izledi. Sosyal gerçekçi akımın önünü askeri cuntalar dönemi keserken, Türk İslamcı dayatmalarla oluşturulan ortam 21. Yüzyıl başlarında yeni dünya düzeni ortamına dönüştürülerek okurun usu bulandırıldı. Post modernizmin, bilim kurgu soyutuyla, dinci, tarikatçı seçkiciliğiyle karmaşıklaşınca okur daha da şaşkınlaşıp, okuduğunu anlamayınca okumadan soğudu. İzlenen yayın izlenceleri, giderek yazınsal özünü yitiren serbest piyasacı bir yolu dayatınca; yazın alınıp satılır bir mal konumunda algılanıyor. Yazar, neyin beğenilip satılacağını, yayıncı ne kadara kazanacağını düşünmeye başlayınca, aldatmaca yaymaca ortamının desteğiyle “ çoksatar yazar- çoksatar kitap” özeğine varıldı. Değerli kitap yayınladığına inandığınız yayınevleri birer birer kapanırken, ayakta durmaya çabalayanlar da yerli ve yabancı yazarların suya sabuna dokunmayan ürünlerine yönelerek günü kurtarma yolunu seçti. İkinci Paylaşım savaşından sonraki dönemde önemsenmemiş kitaplarını yayımlayarak düzenin yanında olduğunu duyumsatmıştır. Ödül olgusu amacından saptırılıp iç ve dış siyasaların yayılmacısı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Okur, “ödüllü” sözüne aldanarak okuduğundan düş kırgınlığı yaşamaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerin, yayınevlerinin, gazete kitap eklerinin "çok satanlar" dizini artık önemsizleşmiştir. Okur kendine göre yazar ve kitap seçimi yapmak zorundadır. Nasıl olmasın ki? Çok ünlü bankaların çok ünlü yayınları arasında bir tek Köy Enstitüsü çıkışlı yazarın adını göremezsiniz. Bir dönemde çok satan kitapları yazan, okuma alışkanlığı vermeyi erek edinen, yazdıklarıyla sinemaya, tiyatroya da destek veren yazarların adını bile unutturmaya çalışmıyor muyuz? "Köy ve tezek kokan" kitapları kitaplığından atan yazarın yıldızlaştırıldığı ortamda kırk yaş ve altı okur “tezek kokan kitapları" okumuyor. Yaratılan ortamdan yararlanmaya çalışan bir öbek tanınmış yazar da akıma uyarak hiçbir nen(şey) anlatmayan, anlattığını sandığı öykü, roman, şiir yazarak yayıncıların kapısında kullaşıyor. Yazdıkları döneme baktığınızda ise bir iki kitabının okunur olduğunu, ötekilerin dolgu gereci olduğunu görünce yoruluyorsunuz. Anadolu’nun her köşesinden özenci yazarlar gerçek yazının derdine düşmüşler. Yayıncılardan umudu keserek, akçalı giderlerini emekli aylığından karşılayıp kitap yayınlama inadında olanlara bir dokunun bin ah işitin. Merdiven altı, korsan yayıncılarınca dolandırılarak hastanelerin yoğun bakımına düşenleriyle arkadaş olun da gelin okumadan yorulmayın. Eline tutuşturulan kitabını kendisi bile tanıyamıyor. Bilgisayar kolaylığından yararlanarak bencileyin yazarlığa özenen öbek ise ayrı bir kanamalı yanılgının içinde olduğunu sezinleyemiyor. 1919’da İzmir camilerinden hoparlörle miting çağrısı yaptıran… (…) savaşında topları patlatıp filleri ürküterek askerleri çiğneten… Yarattığı roman kahramanını karıştırarak yüz yanal ayrımına varamayan, Kanyonla kalyonu karıştırarak bir roman bitiren… Halkın anasından babasından dinleyerek ezberlediği eşkıyaları, efeleri, dadaşları, zakkoşları anlatarak roman yazmaya çabalayan… Aynı olayı kitabın değişik bölümlerinde aynen yineleyerek dolguculuk yapan… Bireyi öne çıkarma kaygısında kendisinin, ailesinin, dede ve ninesinin sır dökümünü yazan… Kadın hakları savunuculuğu yaparken, benliğinde gizlediği sapkınlıkları anlatan… Ünlü olma kaygısıyla bölücülük, dincilik, cumhuriyet ve devrimleri dönemine saldıran, Osmanlıya övgüler dizen… Geçmişin kalkışmalarına, toplumun iç kavgalarına, belirli coğrafyalara, siyasi dönemlere özgü dinlediklerini araştırmadan okumadan; kolaycıların saçma sapan, beklentili yazdıklarını okumak yormaz mı has okuru? Yüzlerce yazarın emekleri olan kitapların kitapçıların ucuzluk sepetinde, kaldırım sergilerinde yönünü SEKA’ya dönerek bekleştiğini gördükçe yazara, emeğe, kitaba kırılmayan, yorulmayan okur var mıdır? Güvenerek gittiğiniz kent kitaplıklarının sergenlerinden, beğendiğiniz yazarların, yayınevlerinin kitaplarının usulca çekildiğine, yerine ucuz siyasa kitaplarının konulduğuna tanık oldukça yorulur has okur. Dergilerin, gazete yazın eklerinin kitap tanıtma yazılarının gerisindeki sen-ben, ahbap-çavuş ilişkilerinin olduğunu bilerek, tanık olarak, aldatılmaya çalışıldığınızı duyumsarsanız, yorulmakta haklısınız. Has okura sormak istediğim soru; okuduğunuzdan yazıklandığınız kitabın, okuyamayıp elinizden, gönlünüzden attığınız yazarların sayısı kaçtır? Okumaya tutkuluysanız, yaşadığınız günlerin umutsuzluğundan- yaşama sevinci yakalamak umuduyla, kitapların sessizliğinde, gönlünüzü onarmaya çalışacağınız kitapların olması bir ilaçtır. İlacın iyisini de geçmişin deneyimlerinden yola çıkarak bulacak has okurun kendisidir. Yorulmamak için seçici olmak zorundayız. Okuma işi önemli bir zihinsel eylemdir. Her kitapla, yazarla, yayıneviyle yorup yaralamanın da anlamı yoktur. Değerliyi okuma dileğimle.

  • Ne Bu Şiddet Bu Celal

    Yazılı ve görsel basına bakacak olursak milletimizin yarısını oluşturan erkek cinsi, diğer yarısını oluşturan kadınlara yapmadığını bırakmıyor! Sövüyor, dövüyor, kesip doğruyor, sakat bırakıyor ve öldürüyor! Mektep medrese görenlerimiz günden güne çoğalırken, kadın ve kızlarımızın da eli artık ekmek tutarken daha uygar bir millet olacağımızı umuyorduk. Bu vahşet nerden çıktı? Kadına karşı artan bu şiddet hareketini neye yorumlamalıyız? Yorumlamadan da öte nasıl önleriz? Kadın kuruluşları ve onların çığlıklarına hak veren erkekler birkaç yıldır bunu konuşuyoruz. Faydası olacağını bilsek, “Kadına kalkan eller kırılsın!” diye hap birlikte dua edeceğiz. Ancak binlerce yıldır devam eden sorunları dua ile halletmek mümkün değil. Olayı iki yönden ele alabiliriz: KABUK DEĞİŞTİRİRKEN Birincisi: Kadına karşı kullanılan şiddet gerçekten artmış olabilir. Bunun nedeni Türkiye toplumunun kabuk değiştirmekte oluşudur. Feodal bir ilişkiler ağından hızla kapitalist bir sisteme geçiyoruz. Kadınlar, her yıl artan oranda kamusal hayatta yer alıyor. Devlette ve özel işyerlerinde eskisine oranla daha çok kadın çalışıyor. Bu yeni durumun, kadın-erkek ilişkilerinde yeni bir denge yaratması gerekirken, erkek egemen toplumun değerleri aynı hızla değişmiyor. Erkek, alışkın olduğu mutlak iktidarın elinden kaçmakta olduğunu görerek hırçınlaşıyor. Nişanı bozmak veya boşanmak isteyen kadında bu hakkı görmüyor. Kaba güce başvuruyor. İkincisi: Kadına karşı kullanılan şiddet, eskiden de vardı, herhalde bugüne göre daha da yaygındı. Ancak bunlar basına yansımıyordu. Nişanlı, baba, koca, severdi de döverdi de. Yen kırılıyor ama kol içinde kalıyordu. Kim karışırdı? Kadına karşı şiddetin belirgin örneklerinden biri olan kız kaçırma olayları, günümüzde hemen hemen kalkmıştır. Kocasından dayak yiyip anasıgile kaçan, bir süre sonra süklüm püklüm geri dönen kadınlar az değildi. (Bakınız: Fatma Sarıhan Türkmen, Ölüm Ayırır Derken-Yaşanmış Kadın Öyküleri, Öğretmen Dünyası Yayınları, 2018) Bu gibi olaylar artık vukuatı adiyeden sayılmıyor. Toplum kulak kabartıyor ve kadının bu zulümden kurtarılması için harekete geçiyor. Kadınların şiddete uğraması çok kötü bir olaysa da bunun görünür olması ve güçlü bir itirazla karşılanması toplumumuz için sevindiricidir. MÜLKİYET VE SERVET KİMDEYSE… Sınıflar ortaya çıkmadan önce insanlar komün hayatı yaşıyorlardı ve Tanrı, Kibele ana biçiminde tasavvur ediliyordu. Ne olduysa yedi bin yıl önce Çatalhöyük’te toprağa yerleştiğimiz dönemde başladı. Avlanmak, kemikleri ve kasları daha güçlü olan erkeklere, tarla bahçe işleriyle uğraşmak ve yemek yapmak gibi işler kadınlara düştü. Kısacası erkekler pazı gücüyle iktidarı ele geçirdiler. Artık Tanrılar erkeklerden oluyordu. Mülkiyet, erkeklerin elindeydi. Devleti de onlar yönetiyordu. Milyonlarca kadın bunun farkında değilse de, sınıflara ayrılmamızın ilk ve en büyük zararı kadınlara oldu. Kadın alta düştü, binlerce yıldır doğrulup kalkmaya çalışıyor. İşin aslını bilse de kadın, kökleşmiş bir sistemi kaldırıp atacak ve yerine cins eşitliğini koyacak güçten yoksun. Kadınla erkeği toplumsal yaşamda eşitlemek için iki yol varır: Ya mülkiyette ve servette eşitlik yaratılarak kadın güçlü hale getirilecek, ya da mülkiyet ve servet kişilerden yalıtılarak topluma iade edilecektir. Daha doğrusu, mülkiyet ve zenginlik herkesin ortak malı haline getirilecektir. En ideal evliliklerin, “dengi dengine” olduğunu atalarımız deneyimleriyle öğrenmişlerdir. Bunlardan biri para, mal, mevki ve unvanla donatılmış olur, diğeri bunlardan yoksun kalırsa ezen ve ezilenin bulunması kaçınılmazdır. Üstünlük yalnız erkeklere özgü değildir. Babasından servetler kalan kadınlar da eğer erkek bu bakımdan kendine eşit değilse onu ezer. Erkekler kolay kolay zengin yerden aldıkları kızları dövemezler. Bu nedenle değil midir ki Padişah kızları kocalarını boşama hakkına sahiptiler. Kim ne derse desin, bütün vahşi doğada da ibretle seyrettiğimize göre canlıların dişisi erkeklerden biyolojik olarak daha donanımlıdır. Doğuran, emziren, koruyan, yavrusunun karşılaştığı tehlike karşısında canını ortaya koyan dişidir. Onun genleri erkeklerde olmayan sayısız marifetle donanmıştır. O yaşamın anasıdır. İnanmayanlar kendi annelerine baksınlar. Kadınla erkek arasındaki farklara gelince, yeryüzünde insanlık var oldukça bu farklılıklar devam edecektir. Binlerce yıl sonra da kadınlar daha çekici olmak için süslenecekler, vitrin önlerinde daha çok vakit geçirecekler, kendilerine âşık olan erkeklere naz yapacaklar, kapı gıcırtısından oyuna kalkacaklar, başka kadınları göz ucuyla süzerek kendilerinden daha çekici olup olmadığını ölçecekler, başlarını bir erkeğin omzuna koyarak mutlu olacaklardır. (10 Aralık 2018) Sarıhan’ın öteki yazıları için: zekisarihan.com

  • Dorian Gray'ın Portresi

    Sonsuza Değin Genç Kalma Hırsı / Roman / Oscar WİLDE / * Bazı romanlar vardır ki yazarlarıyla özdeşleşir, hatta bazen kitabın ünü bu çift yönlü etkiyle yazarlarını da aşar. Jack London'un Martin Eden'i, Oscar Wilde'nin Dorian Gray'ın Portresi en başta gelen örnekler olarak sayılabilir. Kitaba geçmeden önce Oscar Wilde'yi tanıyalım. Oscar Wilde Ünlü İrlandalı şair ve yazar WİLDE, 16 Ekim 1854'te doğdu 30 Kasım 1900'de öldü. Tam adı O’Flahertie Wills Wilde’dır. İrlanda’nın Dublin kentinde dünyaya geldi. 46 yılık ömrüyle adını dünya literatürüne altın harflerle yazdırmayı başardı. 30 Kasım 1900 yılında Paris’te hayata gözlerini yumdu. Babası Sir William Wilde, dönemin en tanınmış göz doktorlarından biriydi. Mesleğindeki üstün başarılar dolayısıyla 1864 yılında “Şövalye” unvanına layık görüldü. Annesi, İrlanda’nın İngiltere‘den bağımsızlığını savunan devrimci şiirleriyle dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee idi. WİLDE siyasi anlayışını annesinin etkisinde kalarak oldurur, sosyalist olur. Döneminin en büyük yazarlarından biri olan Oscar Wilde, kaldığı otelin duvarına “Ya bu duvar kağıtları bu odadan gider, ya da ben giderim!” yazacaktır. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere yaşama karşı pervasız ve minnetsiz olan Wilde ömrünce de bunun sıkıntılarını çekecektir. Usta kalem, hem iğneleyici hem de gözlemlere dayalı yazdığı eserleri ile çağının en dikkat çekici yazarlarından biri olacaktır. Cinsel tercihin de bunda etkili olduğunu belirtmek gerek. Wilde denince akla edebi kimliğinin hemen ardından cinsel tercihleri ve bu sebeple yargılanmaları ve tutuklanmaları gelir. Wilde’ın öğrenim başarılarla geçer. Kazandığı bursla okuduğu Oxford Magdalen College’den 1874‘te mezun olduktan sonra sanat eleştirmeni olarak çalışmaya başladı. 1878‘de Ravenna adlı şiiriyle Newdigate Ödülü‘nü alıp Londra‘ya yerleşti. 1881‘de Poems (Şiirler) adlı ilk kitabı basıldı. Aynı yıl, estetik konferansları vermek üzere A.B.D.‘ye gitti. Başlangıçta dört ay olarak planlanan etkinlikler yaklaşık bir yıl sürdü ve Kanada‘dakilerle birlikte Wilde, dokuz aylık bir süre içinde yüz kırkın üzerinde konferans verdi. Bu dönemde Amerikalı yazar ve şairler Henry Longfellow, Oliver Wendell Holmes ve Walt Whitman‘la tanıştı ve bir yıl sonra New York‘ta sahnelenecek olan Vera adlı oyununu düzenledi. Kuzey Amerika dönüşü üç yıl Paris‘te kaldı. 1883‘te Duchess of Padova (Padova Düşesi) adlı oyunu yazdı. 1887‘de Woman’s World Dergisi‘nin editörlüğünü üstlendi. Aynı yıl Dünyanın Tek Gerçek Hayaleti‘ni (Canterville Hayaleti) kaleme aldı. Bundan sonraki altı yıl, Wilde’ın yazarlık hayatının en verimli dönemi oldu. Çocuk öykülerinden oluşan iki kitap, 1890‘da bir Amerikan dergisinde yayınlanan tek romanı Dorian Gray’in Portresi, A Woman of No Importance (Önemsiz Bir Kadın), An Ideal Husband (İdeal Bir Koca) ve The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) adlı oyunları bu dönemde yayınlandı. Dergilerde yayınlanan “Dorian Gray’in Portresi”, 1891‘de kitap haline getirildi ve içerdiği homoerotik öğeler, şiddetli tepkilere yol açtı. Aynı kitap daha sonra Wilde’ın kaderini belirleyecek davalarda kanıtmışçasına kullanıldı. Bununla birlikte aynı dönemde yazılan oyunları büyük beğeni topladı ve onu zamanının en önemli oyun yazarlarından biri haline getirdi. Sanat anlayışı, hayatı sanata yaklaştırmak olan “Estetik Sanat Anlayışı Akımı”dır. Hayatı boyunca bu akımın ilkelerini sürdürmeye devam etmiştir. Yazmış olduğu Ravenna şiiri dolayısıyla, kendisine Newdigate Ödülü verilmiştir. Bu ödülü aldığı zaman takvimler 1878 yılını gösteriyordu. Kazandığı bursun ardından Oxford’da okumaya başlayan Oscar Wilde, buradan mezun olduktan sonra tekrar Dublin’e dönmüş ve orada iken Florance Balcomb ile tanışmıştır. Çok kısa bir süre içerisinde de ona aşık olduğunu fark etmiştir. Ama Florance Balcomb, Oscar Wilde ile değil de, Yazar Bram Stoker ile evlenmeye karar vermiştir. Sene 1878’dir. Bu olaydan derinden etkilenen Oscar Wilde, İrlanda’yı terk eder. Sonradan İrlanda’ya sadece 2 kez gelir ve her iki ziyaret de kısa süreli olur. İrlanda’yı terk ettikten yaklaşık 6 yıl sonra 1884 yılında Londra’dayken, kraliçenin danışmanlık görevini üstlenen Horace Llyold’un kızı Constance Llyold'la tanışır ve aynı yıl evlenir. Oscar Wilde, eşi Constance Llyold’un aylık geliri olan iki yüz elli sterlin maaş sayesinde hayatını büyük bir lüks içinde geçiriyordu. İki çocukları olur: Cyril ve Vyvyan. Ne yazık ki üç yıl sonra Constance, bel kemiği ameliyatı olduğu sırada hayatını kaybeder Oğulları Cyril , Birinci Dünya Savaşı devam ederken, Fransa’da savaşta ölecek, küçük çocukları Vyvyan ise çevirmenlik ve yazarlık yaparak geçimini sürdürecek, 1954 yılında, anılarını yazdığı bir kitabı yayımlanacaktır. Oscar Wilde’ın yaşamı ve giyim tarzı o dönem hep göz önünde olmuş, elbiselerinin erkeklerdeki dişiliği ortaya çıkarttığı bile iddia edilmiştir. Eleştirmenlerden Higginson, Unmanly Manhood adlı gazetede yayımlanan bir yazısında, Oscar Wilde’nin giyim tarzından etkilenen erkeklerin hem züppeleşeceğini hem de efemineleşeceğini yazmış, Oscar Wilde’ın toplumu ahlaksızlaştıracağını ima etmişti. Hakkında yapılan tüm olumsuz eleştirileri görmezden gelen Oscar Wilde, hayatı kendi istediği şekilde yaşamaya devam etmiştir. Hayatı boyunca inandığı ideoloji sosyalizmdi. İnsanların özgürleşme ihtiyacının önemine değinen Oscar Wilde, Sonnet To Liberty şiiriyle büyük yankı uyandırdı. Ancak kanlı eylemleri değil; pasif eylemleri tercih ediyordu. Bir yazısında aynen şu cümleleri kullanmıştır: "Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde onunla el sıkışmak zor olacak." Oscar Wilde, 1895 yılında eşcinsellik suçlamasıyla hapis cezasına çarptırıldı Bu olayın ardından çocukları soy adını değiştirerek Holland soy adını aldılar. Hapisteyken arkadaşı Douglas’a mektuplar yazmış ancak gönderememişti. (Oscar Wilde öldükten sonra bu mektuplar biraz daha kısaltılarak “Oscar Wilde’ın Mektupları” adıyla yayınlandı.) Dorian Gray’in Portresi Hakkında Dorian Gray’in Portresi, yayımlandığı zaman hem okurları ve eleştirmenleri sarsmış hem de Oscar Wilde isminin edebiyat tarihine kazınmasını sağlamıştır. Fakat günümüzdeki baskılarda temel alınan metin, kitabın ilk olarak Lippincott’s Monthly Magazine’de çıkan ve tepki çektiği için önce dergi editörleri, ardından da bizzat Wilde tarafından sansürlenmiş halidir. Oscar Wilde, kendini romandaki Basil Hallward, dünyanınsa onu Lord Henry sandığını, oysa Dorian olmak istediğini söylemiş, “Belki başka çağlarda,” diye de eklemiştir. Yaşadığı çağda zulüm gören ve “ahlak bozukluğundan” hapse atılan Wilde’ın kendiyle böylesine özdeşleştirdiği romanı Dorian Gray’in Portresi gerek edebi anlamdaki başarısı, gerek içindeki heyecan dolu aksiyon unsurları gerekse her insan da olan genç kalma arzusunun çok başarılı bir biçimde tahlilleri nedeniyle büyük üne kavuşmuştur... Roman genç ve çok yakışıklı Dorian'ın bir portresini yaptırmasıyla başlar. Çok başarılı bulunan tablonun bir gizemi vardır: Dorian zamanın etkisiyle yaşlanması gerekirken, tablo yaşlanır ama Dorian hep genç kalır. Her devir genç ve yakışıklı Dorian zaman içinde bir çok olumsuz işlere bulaşır. Vicdan yükü gittikçe ağırlaşan Dorian ... İsterseniz bundan sonrasını kitaptan okuyalım. Okuduktan sonra yorum ve değerlendirmelerinizi FORUMA maviOKUMALARA yazmayı unutmayın, böylece bilgileriniz kalıcı hale gelecek, başkalarının da işine yarayacaktır. İyi okumalar. Aşağıya tıklayın... Kitabınız hazır.

  • Baba

    IMDB: 9.2 Tür: Suç, Tavsiye Filmler, Oscar Ödüllü Filmler, Dram, Yapım: 1972 Yönetmen: Francis Ford Coppola , Oyuncular: Marlon Brando , Al Pacino , James Caan , Richard S. Castellano , Robert Duvall , Sterling Hayden , John Marley , Richard Conte , Al Lettieri , Diane Keaton ,

  • maviSİNEMA

    Sizin için seçtiğimiz AİLECEK izleyebileceğiniz çok sayıda filmin yer aldığı maviSİNEMA'YI GEZİN... TIKLAYIN

  • Bir Ayrılık

    / maviSİNEMA / Bir Ayrılık (A Separation) SİMİN : Senin oğlun olduğunun farkında mı? NADER : Ben onun benim babam olduğunu biliyorum. Sizler izledikten sonra ne düşüneceksiniz bilmiyorum fakat bana kalırsa filmin en vurucu sahnesi yukarıda yazdığım diyaloğun geçtiği sahneydi. Biraz sonra izleyeceğimiz iki saat üç dakika süren, oscar ödüllü bir film; orjinal adı Seperation olan Bir Ayrılık. Asghar Farhadi'nin yönettiği ve 1 Temmuz 2011 yılında gösterime giren film, yüzyılımızda sinema sektörüyle yükselen bir ivme gösteren İran yapımı bir film. Filmin başrollerinde; Leila Hatami, Payman Maadi,Shahab Hosseimi oynuyor. Senaryosu ise yine filmin yönetmeni Asghar Farhadi'ye ait. Burada oscar ödüllü bir film diye belirttiğime bakmayın; film ve ekibi çeşitli ülkelerde, farklı kategorilerde tam otuz iki ödüle layık görülmüş. Hani şu ödül avcısı dedikleri filmlere örnek gösterilebilecek bir film yani. Ben diğer mecralardaki film yorumlarında olduğu gibi çok fazla detaya girerek filmin büyüsünü, dolayısı ile de izleyicinin seyir keyfini kaçırmak istemeyenlerdenim. Ama size şöyle bir ip ucu verebilirim; filmde boşanmalarda yaşanan o bilindik, aşırı şiddet içeren görüntülere rastlamayacak, daha önce aynı türde izlediğiniz filmlerden birini izliyormuş duygusuna kapılmayacaksınız. Çünkü filmin isminin, sadece kurguyu tetikleyen bir eylem olduğunu anlayacağınız olaylar zincirinin içinde bulacaksınız kendinizi. Filmin olaylar ekseninde, ülkemizin dini inanç kutuplaşmaları bağlamında yaşanan yapıyı da göreceksiniz. Son olarak şunu belirtmeliyim ki filmde insani değerleri imlemek ön planda tutulmuş ve bana sorarsanız iyi ki... Filmi izledikten sonra yorumlara şöyle bir gözattığımda şöyle bir genel kanı vardı; o da filmin başrol oyuncusunun olmadığı, tüm oyuncuların harika bir performans sergilediğiydi. Ülkemiz seyircilerinden bazılarınınsa; kültür bakımından bize yakın bir konuyu ele alan bu filmin, batı kültüründe nasıl bu denli beğenilip bunca ödüle layık görüldüğünün anlaşılmadığına ilişkin yorumlar yaptığını gördüm. Ne denir; yapınca oluyor demek ki! Keyifli seyirler. /

  • TRİLYE’DE SİNEMA GÜNLERİ

    Ansiklopedilere bakarsak kısaca aşağıdaki satırları okursunuz. “Tirilye (Rumca: Triglia, Brylleion), Bursa'nın Mudanya ilçesine bağlı beldedir. İlçenin batısında, 11 kilometre uzaklıkta, Marmara Denizi kıyısındadır. Tirilye’nin bulunduğu bölge tarih içinde Misyalılar, Traklar, Antik Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar tarafından yönetilmiştir. Tirilye, olasılıkla Mudanya’nın fethi ve Mirzeoba, Kaymakoba gibi Türkmen köylerinin kuruluşu evresinde (1321-1330 arasında) Osmanlılar tarafından ele geçirilmiştir. Fethinden sonra da Rumların çoğunluk olarak yaşadıkları bir yerleşim olma özelliğini korumuştur. II. Bayezid döneminde İstanbul’dan 30 hane Türk’ün getirilerek yerleştirildiği ve eski kayıtlarda Kitai’nin (Kite) iskelesi olarak anılmakta olan Tirilye, Osmanlı döneminde Rumların büyük çoğunlukla yaşadıkları zengin bir yerleşim yeri idi. Özellikle zeytin ve zeytinyağı dünyaca tanınmıştı. İpekböcekçiliği ve şarap üretimi ile balıkçılık da önemli uğraşlar arasında geliyordu. 1906 tarihli Hudavendigar Vilayeti Salnamesi’nde belde, şöyle tanıtılmaktadır: “Tirilye bucağı, Mudanya ilçesinin batısında ve Marmara Denizi kıyısındadır. Hoş bir havası vardır. Kasabada bir Cami-i şerif, bir İslam ve iki Hristiyan ilkokulu, yedi kilise ile eski eser niteliğinde üç manastır vardır. Kemerli denen kilisenin iç bölmelerinde bazı eski eserler bulunmaktadır. Başlıca üretimi zeytin, koza ve ev içi imalat sanayinden olarak çeşitli oda dokumalarından oluşmaktadır. Zeytin ürünü Doğu Rumeli ve Karadeniz kıyıları ile İskenderiye dolaylarına gönderilmektedir.” 1909’da Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üstüne, bir süre “Mahmutşevketpaşa” adı verilen belde, kısa süre sonra yine eski adıyla anılır olmuştur. Yunanistan’ın 1920–1922 arasında Bursa ve çevresini işgal altında bulundurduğu dönemde, Kral Konstantin tarafından ziyaret edilen (Eylül 1921) Tirilye, 13 Eylül 1922 günü Türk ordusunun gelmesi ile işgalden kurtarılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında beldenin Rum halkından bir bölümü kendiliğinden, bir bölümü de Lozan’da varılan “Mübadele Anlaşması” gereğince Yunanistan’a göç etti. Onların yerine Selanik ve Girit’ten gelen Müslüman-Türk göçmenler beldeye yerleştirildi. Ayrıca Selanik, Usturumca, Dedeağaç, Serez, Tikveş, Karacaovalı ve Bulgaristan'dan gelen bazı göçmenler de bölgeye yerleştirildi. 1963’te “Tirilye” adı kaldırılarak yerine "Zeytinbağı" adı verildi. 2012'de ise Zeytinbağı ismi kaldırıldı ve beldenin ismi tekrar “Tirilye” oldu. 19. yüzyılın sonlarında beldede 19 yağhane, 2 hamam, 2 okul, 1 cami ile 7 kilise vardı. Trilye'de eski belgelerde geçen şu kiliseler vardı; H. Athanasios, H. Basileios, Hristos Soteros, H. Demetrios, H. Georgios Keto, H. Georgios Kyparissiotes, H. Marina, H. Parapoline, H. Paraskeve, H. Spyridon kiliseleri ile Madikkion ve Pelekete Manastırları. Bu şirin beldemizdeki sinema dünyasında bir geziye çıkmaya ne dersiniz. Sinema bize farklı bir dünyanın kapısını açardı. Perdede seyrettiğimiz sadece görüntü değildi. Çoğu zaman filmin içine girer, efe olurduk, korsan olurduk, kovboy olurduk. Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan’la akınlara çıkardık. Herkül veya Masis’le Antik Çağ yaratıklarıyla dövüşürdük. Leyla-Mecnun misali büyük aşkları deyim yerindeyse ağzımızı açıp seyrederdik. Ankara, İstanbul, İzmir ve Uludağ gibi ismini duyduğumuz ama gidemediğimiz yerleri filmler ayağımıza getirirdi. Sadece buralar mı? Paris, Roma, Londra, Newyork… Balta girmemiş ormanlar, uçsuz bucaksız çöller, okyanuslar filmlerle bize gelirdi. Kitaplarda okuduğumuz aslan bize kükrer, balina içine çektiği suyu fışkırtırdı. Günlerce konuşulan tek konu o hafta seyrettiğimiz film olurdu. Bizimle dış dünya arasında köprü olan sinemacılar da doğal olarak yörenin önde gelen insanları arasına girerlerdi. Çoğu sinema aynı zamanda tiyatro ve konser salonuydu. Siyasi parti kongreleri, dernekler kongrelerini buralarda yaparlardı. Füsun Uyanık’ın ağzından Geçmişte Trilye denilen ancak daha sonra Zeytinbağı adını alan, Trilye’de sinemanın öyküsünü dinleyelim. 2014 yılında ise yeniden Trilye olarak anılmaya başlayan belde de (itibariyle mahalle) bir zamanlar Füsun Hanım’ın babası İbrahim Uyanık’ın bir sinema işletiyordu. “Trilye’de sinema nerede diye sorduğunuzda size Tirilyelilerin vereceği cevap yine bir soru olurdu; ‘Yemekhane mi?’ Yemekhane denmesinin sebebi ise; Heybetli duruşuyla Trilyeye girişte köşeyi dönünce ilk göze çarpan Taş Mektep okuluydu. Trilye’de ilkokul ve Ortaokul okuyan herkesin mekânı olan yerde Rumlar zamanında Papazokulu olan binada geçmiş yıllarda, sinema olarak okulun yemekhanesinin kullanıldığını büyüklerimiz bize anlatmışlardı. Sinema dönemindeki Trilye’den bir görünüş (1960-1961) Şimdi bu bina Faruk Çelik Kültür Merkezi adıyla kullanılıyor. Doğduğumdan itibaren sinema dünyasına girdim. Çünkü babam sinemacıydı. Kardeşlerimle bir araya geldiğimiz zaman geçmişi hatırlarız ve birbirimize hatırlatırız. Ama mutlaka sinemayı anmadan geçmeyiz. Çünkü biz sinemanın içinde doğmuştuk. 1970’li yıllarda sinema Trilyenin sanki kalbi gibiydi. Konumu itibariyle merkezde cadde üstünde taş merdivenleri olan yukarıya çıkarak içine girilen, heybetli ve içyapısıyla da büyük bir binaydı. Mülkiyeti Trilye Belediyesi’ne ait olan mekâna babam kira veriyordu. İlk hatırladığım ana cadde üstünde olduğu ve büyük çınarın önünde bir çeşme bulunduğu, çünkü oradan evlere su alırdık işte o çeşmenin doğu yönündeydi sinema. Taş merdivenleri vardı yarım daire şeklinde aklımda kaldığı kadarıyla 10 ya da 12 adet basamaklıydı. Yukarı çıktığınızda karşınıza 2-3 kişinin hareket edebileceği bir açıklık bulunurdu. Burada mola verdiğiniz zaman sol tarafta oynayan filmlerin afişleri ve sağınızda sinemaya giriş kapısı bulunmaktaydı. Sanki bambaşka bir dünyaydı. O kapıdan içeri girdiğinizde yine gelenlerin rahat hareket edebileceği bir açıklık vardı. Sağ tarafta makine dairesi daha içerde ise montaj odası. Tabii bunların kapısının üstünde bir yazı bulunuyordu. “yabancılar giremez”. Ben yabancı olmadığım için elimi kolumu sallayarak giriyordum. Ortada sinema salonuna büyük bir giriş bulunmakta idi. Sol tarafta ise gişe bilet kesme yeri 2-3 metrekarelik bir alan ve sinema başlamadan önce çalan plakların bulunduğu bir alan ve onun yanından sinema salonuna giriş. İster salon bölümünde oturmak isterseniz oturabilirsiniz isterseniz yukarıda Balkonda filmleri izleyebilirdiniz. Taş Mektep okul olarak kullanıldığı yıllar (1970) Sinema salonu aslında bir tiyatro salonu gibi düzenlenmişti. Sahne tiyatro sahnesi gibi perdeli ve platformluydu. Oturduğunuz yerden Sahneye ulaşmak istediğinizde hemen merdivenlerle çıkmanız mümkün değildir. Çünkü her iki tarafta merdiven var ama her iki tarafta da sahneye ulaşmadan önce odalar mevcuttur. Sağ taraftaki merdivenlerle sahneye ulaşmaya çalıştığınızda 4-5 metrelik bir boşluk daha sonra bay ve bayan tuvaletler karşınıza çıkar. Onları geçtikten sonra sahneye çıkabilirsiniz. Sol taraftan sahneye çıkmak istediğinizde ise karşınıza yine 4-5 metrelik bir alan ardından sahneye açılan bir perde ve bir kapalı oda vardır. Sinema salonu çok amaçlı kullanıldığı için kimi zaman bu oda gelin odası kimi zaman tiyatrocuların kulisi gibi kullanılırdı. Sinema salonunda tahta sandalyeler vardı onlarda oturulurdu. (Kadri Uyanık makine dairesinde -1983) Babam filmleri Bursa’dan DAR Film’den, 8-10 kutu halinde afişleriyle birlikte alırdı. Dar film nerede diye soranlara hemen yeri tarif etmek gerekir ünlü caddede küçük camiinin karşısında oradan geçtiğim zaman babamla film aldığımız günler gelir aklıma ve onun önünde dururum. Tabii şimdi film satılan bir yer değil kebap salonu olarak işletilen bir dükkân oldu. Haftanın her günü sinema oynardı sadece 10 Kasımlarda ve kandil gecelerinde oynamazdı. Yanılmıyorsam kadınlara haftanın 2 günü sinema oynardı. Alınan filmler ilk önce o gece veya gün hangi film oynayacak ise sinemanın girişine asılırdı. Birde denize doğru inince Cafer Abinin dükkânının önüne asılırdı. Ayrıca kardeşlerim her gün sabah ve öğleden sonra mahalle-mahalle ve sokak-sokak gezerler ellerinde tahta ve tahtanın üstüne o gece oynayacak filmi bağıra bağıra söylerlerdi. “Bu akşam sinemamızda Yılmaz GÜNEY-Filiz AKIN’ın başrollerini paylaştığı UMUTSUZLAR filmi oynacaktırrrr…” sesler biraz kısılmaya başlayınca bu seferde “bu akşam YILMAZ GÜNEY filmi vardır” diye bağıra-bağıra tüm Trilye’lilere ilan edilirdi. Eskiden ben o günleri bilmiyorum ama sinemanın yanında Orhan Abi çekirdek dükkânında sinema bitene kadar çekirdek satarmış benim hatırladığım bizim de evde gazete kâğıtlarıyla külah yapıp çekirdekte sattığımızdır. Dediğim gibi her gün film oynardı ve her gün de farklı film oynardı sadece istek olursa bir film ikinciye oynama şerefine erişirdi. Her türden film oynatırdı babam. Sadece 10 Kasım ve kandil gecelerinde eve günlerinde film oynamazdı. Cumartesi–pazar günleri öğleden sonra bir matine vardı diğer zamanla ise akşam saat 19.00-20.00 arasında film oynatılırdı. Akşam saat 18.30 da cadde de bu gece sinema oynayacağı kesin olarak belli olan müzikler çalardı, sevemedim karagözlüm, gölgesinde mevsimler, ah nerede vah nerede, gibi ilk etapta aklıma gelen müzikler… Seyyal Taner, Füsun Önal, Zeki Müren, Esin Engin, Yeliz, Sezen Aksu gibi dönemin şarkıları çalardı. Babam plağı hoparlöre bağlardı ve bütün cadde bangır bangır çalan bu müzikleri dinlerdi. Film saati gelince müzik durur ve film başlardı. Filmler 16’mm’lik ve 35’mm’lik olmak üzere alınırdı. Ancak bizde daha çok 35’mmlik kullanılırdı. Bildiğim kadarıyla 16 mm’lik filmler yazlık sinema olarak Yalıçiflik köyü ile Kumyaka (Siği) de gösterilirdi. Satın alınan filmlerin gösterime hazırlanması aşaması da ayrı bir seremoni gerektiriyordu. Şimdiki teknoloji olmadığı için epey zahmetli bir işti. 2 büyük bobin yapılması gerekiyordu ve filmler kesilerek asetonla yapıştırılıyordu. Bu nedenle de çok kopmalar oluyordu. Dişli ayarlarda yurtdışında gelmediği için o da ayrı bir sorundu. Kömürlerde çok pahalı olduğundan ark cihazı kömürlerde ekleye ekleye yapılıyordu. Kömürü de manuel olarak ileriye doğru birleştiriliyordu, sürekli ark cihazına bakmak gerekiyordu. Sinema sadece Trilyeliler değil civar köylerden de geliyorlardı. Traktörlerle kadın-erkek herkes film izlemeye gelirdi. Özellikle civar köylerden gelen Hac ve Kabe filmlerinin izlenme oranı yüksekti. Hangi tür filmler izlenir? hangi sanatçıların filmleri izlenir diye sorarsanız, her türden film izlenirdi. Aksiyon, gerilim, aile, korku gibi her türden film oynardı. Sanatçılara gelince kadınlar en çok Nuri Sesigüzel, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Türkan ŞORAY, Fatma Girik gibi sanatçıların filmlerini izlerlerdi. Ama Yılmaz Güney’in filmlerinde yer bulmak imkânsızdı. Onun Filmlerini insanlar ayakta film izlerlerdi. Birde tabi izlenme oranı yüksek olan kahramanlık filmlerini de unutmamak gerekiyor. Cüneyt Arkı, Kartal Tibet’in oynamış oldukları Malkoçoğlu, Battalgazi gibi filmler de en çok izlenen filmlerdi. Hafızamda yer eden diğer bir hususta sinema ile ilgili İlkokul ve Ortaokulda ama özellikle ilkokulda öğretmenler öğrencileriyle birlikte sinemaya gelirlerdi. Grup halinde ders olarak sinemayı işlerdik. Filmi izledikten sonra öğretmenimiz bize hangi sahneyi sevdiğimizi ve en çok dikkatimizi hangi sahne çektiği gibi sorular sorar, film üzerinde tartışırdık. Yorumlar yapar filmin sonunu kendimize göre bitirip böyle olsa idi daha iyi olur şeklinde düşüncelerimizi öğretmenlerimize iletirdik. (Sinemada yapılan bir müsamereden görüntü -1975) Hiç unutmuyorum. Şu an Taş mektep olarak anılan okulda okuduğumuz dönemde ilkokul öğretmenimiz bizi başrollerini Cüneyt Arkın ve Fatma Girik’in paylaştığı “ÖNCE VATAN” filmine götürmüştü. Film sonrası okulda 2 ders yani 90 dakika biz tartışmıştık. Birde hatırladığım Yılmaz Güney’in filmine gittiğimiz “UMUT”. Sinema salonu sadece film izlemek amacıyla kullanılmazdı. Biz ilkokulda iken 1. Sınıftan itibaren her sene müsamere yapardık. Eskiler müsamere ne demek bilirler ancak yeni neslin müsamere kelimesinden bir şey anladığını zannetmiyorum. Kısacası her sene ilkokulda 1. Sınıftan 5.sınıfa kadar bütün sınıflar bir görev üstlenir. Mutlaka o sahneye herkes bir kere çıkar gösterisini yapardı. Ya tüm sınıf çıkar şarkı söyle ya da tiyatro oynanırdı. Sene sonunda karneler dağıtılmadan önceki hafta bütün aileler gelir çocuklarının gösterisini izlerlerdi. Tabi ortaokullarda aynı şekilde taklit, şarkı, halkı oyunları, tiyatro gösterisi yapılırdı. Diğer taraftan özellikle cumartesi geceleri dışarıdan tiyatro grupları gelir oyunlarını oynarlardı. İnanın ki o gece sinema salonu tıklım-tıklım olur her bir tarafa sandalyeler konulurdu hatta öyle bir olurdu ki komşulardan sandalye aldığımızı hatırlarım. Tiyatro da büyülü bir atmosferdi çünkü sanatçılar oyunlarına başladığı zaman salondan çıt çıkmazdı. Sessizlik hâkimdi. Partilerin seçim konuşmaları da bu sinema salonunda yapılırdı. Milletvekilleri buraya gelir vaatlerini anlatırlardı. Tek tek çok hararetli tartışmalara şahit olurduk. Yazın genel olarak düğünlere ve nişanlara, kına gecelerine kiralanırdı sinema salonu. Nikâhlar yapılır, nikâhtan çıkanlara da sandıkta lokum dağıtılırdı bisküvi ile birlikte. Ara sırada hatırladığım kadarıyla içkili düğün yapılırdı burada hemen sandalyeler değiştirilerek ortada boşluk bırakılmak suretiyle dizilirdi. Trilye de hemen-hemen herkesin sünnet düğünü, nişanı, kınası, düğünü sinemada yapılmıştır. Kısacası bu sinema salonunda hepimizin bir anısı vardır. Trilye’ de sinema günleri 1980 yılına kadar sürdü. Yavaş-yavaş bitti sinemaya gidişler, her eve TV girmesiyle birlikte sinemaya da ilgi azaldı. Ve sonunda 1980 yılında artık sinema salonu sadece düğünlere ev sahipliği yaptı. Şimdilerde ise kültür merkezi olarak hizmete sunulan binanın eski sinema ile fiziksel olarak hiç alakası yok. Kültür merkezi olarak kullanılan binanın girişi arka sokaktan ve ben henüz içine bile girmedim. Aslında girmek de istemedim. Anılarımdaki sinema binası ve günleri tazeliğini hala korumaktadır. Ve ben Trilye’de sinema günlerini böyle hatırlamak istiyorum.” Sinemanın sahibi İbrahim Uyanık sağda arkadaşlarıyla

  • Araştırmaya Katkı Ödülü

    Bursa Araştırmaya Katkı Ödülü 2020 Ödüle değer görülen araştırmacı: Ekrem Hayri PEKER Gerekçe: Yıllara yayılmış araştırma çalışmalarına, Bursa merkezli tarih ve mekân, mitoloji, sinema ağırlıklı yazılarına, kitaplarına ve internet yayıncılığı ile verimliliğini çok yönlü tanıtma eylemi dolayısıyla; Ekrem Hayri PEKER, “2020 Bursa’dan Araştırmaya Katkı Ödülü” ile onurlandırılmıştır. BUDEP

  • ARABESK

    Beş milyon dört yüz yetmiş beş bin dokuz yüz seksen! Rakamla 5.475.987… Türk Filmi tarihinde yer etmiş, hatırı sayılır bir filmin iz düşümünün yapılacağı satırlarda böyle bir başlangıç! Sahi neyi ifade ediyor bu rakamlar? Arkanızı dönüp gitmeden önce azıcık daha sabredin ve okuyun lütfen yazdıklarımı, ancak bu şekilde doğru anlaşılacağımı umuyorum. Sonuçta birlikte sosyal medyada canlı olarak izlemeyi dilediğim filmin türü de absürt komedi olunca doğal olarak mantık ve kompozisyon kurallarına uygun bir çerçevede yazacağım bir yazı filmi aratmazdı diye düşündüm. Şimdi de aldım kalemi elime başıma geleni yazıyorum ve sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum. Yukarıda verdiğim rakam mı o filmin çekildiği tarihte yani 1989 yılında Müjde Ar'ın parçalanmış gelinliği ve arkasında onu yakalamaya çalışan adamlar eşliğinde can hıraş İstanbul'a ayak basarken yol kenarlarında nüfusunun yazılı olduğu o meşhur mavi tabeladaki rakam: ''Beş milyon dört yüz yetmiş beş bin dokuz yüz seksen!'' Yo yo şimdi o taşradan kente göçün yoğunlaştığına ilişkin beylik lafların yer aldığı yorumlara yer verecek değilim burada, hemen neşeniz kaçmasın lütfen... Evet efendim lafı çok da fazla uzatmadan kendi kişisel tarihimdeki etkisinden bahsetmek isterim Arabesk isimli 1989 yapımı filmin... ''Kafa karışıklığı'' Yaklaşık on beş yaşımı sürdüğüm, yerli malı yurdun malı değerlerimizin hat safhada olduğu zamanlarda başrolünü Şener Şen, Müjde Ar ve Uğur Yücel'in paylaştığı, Ertem Eğilmez'in yönetmenliğindeki Arabesk isimli filmi dört gözle beklediğimi itiraf etmeliyim. Ve fakat sıra izlemeye geldiğinde, Şener Şen'in, hele hele Müjde Ar'ın oyunculuk profillerine dair kafamda kurduğum beklentilerimin aksine filmi izlerken hissettiğim garip duygu durumunun en kestirme açıklaması bu olsa gerek! ''KAFA KARIŞIKLIĞI''. Bir de ters köşe olma durumum vardı ki o da Türk Filmlerinin unutulmaz yönetmenlerinden Ertem Eğilmez'in hasta yatağındayken odasına gelen görüntüleri izleyip ekibini yönlendirerek çektiği Arabesk’de izleyicisinin üzerinde yaratmayı arzuladığı ve hakkını vererek başardığı duygu durumu da buydu kanımca. Eminim gözü açık gitmemiş ve huzur içinde uyuyordur. ERTEM EĞİLMEZ Ülkemizdeki yedinci sanat diye de bilinen sinemaya eşsiz katkıları olan komedi filmlerinin unutulmaz yönetmeni Ertem Eğilmez 18 Şubat 1929 tarihinde Trabzon’da dünyaya gelen ve İktisat fakültesini bitiren yönetmenimiz üretkenliği ile tanınırdı. 21 Eylül 1989 yılında hayatını kaybeden Sinema emektarı, altmış yıllık hayatında kırk dört filmin yönetmenliğini, doksan iki filmin yapımcılığını üstlenmiştir. Hababam Sınıfı, Şaban Oğlu Şaban, Köyden İndim Şehire… derken son yönettiği Arabesk unutulmayan klasikler arasında yerini alan filmlerinden sadece birkaç tanesidir. Sanatçının bilinen geçmişinde kayıt altına alınan detay ve anılara değinecek olursak, yüksek öğretimini tamamladıktan sonra bakkal dükkanı işlettiğinden, askerlik hizmetini tamamladıktan sonra Refik Erduran ile Çağlyan Yayınevini kurduklarından ve çıkardıkları mizah içerikli, pek çok değerli karikatüristin yetiştiği Tef Dergisinden söz edebiliriz. Yayın dünyasında birçok başarılı iş yaptıktan sonra cep kitapları işinde başarısız olunca 1964 yılında hepimizin hafızasında yer eden Arzu Filmi kurmuştur. 1961 Yılında ''Yaman Gazeteci'' filmiyle yapımcılığa adım atmış ve 1964' te de ''Fatoş'un Fendi Tayfur'u Yendi'' filmi ile ilk filmini yönetmiştir.İlk yönetmenlik ödülünü 1967 yılında Altın Portakal Film Festivalinde ''Bir Millet Uyanıyor'' filmi ile En İyi Tarihi Yapım Kategorisinde kazanmıştır. Tek dram filmi olma özelliği taşıyan ''Canım Kardeşim'' filminin Tarık Akan’ın anlatımından kısa bir öyküsü de vardır... Sanatçı Ertem Eğilmez ile yaptığı bir sohbet esnasında hep çok iyi bir yapımcı, çok iyi bir yönetmen olduğunu söylemesine karşın neden hiç ödül almadığını sorar, bunun üzerine Eğilmez şu yanıtı verir; istesem ilk çektiğim filmde ödül alırım lakin ben o tarz filmler çekmek istemiyorum... Yalnız bu sözlere içerlemiştir ve sözlerini şu şekilde bitirmiştir, ''Öyle bir film çekeceğim ki pek çok ödül alacak, baş rolünüde sen oynayacaksın ve ben bir daha da o tür bir film çekmeyeceğim''... Söylediği bu sözlerin arkasında durarark Canım Kardeşim adlı filmi çekmiş pek çok ödül almış ve bir daha bu tür bir film çekmemiştir. Sanatçının asıl ustalıkla, şahsi görüşümü soracak olursanız da keyifle izlediği yol, hayatın dram dahil her yönünü farklı sinema teknikleri kullanıp beyaz perdeye komedi olarak yansıtmaktı ve bir nevi insanları güldürerek düşünmeye sevk etmekti... Kaldı ki başarılı olmadığını kim iddia edebilir! Hem absürt komedi olarak Türk Filminde bir ilk olma hem de Ertem Eğilmez'in son yönettiği film olma özelliğini taşıyan 1988 Türkiye’sinde çekimleri gerçekleştirilen Arabesk filminin senaryosuna şöyle kabaca değinecek olursak o zamana değin gösterime girmiş Türk Filmlerinin tüm klasik sahnelerine abartılı denilebilecek ve filmin türüne uyacak biçimde taşlama tekniğine yer verilmiştir. Bununla birlikte o yıllarda özellikle dolmuş ve taksi yolculuklarında olduğu kadar film sektöründe de patlama yapan filmin isim babası da diyebileceğimiz arabesk şarkılarla yönetmenin filme müzikal komedi havası vermesi de gözlerden kaçmayan ince detaylardan birisi. Uğur Yücel'in oynadığı Ekrem karakterinin ise Baba filmindeki Al Pacino tiplemesine gözle görülür bir biçimde benzemesi, filmin içeriğinde sadece yerli yapımlardan yararlanılmadığını ayan beyan gösteriyor. Uğur Yücel’in aralık on dokuzda İzmir Suat Taşer Açık Hava Tiyatrosunda sergilediği Azınlıkta Kaldık isimli tek kişilik gösteride anlattıklarından öğrenmiştim Ertem Eğilmez’in inkar edilemez başarısının sırrını: Detaylara çok önem veriyor ve disiplinli çalışmasında aşırı titiz. İyi seyirler... Film Adı : ARABESK Yönetmen : Ertem EĞİLMEZ Oyuncular: Şener ŞEN, Müjde AR, Uğur YÜCEL, Necati BİLGİÇ Senaryo : Gani MÜJDE Müzik : Aysel GÜREL, Atilla ÖZDEMİROĞLU

bottom of page