top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Hayri DEV Müziğinde Yaşamın Tınısı

    18.3.2017 | Zaman hayli geniştir ve bireylerden oluşan bu küçük grupların zorunlu işlerini yaptıktan sonra ki genellikle tarım ve hayvancılık olan uğraşları kümeye bolca zaman olanağı da tanır. Özellikle uzun süren kış ayları için yaz boyunca üretip biriktiren bu topluluklar mevsim kışa vurunca bir rehavete kapanır ve soğuk günlerin gecelerin yavaş yavaş akıntısına bırakırlar kendilerini. Elbet kolay geçmez kış ayları. Dondurucu soğuktan ve insanın üzerine çöken kasvetli dinginlik can sıkıntılarına neden olur. Arkadaşlık, komşu ve özellikle aşk ilişkileri, ilkçağlardan bu yana dedikodu gibi sağlam bir alanın gelişmesinin de zeminini oluşturmuştur. Yaşamı devindiren temel davranış modelinin başında muhabbet, deyiş, danış ve dedikodu yer almaktadır. Bu boş zamanın en yoğun yaşandığı günler işte bu kış aylarıdır. Oba, mahalle veya köy ortamında yeterli yiyecek depolanmışsa eğer, kiloları büyüterek ve günleri günlere ekleyerek kışı geçiren bu küçük sosyal grupların bir şeyler yapmaları gerekmektedir. Eğlendirici, hareketlendirici ve sağlığı tehdit edecek unsurların ortadan kaldırılması için bu boş, can sıkıcı ve uzun zamanların değerlendirilmesi, gündelik yaşama yeni bir ivme kazandıracaktır. Böyle zamanların en güçlü eğlendirici ve oyalayıcı faaliyeti kuşkusuz müzik olmuştur. Hemen her toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamının bir ürünü olarak günümüze kadar getirdiği bu tınılar günümüzde de folklorun temellerini oluşturur. Çünkü müzik ve ritim, sadece müzikal alanın değil, doğada tınısını bulmuş tüm seslerin ve sosyal hayatımızla biçim kazanan devingenliğin doğal bir akışıdır. Vurgusu, uzunluğu, kısalığı ve dizimiyle akıcı seslerin bir arada çalınıp söylendiği ve insan kulağına hoş gelen, mutluluk, hüzün ve kaygı gibi birçok duyumlar üretebilen müzik, bu özelliğiyle sanat alanları arasında en eski ve en yaygın bir alan olmayı hak eder. Dolayısıyla güneşin dağların ardına süzülüp evlerin sessizliğine konuk olduğu bu küçük köylerde insanlar, hemen her akşam toplanıp müziğin büyülü etkisiyle eğlenceler düzenlemektedirler. Bu eğlenme anlarında şakalaşmalar ve atışmalara eklenen ve köyün müziğe yetili gençlerince çalınıp söylenen türküler binlerce yıllık tarihin izlerinden süzülüp günümüze ulaşır ve saza, söze, eşsiz ritimlerin yan yana dansına dönüşür. Notaların uyumuna kendini kaptıran bu toprak ve dağ insanları topraktan ve dağlardan öğrendiklerini oynadıkları oyunların figürlerine ve söyledikleri şarkıların diline yansıtır. Ağıtlardan, manilerden, destanlardan ve şiirden beslenen tarihsel bir kökenle aktarıcı ozanların ağzından dökülen bu türküler Yörük kültürümüzün de en güzel örneklerine dönüşür. Sunak Dergisi ile atölyesinde uzun uzun sohbet edip Hayri Dev’in büyüsüne konuk olduğumuz gün, aklımın uçurumlarından derlenip geçit töreni yapan düşüncelerdi bunlar. Minnacık çocuk yüreğinde ve gülen yüzünde misafir ettiği bizleri günümüz sanatçı zannıyla davranan egoların nice ötesinde bir insanlıkla karşıladı Hayri Dev. Oğlu Bayram Dev’in sıcacık sevimli atölyesinde gerçekleşen buluşma tam bir Yörük kültür şölenine de dönüştü. 3 telli sazı, on binyıldan süzülüp gelen ağzı, her biri birbirinden ritimli ve içinden deve kervanları geçen, çam ormanları kokan, ekin tarlaları tüten bu ezgilerle Dev gibi bir karşılamaydı açıkçası. Tiiih diye seslenmesi ve ezgili ağzıyla dolu dolu gülmesi, sanatı yaşayan ve aslında sadece yaşadığı toprakların, yaşamların, aşkların, ormanların, toprakların ve hayallerin yansımasını sunan doğal bir ozanın coşkusuydu tanıklığımız. Söylenen türkülerdeki deve çanlarını, sabah çiğiyle buram buram kokan toprağın kokusunu, en küçük rüzgârda hışırtıyla ıslık çalan çam ağaçlarının ezgisini ve bu sesler arasında alın teriyle yıkanan ırgatların toprakla cebelleşmesini ve kuşkusuz ki her birinin eşsiz hikâyesiyle yüklü aşklarının duyumsaması... Küçücük ve kendini sanmalarla dolu ne garip bir yaratık olduğumu da duyumsayarak… Yoksulluğun bir tür şölene dönüştüğü Gökçeyaka köyünün toprakla ormanın dansıyla üç telin ruhundan akıp uzay boşluğuna ulaşan Hayri Dev adını ilk Fransızlar keşfederken koca ülkemin sanata ve sanatçıya olan korkunç düşkünlüğüyle ürperdim. Tanrım, sadece üretip, tüketip bir küfrün etrafında dönüp duran bir boşlukta nasıl da dolaysız yaşıyoruz… Sanatını ve sanatçısını paketleyip piyasaya sunan bir bürokrasi demokrasisinin nasıl da ağır dişlileri arasında öğütülüyoruz. Kalbimizi aklımızdan alan bir kayıtsızlığın boşluğunda böyle kaç sanat insanını hiç tanımadan yok ettik acaba? Değer dediğimiz şey aslında sadece ona ilgi duymak ve sevgi sunmaktır. Yaşadığı yerde ama. Doğanın ürünü sanatçıyı ürünü olduğu koşullardan sıyırıp kentlerin kasvetli kaosunda ancak onun yok olmasının sağlam koşullarını yaratırsınız. Hayri Dev, yaşadığı yerde değer görmek isteyen bir ozan. Bize “Gine gelin emi” derken içindeki yürek burkulması ve Gökçeyaka’nın yalnızlığının, unutulmuşluğunun, üretimsizleşmesinin tüm sancılarını hücrelerimde duyumsadım. Evet, Hayri Dev ve nice böyle dev; gizli, yalnız ve ıssız kalmış ozanlar soluk alıyor köşe bucak Anadolu’muzun. Oysa sadece minicik bir sevgi bekliyorlar… Ritim yaşamdır velhasıl. Sunak bu sayısında Hayri Dev’i sayfalarına taşıdı. Fatih Akça ve Derin Zorlu derlemesiyle yazınsal bir belgesel sundu. Çameli’nin Gökçeyaka mahallesinde Sunak Dergisi’nin yaptığı bu sevimli ve çok gecikmiş ziyaret, Hayri Dev’de soluk bulmuş yörük kültürünün belki son temsilcisini görme fırsatı verdi bize. Kendisine eşlik eden oğlu Bayram Dev’le bize özel verdiği sevimli konser ise misafirperverliğin en güzeliydi. Uzun yaz ayından Kasım’ın son günlerine geldiğimiz bir sonbahar akşamı Çameli’de yağmurla buluşmamız, toprağın ve ormanın kokusuyla birleşip Hayri Dev’in insanı oyuna davet eden neşeli tınılarıyla süslendi. Bir kez daha müziğin ve yaşamın ritmini düşündüm. Her şeyin hızla aşağılık bir ritimsizliğe büründüğü bir çağda mutluluk kimlerin evinin konuğu olabiliyor acaba? Müzik ve sanat, hangi insan mahlûkatının kalbini ve raflarını süslüyor? İşte biz o gün yaşamın tınısını yokladık, keyiflendik, hüzünle döndük yoğunca…

  • 4 kısa öykü

    Satılık I Ernest Hemingway Satılık: Bebek Patikleri. Hiç giyilmedi. Hile I Anton Çehov Eskiden, İngiltere’de ölüm cezasına mahkûm edilen suçluların, kendilerini anatomicilere ve fizyologlara kadavra olarak satma hakları varmış. Bu şekilde elde edilen parayı kimi içkiye yatırır kimi de ailesine bırakırmış. Bu mahkûmlardan korkunç bir cinayetten ceza alan biri, bir tıp doktoruna haber göndermiş ve uzun ve bıktırıcı bir pazarlığın ardından, kendisini iki Gineye satmış. Ama doktordan parayı alır almaz, birden kahkahalarla gülmeye başlamış. – Niye gülüyorsunuz?, -diye sormuş doktor şaşkınlıkla. – Siz beni asılacak bir adam olarak satın aldınız -demiş suçlu gülerek- ama ben sizi kandırdım! Beni yakarak öldürecekler! Ha, ha, ha! Katil Sayfa I Julio Cortázar İskoçya’nın bir yerinde, içinden rastgele bir sayfası boş olan kitaplar satılıyor. Eğer bir okur, saat öğleden sonra üçü vurduğunda bu sayfaya gelirse, ölüyor. Yola Düşmek I Franz Kafka Derhal ahırdan atımı getirmelerini emrettim. Uşak emirlerimi anlamadı. Bu yüzden ahıra ben kendim gittim, eyeri atın üzerine attım ve bağladım. Uzaktan bir trompet sesi duyuluyordu, uşağa bu sesin ne manaya geldiğini sordum. Uşak hiçbir şey bilmiyordu, zaten hiçbir şey de duymuyordu. Tam bahçe kapısında yolumu kesti ve: – Nereye gidiyorsunuz patron?, diye sordu. – Bilmiyorum, -dedim- yalnızca buradan dışarı çıkmak istiyorum, yalnızca buradan dışarıya. Yeter ki, buradan dışarı olsun, amacıma ulaşmamın tek yolu bu. – Yani amacınızın ne olduğunu biliyor musunuz?, diye sordu. – Evet, -diye yanıtladım- az önce söyledim ya. Buradan dışarı çıkmak, amacım bu.

  • ÖYKÜ

    Başta maviADAlılar olmak üzere Türk ve Dünya Edebiyatının seçkin yazarlarının yazdığı öyküler, öykü tür ve örnekleri, öykü yazmanın inceliklerini, özelliklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... ÖYKÜ sayfamızı görmenizi öneririz.

  • Çocuk İnsanın Babasıdır

    Bir gülün tenine değmedi hiç elleri, Bu yüzden yumuşaklık nedir bilmezler Çiçeksiz büyüttüler çocukları. Oyunlarda durmadan yenmeyi öğrettiler, Bir büyük oyunda sonra yenildi çokları Sevgisiz büyüttüler çocukları. Dal sürmedi hiçbiri kaldılar yoz kıraçta, Çiğ yalan bencillik biraz da kindi suları Gölgesiz büyüttüler çocukları. Konmadı hiçbirinin sesine yumuşacık Bir yüreğin dalından uçan sevi kuşları, Türküsüz büyüttüler çocukları. El vermek nedir dosta, dostluk nedir ki!? Hep bir oyuna gelmekti korkuları Güvensiz büyüttüler çocukları.

  • Selahattin Pınar ve Afife Jale

    20. Yüzyılda yetişen önemli bestecilerimizden olan Selahattin Pınar Türk Sanat müziğindeki klasik şarkı formuna bağlı kalmakla birlikte, yarattığı kendine özgü üslubuyla, besteleriyle ve sahneye çıkan ilk Türk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale’yle yaşadığı büyük aşkıyla Müzik dünyasının unutulmazları arasına girmiştir. Kendisini ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz... Denizli'nin, Çal ilçesinde 22 Ocak 1902’de dünyaya gelir Selahattin Pınar. Ailesi, Denizli Milletvekili olan babaları Sadık Bey'in görevi nedeniyle o, henüz üç yaşındayken İstanbul'a taşınırlar. Babasının karşı çıkmasına rağmen 12 yaşında ud çalarak müziğe başlayan Selahattin Pınar, daha sonra dönemin önemli bestekârlarından ders alarak tambur çalmaya başlar. Hukukçu olmasını isteyen babasının sürekli “Benim oğlum çalgıcı olacak” şeklindeki aşağılamalarına dayanamayan Selahattin Pınar bir gün, bir toplantıda yine aynı şeyleri tekrarlayan babasına karşı çıkıp “Hayır ben sanatkâr olacağım ve siz de benim adımla anılacaksınız” diyerek evini terk eder. Artık ikinci evi olarak gördüğü, daha sonra Üsküdar Musikî Cemiyeti adını alan, musikî derneğinin kurucuları arasına katılarak burada pek çok değerli müzisyen ile tanışır ve bu hocaların bilgilerinden yararlanır. Bestekârlığa on sekiz yaşlarında başlayan Selahattin Pınar zamanla tambur çalmaya yönelerek on yedi yaşındayken "tamburî" sıfatını alır ve tamburuna kendine özgü bir üslûp ve boğuk sesi ile eşlik eder. Yüz elliyi aşkın bestesi olan Selâhattin Pınar’ın tüm şarkılarında İstanbul şehir kültürünün o güne yansıyan ifadesi vardır. Hüzünlüdür, hatta zaman zaman karamsardır ama her zaman ince, zarif ve şehirlidir. AFİFE JALE İlk Türk kadın tiyatro sanatçısı olan Afife Jale ise 1902’de orta halli bir ailenin kızı olarak İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya gelir. Afife’nin çocukluk düşlerinde hep tiyatro vardır. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde okurken de aklı tiyatrodadır. Tiyatro sevgisiyle 1918’de Türk ve Müslüman kadınlarının sahneye çıkmasının yasak olduğu bir dönemde Dârülbedâyi’de (Şehir Tiyatroları) açılan sınava girer ve kazanır. Afife bir yıl boyunca provalara katılır ve nihayet beklediği fırsatı yakalar. Jale takma adıyla ilk rolünü alır. Bir polis baskınında yakalanan Afife'yi "Dinini, milliyetini unutan kadın sen misin?" diyerek hırpalarlar. Zaten babası da tiyatroyla ilgilenmesine karşıdır ve kızını “kötü kadın” oldun diyerek evlatlıktan reddeder. Böylece Darülbedayi yöneticileri onu tiyatronun kadrosundan çıkarmak zorunda kalırlar. Bütün bunlar yaşanırken Afife bir yandan da şiddetli baş ağrıları çekmektedir. Tiyatrosuz kalması Afife Jale’yi çok sarsar. Hem yaşadıklarını biraz olsun unutmak hem de baş ağrılarını dindirmek için çareyi haplarda ve uyuşturucuda aramaya başlar. Nihayet 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk kadınının sahneye çıkma yasağını ortadan kaldırmasıyla Afife Jale de özgür bir şekilde oyunculuğunu yapmaya başlar. Birçok tiyatro sahnesinde rol alır, turnelere çıkar. Ne yazık ki sanatçı, yaşadığı sıkıntılı günler ve çektiği ağrılar nedeniyle doktor tavsiyesiyle, ağrılarını durdurmak için kullandığı morfine bağımlı hale gelir. Bu alışkanlığından kurtulmak ister ama bu sefer de uyuşturucu onu bırakmaz. Sağlığı giderek bozulur ve sonunda sahnelere veda etmek zorunda kalır. BİR BAHAR AKŞAMI RASTLADIM SİZE İşte o zor günlerinde Afife Jale ile Selahattin Pınar “Bir bahar akşamı” Kadıköy’deki Kuşdili Çayırında düzenlenen Hafız Burhan konserinde karşılaşırlar. Uzun zamandır saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarından biri olan Selahattin Pınar, Hafız Burhan’ın arkasında tambur çalmaktadır. Afife Jale ise konseri izlemeye gelmiştir. Afife Jale, Türk müziğinin usta sanatçısı Selahattin Pınar’ın naifliğinden, kibarlığından, şık giyiminden, güzel konuşmasından çok etkilenir. Duyguları karşılıksız değildir. İkisi de yirmi beş yaşlarındadır ve görür görmez birbirlerine aşık olup Selahattin Pınar’ın o ünlü şarkısında dediği gibi “Daha önceleri neredeydiniz?” diyerek evlenmeye karar verirler. Her ikisi de gençliklerini acı ve sıkıntılar içinde geçirmiştir. Evlenince hayat boyu özledikleri her şeyi birlikte yapmaya, mutlu olmaya çalışırlar. Selahattin Pınar, o güzel bestelerini çalar, Afife dinler, dinler… Ancak bu güzel ve mutlu günler uzun sürmez. Tüm mutluluklarına karşın Afife tiyatroyu unutamaz ve tiyatronun boşluğunu daha önce tedavi amaçlı kullanmaya başladığı uyuşturucularla doldurmaya başlar. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştır. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, onun damarına morfin şırınga ettiğini görür ve yıkılır. Selahattin Pınar, eşine öfkeden çok merhamet duyar. Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başlar, çünkü karısını çok sevmektedir. Tutkulu her aşık gibi kendini aldatır, Afife Jale’yi kurtarmak isterken kendi de uyuşturucu tuzağına düşer. Bu gidişi geri çevirebilmek için çok uğraşırlar ama bir türlü olmaz. Bunun üzerine Afife, “Terk et beni, yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim!” diye yalvarır eşine. Artık ikisi için de en kötü günler başlamıştır. Selahattin Pınar hiç yanaşmaz ayrılığa, Afife Jale ise hep zorlar onu. Bunun üzerine Selahattin Pınar altı ay sonra içi kan ağlayarak Afife Jale’yi terk eder. Ve 1935’te boşanırlar. Afife, kimsesiz ve beş parasız, parklarda yatıp kalkar, aş evlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaklardan dinleyip ağlar. Afife Jale kimsesiz, terk edilmiş ve yoksul bir şekilde Balıklı Rum Hastanesinde hayata veda eder. Ölümü, gazetelere haber bile olmaz, cenazesi birkaç kişi tarafından kaldırılıp kimsesizler mezarlığında defnedilir. Selahattin Pınar, Afife’nin ölümünün ardından büyük acı çeker. Pek çok ölümsüz, hicran dolu besteye imza atar. Selahattin Pınar sevdiği kadını hiç unutamaz. Afife Jale`den sonra Seyyare Atıfet ile evlenerek yaşamını ölene dek onunla sürdürür. Alkol bağımlısı olduğu sanılan, asabi ve içe dönük bir karaktere sahip Selahattin Pınar 6 Şubat 1960'ta Todori'nin lokantasında, bir arkadaşı ile yemek yerken, geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda eder. Afife Jale’yle ayrıldıktan sonra tanışıp evlendiği eşi Seyyare Hanım, Selahattin Pınar'la büyük bir aşk yaşadıklarını söyler, ama kocasının güzel kadınlara, özellikle de ilk aşkı Afife Jale'ye olan düşkünlüğünü gizlemez: "Şu gerçeği her zaman kabullendim. Kocam en önemli şarkılarını Afife Jale için yaptı. İlk ve unutulmaz aşkıydı o.” diye anlatır anılarında. (Seyyare Hanımın ölümünden birkaç gün önce verdiği röportajdan) Afife Jale ile beraberliğinin Selahattin Pınar`ın sanat hayatına etkisi büyük olur. Bu dönemde ve boşandıktan sonra bestelediği parçalar genellikle karşılıksız ve ümitsiz aşkları, ayrılık acılarını içerir. "Nereden sevdim o zalim kadını, Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek, Huysuz ve tatlı kadın"... gibi unutulmaz bestelerini bu dönemde yapar.

  • Bruno'nun 2 Şey Öğretisi

    Kilise tarafından yakılarak öldürülen Giordano Bruno (1548- 1600) Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir. İşte onun evrensel ve zaman mefhumundan uzak, kulağa küpe olacak "iki şey" öğretisi... *İki şey* çözümsüz görünen problemleri bile çözer: 1- Bakış açısını değiştirmek 2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek *İki şey* yanlış yapmanı engeller: 1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek 2- Hak yememek *İki şey* kişiyi gözden düşürür : 1- Demagoji (Laf kalabalığı) 2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek) *İki şey* insanı 'Nitelikli İnsan' yapar: 1- İradeye hakim Olmak 2- Uyumlu Olmak *İki şey* 'Ekstra Değer' katar: 1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak 2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek *İki şey* geri bırakır: 1- Kararsızlık 2- Cesaretsizlik *İki şey* kaşif yapar: 1- Nitelikli çevre 2- Biraz delilik *İki şey* ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar: 1- Baskın yeteneği bulmak 2- Sevdiğin işi yapmak *İki şey* başarının sırrıdır: 1- Ustalardan ustalığı öğrenmek 2- Kendini güncellemek *İki şey* başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır: 1- Niyetin saf olması 2- Ruhsal farkındalık *İki şey* milyonlarca insandan ayırır: 1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak 2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek *İki şey* gelişmeyi engeller: 1- Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat) 2- Felakete odaklanmış olmak *İki şey* çözüm getirir: 1- Tebessüm (gülümseme) 2- Sükut (susmak) *İki şey* in değeri kaybedilince anlaşılır: 1- Anne 2- Baba *İki şey* geri alınmaz: 1- Geçen zaman 2- Söylenen söz *İki şey* ulaşmaya değerdir: 1- Sevgi 2- Bilgi *İki şey* "hayatta önemli olan her şey" içindir: 1- Nefes alabilmek 2- Nefes verebilmek "Allah, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır" "Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Allah'ı kullanırlar. " Giordano Bruno (1548, İtalya - 1600 İtalya, Roma). İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır. Ona doğacı coşkunluğun düşünürü de denilebilir. Aristotalesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik'in tezini savundu. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da diri diri yakılarak idam edildi. Gittiği her yerden, her inanç kesiminden tepki gördü. Sonunda Katoliklerin elinde 7 yıl yargılandı, özür dilemesi, sözlerini geri alması istendi. İşin ilginci Giordano Bruno bir din adamıydı ve ne bir ateisti ne de bir materyalist değildi. İsa'yı da yadsımıyordu. O, İsa 'yı çarmıha gerenlerin, Pavlus'un yarattığı bir sanal Isa'nın çevresinde örgütlenerk eski pagan imparatorluğunu kuran Kilisenin karşısında idi. O gerçek İsa'ya inanıyordu. Kilisede reformun bir yanılgı olduğunu Cenevre'deki tecrübesi ile görmüştü. çünkü onu Lutherciler, reformistler de sevmedi. Kilisenin kendisi, doğrudan doğruya Tanrı'ya karşıydı, inancı yok ediyordu. Protestanların siyasal erki ele geçirdikleri yerlerde Katoliklerden nasıl zalim ,acımasız ve bilim düşmanı olduklarını gördü.. Ortaçağ,324'te Kilisenin Avila Piskoposu Priscillianus'u ,Euchrotia ve diğer dört yoldaşı ile beraber Bordeaux kentinde karabüyü ile suçlayarak meydanın ortasında canlı canlı yakması ile başlar ve tam 1216 yıl sonra, devlet terörünün en yaygın biçimde uygulandığı ,insanlık tarihinin en kanlı kenti Roma'da bir başka papazın , Rönesans'ın tek gerçek filozofu ve büyük ozanı Giordano Bruno'nun gene kilise tarafından 17 Şubat 1600'de canli canli yakılması ile son bulur..

  • Mucize

    IMDB: 8.0 Tür: Aile, Tavsiye Filmler, Dram, Yapım: 2017 Yönetmen: Stephen Chbosky , Oyuncular: Jacob Tremblay , Julia Roberts , Owen Wilson , Izabela Vidovic , Mandy Patinkin , Daveed Diggs , Noah Jupe , Bryce Gheisar , Danielle Rose Russell , Elle McKinnon , Film Özeti: R.J. Palacio'nun romanından senaryolaştırılan filmde, Auggie Pullman (Jacob Tremblay) yaşıtı diğer çocuklardan biraz farklıdır. Çünkü yüzünde ciddi bir deformasyon vardır. Auggie diğer çocuklarla sıradan bir okula giderek, sıradan bir çocuk olduğunu annesi Isabel (Julia Roberts) ve babası Nate'in (Owen Wilson) yardımıyla kanıtlamaya çalışır. Çünkü esas güzellik derinin altında, içeride saklıdır.

  • Erzurum

    Beş Şehir “Erzurum, Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir. Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadele’nin ilk temeli gene Erzurum’da atılır. Her şeye rağmen hür ve müstakil yaşamak iradesi ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk Erzurum’dan işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu’nun içine doğru yürür; oradan başlayarak yurdumuzu ve milletimizin tarihi hakları adına yeni baştan fethederiz. Bu iki hadise arasında iki imparatorluk tarihi, bu tarihin acı, tatlı bir yığın tecrübesi içinde meydana gelmiş bir cemiyet ruhu, bir millet terbiyesi, bir hayat görüşü, bir zevk, bir sanat anlayışı kısacası, dünkü, bugünkü çehrelerimizle biz varız. Onun içindir ki Erzurum Kalesi’ni gezerken gözümüm önünde olan şeylerden çok başkalarını görür gibiydim. Sanki vatana çatısından bakıyordum. Bu çok güzel bir gündü, ilk önce camileri, başı boş dolaşmıştık. Yolda karşılaştığımız tanıdıklarla durup konuşuyor, her açık dükkâna bir kere uğruyorduk. Kendimi yirmi yıl önce, Erzurum’da lisede edebiyat muallimi olduğum zamana dönmüş sandım. Nihayet Kale’ye çıktık. Tepesi uçtuğu için Tepsi Minare denen eski Selçuk Kulesi’nden, 1916 Şubatı’nda ordusunun ricatini temin için çocuğu, kadını sipere koşan destanî şehri seyre başladık. Önümüzde henüz sararmaya yüz tutmuş ekinleriyle emsalsiz bir panorama dalgalanıyordu. Doğu, cenupdoğu tarafında çıplak dağlar biter bitmez, küçük köyleriyle, ağaçlık su başlarıyla, enginliğiyle ova başlıyordu. Daha uzakta, Anadolu’nun şiir, gurbet kaynağı olan, halkımızın duyuşundaki o keskin hüznün belki de sırrını veren dağlar vardı. Günün büyük kısmını orada geçirdik. Sonra şehrin ovaya karıştığı yerde, Belediye Bahçesi’nin biraz ötesindeki yeni bir ilk okul binasına girdik. Erzurum taşı dururken çimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz. Betonun getirdiği bir yığın kolaylık meydanda. Fakat bu kolaylıklar bazen de mimarinin aleyhinde oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor. Erzurum taşı, Ankara taşı gibi çok kullanışlı. Her girdiği yere abide asilliği veren bir mimarî malzemesidir. İlk okul şirin, konforlu. Yirmi yıl önce gördüğüm yapıların hiçbirine benzemiyor. Bütün ovayı ayağımızın altına seren taraçasında, emsalsiz bir gurup karşısında çaylarımızı içtik. Güneş, bulutsuz, dümdüz bir gökte, olduğumuz yerden daha yassılaşmış, ovaya karışmış görünen Kop Dağı ile Balkaya’nın arasına inmeye hazırlanıyordu. Ne gökyüzü kızarmış, ne güneşin rengi değişmişti; hafif bir sarılıktan başka hiçbir batı alameti yoktu. Bütün değişiklik ovada idi. ilkin dağların etekleri gümüş bir zırha benzeyen bir çizgiyle ovadan ayrıldı. Sonra düştüğü yerde sanki külçelenen bir aydınlık, bendi yıkılmış bir su gibi, bütün ovayı kapladı, toprağın, ekinin rengini sildi. Gözümün önünde sadece ışıktan bir göl meydana gelmişti. Bütün ova billur döşenmiş gibi parlıyordu. Dağlar, bu cilalı satıh üzerinde yüzer gibiydiler. Güneş, batacağı yere iyice yaklaşınca, ovanın şurasından burasından kalkan tozlar, bu gölün üstünde altın yelkenler gibi sallanmaya başladılar. Bu bir akşam saati değil, tek bir rengin türlü perdeleri üzerinde toplanan bir masal musikisiydi. Zaten güneş o kadar sakin, o kadar hareketsiz bir halde alçalıyordu ki dikkatimiz ister istemez gözlerimizden ziyade kulaklarımızda toplanmıştı. Hepimizde çok derin, çok esrarlı bir şeyi, eşyanın kendi diliyle yaptığı büyük bir duayı dinler gibi bir hâl vardı. Sonra bu billur aynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyu ışık nehirleri taşmaya başladı. Nihayet güneş iki dağın arasında kaybolacağı zaman, son bir ışık, olduğumuz yere kadar uzandı. Toprak derin derin ürperdi. Ova yavaş yavaş saf gümüşten erimiş altın rengine, ondan da akşam saatlerinin esmerliğine geçti. O gece Erzurum’dan ayrılıyorduk. Biz trene binmek için yola çıktığımız saatte 3 Temmuz 1919 şehri 30 Ağustos zaferini kutluyordu.

  • SES

    Bizi Beyşehir'den Konya’ya götüren kamyon Barsakderesi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin alına sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motörün alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı bir takım memeleri yerlerinden oynatıyordu. İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor, ve o dinlenmek için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa: “Bitti mi?” diye heyecanla soruyordu. Daha az meraklı birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer taşın üstüne oturup beklemeğe ve etrafımıza bakınmağa başladık. Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu. Güneş arkamızdaki sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına gitgide kırmızılaşan bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşuğa terkediyordu. Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere mırıltıya benzer seslerini duyurmağa başlıyordu. Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı, diye sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan iki kadını aldı. Konyaya götürdü. Diğer yolcular grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı. Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın köylerden birinde bakkal olduğunu söyliyen tahta ayaklı bir ihtiyar kalkıp otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan sonra yola düzüldü. Adamakıllı akşam olmuştu. Yol amelesi çadırlarına dönerek ateş yakmağa başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin bir kenarında muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu. Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah terler damlıyarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı. Yolcuların ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için sadece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir şeyler yiyorlardı. Bir müddet daha geçip ortalık adamakıllı kararınca şoför, yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere uzanmış, kımıldamadan duruyorduk. Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire mavimtırak ve soluk ışığa gömüldü. Arkadaşımın yüzüne baktım. O gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne titrek silüetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları seyrettikten sonra: “Nerdeyse ay görünecek!” dedi. Tam bu sırada kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeğe başladı. Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmiyen bir halk şarkısı söylemeğe başladı: Döndüm daldan kopan kuru yaprağa Seher yeli, dağıt beni, kır beni; Götür tozlarımı burdan uzağa Yarin çıplak ayağına sür beni… Bu sefer ben de doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara nağmesine başladığı halde, kulağımda hala deminki sesin çınlamaları vardı. Arkadaşım: “Bu ne?” demek ister gibi yüzüme baktı. “Fevkalade!” diye mırıldandım. Ses tekrar, ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı: Aldım sazı çıktım gurbet görmeğe, Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye, Ne lüzum var şuna, buna sormaya, Senden ayrı ne hal oldum gör beni. Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim. Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı seslerin nasıl çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni de kaldırdı. Amelenin çadırına doğru yürümeğe başladık. Ovada, çadırın önünde, dört beş kişi oturmuşlardı. Etraflarında kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın kapısına asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve başları karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldanıyorlardı. Yirmi yaşından fazla göstermiyen bir delikanlı çadırın önünde, yan yatmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu için çehresini tamamen görmeğe imkan oktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalariyle kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça, insan, sanki, o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu. Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük. Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak, tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu sefer hitap eder gibi, şarkısına devam etti: Ayın şavkı vurur sazım üstüne, Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne, Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni. Otomobilin diğer yolcuları da toplânmışlardı. Herkes hayretle kıpkırmızı yüzlü gence bakıyorlardı. O, esrarlı bir dil konuşan ellerini sazın üzerinde hareket ettirmeğe başlamış ve gözlerini yere, yahut kucağından fırlamak ister gibi sıçrayan sazına dikmişti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer başını kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar tatlı ve derinden gelen bir sesle şunları okudu: Sekiz yıldır uğramadım yurduma, Dert ortağı aramadım derdime, Geleceksen bir gün düşüp ardıma, Kula değil yüreğine sor beni. Ve sazını, iki kuvvetli vuruştan sonra, yanına bırakarak başını kaldırdı. Orada bulunanlardan birkaçı yaşa diye bağırdılar. O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmıyarak, boşlukta dolaştırmağa başladı. Hafifçe tebessüm etmeğe de çalışıyordu. Arkadaşım yanına sokularak sordu: “Senin adın ne oğlum?” “Ali!” “Nerelisin?” “Sıvaslıyım!” “Sazı nereden öğrendin?” “Ne bileyim? Küçükten beri çalarım.” “Söylemeyi?” “Onu da öyle… Sonra bir iki usta aşık yanında gezdim.” Arkadaşım bana baktı: “Harikulade bir ses, azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben bu oğlanın arkasını bırakmam!” dedi. Sonra tekrar ona dönerek yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini çıkararak bir şeyler notetti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk evvela şaşırdı. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda amelelik yapıyordu. “Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz mı?” diye soruyordu. Nihayet Konyada, gelip gittikçe uğradığı bir hanın ismini söyledi. Dostum onları da kaydetti. Bu sırada, epeyden beri yanımızda durup bizimle birlikte saz dinliyen şoför: “Beyler, otomobil hazır!” dedi. Delikanlıya birkaç şarkı daha söyletmeğe hazırlanan arkadaşım, diğer yolcuların hemen yerlerinden fırladıklarını ve torbalarını, çantalarını kavrayıp kamyona doğru yollandıklarını görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Aliye döndü: “Seni aratıp bulursam hemen gel. Sana paralı bir iş bulurum, daha usta aşıkların yanında çalışır, sazını ilerletirsin, olmaz mı?” Ali hiçbir şey anlamadan tasdik etti: “Olur beyim!” Omuzuna vurup: “Hadi bakalım, Allaha ısmarladık!” dedik, Bütün amele hep birden: “Selametle” Dediler ve biz ayrılırken, Alinin etrafında gülüşerek onunla konuşmağa başladılar. Herhalde arkadaşımın sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak neticeler çıkarmağa çalışıyorlardı. 2. Dostum, Ankaraya geldikten sonra, hakikaten o delikanlının işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik mektebine yerleştirmeğe muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü bu iş hakkında konuştuğumuz zaman: “Bilmezsin, kardeşim” diyordu. “oğlanın sesi kulaklarımdan gitmiyor, ben bu işin acemisi değilim, aşağı yukarı kendime insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim.” Ben de kendisi gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek için şöyle diyordum: “Hakkın var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç tesiri yok mu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı hak duyulan, kah kaybolan küçük dere… İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi, ve nihayet hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatin içine yayılıveren bir ses… Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde bizi garip bir romantizm içine atmış ve alelade veya biraz daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz mı?” Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı Aliyi buldurup Ankaraya getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkışaf ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yazılmış dahi olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz inkar edilemezdi. Arkadaşım şimdiden hulyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı Alini bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor: “Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey olacak!” diyordu. Nihayet istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı Alinin Ankaraya getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan makamlar zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık imtihanlar yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu. Bu meyanda Konyaya yazıldı. Pek uzun olmıyan bir araştırmadan sonra bizim genç tenor bulundu. Yol parası Konya belediyesince temin edilerek Ankaraya gönderildi. İmtihanın yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez, bir kenarda elinde saziyle bekleyen Sıvaslı Aliyi tanıdım. Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi basık ayakkaplarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor ve üzerinde bulunduğu halı tabanlarını yakıyormuş gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının kenarına dayamış, sapını iki parmağiyle yakalamıştı. Odada konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve karşı duvarda gezdiriyordu. Odadakilerle selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun nasıl geçtiğini sordum. “Kötü değil!” dedi. Elindeki saz yeni idi. Gülümsiyerek yüzüne baktım, derhal anladı: “İndiğim handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!” dedi. Siyah ve güzel gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde, bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini verdiler. Dikkat edince bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde yaşadığını farkettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak istedim. Buraya kimbilir neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa konserleri ona yabancı idi. Olsa olsa Ankarada “büyüklerden” birkaç kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve arasıra “büyük” meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümidediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara meclislerinde saz çaldıklarını herhalde duymuştu. Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, müdür odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan biri maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat eden ve imtihan edilmek istiyen bir çocuğu getiriyordu. Orta mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini söyliyen bu sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar “hay hay!” dediler. Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi. Hep birlikte çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke döşeli, bir tarafında yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu. Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano vardı. Oda birdenbire doldu. Gurup gurup türkçe ve frenkçe konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar birbirini bastırıyor ve anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu. Genç bir Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe görmediği bir alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almağa çalıştı. Bu sırada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyalı demir bir iskemle koyarak Aliye: “Otur bakalım” dedi. Diğer bir müzisyen atıldı: “Canım, iskemleye oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!” “Amma yaptın ha, ayakta saz çalıp şarkı söyliyen halk şairi gördün mü?” Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastahane amliyathanesine benziyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın doktorlara bakışına benziyen ürkek nazarlar fırlatıyordu. Benim yanımdaki geç müzisyenlerden birine: “Bunu iskemleye oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş kurup söylemeğe alışmıştır, belki sıkılır!” dedim. O bir an “doğru” der gibi bana baktı, fakat sonra: “Yok canım, ne münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!” dedi. Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi, ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından kirpiklerine ve ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu. Konuşulanlar yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu, gözlerini sahnenin ortasında tek başına kalıveren Aliye dikti. Genç adam iki dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü yerleştiremedi ve şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamağa başlamıştı. Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç kere dokundu. Bu sesler onu bir an açar gibi oldular. Yüzüne sükunete benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra söylemeğe hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı. Sesi yine güzel, fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince pek belli olmıyan bu yabancı sesler alçaklara inince derhal kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi. Kendini toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adelelerini biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı. Müthiş bir gayret sarfediyordu. Çenesinin yanlarından aşağı doğru uzanan ve iki küçük direk gibi kımıldamadan duran yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden kuvvetle fırlattığı bu sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek için ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline alarak ayağa kalktı. Alman müzisyenlerden biri derhal: “Fena değil, fena değil… Ötekini de dinliyelim…” Dedi ve başiyle sarışın genci gösterdi. Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta odadakilerin susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi yavaş yavaş büyüdü ve bütün odayı dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu. Birkaç yerde, hanende taklidi, bayağı hünerler yapmağa özenmesine rağmen mükemmel bir ses materyaline sahip olduğu meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman “Bravo!” diye söylendi. “Bu çocuğu yetiştirebiliriz!” Bu aralık gözlerim Aliye ilişti. Bu odada olanların hiçbirisiyle alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın eliyle onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti. Sağ eliyle basit bir melodi çalarak almanca: “Bunu aynen tekrar et!” dedi. Türk müzisyenlerden biri izah etti: “Piyanoya göre söyle bakalım!” Ali bir bana, bir de gözleriyle arıyarak dostuma baktı. Ben “eyvah” dedim. Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti. Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek istedim: “Oğlum, bu hanımın çaldığına göre ses çıkar.” Piyanodaki kadın ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek: Bir haber yolladım canan iline… Diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu. “Yok, iki gözüm” dedim, “şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın.” Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak “bu söylesin” dedi. Piyanonun arka arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses nehri halinde ve berrak olarak delikanlının ağzından dökülüyordu. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir şarkı daha söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar: “Mükemmel!” der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali sazıyle bir kenara çekilir çekilmez onu derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango söyledi. Muhakkak ki güzel sesi vardı. Artık imtihan kafi görülerek bu çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan evvel talebe olarak alınırdı, alınmazdı gibi sözler oldu. Hiç kimse ayni odada bir kenarda bir de Sıvaslı Ali'nin bulunduğunun farkında değildi. Onu ta buralara kadar getiren dostum, münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu. İkimiz de Ali'nin yanına gitmeye cesaret edemiyor, hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk. Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca hayret içinde kaldım. Ali de hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu. Boş gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler onu zerre kadar alakadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım. Sazı yine silah gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar parkelere dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim. Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan ümitleri bu ufak ayak hareketinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri dışarı vurmayan, gözleri sonsuz bir derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlıyan bu adam farkında olmadan kendini sağ ayağının bir minimini ve sinirli kımıldamasiyle boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti. Kendimi toplayarak onun yanına doğru yürüdüm. Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı. Konyaya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı. Şimdi ne yapacaktı? Yanına gider gitmez ayağının hareketi durdu. Arkadaşım da gelmişti. Çabucak hazırladığı bir yalanı söylemeğe başladı: “Ali, evladım! Senin sesini beğendiler ama, yaşın biraz büyüktü. Buraya yirmiden fazla olanları almıyorlar. Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun sürer belki, sen Konyaya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz” Ali bütün bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi, kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta ezberlemeğe çalışıyordu. Fakat gözleri bana ilişince irkildim. Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını ifşa eder gibi geldi. Herhangi bir şey yapmış olmak için: “Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!” dedim. Odadakilerin münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın farkına bile varmadılar. Bir kebapçıdan karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmağa imkan yoktu. “Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi. Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek: “Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!” dedi. Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti: “Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!” Ve yanımızdan ayrılıp gitti. Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için Haymana hanına giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Alinin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.(1937) * ÖYKÜDE YER ALAN Sabahattin Ali'nin halk türküsü diye verdiği aslında kendine ait güzel şiir LEYLİM LEY'i Zülfü Livaneli'nin sesinden dinlemek isterseniz TIKLAYIN. *

  • Benim Güzel Düşlerim

    Yaşımı yeni büyütmüştüm, öğretmenliğe başlayınca 18 yaşından küçüklere maaş verilmediği söyleniyordu. Ne büyük işti 18 yaşında olmak... Saçını azıcık uzatabilmek, sigara içebilmek de... Trabzon hep yağmurdu... Güneş üç gün ardı ardına gözükse şaşırtırdı, kıyamet belirtisi diye... Dallarında erkeninden patlayan erik çiçeklerini konfetiler gibi yollara döken bahar yağmuruna aldırmayan çocuklar, sokak boyu saçak altlarına çöker, kiraladıkları çizgi romanları okurdu. Sınıf farkını gözünüze sokan kentin sosyetesinin devam ettiği ve o yüzden de pahalı sineması Konak'ın gösterişli cam kapısında, çoğu uzun saçlı, parkalı üniversitelilerin siyah beyaz afişleri vardı, aranıyorlardı. Kısa bir süre sonra siyaset denen tanrı adına çoğunu ya buldukları yerde öldürecek ya da asacaklardı, bilmiyorduk. Özellikle eğitimli gençlerin kurban edileceği korku çağına az vardı. Ne güzel günlermiş; öğretmenin boş zamanında bile görev mahallini terk etmesi yasaktı ... Biz de kaçtık. Staj için bulunduğumuz Maçka yolundaki okulumuzdan Trabzon’a inmiştik. Tek film oynatan, yine de ötekilerden daha pahalı olan sinemada paramıza kıyıp Love Story’i izleyecektik. Bende Ryan Oneael’e benzer iki bukle gören arkadaşlarımın iltifatına lâyık olabilmek için saçlarımı oksijenle sarartıp, önden kısacık kestirdiğimi ve uzatabildiğim birkaç tanesini de herkesten gizleyerek kulak üstüne atmaya çalıştığımı ve artık düşlerime de giren, putlaştırdığım Ali MacGraw’e andıran düz saçlı sevdamı aradığımı mahcubiyetle anımsarım. Çok bunalımlı bir ergenlik başlangıcı değil aslında değil mi? Siz öyle sanın. O devir genç olan herkes şöyle ya da böyle potansiyel suçluydu. Ya olmuştu ya olacaktı. Söylemeden geçmemeli. Benim komünistliğim de o bir parmak saçla tescillenecekti, ilk. Benim sevgili hemşerilerim bende büyük bir anarşist potansiyelini okumuş, adımı da koymuştu.Ben komünisttim. İki kitap okuyup ya da müzelere ziyarete gidip de ecdadımızın ve pirlerimizin uzun güzel saçlarını göremeyen akrabalarım başta olmak üzere çevremin, sanki berber dükkanları varmış gibi, takmadığım mahalle baskısına isyanımı beni devlete ihbar etmekle cezalandıracağı sürece yeni girdiğimi nereden bilecektim. Tabi aklından ve fikrinden hiç kuşkulanmadığım devletimin beni o kadar ciddiye alacağını da...Kuşkusuz bilmiyorlardı, benim aslında, dayımın arkadaşı siyah giysileri, belinde muhtemelen yapma Trabzon silahı kent sokaklarında motorunu bir at gibi koşturan ülkücü gençliğin idolü Kürşat'a hayran olduğumu... Tek duraladığım nokta onlarda uzun saç, geniş yaka gömlek ve İspanyol paça, yani her türlü yenilik henüz mekruhtu, bense çok seviyordum. Ölen babamın yerini kolayından almaya çalışan, ama hiçbir sıkıntımı umursamayan, beni çaresiz bir tutsak yapan, hürmet ve hizmet de bekleyen yakınlarımdan , memleketimden nefret ediyor, ergen çocukları rahat bırakan bir dünya varmış gibi, ötelerdeki özgürlüğü fanatizme varan bir tutkuyla özlüyordum. Biraz yavaşından öğrenecektim ama öğrenecektim, her yer aynıydı, her ergen de, her mahalle de... Aklı akşam yediğini anımsamaya yetmeyen, okuma yazması bile meçhul, ne var ki her dediği kutsal kelam sayılan, yaşlılıkla donattıkları o zalim ve görkemli güçle hayata ve siyasete dair bütün kuralları koyan ve Marks'ı da Lenin'i de, Hitler'i de, gitmiş gelmiş gibi öteki dünyayı da bilen o insanların bu ülkenin harcı olduğunu düşününce bugüne niçin şaşıyoruz ki? Ne saltanattı o devir yaşlıların ki?.. Şimdi bakınca imreniyorum. Bizim yaşlılığımıza da denk gelseydi ya... Bende büyüklere kulak verecek akıl ne gezer, çok düşünmedim, saç ve paça özgürlüktü, onaltısındaki bir çocuğun yeri elbet orasıydı. Gerçi öğrenimi biraz zordu ama teori ve bilinç nasılsa oluşurdu, esas olan imandı. Sonradan daha tam öğrenemeden ilk duvar yazısında öldürülenleri görünce... Arayan bulurmuş. Şimdi bakınca, bulmazsam sanki balçıktan yaratmaya kalkardım gelir bana. Arayan yorulursa, benzetirmiş de... Okuldaki staj öğretmenlerimden biriydi,benden yaşça hayli büyük bayan. Ali MacGraw’e benzerliği sadece düz saçlarındaydı, ama yeterdi, bu derin vadinin içinde, ırmağın kıyısındaki küçük okulda, bulduğumda kusur arayacak hal de yoktu bende, huy da… Kadının ne kadar umurundaydım bilmiyorum, ama bir düşe bakar gibi bakıp duran, bir damla ilgi için dört dönen bir çocuğa kim acımaz? Ya da böyle bir ilgiden kim hoşlanmaz? Başarmıştım. Ya da sanıyordum. Yalanın en inandırıcı olanı , insanın kendine söylediği değil midir? Kuşkusuz arada görüyordum; yarattığım, filmdeki aşka çok benzemiyordu. Ama o film bir ABD yapımıydı, herhâlde benzemeyecekti. Yöredekilere benziyor muydu? Onu da nasıl kıyaslayıp anlardım ki? Beni görünce gözleriyle gülümsüyordu. Bazen benimle konuşuyor, o günlerde hastalanan bebeğinden bile söz ediyordu. Bir keresinde öğretmenler odasında yanımda oturmuş, ekmeği uzatırken eli elime değmişti. Daha ne isteyebilirdim ki? Hoş ben henüz ilk dersine çalışan aşk Q'sü çok da parlak olmayan bir çocuktum, takdirname alacağım demiyordum ki. Yalan söylememeli, ondan önce de küçük bir egzersizim olmuştu, Akdeniz yüzlü bir okul arkadaşımla. Adını ağaçlara kazırdım. Sonunda o da ondördündeki bu sümüklü çocuğun büyümesini daha fazla beklemeye dayanamamış, benden beş altı yaş büyük bir sınıf arkadaşımı gözlerimin önünde yerime koymuştu. Sadece adını koyamadığım bir rahatlık, bir küçümseme hissetmiştim, bu karekterdeki birinden kurtulduğuma şükrediyordum herhalde. Bunun adının ihanet olduğunu ve önemseyip kıyameti koparmam gerektiğini büyüyünce anlayacaktım. Eyleme ihanet diyenin zayıf taraf olduğunu da... Yoksa yaşamın doğasıydı; açlık fırın yıktırırdı. Aslında hala anlamam ya, ne mecburiyeti vardı, o kızın bir sümüklüyü taşımaya ve benim nasıl hakkım doğuyordu üstünde, beceriksiz elimi tutup göğsüne bastırdı diye... Dedim ya , aşk Q'sü düşük diye... ​Staj bitip okuldan ayrılırken bana bir kitap bile armağan edecekti benim platonik ilk aşkım. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un yazdığı, Louis Aragon’un "Dünyanın en güzel aşk hikâyesi" olarak tanımladığı Cemile’ydi kitabın adı. Yaşam öyküsünü öğrendiğimde onda benimkini de aşan ama yazarak iyi ödünlediği bir yan görecektim. O da tutsaktı, kendi çevresine. Babası Torekul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan'ında seçkin devlet adamı idi, ancak 1937'de tutuklandı ve 1938'de kurşuna dizildi...ve bu edebiyatın dünya devi tüm yaşamınca Sovyet Rusya'yla barışık yaşamaya çalışmıştı. Daha büyük bir tutsaklık olur mu? Sonraki süreçte, öğretmenliği bırakıp başladığım üniversitede, okuduğum edebiyat bölümünün de etkisiyle başta klasikler olmak üzere dünyayı okuyacaktım. Edebi tekniğine hayran kaldığım Faulkner, yaşamöyküleriyle birlikte ele aldığımda E. Hemingvay, kendini var edişine hayran kaldığım J.london, üçüncü aşk çalışmamın ilgisinden ve armağan ettiği Perşembe Günleri Aşk kitabından Steinbeck , satırlarında erotizmi keşfettiğim Balzac, bana çok çağdaşmış izlenimi veren, yazması, belki çevirmeni, aynı ben dediğim Arogon, devrimci sloganlar ezberlediğim dönemde Gorki, Türk işi Anadolu devrimcisine evrilmeye başladığımız dönemde İnce Mehmet serisi uzayıp gazete işi, yazmaktan para kazanıyorum, diye bağıran tefrikalara döndükçe bendeki imajı zayıflayan ama ezberlediğim, dönemin moda adı Yaşar Kemal, Aslan Asker Şvayk’taki zekasına bayıldığım J.Hasek … gibi çok yazarım vardı, ama tanıdığım, bildiğim, en çok etkilendiğim dünyanın en iyi yazarı sayacağım Aytmatov’la tanışmam öyle olacaktı. Bu, mitolojiyi, toprağın evrensel dilini, insan ruhuyla ve şiirle harmanlayıp çağına taşıyan, hayran kalınacak kurgularla öyküleştiren adam okuduğum her kitabında daha büyüyecekti gözümde. Bütün kitaplarını çok sevdim, son dönem yazdığı bilimkurgular hariç. Ama birincilik, bazen Öğretmen Duyşen'le at başı gitse de hep TOPRAK ANA'nın olacaktı. 2002 de başladığım KimseSİZ dergisini kapatıp, bir süre aradan sonra yayıncılığımın ikinci aşaması maviADA’ya başladığımda dergide yer alan gençlerden biri, bitirdiği üniversitenin etkinliklerine Cengiz Aytmatov’un da konuk olarak geldiğini söylediğinde bana beceriksizce kurgulanmış bir övünme gibi gelmişti. Dünyanın yaşayan en büyük on yazarından biri seçilmiş Aytmatov bir masal ülkesiydi ve o ülkede biz fanilerin ne işi olabilirdi? Ama umuda yelken açan değilseniz sizden yazar olmaz. Araştırdığımızda öğrenecektik. Elazığ’da yapılan “Hazar Şenlikleri”ne katılmıştı Aytmatov ve o şenliklerde etkin olan Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. Ramazan Korkmaz’la iyi diyaloğu vardı. Korkmaz da dergideki o arkadaşın fakülteden öğretmeniydi. Her şey çok hızlı gelişti, telefonuna ulaştığım Prof. Dr. Korkmaz, büyük bir nezaketle Cengiz Aytmatov’la ilgili bir dosya çalışması yapma düşüncemize olumlu ve yapıcı yaklaşacaktı. Şimdi Ardahan Üniversitesi rektörü olan Korkmaz, bize koordinatörlük yapmayı ve bizzat Aytmatov’u da katmayı kabul edince dergi boyunca en coşkuyla yaptığımız dosyanın çalışmalarına geçmiştik. Düşü gerçeğe çevirirken cesaretimiz de artmış, bir süre sonra Aytmatov’u Bursa’ya etkinliğe getirmeyi düşünmeye başlamıştık. Bu düşüncemizi Aytmatov’a, Korkmaz kanalıyla ilettik. Aldığımız yanıttan hissettiğimiz Aymatov, Türkiye’ye büyük sevgi duysa da yayınevlerinden hiç memnun kalmamıştı. Yayınlanan kitaplarından hakkı olan telifi alamıyordu. Yine de uçak parası dahil masraflarını karşılarsak gelebileceği yanıtını verecekti. Hemen evet derdim ama maviADA Kültür Sanat Evi'ni açmış usul usul haşlanan kurbağa gibi batmıştım, dergiye yetmeye uğraşıyordum. Ayıracak param yoktu, vazgeçmeyecek, ama erteleyecektim. Elbet bir gün o parayı denkleştirecek ve çağıracaktım. 78 yaşındaki Aytmatov beni beklerdi nasılsa… Dergi o kadar ilgi görüyordu ki dosyayla ilgili yaptığımız duyurulara ülkemizdeki yazan çizen herkesin severek katılacağını düşünüyor, onca yazıya nasıl yer bulacağımı düşünüp kaygılanıyordum. Ne var ki ilk aldığımız yanıtlar hiç de olumlu değil, aksine heves kırıcıydı. Çoğu yazarımız bu dünya devi, Sovyet Yazarlar Birliği üyesi, Lenin Ödüllü Kırgız yazarı, ülkemizde son dönem kitaplarının yayınlandığı yayınevleri ve onu onere ederek çağıran katıldığı etkinlikler nedeniyle karşı siyasi kamptan sayıyor, hakkında yazmayı reddediyordu. Cem Yayınları’ndan kitaplarının yayınlandığı dönemde sol kesimin adamı sayılan yazarı, o dönemde de aynı at gözlüğünü kullanan sağcılar sevmiyordu , şimdi solcular... Aytmatov’u ülkemizin yaygın siyasi lincinden dünya devi olması bile kurtaramamıştı. Beni Uganda'da bir sağ düşünceli yayınevi basarsa orada sağcı oluyordum, Amerika'da bir sol yayınevi para kazanır görürse kitabımı, solcu oluyordum. Tolstoy neciydi sahi? Ya Platon?... Hadi be... Siyaset buydu, sorarsan anlamanın piri olan yazar da böyleyse... Bazen anladığına gülemezsin bile... Gelişen kaygılarımıza karşın Aytmatov’un da bizzat katılacağı Rus ve Kırgız yazarların da yer aldığı tatmin edici bir dosya yapmayı başardık, 2006’nın Temmuz sayısında, ilerde konuk olarak da getireceğimize de söz verdik okurlarımıza. Dergi, uluslararası literatürde bile Aytmatov için kaynak gösterilen materyallerden biri olarak yer aldı. O umudu hep sakladım. Ne var ki bir daha o Ali MacGraw’a benzettiğim ilk aşk dersime rastlayamadım. Aytmatov’u da getirecek parayı derginin harcamalarından fırsat bulup artıramadım. Bakmayın iddialı sözcüklerime. Ben bunu iyi bilirim aslında; ömrümce hep büyük mucizelerin kenarında teninin sıcaklığını hissedecek kadar yakın olup dokunamayacak kadar basiretsiz olmayı yani… Çocukluğumdan beri özenle sakladığım ve yüreğimde büyüttüğüm Aytmatov, tanıdığım en büyük düş ustası, birlikte çalışmak, aynı dergide yazma onurunu bana vermişse bile konuşma şansını yakalayamadan 2008 Haziran’ın da 80 yaşında aramızdan ayrıldı. Üzüldüm o uçak parasını bulamadığıma, şimdi üzülmek ne anlam taşırsa? *

  • Kundakçı

    Sorgu yargıcının karşısında sıska mı sıska bir köylü duruyordu. Köylünün sırtında evde dokunmuş bezden alacalı bulacalı bir gömlekle yamalı bir pantolon vardı. Uzun sakalının kapladığı çopur yüzü, sarkık gür kaşlarının altından zorlukla seçilen gözleri, çoktandır tarak yüzü görmemiş karmakarışık saçlarının bir şapka gibi örttüğü başı adama iri, öfkeli bir örümcek görünüşü veriyordu. Köylünün ayakları çıplaktı. Sorgu yargıcı: – Denis Grigoryev, diye söze başlıyor. Yanıma yaklaş da sorularımı yanıtla. Bu temmuzun yedisinde demiryolu bekçisi İvan Semyonuv Akinfov sabahleyin demiryolunu denetlerken yüz kırk birinci kilometrede seni, raylarla traversleri birbirine bağlayan cıvata somunlarından birini sökerken yakalamış. İşte somun şurada. Senin çıkardığın somun. Öyle mi? – Ha? – Bekçi Akinfov’un anlattığı gibi mi oldu, diyorum. – Öyle oldu ya. – Peki, somunu niçin çıkardın? – Ha? – Sen şu “ha”ları bırak da sorduklarıma yanıt ver. Somunu niçin çıkarıyordun? Denis gözlerini tavana dikerek kısık bir sesle; – Gerekmese çıkarmazdım, diyor. – Somun ne işine yarar ki? – Somun mu? Biz somunu olta yapmada kullanırız. – Kim bu biz dediğin? – Biz işte, halk. Klimov köyünün adamları yani… – Bak kardeşim, karşıma geçip de aptal numarası yapma, doğru dürüst yanıt ver. Oltayı işe karıştırıp ne kıvırttırıyorsun? Yalan söyleme! Denis gözlerini kırpıştırarak mırıldanıyor: – Anamdan doğdum doğalı yalan söylemedim de şimdi mi söyleyeceğim? Olta ağırlıksız olur mu beyim? Oltaya küçük bir balık ya da kurt geçir bakalım, ağırlık olmazsa dibe gider mi? (Gülüyor.) Hıı, bir de yalan söylüyormuşum! Suyun yüzünde yüzen yemden hayır mı gelir? Levrek, turnabalığı, yayınbalığı hep suyun dibinden gider, suyun yüzünde yalnızca alabalık yakalanabilir. O da binde bir. Bizim ırmakta alabalık bulunmaz. Geniş suları sever alabalık… – Şimdi konumuz alabalık mı? Bunları ne anlatıp duruyorsun? – Ha? Kendiniz sordunuz da… Bizim burada beyler de böyle avlarlar. Parmak kadar çocuklar bile ağırlıksız olta kullanmaz. Ama işten anlamayanlara bir diyeceğim yok. İnsan budala olursa… – Demek, sen bu somunu oltaya ağırlık takmak için çıkardın? – Elbette, oyuncak diye kullanacak değildim ya! – Ağırlık için kurşun, mermi, çivi filan bulamadın mı? – Kurşunu nereden bulacaksın? Satın almak gerekir. Çiviyse bir işe yaramaz… Somundan iyisi can sağlığı. Hem ağırdır, hem deliği var. – Şuna bak, kendini aptal göstermeye çalışıyor! Sanki anasından dün doğmuş, dünyadan haberi yok… Sersem herif, somun çıkarmanın ne gibi kazalara yol açabileceğini bilmiyor musun? Bekçi görmeseydi koca katar yoldan çıkar, bir sürü insan ölürdü. Onların katili sen olurdun! – Aman beyim, siz neler söylüyorsunuz? Ben insanları niçin öldüreyim ki? Beni gavur ya da cani mi sandınız? Tanrı’ya şükür, efendiciğim, birisini öldürmek şöyle dursun, böyle düşünceleri aklımıza bile getirmeden yaşadık bugüne dek. Tanrım korusun, olacak şey mi? – Tren kazaları nasıl oluyor sanıyorsun? İki-üç somun çıkardın mı, al sana bir tren kazası! Denis inanmazcasına gülümsüyor, gözlerini kısarak sorgu yargıcına kuşkuyla bakıyor. – Aman efendim, etmeyin, kaç yıldır köy halkı raylardan somun çıkarıyor da bir şeycikler olmuyor. Siz, tren raydan çıkar, insanlar ölür, diyorsunuz. Eğer ben ray söksem ya da tren yolunun üstüne kalas koysam, o zaman başka. Bir somundan ne çıkar ki? – Ne laf anlamaz adamsın be! Bu somunlar rayları traveslere bağlıyor. – Anlıyorum, efendim. Biz somunların tümünü çıkarmıyoruz ki, bu işi düşünerek yapıyoruz. Köylü esniyor, ağzının üzerinde istavroz çıkarıyor. Sorgu yargıcı: – Geçen yıl burada bir tren raydan çıkmıştı, demek bu yüzden oldu, diyor. – Ne buyurdunuz? – Dedim ki, trenin niçin yoldan çıktığı anlaşılıyor şimdi. – Her şeye aklınızın erdiği nasıl da belli; okullarda boşuna dirsek çürütmemişsiniz, iyi efendim benim. Tanrım kime akıl vereceğini bilir. Nasıl da şıp diye anlayıverdiniz! Ama bekçi denen adam kim ki, bir köylü parçası, sorup soruşturmadan yakama yapıştı. Önce iyice sorup anlasa ya! Sonracığıma şunu da yazın beyefendiciğim! İki kez dişlerime vurdu, bir de ağzıma! – Evinde arama yaptıklarında bir somun daha bulmuşlar. Onu ne zaman, nereden çıkardın? – Ha, şu kırmızı sandığın dibindeki somunu mu söylüyorsunuz? – Nerede sakladığını ne bileyim? Evinde bulmuşlar. Ne zaman çıkardın onu? – Onu ben çıkarmadım, tekgöz Semyon’un oğlu İgnaşna verdi. Yani sandığın dibindekini. Avluda kızağın içindekini de Mitrofan’la ikimiz çıkardık. – Hangi Mitrofan? – Mitrofan Petrov… Tanımıyor musunuz canım? Hani şu balık ağı örüp beylere satan. Bu somunlar çok işine yarar da. Her ağ için on tane kadar kullanıyor. – Şimdi beni iyi dinle… Ceza yasasının 180. maddesi demiryollarına kasıtlı zarar verildiği, bu zararın yoldan geçen trenleri tehlikeye soktuğu, suçlu da bu hareketinin bir felakete neden olduğunu bildiği takdirde… anlıyorsun, değil mi? Somun çıkarmanın sonunun neye varacağını bilmezlik edemezsin. Kısacası böyle bir suçun cezası kürektir, yani prangaya sürgün… – Ben nerden bilirim, beyim? Bizler cahil insanlarız. Siz ne diyorsanız odur. – Hadi şimdi bilmezlikten gelme! Her domuzluğa aklınız erer. Yalan söylüyorsun. – Ne diye yalan söyleyeyim? İsterseniz köylülere sorun. Ağırlıksız yalnızca sudak yakalarsınız, beğenmediğiniz kayabalığı bile ağırlıksız oltaya gelmez., Sorgu yargıcı gülümser. – Alabalığı unuttun. Ondan biraz daha anlatsana! – Yok canım, bizim ırmakta alabalık ne gezer? Oltanın ucuna kelebek takıp ağırlıksız suya bıraktın mı, gelse gelse tatlı su kefali takılır, o da binde bir. – Kes artık sesini! Bir sessizlik başlıyor. Denis durduğu yerde ayak değiştiriyor, gözlerini dikip masaya bakarken orada yeşil çuha örtü yerine parlak bir güneş varmış gibi gözlerini kırpıştırıyor. Sorgu yargıcıysa habire bir şeyler yazmaktadır. Bir süre sonra Denis soruyor: – Artık gideyim mi? – Hayır, şimdi seni tutuklayıp cezaevine göndermek zorundayım. Gözlerini kırpıştırmayı şıp diye kesen Denis gür kaşlarını yukarı doğru kaldırıyor, yargıca sorarcasına bakıyor. – Cezaevi mi dediniz? Nasıl olur, beyim? Hiç vaktim yok. Hemen panayıra gidip Yegor’dan sattığım yağın parasını almam gerekiyor. Üç ruble alacağım var… – Fazla konuşma! – Cezaevinde ne işim var benim? Bir nedeni olsa giderim, ama durup dururken niçin gideyim? Bir şey mi çaldım? Kavga mı ettim? Vergi borcum kaldığını sanıyorsanız muhtara inanmayın, vergi memuruna sorun. Bizim muhtar imansızın biridir. – Sus dedik sana! Denis mırıldanıyor: – Zaten susuyorum. Allah beni çarpsın, muhtar hesapları yaparken karıştırmadıysa… Biz üç kardeşiz. Kuzma Grigoryev, Yegor Grigoryev, bir de ben Denis Grigoryev… Sorgu yargıcı: – Yeter, çalışmama engel oluyorsun! diye bağırıyor. Hey, Semyon, götür şu adamı başımdan! İri yarı iki jandarma kolundan tutup çıkarırlarken Denis durmadan söyleniyor: – Biz üç kardeşiz, ama kimseden kimseye yarar yok. Kuzma borcunu ödemedi diye gitsin, Denis cezasını çeksin! Bunlar da sözüm ona yargıç! Bizim beyefendi general şimdi sağ olsa, Tanrı rahmet eyleye, şimdi size dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirdi. Yargıç dediğin yargıçlığını bilmeli. Sırasında dayak da atılır, ama fol yok, yumurta yokken… Anton Çehov #PazarÖyküleri #ÖYKÜ #AntonÇehov

  • AYDINLIK

    - Hiçbir vakit tam karanlık değil gece. Kendimde denemişim ben, Kulak ver, dinle. Her acının sonunda açık bir pencere vardır, Aydınlık bir pencere. Hayal edilecek bir şey vardır, Yerine getirilecek bir istek, Doyurulacak açlık, Cömert bir yürek, Uzanmış açık bir el, Canlı canlı bakan gözler vardır. Bir yaşam vardır yaşam Bölüşülmeye hazır. Paul Eluard 1895 - 1952 ) Çeviri: A, Kadir Dadacı ve gerçeküstücü Fransız şair.Paul Éluard; (gerçek adıyla Eugène Grindel) 1895 yılında dünyaya geldi. 1912'de İsviçre, Davos'taki Clavadel sanatoryumunda verem tedavisi görürken genç bir Rus kızıyla, Helena Dmitrievna Diakonova ile tanıştı, ona Gala adını verdi. 1917 Şubat ayında evlendiler. André Breton ve Louis Aragon ile tanıştı, her ikisiyle de uzun ve siyasi görüş ayrılıklarıyla gölgelenen bir ilişki kurdu. I. Dünya Savaşında cephede görev aldı ve bu dehşetin anılarını 'Le Devoir' adlı şiir derlemesinde dile getirdi. Savaş sonrasında önce Dada hareketine, sonra da gerçeküstücü akıma aktif olarak katıldı. II. Dünya Savaşı sırasında direniş hareketinin büyük şairlerinden biri olan Eluard, 1942 yılında, içinde ünlü 'Özgürlük' şiirinin de yer aldığı 'Poésie et Vérite' adlı derlemeyi gizlice yayımladı. Fransa özgürlüğüne kavuştuktan sonra büyük şöhret kazandı. 1952 yılında bir kalp krizi sonucunda öldü. Éluard, hem aşk hem de devrim şairi olarak 20. yüzyılın en büyük Fransız edebiyatçıları arasında gösterilir. Fransız Komünist Partisi'ne katılması sonucu gerçeküstücü hareketten kopan şair, şiirlerinde Stalin'i yüceltmiştir. Milan Kundera, anılarında, arkadaşı, Prag'lı yazar Zavis Kalandra'nın idamını Élouard'ın ayan beyan savunduğunu duyduğunda hayrete düştüğünü anlatır. 'La Vie immédiate' (1932) , 'La Rose publique' (1934) , 'Les yeux fertiles' (1936) ve 'Cours naturel' (1938) yapıtlarından birkaçıdır.

  • Aydınlık

    `Sen yazmasan, ben yazmasam biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa`-Nazım Hikmet İnsanlardaki öz farkındalık, öz bilinç yaratma eğitim felsefesinin gözden gecirilmesidir ve uygun eğitimin sağlanmasıdır. Üzerine yeterli miktarda ışık vuran alandır, aydınlık. Karanlığı geri püskürterek hapsetmektir. Güneş de ilk çağlardan beri insanlara hayat verdiği içinde aydınlığın simgesi olmuştur. İlkbaharın gelişidir. Kine, öfkeye yenilmeyistir. İhtiyaç duyulan ışıktır aydınlık . Ferahlığı huzuru getirir insana. Mutluluktan doğan parıltıdır. Anlaşılacak derecede açık olmayı getirmektedir. Yürürken karşına çıkan insana güzel mi çirkin beyaz mı siyah mı diye ayırmadan ona kardeşim diyebildigindedir. Zengin mi yoksul mu olusuna bakmadan, milletine, ırkına,dinine aldırmadan elini uzattığındadır. Umudu beraberinde getirir. Karanligin icinden mutlak doğacak olandır. Yalnizligin, Ümitsizligin ve korkunun hayatlarımızı esir aldığı dönemlerde seslerin ne kadar gür çıkabildiğinin fark edilmesidir. Vicdan sesine daha cok kulak vermektir. Provokasyonlara gelmeyi önlemektedir. Sorumluluk taşımayı getirmektedir. Barışı inadına savunarak çabasını canlı tutmaktır. Ayrımcılığa karşı durarak eşitliği savunmaktır. Yasaklara da karşı duruşu getirmektedir. Kamuoyunun gercekleri ögrenebilmesidir. Ülkemizin şeyhler,dervişler,müritler,ülkesi olmaması icin mücadele edenlerin yaktıkları meşaledir aydınlık. Dogmatik düşünceye karşı olan elestirel düşünceden yana tavır alabilmektir. Kadınlarımızın sorunlarıylada yüzleşebilmektir. Cocukların sağlıkla bir sekilde büyütülmesidir. İnsanın insanı sömürmediği bir dünya icin mücadele verebilmektir. İyilik ve güzellik sözlerinin paylaşımıdır. Bilim, sanat egitim, kültür vb alanlarındaki üretkenliktir. Reyting kaygısını geri planda bırakabilmektir. Dünyayı hepimizin evi sayabilmektir. Doğaya saygı duyuşun adıdır. Ülkenin geçmişindeki olayların tarafsız bir şekilde irdelenmesi ülkenin aydınlığına katkı sağlayacaktır. Fikirleriyle ve duruşuyla etrafa ışık saçabilmektir. Bozuk da olsa bir düzenin içinde yer almayı ret etmektir ve kabullenmeyiştir. Çıkarcılığı benciliğe karşı duruşun yeridir aydınlık. İnsanları olduğu gibi sevebilmektir. Tanımadığı insanlar için de endişelenebilmektir. Adımlarını karşısındakine zarar vermeyecek bir şekilde atabilmektir. Takıntılardan ve ön yargılardan uzak durmaktır. En zor koşullarda vazgeçmemeyi ilke edinir. Bağımsız olma seçeneğini sunar insana. Aydınlığın sevildiğini belirten deyişleri de barındırır bulunduğumuz yurt: , En basit bir örnek verirsek; “Sabahın(aydınlığın) şerri, gecenin(karanlığın) hayrından iyidir” gibi. Aydınlığın günümüzdeki anlamı İnsanlara öncü olan, yüzü ileri dönük, önyargı taşımayan ama toplumu ileri taşıyan anlamına gelmektedir. Özgür Karakaya

  • Umut ve Dilek

    Şiiri Hasan Pulur köşesinde yayımlamıştı Bir okuru göndermişti, yazanı belli değildi. Pulur, defalarca ve ısrarla yazarını bulmak için köşesinde çağrılar yaptıysa da, ne şair ortaya çıktı ne de bir bilen, tanıyan vardı. Nerede ne zaman yayımlanmıştı? Bilen de gören de yoktu. "Kavgayı ağacın yaprağına yaz, Sonbahar gelsin, yapraklar kurusun diye. Öfkeyi, bir bulutun üstüne yaz, Yağmur yağsın, bulut yok olsun, diye. Nefreti, karların üstüne yaz, Güneş açsın, karlar erisin diye. Ve dostluk ve sevgiyi, yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yaz, Onlar büyüsün, dünyayı sarsın diye." * * * İzmirli öğretmen Rahile Horzum, bu şiiri öğrencilerine değerlendirmeleri için ödev olarak verir. "Siz kavgayı, öfkeyi, nefreti, sevgiyi ve dostluğu nerelere yazardınız?" Ve 41 öğrenciden gelen cevap kağıtlarından ikisini seçer... CEREN : "Kavgayı eski bir kağıda yazmak isterdim, Çöp sanılıp atılsın diye. Öfkeyi, bir mendile yazmak isterdim, Kullanılıp atılsın diye. Nefreti, sahildeki kuma yazmak isterdim, Deniz dalgaları büyüyerek yok etsin diye. Sevgi ve dostluğu, bir tohuma yazmak isterdim, Büyüyüp dünyayı sarsın diye." * * * MERVE : "Kavgayı, kömürün üstüne yazmak isterdim, Kömür yansın, kavga kömürle yanıp yok olsun diye. Öfkeyi, gecenin karanlığına yazmak isterdim, Gün ışıyınca, karanlıkla birlikte öfke yok olsun diye. Nefreti, toprağın üstüne yazmak isterdim, Herkes toprağa bassın, nefret ezilsin diye. Sevgiyi ve dostluğu çınar fidanına yazmak isterdim, Asırlar boyu canlı ve güzel kalsın diye." * * * Rahile öğretmen, öğrencilerinin kavga, dostluk, öfke ve sevgi hakkında ki düşüncelerini okuduktan sonra kendi defterine şu değerlendirme notunu düştü: "Bence bu çocuklar böyle düşünüyorlarsa, hiçbir şey için geç değil... Umudum ve dileğim, onların barış, dostluk ve sevgi dolu bir dünyada yaşamaları."

  • Dünyayı Verelim Çocuklara

    Dünyayı verelim çocuklara Hiç değilse bir günlüğüne Allı pullu bir balon Gibi verelim oynasınlar Oynasınlar türküler söyliyerek Yıldızların arasında Dünyayı çocuklara verelim Kocaman bir elma gibi verelim Sıcacık bir ekmek somunu gibi Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar Dünyayı çocuklara verelim Bir günlük de olsa öğrensin Dünya arkadaşlığı Çocuklar dünyayı alacak elimizden Ölümsüz ağaçlar dikecekler

  • Yokluğunu Hissetmediğimiz Dostumuz Değildir

    Çocukluğuma dair çok fazla şey anımsamam, ne var ki, birkaç olay belleğimden hiç çıkmaz. Bazen zamanın her şeyi bulandıran sisleri arasından olanca netliğiyle fırlar, gelir. Bunlardan biri Ay'a gidilmesiyle ilgilidir. Önünü ardını bilmiyorum ama Aya insanoğlunun ayak bastığını duyduğumda herhalde babamın elimden tutup götürdüğü camideki bir mevlitteydim. Büyükler radyodan duydukları bu haberi tartışıyor, büyük bir uğultuyla aya gidilip gidilemeyeceğini konuşuyorlardı. Çevrenim ileri gelenlerinden Ömer Ağa dedikleri hep at üstünde gezen şişman bir adam, hararetli tartışmaya, babamın evdeki sesi gibi kesin bir sesle son noktayı koymuştu. "Aya gidilemez, " demişti. "Çünkü Allah izin vermez. " Bütün tartışma bir anda son bulmuş, kısa bir sessizlikten sonra bu kez her ağızdan onaylar biçimde ama farklı farklı konuşmalar başlamıştı. Nasıl olduysa birisi itiraz etti. "Allah yarattığı gökteki ve aydan insanın yararlanmasını niye yasaklasın? " Gene büyük bir sessizlik olmuştu. Mırıldanmalar başlamıştı ki, Ömer ağa kararına muhalefet eden adama döndü: "Sen Allah’ın işine karışma," dedi alayla, "Senin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. " Ne demek istemişti anlamamıştım ama herhalde bildikleri şeyler ağır şeyler olmalıydı. Tereddütler anında yok oldu. Artık karar kesindi: Bizim orda imkan olsa dahi artık aya gidilemezdi. Hiç aklımdan çıkmayan bu olayın etkisiyle o muhalefet eden eğitmeni hep merak etmiştim. Neydi, nasıl bir suçu ya da sapkınlığı vardı? Hiç unutmadım. Sonradan kazandığım öğretmen okulunda kapıcı olduğunu görmüştüm. Devlet eğitmenini unutmamış gene bir görev vermişti. O zaman öğrendim ki köy enstitüsünü bitirmiş, yani köyün en tahsillisi,yani okur yazar olan ender insanlardan biri adamın tek suçu o devir muhalif olan bir partiye oy veren birkaç kişiden biri olmasıydı. Öyle önyargılı ve kendinden başka olana öyle tahammülsüz bir yaratık insanoğlu. * ON KASIM'DA maviADA İNTERNET sayfamızda Atatürk'ü anan benim imzamla bir yazı yayınladık. Derginin ve benim toplam on bini bulan üyelerinden bir bölümü, bazıları sitem ederek bazıları da sessizce ayrıldı. Sövmedikleri için teşekkür etmeliyim herhalde, ama tahammülsüzlüğe içerlemekten de kendimi alamıyorum. İlk fark ettiğimde aldırmadım, sonra sonra içerledim, ne var ki açık tepkim bir ilgi girişimi olarak tanımlanır, diye düşünüp sustum. Biri de çekilmedi ama özelden mesajla aydınlattı beni: Atatürk rantına sarıldın bakıyorum, diye. Onu da kendim sildim arkadaşlıktan. İyi de bugünlerde Atatürk'ü sevmek nasıl bir rant sağlar insana ki?.. Olsa olsa akılsızca yanlış zamanlama dedirtir... Övünmek gibi olmasın, ama sen de iyi bilirsin ki, benim aklımın zekatı sülalene de yeter. O halde?! Atatürkçülük'ten rant elde etmeyi düşünsem elbette devlet memuru olduğum günlerde yapar, istikbal sağlardım, oysa layığınca olmamakla suçlandım hep. Kendi ülkemde gurbetçi kaldım. Benimki romantik bir aşkmış, Spartaküs'ü de seviyormuşum, Atatürk'ü de... inanç değilmiş diye gazetede bile yazdılardı, dinimi, niyetimi ve aklımı okuyan bilirkişiler. Gariptir aynı günlerde sık sık orayı CHP'nın arka bahçesi yapmaya uğraşan yöneticilerle çelişkiler yaşasam da, dönemden memnuniyetsizliğimi dile getirebileceğim tek muhalif ortam gördüğüm ADD'nin komisyon başkanlarından biriydim de... Desenize bu da benim aleyhime bir durumdur. O zaman bilin de rahatlayın, bir dönem, küçük burjuva devrimlerine destek veren Lenin'i de, Küba'nın efsanevi devrimcisi Che'yi de çok sevmiştim. Bir dönem çalıştığım Ege kentinde bırakın sağcıyı, İGDli bile bırakmamaya kararlı temizlik yapan sol faşistlerle de kavgalıydım... Cezam nedir ki? Tümden gider beni SİZSİZ ve kimsesiz mi bırakırsınız? Sahi siz birine KİMSE olmuş muydunuz? Kendiniz de dahil... On iki yıl önce kimseSİZ dergisini yaptığımız günlerde sosyalist, özgürlükçü ve demokrat olduğunu hep söyleyen, kitaplarında Gorki'nin Türkiye versiyonu gibi yazan, onu da hala aşamadığından başka dil geliştiremeyen eski kuşak bir yazarımız, bir yemekte gözyaşlarıyla artık kimsenin kitabını basmadığını, yayınevi bulamadığını söylediğinde üzülerek, gel dergide biraz reklamını yapalım, demiş, bir süre ona yönelik olumlu bir farkındalık oluşturmaya çalışmıştım. Kuruluşuna hiçbir katkısı olmadığı halde derginin pöpüler yazarı olarak reklamını yaptığım o günlerde aramızdan su sızmıyordu. Ta ki derginin o dönem Trabzon temsilcisi olan bir yazarın yazdığı, samimi olmayan Atatürkçülerle ilgili eleştirel bir yazıya dergide yer verinceye kadar... Bana hiçbir şey söylemedi ama bizim yerli Gorki bundan rahatsız olmuştu. Bir otelin konuklarına verdiği yılbaşı yemeğine davetli giden benim arka çıktığım bu sosyalist, kadınların olduğu ortamlarda içki içmeden sarhoş ve kahraman olma gibi bir meziyeti olan hayli yaşlı yazarımız, övüngenliği tutup, ben sosyalistim, Atatürk'ün olduğu bir dergide yazmam... gibilerinden ver yansın etmişti bize. Hem de derginin temsilcisi olan kimi hanımların yanında yapmıştı bunu. Kulağıma gelince, bu akılcı eleştirini sokağa değil, bana yapsan yol alırdık, farklılığa tahammülü olmayandan sosyalist mi olur, faşistim de bari, diyerek dergiden çıkarmıştım . Hala da konuşmayız. Bu ülke ilginç... Kırk yıl önce böyle olması doğal gelirdi bize, uğruna cihat etmeye değer gözükürdü. Devletin bizzat mimarlığını yaptığı bir toplumsal algı düzenleme etkinliği vardı ve o algının dışında düşüneni linç ederdik. Çünkü iyiniyetli ama cahildik. Ömer Ağa ne dese onu doğrulardık. Öylece gençliği sokağa sürdüler, yetmedi beş bin kişiyi sokaklarda kuduz köpekler gibi avladılar, bombaladılar, astılar. Sadece neden bıyığın öyle, neden saçın uzun, neden o gazeteyi ya da bunu okuyorsun diyerek başlayan algı değiştirme operasyonlarında. İnkar edecek değilim; Nazım deyişi o "sarışın kurt"u aşkla seviyorum, çünkü o çağdaşlığın aklın bilimin aydınlık yüzü, ışığı... Sadece benim değil, senin de, Kürt'ün de Laz'ın da, Çerkez'in, Müslümanın, ateistin de karanlığa karşı kalkanı oluşundan seviyorum. Başkalarını da seviyorum, Fatih'in İtalyan ressama portresini yaptıran geleneği kıran, çağaşan anlayışını, Kanuni'nin adalet aşkını, Enver'in korkusuz savaşçılığını, Marks'ın ezilen sınıfları kurtarma mücadelesini... Ne var ki onları bir yönleriyle seviyorum, öteki yönleri aklıma geldikçe duralıyorum. Aslında buna takdir etmek, insanlığa katkılarına müteşekkir olmak denir, aşk değil... Oysa ATATÜRK'ü tıpkı CHE gibi, tıpkı Deniz GEZMİŞ gibi, tıpkı ECEVİT gibi aşkla seviyorum, kusursuz ve ideal olarak. Bilmek istersen anlatayım, beni olduran da seni olduran koşullar. Uzatmaya çalıştığım saçım, azıcık genişleyen paçam safımı ilk belirleyen oldu. Koca delikanlıyken bile saçlarımı sıfıra vurup, başıma şapka geçiren beni ancak öyle öğrenci görebilen anlayışı nasıl severdim ki?.. Aslında devlet diye algıladığımız gerçekte geçiçi bir hükümetin dayattığı algı zapturaptına hep karşı oldum. Bir parmak çocukken tesadüfen aralarına düştüğüm ve korku ve kaygıyla ama arkadaşlarımı terk edemeyişimin sonucu kerhen katıldığım öğretmen okulu boykotu da anlamadan beni bir siyasete dahil ediverdi. Ülkeme olan sevgim ne olursa olsun, farklı olanı hesaba katmayan, bir saç, bir bıyık, bir gazete... nedeniyle karşı olduğunun ölümüne fetva veren bu anlayışın saflarında olmayı bile sırtını sağlama dayamak alçaklığı görüp tam karşı safı seçme talihsizliği ya da ahmaklığı ya da şansını yaşayanlardan biriyim. O saf dünden bir karış da olsa ilerde ve öğrendiğimdi. Öğrendikçe olgunlaştırdığım, olgunlaştırdıkça estetikleşen ve ötekini de hesaba da katan yaşına, eğitimine, konumuna uygun adam olmaya çalıştı. Ya sen? Sorarsan ihanetim yok dersin, aslım neyse neslim de o olacak da dersin. İyi de asıl ihanet o değil mi, yaratılışın sana insan olarak bağışladığı güç, akıl ve yetenekleri ne kendin, ne ailen ne dünya için kullanmayıp, hiç gelişmeyip aynı ve kendin kalmak, Allah'a da da sana da, ailene de, ülkene de ihanetin en büyüğü değil mi? Mağaradan çıksaydın, bir eve geçmeyi kendine ve kabilene ihanet mi sayacaktın? Kimseyi kandırma. Öğrenme yeteneğin yok, yapmak için eringensin, becerin varsa da körleşmiş, bütün derdin statükoyu korumak, ölene kadar aynı kalmak; penisilin mi icat olmuş, sen ısırgan otu kullanırsın, gavur icadı deyip. FARKINDA MISIN, EN BÜYÜK HAİN SENSİN? Tek fark ben sana tahammül edip seni uyandırmaya çalışıyorum gene de, sense elinden gelse beni haritadan sileceksin. Ben olmazsam, neyim diye soracağın aynan da kalmayacak düşünmüyorsun. Her yasak ve çağ dışı anlayışlarına kaynak gösterip fetva buldukları Atatürk’ü de elbette o dönemki sol gençlik gibi hiç sevmedim. Nasıl sevecektik ki, hiç tanımadığımız ATATÜRK'ü, bizi görünce zebani görmüş gibi davranan ilkokul mezunu bile olmayan cebebrrut mahalle imamı ya da bize zamane veledi gözüyle bakan dedemiz gibi görüyor, onun da yaşasa bıyığımızla, paçamızla, eteğimizle, saçımızla uğraşacak bir köhne anlayışı temsil ettiğini düşünüyorduk. Çarşaf, sarık ve zıpkınlı şalvar döneminde bir onun çağdaş giysilerle dolaşan, her yeniliği ülkesine sanki kişisel eviymiş gibi hevesle aktarmaya çalışan olduğunun resmini bile görmemiştik ki... Ülkemizi kurtaran, Cumhuriyeti kuran kişi olduğu bilinci henüz oluşmamıştı, ezberletilmeye çalışılıyor ama izlenen yöntemler doğru da söylense isyanımızı körüklüyordu sadece... Eskiden sanıyordum ki, sadece biz "cahil" gençler böyleydik, devlet erkini temsil eden umur görmüş yaşlılar tarafsız bir gözle Olimpos'tan bize bakıp halimize üzülüyorlardı. Bilincim artıp anlayışım arttıkça, hele devletin politikasının karanlık yüzü kazaen ortaya çıkıp kirli çamaşırlar saçıldıkça, görüldü ki o umur görmüş yaşlılardı asıl bizi arenada dövüşen gladyatöre çevirenler... Onlardı kişisel iktidarlarına Atatürk'ü kaynak yapan, adına fetva yazanlar. Aslında asıl onlardı Atatürk'ü hiç anlamayanlar, çağdaşlaşma adımlarından zarar gören dedesinin kinini güdenler, onu sevmeyenler, bir miras gibi Atatürk düşmanlığını bilinç altına işleyip gelecek kuşaklara aktaranlar. Onlardı Ömer Ağa gibi Allah adına fetva yazıp kul aldatanlar. Onlar aslında bilgisi, görgüsü sıfır, kerameti kendinden menkul ama düşman yaratmayı, ötekileştirmeyi iş edinmiş, makamını, iktidarını buna borçlu insanların dümen suyunda gitmeyi seviyordu, kendi yargıları, sorgulamaları yoktu. Onlar Deli İbrahim'i seviyordu, onlardı tarihin en eli kanlı adamı Moğol Cengiz Han'ı Türk sayıp baş tacı yapıyordu, onlar Oğuz'un Kayı boyundan gelenleri bu ülkenin gerçek efendisi sayıyor, benim gibi antik karanlıkta Latin eli değmiş bir eyaletten gelenleri parya görüyordu... Ben de onlara düşman oldum. Ne kadar zaman... Bilmem... Ama inkâr edecek değilim, yaşadığım koşullanmışlık ya da akıl körlüğü bir zaman sürmüştür eminim. Yine de olmayan aklına sonsuz köle olanları düşündükçe halime şükretmeli... Şimdi başka türlü düşünüyorum. Kimilerinin Deli İbrahim' i sevmesi ne kadar doğalsa benim de Atatürk'ü sevmem doğaldı. ben ona tahammül edecektim o da bana... Kimileri nasıl simsiyah teniyle zenci doğuyorsa, kimileri de benim gibi çekik gözlü Çinli doğuyordu. Bunda hiç suçumuz yoktu ve öteki kadar bizim de bu dünyanın nimetlerinden yararlanmaya hakkımız vardı. Aynı vatanda, hatta aynı dünyada huzurla yaşamak istiyorsak farklılıklarımızı bir enerjiye çevirip tahammülü öğrenmemiz gerekiyordu. Bazılarının Atatürk'ü anan sitemizde yayınlanan imzamı taşıyan 10 Kasım yazımızı gerekçe gösterip % 3 lük oranda, yani 5000 kişi de 150 kişinin aramızdan yani maviADA üyeliğinden ayrılmasını elbette yadırgadım. Yazıyı yeniden okuyup bir anlayışa bir inanca sataşan bir yanı mı var diye de baktım, ama ben göremedim. Varsa inciten düşmanca bir yanı, ayrılanlardan geri dönmemeleri şartıyla peşinen özür dilerim. Neden geriye dönmemeleri şartıyla… diyorum, biliyor musunuz? Bu anlayış sürdükçe yani kendilerinden olmayanların penceresindeki her camı alaşağı etmeyi görev edindikçe, bütün pencerelerin camsız kalmasının kaçınılmaz olduğunu bilmeyene ne diyeceksin? Sizin Deli İbrahim'i sevmeniz nasıl doğalsa ve ben buna alışmalıysam, sizin de benim Atatürk'e geçe kalmış sevgime de alışmanız gerek diye mi? Ya da Atatürk olmasaydı... diye başlayan aklı olan herkesin anında kestirebileceği olasılık hesaplarını mı sayıp dökecektim. Hadi canım sen de… Olympos’taki iktidar sahiplerinin buyruklarıyla algı belirleyen ya da değiştiren kişi de beni dinleyecek öyle mi? Bana sempatisi zaten benzediğimizi sanmasındandı, birkaç yönlü benzemezliğimizi görünce… İyi ki bu kadar kaldı kendimi açığa vurmam, ben soğanın cücüğünü severim desem acep ne olurdu? Yok istemem, böylesi belki düşmanım değildir, o sevgime itiraz ediyordur sadece, ama dostum da değil, diye düşündüğümden, dönmelerinden bir şey hissetmeyeceğimdir. Eğitimsiz, kaba ve çirkef, ama suret i haktan gözüken, çapına fazla gelen koltuklarda oturmaya heveslenen ve bununla böbürlenen dangalak arife böceklerine, nankör ve ikiyüzlülere, ucuz politika simsarlarına, ciğersiz ama sanala sığınıp mangalda kül bırakmayana, edebiyat çetelerine, anamalcı düzenin temsilcilerine, sanatı ya da politikayı zevzeklik, inanç, ırk, tanıdık, cinsel istismar yoluyla yapmaya çalışan adına da vatan millet adına diyenlere… unutmadan bir de hiçbir şey vermediği dergileri kendilerine hizmet etmeye mecbur reklam aracı, kendilerini Nobel almış sanatçı görene de karşıyım, hatta gündüz sarımsak yiyene, hatta Amerika’nın dünya jandarmalığına da… daha birçok kişiye ya da anlayışa karşı, acizane aklımla onayladığım sevdiğime taraf yazılar yazıyorum, yani aynen sizin gibi. Muhalif ya da taraf olma hakkımı mümkün olduğunca nezaketle kullanmaya çalışıyorum, diyelim ki yine sizin gibi. Ne var ki, ayrıldığımız yer de var; siz ne kadar rahat olsanız da ben de aksi durum var, terbiyem ortalık yerde sövmeme izin vermiyor... İma ediyorum. Ne var ki görüyorum ki hiçbiri üstüne alıp da gitmiyor, ben kovmadıkça. Ne duruyorlar ki?… Yalnızlık üşütür insanı doğru, ama sanalda değil... Hele böylelerinin yokluğu hiç değil... DERLER YA; İNSAN DEDİĞİN İZ BIRAKIR; VARLIĞINI YA DA YOKLUĞUNU HİSSETMEDİĞİN ne DOSTUN ne de DÜŞMANIN DEĞİLDİR... Git be arkadaş, hiç derdim değilsin... *Yazdığım bence il kitap komisyonundan bile onay alabilecek masumiyettteki yazıyı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. ya da https://www.adadergi.com/single-post/2014/11/10/Senin-Kadar-Y%C3%BCrekli-Olmak-%C4%B0sterdim adresinde bulabilirsiniz. 22 Kasım 2014, 04:17, maviADA

  • Şimdi Kasım; Atatürk Zamanı...

    * 21 Kasım 2017, maviADA -zaman değişmeyince....- Bazı değerler var ki ulusların vazgeçilmezi, yapı taşı. Birini çeksen toptan yıkıntının altında kalabiliriz. Atatürk onlardan biri. Önde geleni.. Belki güncel siyasete katmıyorlar, seslerini yükseltmiyorlar ama en az yüzde seksenlerin olmazsa olmaz paydası. Tıpkı din gibi ya da yurtseverlik gibi... Her partide var onlar; her partide dini bütünler, milliyetçiler olduğu gibi Atatürk’e ve eylemlerine sevgiyle saygıyla bakan ezici bir çoğunluk var. Öte yandan kim ne derse desin, başkanlık seçimi demoklesin kılıcı. Hele iktidar % 1 farka bağlıysa… Bunu göremeyen ya da yaşadığı özgüvenle körleşen iktidar, bazen seçeneksizlikten, bazen başka nedenlerle ayakta dursa da gerçeğinde ayağına kurşun sıkıyor demektir. Çok zamandır yapılan da buydu. Hangi birini örneklemeli: Düne kadar, Sanki Türkiye Cumhuriyeti padişahın ve Batılı işgalcilerin armağanıydı. Yakın tarihin en önemli ve tek savaşı Atatürksüz(!) Çanakkale Savaşı’ydı. Kurtuluş Savaşı da Anadolu’nun her coğrafyasında sergilenen teatral bir gösteri… Yüzbinlerce insan eğlenirken izdihamdan ölmüş olmalı… Lozan başta olmak üzere bütün egemenlik adımları, devrimler hiçlendi, “KURTULUŞ”ta yapıtaşı olan o insanlar, düşmanına demekten utanacağın türlü sıfatlarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Yetmedi, onun kurduğu Cumhuriyeti koruma kollama görevi de üstlenen Ortadoğu’nun en güçlü ordusu türlü provokasyonlarla yıpratıldı. Neye hizmet edildiğini de 15 Temmuzda hepimiz gördük. Edebiyatta buna, okuru ahmak yerine koymak denir; çok anlatılırsa öyle olurmuş gibi. Sanki mümkünmüş gibi… uğraşmışlar, yıllarca. Hoşgörüyle adına düşünce özgürlüğü deniliyordu, hem de iktidara yönelik eleştiriye, habere nasıl yaklaşıldığı ortadayken… Hadi dün neyse… Bitti mi sanki? Ders kitaplarındaki Atatürk konularını “sadeleştirmişler”, kısaltmışlar, bazı sınıflarda hepten kaldırmışlar. Bir Atatürk düşmanı kuşak yetişti mi? Belki istenilen oldu, OY’unun üstüne oynanan kitleden bazıları, çoktandır bekledikleri anı bulduğunu sanan üç beş, yetişkin tip, gösterisini yaptı, içindekini sergiledi, tepki artınca meczuptur, delidir denildi. Ama genç kuşak hayır… ve gördük ki bu HAYIR nerdeyse koltukları devirecekti. Belli ki beklenen o ahmak okur onlar değildi. Atatürk’le birlikte savaşanlar ya da o günlerin tanıkları, ninelerimiz dedelerimiz birer canlı belge aramızda hala yaşarken olası mıydı bu? Varılan nokta şaşılan noktadır: Allahın sevmediğini peygamber sopayla kovalar; ortağı olduğumuz Nato, projesinde bir zamanlar önünde saygıyla eğildiği Atatürk’ü temsili düşman olarak gösterdi. Sonra da bugün,10 Kasımda epey zaman sonra, apansız keskin bir U dönüşüyle Atatürk aşkı yeşerdi. Ki hiç de birden değildir; 2019 bu kadar yakın, istikbal sadece yüzde bire bağlıyken, partisi başka başka olsa da ezici çoğunlukta var olan Atatürk sevgisi hiç de görmezlikten gelinecek gibi değil. Zor demiri kesermiş. Malum anlayışın kıtaları Anıtkabir’e akıyor. Anıtkabir oldu olalı böyle bir kitle görmüş değil. Biz Atatürk’ü severiz ve kimseye de bırakmayız… hali sahici olsun olmasın iyi bir başlangıç, etkileyici, ayrıca doğru da… Ne milliyetçilik sadece MHP’nin tekelinde, ne Atatürkçülük CHP’nin… Elbette din de AKP’nin tekelinde olamaz. Bunlar hepimizin paydaları. Bizi ulus yapan unsurlardan bazıları… Ama samimi olmalı, diyeceksiniz. Niyet okumaya hiç gerek yok… Öyle diyorlarsa öyledir ve de sevindiricidir. Anıtkabir’e bu ülkede yaşayan her insan, her anlayış, her düşünce yakışır. Çünkü o kurtarırken şu özellikte, şu giyimde, şu anlayışta olanların dışındakiler… dışarı demedi, ötekileştirmedi, aksine tek vücut yapmaya uğraştı. Anahtarı ve rotayı elimize tutuşturup gösterdiği nihai hedef, ben ne diyorsam o…diye de demedi, çağdaş bilim ve akla ulaşın dedi. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek olan sizsiniz, dedi. Ona borçlu olduğumuz DEMOKRASİ güzel şey; sizi iktidar, bizi de yönetime eleştirel bakma hakkına sahip vatandaş yapan demokrasi… Ne var ki ben o ütopik hali yeğlerdim. Hiçbir iktidarın halkın Atatürk sevgisine karışmadığı hali. Kuşkusuz inancına, yaşama tarzına, kılık kıyafetine, düşünce ve anlayışına da karışmadığı hali daha çok yeğlerim de karıştırmayalım, şimdi konumuz Atatürk sevgisi… Ülke bu güzel hale bürünmüşken artık itiraf edebiliriz; 1938 sonrası her gelen hükümetin kendi anlayış ve beklentilerine göre içini doldurduğu, daha doğrusu boşalttığı, bazen iyi bazen kötü, kendine göre anlamlandırıp muz gibi her şey yapıp her durumda dayatarak sunduğu Mustafa Kemal ATATÜRK'ten yorulmuş, sıkılmıştık. Bilmeliydik; ergin bir insana nefreti aşılamak kolay, ama sevgiyi aşılamak zordur, hele ben seviyorum, o zaman iyidir, sen de sev, ama gösterdiğim biçimde sev… hali akla ziyan bir uğraştır. İnsan bağrına basacağını ya da uğruna ölüme koşacağı felsefeyi tıpkı aşk gibi kendi yaratır. Dış etkenler olsa bile onu başka bir renge sokup kahramanı yapan gene bireydir. Ne vatanından çok uzakta, Kocaeli Değirmendere'de, KARTACA'yı bile görmeyen denize bakan mezarda artık kemikleri bile kalmayan ANİBAL'in, ne çağlar ötesinden bize, insan asla köle olamaz, diye haykırmayı başarmış SPARTAKÜS'ün, ne daha ASRISAADET döneminde, çağının en büyük dininin peygamberi dedesinin adı unutulmadan FIRAT kıyısında, sorarsan yine kendi dininden olanlarca boğazlanan HÜSEYİN'in, ne Pir Sultan'ın... partisi, hükumeti yoktur, onları yüzyıllarca EZBERLEYİN, diye dayatan, suni bir teneffüsle yaşatan, kalbimize zorla kazıyan...kimse yoktur. HALK ihtiyacını duyduğu kendi kahramanını, idolünü gününden ya da tarihin arşivinden bulur, çıkarır, tozlarını silker, giydirir, süsler zamana ve egemene inat yeniden, olduğundan daha görkemli yaratır ve yaşatır. İhtiyaç duyuyorsa, sen de karanlığa saklı değilsen, dağı taşı Karaoğlan yaptığı gibi... yapar. Ki ATATÜRK bulunması zor tarih de değildir, birilerinin soluğunu ensesinde hissedip dehşete düşeceği kadar yakın ve canlıdır, hala... ATATÜRK’ün egemen sınıflara ya da kör bir disiplin yaratmak için adını kullanacak hükumetlere ihtiyacı yok, O, artık hatasıyla sevabıyla HALKINDIR. Gariptir HALK... Her anlamda ve her yönüyle garip... Dün ölen dedesini anımsamakta güçlük çeken insan, hayatında tek kitaba sahip olmamış insan, bakarsınız tek bir yazılı yapıt bırakmayan, SOKRATES'i felsefesiyle, yaşam öyküsüyle ANIMSAR, ama gel gör ki onu kendini öldürmeye mahkûm edebilecek dende güçlü, çağının en görkemli egemenleri Antik YUNAN'ın 500'LER MECLİSİ'ni bilmez bile... Sen ne kadar karalarsan karala, unutturmaya çalışırsan çalış, o asla KAHRAMANINI unutmaz. Çünkü o senin baskına karşı da sığınağıdır. ATATÜRK ne zaman, tabandan kopuk egemen sınıfların, BEYAZ TÜRKLER'İN kahramanı olmaktan kurtuldu, gerçek yerini buldu, halkın oldu. Mağdur gibi görünüyorsa da aldırmayın, insanın doğasında vardır; ATATÜRK 19 Mayıs 1919’da bile belki yalnız, ama mağdur değil, ne yaptığını, yapacağını bilen, geldikleri gibi giderler diyen bir savaşçıydı. Öyle olsa bile HALK, özünde bir şeyler barındıran, bir şey vadeden omurgalı, ilkeli ve onurluyu sever... Kim ne yaparsa yapsın değişmez bu kural. AKP’nin bir süredir askıya aldığı “Yeni Türkiye” söylemlerine Atatürk’ü de eklemesi hangi niyetle olursa olsun bu ülkeyi kuran adama saygı göstermesi bizi kaygılandırmaz, aksine sevindirir. Akıl geç de olsa üstün geldi, olması gereken buydu deriz. Belki bu endişelendirebilir; iktidarın kendi tarzında olduracağı bir Atatürkçülük dayatması kaygılandırır. Önceden çok gördüğümüz, her gelen iktidarın önce içini boşaltıp, sonra da kendine göre oldurup, gündelik yaşamın her anına yanıt olacakmış gibi amentüye çevirip dayattığı Atatürk’ten yorulmuştuk. Şimdi AKP de aynı yolu izlerse, nasıl bir şey çıkar ortaya merak etsem de korkutur. Yoksa herkesin tam bağımsız Türkiye idealini savunan Atatürk’te birleşmesi doğru olandır. Ne var ki O, gündelik politikanın her zaman üstünde kalmalı. Siyasi çıkarlar için kullanılmayan hiçbir değer kalmadı, Atatürk’ü bari rahat bırakalım. Siz samimiyseniz, bir güzellik yapın, yakasını bırakın, öyle değil böyledir deyip kendi anlayış ve çıkarlarınızı monte ettiğiniz Atatürk hiç de sevimli gözükmeyecektir. Unutmamalı, sizi iktidara taşıyan geçmişin o dayatmalarıdır biraz da. Egemenler Atatürk’ü bıraktıkça halk onu daha da sevecektir. Çünkü olmazsa olmazımızdır O. * FOTOĞRAF 29 EKİM 2013'te Bursa Nilüfer'de 5990 gönüllü katılımcının katılımıyla oluşturulmuş dünyanın en büyük ATATÜRK PORTRESİ resmidir. * 21 Kasım 2017

  • Kemalizm Yol Ayrımında

    -Atatürkçülük bir yol ayrımındadır. Atatürkçüler, ya Kürt sorunu da içinde olmak üzere demokratik bir program ilan edecektir, ya da geleceğin demokratik Türkiye’sinde yaşama şansını yitirecektir.- Ülkemizde taraftar kitlesi bulunan siyasetler çok çeşitli olmakla birlikte, gelişmeler, milletin uzak olmayan bir gelecekte ve son tahlilde iki ana grupta toplanacağını gösteriyor. Bunlardan biri, tek adamda temsil edilen otoriter gerici Türk milliyetçiliği, diğeri ise demokrasi cephesidir. Öyle görünüyor ki, gerici Türk milliyetçiliğinin başında AKP bulunacak. Gerçi bu parti milliyetçilikten çok İslamcılık ideolojisi ile yoğrulmuştur fakat iktidarını sürdürmek için bu ideolojinin yetmediği anlaşıldı. İslamcılık kadar gerici olan kadim Türk milliyetçiliğine yaslanmak, başkanlık rejimini getirmenin de bir aracı sayıldı. Bu konuda AKP ile MHP’nin yönetici kesimi beklenmedik biçimde tek politikada buluştu. MHP eskiden “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman”dı. Eskiden Hira Dağı kadar Müslüman olan AKP, şimdi aynı zamanda Tanrı Dağı kadar Türk’tür! Hiçbir ilkesinde sebat etmeyen yalnızca kendisini iktidarda tutacak politikalara odaklanan AKP, anayasa referandumunda istediği sonucu alabilmek için karşısında yer alan bütün güçleri “Bölücü” olarak yaftalıyor. Yaratılmasında kendi katkısı büyük olan verimi bir “maden” bulmuştur. Bu suçlama ile HDP dışındaki güçleri yanına çekmek istiyor. İlkesizlik o dereceye varmıştır ki, hikmeti vücudu Kemalist modernleşme ile hesaplaşmak olan AKP’nin geçici başbakanı, Kürt sorunu konusunda CHP’yi Tek Parti dönemi anlayışına sahip çıkmaya çağırıyor! Şüphesiz ki bunda ibret alınacak önemli bir ders vardır… CHP içinde ve dışında kalan Atatürkçüler bu çağrıya nasıl yanıt vereceklerdir? Vatan Partisi, Kürt sorununda masayı devirmesinden başlayarak Erdoğan’a çok yaklaşmış bulunuyordu. Bugünkü politikasında da anayasa oylamasında Kürt siyasi çevrelerini Hayır cephesinden tecrit etmeye çalışıyor. CHP yönetimi içinde de HDP ile hayır cephesinde yan yana gelmekten ürken bir hava görülüyor. Referandumun şimdiden tahmin edilebilecek sonuçları yarı yarıya iken, “Hayır” diyecek olanların bir kısmını cepheden dışlamak Tayyip Erdoğan’ın amaçlarına yardım etmektir. Ne yazık ki ona yardım eden bir sürü olgu vardır ve AKP kurmayları bunları fütursuzca ve ustaca kullanıyorlar. Bu kutuplaşmada Kemalistlerin yeri neresi olacaktır? Bu konuyu ele alırken öncelikle Kemalistler kimlerdir ve Kemalistlerin ne istiyor sorularını yanıtlamak yerinde olur. Tek Parti döneminden beri Kemalizm veya Atatürkçülük bir hayli evrim geçirdi. Değişen dünya ve Türkiye koşullarına göre değişim yaşamasaydı hiç kuşku yok ki bu güne ulaşamazdı. Onun karakterini oluşturan ilkeler Anayasaya 1937’de yazılan 6 Ok’ta belirtilmiş olmakla birlikte bunların bir kısmı zaman içinde yeniden yorumlandı. 1960’tan sonra Kemalistler, yalnız Demokrat Parti’nin değil, Tek Parti dönemindeki uygulamalardan da dersler çıkararak politikalarını yenilediler. Kurtuluş Savaşı’nın bağımsızlık politikalarını yeniden hatırlatarak Türkiye’nin Amerikan üssü haline getirilmesine karşı çıktılar, eğitimin ve toplumun muhafazakârlaştırılmasına itiraz yönelttiler, karma ekonomiyi savunarak büyük sermayenin egemenliğine karşı orta sınıfların çıkarlarını dile getirdiler. Seçimlerde sağcıların oyların çoğunluğunu toplama ihtimaline karşı bu muhtemel gelişmeyi anayasada yer verdikleri kuvvetler ayrılığı ile dengelediler. Atatürkçülüğe en çok vurgu yapan, buna karşılık yarı faşist bir yönetime karşı çıkan Kemalistlere ölümcül darbeler indiren Evren rejimini bu akımın dışında tutuyoruz. Parti 1965’te İnönü döneminde yeni büyük bir değişime uğrayarak siyasi yelpazedeki yerini “Ortanın solu” olarak belirledi. Daha sonra CHP Avrupa sosyal demokrat partilerinin programlarını içselleştirdi, Ecevit’in DSP’sinde ise “Demokratik Sol” olduğunu ilan etti. Kürtlere karşı politika da eskisi gibi devam edemezdi. Bu nedenle Erdal İnönü’nün genel başkanlığı dönemimde ayrılıkçı bir hareketin önüne geçme kaygısıyla Kürt siyasetçiler partiye alındı ve bunlar Meclise sokuldu. Esasına bakılırsa, Kemalizm’in doğuş dönemi olan Kurtuluş Savaşı içinde Türk-Kürt kardeşliğine birçok kez ve bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından vurgu yapılmış ve 1921 Anayasasında Kürt haklarına karşı ilkesel bir duruş sergilenmişti. Bu politikalar bölünme korkusu yaratmadığı gibi, birliğin gereği olarak görüyordu. * Kemalizm günümüzde bir yol ayrımındadır. Ya Kürt talepleri karşısında hükümet politikalarını savunacak, ya da günümüz Türkiye ve dünya şartlarında kendisini yenileyerek demokrasi cephesi içinde yer alacaktır. Değilse Kemalizm, gerici bir karakter kazanarak Türkiye’nin demokratikleşmesinin önüne konulmuş yığınağın bir parçası olacaktır. Bir kısmı CHP’den ayrılmış veya yönetim dışında kalmış unsurlarla bazı köşe yazarlarının CHP hakkında kopardıkları fırtınanın asıl nedeni budur. Kullandıkları suçlayıcı dilin aydınların bir kısmını etkilediği de görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki AKP, hem tek adamlı ve tek partili 1930’lu yılların yönetim biçimi hem de o dönemin Kürt politikasını devralmak istediğini anlatarak Kemalistleri Tayyip Erdoğan’ın planlarına razı ermek istiyor. Tek Partili dönemle Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı sistemi arasında tek benzerlik, bu ikisi olacaktır. Hem sınıfsal özellikleri, hem de tasarladıkları medeniyet projeleri taban tabana zıttır. Kemalistler bunun farkındadır ve bu nedenle Kenan Evren’le aralarına kurdukları mesafeyi Erdoğan’la aralarına da koymaktadırlar. Fakat bu durum, önümüzde aşılmaz bir duvar gibi dikilen bir sorunu ortadan kaldırmıyor. Atatürkçülerin, şiddeti dışlayarak Kürt sorununu çözme konusunda bir programları yok mudur? Varsa bu program nedir? Atatürkçülük bir yol ayrımındadır. Atatürkçüler, ya Kürt sorunu da içinde olmak üzere demokratik bir program ilan edecektir, ya da geleceğin demokratik Türkiye’sinde yaşama şansını iyice yitirecektir. (29 Ocak 2017)

  • NEDEN BÖYLE YAZIYOR?

    m. kemal kitabı üzerine: Yüz yıldır iktidara hasret kalmış bir kadro, 16 yıldır Yeni Türkiye adını verdiği gerici bir diktatörlüğü adım adım inşa etmeye başlayınca, ne yapacağımızı şaşırmış gibiyiz. Sabırlı bir çabayla halk kitlelerini ikna ederek demokratik bir yönetimi gerçekleştirmek yerine, adına “Atatürkçülük” dediğimi bir kaleye çekilip orada vuruşmayı seçmiş gibiyiz. Bu çabamızın iktidara gelmemizi kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı meçhul. Yalnız kılıçlarını çekilip kalede vuruşmayı tercih edenlerin moralini yükseltmesi beklenir. Bazı aydınlarımızın her on yılda bir yeni bir Atatürk yarattığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Adeta Atatürk heykeli yeniden yontulmakta, “şurası eksik kalmış, şurası fazla olmuş” diye heykel yeniden biçimlendirilmektedir. Amaç onu günümüz seçmeni tarafından kabul edilebilir bir figür haline getirmektir. Onun dine uzak durduğu gibi bir propaganda mı var, Çankaya’da hafızını yanından eksik etmediği, çok içki içtiği mi söyleniyor, hiç sarhoş olmadığı yazılır ve bu gibi güncel uyarmalar yoluna gidilir. M. KEMAL Bir süredir olağanüstü bir propagandanın da etkisiyle milletçe Yılmaz Özdil’in M. Kemal kitabına yumulmuş gibiyiz. (7. Basım, İstanbul, Kasım 2018, Kırmızı Kedi Yayınları) Ancak bu kitabın Atatürk ve dönemi hakkında az çok bilgi sahibi olanları ikna edeceği şüpheli. Çünkü gerçeğin tümünü içermiyor. Açık propaganda metinlerinde yapıldığı gibi, gerçeğin içinden bazı kısımlar alınıp yan yana getiriliyor ve gerçeğin tümü bu imiş gibi sunuluyor. 515 sayfalık kitapta tek bir kaynak gösterilmeyişi onu bilimsel bir çalışma olmaktan çıkarıyor. Böylece yazarın ileri sürdüğü hususları kaynaklar üzerinden kontrol etme olanağınız yok. Atatürk’le ilgili bazı ayrıntılara ilk kez bu kitapta rastlamamız, onu hazırlarken pek çok kaynağa başvurulduğunu gösteriyor. Ancak bu kaynakların gizli tutulması kitaba güveni sarsıyor. Sayın Özdil, geçen yıl Birinci Dünya Savaşı’nda Hindistan’daki İngiliz esir kaplarındaki Türklerin tümünün orada öldüğünü ileri sürmüştü. Bizzat Kızılhaç ve Osmanlı Harbiye Nazırlığı raporlarında bu esirlerin ancak yüzde birinin öldüğü bilgilerine yer vererek “Yüzde Biri Yüzde Yüz Yapmak” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Özdil’in M. Kemal kitabında da aynı yöntemi uyguladığına iki örnek vereceğim. GAZETE YALNIZ İSTANBUL VE İZMİR'DE VARMIŞ! Kitapta Cumhuriyet’in ilan edildiği günlerde memleketin durumu hakkında bilgiler verilirken “Gazete sadece İstanbul ve İzmir’de vardı” cümlesi var.(s. 157) Milli Mücadele yıllarını anlatan bütün kitaplarda Anadolu basını hakkında da bilgi verilmiştir. Şimdi o yıllarda hangi Anadolu kentinde hangi gazeteler olduğunu belirtelim: Ankara’da Hâkimiyeti Milleye, Anadolu’da Yeni Gün, Seyyarei Yeni Dünya, Şarkın Sesi, Yeni Hayat, Kastamonu’da Açıksöz, Konya’da Öğüt, Babalık, Elazığ’da Satveti Milliye, Afyon’da İkaz, Balıkesir’de İzmir’e Doğru, Antalya’da Anadolu, Trabzon’da İstikbal, Eskişehir’de Ahrar, Erzurum’da Albayrak, Bursa’da Arkadaş, Sivas’ta İradei Milliye, Gayei Milliye, Giresun’da Karadeniz, Bolu’da Türkoğlu, Adana’da Yeni Adana. MAARİF KONGRESİNE KATILAN KADIN ÖĞRETMENLERİN SAYISI m. Kemal kitabında, 1921 Maarif Kongresi’ne 40’ı kadın 180 eğitimcinin katıldığı yazılıyor (s. 164) Kongreye 180 delegenin katıldığı o zamanki haberlerde yer alıyorsa da bunların içindeki kadınların 40 olduğu hiçbir kaynakta yazılmıyor. “1921 Maarif Kongresi” kitabımda yalnız üç kadının adı saptanabilmiştir. Yüksek Dersler Öğretmenlerinden Halide Edip ve Müfide Ferit Hanım’la Kız Öğretmen Okulu Müdürü Şahver Hanım. Bu sayı hangi kaynağa dayandırılarak ve nasıl 40’a çıkarılıyor, anlaşılır gibi değildir. Dönemin özellikleri göz önünde bulundurulursa bunun mümkün olmadığı açıktır. NEDEN BÖYLE YAPILIYOR? Böyle tek yanlı, abartılı, gerçeğe uymayan pek çok iddianın bulunduğu kitabın bir eleştirisini yapmak, aynı boyutta bir kitap yazmayı gerektirir. Yazarın neden böyle bir tutumu benimsediğini söylemek ise zor değildir. Anadolu’da gazete olmadığını yazarsa memleketin geriliğini, Maarif Şûrası’na çok bayan eğitimcinin katıldığını yazmakla da Atatürk’ün kadınlara ne kadar önem verdiğini anlatmak istiyor. Okuyucunun bunlara ne diyeceğine gelince: Onların büyük çoğunluğu zaten bunları okumak istiyor. Ne Yakup Kadri’nin Ankara’sı, ne Falih Rıfkı’nın Çankaya’sı, ne Şevket Süreyya’nın Tek Adam’ı günümüz okurunu kesmiyor. Günümüzdeki aydının çaresizlikten geldiği nokta burasıdır. Bu yöntemlerle Tek Adam rejiminden kurtulabilir miyiz bilinmez… (4 Aralık 2018) Diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • Bayramımız Mutlu Olsun mu

    Seneler seneler evvel, genç Cumhuriyetin en ücra köşelerinden bir şehirde dünyaya açtım gözlerimi. Şimdilerde bir yandan "dinlerin, dillerin, ırkların sentezi" diyerek göklere çıkarılan, bir yandan da kirli oyunlara alet edilen Mardin'de doğdum ben. Ailemin çok eski kökleri hakkında fazla bilgim yok aslında. Bildiğim, anne tarafımın Girit'ten göç eden bir "mübadil" aile olduğu, baba tarafımın da (belki Azeri) Bitlisli olduğu. Kaderin yazgısı işte, annemle babam bir şekilde buluşup evlenmişler ve bizler doğmuşuz Mardin'de. Sonra kader rüzgarları oralardan alıp İstanbul'a savurmuş bizi. Bazen oturup düşünürüm; "Ben neyim, kimim ?" diye. Anne tarafımdan belki bir Rum vardı ailemde ya da baba tarafımdan bir Kürt ya da Arap... bilmiyorum; ama o zamanlar kimseler dert etmezdi bunu. Mesela yengem İranlı bir Acem kızıymış, halam ise bir Ermeni kızını almış gelin olarak oğluna... Hem o zamanlar Türk, Kürt ya da Arap olmak nasıl dert değilse insanların dini de sadece kendilerini ilgilendirirdi; dert değildi yani. Soyumuz ne olursa olsun, bizler genç Cumhuriyetin çocuklarının çocukları olarak geldik dünyaya. Sonra okul yılları başladı bir koca şehirde, "yetmiş iki milletin" bir arada asırlardır kardeşçe yaşadığı şehr-i İstanbul'da. Mahallemizde, okulumuzda öyle çok Rum, Ermeni, Yahudi, Kürt arkadaşımız vardı ki... Ve biz ne çok severdik birbirimizi, ne güzel paylaşırdık sevgiyi, dostluğu, kardeşliği; okulda aldığımız simidi paylaşırdık, evde pişen çorbayı, aşureyi... Bayram günlerinde, törenlerde hep bir ağızdan okurduk İstiklal Marşımızı, cumhuriyetin değerlerinden, Atatürk'ten bahsederdi öğretmenlerimiz, can kulağıyla dinlerdik hepimiz, vatan için canlarını verenlere hep birlikte göz yaşı dökerdik...çünkü o zamanlarda bizim yüreklerimize sevgi tohumları ekerdi büyüklerimiz, öğretmenlerimiz. Çünkü bizler "Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kafir, ister mecûsi, ister putperest ol yine gel, Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…" sözleriyle büyütülmüştük. Gençlik yıllarımız zor yıllardı, nifak tohumları serpilmişti aramıza sağ-sol diyerek; ama hepimizin mücadelesi vatan içindi; sağcı da olsak, solcu da olsak vatanımızı seviyorduk. Sonra yıllar geçti, bizler büyüdük...bizlere öğretilen insan sevgisini, vatan sevgisini, Atatürk'ün ilkelerine ve Cumhuriyete bağlılığı anlattık öğrencilerimize, şimdi gururla izlediğimiz güzel çocuklar yetiştirdik bu ülkeye... Oysa şimdilerde ülkemin haline baktıkça üzülüyorum, değer yargılarımızı kaybettik, değerlerimizi unuttuk, "aman sendeci" olduk. Vatan, millet, insan sevgisi ayaklar altında, sanki Cumhuriyet'in değerleri, ilkeleri kasıtlı olarak yok edilmeye çalışılıyor... Para her şeyin önüne geçmiş, birileri "daha güçlü olmak" adına yangına körükle gidiyor, ayırıyor, ayrıştırıyor bizleri. Ben içim acıyarak düşünüyorum: Bunca genç neden öldü, neden darağaçlarına gitti, neden şehit oldu, neden bilinmeyen ya da bilinen (!) güçlerce öldürüldü, neden hâlâ gencecik insanlar şehit oluyor, aileleri gözü yaşlı perişan kalıyor. O yüz yaşına merdiven dayamış genç Cumhuriyet yaralı hanidir; birileri yarasını kanatmaya çalışıyor, tuz basıyor ha bire her yanına. Sanırım artık aklımızı başımıza alıp, kendimize dönme zamanı, birbirimizi sevme zamanı, el ele verip Cumhuriyetimize sahip çıkma zamanı, kenetlenme zamanı... Yukarıdaki fotoğraf 1960'lı yıllarda çekilmiş bir okul fotoğrafı ve ben bu fotoğrafa bakarak hep düşünüyorum: "Biz nerelerden nerelere geldik?" diye... Yine de her şeye rağmen CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...da bunca acıdan, bunca hainlikten, bunca ikiyüzlülükten sonra mutlu olur mu bilemiyorum?

bottom of page