top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • "yazma sıkıntısı"

    DOSYA: * “Yazma Sıkıntısı” Neden yazıyoruz, neler yaşıyoruz, ne bekliyoruz? * KATILANLAR / Şenol Yazıcı-1 Fehiman Yazıcı-3 Öner Yağcı-4 Kemal Gündüzalp-6 Ayşegül Arat – 8 Fatih Yavuz Çiçek-9 Zafer Köse- 10 Hüsam Kurt-12 * GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN

  • Uçurtma Avcısı

    IMDB: 7.6 Tür: Dram, Yapım: 2007 Yönetmen: Marc Forster , Oyuncular: Khalid Abdalla , Atossa Leoni , Shaun Toub , Zekeria Ebrahimi , Ahmad Khan Mahmoodzada , Ali Danish Bakhty Ari , Elham Ehsas , Homayoun Ershadi , Nabi Tanha , Bahram Ehsas Film Özeti: Kaliforniya’da yaşayan Amir, ülkeye Taliban rejiminin gelmesinden sonra Amerika’ya göç eden Kabil’li zengin bir tüccar ailenin oğludur. Yıllar sonra çocukluk arkadaşı Hassan ve karısının Taliban tarafından öldürüldüğü haberini alır. Arkadaşının başı dertte olan oğlunu bulmak ve onu kölelik yaşamından kurtarmak için Afganistan’a geri döner. Afgan yazar Khaled Hosseini’nin aynı adlı best-seller romanından uyarlanan “The Kite Runner”’ın yapımcılığını Sam Mendes, Walter F. Parkes ve Laurie MacDonald’ın gerçekleştirdi. Senaryosunu ise “25th Hour”daki çalışmasından tanıdığımız David Benioff ile Khaled Hosseini beraber yazdılar.

  • Bir Gün mü Her Gün mü

    Geldi geliyor, sattık satıyoruz, aldınız alıyorsunuz, alın... derken bir anneler gününü daha idrak etmeye hazırlanıyoruz. Anlamına ve masumane içeriğine baktığımızda son derece anlamlı ve güzel bir gün farz edilen anneler günü belki de kapitalist sistemin en çok pirim yaptığı, kazanç sağladığı birkaç özel günden biri. Böylesi güzel bir gün için iyi bir girizgah olmadığını biliyorum ama kutsal sayılan sevgilerin, maddi çıkarlar için kullanılarak insanlara dayatılmasına gönlüm bir türlü razı gelmiyor. Duygu dozu abartılmış çeşitli reklamlarla günlerdir insanlara hediye alınmasının gereği anlatılıyor. Ve bu dayatma yapılırken maddi ve manevi yönden bir anneye sahip olmayanların ya da bir şeyler almaya gücü yetmeyenlerin yaralarına sürekli tuz basılıyor. Anne olmak ya da bir başka deyişle evlat sahibi olmak yaşamdaki en güzel duygu belki, ama isteyen herkes anne olamayabiliyor ya da şu veya bu şekilde evladını yitirmiş milyonlarca anne var etrafımızda. Bunun yanında annesini kaybetmiş milyonlarca da öksüz çocuk tabii... Belki biraz empati yapabilseydik birilerinin canının ne kadar yandığını fark edebilirdik. Ülkemizin bir köşesinde anneler ve çocukları yoksullukla, açlıkla savaşarak yaşama tutunmaya çalışırken, bir başka köşesinde terör korkusuyla ve yitirdikleri babalarının acısıyla gözyaşı dökerken, bir başka yerde asgari ücretle geçinmek için çırpınırken, anne sevgisinin kanıtı sanki bunlarmış gibi, annelere alınması tavsiye edilen bilmem kaç liralık pırlanta takılardan, akıllı telefonlardan, pahalı hediyelerden dem vuruluyor... Anne sevgisi gibi gerçek sevgilerin hiçbir zaman maddi bedellerle gösterilemeyeceğine, keza anneliğin de sadece bir çocuğu dünyaya getirmekle kazanılmayacağına inanıyorum. Dünyaya getirdiğiniz çocuklarınız kadar, getirmediğiniz çocukları da gerçek bir anne gibi sevebilir ya da onlar tarafından sevilebilirsiniz. Ama bunlara sahip olmak için illa da çok paranızın olması gerekmiyor. Bir tatlı söz, bir gülücük ya da sıcacık bir kucaklama ve gönül zenginliği tüm sevgileri anlatmaya yeter de artar bile... Bu nedenle böylesi sevgilerin bir güne sığdırılmasını ya da yaldızlı reklamlarla insanlara dayatılmasını içime sindiremesem de annelerin başımızın tacı olduğuna inanıyor ve onları çok seviyorum. Her şeye rağmen tüm annelerin günü kutlu olsun...

  • Henri Cartier Bresson

    Fotoğrafın Sihirbazı Alçak Gönüllülük En Büyük Sırrıydı Başlangıçta, hele uzaktan bakınca sıradan ve kolay bir uğraş gibi duruyordu. O kadar kolay olsaydı, bugün en olmadık an ve zamanda "selfie" çekenler de sanatçı enflasyonu yaratırdı. Oysa 1930'larda Afrika'ya giderken ne yaptığını biliyordu; hummaya yakalanmasaydı, dünya onu daha erken tanıyacaktı. Sokak fotoğrafını, “karar anı” kavramı çerçevesinde sanat mertebesine yükseltti. Bitmek bilmeyen bir çalışma temposu ile 50 yıl boyunca üretip, yüzyılın gözü oldu. Biz onu daha çok bir dönemin gözdesi olan 'sarmal merdiven'lerle tanıdık. Resim eğitimi görmüştü; Oradan kazandığı kusursuz kompozisyon yeteneğini, anlık resimler yapmak üzere fotoğrafa taşıdı. İnsanı, insancıllığı fotoğraflarında hep üstte tutmuştur. 20.YY’ın en çok kitabı basılan, en çok sergisi açılan fotoğrafçısıdır. Çektiği fotoğraflar kadar, yazdığı metinler de kendisini izleyen fotoğrafçılar için bir rehber olmuştur. Aynı zamanda da büyük bir öğretmendir, öğrenmek isteyenlere. Tüm kariyeri boyunca milyonlarca fotoğraf üretmiş olan bu ustanın internetteki fotoğraflarının sayısı 200′ü geçmiyor. Halbuki Ara Güler’in dediği gibi, o bir saatte 200 kare çekiyordu! Fotoğrafı hiç önemsememiştir, onun için önemli olan hayattır. Hayat tüm açılımları ile an be an oluşup sona erdiğinde, bu anlardan en önemlisini yakalamak için o oradadır. Bresson işini şöyle tanımlar : Fotoğrafta en küçük şey dahi, büyük bir özne haline dönüşebilir. Benim için fotoğraf eş zamanlı bir karşılaşmadır, bir saniyelik bir zaman dilimi içerisinde, bir yanda olayın taşıdığı anlam ve diğer yanda olayı ortaya koyan görselliğin içinde algılanan biçimlerin keskinlikle bir araya getirilmesidir. Kabul eder mi bilmem ama sarmal merdivenlere özel bir ilgisi de vardı. Belki sanatsal düsturu olan iki şeyi en çok orda buluyordu. Cartier Bresson büyük fotoğrafların sırrının, ikisini anlık, kadife kadar yumuşak ve şahin kadar keskin bir gözle bir araya getirmek olduğunu çözmüştü. Fotoğraflarına bakın. Başlangıçta sıradan, pek bayağı anlar gibi gelebilir bazıları, ancak yavaş yavaş size tesir etmeye başlayacaktır. Yavaş yavaş, ustanın fotoğraflarındaki geometriyi, insancıllığı, sıradan üstü güzelliği fark edeceksiniz. Bunu yapabilmesi için, fotoğrafçının kendisini unutturması, görünmez kılması gerektiğini anlayacaksınız. Kim bilir, belki de Mayıs 68 öğrenci ayaklanmaları sırasında Paris’te, Bresson’un sakin sakin saatlerce fotoğraf çekmesinin sırrı budur. Unutulmak... Makineyle göz önünde, ancak dikkatin dışında olmak. Kimsenin dikkat etmediği kibar, turist tipli adam, dünyanın en büyük fotoğrafçılarından biridir oysa. Yanınızdan geçerken fark etmezdiniz. O anda, iki sene sonra Paris’in en ünlü galerisinde asılacak fotoğrafınız çekiliyor olabilirdi. Henri Cartier-Bresson’dan öğreneceğimiz çok şey var. Henri Cartier Bresson KİMDİR? 1908 de Fransa’nın Chanteloupe kasabasında dünyaya geldi. Çocukluğunda edindiği Box Brownie marka fotoğraf makinası ile fotoğraf çekmeye başladı, Bu arada resim sanatına da ilgi duyuyordu. Paris ‘te 1927-1928 yılları arasında kübist ressam André Lhote ile birlikte çalıştı. 1929 yılında Cambridge'e giderek resim ve edebiyat öğrenimi gördü. Bu ilerde kompozisyon ve görüntü çerçeveleme konusunda kendisine çok yardımcı olacaktı. Profesyonel anlamda fotoğrafçılıkla 1930'dan sonra ilgilenmeye başladı. 1931 yılında yanında az bir parayla Afrika'ya gitti ve orada ormanda yaşadıklarını belgeledi. Ancak karasu hummasına yakalanınca Fransa'ya dönmek zorunda kaldı. 1933'te ilk 35 mm'lik Leica'sını aldı. Tüm kariyeri boyunca hep 35mm ye sadık kalan Bresson "gözümün devamı" diye tanımladığı Leica'sını utanarak taşımış olduğunu her yazısında değinir, ama bir o kadar da süratli çekimler yapmıştır. Fotoğrafları 1933'te New York'ta Julien Levy Galerisi'nde, 1947'de Modern Sanatlar Müzesi'nde sergilendi. Aynı yıl fotoğrafçı Robert Capa ve David Seymour'la birlikte Magnum Photos adlı fotoğraf ajansını kurdu. Daha sonraki yıllarda çeşitli yerlerde bulundu; Hindistan, Endonezya, Çin ve Mısır gibi. Buralarda ve Avrupa'da çektiği fotoğrafları 1952-1956 yılları arasında yayımladığı kitaplarında kullandı. Bunlardan en ünlüsü Images à la Sauvette 'te fotoğrafın anlamı ve tekniği üzerine kapsamlı düşüncelerine yer verdi. Bu kitaplar daha sonraları Cartier-Bresson'un fotoğraf ustası olarak anılmasına yardımcı oldu. Tüm fotografları normal, her amatörün kullandığı tipte 35mm, 50 mm lense sahip manual makineler ile çekilmiş, çok nadir olarak da doğa çekimlerinde zoom lensler kullanmıştır. 2004 yılında yaşamını yitirdi.

  • Bitkilerin Yaşamı

    1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Clee Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi. Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü. Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”. İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler. Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu. Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar. Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını. Bir deney tasarladı. Altı yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı. Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı (galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster). Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı. Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilim adamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almazdı. Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyordu. İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyordu. Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor, yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyordu. Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. Avatar filminin esin kaynağı da işte bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları. Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor. Hani “Kirazlı, Kaz Dağı değil” diyorlar ya, emin olun Kirazlı’da kesilen bir ağacın acısını sadece Kaz Dağları'nda değil, Munzur’daki, Kuzey Ormanları'ndaki, Salda’daki, Toroslar'daki ağaçlar da hissediyor. Bir gün biz de hissedeceğiz... Kaynak: Bitkilerin Gizli Yaşamı, Peter Tompkins/Christopher Bird, 1973, Sungur Yayınları, Çev: Sulhi Dölek. Derleyen: Osman Kutlu

  • Bir Küçük Dev Adam

    NADİR GEZER -Anısına Saygıyla- 27 Ara 2017 -Nadir Gezer'le karşılaştığımız son etkinlik- Bornova’da yaşarken de aynı duyguya kapılırdım. Yine de orada mandalina bahçeleri vardı, hiç görmeyeni oyalayacak, burada o da yok. Yeni oluşan bütün yerleşimler gibi dışardan bakılınca aydınlık, ferah, modern görünümü, geniş yolları, çok katlı, çoğu bahçeler içinde yeni yapım apartmanlarıyla çekici bir semttir Bursa Nilüfer. Ne var ki bu tip yerlerin doğasında olan, kolay tanımlayamadığınız tam bir şehir olamama hali burada da var. Daha çok zaman gerekli, hissedersiniz. Geniş caddelerde, bahçelerin içinde devasa binaların arasında, tek bir insana rastlamadan dolaşırken bazen bir bakkal dükkânı ya da bir kahve serap gelir size, bu yönlü öylesine yoksuldur. Sonra beklenmedik bir yerde, bir köşeyi dönünce ya da “AVM-İLERDE” yazılarını takip ederken birden, takım elbisenle kravatın nerede dedirtecek bir resmiyet ve gösterişte dev bir AVM’yle karşılaşırsın. Nerden geldiği bilinmez karınca gibi insan kaynar. Sanki insan çok fazla hesaba katılmamıştır. Eski daracık sokaklı, çöpleri toplanmayan, minik dükkânlı, fareleri adam boyu, ne ararsan bulacağın yoku olmayan bin yıllık şehrini, parkı, otoparkı olmasa da özlersin. Burası da öyle… Bornova’da hiç olmazsa bir teselli gibi duran mandalina, portakal bahçeleri vardı, burada o da yok. Özensiz bir düşünceyle çok katlı pasajın üstüne kondurdukları Bursa Nilüfer Yılmaz Akkılıç Kitaplığı, metroya, ana yollara uzak, etkinlik için sapa ve pek bilinmeyendi. Adını afişlerden çok duyduğum, ama gözümde alıştığım kütüphaneler gibi canlandırdığım, ne var ki benzetemediğim yeri, beklenmedik bir yerde zor buldum. Bir pasajdı ya da bir çarşıydı kütüphane… Yılmaz Akkılıç onca kitabın yanında, bir de daire bağışlamış, adına kitaplık için… Belediye de, şimdiki değerine bakmayın, düne kadar kimsenin dönüp bakmadığı, boş tarlalarda bu çok katlı binanın ara katını ancak bulmuş. Farkındayım, benimki de kusurcu tavrı. İyi de çok konuda ulusal hatta uluslararası ödül alan ilklere imza atan Nilüfer Belediyesi engellinin, yaşlının, çocuğun... kolayca ulaşabileceği, yararlanabileceği örnek bir kütüphane yapamaz mıydı? Yoksa kitap AB nin ödüllendirdiği alanlardan değil mi? Hayır, Nilüfer belediyesinin olanaklarını da bilince bu kütüphane kullanılmasın diye yapılmış ya da pentatlon'dan sağ kalan kullanır diye,.. mazereti yok... Bir de üst katlarda arayacaktım. Pasajın giriş katı, kafeler, merdivenler şenlikti … Ama üst katlarda ıssızlıktan korkardın. Bu emeği kaç kişi verir? Kültür sanat etkinliklerinin gördüğü ilgi de malum? Kaç kişi gelir? Nadir Gezer de ince, narin… düş kırıklığı şimdi. Zarfına bakınca atmayı düşündüğüm kitaplık içine bakınca sevimlileşti. Gerçek bir kitaplıktı burası, en güzel yanı boy boy, hemen hepsinden, oku beni diyen çizgi romanları olmasıydı bence. Küçük okuma salonu da böyle zamanlarda etkinlik salonuna dönüşüyor. Elli altmış kişilik salon doluydu. İzleyiciler erkenden gelmiş, bekliyordu. Çok geçmedi Nadir Gezer, yürümekte güçlük çeken ama onu yalnız bırakmayan eşi Ayten hanımla geldi, yerine oturdu. Hiç yaşlanmamıştı… İlk gördüğüm zamanki gibi. Sahi söz etmedim değil mi? Nadir Gezer, aramızdaki onca yaş farkına karşın bir devir yol arkadaşımdır. 50'li yaşlarının başında ilk kitabı çıkmış, ama şimdi 30'a yakın kitabı olan köy enstitülü ağabeyimiz, maviADA dergisinin basılı olarak var olduğu süreçte eksik olmayan nadir insanlardan biri... İkibinli yılların başında, yani tam dergiciliğe soyunmuşken, yani edebiyatın pazarına düşmüş, edebiyatın yazmaktan farklı öteki yüzüyle yeni tanışmış, epey kanamış, bundan sonrası herhalde kıyamet gayri diyerek, pes edip ilk dergi KimseSİZ'İ kapamıştım ki denk gelmiştim ona. İlim irfan sahibi, hikmetinden sual olunmaz derviş ve bilgeler yatağı saydığım sanatçıların, adları ve egoları konuysa nasıl keskin bir kılıca dönebildiklerini görmüş, ürpermiştim. Halim oydu. Gerek maviADA'nın gerekse Bursa'daki kişisel tarihimin kavşaklarından biri de olan Fehmi Enginalp tanıştırmıştı ALP dağıtımda, yazar ağabeyimiz demişti. Yoğurdu üflemeye hazırdım, ne var ki bu boncuk boncuk gülümseyen adam hiç de o hissi vermiyordu. Korktuklarıma benzemiyordu. Yumuşak, çelebi tavırlı, düzgün, nazik, gülümseyen, ama kendine özgü doğruları olan ve konu ilkeleriyse ateş parçasına dönen olgun bir beyefendi, ipekten bir adam... Ne kitabıydı konu, ne yazdıkları. Sıcak bir insan yüzüyle gülümsemişti. Herhalde , onu geçkin kitabı olan bir edebiyatçı bu denli alçak gönüllü olmaz, diyerek ona alıcı gözle bakmamıştım, kimse de anlatmamıştı. 2005’te dersimizi almamış olmalıyız ki yeni dergi maviADA’yı planlarken ortak bir dostla konuğu olmuştuk yalnız yaşadığı evinde. Bizi, hiç de bir bekârın kasvetli ve acıma uyandıran ortamına benzemeyen, aydınlık, tertemiz salonunda çayla bisküviyle ağırlamıştı. Ondan sonra her arenada birlikteydik. Çok etkinlikte birlikte konuşmacıydık, maviADA boyunca. maviADA’nın çıkış etkinliğinde 2006’da bulabildiğimiz tek salon olarak bize katlanan bir kafede “Küreselleşen Dünya” konusunu, birbirine sarılmış oturan, bunlar da kim, der gibi bakan kafe müşterisi gençlere aşkla anlatmıştık. Olsun onlar ve sağ olsun, Zeki Baştürk’le Muhsine Arda da olmasa hepten kimsesiz kalacaktık. Ne çok sigara içmiştik beklenmedik bir heyecan yaşayan, aramıza konuşmacı olarak kattığımız Murat Seven'den bulaşan panikle. Seven edebiyat öğretmeniydi, şiir programları da yapardı, ama o gece ne olduysa nazara geldi, fısıltıyla, ben konuşamayacağım, dedi ve konuşmadı da, onun yerine de ben konuştum, yani o zamanlar 75 yaşlarında olan Nadir Gezer'i ve beni deyim yerindeyse susturmak ne mümkün; muhteşemdi. Sonra namımız yürümüş, belediyenin tahsis ettiği tıklım tıklım salonlara konuşmuştuk, ama bu kez tütün yasaktı. Çok program yaptık, İl kütüphanesinde Tayyare'de... Hiç erinmedi, geldi. En son GEZER’in isteğiyle maviADA ve Yeni Kuşak Köy Enstitüler adına 2010’da Tüyap'ta düzenlediğim programda ülkenin dört yanından gelen Köy Enstitülüleriyle kabul günü yapmıştık, böreksiz çaysız, ama incirli. İzmir'den katılan bir konuşmacımızın getirdiği incirleri salona dağıtmıştık. "Köy Enstitüleri Anadolu Edebiyatı ve Nadir Gezer..." di 2010'un Martında yaptığımız program... Her sayımızda yazısı vardı. maviADA 4.sayıda da bir söyleşisiyle yer almıştı. 2006'da maviADA Kültür Sanat Evini açtığımızda gelip de hayırlı olsun, bir şey almak nezakettir, diyen iki yazan çizenden biriydi; öteki de Muhsine Arda. Bir dergi çıkarmak garip iştir, kimilerine göre melek olursunuz kimilerine göre de şeytan... Ergin kocaman, adı yazar çizer olan insanlar yapar bu küstüm halini, kırk sayı kapakta mayolu resmini koyun, bir sayı yer vermeyin görün siz... Dün dergide yer almak için benimle kavga eden çok kişi şimdi bellekçe dumura uğramış gibi davranmayı seçer... Çok azı kadirşinas ve vefalıdır, Nadir Gezer hariç. maviADA diye bir derginin varlığını anımsayan ve bunu yazıya döken ender yazarlardan biri de olacaktır Nadir Gezer Bursa ve Öykü adlı yazısında O zamanlar hepimiz gençtik. Birileri anlatırken imrenirdim, şimdi farkında değiliz ama bir şehrin kronolojik tarihinin parçası olmak da buymuş demek ki… Şenol’dan önce, Şenol’dan sonra diye… Egoyu okşayan bir yanı var, 90 yaşıma gelince Bursa benim de değerimi anlar, heykelimi diker, bari gençlik pozum olsa… gözüm açık gitmem. Yok o kadar nankör olmamalı, çok önce “Bursa’nın Değerleri” diye bir sergi yapmışlar, büyük boy portremi Deli Ayten’le Zeki Müren arasına koymuşlardı. İlerde daha iyisi de olur. Hele dolacak havuzları olanlar bir doysun… Duyan da derdim sanacak… Politika mı yapıyorsun ki sandalye garantisi beklentin olsun. Şimdi… masada fıldır fıldır dönen gözleriyle, gülümseyen bir yüzle izleyicilerine bakan Nadir Gezer’de de öyle bir dertli hal görmüyorum... Tam bir kent bey'fendisi olmayı başarmış ender inanlardan Gezer, Ben köylüydüm diyor, hayvan güderdim, doğal olarak da kitaplarımda köyümü anlatır. Sahicilik büyük bir erdem. Ben yaşlanmaya dönmüşüm, 1930 doğumlu Nadir Gezer’se, en sahici halinde doksanına merdiven dayamış ama safi enerji tıpkı Bob Daylan’ın dediği gibi sonsuza değin genç. Bu nasıl performanssa? Nadir Gezer, Dustin Hoffman'ın o ünlü filmindeki karakteri anımsatıyor bana: Küçük Dev Adam ... Kalbi büyük insanlara deniliyordu. Hiç yorulmuyor. Yine onun gibi köy enstitülü olan, bir ara maviADA'da da yazan eşi Ayten Gezer, aynı kuşaktan köy enstitülü maviADA'da yazılarını okuduğumuz Lemanser Sükan yanı başında ve daha birkaç arkadaşı da destek için gelmiş... Anlattığı olayları örnekliyorlar. Ne güzel… Merakla salona bakıyorum daha kimler var tanıdık diye? Bursa’nın yazan çizenlerinin büyük bölümü dergiden bir nedenle geçmişlerdir. Bir kısmı dostlukla bir kısmı komşu esnaf halinde düşmanlıkla, ama geçmişti, tanırdım. Nadir Gezer o insanlar için de önemliydi... Yeni başlayanlar için aynı fotoğraf karesinde yer almanın referans olduğu saygın adlardan biriydi Nadir Bey. Çoğu da bu alçakgönüllü yazarla ya söyleşi ya haber ya bilmem ne diyerek adını andırmıştı, en az bir kez. Ama ne yazık ki, görünen bu akşam çok işleri vardı o nedenle gelememişlerdi. Ne var ki arkadaşları Köy Enstitülüler ilerleyen yaşlarına, sağlık sorunlarına aldırmadan ordaydılar. Kendilerine görev düştüğü anda da yerlerini alıyorlardı. Bir de öğrencileri... Köy Enstitüsünde ne içirdiler bu insanlara merak ediyorum, bizler ölmeye yatmışken onlar yaşamın tozunu attırıyordu. Program yöneticisi Nadir Gezer’i övgü dolu sözlerle tanıtıyor. Her yerde hep yapılan bu. Sanki yerinde değil ve gereksiz bu konuya çok da oturmayan övgüler diye geliyor aklıma… Bir de beklentiyi büyütüyor, az sonra Gezer'in şapkasından tavşan çıkarmasını bekleyen biri çıkabilir. Oysa konumuz bir aziz değil, bir yazar... Davet edildiğim kimi yerlerde program sunucularının benzerlerini yapmalarına engel olmak için önceden onlarla iletişim kurmaya çalışırdım. Beylik, emanet sözlerle beni övme, diye… Hak ettiğim bir övgü varsa yapıtlarımdan örnekleyerek yap… Şahsımı tuvalete bile gitmeyen aziz yerine koyma, ben de insanlığın her hali var; beni başlamadan bitirirsin… Doğru düşünüyormuşum. Şimdi bir izleyici olarak bakarken Nadir Gezer’i gölgelediğini düşünüyorum, o haksız; haksız da değil, şu anki işle ve konumla ilgisiz kalan övgülerin… Ne var ki Nadir Hoca gülüyor. Ben bunları hak etmiş miyim diyor, dinlerken başka birinden söz ettiğinizi sandım diyor, moderatöre. Sonra da biz Nazmi’yle çok sevişiriz, bu çalışmayı planlarken çok emek verdi, diye yumuşatıyor eleştirisini. Büyüyor Nadir Hoca… Kim ne derse desin, edep ve empati büyük bir incelik. Ben yazmayı tutkuyla sevdim, dedi ilk sözlerinde. Bu tutkuda düş kırıklığı da yaşamadım, bu yaşta beni buraya büyük bir heycanla getiren değerli olmaz mı? Benzerini İzmir’de bir üniversite etkinliğinde söylemiştim de yazma heveslilerinin motivasyonunu bozdum diye bir yuhalanmadığım kalmıştı. Ben romanlarımı ders kitaplarımın arasına gizleyerek okurdum, suçmuş gibi, ayıpmış gibi… Hala çok yerde öyle bakıldığına eminim; devlet erkanının sanata, kitaba, yazara, şaire, şiire... bakışını özetleyen ne hikmetler dinledik, daha dün. Özetle bu ülkede para, ün, güç ve iktidar için yazmak akıl işi değil, hele gençler için. Ama bir yanı var ki değer: Yazmanın insanı şöhret yapması ya da para pul beklentisi başka bir hayal… ki tüccarlık gerektirir, zor ve kirli yanıdır. Ama yaşamı zenginleştiren, anlamlı kılan, size ayakta kalma moral ve isteği veren olumlu bir uğraş olmasının yanında, sizi güzel şeylerle uğraşan benzerlerinizle bir araya getiren sosyal bir yana da sahiptir yazıyla, sanatla uğraşmak. Üstüne üstlük sadece başlamanız, ilgilenmeniz bile buna yetecektir… Ve en güzel yanı yazarın yaşı yoktur, demiştim, yazar olmak isteyen gençlere. Bankaların on kefille bile kredi vermediği aksakallı bir ihtiyarken bile yazında sanatta dünyanın en büyüğü olabilirsiniz. Sadece bilgisayarın başına dolap beygiri gibi bağlamayın kendinizi, dışarıda da çok da fena sayılmayan bir hayat var... ve hayatın pardonu yok... 90 yaşına merdiven dayamış Nadir Hoca da aynını diyor, kısaca da olsa. Ben yazmayı sevdim diyor, çok sevdim. Fakir Baykurt bir öykümü Türk Dili Dergisinde açıklayan bir notla yayınladığında havalara uçmuştum. Niye mi sevdim, hayatımı anlamlı kılacağını biliyordum, diye anlatıyor. Bir ergen kadar heyecanlı, anlatıyor. Öyle sevdim yazmayı, diyor. Hala aynı ilgiyle tutkuyla deli gibi çalışırım, sabahlara kadar. Yemeyi içmeyi unuturum. Ön sırada oturan aynı zamanda Köy Enstitüsünden arkadaşı eşi, söz istiyor. “Ben bunun canlı tanığıyım,” Sonra da açıklıyor: “ Karşınızda ayağa kalkmadan konuştuğum için beni bağışlayın, ayaklarım rahatsız. Evet, ben tanığıyım, kahvaltıyı hazırladığımda onu çalışır bulurum, çağırmasam aklına gelmez.” Özür belirtmesi ne güzel; ben buna nezaket demiyorum, akıl ve empati diyorum. Toplumun nabzını tutmak yani… Nadir hoca nasıl heyecanlı, ama düzgün konuşuyor. Moderatörün sorularını beklemeden anlatıyor: Sözlüklerle çalışırım diyor, çalıştığım her yerde farklı farklı birkaç sözlük bulundururum. Yapıtlarının çoğunu biliyorum. Temaları kırsal kesimden, İnegöllü Nadir Hoca’nın Eymir köyünden, çevresinden, bildik insanlarından seçilmiştir. En iyi bildiklerim onlardı diyor, dünyam oydu. Bir de köy Enstitüsü… Nadir Gezer, ilkokulu bitirdikten sonra çok istese de okula gidememiş, okul yok ki gitsin. 17 yaşına geldiğinde mucize gibi imdadına yetişmiş Arifiye Köy Enstitüsü. Bitirmiş orayı, sonra da... Bir askerlik anısının bir ömrü doldurduğunu düşünürsek elbet Köy Enstitüleri gibi kendi kulvarında yüzyılın devrimi olan bir olayın tanığı, yaşayanı olmak birkaç ömür ister anlatmak için. Hepsi aynı büyük heyecanla anlatır Köy Enstitülülerin. Ne var ki bu heyecan ve coşku, o büyük zafere tanıklığın onuru Nadir Gezer’de bir yazar diliyle başka bir biçim alıyor. Yaşanmış, bir mucizeyi başarmış ama elden kaçırılmış, ne kaçırması bizzat kurucularının emrivaki kararlarıyla ellerinden alınmış o masal devri, bu küçük dev adamın ağzından Tonguç’uyla, Hasan Ali Yücel’iyle, Mahmut Makal, Fakir Baykurtlarıyla canlanıp resmigeçit yapıyor. Asla bu ülke köy enstitüleri düzeyinde bir proje ne üretebildi ne de başarabildi, diyor, birkaç kez. Bugünkü eğitim sisteminin bir facia olduğunu, tek çözümün yeniden köy enstitüleri olduğunu söylemesini fazla iddialı buluyor, anlayamıyorum. Eğitim sistemi öyle evet, ama çözüm köy enstitüleri olur mu? Şimdi ne yapılsa bu sistemle bütünleşebilir o okullar? Gülüyorum düşündüğüme. İmam Hatip Köy Enstitüleri, Köy Enstitüleri Teknik liseleri, Köy Enstitüleri Sağlık Lisesi…gibi mi? Ki o zamanki Köy Enstitüleri aslında olanaksızlık nedeniyle bunu da yapıyordu, yani bugünkü çok amaçlı liselere benziyordu. Mezunların bazıları öğretmen olurken, bazıları sağlıkçı ya da ziraatçı oluyordu, ama köyler için. Politik öyküsü yani açanı da kapatanı da aynı iktidar, çünkü başka parti yoktu, devrin CHP’si olması ne var ki alınan bu kararın uygulamasının yani son mezunlarının DP dönemine denk gelmesi nedeniyle oluşturulan hikayeler bir yana, enstitülerin trajik hatta acımasız yanı buydu aslında. Köyden aldığı çocukları gene köylerde okutup bitirince gene köylere, hem de kentteki meslektaşından daha az bir maaşla ebedi mahkum eden bir düzeneği vardı. Yani orayı bitiren köy çocukları mesleğinin sonuna değin köy öğretmeni kalacaktı. Ne var ki öte yandan Enstitülerin ancak tarlada bağda ırgat olacak, erkeninden evlenecek, hiçbir sosyal güvencesi olmadan anlamayacağı bir hayatı farkına varmadan tüketecek binlerce köy çocuğunu bir masal ülkesine taşıdığı da tartışılmaz gerçek... Nadir Gezer bitirmiş Arifiye Köy Enstitüsünü… ve kalkıp Gazi Eğitim Enstitüsünün İngilizce bölümüne girmiş, İngilizce öğretmeni olmuş. Benim bir arızalı yanım var. Nedim Gürsel’in bir söyleşisine gitmiştim. Keyifle dinlemiştim onu, iki saat boyunca. Nasıl dinlemem, Paris benim idolümdü, ömrünce orda yaşayan bu adam ne derse desin bana güzel gelirdi. Her yazdığı kitap yüzünden devletle başı derde girdiğini anlatmıştı yazar, sonra da yurt dışına gitmişti. Ben onu kaçtı diye alıyordum, devletin şerrinden bıkıp. Biraz kendi hayal gücüm, biraz da onun bizzat modaya sığınmalı anlatış şeklinden Che Guvera’ya ya da Deniz Gezmiş’e bakar gibi bakıyordum ki birden ayıkmıştım; Nedim Gürsel’in her yazdığı kadın erkek ilişkileri yani aganigi naganigi üzerine sayılırsa o yönlü cesurca, erotik hatta daha ilerisi yazılardı. Tarzı oydu. Ama buna hiç değinmiyor, anlatış şeklinden moda bir nedenle düşüncelerinin iktidara ters düşmesi gibi bir izlenim veriyordu, yani siyasal… Gerçi biz Filistin'e kaçmayı düşlerdik, bu Paris'e kaçmış,ilginç ama... Olsun aklını gösterir, ne işi vardı orda, Paris dururken? Ben de iki saat vatan millet uğruna ömrünü harcayan bu adama saygıyla bakıyordum ki bir yanlış anlamam olduğunu geç de olsa fark ettim. İki saat konuştunuz, güzel de konuştunuz, demiştim parmak kaldırıp, devletle de hep başınız derde girmiş… Ama ne yazdıklarınızda ne de şu söylediklerinizde ülke sorunlarına değinen tek bir cümle duyamadım. Sahi devletle sorununuz neden oldu, sizi neden sevmedi, diye sormuştum damara damara bastığımı hissederek. Nedim Gürsel, patavatsızlığa şaşırmış, yanıt arıyordu ki yanıtı gene ben vermiştim. Küçükleri muzır neşriyattan koruma kanunundan galiba di’mi?… diye… İşte öyle bir arızam var. Sonuçta ben de herkes gibiyim, yani Türk işi, ne yani benden Amerikan vari bir siyasi üslup mu bekliyordunuz; Japonya’ya atom bombası mı düştü, aaa, biz de duyduk, kim yaptı acaba? Bazen kendi yaptığım ya da söylediğimdeki çelişkiyi, sorunu göremiyor olabilirim ama başkasındakini hiç kaçırmam. Allahtan bazen... Not alıyorum, soracağım: Mademki köy enstitülerini ve misyonunu bu kadar sevdiniz, neden o misyonun gereği köy öğretmenliğine gitmediniz, neden bırakıp İngilizce öğretmenliği okumaya kalktınız? Soru sorulma hakkı verilince mutlaka soracağım. Elbette farkındayım, Nadir Gezer o dönemin sınıf atlatma baş aracı okumayı sevmiş, bunlardan eline geçirebildiği Köy Enstitülerini de… Yoksa bir arkaik devri 20.yy da inatla yaşayan o dönem köylerini değil. Farkında olmak başka, hoş görmek başka…hatta sevmek de bambaşka. Nadir Gezer, edebiyat konusundaki düşüncelerini örnekliyor. Dergimiz maviADA’dan, yer alan bir söyleşisinden söz ediyor. Şimdi öyle kadirşinas geliyor bana ki… Bir de beni görse de söz etse, Bursa'ya verdiğim emekleri anlatsa yok mu, herhalde ölsem gam yemem. Ah Nadir Gezer sen ne sevimli cansın. Kuşkusuz eski yol arkadaşıma böyle soru, hele burda soramam, soranı da döverim, artık. Nadir Gezer ara vermeden anlatırken ispermeçet mumu gibi işlevsizleşen program yöneticisi bunalıyor; “Benim soracaklarımı da yanıtladınız ama zamanımız kalmadı, kitaplardan söz etsek…” dese de Nadir Hoca bildiği türkü de inat, anlatıyor: "...Sonra İngiltere’ye gönderdi devlet, dil için. İki yıl kaldım. Dönüşte bildiğiniz gibi birkaç yerde öğretmenlik yaptım sonra da Anadolu Lisesi’ne müdür oldum." Dönem Ecevit dönemi. Devrin seçkin okullarından Anadolu Lisesi müdürlüğü güzel güzel giderken, uyumlu Nadir Gezer, farkında olmadan kentlilerle karşı karşıya kalır. Kalmak önemli değil, bu hemşerilerin hemen hepsi kentin ileri gelen, zenginleri, bürokratlarıdır. Okulu kazanamayan çocuklarını paraya kıyıp bir özel okula kayıt ettiriyorlar, yarıyılda da getirip Nadir Gezer’e dayatıyorlar, al bunu diye… İyi de okulun bir kapasitesi var, hakkı olan çocuklar açıkta kalıyor, kim dinler? Nadir Gezer’de de serde köy enstitülük var, öte yandan yazarlık ruh hali. Dikleniyor, olmaz diyor, başa çıkamayınca da çekip istifa ediyor. GEZER’in hayatı roman… Ne var ki sonuçta bu bir edebi etkinlik, saati var, zamanı var, moderatör sıkıştırıyor, moderatör deyip duruyorum ya ne bu? Yönetici değil mi? Böyle zor ve yabancı bir sözcüğü aydınlık yüzlü bir belediye afiş afiş neden yazar, duyurur. Neyse ne, işte o : kitaplara gelsek artık, diyor. Gelemiyorlar bir türlü. Zaman aşmış gitmiş, program da şaşırmış. Sonunda kitaplar birkaç cümleyle geçiştiriliyor, mecburen. Sorulara geçiliyor, ardından kitap imzaya… Nadir Gezer bitmeyen enerjisiyle her kitap imzaladığı kişiyi kalkıp tokalaşarak, nezaketle uğurluyor. Berrak bir zihin, bir buçuk saati aşan süreçte sunucuya bile gerek bırakmayan bir enerji, kitap imzalatan her insana ayağa kalkan saygı... Şaşırıyorsunuz, hala böyle güzel insanlar varmış. Yok, bu reçeteyi istemeli... Nadir Gezer, o köy enstitüsünde ne içmişseniz biz de isteriz. Bakarsın diriliriz, üstümüzdeki bu ölü toprağı kalkar. * Bu etkinlik Nadir Gezer'le son karşılaşmamız oldu. Geçen yıl bugün ölüm haberini aldım. Olsun , an gelir, Kırık bir sonbahardır hayat ya da delik bir ipek böceği kozası isyana bile değmez. UĞURLAR olsun "Küçük Dev Adam" maviADA seni asla unutmayacak 2021 10 ŞUBAT

  • Nadir Gezer / DOSYA

    Aramızdan Ayrılan NADİR GEZER'LE ilgili kuruluşundan buyana yer aldığı maviADA'da yayınlanan yazı ve söyleşilerden bulabildiklerimizle BİR DOSYA ÇALIŞMASI HAZIRLADIK. *RESME TIKLAYARAK yazıların hepsine ulaşabileceğiniz gibi aşağıdan seçtiklerimizi de okuyabilirsiniz. Bursa ve Öykü ( maviADA Dergisi Bahar 2006) Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) Nadir Gezer ve Yalnızlaşan Anadolu Edebiyatı 4 Mart 2010,Bursa TÜYAP * Nadir GEZER Öykü ve roman yazarı. 19 Mayıs 1930(İnegöl) - 10 Eylül 2020 (Bursa) Eymir köyü / İnegöl / Bursa doğumlu. Eymir Köyü İlkokulu (1945), Arifiye Köy Enstitüsü (1952), Gazi Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü (1954) mezunu. İngiltere’de iki yıl dil öğrenimi gördü (1966-68). Çorum (1952), Derik / Mardin (1954-55), Beşikdüzü / Trabzon (1956-59), Demirci / Manisa (1959-62), İnegöl / Bursa (1962-68), Diyarbakır (1968-71), Bursa’daki (1971-80) MEB’e bağlı köy ve merkez okullarında öğretmenlik yaparak emekli oldu. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği üyesidir. İlk şiiri “Son Yolculuk”, 1968 yılında Sorunlarımıza Işık adlı bir gazetede (İnegöl); ilk öyküsü de Fakir Baykurt’un tanıtıcı bir yazısıyla birlikte Türk Dili dergisinde (sayı: 330, Mart 1979) yer aldı. Diğer ürünlerini Türk Dili, Edebiyat ‘81, Dönem, Kıyı, Yaba-Öykü, Kıyı, Damar, maviADA, Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap, Biçem, Yeni Biçem, Çağdaş Türk Dili, Yaklaşım, Cumhuriyet’te ve Bursa’daki yerel gazetelerde yayımladı. Hanife Nine’den Öyküler adlı kitabıyla Nevzat Üstün 1981 öykü birincilik ödülünü aldı; Boşlukta Adam adlı romanıyla 1990 Ferit Oğuz Bayır ödülünde mansiyon, 2001’de ÇGD Bursa Şubesi Eğitim Ödülü kazandı. Bir değerlendirmesinde Doğan Hızlan, Gezer’in köy hikâye ve romanlarında rastlanan konulara “yeni boyutlar, yeni tadlar, yeni insancıl yaklaşımlar” getirdiğini vurguladı. Gezer, öykü tekniği üzerine düşüncesini “artık çağdaş öykücülükte serim, düğüm, çözüm gibi bağlamların aşıldığı kanısındayım. Bence şiirsel anlatı, öykünün özünü oluşturur. Öykünün niçin ve nasıl yazıldığı önem kazanıyor artık.” (Yaba-Öykü, sayı: 16) diyerek açıklar. Nadir GEZER, kuruluşundan bugüne maviADA'da etkin roller üstlendi, defalarca maviADA'nın etkinliklerinde yer aldı, dergide onlarca yazısı yayınlandı. ESERLERİ: ÖYKÜ: Hanife Nine’den Öyküler (1981, dört yeni öykü ekiyle ikinci basımı 1995), Yürüyen Gece (1988), Puslu Hüzün (1989), Kırılgan Umutlar (1998), Şenlet Öğretmenin Destanı (2000). ROMAN: Boşluktaki Adam (1990), Aydınlığa Yürüyenler (1993), Yalnız Adamın Düşleri (2000). ŞİİR: Karbeyazı Geceler Üstüne (2000). DENEME: Yerodamdan Notlar (söyleşi, 1998), Yitikler Arasında Zaman (2000). ARAŞTIRMA: Mustafa Kemal, Ulusal Eğitim, Köy Enstitüleri (1999). GEZİ: Uludağ Eteklerinden Sis Dağına (2002). HAKKINDA: Doğan Hızlan / Cumhuriyet (27.5.1982), Mehmet Başaran / Yürüyen Gece Üzerine (Milliyet Sanat, sayı: 193, 1.6.1988), Yaba-Öykü (sayı: 16, Ocak 1988), Nahit Kayabaşı / Nadir Gezer ile Yürüyen Gece’de (Varlık, sayı: 973, Ekim 1988), Muzaffer Uyguner / Yürüyen Gecenin Öyküleri (Türk Dili Dergisi, sayı: 11, Mart 1989), Nazım Kutlu / Nadir Gezer’in “Puslu Hüzün”ü (Biçem, sayı: 1, Nisan 1990), Mehmet Cimi / O Yıllar Dile Gelse (1997), Mahmut Makal / Nadir Gezer’le Bir Konuşma (Abc, sayı: 149, Ocak 1999), Muzaffer Uyguner / Yitikler Arasında Zaman (Türk Dili dergisi, Eylül-Ekim 2000), TBE Ansiklopedisi (2001),Bursa ve Öykü ( maviADA Dergisi Bahar 2006) ,Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) Nadir Gezer ve Yalnızlaşan Anadolu Edebiyatı 4 Mart 2010,Bursa TÜYAP

  • Nadir Gezer Vefat Etti!

    Başlangıcından bu yana maviADA'nın yol arkadaşı, yayınkurulunda da yer alan, dergimizde yazılarını okuduğunuz eğitimci, yazar Nadir Gezer 10 Şubat 2020'de tedavi olduğu hastahanede vefat etti. Cenazesi 12 Şubat 2020'de Bursa Mesken'de kılınacak öğle namazı sonrası kaldırılacaktır. Yeri aydınlık olsun. * Nadir GEZER Öykü ve roman yazarı. 19 Mayıs 1930(İnegöl) - 10 Eylül 2020 (Bursa) Eymir köyü / İnegöl / Bursa doğumlu. Eymir Köyü İlkokulu (1945), Arifiye Köy Enstitüsü (1952), Gazi Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü (1954) mezunu. İngiltere’de iki yıl dil öğrenimi gördü (1966-68). Çorum (1952), Derik / Mardin (1954-55), Beşikdüzü / Trabzon (1956-59), Demirci / Manisa (1959-62), İnegöl / Bursa (1962-68), Diyarbakır (1968-71), Bursa’daki (1971-80) MEB’e bağlı köy ve merkez okullarında öğretmenlik yaparak emekli oldu. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği üyesidir. İlk şiiri “Son Yolculuk”, 1968 yılında Sorunlarımıza Işık adlı bir gazetede (İnegöl); ilk öyküsü de Fakir Baykurt’un tanıtıcı bir yazısıyla birlikte Türk Dili dergisinde (sayı: 330, Mart 1979) yer aldı. Diğer ürünlerini Türk Dili, Edebiyat ‘81, Dönem, Kıyı, Yaba-Öykü, Kıyı, Damar, maviADA, Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap, Biçem, Yeni Biçem, Çağdaş Türk Dili, Yaklaşım, Cumhuriyet’te ve Bursa’daki yerel gazetelerde yayımladı. Hanife Nine’den Öyküler adlı kitabıyla Nevzat Üstün 1981 öykü birincilik ödülünü aldı; Boşlukta Adam adlı romanıyla 1990 Ferit Oğuz Bayır ödülünde mansiyon, 2001’de ÇGD Bursa Şubesi Eğitim Ödülü kazandı. Bir değerlendirmesinde Doğan Hızlan, Gezer’in köy hikâye ve romanlarında rastlanan konulara “yeni boyutlar, yeni tadlar, yeni insancıl yaklaşımlar” getirdiğini vurguladı. Gezer, öykü tekniği üzerine düşüncesini “artık çağdaş öykücülükte serim, düğüm, çözüm gibi bağlamların aşıldığı kanısındayım. Bence şiirsel anlatı, öykünün özünü oluşturur. Öykünün niçin ve nasıl yazıldığı önem kazanıyor artık.” (Yaba-Öykü, sayı: 16) diyerek açıklar. “Nadir Gezer gerçekçi bir sanatçı. Gerçeği dile getirmeyi sanatının önüne amaç olarak koyuyor. (...) Yaşanmış ve yaşanmakta olan toplumsal sorunları öykülerin çıkış noktası yapıyor. Fakat toplumsal sorunları anlatacağım diye insan gerçeğinden uzaklaşmıyor. Öykülerde toplum-birey ilişkisi çelişki ve karşıtlık temelinde yükseliyor.” (Nazım Kutlu) ESERLERİ: ÖYKÜ: Hanife Nine’den Öyküler (1981, dört yeni öykü ekiyle ikinci basımı 1995), Yürüyen Gece (1988), Puslu Hüzün (1989), Kırılgan Umutlar (1998), Şenlet Öğretmenin Destanı (2000). ROMAN: Boşluktaki Adam (1990), Aydınlığa Yürüyenler (1993), Yalnız Adamın Düşleri (2000). ŞİİR: Karbeyazı Geceler Üstüne (2000). DENEME: Yerodamdan Notlar (söyleşi, 1998), Yitikler Arasında Zaman (2000). ARAŞTIRMA: Mustafa Kemal, Ulusal Eğitim, Köy Enstitüleri (1999). GEZİ: Uludağ Eteklerinden Sis Dağına (2002). HAKKINDA: Doğan Hızlan / Cumhuriyet (27.5.1982), Mehmet Başaran / Yürüyen Gece Üzerine (Milliyet Sanat, sayı: 193, 1.6.1988), Yaba-Öykü (sayı: 16, Ocak 1988), Nahit Kayabaşı / Nadir Gezer ile Yürüyen Gece’de (Varlık, sayı: 973, Ekim 1988), Muzaffer Uyguner / Yürüyen Gecenin Öyküleri (Türk Dili Dergisi, sayı: 11, Mart 1989), Nazım Kutlu / Nadir Gezer’in “Puslu Hüzün”ü (Biçem, sayı: 1, Nisan 1990), Mehmet Cimi / O Yıllar Dile Gelse (1997), Mahmut Makal / Nadir Gezer’le Bir Konuşma (Abc, sayı: 149, Ocak 1999), Muzaffer Uyguner / Yitikler Arasında Zaman (Türk Dili dergisi, Eylül-Ekim 2000), TBE Ansiklopedisi (2001).Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) maviADA Anadolu Edebiyatı ve Nadir Gezer Programı,4 Mart 2010

  • Nadir Gezer

    Eğitimci Yazar Nadir GEZER'in aramızdan ayrılışının yıldönümü. Başlangıcından beri maviADA yayın kurulunda da yer alan, dergimizin yapıtaşlarından biri olmuş eğitimci, yazar Nadir Gezer 10 Şubat 2020'de tedavi olduğu hastanede vefat etmişti. Saygıyla anıyoruz * Nadir GEZER Öykü ve roman yazarı. 19 Mayıs 1930 (İnegöl) - 10 Şubat 2020 (Bursa) Eymir köyü / İnegöl / Bursa doğumlu. Eymir Köyü İlkokulu (1945), Arifiye Köy Enstitüsü (1952), Gazi Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü (1954) mezunu. İngiltere’de iki yıl dil öğrenimi gördü (1966-68). Çorum (1952), Derik / Mardin (1954-55), Beşikdüzü / Trabzon (1956-59), Demirci / Manisa (1959-62), İnegöl / Bursa (1962-68), Diyarbakır (1968-71), Bursa’daki (1971-80) MEB’e bağlı köy ve merkez okullarında öğretmenlik yaparak emekli oldu. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği üyesiydi. İlk şiiri “Son Yolculuk”, 1968 yılında Sorunlarımıza Işık adlı bir gazetede (İnegöl); ilk öyküsü de Fakir Baykurt’un tanıtıcı bir yazısıyla birlikte Türk Dili dergisinde (sayı: 330, Mart 1979) yer aldı. Diğer ürünlerini Türk Dili, Edebiyat ‘81, Dönem, Kıyı, Yaba-Öykü, Kıyı, Damar, maviADA, Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap, Biçem, Yeni Biçem, Çağdaş Türk Dili, Yaklaşım, Cumhuriyet’te ve Bursa’daki yerel gazetelerde yayımladı. Hanife Nine’den Öyküler adlı kitabıyla Nevzat Üstün 1981 öykü birincilik ödülünü aldı; Boşlukta Adam adlı romanıyla 1990 Ferit Oğuz Bayır ödülünde mansiyon, 2001’de ÇGD Bursa Şubesi Eğitim Ödülü kazandı. Bir değerlendirmesinde Doğan Hızlan, Gezer’in köy hikâye ve romanlarında rastlanan konulara “yeni boyutlar, yeni tadlar, yeni insancıl yaklaşımlar” getirdiğini vurguladı. Gezer, öykü tekniği üzerine düşüncesini “artık çağdaş öykücülükte serim, düğüm, çözüm gibi bağlamların aşıldığı kanısındayım. Bence şiirsel anlatı, öykünün özünü oluşturur. Öykünün niçin ve nasıl yazıldığı önem kazanıyor artık.” (Yaba-Öykü, sayı: 16) diyerek açıklar. “Nadir Gezer gerçekçi bir sanatçı. Gerçeği dile getirmeyi sanatının önüne amaç olarak koyuyor. (...) Yaşanmış ve yaşanmakta olan toplumsal sorunları öykülerin çıkış noktası yapıyor. Fakat toplumsal sorunları anlatacağım diye insan gerçeğinden uzaklaşmıyor. Öykülerde toplum-birey ilişkisi çelişki ve karşıtlık temelinde yükseliyor.” (Nazım Kutlu) ESERLERİ: ÖYKÜ: Hanife Nine’den Öyküler (1981, dört yeni öykü ekiyle ikinci basımı 1995), Yürüyen Gece (1988), Puslu Hüzün (1989), Kırılgan Umutlar (1998), Şenlet Öğretmenin Destanı (2000). ROMAN: Boşluktaki Adam (1990), Aydınlığa Yürüyenler (1993), Yalnız Adamın Düşleri (2000). ŞİİR: Karbeyazı Geceler Üstüne (2000). DENEME: Yerodamdan Notlar (söyleşi, 1998), Yitikler Arasında Zaman (2000). ARAŞTIRMA: Mustafa Kemal, Ulusal Eğitim, Köy Enstitüleri (1999). GEZİ: Uludağ Eteklerinden Sis Dağına (2002). HAKKINDA: Doğan Hızlan / Cumhuriyet (27.5.1982), Mehmet Başaran / Yürüyen Gece Üzerine (Milliyet Sanat, sayı: 193, 1.6.1988), Yaba-Öykü (sayı: 16, Ocak 1988), Nahit Kayabaşı / Nadir Gezer ile Yürüyen Gece’de (Varlık, sayı: 973, Ekim 1988), Muzaffer Uyguner / Yürüyen Gecenin Öyküleri (Türk Dili Dergisi, sayı: 11, Mart 1989), Nazım Kutlu / Nadir Gezer’in “Puslu Hüzün”ü (Biçem, sayı: 1, Nisan 1990), Mehmet Cimi / O Yıllar Dile Gelse (1997), Mahmut Makal / Nadir Gezer’le Bir Konuşma (Abc, sayı: 149, Ocak 1999), Muzaffer Uyguner / Yitikler Arasında Zaman (Türk Dili dergisi, Eylül-Ekim 2000), TBE Ansiklopedisi (2001).Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) ,maviADA Anadolu Edebiyatı ve Nadir Gezer Programı,4 Mart 2010

  • Yalnız Bir Çınar

    / Anadolu Edebiyatı ve Nadir GEZER / etkinlik maviADA BURSA TÜYAPtakı 2. Programında Nadir Gezer'in onuruna Köy Enstitülü yazarlarında katıldığı "...Yalnız Bir Çınar: Anadolu Edebiyatı" nı sundu. Programı maviADA adına Şenol YAZICI yönetti. 4 Mart 2010, Bursa TÜYAP * 4 Mart'ta Uludağ salonunda gerçekleşen programda salonu dolduran izleyiciler duyarlı birkaç genç insanın yanısıra, çoğu sekseninde köy enstitü öğretmenlerdi. Program, başta Nadir Gezer olmak üzere çoktandır karşılaşmayan, birbirinden haber alamayan 1950'lerin enstitüden okul arkadaşlarını bir araya getirirken, konuşmacı ve dinleyicilerin coşkulu tavırlarıyla edebiyat, sanat, siyaset dahil her yönüyle ülkenin ağır konularının konuşulduğu bir aile toplantısına döndü. Program yöneticisi Şenol YAZICI'nın konukların her tür akışı bölen beklentisine sabırla uyum sağladığı, enstitülerin duygulu söz ve eylemleriyle, bilinen edebiyat programlarından hiçbirine benzemeyen, ama hepsinden daha bir insani özellik kazanan maviADAnın bu seferki programı, İzmir'den gelen konuk köy enstitülü yazar Mehmet CİMİ'nin maviADAya armağan getirdiği incirler ortaya çıkınca ayrı bir renk ve tabi ki doyulmaz bir tat da kazandı. kim demiş edebiyatcı büyüdükçe insan sıcaklığı azalırmış diye... maviADA DERGİSİ * Sevgili Konuklar, Anadolu Edebiyatı ve Nadir GEZER onuruna toplandığımız bu günde, çok uzaklardan gelenlere önceliği vererek, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu denli kalabalık etkinlik fazla yapmadık, hele yaş ortalaması bu denli yüksek ve bilge bir kitleye ilk kez sesleniyoruz, ne mutlu bize... Tekrar hoş geldiniz. Dün, bizi anlamasa da, okumuşunu hiç sevemese de kulağımız halkımızdaydı, başkasını bilmiyorduk. Sözünün bir yerine toplumunu, insanını yerleştirmeyen yazı bizden değildi. Turgut Uyar, Bilge Karasu şaşkınlıkla izlediğimiz yeni türedi zencilerimiz gibi gözüküyordu. Hele Orhan Pamuk, Cezmi Ersöz? Ne yazardı ki bunlar, anlamaz ancak kızardık. Ama yeniye şans vermeli kalenderliğiyle yer de açardık, otursun diye. Fakir Baykurt’un, Mahmut Makal’ın, Talip Apaydın’ın, Mehmet Başaran’'ın, Nadir Gezer’in… olduğu yerde özenen, ama başaramayan olarak gördüğümüz bu anlatı yoksulları da barınsın artık ne vardı, sanki hazinemizden ne eksilirdi, diyorduk!? Sonra devran değişti, dil değişti, insan değişti… Küreselleşme şaka maka derken bir silindir gibi ezdi geçti, ülkemi, dilimi, edebiyatımı. Benim sevgili okurum, yazarım, uluslararası tekelden beratını alan yerli yayınevim, tek ağıt yakmadan toplumcu edebiyatı, artık onun için gurbete dönen kendi ülkesinde namahrem ellere boynu vurulsun diye terk etti. Yalnızlayan o büyük dev, Anadolu’nun bozkırlarında yeşermiş orman, ağıtsız, feryatsız figansız, halkımdır ne yapsa yeridir, diyerek ormanlardan önce küçük korulara, sonra yalnız ağaçlara dönüştü. Tıpkı 700 yıl unutulan Türkçe gibi... Balık gibiyiz, unutmamız meşhurdur. Gözlerimiz küreselleşmenin işaret ettiği ufuklarda yıldız arıyorduk, ayağımız uçurumlara giderken. Sonsuz unuttuk. Arada bir bir yerlerde denk gelsek, ince ince sızlasa da sol yanımız, bu köylü edebiyatının hükmü tamamdı, hala böyle yazan mı var, diye şaşırarak gülüp geçtik. Dönüp baktığımızda, halkının unuttuğu, Tanrının bile yağmuru esirgediği o yalnız ve bakımsız ağaçların birer dev çınar gibi hala yükselmesine hayret ederdik. Doğasını Anadolu’nun en büyük aydınlanması, köy enstitülerinden gelenlerin oluşturduğu bu yazının, insanının, ülkesinin sevdalıları, hamurlarındaki erdemle asla rotadan şaşmadan direndiler. En büyük özellikleri yazdıkları gibi adam olmaya çalışmaları, bencil olmayan ötekini de gören bir ideal uğruna yapılanmalarıydı. Ezberletilmiş her şey sanatı öldürür, onda da bu öğreti sanatı zorluyordu elbette, ama aklı ve kalbiyle ortak bir dünya özlemiyle bir şey öğretmeye çırpınıyordu. Nadir Gezer onlardan biri. Tanımaktan onur duyduğum, asla küçük insanlara minnet etmeyen, porselen dişleriyle değil, yüreğiyle tüm bedeniyle gülümseyen insan sevdalısı, ilerleyen yaşına karşın bir çalışkan arı… En önemlisi, o güzel bir insan…adam gibi adam. maviADA olarak elimizden ancak bu kadarı geldi. Bir şey yapabilmişsek ne mutlu… Teselli olsa da yol henüz bitmedi… Şenol Yazıcı -Tuyap Sunuş Konuşmasından- Mart 2010 * DOSYA: Bir Ormandan Yalnız Bir Çınara; ANADOLU EDEBİYATI ve Nadir GEZER * KATILIMCILAR / Şenol Yazıcı, Öner Yağcı,Nadir Gezer, Mahmut Makal M.BAŞARAN , Ahmet Özer, Yusuf Yağdıran, DOSYAYI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN *

  • Forum

    Şaşıracaksınız ama en hızlı , kusursuza en yakın işler tek kişinin yaptığı işlerdir. Hele o kişi alanında yetkin, uzgörüşlü biriyse... Ne var ki, böylesi işlerin de kendi engelleri var: Tek kişinin yetemeyişi, yeniliğe açık olmayışları, ötekini çok hesaba katmayan statükoculuğu ve kuralcılığı, tek akla ve yeteneğe dayalı sınırlı gelişkinliği ciddi handikaplar. O nedenle insanlık toplu olacak eylemler için katılımcı demokrasi getirmiş. Mademki o toplumda bir bireysiniz oyunuzu kullanıp sizi yönetecek insanı seçmeniz gerekir. Daha küçük ünitelerde bunu herkesin görüş düşünce ve emeğiyle oluşuma katılacağı, katkı vereceği ortamlar oluşmalı. maviADAnın daha iyiye gitmesi için neler yapılacağını tartışmak, görüş ve önerilerinizi iletmek için FORUM sayfası var.. Bu sayfanın bir başka güzel yanı; maviADA'yla ilgili olan; KORDİNATÖR, YAZAR, OKUR ve ÜYE'lerimiz FORUM sayfasına uğrayıp üye olup küçük de bir yorum yaparlarsa hem profil sahibi olurlar, hem ÜYELER sayfamızda rolleriyle gözükürler.

  • AdaKitaplık

    BİZE GELENLER, OKUDUKLARIMIZ, YAYINLAR, DERGİLER ADAKİTAPLIK'ta yer alıyor. Kitap yazmak günümüzün olanaklarıyla artık kolay olabilir, ama yazdığınız kitabın onca kitabın arasından sıyrılması, kendini kabul ettirmesi ancak tanıtımla reklamla mümkün oluyor. Aynı şey dergiler için de geçerli. Bu anlamda maviADA ÜYELERİNE ve edebiyata, sanata küçük bir katkı yapmaya çalışıyor. Üyemiz olun ya da olmayın okuduklarınızı, kitabınızı, derginizi onla ilgili bir açıklama yazısıyla bize ulaştırın, ADAKİTAPLIK'ta yer verelim. kitap dergi gönderimi için adres: postakutusu:30 Ulucami / BURSA

  • maviADA'ya Katılım

    / Nereden? Nasıl? / Bir sanat, kültür ilgilisi, bir okur olarak maviADA'ya katılmanın hiçbir koşulu yok. Hoş geldiniz. İnternetteki yüzlerce site gibi bizi de deneyebilir, var olan bilgi ve deneyimimizi kaynak göstererek kullanabilirsiniz. Okura kimi sayfalar görünmez. Müzik, film, eğlence gibi salt ÜYEler için ÜYElerin katkısıyla oluşan sayfalar size kapalı olacaktır. O sayfaları da görmek isterseniz, yer alan başvurudan üye olun. İsterseniz maviADA facebook sayfamızdan da üye olur, yorum ve önerilerinizle bize yol gösterebilir, kitabınızı, söyleşinizi, şiirinizi, izlediğiniz filmi, gezinizi… sayfalarımızda paylaşabilirsiniz. (Daha fazlasını Sorun) A. BİR İLGİLİ OKUR OLARAK KATILMAK: Bir paylaşım yapmak istiyorsanız kendinizi tanıtan kısa bir özgeçmiş, tel, adres ekleyin. Üye olsun ya da olmasın yeni çıkan kitaplara, dergilere kamusal yönü de olan etkinliklerinize, kültür bilim sanat insanıysanız tanıtımınıza katkıda bulunmaya, reklamınızı yapmaya hazırız. Kitap, dergi ya da etkinliğinizi resim ve bir açıklamayla bize göndermeniz yeterli olacaktır. Bunun için "Posta Kutusu:30 Ulucami -BURSA" adresini kullanabilirsiniz. ÜYEmiz iseniz maviADA E-POSTA ya maille katılabilirsiniz. Yazınızı ya da kitabın, etkinliğin, haberin… yayınlanabilir boyutta resmini, tanıtan bir açıklamayla İnternetten bize gönderin. Yalnız şunu da hesaba katın: Bir kitabın çıkması bir etkinliğin yapılması olasılıktır. Bu tür olası çalışmalara yer verirken kaygı duyuyoruz. Siz de emin olmadan duyuru yapmayın. (Daha fazlasını Sorun) B. YAZAR, ADAlı.. OLUP KATILMAK: maviADA E-POSTA adresine kısa bir özgeçmiş, en az 3 adet çalışma örneği göndermeniz yetecektir. En kısa sürede yanıt alacaksınızdır. (Daha fazlasını Sorun) Zaten ADAlıysanız açıklama gereksiz. maviADA E-POSTA sizi bekliyor olacak. BENZER SAYFALAR / *katılma Koşulları *maviADA *üyelik *yetkili yazarlık *yönetim *hepsini gör

  • Üyelik

    / NEDİR? NASIL OLUNUR? / Üyeler maviADA'nın beslendiği kökleridir. Bugün okuru, izleyicisi , beğenisiyle yol göstericisi, eleştiri ve önerileriyle ortak akla ve sanatsal görüşe katkıda bulunarak olduran kişi, yarınsa yazarı, yol göstereni, yöneticisidir. Şunu düşünüyoruz: Görme, anlama ve anlatma yeteneklerine karşın bütün zamanların en büyük filozoflarından Aristo bugünün tableti ve interneti olan bir lise öğrencisi kadar bilgi birikimine sahip değildir. Aristo'yu farklı kılan yatkınlığının yanında sürekli öğrenme isteğidir. Kabul etmeli ki, dünün halk ozanlarına bakmayın, bugün sanatta çizgiyi aşabilmenin yolu da biraz yetenek olsa da temel bir eğitim ve sürekli öğrenme isteği olması önemli. Bu varsayımdan hareket edersek kültür sanat seçkincidir, yetenek, eğitim ve bilgisiyle ayrışan insanlar ister. Ne kadar popülist yaklaşırsanız yaklaşın bu gerçek sanatı seçkinci yapar: sadece bir sanatı icra etmek için değil, izlemek ve anlamak için de... Bu nedenle üyeleri o kadar önemsiyoruz ki, bir dergiyi seçkin ve özel yapanın yazarlarından daha çok izleyici profilinin ölçütleri olduğunu düşünüyoruz. Gelişkin bir izleyici kitlesi dergiyi de zorlayacak, yazar da o izleyiciye ayak uydurmaya çalışacak, varsa eksiği kendini geliştirecektir diye umuyoruz. maviADA bir kültür sanat platformu olduğuna göre üyelerinin de bu ilgiye sahip, yaşama duyarlı, kafa yoran, bu yorumları paylaşacak ortam ve insanlar arayan, merak eden, öğrenmek isteyen, kendini geliştirmeye aday kişiler olmasını bekliyoruz. ÜYENİN bir alanda yetkin sanatçı olması gerektiğini savunmuyoruz, çünkü onun çalışma ve sabırla olacağını biliyoruz. Kültüre sanata saygı duyan, iyi bir okur, iyi bir izleyici , öğrenmeye niyetli, bir sanat alanıyla ilgilenen ya da bir sanat alanıyla meşgul olmaya niyetli insanlar olması yeterli. En önemlisi ÜYELERİMİZ, sanatın hayatın izdüşümü ve hayatı estetikle yorumlama ve biçimlendirme gayreti olduğunu bilen, bunu savunan, bu alt yapıya sahip insanlar olmalı... Paylaşım ve yorum diliyle de örnek olmaları beklenir... Bu kadar özellik yüklediğimiz üyeye de paylaşımlarında estetik, kullandığın dilde ve genel görünümde düzgün, nazik ol diyemiyoruz. O zaten bu özelliklere sahiptir. Yoksa maviADA'da ne işi var değil mi? Peki üye nasıl olunur? maviADA'nın herhangi bir sayfasını diyelim ki maviADA KÜLTÜR PLATFORMUNU yani FORUM sayfamızı tıklayarak açalım. Zaman zaman küçük değişiklikler olsa da esas olarak böyle bir sayfa göreceksiniz. En üstte kategorileri belirten bir menü, menüye tıkladığınızda alt kategori yani sayfa ve etiketler yer alır. sağ üst köşede eğer ki üyemiz ya da yetkili yazar değilseniz "GİRİŞ YAP" yazan bir küçük kutu vardır. Aynı kutu maviADA FORUM yazısının sağ ütünde "GİRİŞ KAYDOL" biçiminde yer alır. İkisi de aynı işlevdedir, ÜYE olmak istiyorsanız birini seçin . * Size önerimiz önce facebook sayfanızı açın! Şimdi seçtiğiniz GİRİŞ YAP yazan kutuya tıklayın. Karşınıza bu gelecektir. Diğer yolları da deneyebilirsiniz, ama en kolayı, sonuçları bakımından da en iyisi Facebokunuz açık olduğuna göre Facebook ile hesabınızı oluşturmayı TIKLAmaktır... * ÜYELİĞİNİZ tamamdır, maviADA yetkilileri sayfanıza göz atıp sizin ÜYELİĞİNİZİ onaylayacaktır. Bu onay size de bildirilecektir. Sayfanızdaki adınız takmaysa ve bilmiyorsak, bizce sakıncası yok, ama kuşku uyandıran bir adsa, yorum ve eleştirilerinize onay verilmeyebilir, o nedenle adınızın düzgün yazılı olması önem taşır. Öyleyse bile üye olduktan sonra size ayrılan profilinize gidip adınızı düzeltebilir, dilediğiniz resmi de ekleyebilirsiniz. Şimdi tarayıcılarınızı kapatıp yeniden açın ya da güncelleyin. Facebookunuz açık vaziyette maviADA sayfalarına girin bu kez dergi sizi tanıyacak ve sizi böyle bir sayfayla karşılayarak "hoşgeldin" diyecektir. Artık maviADA'daki gelişmelerden yayınlanan yazılardan herkesten önce haberdar olacaksınız. Lütfen çıkan profilinize, gözüken adınıza ve resminize göz atın. İleri de maviADA'ya eserinizle de katılmak ya da "yetkili yazar" olmak isterseniz işiniz şimdiden kolaylaşmış olacaktır BENZER SAYFALAR / * künye *katılım, yazı eklemek *yetkili yazarlık *yönetim *hepsini gör

  • Eskidendi Çok Eskiden

    Günümüz Şiiri Hani erken inerdi karanlık, Hani yağmur yağardı inceden, Hani okuldan, işten dönerken, Işıklar yanardı evlerde, Eskidendi, çok eskiden. Hani ay herkese gülümserken, Mevsimler kimseyi dinlemezken... Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken, Eskidendi, çok eskiden. Hani hepimiz arkadaşken, Hani oyunlar tükenmemişken, Henüz kimse bize ihanet etmemiş, Biz kimseyi aldatmamışken, Eskidendi, çok eskiden. Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken, Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden, Daha biz kimseye küsmemiş, Daha kimse ölmemişken, Eskidendi, çok eskiden. Şimdi ay usul, yıldızlar eski Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden Geçen geçti, Geçen geçti, Geceyi söndür kalbim Geceler de gençlik gibi eskidendi Şimdi uykusuzluk vakti.

  • Edebiyat

    İnsanlığın hayatı güzelleştirme gayreti ilk olarak herhalde homurdanmalardan düzgün anlatıma geçtiği zaman başladı. Zaman içinde giderek katmanlı, söz sanatlı, eğretilemeli, çağrışımlı dille EDEBİYAT'ı keşfetti. SÖZden başka aracı olmayan EDEBİYAT taşınılabilirliği, ekonomik ucuzluğu, yalnız yaşayamayan insanın ötekiyle iletişim kurma gayreti, bir süre sonra daha öne geçmek, etkilemek ve kitleleri ortak amaçlara kilitlemek için insanlığın en kadim en yaygın sanat dalı oldu. Hala da öyledir. Öteki sanat dallarına göre kıyaslarsak belki her mahallede bir edebiyatçı ya da heveslisi varken heykeltraşlar, ressamlar orantıyla daha azdır. Bu sayfada ÖYKÜden, ŞİİRe, DENEMEden, FIKRAya edebiyatın alanlarını bulacağınız gibi her ne kadar ayrı bir alan olsa da onsuz edebiyat mayasız ekmek gibi olacağından FELSEFEye de yer verdik. Gerek heveslileri, yani geleceğin edebiyatçılarını, gerekse seçkin başarılı örnekleri bir araya getiren bir sayfa EDEBİYAT.

  • NADİR GEZER ile BİRLİKTE...

    Bornova’da yaşarken de aynı duyguya kapılırdım. Yine de orada mandalina bahçeleri vardı, hiç görmeyeni oyalayacak, burada o da yok. Yeni oluşan bütün yerleşimler gibi dışardan bakılınca aydınlık, ferah, modern görünümü, geniş yolları, çok katlı, çoğu bahçeler içinde yeni yapım apartmanlarıyla çekici bir semttir Bursa Nilüfer. Ne var ki bu tip yerlerin doğasında olan, kolay tanımlayamadığınız tam bir şehir olamama hali burda da var. Daha çok zaman gerekli, hissedersiniz. Geniş caddelerde, bahçelerin içinde devasa binaların arasında, tek bir insana rastlamadan dolaşırken bazen bir bakkal dükkânı ya da bir kahve serap gelir size, bu yönlü öylesine yoksuldur. Sonra beklenmedik bir yerde, bir köşeyi dönünce ya da “AVM-İLERDE” yazılarını takip ederken birden, takım elbisenle kravatın nerede dedirtecek bir resmiyet ve gösterişte dev bir AVM’yle karşılaşırsın. Nerden geldiği bilinmez karınca gibi insan kaynar. Sanki insan çok fazla hesaba katılmamıştır. Eski daracık sokaklı, çöpleri toplanmayan, minik dükkânlı, fareleri adam boyu, ne ararsan bulacağın yoku olmayan bin yıllık şehrini, parkı, otoparkı olmasa da özlersin. Burası da öyle… Bornova’da hiç olmazsa bir teselli gibi duran mandalina, portakal bahçeleri vardı, burada o da yok. Özensiz bir düşünceyle çok katlı pasajın üstüne kondurdukları Bursa Nilüfer Yılmaz Akkılıç Kitaplığı, metroya, ana yollara uzak, etkinlik için sapa ve pek bilinmeyendi. Adını afişlerden çok duyduğum, ama gözümde alıştığım kütüphaneler gibi canlandırdığım, ne var ki benzetemediğim yeri, beklenmedik bir yerde zor buldum. Bir pasajdı ya da bir çarşıydı kütüphane… Yılmaz Akkılıç onca kitabın yanında, bir de daire bağışlamış, adına kitaplık için… Belediye de, şimdiki değerine bakmayın, düne kadar kimsenin dönüp bakmadığı, boş tarlalarda bu çok katlı binanın ara katını ancak bulmuş. Farkındayım, benimki de kusurcu tavrı. İyi de çok konuda ulusal hatta uluslararası ödül alan ilklere imza atan Nilüfer Belediyesi engellinin, yaşlının, çocuğun... kolayca ulaşabileceği, yararlanabileceği örnek bir kütüphane yapamaz mıydı? Yoksa kitap AB nin ödüllendirdiği alanlardan değil mi? Hayır, Nilüfer belediyesinin olanaklarını da bilince bu kütüphane kullanılmasın diye yapılmış ya da pentatlon'dan sağ kalan kullanır diye,.. mazereti yok... Bir de üst katlarda arayacaktım. Pasajın giriş katı, kafeler, merdivenler şenlikti … Ama üst katlarda ıssızlıktan korkardın. Bu emeği kaç kişi verir? Kültür sanat etkinliklerinin gördüğü ilgi de malum? Kaç kişi gelir? Nadir Gezer de ince, narin… düş kırıklığı şimdi. Zarfına bakınca atmayı düşündüğüm kitaplık içine bakınca sevimlileşti. Gerçek bir kitaplıktı burası, en güzel yanı boy boy, hemen hepsinden, oku beni diyen çizgi romanları olmasıydı bence. Küçük okuma salonu da böyle zamanlarda etkinlik salonuna dönüşüyor. Elli altmış kişilik salon doluydu. İzleyiciler erkenden gelmiş, bekliyordu. Çok geçmedi Nadir Gezer, yürümekte güçlük çeken ama onu yalnız bırakmayan eşi Ayten hanımla geldi, yerine oturdu. Hiç yaşlanmamıştı… İlk gördüğüm zamanki gibi. Sahi söz etmedim değil mi? Nadir Gezer, aramızdaki onca yaş farkına karşın bir devir yol arkadaşımdır. 50'li yaşlarının başında ilk kitabı çıkmış, ama şimdi 30'a yakın kitabı olan köy enstitülü ağabeyimiz, maviADA dergisinin basılı olarak var olduğu 14 yılında da eksik olmayan nadir insanlardan biri... İkibinli yılların başında, yani tam dergiciliğe soyunmuşken, yani edebiyatın pazarına düşmüş, edebiyatın yazmaktan farklı öteki yüzüyle yeni tanışmış, epey kanamış, bundan sonrası herhalde kıyamet gayri diyerek, pes edip ilk dergi KimseSİZ'İ kapamıştım ki denk gelmiştim ona. İlim irfan sahibi, hikmetinden sual olunmaz derviş ve bilgeler yatağı saydığım sanatçıların, adları ve egoları konuysa nasıl keskin bir kılıca dönebildiklerini görmüş, ürpermiştim. Halim oydu. Oysa o onlara hiç benzemiyordu. Yumuşak, çelebi tavırlı, düzgün, ama kendine özgü doğruları olan ve konu ilkeleriyse ateş parçasına dönen olgun bir beyefendi, ipekten bir adam... Ne kitabıydı konu, ne yazdıkları. Sıcak bir insan yüzüyle gülümsemişti. Herhalde , onu geçkin kitabı olan bir edebiyatçı bu denli alçak gönüllü olmaz, diyerek ona alıcı gözle bakmamıştım, kimse de anlatmamıştı. 2005’te dersimizi almamış olmalıyız ki yeni dergi maviADA’yı planlarken ortak bir dostla konuğu olmuştuk yalnız yaşadığı evinde. Bizi, hiç de bir bekârın kasvetli ve acıma uyandıran ortamına benzemeyen, aydınlık, tertemiz salonunda çayla bisküviyle ağırlamıştı. Ondan sonra her arenada birlikteydik. Çok etkinlikte birlikte konuşmacıydık, maviADA boyunca. maviADA’nın çıkış etkinliğinde 2006’da bulabildiğimiz tek salon olarak bize katlanan bir kafede “Küreselleşen Dünya” konusunu, birbirine sarılmış oturan, bunlar da kim, der gibi bakan kafe müşterisi gençlere aşkla anlatmıştık. Olsun onlar da ve sağ olsun, Zeki Baştürk’le Muhsine Arda da olmasa hepten kimsesiz kalacaktık. Ne çok sigara içmiştik beklenmedik bir heyecan yaşayan, aramıza konuşmacı olarak kattığımız yenilerden bulaşan panikle. Sonra namımız yürümüş, belediyenin tahsis ettiği tıklım tıklım salonlara konuşmuştuk, ama bu kez tütün yasaktı. En son GEZER’in isteğiyle maviADA ve Yeni Kuşak Köy Enstitüler adına 2010’da Tüyap'ta düzenlediğim programda ülkenin dört yanından gelen Köy Enstitülüleriyle kabul günü yapmıştık, böreksiz çaysız, ama incirli. "Köy Enstitüleri Anadolu Edebiyatı ve Nadir Gezer..." diyerek. 2010'un Martında... Her sayımızda yazısı vardı. maviADA 4.sayıda da bir söyleşisiyle yer almıştı. 2006'da maviADA Kültür Sanat Evini açtığımızda gelip de hayırlı olsun, bir şey almak nezakettir diyen iki yazan çizenden biriydi; öteki de Muhsine Arda. O zamanlar hepimiz gençtik. Birileri anlatırken imrenirdim, şimdi farkında değiliz ama bir şehrin kronolojik tarihinin parçası olmak da buymuş demek ki… Şenol’dan önce, Şenol’dan sonra diye… Egoyu okşayan bir yanı var, 90 yaşıma gelince Bursa benim de değerimi anlar, heykelimi diker, bari gençlik pozum olsa… gözüm açık gitmem. Yok o kadar nankör olmamalı, çok önce “Bursa’nın Değerleri” diye bir sergi yapmışlar, büyük boy portremi Deli Ayten’le Zeki Müren arasına koymuşlardı. İlerde daha iyisi de olur. Hele dolacak havuzları olanlar bir doysun… Duyan da derdim sanacak… Politika mı yapıyorsun ki sandalye garantisi beklentin olsun. Şimdi… masada fıldır fıldır dönen gözleriyle, gülümseyen bir yüzle izleyicilerine bakan Nadir Gezer’de de öyle bir dertli hal görmüyorum... Ben köylüydüm diyor, hayvan güderdim, doğal olarak da kitaplarımda köyümü anlatır. Sahicilik büyük bir erdem. Ben yaşlanmaya dönmüşüm, 1930 doğumlu Nadir Gezer’se, en sahici halinde doksanına merdiven dayamış ama safi enerji tıpkı Bob Daylan’ın dediği gibi sonsuza değin genç. Bu nasıl performanssa? Hiç yorulmuyor. Yine onun gibi köy enstitülü olan, bir ara maviADA'da da yazan eşi Ayten Gezer, aynı kuşaktan köy enstitülü maviADA'da yazılarını okuduğumuz Lemanser Sükan yanı başında ve daha birkaç arkadaşı da destek için gelmiş... Anlattığı olayları örnekliyorlar. Ne güzel… Merakla salona bakıyorum daha kimler var tanıdık diye? Bursa’nın yazan çizenlerinin büyük bölümü dergiden bir nedenle geçmişlerdir. Bir kısmı dostlukla bir kısmı komşu esnaf halinde düşmanlıkla, ama geçmişti, tanırdım. Nadir Gezer o insanlar için de önemliydi... Yeni başlayanlar için aynı fotoğraf karesinde yer almanın referans olduğu saygın adlardan biriydi Nadir Bey. Çoğu da bu alçakgönüllü yazarla ya söyleşi ya haber ya bilmem ne diyerek adını andırmıştı, en az bir kez. Ama ne yazık ki, görünen bu akşam çok işleri vardı o nedenle gelememişlerdi. Ne var ki arkadaşları Köy Enstitülüler ilerleyen yaşlarına, sağlık sorunlarına aldırmadan ordaydılar. Kendilerine görev düştüğü anda da yerlerini alıyorlardı. Bir de öğrencileri... Köy Enstitüsünde ne içirdiler bu insanlara merak ediyorum, bizler ölmeye yatmışken onlar yaşamın tozunu attırıyordu. Program yöneticisi Nadir Gezer’i övgü dolu sözlerle tanıtıyor. Her yerde hep yapılan bu. Sanki yerinde değil ve gereksiz bu konuya çok da oturmayan övgüler diye geliyor aklıma… Bir de beklentiyi büyütüyor, az sonra Gezer'in şapkasından tavşan çıkarmasını bekleyen biri çıkabilir. Oysa konumuz bir aziz değil, bir yazar... Davet edildiğim kimi yerlerde program sunucularının benzerlerini yapmalarına engel olmak için önceden onlarla iletişim kurmaya çalışırdım. Beylik, emanet sözlerle beni övme, diye… Hak ettiğim bir övgü varsa yapıtlarımdan örnekleyerek yap… Şahsımı tuvalete bile gitmeyen aziz yerine koyma, ben de insanlığın her hali var; beni başlamadan bitirirsin… Doğru düşünüyormuşum. Şimdi bir izleyici olarak bakarken Nadir Gezer’i gölgelediğini düşünüyorum, o haksız; haksız da değil, şu anki işle ve konumla ilgisiz kalan övgülerin… Ne var ki Nadir Hoca gülüyor. Ben bunları hak etmiş miyim diyor, dinlerken başka birinden söz ettiğinizi sandım diyor, moderatöre. Sonra da biz Nazmi’yle çok sevişiriz, bu çalışmayı planlarken çok emek verdi, diye yumuşatıyor eleştirisini. Büyüyor Nadir Hoca… Kim ne derse desin, edep ve empati büyük bir incelik. Ben yazmayı tutkuyla sevdim, dedi ilk sözlerinde. Bu tutkuda düş kırıklığı da yaşamadım, bu yaşta beni buraya büyük bir heycanla getiren değerli olmaz mı? Benzerini İzmir’de bir üniversite etkinliğinde söylemiştim de yazma heveslilerinin motivasyonunu bozdum diye bir yuhalanmadığım kalmıştı. Ben romanlarımı ders kitaplarımın arasına gizleyerek okurdum, suçmuş gibi, ayıpmış gibi… Hala çok yerde öyle bakıldığına eminim; devlet erkanının sanata, kitaba, yazara, şaire, şiire... bakışını özetleyen ne hikmetler dinledik, daha dün. Özetle bu ülkede para, ün, güç ve iktidar için yazmak akıl işi değil, hele gençler için. Ama bir yanı var ki değer: Yazmanın insanı şöhret yapması ya da para pul beklentisi başka bir hayal… ki tüccarlık gerektirir, zor ve kirli yanıdır. Ama yaşamı zenginleştiren, anlamlı kılan, size ayakta kalma moral ve isteği veren olumlu bir uğraş olmasının yanında, sizi güzel şeylerle uğraşan benzerlerinizle bir araya getiren sosyal bir yana da sahiptir yazıyla, sanatla uğraşmak. Üstüne üstlük sadece başlamanız, ilgilenmeniz bile buna yetecektir… Ve en güzel yanı yazarın yaşı yoktur, demiştim, yazar olmak isteyen gençlere. Bankaların on kefille bile kredi vermediği aksakallı bir ihtiyarken bile yazında sanatta dünyanın en büyüğü olabilirsiniz. Sadece bilgisayarın başına dolap beygiri gibi bağlamayın kendinizi, dışarıda da çok da fena sayılmayan bir hayat var... ve hayatın pardonu yok... 90 yaşına merdiven dayamış Nadir Hoca da aynını diyor, kısaca da olsa. Ben yazmayı sevdim diyor, çok sevdim. Fakir Baykurt bir öykümü Türk Dili Dergisinde açıklayan bir notla yayınladığında havalara uçmuştum. Niye mi sevdim, hayatımı anlamlı kılacağını biliyordum, diye anlatıyor. Bir ergen kadar heyecanlı, anlatıyor. Öyle sevdim yazmayı, diyor. Hala aynı ilgiyle tutkuyla deli gibi çalışırım, sabahlara kadar. Yemeyi içmeyi unuturum. Ön sırada oturan aynı zamanda Köy Enstitüsünden arkadaşı eşi, söz istiyor. “Ben bunun canlı tanığıyım,” Sonra da açıklıyor: “ Karşınızda ayağa kalkmadan konuştuğum için beni bağışlayın, ayaklarım rahatsız. Evet, ben tanığıyım, kahvaltıyı hazırladığımda onu çalışır bulurum, çağırmasam aklına gelmez.” Özür belirtmesi ne güzel; ben buna nezaket demiyorum, akıl ve empati diyorum. Toplumun nabzını tutmak yani… Nadir hoca nasıl heyecanlı, ama düzgün konuşuyor. Moderatörün sorularını beklemeden anlatıyor: Sözlüklerle çalışırım diyor, çalıştığım her yerde farklı farklı birkaç sözlük bulundururum. Yapıtlarının çoğunu biliyorum. Temaları kırsal kesimden, İnegöllü Nadir Hoca’nın Eymir köyünden, çevresinden, bildik insanlarından seçilmiştir. En iyi bildiklerim onlardı diyor, dünyam oydu. Bir de köy Enstitüsü… Nadir Gezer, ilkokulu bitirdikten sonra çok istese de okula gidememiş, okul yok ki gitsin. 17 yaşına geldiğinde mucize gibi imdadına yetişmiş Arifiye Köy Enstitüsü. Bitirmiş orayı, sonra da... Bir askerlik anısının bir ömrü doldurduğunu düşünürsek elbet Köy Enstitüleri gibi kendi kulvarında yüzyılın devrimi olan bir olayın tanığı, yaşayanı olmak birkaç ömür ister anlatmak için. Hepsi aynı büyük heyecanla anlatır Köy Enstitülülerin. Ne var ki bu heyecan ve coşku, o büyük zafere tanıklığın onuru Nadir Gezer’de bir yazar diliyle başka bir biçim alıyor. Yaşanmış, bir mucizeyi başarmış ama elden kaçırılmış, ne kaçırması bizzat kurucularının emrivaki kararlarıyla ellerinden alınmış o masal devri, bu küçük dev adamın ağzından Tonguç’uyla, Hasan Ali Yücel’iyle, Mahmut Makal, Fakir Baykurtlarıyla canlanıp resmigeçit yapıyor. Asla bu ülke köy enstitüleri düzeyinde bir proje ne üretebildi ne de başarabildi, diyor, birkaç kez. Bugünkü eğitim sisteminin bir facia olduğunu, tek çözümün yeniden köy enstitüleri olduğunu söylemesini fazla iddialı buluyor, anlayamıyorum. Eğitim sistemi öyle evet, ama çözüm köy enstitüleri olur mu? Şimdi ne yapılsa bu sistemle bütünleşebilir o okullar? Gülüyorum düşündüğüme. İmam Hatip Köy Enstitüleri, Köy Enstitüleri Teknik liseleri, Köy Enstitüleri Sağlık Lisesi…gibi mi? Ki o zamanki Köy Enstitüleri aslında olanaksızlık nedeniyle bunu da yapıyordu, yani bugünkü çok amaçlı liselere benziyordu. Mezunların bazıları öğretmen olurken, bazıları sağlıkçı ya da ziraatçı oluyordu, ama köyler için. Politik öyküsü yani açanı da kapatanı da aynı iktidar, çünkü başka parti yoktu, devrin CHP’si olması ne var ki alınan bu kararın uygulamasının yani son mezunlarının DP dönemine denk gelmesi nedeniyle oluşturulan hikayeler bir yana, enstitülerin trajik hatta acımasız yanı buydu aslında. Köyden aldığı çocukları gene köylerde okutup bitirince gene köylere, hem de kentteki meslektaşından daha az bir maaşla ebedi mahkum eden bir düzeneği vardı. Yani orayı bitiren köy çocukları mesleğinin sonuna değin köy öğretmeni kalacaktı. Ne var ki öte yandan Enstitülerin ancak tarlada bağda ırgat olacak, erkeninden evlenecek, hiçbir sosyal güvencesi olmadan anlamayacağı bir hayatı farkına varmadan tüketecek binlerce köy çocuğunu bir masal ülkesine taşıdığı da tartışılmaz gerçek... Nadir Gezer bitirmiş Arifiye Köy Enstitüsünü… ve kalkıp Gazi Eğitim Enstitüsünün İngilizce bölümüne girmiş, İngilizce öğretmeni olmuş. Benim bir arızalı yanım var. Nedim Gürsel’in bir söyleşisine gitmiştim. Keyifle dinlemiştim onu, iki saat boyunca. Nasıl dinlemem, Paris benim idolümdü, ömrünce orda yaşayan bu adam ne derse desin bana güzel gelirdi. Her yazdığı kitap yüzünden devletle başı derde girdiğini anlatmıştı yazar, sonra da yurt dışına gitmişti. Ben onu kaçtı diye alıyordum, devletin şerrinden bıkıp. Biraz kendi hayal gücüm, biraz da onun bizzat modaya sığınmalı anlatış şeklinden Che Guvera’ya ya da Deniz Gezmiş’e bakar gibi bakıyordum ki birden ayıkmıştım; Nedim Gürsel’in her yazdığı kadın erkek ilişkileri yani aganigi naganigi üzerine sayılırsa o yönlü cesurca, erotik hatta daha ilerisi yazılardı. Tarzı oydu. Ama buna hiç değinmiyor, anlatış şeklinden moda bir nedenle düşüncelerinin iktidara ters düşmesi gibi bir izlenim veriyordu, yani siyasal… Gerçi biz Filistin'e kaçmayı düşlerdik, bu Paris'e kaçmış,ilginç ama... Olsun aklını gösterir, ne işi vardı orda, Paris dururken? Ben de iki saat vatan millet uğruna ömrünü harcayan bu adama saygıyla bakıyordum ki bir yanlış anlamam olduğunu geç de olsa fark ettim. İki saat konuştunuz, güzel de konuştunuz, demiştim parmak kaldırıp, devletle de hep başınız derde girmiş… Ama ne yazdıklarınızda ne de şu söylediklerinizde ülke sorunlarına değinen tek bir cümle duyamadım. Sahi devletle sorununuz neden oldu, sizi neden sevmedi, diye sormuştum damara damara bastığımı hissederek. Nedim Gürsel, patavatsızlığa şaşırmış, yanıt arıyordu ki yanıtı gene ben vermiştim. Küçükleri muzır neşriyattan koruma kanunundan galiba di’mi?… diye… İşte öyle bir arızam var. Sonuçta ben de herkes gibiyim, yani Türk işi, ne yani benden Amerikan vari bir siyasi üslup mu bekliyordunuz; Japonya’ya atom bombası mı düştü, aaa, biz de duyduk, kim yaptı acaba? Bazen kendi yaptığım ya da söylediğimdeki çelişkiyi, sorunu göremiyor olabilirim ama başkasındakini hiç kaçırmam. Allahtan bazen... Not alıyorum, soracağım: Mademki köy enstitülerini ve misyonunu bu kadar sevdiniz, neden o misyonun gereği köy öğretmenliğine gitmediniz, neden bırakıp İngilizce öğretmenliği okumaya kalktınız? Soru sorulma hakkı verilince mutlaka soracağım. Elbette farkındayım, Nadir Gezer o dönemin sınıf atlatma baş aracı okumayı sevmiş, bunlardan eline geçirebildiği Köy Enstitülerini de… Yoksa bir arkaik devri 20.yy da inatla yaşayan o dönem köylerini değil. Farkında olmak başka, hoş görmek başka…hatta sevmek de bambaşka. Nadir Gezer, edebiyat konusundaki düşüncelerini örnekliyor. Dergimiz maviADA’dan, yer alan bir söyleşisinden söz ediyor. Şimdi öyle kadirşinas geliyor bana ki… Bir de beni görse de söz etse, Bursa'ya verdiğim emekleri anlatsa yok mu, herhalde ölsem gam yemem. Ah Nadir Gezer sen ne sevimli cansın. Kuşkusuz eski yol arkadaşıma böyle soru, hele burda soramam, soranı da döverim, artık. Nadir Gezer ara vermeden anlatırken ispermeçet mumu gibi işlevsizleşen program yöneticisi bunalıyor; “Benim soracaklarımı da yanıtladınız ama zamanımız kalmadı, kitaplardan söz etsek…” dese de Nadir Hoca bildiği türkü de inat, anlatıyor. Sonra İngiltere’ye gönderdi devlet, dil için. İki yıl kaldım. Dönüşte bildiğiniz gibi birkaç yerde öğretmenlik yaptım sonra da Anadolu Lisesi’ne müdür oldum. Dönem Ecevit dönemi. Devrin seçkin okullarından Anadolu Lisesi müdürlüğü güzel güzel giderken, uyumlu Nadir Gezer, farkında olmadan kentlilerle karşı karşıya kalır. Kalmak önemli değil, bu hemşerilerin hemen hepsi kentin ileri gelen, zenginleri, bürokratlarıdır. Okulu kazanamayan çocuklarını paraya kıyıp bir özel okula kayıt ettiriyorlar, yarıyılda da getirip Nadir Gezer’e dayatıyorlar, al bunu diye… İyi de okulun bir kapasitesi var, hakkı olan çocuklar açıkta kalıyor, kim dinler? Nadir Gezer’de de serde köy enstitülük var, öte yandan yazarlık ruh hali. Dikleniyor, olmaz diyor, başa çıkamayınca da çekip istifa ediyor. GEZER’in hayatı roman… Ne var ki sonuçta bu bir edebi etkinlik, saati var, zamanı var, moderatör sıkıştırıyor, moderatör deyip duruyorum ya ne bu? Yönetici değil mi? Böyle zor ve yabancı bir sözcüğü aydınlık yüzlü bir belediye afiş afiş neden yazar, duyurur. Neyse ne, işte o : kitaplara gelsek artık, diyor. Gelemiyorlar bir türlü. Zaman aşmış gitmiş, program da şaşırmış. Sonunda kitaplar birkaç cümleyle geçiştiriliyor, mecburen. Sorulara geçiliyor, ardından kitap imzaya… Nadir Gezer bitmeyen enerjisiyle her kitap imzaladığı kişiyi kalkıp tokalaşarak, nezaketle uğurluyor. Berrak bir zihin, bir buçuk saati aşan süreçte sunucuya bile gerek bırakmayan bir enerji, kitap imzalatan her insana ayağa kalkan saygı... Şaşırıyorsunuz, hala böyle güzel insanlar varmış. Yok, bu reçeteyi istemeli... Nadir Gezer, o köy enstitüsünde ne içmişseniz biz de isteriz. Bakarsın diriliriz, üstümüzdeki bu ölü toprağı kalkar. * NADİR GEZERLE İLGİLİ DİĞER YAZILARI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Ah Nargul

    İyi akşamlar diyorsun da oluyor mu akşamlar Nargül. Neleri küllüyor bu sessiz bekleyiş, bu durgun bu ölü zaman bir bilsen. Bir şimşek çaksa, fırtına kopsa, yağmur yağsa çatlayacak yumurta, boşalacak kanlı irin. Ah susarak konuşmalar nasıl da öldürüyor bir bilsen… Ah Nargül sev demekle oluyor mu? Yitip giden bencilce tüketilen bir şeylerin yaşandığı günlerden geçerken, bilmediğin bir yolu adımlamak kolay mı? Kendine çekimser tanıklığına mahcup zaman. Melodisini yitirmiş ezgi, iklimini unutmuş mevsimim ben şimdi. Tınısına aykırı sesler şimdi geriye kalan. Hep yarım kalmış hikâyeleri tamamladım ömrünce de kendi hikâyemi tamamlayamadım bir türlü. Şairin de dediği gibi; "Kimselerin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya." İnce hastalık seninkisi benimkisi, bir diğerininki. Öyle zayıf, güçsüz, bitkin, yorgun ve çaresizlik değil bu durum... Sev demekle oluyor mu? Sevilecek ne kaldı? Anarşistti ruhum. Asık yüzlü sokaklarda terk edilmiş yorgunlukları adımlamaktan başka sana, bana, bize ne kaldı? Astarı yüzünden pahalı günlerden geçiyoruz Nargül. Kıyılar da gittikçe derinleşirken kurtaracak, tutunacak ve korkulacak ne kaldı? Kalmak ölüm biraz, gitmek intihar. Kırık dökük sözcüklerle yaşama reçete yazılmıyor. Ne gidebiliyorum senden, ne kalabiliyorum sende Nargül. Dün resimlerine bakmak geçti içimden. Bilinçaltım beni neden o eyleme sürükledi bilemiyorum. Belki bir film karesinde iki sevgilinin uzun süre sonra karşılaşmaları sırasındaki konuşmalarıydı. Gözlerinin altında yorgunluk birikmiş. Bakışların umutsuz çocuk çığlığı. Yüzünün deltasına çatık bir kent oturmuş. Kavimler halaylarla, zılgıtlarla, deyişlerle, türkülerle bir coğrafyayı terk ediyordu. Öyle öfkeyle bakıyordun ki bir fotoğraf karesinde. Ben belki kaybettiğim çocukluğumu buluyordum yüzünün o deltasında. Belki de bundandı sana olan düşkünlüğüm. Bizi yarını olmayan günlere inandırdılar Nargül. Kafanı meşgul etme anlamsız yolculuklarla. Tükür at, tükürür gibi ciğerlerine yapışan kirli yapışkanlığı. Elbette bu gecelerin mutlu birer sabahları da olacaktır Nargül. Cesur kararlar ver. Sen geri adım attıkça çekimserlik seni kendine bağlayan bir erdem olarak tapınmaya zorlayacaktır, terk etme, intiharı seçme, kusur ne sende ne de bende sırtımızdan vuruluyoruz görmüyor musun, yaralarımızı sevdikçe. Ne yana dönsek bir sorgu hâkimi, ne yana dönsek bir parmak sallanıyor gözümüze sokulurcasına. Yaşamımıza duvar gibi örülmüş haramiler ahlak çökmüş, ayıp tedavülden kalkmış, vicdan eşkâlini çoktan yitirmiş durmadan çiğnenen erdemler ayaklar altında can veriyor. Sen, ben ve bizim gibiler bir avuç insan yani şu çirkin dünyada hâlâ inanılması gerekenler için çırpınıyoruz. İnsan egosu hep yüksektir, kendi eksikliklerini başkalarının tamamladığını gördüğünde hep sorgularlar, kimseye geçmişini ve geleceğini sorgulatma Nargül. Biz sorgulandıkça ve taşıdıkça çoğalıyor yükümüz görmüyor musun? Alıştırdılar bize yük taşıtmayı. Depresyona bağlı bir yaşamı ne sen ne de bir başkası seçti. Hasta olan ne sen ne de bir diğeri, tımarhaneye dönmüş bu dünyada depresyona yakalanmak sağlıklı düşünenlerin ince hastalığı. Bana neci’lerin umurunda değil hiçbir acı. Bugün hep yağdı hava. Böyle havalarda kendine kendine çekiliyor, ıssızlaşıyor insan, nasıl da özlüyorum sesini ve şarabı. Dudaklarından dökülen türküye eşlik etmeyi. Cini şişeden çıkarıp ağız dolusu gülelebilmeyi… Delilik belki benimkisi gecenin bu vaktinde tüm üşengeçliğim bilincimin buyruğunu bekliyor, yağmurun sesini dinleyerek şarap yudumlamak türkü dinlemek geçiyor aklımdan… Belki bir iki turna da uçururum Mardin’e, kalınlaşmış ve şaraplı sesimle selam söyletirim sevdiklerine. Çakır olunca kim bilir. Bu gerginlik bu biteviyelik başka türlü çözülmeyecek. Yarını olmayan bir sabaha uyanmalar umutsuzluğa dönüşüyor gittikçe. Tembelleştim de bu nedenle. Bir yerlerden başla diye komut veriyorum kendime. Sıva kolları diyorum, giriş ev işlerine. Temizle sil süpür ortalığı. Yazamamanın verdiği sıkıntıyı yazanlar bilir. Doğum sancısına tutulmuş bir kadın gibi kıvranır günlerce yazamayınca. Tamam diyorum bu bir geçiş dönemidir, geçecektir bu durağanlık diye avutuyorum kendimi, gittikçe uzun sürüyor durağanlık. İnsan kendine kendine çekildikçe kişisel etkinliklerinden de çekiliyor. Ne kadar zorlasam da beğenmiyorum, yazdıklarımı gönderiyorum çöp kutusuna. Bir yerlerden başlamalıyım ama nereden bilemiyorum. İçmek iyi gelecekse iç diyorum mesela. Bu kirli yapışkanlıktan ancak içerek kurtulursun diyorum. Genlerime kopyalanmış adeta durgunluk, söküp atamıyorum. Nedir altta yatan asıl mesele? Onu da sorguluyorum günlerce. Kendime çeki düzen vermeliyim diyorum. Toplamalıyım dağınıklığımı, bitsin istiyorum bu kirli yapışkan katran karası kuraklık. Her şey fazlalık gözüme batan. Tutup tutup atsam da ne varsa, acıların yerleri değişiyor sadece, bir duvardan diğerine asılan tablo misali. Kırlangıçları kovalıyorum yuvalarından. Saksıların yerlerini değiştiriyorum. Zorba oluyorum fesleğene, izler bırakıyorum oraya-buraya hatırlamamak için geçmişi, parmağıma ip doluyorum unutmak için. Ah bu kurak sarhoşluk aynı yollara çıkarıyor, İnadına yeşilleniyor sardunyalar Fesleğenlere bakarak Nargül. Ne ilerisindeyiz tüm zamanların, ne de gerisinde, ne kutsadıklarımız kalıyor bize ne yitirdiklerimizi gömebiliyoruz, durmadan öğüten kirli bir sarmalın tam da ortasından geçiyoruz Nargül. Ah Nargül, elbette Kolay değildir bir yaşanmışlığı birbirinden ayırmak. İçinden neyi çıkarsan hatıradır, tarihtir, anıdır. Kıvırıp, büküp atamazsın bir kenara... Geçmişi tümden unutmak yeni bir başlangıca adım atmak arasında gidip gelir duyguların, nedenini bilemediğin, aslında bilindik olan, adı konulamayan bir iç sıkıntısı, can sıkıcı, kör bir duygu derinden, dipten gelir gelir boğazında düğümlenirken neye ağladığını, neye sevindiğini bilemez insan. Geçmişin hüznü, geleceğin sevincine karışır. Var gücünle dibe iterken o düşüncelerini ve duygularını anlamsız, tatsız, tuzsuz ve renksiz bir ruh haliyle oradan oraya savrulurken, kimseyle konuşmak, görüşmek istemez, kendi iç sesini dinler, yüreği ile aklı bir çatışma başlatır inanın. İşte o an, bir kelebek gelir konar insanın avucuna, yüreği, onu götürdüğü yerdir; gitmek istediği yer. Kaldığı yer, ise bir yangın yeridir... Küllerin arasından çıkarıp asar yaşamın merhametsiz ipine, yaşanmış tüm anları ve anıları… Kalmak mı gitmek mi işte tüm mesele bu, senin seçiminde Nargül. Tam da şimdi, tüm şiirlerini yak. Tüm resimlerini yırt. Okunmuş ve okunacak kitaplarını da… Sustur seni vuran tüm ezgileri, yaşanmış tüm anları ve aşkları sil bir kalemde. Sağanaklı bir yağmurda ıslan sonra. Ne varsa süzülsün dökülsün aksın yaşadıkların. Sonra güneşe çık. Ben oradayım uzat ellerini utanma. Sonra su ver saksındaki menekşeye bak göreceksin ne çok açacak, ne çok sevecek toprağını Nargül… Durup durup bakışlarına asıyorum Bakışlarımı Bir kırlangıç çiziyor belleğimi o an Kirpiklerine Kaşlarına Bir ağız dolusu Durup durup susuyorum... k.t.

  • Bir Baba İçin

    Odamın ışığı yanıyor bütün gece Ellerimi dizlerime koyup, iki büklüm Bir olağandışılık arayarak Gördüğüm, duyduğum her şeyde Öylece oturuyorum: Güneş parmaklarını sürünceye dek Koyu bir karanlığa Bulanmış pencereme.. Bir gece kelebeği Dolanıyor lambanın çevresinde Usuldan bir rüzgar esiyor Yaşlı incir ağacının dallarına yürüyen Sütün sesini duyabiliyorum Deniz az uzakta İç geçiriyor boyuna. Seninle konuşurduk baba Böyle gecelerde, iki bilge gibi Karşılıklı bakışarak Bazı şeyleri kavrayamasam da, dinlerdim Belki sen de yeni bir şeyler bulurdun geçmişte O dupduru yüreğini, yılların Unutulmuş sularına bırakarak. İşte bir minder daha koydum yanıma Henüz sıcak Sanki yeni kalkmışsın üstünden Terliklerin şuracıkta, getireyim Çayı da ocağa koyarım istersen. Annemse haber bekliyor ruhlardan Namaz kılarak, tesbih çekerek Sen olsan Gülerdin bıyık altından -Ben gülemiyorum baba! Ama bir insanı yüreğinde duymak için Araya bazı kurallar Koymaya ne gerek var Anlayamıyorum, eğilip kalkmaya Dualar okumaya? II Ağır aksak adımlarla yürüyen gece Bana bir şeyleri anımsatıyor Boynu uykudan ara sıra düşerek Pencerenin kanatlarına yaslanmış bir anne Kuytu, karanlık bir yolda Kocasının ayak seslerini arıyor Bir çocuk, sedirin üstünde yüzünü ders kitabına gömmüş Saate bakıp, geceyi dinleyip Kitabından bir yaprak çeviriyor. Sessizliğin sığınaklarına gömülmüş evlerde Yanan tek tük ışıklar var Bekçi düdükleri Birbirlerine selam yolluyor O daracık sokakların ardından: Bir vukuat yok Asayiş berkemal! Sokakta biri bağırsa Sanki tavan çökecek Kadınla çocuğun üstüne... Bu sokak ne zaman çınlar Belli belirsiz ayak sesleriyle? Bu kapı ne zaman çalınır? Anne, görevini yapmış biri gibi Usul usul kalkar yerinden Çocuk ne zaman sıçrar? Açılır kapı, girersin içeri Yüzünde sarhoşlara özgü Tuhaf bir gülümseme Kaldırıverirsin omzuna beni Sorarım: Baba niye geç kaldın böyle? Eski bir türküyle Kesersin sözümü... III Pijamalarını giydirdik Sigaralarını, çamaşırlarını, terliklerini Doldurduk bir çantaya Saate baktım: Sabah yedi buçuk Gözlerini tavana dikmiş öylece duruyordun Ara sıra bakışların Usulca kayıyordu bana Ben henüz öğrenmemiştim Hasta babayı üzmemek için Gülümser görünmeyi.. Kardeşlerimin ağlayışlarını duyuyordum Yandaki odadan -Sen de duyuyordun Bir şeyler söylemek istedin, konuşamadın Bir yudum su içtin İskemlenin üstündeki bardaktan Sonra sessizce devirdin başını yastığına Göstermek istiyordun sanki Çok önceden öldüğünü.. Az sonra aniden patladı kapıda Bir cankurtaran düdüğü... Akşamdır. Güneş uyuklar evlerin çatılarında Tasını tarağını toplayıp Gitmeye hazırlanan Bir gezgindir sanki Hoşça kal demek için son bir kez uzanır Gözlerini uzaklara bağlayıp Pencereden dışarı bakan çocuğa. Akşamdır. Babalar ellerinde ekmeklerle Yürürler kaldırımlarda. Genç bir oğlan Ağacın altında şiir okur sevgilisine Camları titreterek Bir kamyon geçer sokaktan. Akşamdır. Çocuklar el ele tutuşup Dönerler artık okullarından... ...Çalar kapı Görünür annenin sapsarı yüzü Binlerce kanadı kırık kuş o sıra Uçmaya çalışırlar kentin üstünde Bağırırlar: -Baba öldü! V Baba bana yürüdüğün O yolları göster Baba bana dünyanın Yüreğine inen geçidi Baba durursam azarla Tökezlersem kaldır beni Toprağa süre süre Arıttım yüreğimi Ellerim kanıyor bak Isırganlar yolmaktan Sesim nasıl da kısık Nehirlerin kaynağında Durup da bağırmaktan Baba bana yaşamın Çekirdeğini göster Baba bana bu yolun Sonundaki çiçeği Güneş giriyor koluma Ömrüm çağırdı beni Bu yolda yürürüm ben Baba şarkılarıma küfret Bir gün eğer dönersem VI Senin düşlerin baba, bende Bir ad buluyor kendine Birbiri ardına ekleniyor sözcükler Nemli duvarlarında kentin Deniz köpüğü ve tuzdan dilleriyle.. Senin bakışların baba, bende Sürüyor, filizleri gibi mutsuzluğun Uzaklara bakan binlerce göz Ufkun ardını kolluyor boyuna Güneşin vurulduğu yerde boynunun. Senin ölümün baba, bende Bir anafora kapılarak Yeniden doğuma dönüşüyor Köklerini toprak altında saklama Baba, oğlun daha yaşıyor... VII Bu şiirleri toprağa gömeceğim Sözcükleri tohum olacak Çiçekler fışkıracak topraktan Sevgilerin dal olacak baba Uzanacaksın uzaktaki bir ışığı yakalamak için Işık köklerine dolacak bir gün Yorgunluğun o çiçekleri sulayan Koca bir nehir olacak Baba, acıların sürgün... * Ahmet ERHAN (d. 8 Şubat 1958, Ankara, Türkiye; ö. 4 Ağustos 2013, Ankara), Türk şair ve öykü yazarı. Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi gören Erhan, uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı. Adana Demirspor'da futbol oynayan Erhan, ağır bir sakatlık geçirince şiir yazmaya başladı. 78 kuşağının önemli isimlerinden olan Erhan henüz 23 yaşındayken Alacakaranlıktaki Ülke şiiriyle Behçet Necatigil Şiir Ödülü nü kazanmıştı. Şiirleriyle "Cemal Süreya Şiir Ödülü, Halil Kocagöz Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülleri 'ni alan şair son olarak Sahibinden Satılık adlı şiiriyle 2008 yılında Melih Cevdet Anday şiir ödülü 'nü almıştır. Şair yukarda sözü edilen kitaplarına verilen ödüller dışında yaşamı ve tüm eserleriyle 2005 yılında Dionysos Şiir Ödüllerine değer bulunmuştur. Ahmet Erhan gırtlak kanseri sonucu 55 yaşında vefat etti. Ahmet ERHAN

  • Yaşama Sevinci

    Bütün güzel kadınlarını bu dünyanın Sevdim, diyebildiğim zaman Bütün kentlerini gezdim, denizlerine girdim Ve artık bir tek taş kalmadı tanımadığım, Bir tek yüz, bir tek yer adı Söylenecek bütün sözleri dinledim ve söyledim Bütün söyleyeceklerimi Acının bütün uçurumlarına indim ve çıktım Sevincin bütün dağlarına Bütün çiçekleri kokladım ve kopardım Bütün meyveleri dallarından Ismarladığım yağmur, savrulmadığım yel Kalmadı... Bütün haklı kavgalarında dünyanın Dövüştüm, diyebildiğim zaman Okudum bütün kitapları, bütün şiirleri yazdım Ve topladım bütün dillerin en güzel sözlerini, Sıraladım tek bir sözlükte Bütün mayınları, bütün dikenli telleri Ayıkladım sınırlardan Ve bir tek zorba çıkmadı önüme. Bu dünyada acı çeken tek bir insan yoktur, Diyebildiğim zaman İşte o zaman ölebilirim. Toprağımda bir çığlık olur da büyür Yaşama sevincim...

bottom of page