top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Venedik Taciri

    Dram / Komedi Eser: William Shakespesre / Orijinal İsmi: Merchant Of Venice Vizyon Tarihi: 12 Mayıs 2006 Süre: 138dk Tür: Dram , Romantik Yönetmen: Michael Radford Senarist: Michael Radford , William Shakespeare Yapımı: 2004 - ABD , İtalya , İngiltere , Lüksemburg Venedik Taciri Film Konusu Shakespeare’in 16. yüzyıl Venedik’inde geçen zamandan bağımsız komedi-draması bir grup Hıristiyan asilzadesinin yazgısını, talihini ve Yahudi tefeci Shylock’la ilişkilerini konu alıyor. Antonio (Irons) meteliksiz dostu Bassanio’nun (Fiennes) güzel Portia’ya (Collins) evlenme teklif etmek için ihtiyaç duyduğu miktarı temin etmek üzere Shylock’tan (Pacino) borç alır. Antonio’nun hakaretlerine bozulan Shylock borç verdiği paranın geri ödenmesine ilişkin çok kesin şartlar koyar. Antonio’nun teslimat işleri fırtına yüzünden sekteye uğrarken, Shylock kızının asilzade Lorenzo’ya (Cox) kaçmasından ötürü her zamankinden daha öfkelidir. Borcun vadesi geçince, Shylock diyet olarak Antonio’nun yarım kilo etini ister. Bassanio, Antonio’yu umutsuzca bu cezadan kurtarmaya çalışırken, beklenmedik bir cepheden mucizevi bir yardım gelir. Venedik Taciri Filmi Oyuncuları Jeremy Irons, Lynn Collins, Al Pacino, Mackenzie Crook, Joseph Fiennes Yapımcı: Cary Brokaw , Michael Cowan , Barry Navidi , Jason Piette

  • BOĞAZİÇİ…

    Zeki Sarıhan / Her kurumu tek elden yönetme ihtirasına Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tepeden atanan rektör nedeniyle nihayet patladı. Diğer üniversitelerin çoğunda herhangi bir hareket görülmeyişi, öğretim üyeleri ve öğrencilerin içinde bulundukları acıklı durumu kabul ettiklerine yorumlanamaz. Boğaziçi'nde ilk kıvılcım yakılmıştır. Üniversite öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin istekleri çok açıkken, hiçbir demokratik talebin dillendirilmesine izin vermek istemeyen iktidar, diğer birçok konuda yaptığı gibi, sorunu dallanıp budaklandırıyor, öğrencilere anarşist, ahlaksız ve dinsiz yaftası asarak muhafazakâr kesimleri yanına çekmeye çalışıyor. Rektörlerin atama yoluyla değil seçim yoluyla belirlenmesi gibi en demokratik ve Türk eğitim sisteminin de yabancısı olmadığı bir isteğin diğer üniversitelerimizden değil de Boğaziçi’nden gelmesini, bu okulun tarihi ve okula alınan öğrenci profilinde aramamız gerekir. Boğaziçi Üniversitesi, 1971’de kurulmuştur. Bu okul, Tanzimat sonrası Osmanlı devletinin Batı tarzında eğitim kurumlarına yöneldiği, bu arada Batılıların ülkede okullar açmasını özendirdiği bir dönemde, 1863’te Amerikalı eğitimci ve mimar Hamlin ve tüccar Robert tarafından kurulan Robert Kolej’in devamıdır. Bu okulun bir bölümü daha 1957’de yüksekokula dönüştürülmüştü. Okulun devletleştirilmesi, herhalde 68 gençliğinin özel yüksekokullara karşı verdikleri mücadelenin sonucudur. ZEKİ VE ÇALIŞKAN GENÇLER Öğrenci profiline gelince: şimdiye kadar 55.000 mezun veren okulda yaklaşık 16.000 öğrenci öğrenim görüyor. Bunların üniversite yerleştirme sınavlarında en yüksek puanı alan öğrenciler olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Boğaziçine kaydolanların kültürlü orta sınıflardan gelen zeki ve çalışkan gençler olduklarını kabul edebiliriz. ODTÜ ve başka bazı üniversiteler gibi eğitim dilinin İngilizce oluşu, bu üniversiteye uluslararası bir özellik kazandırmaktadır. Nitekim okulda 429 Türk öğretim üyesi, 136 öğretim görevlisi, 262 araştırma görevlisi yanında 88 yabancı öğretim elemanı da görev yapıyor. Boğaziçi, dünya üniversiteleriyle öğrenci değişimi de yapıyor. Dolayısıyla dünyadan en haberdar ve geleceğin ileri Türkiye’sine bilim adamı ve eleman yetiştiren bir ocak olduğunu kabul etmek gerekir. BOĞAZİÇİNİN GEÇMİŞİNDEN OLAĞANÜTÜ BİR YAPIT Epeydir ne yazık ki okumakta geç kalmış olduğum bir kitaptan söz etmek istiyordum. Boğaziçi Üniversitesi gündeme gelince onu anlatmak farz oldu. “İstanbul 1920” adını taşıyan bu kitabın özelliği, 1920-1921 yıllarında Robert Kolej Sosyoloji Profesörü Clarence Richard Johnson editörlüğü ve öncülüğünde o tarihlerde İstanbul’da bulunan on beş kişilik gönüllü Amerikalılar tarafından yazılmış olması. Hemen ertesi yıl 1922’de New York’ta Macmillan Compani tarafından yayımlanmış. “Şehir kitabı” türünün ilk örneklerinden. Türkiye’de henüz sosyal araştırma disiplinlerinin yerleşmediği bir dönemde Amerikalılar, İstanbul’u tanımak ve Amerikalılara tanıtmak istemişler. Biz de kitabın Türkçeye çevrilmesiyle 1920-1921 İstanbul’unu benim şimdiye kadar başka hiçbir kitapta okumadığım yönleriyle tanıyoruz. İSTANBUL’A BİLİMİN AYNASI Zafer Toprak’ın Türkçe çeviriye yazdığı özsöz, Robert Kolej Müdürü Calep F. Gates’in önsözü, Johnson’un Giriş bölümünün ardından kitap 10 bölümde İstanbul’un bir panoramasını gözlerimizin önüne seriyor. İstanbul’un uzunca bir tarihi, kent yönetimi, Toplumsal örgütlenme, Sanayi yaşamının bazı yönleri, İstanbul’daki mültecilerin durumu, yetimhaneler, eğlence hayatı, dul kadınlar, yetişkinlerde suç, okullar bölüm başlıklarını oluşturuyor. Sağlıklı bilgiye ulaşmanın yöntemi olarak yazarlar, yazılı kaynaklar kadar yetimhaneler ve genelevlere, cezaevlerine kadar bizzat ziyaret ettikleri kurumlarda gözlemlerde bulunmuşlar ve çeşitli anketler de uygulamışlar. Türk, Rum, Yahudi ve diğer milletlere mensup azınlıkların durumunu istatistiklerle göstermişler. Osmanlı Hükümetinin düzeni ve sosyal refahı sağlama çalışmalarını, yetersizlikleri, dolayısıyla 1920’de İstanbul’da yaşanan insanlık dramını gözler önün sermişler. İstanbul 1920, Kurtuluş Savaşımızın bir yönü için de bulunmaz bir kaynak. O zaman yabancıların yönettiği fakat daha çok Türk öğrencilerin okuduğu Robert Kolejin bu bilimsel yetkinliği, Boğaziçi Üniversitesi tarafından devralınmış. Orada eğitim dilinin İngilizce olması kanımca bir hatadır, fakat bu olumsuzluk başka üniversitelerimizde de yaşanıyor. Bugünkü hükümetin yabancı dille eğitime bir itirazı yoktur. Cumhurbaşkanı da Türkçenin bir bilim dili olmadığını geçmiş yıllarda söylemişti. Herhalde bu üniversitenin kusuru öğretim dilinin Arapça olmayışıdır! İstanbul 1920, Editör: Clarence Richard Johnson, M. A, Çeviren Sönmez Taner, İkinci baskı İstanbul, 2000. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, büyük boy 358 sayfa. (6 Şubat 2021) zekisarihan.com

  • Öyle Bir Yerdeyim Ki

    Öyle bir yerdeyim ki ne karanfil ne kurbağa Bir yanım mavi yosun Dalgalanır sularda Dostum dostum Güzel dostum Bu ne beter çizgidir bu Bu ne çıldırtan denge Yaprak döker bir yanımız Bir yanımız bahar bahçe Öyle bir yerdeyim ki Bir yanım çığlık çığlığa Öyle bir yerdeyim ki Anam gider Allah Allah Öyle bir yerdeyim ki ne karanfil, kurbağa Öyle bir yerdeyim ki Bir yanım mavi yosun çalkalanır sularda Dostum, dostum güzel dostum Bu ne beter çizgidir bu Bu ne çıldırtan denge Yaprak döker bir yanımız Bir yanımız bahar bahçe Öyle bir yerdeyim ki bir yanım çığlık çığlığa Öyle bir yerdeyim ki Anam gider Allah Allah, dölüm düşmüş sokağa

  • ŞEHİR VE ÜTOPYA

    Bursa, Bayburt ve İzmir… Üç kent.. Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız… -1- "Büyük şehir insɑnını büyüleyen ɑşktır, ɑmɑ ilk bɑkıştɑ değil, son bɑkıştɑ ɑşk." Walter Benjamin 1940’ta Nazilerin eline düşmemek için intihar etmesi Walter Benjamin'in yaşamını dramatik hale getirmiştir ancak yapıtları yaşadığı sanayi devrimi sırasında düşünceleri de oldukça ilginçtir. O dönem aydınları arasındaki hiçbir şey umut edildiği gibi olmamış yaygın olan melankolik yaklaşım yapıtlara da aynı şekilde umut ve hayal kırıklığı biçiminde yansımıştır. Das Passagenwerk (Pasajlar) adındaki kitap Walter Benjamin'in kentler ve kültürel gelişme arasındaki ilişkileri ele alan bu alandaki nadir yapıtlardan biridir. Aragon'un 1919’da opera pasajının yıkılacak olması üzerine yazdığı metin, “bu pasaj için ’insan akvaryumu’ (yani, bugüne ait bilmecelerin çözüldüğü düne ait bir kalıntı) demesi, Benjamin açısından büyük bir ilham kaynağı olmuştur”... Edebiyat eleştirmeni N. Gürbilek kitapla ilgili olarak bir konunun altını çiziyor ve "Walter Benjamin, geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu." diyor... Ütopya konusu ve ütopik yazın alanı oldukça geniş... Miguel Abensour “Ütopya”da iki ismin bu alana katkılarını ele almıştı: "Projemiz daha ziyade ütopyayı yazgısının iki güçlü anında kavramak: Önce şafağında, sonra da Walter Benjamin'in felaket dediği en son tehlike karşısında." diyordu… Paris özelinde -ki sanayileşmenin başlarında burjuvazi açısından (Haussman vs.) Paris Komünü dolayısıyla özel bir kentleşmecilik plânı alanına- konu olmuştur. "Pasajları flaneur'le ilişkilendirirken, Walter Benjamin'in şiirsel düşüncesi bu mekânı flanörün gezintisinden koparır ve phalanster'in sokak-galerisiyle ilişkilendirir." der Abensour (S.64, L'Utopie de Thomas More a Walter Benjamin, Versus Kitap)... Sosyalist ütopyacı C. Fourier’in ortaya attığı bugün artık pratikte önem kazanmaya yer edinmeye başlayan perma kültür alanıyla yakın ilişkili ütopik bir kavramdı falansterler... Toplu yaşam alanı tasarımı bir toplu yaşam modeli...Doğa ile üretimi barıştıran... Flaner yani flaneur'ün sözlük anlamı ise boş boş gezinmek sürtmek demektir. Ancak Baudlaire'in kullandığı anlamda "şehri deneyimlemek için sokakları yürüyerek gezen kişi" demekti. Şairin türettiği anlamda... Çünkü Pasajlar’ın etrafında döndüğü merkezlerden bir diğeri, Baudelaire ve özellikle de onun en meşhur eseri “Kötülük Çiçekleri” idi... Bu konuya nerden geldim... Bursa sokaklarında dolaşıyorum... Bursa'da kentleşme konusunda ipin ucu kaçmış... Şehirde son yıllarda tek tek uluslar arası oteller açılıyor. Hilton, Sheraton, Divan şu bu... Pazarlama alanında pek başarılı olamadıkları için yabancılara da "buyrun gelin" denilmiş... Belli ki kent turizm için elverişli varsayılıyor... Benim 25 yıllık yerel yönetim çalışmaları sırasındaki gözlemim de bu yönde… Tabi bunda diğer ekonomik faaliyet alanlarında maliyetlerin yüksek olması ve kapsam gerektiren (arge vs.) teknik altyapıda yeterli birikimin olmaması da etken... Yani işin kolayına kaçanlar için imdi yağlı kapı: Turizmcilik... Bu yüzden bu alana teşvik de çok olmuştur hep... Ancak turizmle gelişmiş bir ülke örneği ise pek yok o başka... İşte böylesi bir kentin sokaklarında dolaşıyorum...Önce ver elini Pazar Pazarı. Doğduğum, çocukken gezindiğim sokakları, binaları resimliyorum... Bir eski dosta rastlıyorum: “Ne yapıyorsun Tamer resim mi çekiyorsun” diye soruyor... "Bilmiyor musun ben karışık adamım" diyorum... Şakasına gülüyor. "Bilmem mi."… Pazarcıların atışmacıları: Biri karşı sergiciye "Yaşa Vatan Yaşa Millet dersiniz" diyor ve ekliyor: "Ama düzelten gene sizsiniz..." Gülmem mi... Ve bir ihtiyar amca denk çıkıyor karşıma... Büyük şans... Ona da çay ısmarlıyorum: "Oğlum yanlış anlama" diyerek başlıyor... Belli ki bu yaşına rağmen mahalle baskısının gadrine uğramış, o yüzden tedbir alıyor... Buyur amca diyorum... Başlıyor. "Bunların akılları almıyor amma..." S.Merinos'un kapatılmasından dem vuruyor... Oh be diyorum içimden. Uzun zaman oldu, aklı başında bir insana denk gelmiş olmanın huzuru var şimdi bende. Dağ yöresinden olup da böyle düşünmesi daha da şaşırtıcı oluyor benim için... Çünkü orası Bursa'da o malum çevrenin seçimlerde neredeyse -tulum-lar çıkarttığı bir bölge... Bir daha görüşmek umuduyla vedalaşıyoruz... Bir işadamı hayat hikâyesini anlatıyor; memleketimin yeşiline benziyor diye kalkıp Bursa’ya gelmiş Karadeniz’den. Sanırsınız ki çevreci falan olup bu işlerle uğraşacak ama bakıyorsunuz girdiği işe: İnşaat. Bu Bursa örneği… “Derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık; Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam, Siyah örtülere sardı şehri karanlık; Kimine huzur iner gökten, kimine gam.” (İçe Kapanış, Kötülük Çiçekleri, Charles Baudelaire) -2- Bursa’nın yeşili Karadeniz’in yeşili ile tabi mukayese edilemez. Ama iç Karadeniz; Bayburt hariç mesela… 1980’lerin sonları... Acemi birliğinden dağıtımım Trabzon’a yapılmış 3 gün orda misafir edildikten sonra Bayburt’a dağıtımımızı çıkartıyorlar. İlkbahara girmişiz. Terminalden bir otobüse bilet alınmış en arka koltuklarda 5 kişilik. Astsubay beni işaret ediyor: “Bunlardan sen sorumlusun eğer bir şey olursa” diyor tehditvari... Aynı şefkati İstanbul’la Bayburt’taki subaylardan da görmüştüm nedense. Bir tanesi özellikle takmıştı bana. Onun tavrı çok açıktı zaten: "Sen terörist misin lan!" şeklinde hitap etmişti bir defasında, bunu hayatım boyunca unutamadım. Adamın yüzünü bir daha görmemek için sıhhiye ihtiyat subaylarından biriyle anlaşmıştık da tezkereyi revirde alıp terhis olmuştum. Ben ve arkadaşımı mahkemeye vermiş cezanın azlığını yedirememişti kendine. Zira biz ikimiz de garnizon komutanının yanındaki kısa dönemlerdendik. Bayburt’u böyle anımsarım. Bir de şu “Bayburt Bayburt olalı” diye anlatılan Bayburtlu hikâyesiyle. Başka o yıllardan aklımda kalan bir şey yok . Olmadı. Küçük bir yerdi Bayburt. İlk indiğimizde kışlaya teslim olmamış şehri tanımak için bir otele yerleşmiştik. Şehir dediysem metropolde yaşayanların aklına gelecek türden bir şey değil. İki tane bina vardı bomboş Bayburt arazisinin orta yerinde ikisi de terk edilmiş… Biri hemen askeriyenin yanında tuğla fabrikası diyorlardı. Almancıların yaptığı sonra işletemediği. Kapanmış. Diğeri de bir un fabrikasıymış. Sonra yıllar geçti aklımda ne Bayburt kaldı ne de oradan hatırlamak istediğim herhangi şey. Askerde önüme savılan törenlere ilişkin görevlerimi anımsıyorum bir de. Dini bayramda şeker tutma, milli bayramda şiir okuma gibi. Bayburt merkezinde yol kenarına kurulmuş kürsüde şiir okuduktan sonra Bayburtlu bir amcanın ellerini arkasına kavuşturmuş dikkatle beni dinlediğini farkettim. Bu şiir okuma faslından sonra aşağıya bakınca gözgöze gelmiştik beni alkışlarken "heyecanlandın evlat" falan demişti. Onu unutamadım bir de. Yaptığım sadece bir roldü o zaman aslında o kadar... Adı zikredildikçe sağda solda bu da aklıma gelir. Bayburt. Tutucu bir yer. Bayburtlular hemşericilik aklıyla belki savunabilirler: "Bayburt çok büyüdü gelişti eski Bayburt değil" falan diye. Bu mahrumiyet bölgesinde neyin açılışıdır ne açılabilirdi ki başka. Bayburt’ta... Bayburt Bayburt’tu işte... Bursa’da yaşadığımı öğrendiklerinde yeşil ve güzel bir yer olduğunu söylerlerdi Bayburtlular hep. Çoğunun aklı dışarıda ve çoğu da göçmendi zaten. Üniversite açılmış şehir dışa biraz genişlemiş ama hiçbir yerde Bayburt’la ve üniversitesi ile ilgili bir haber duyulmuş muydu sanmam. Sıradan bir “tabela üniversitesi” işte. ANAP’ın geçmişte yol yapıp kendine bağladığı muhafazakâr halkıyla bilinen küçük bir Anadolu kasabası... Yani “Yaban” (hani Y.Kadri’nin romanında milli mücadele sırasında Anadolu’da küçük bir köye yerleşen subayın başından geçenleri anlattığı roman, köylülerin ihtiyat subayına taktığı sıfat, köylüler tarafından yadırganması durumu) ... Ben hep o gözle bakmıştım açıkçası. Belki bana da öyle bakmışlardı. Belli ki herkes birbirine öyle bakmıştı… Sadece bana eşlik eden bir Nâzım şiiri... Topraktan öğrenip kitapsız bilendir. Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir. dizeleriyle aklıma geliyor... Bir de şimdi Berhan Şimşek ve Orhan Hakalmaz’ı bilirim Bayburtla alakalı işte onlar kadar… Bayburt gezi direnişinde sesi çıkmayan iki şehirden biri idi (diğeri de Bingöl). Sağ siyasetin siyasetçinin arada sırada çalım sattığı bir yerdi bana göre. Hep böyle merasimler için muhafazakâr kentlerin seçilmesini yadırgamıyorum artık bu sadece bir taktikti o kadar… Suikast deyince birilerinin sadece fasa fiso deyip geçtikleri Susurluk hadisesi mi akla geliyor. Türkiye’nin geçmişi bunlara halbuki hiç yabancı değildi. Derin devlet ve kontrgerilla kavramları öyle yeni şeyler değildi. Talat Turhan kullanmıştı ilk olarak, sonra DAS; gizli kurulan Dinamik Ana Strateji örgütü… Hatta Sabri Yirmibeşoğlu "6-7 Eylül olayları Özel Harp işidir muhteşem bir örgütlenmeydi amacına da ulaştı" demişti açık açık. Ajitatör olan adam da valilik gibi makamlara bile ulaşmıştı sonradan. Sonra Paul Henze’nin "Bizim çocuklar başardı" demesi. Fuller in Anadolu’yu adeta bir kıvılcıma bakar barut fıçısına benzetmesi ve tertipler tertipler… Gazetecilerin tutuklanması hukukçunun katledilmesi bunlar da Rusya’yla yaşanan krizin ardından gündem değiştirmeceydi. Birileri bu işleri üstleniyordu o kadar… Bayburt mu… Aynı Bayburt değişen ne olsun ki, ne demişti Nâzım Kuvayi Milliye Dastanı’nda: Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Bayburt’un il olma hikâyesi 1980’lerin sonlarına rastlıyor. Benim yukarıda anlattığım askerlik dönemime denk geliyor. Şehir hakkındaki “opera tepkisi” rivayeti ise sanırım 90’ların ortalarında Milliyet’te yayınlanmıştı. Ben o yıllarda Zülfü Livaneli’nin bir köşe yazısında okumuştum onu. Livaneli de “Bayburt Bayburt olalı” diye başlayan o ünlü anekdotu bir arkadaşından duyarak aktarmıştı köşesinde. İlginç olan Bayburt’un 4-5 dönem hep aynı 1-2 ismi milletvekili olarak Meclis’e göndermeleriydi. Hepsi de sağ partilerden, liberal ve muhafazakârdılar… Bu da Bayburt örneği işte… -3- “Kapitalizm, toplumsal evrimi ekolojik evrimle tamamen uyumsuz hale getirmiştir.” Murray Bookchin Bütün ütopyalar sonuçta dönemi içinde toplumların karşılaştıkları sorunlar için öneri getiren anahtarlar niteliğindedir ve bunu gizli anlatımlar ya da göndermelere başvurarak yapar. Bu düşlerle dünü (nostalji) ve gelecekle ilgili tasarımlarla da (hayal) yarını kapsar. Her yönüyle ütopya yazını elbette edebiyatta önemli bir alanı doldurur. “Ütopyalar, çoğunlukla toplumsal krizlere bir yanıt olarak ortaya çıkarak toplumların dönüşümünü amaçlarlar.” diyor Sadık Usta (S.40, Türk Ütopyaları, Kaynak Yayınları). Ancak Abensour’un “Ütopyadan yoksun bir toplum, tam anlamıyla totaliter bir toplumdur.” sözünü sırf totaliter toplumlar için sarfettiği iddia edilmemeli… “Ütopya sözcüğü, bildiğimiz gibi, bir kelime oyununun ürünüdür. Yunancada, yer/mekân anlamına gelen ‘topos’un başına olumsuzluk takısı eklenerek icat edilmiştir: U-topos, olmayan yer, yok-ülke.” (Ütopyalar Dizisi, Kaynak Yayınları) M.A.Kılıçbay, Leviathan’a (Thomas Hobbes) yazdığı önsözde ise şöyle diyordu: “Her ütopya , bir cennet veya bir cehennem senaryosudur ve modelini haritada terra incognita diye gösterilen yerlerden alır.” Yani bilinmeyen yerlerden… O sebeple keşifler çağı olarak anılan 15 ve 16. Yy’da Avrupalılar için Asya ve Amerika terra incognita olmuştur. Keşif bekleyen deniz ötesi topraklar bilhassa adalar ise Avrupalı yazarlar için birer ütopya konusu… Tıpkı Beydeba gibi, Ezop gibi, La Fontainne gibi Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’u da edebiyatımızın fabl ustaları kabul etmek gerekiyor. Çocukluğumda okuduğum Y.Kemal’in “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca”sı ile Fakir Baykurt un “Sakarca” adlı çocuk kitaplarını bu kategoride saymak yanlış olmaz… Bu iki ustanın andığım yapıtları hem hayat görüşümü şekillendirmiş hem de bana kitap okuma alışkanlığını aşılamışlardır. Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuduğumda üniversite yıllarında okuduğum Cüneyt Arcayürek’in o yıllarda kaleme aldığı “Ku-de-ta” adlı roman aklıma gelivermişti. C.Arcayürek ve Z.Livaneli iki ayrı ada hikâyesi anlatmıştır. Kudeta (Coup d’Etat), hükümet darbesi anlamına gelen Fransızca bir sözcüğün okunuş şekli idi. Düşsel bir adada geçen olayları anlatır. 1985’te yayınlanan kitap 12 Eylül askeri darbesinden sonra sivil yaşama geçişi anlatır: Serbest piyasa, özelleştirme, liberalizm uygulamaları vs. Son Ada ile ilgili tabi ki tavsiye edilmesi kadar Y.Kemal’in kitaba yazdığı önsözdeki “Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.” şeklindeki övgü dolu sözler alıp okumamda etkili olmuştur. Livaneli’nin 2008 yılında yayımlanan romanında anlatıcı “son sığınak, son insani köşe” dediği bir adaya sığınıyor. Ada birlikte üretip (fıstıkçamı) kazancın paylaşıldığı ütopik bir adadır. Başta sessiz kendi halinde insanların yaşadığı (40 hane) bir diktatörün gelmesiyle değişmeye başlıyor. Kötüye giden ve en sonunda adanın doğal dengesinin de bozulmasına yol açan olaylar (martıların öldürülmesi, zehirli yılanların ve tilkilerin çoğalması) ekseninde distopik bir hikâyeye dönüşümünü anlatıyordu. Roman için, “Toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinde yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” diyordu Livaneli. Her iki roman dönemin siyasal ve toplumsal yapısını hicveder. İlki 80’li yıllar ikincisi yakın siyasal tarihimizi. Ütopyadan distopyaya dönüşen iki romandaki ortak başka bir özellik de tıpkı Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un başvurdukları gibi hayvanları kişileştirmeleri olayların içine katmalarıydı: “Herkes özgür olacak, insanlar, tavşanlar, yılanlar diledikleri gibi yaşayacaklar, aralarında tartışacaklardı. ‘Ada için ne düş’ dedi.” (Kudeta, S.138). Her iki romanda da tavşanlarla, tilkilerle, yılanlarla savaşıyordu ada halkı… Birçok mekânda geçen ütopya türleri var: Ada, kıta, gökyüzü... En bilinen iki ada hikâyesi Platon’un aktardığı “Atlantis” ve F.Bacon’un yazdığı “Yeni Atlantis”ti. En son okuduğum ada ütopyası (distopyası) ise Bernard Beckett’in “Genesis”i (2006)… Yakın gelecekteki ütopyaların birçoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu. En bilinenlerinden arasında H.Wells’in “Zaman Makinası” Aldoux Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Cormac McCarthy'nin “Yol” (2006) adlı kitapları da sayılabilir. Her biri aslında post- apokaliptik (kıyamet sonrası bilim kurgu) hikâyeler… Wells’e göre upuzun yıl sonra (800 bin yıl) iki farklı biyolojik ırk gelişiyordu: Yukarı dünyalılar ve yeraltında yaşayanlar (Morlocklar). Morlockların durumu pek iç açıcı değildi. Beckett’in Genesis (Oluşum) adlı romanı da işte böyle bir gelecek öngörüyor: Büyük savaşlar, çevre kirliliği, iklim değişiklikleri, salgın hastalıklar vs. sonucunda bir adaya sığınan insanların kendi geliştirdikleri androidlerle (yapay zeka) karşı karşıya kalışını anlatan felsefik türde bir distopyası... Son zamanlarda peşpeşe yeniden yayınlanan 3 deniz ütopyası da dikkate değer: “Sürü” (Frank Schatzing), “Kedi Beşiği” (Kurt Vonnegut) ile “Ada” (Aldoux Huxley). Şimdilerde bunları okumaktayım... Ada ve ütopya konusu İzmir’i aklıma getirdi. Üniversite’yi 1980’lerde İzmir’de okudum. Vaktimizin büyük kısmı Bornova’da geçerdi. 1997’de babamla hem yakın ziyareti hem not dökümü (transkript) almak için tekrar İzmir’e gittiğimde büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. O yılların İzmir’i şimdiki gibi kalabalık ve gürültülü bir şehir değildi (Şimdi hangi büyük şehir öyle değil ki?). Eli kolu sallayarak yürüdüğümüz o bomboş Bornova caddelerinden karşıdan karşıya geçmek için artık beklememiz gerekecekti. Karşıyaka’da da aynısını yaşadık. Bu defa yolda yürürken insanlarla çarpışır hale gelmiştik. 25 yıl sonra babamı kaybettikten sonra yeniden yolum İzmir’e düşmüştü. Çeşme’ye giderken arkadaşımla yol üstündeki İzmir’de duraklayıp dolaşmak içimizden bile geçmemiştir. YANKI magazinsel üslupla siyasi yayın yapan ve okulda da idareciler tarafından takip edilen bir dergiydi. O yıllar çeşitli dergilere seçtiğim konular basın-yayın ile eğitim sorunu üzerine olurdu. Böyle bir düzine yazı... Öğretim görevlimiz Şadan Gökovalı’nın tertiplediği bir üniversite gezisi sonrası İzmir üzerine de bir yazı kaleme alıp dergiye göndermiştim. Kadifekale’nin bakımsızlığından, çevresindeki düzenlemelerin özensizliğinden falan bahsetmiş ve şöyle demiştim: “Kadifekale’nin çevresine gelişigüzel serpiştirilmiş birkaç çiçekten ibaret görüntü yaratılmış sadece. Gezmek için ne bir yol var, ne hocamızdan başka bir rehber. Ne bu yerlere gereken önemi veriyoruz ne de tanıtımını yapabiliyoruz buraların. Oysa hemen her Avrupa ülkesinin broşürlerinde eser ne kadar yıpranmış da olsa çevresi iyi onun için güzel görünüyor. Adamlar sahip oldukları tarihi eserleri çok iyi koruyorlar, adeta simgeleştiriyorlar.” (Sayı 776, 10-16 Şubat 1986). İzmir’i bir fuar günü avlusunda sabahladığımız sabunsuz Basmane hotellerinden birinden de anımsamadan edemiyorum… Ve sabun isteyince adamdan yediğim fırçayı da unutamam… Uzun yıllar oldu İzmir’e hiç gitmedim bir daha. Sadece İzmir’le ilgili iyi kötü bir şeyler anımsıyorum. Nasıldır ne haldedirler o anımsadıklarım bilmem. Şimdi ise İzmir’le ilgili güzel şeyler duyuyorum sadece. Umarım duyduklarım gibi hepsi daha iyi durumdadırlar şimdi. O zamanlar en azından böyleydiler… Bursa’da restorasyon, renovasyon, restitüsyon vs. adı altında yıkılıp yeniden yapılan eski eserlerin akıbetini görünce İzmir için güzel şeyler temenni etmekten başka aklıma bir şey gelmiyor çünkü… Ve bu da İzmir örneği idi. Ütopya şehirlerinin çoğu aşırı kalabalık, sağlıksızlık ve pahalılık (yapı malz.) gibi gereksinimlerle tasarlanmıştı. Yaşam koşulları, hava kirliliği, trafikte harcanan zaman ve park ile yeşil alan yoksunluğu gibi nedenlerle de sadece mekanı değil toplumsal yapıyı da yani bir ideal kenti de hedeflemiştir. Bu ideal fikirlerden hiçbiri hayata geçirilmemiş olsa da çoğu uygulanan mimari tasarımlara; prefabrik yapılara, yer altı sığınaklarına, çağdaş metropollere, uydu kentlere vs. esin kaynağı olmuşlardır. 3 kent... Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız… Tamer UYSAL

  • Beyaz İpek Gibi Yağdı Kar

    Beyaz, ipek gibi yağdı kar Bir kız kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde Arkadaşlarımı düşündüm, sevgili şeyleri Sanki her şey bizimle var ve bizimle olacak Şarkılar çaldı odalarda Bütün insanları sevmek gerektiğini düşündüm Düşmanlarımız dışında Düşmanlarımız çünkü Sevgiyi yok ettikleri için Düşmanımız oldular- Beyaz ipek gibi yağdı kar Bir kız kardan hafif yüreğiyle Geçip gitti güvercinleri anımsatarak. Uzaktaki şehir Uykuya dalmıştır şimdi. Düşündüm bir bir Kardeşlerimin ne yaptıklarını Nihat Uyumuyor olmalı. -Nefis bir şarkı Söylüyor yandaki odadaki kız Bir Rus Halk şarkısı. Ve şimdi koroyla Başladılar- Nihat düşünüyordur Karanlıkta. -Sanırım Bir saatten sonra Hapishanede Dışardan söndürüyorlar ışıkları- Beyaz ipek gibi yağdı kar Bir kız kelebek adımlarıyla Geçip gitti karın üzerinden. İnsanlar kendi şarkılarını Kendi hayallerini taşıyorlar. Çağdaş şarkılar Gerekli onlara Hem Hayatlarının Derinliklerinden söz eden Gerçekleştirilmiş Gerçekleştirilmemiş duygularından, Hem Kavgayı ateşleyen Somut Anlaşılır Akıllı şarkılar. Beyaz, ipek gibi yağdı kar Acılarla dolu bu dünyaya. İnsafsızlık Vahşet Hala güçlü Ve hala iktidarda. İnsanlar Ölüyorlar. Gepgenç Sımsıcak Ölüyorlar Sanki Ölmüyorlarmış gibi. Bir yandan sürüp gidiyor- Hayat; Bir yanda tel örgüler Parmaklıklar. Beyaz, ipek gibi yağdı kar Yağdı kirpiklerine bir kızın Yağdı mavi bir nehre Saçlarıma yağdı Otobüslere Ağaçlara Evlere. İçimden okşadım onu. Kelebek adımlarını Yanımdan geçen kızın. Herhangi bir kız Hayalleri olan. İstedim ki Daha güzel Olsun şu dünya. İstedim ki Beyaz İpek gibi yağan karın altında Bitsin artık Bu sürüp giden alçaklıklar. Bir bebek Ölüm tehdidi altında yaşamasın Beşiğinde. Ve paramparça olmasın Sımsıcak Capcanlı Yaşayıp giderken insanlar. Bırakın, beyaz İpek gibi yağan karın altında Hayallerimiz olsun. Yaşayalım Özgür Güzel Düşünceli. Anlatalım Düşündüklerimizi birbirimize. Sevinç egemen olsun her yerde İnsanca Bir kaygı. Beyaz, ipek gibi yağdı kar. Yağsın. Dünya daha güzel olacak İnanıyorum buna. Bir insan kalbinin güzelliğine Çocukluğuna Sonsuz cesaretine, olanaklılığına İnandığım kadar.

  • Bir AŞK Masalı

    Bir zamanlar bir kadın hükümdar tarafından idare edilen bir memleket varmış. Halk burada melikesinden son derece memnunmuş. Çünkü bu genç ve çok güzel kadının, yurdunun insanlarını bahtiyar etmekten başka bir düşüncesi yokmuş. Sarayında kapanıp oturacağı ve kendine eş olmak isteyecek yakışıklı şehzadeler bekleyeceği yerde, kış demez, yaz demez, memleketin dört bucağını dolaşır, yüzünde keder, halinde durgunluk gördüğü her vatandaşın gamına ortak, derdine derman olurmuş. Çalışamayacak halde oldukları için zarurete düşenlere hazinesi, dermansız illetlere tutulanlara yüreği her zaman açıkmış. Yurdun her yanına dağılmış olan memurların başlıca vazifesi, bulundukları yerde hayatından hoşnut olmayan kimse bırakmamakmış. Buna kendi güçleri yetmezse, hiç vakit geçirmeden melikeye bildirirler, o da her işini bırakıp oraya yetişirmiş. Bunun için o memlekette yüzü gülmeyen insan yokmuş.Ama günün birinde melikenin sarayının tam karşısında genç bir derviş peyda olmuş. Sabahtan akşama kadar orada hiç ağzını açmadan bekler, ortalık kararınca çekilip gidermiş. Kumral, hafif dalgalı bir sakalın çevrelediği soluk yüzünde öyle dokunaklı bir ifade, derin kara gözlerinde öyle içe işleyen bir hal varmış ki, yoldan geçenler onun önüne bakır, hatta gümüş paralar atmaktan çekinirler, yere sessizce birer altın bırakıp giderlermiş. Her zamanki seyahatlerinden birinden dönen melike, sarayının önünde bu garip dervişi görünce, yüzüne şöyle bir bakmış, gözleri onun gözlerine ilişmiş, sarayına girerken başmabeyincisine: -Bu adamın bir derdi var, sorun bakalım nedir, demiş. Başmabeyinci hemen dervişin yanına sokulmuş, o memlekette insanları bir sözle bile incitmeye izin olmadığı için, tatlı bir sesle: -Derviş, duruşun, bakışın gamlı; içinde sakladığın bir kederin mi var? diye sormuş. Derviş gözlerini yere çevirmiş: -Hayır, diye mırıldanmış. -Peki, öyleyse neden yüzün gülmüyor, neden burada bütün gün durup bekliyorsun? Bilirsin ki, melikemiz yurdunda dertli insan bulundukça, kendi de dertlenir, içi rahat etmez. İstediğin neyse söyle, çaresini ararız. -Hiçbir derdim, hiçbir isteğim yoktur. Melikemiz üzülmesin, demiş. Başmabeyinci saraya dönüp bunları hanımına anlatmış, sonra: -Bilmem ama efendimiz, demiş, sesi hafif ve gamlı, gülümsemesi acıydı. Melike: -Olmaz, demiş, onun bir derdi olduğu her halinden belli. Ne kadar acı güldüğünü ben sarayımın pencerelerinden gördüm.Belki derdinin büyüklüğü onun nutkunu tutuyor. Ama ben hiçbir vatandaşımın rahatsız edildiğini istemem, bırakın durduğu yerde dursun. Yalnız bu akşam arkasından gidin bakın, onulmaz illetlere tutulmuş bir hastası mı var, para yetiştiremediği bir sevgilisi mi? Derviş o akşam da önüne bir yığın halinde biriken altınları toplayıp, alacakaranlığa gömülen sokaklara dalmış, yürümüş, yürümüş, şehrin kenar semtlerine gelince, altınları avuç avuç torbasından çıkararak, buralarda oturan ve halleri vakitleri başka hemşerilerinden biraz daha düşük olan kimselere dağıtmış, sonra şehrin kenarındaki küçük, taş bir kulübeye girerek çorbasını pişirmiş, sırtını duvara verip kalmış. Kulübenin penceresinde gün ağarıncaya kadar onu gözetleyen başmabeyinci, uyuyor mu, yoksa uyumayıp düşünüyor mu, anlayamamış. Melike bunları duyunca büsbütün kederlenmiş. -Memleketimde dertli bir insan var da, ben ona derman olamıyorum- düşüncesi içini bir kurt gibi kemirmeye başlamış. Kimseyi zorlamak, kimsenin yaptığına ettiğine karışıp tedirgin etmek şanından olmadığı için, dervişin sarayın karşısında durmasına ses çıkarmamış, ama onun günden güne sararıp solduğunu, gözlerinin daha derine kaçtığını gördükçe, kendisi de eriyip süzülmüş. Kendisi de artık sarayının penceresinden ayrılmaz, tül perdelerin ardında bütün gün dervişi seyreder, "Onun içini kemiren dert nedir acaba?" diye kendini yermiş. Bir gün yine böyle perdelerin arkasından bakarken, dervişin siyah, derin gözleri pencereye çevrilmiş. Bu gözlerdeki bitip tükenmez hasreti fark eden melike, dervişin içini yakan derdi sezer gibi olmuş, yerinden fırlayıp başmabeyincisini çağırtarak: -Bu dervişi sarayıma getirin, derdini kendim soracağım, demiş. Derviş, melikenin huzuruna çıkınca büsbütün sararmış. Gözlerini yerden kaldıramamış. Derdi sorulunca, duyulur duyulmaz bir sesle: -Hiçbir derdim, hiçbir dileğim yoktur, deyip susmuş. Ama melike bu kısa cevapla yetinmemiş. Yumuşak, tatlı, adeta yalvarır gibi: -Nasıl olur derviş? demiş. İnsanın içini bir dert kemirmeyince yüzü böyle solar, gözleri böyle dalar mı? Belki gönlündeki dilek sana pek büyük, pek erişilmez göründüğü için söylemekten kaçınıyorsun. Ama bilirsin ki, benim yurdumdaki insanları bahtiyar görmekten başka hiçbir arzum yoktur. Haydi, çekinmeden ne istediğini söyle. Dilediğin, fakat elde edilmez sandığın şey, uçsuz bucaksız bir zenginlik midir? Her gün önüne yığılan altınları arzularına göre çok küçük bulduğun için mi azımsayıp dağıtıyorsun? Eğer böyleyse söyle, sana bitip tükenmez hazinelerimin yarısını, hayır, hepsini vereyim.- Derviş başını kaldırmadan, sallayıp cevap vermiş: -Hayır melikem, hayır; benim böyle bir derdim, böyle bir dileğim yoktur.- Melike soluk yüzünde dolaşıp koyu kahverengi gözlerinde biriken bir kederle tekrar sormuş: -Yoksa bir kadının idare ettiği bir memlekette yaşamak sana ağır geliyor da, kendin mi bir devletin başına geçmek istiyorsun? Eğer böyleyse, başına geçtiğin devleti benim kadar, belki benden daha fazla şefkatle, dirayetle idare edeceğini biliyorum. Söyle, memalikimin (ülke) yarısı, hayır, hepsi senin olsun!- Derviş başını kaldırmış, ama gözleri hep yerde cevap vermiş: -Hayır, melikem, hayır, benim böyle bir derdim, böyle bir dileğim de yoktur.- Melike al dudakları solup titreyerek yerinden kalkmış, bir adım yürümüş: -Peki, nedir istediğin derviş? demiş. Gençsin, güzelsin, gözlerinde doymamış bir hasretin ateşli bulutları dolaşıyor. Kendine layık gördüğün bir eş mi bulamadın? Memleketin en güzel kızları benim sarayımdadır. Söyle, bütün cariyelerimi karşına dizeyim, en sevimlisini, hayır, hepsini al. Bunun üzerine derviş gözlerini kaldırıp sonsuz bir hüzün içinde melikeye bakmış, bakmış, sonra sesi titreyerek: -Hayır, melikem hayır... diyebilmiş, ama sesi boğazında düğümlenip kalmış. O zaman melike, dervişin yüzüne uzun uzun bakmış, baktıkça soluk yanakları al al, renksiz dudakları nar gibi olmuş. Koyu kahverengi gözlerini bir ışık sarmış. dervişin de yüzü kızardıkça kızarır, gözleri yandıkça yanarmış. Bu sefer genç kadın gözlerini yere çevirmiş, hafif, titrek bir sesle: -Anladım derviş,demiş, içini yakan derdi, yüreğini saran hasreti anladım. Ne istediğini biliyorum. Söyle, o da senin olacak. Derviş bunu duyunca, yeniden sapsarı kesilmiş, sonra yine kıpkırmızı olmuş, birkaç kere bir şey söylemek ister gibi dudakları titremiş, en sonunda ta yüreğinin içinden derin, uzun bir Aaah! çekerek olduğu yere düşmüş, kalmış. Etraftan koşan mabeyinciler eğilip bakınca onun ölmüş olduğunu görmüşler. Dervişin yüzünde, dille tarifi imkansız, baktıkça gün ışığı gibi insanın yüzüne vuran bir saadet varmış. Başmabeyinci esefle başını sallayıp: -Ne talihsiz adam, demiş. Tam muradına ereceği anda öldü. Gözlerini dervişin yüzünden ayırmayan melike: -Sus, demiş. Ondan daha talihli insan var mı? Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir 'Ah!' diyerek düşüp ölebilendir. (1946) * Sabahattin ALİ (1907-1948) Gümülcine'de doğdu. Balıkesir Öğretmen Okulu'nda beş yıl okuduktan sonra İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yaptı ve Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya gitti. İki yıllık eğitimden sonra Yurda döndü, Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yaptı. Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu gerekçesiyle Konya'da tutuklandı, bir yıla mahkum oldu. Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı ve Cumhuriyetin onuncu yılında çıkarılan afla özgür kaldı. Askerlik dönüşü uzun uğraşlarla ve Atatürk’le ilgili sevgisini kanıtlayan bir şiir yayımlayarak Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atandı ve 1940 yılında tekrar askere alındı. İkinci kez yaptığı askerlik sonrası Ankara Devlet Konservatuarı'na Almanca öğretmeni olarak atandı. "İçimizdeki Şeytan" romanı ve yazdığı bir yazı nedeniyle bir grubun hedefi oldu. Mahkemeyi kazanmasına rağmen bakanlıkça görevden alındı, İstanbul'a giderek gazeteciliğe başladı. Çalıştığı gazeteler, iktidarın kışkırtmasıyla meydana gelen Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kaldı. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkardı. Çıkardığı dergilerin kapatılması, yazıları nedeniyle üst üste tutuklanması üzerine yurt dışına çıkmaya karar verdi, ancak pasaport alamadı. Yasal yolla çıkmasına izin verilmediği için kaçak yollarla Bulgaristan'a geçmek isterken Nisan 1948'de, kendisini yurt dışına götürmesi için anlaşma yaptığı MİT'le bağlantısı olan kamyoncu Ali Ertekin tarafından sınırda dağlarda öldürüldü. Yazın dünyasına şiirle giriş yaptı. Halk şiirinden esintiler taşıyan ilk şiirleri 'Çağlayan' dergisinde yayımlandı. Sonraki yıllarda; Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde yer aldı.En başta Dağlardır Dağlar… olmak üzere çok sayıda şiiri bestelendi. Sabahattin Ali'nin ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Nazım Hikmet'in ön yazısı ile Resimli Ay dergisinde yayımlandı. Varlık dergisinde yayımlanan öyküleriyle dikkat çekti. Tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başarır. Yazıları realizmden etkilenir. Öykülerinde, Maupessant'ın olay kurgulu öyküleme tekniği görülür. Bunun yanında Cankurtaran'da olduğu gibi her öyküde iyi gizlenmiş olsa da bir tez vardır. /

  • ÇİRKİNCE

    Çirkince öyle güzel bir yerdir ki 1909 yılında Çirkince köyünde doğan Yunanlı yazar Dido Sotiriyu ‘Benden selam söyle Anadolu'ya’ adlı eserinde, "Şu yeryüzünde cennet diye bir yer varsa, bizim Kırkınca – Şirince... cennetin bir parçası olması gerekir?" demektedir. “Gece yarısını bir saat geçe Alsancak’tan kalkıp Ankara’ya gidecek olan tren için birkaç gün önce bilet almıştım. Nedense aklıma esti, “Son günü İzmir’de kalıp dolaşmaktansa sabah treniyle Selçuk’a gider, Efesos harabelerini gezer, akşamı ederim. Gece yarısı, nasıl olsa oradan geçecek olan Ankara trenine biner, yoluma koyulurum,” dedim. Öyle de yaptım. Selçuk’a gelince, çantamı, önünü kebapçılarla üzümcülerin doldurduğu, istasyon kahvesine emanet ederek, hemen yola düzüldüm. Güneş iyice yakmaya başlamadan bu kırk beş dakikalık yolu almak, ölü şehrin harabelerinde akşama kadar dolaşmak istiyordum. Fakat daha Erkekler Gymnasium’unun kapısındayken içime bir gariplik çöktü. Her İzmir’e gelişimde muhakkak bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye daha harap oluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların insanlar gibi yaşadığı mermerler bile, kendilerini asırlarca örtüp koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine, kararıp kirleniyordu. İçinde vücutları ve ruhları güzel insanların yetiştirildiği Gymnasium’un mozaikleri, şimdi birbirini kovalayan keçilerin tırnakları altında dağılmaktaydı. Coşkun bayramların, spor oyunlarının kutlandığı Hypodrom’un göbeğine muhacirler tütün ekmişler, kenardaki kuru yapraklı bir çardağın altında sıtmadan titreşerek yatıyorlardı. Sayısı bir zamanlar bin üç yüzü geçen ve bugün elimize ancak elli kadarı gelebilen o harikulade tragedya ve komedyaların oynandığı tiyatronun geniş ve serin artist gardropları şimdi tek tük gelen seyyahlarla, buraya yerleşmiş olan birkaç aileye ve keçi çobanlarına kenef vazifesini görüyordu. Sokakların mermer kaldırımları arasından fırlayan böğürtlenlerin kalınlaşan kökleri, binlerce yılın boğamadığı bu beyaz taşları çatlatıp parçalıyor; yelkenleri pırıl pırıl gemilerle dolu limanı şehre bağlayan iki yanı heykelli, geniş Arkadya caddesi, şimdi bütün ovayı kaplayan bataklığın iki adam boyundaki sazları arasına dalıp kayboluyordu. Sokaklarının ortasındaki mermer satış tezgahları hala sapasağlam duran, bol çeşmeli Agora’nın dükkanları toprakla dolmuş, içlerinde yabani incir ağaçları, mersinler, zakkumlar, böğürtlenler türemişti. Raflarındaki on binlerce papirüsle kafalara aydınlık düşünceler dolduran kütüphanenin pek bozulmamış merdivenlerinden çıkıp, kurucusunun çıra isleriyle kararmış mezarına girmek isteyince, karanlık uykularından uyandırılan yarasalar hırsla insanın yüzüne çarpıyorlardı. Daha yapıldığı günlerde bir zelzele ile yıkılan mabedin kalın sütunları, insafsız bir tanrının hışmından korkup secdeye kapanmış gibi, hep aynı istikamete uzanmış ve parçalanmışlardı. Küçük ve zarif Odeon tiyatrosunu örten sararmış otların arasında kertenkeleler dolaşıyor, Kızlar Gymnasium’undan tek ayakta kalan şey, yarı yıkılmış büyük bir kapı, “Girmeyin, ağlarsınız!” der gibi dudaklarını büküyordu. Harabelerin bulunduğu tepeyi, gittikçe hızlanan adımlarla dolaştım, Eshabıkehf mağaralarının önünde bir an durup düşündüm. Bembeyaz bir şehrin arka yamacındaki bu kapkara dağ içi mezarlarında yüzlerce yıl uyudukları rivayet edilen yedi Hıristiyanın hikayesi, bana bu anda, dünyanın bir daha eşini görmediği aydınlık eski Yunan medeniyeti üzerine çekilen karanlık örtünün bir timsali gibi geldi. Öğle sıcağı bastırmıştı. Çatlak ve ağdalı meyvelerini iri yapraklar arasında gizleyen incirlerin gölgesine girince karnımın iyice acıkmış olduğunu fark ettim. Birkaç yemiş koparıp ağzıma attım; içim daha çok bayıldı. Bir an önce karnımı doyurmak niyetiyle, sürülmüş incir bahçelerinin tezekleri arasında ikide bir tökezleyerek, kasabanın yolunu tuttum. Duvarları yıkılmaya başlamış parkımsı bir yerle ilkokulun arasından geçen ağaçlı caddenin sonunda çarşı başlıyordu. Dükkan kılıklı postanenin karşısında ve biraz ilerisinde, yeni yapıldığı zevksizliğinden belli beton bir binanın önünde, üzerlerine damalı örtüler serilmiş birkaç masa vardı. Oturup yemek istedim, “Kalmadı” dediler; bira istedim, çorba gibi çıktı. Güç halle bir peynirli yumurta yaptırdım, rüzgarın süpürüp getirdiği gübreli tozlarla biberlenen bu yemekten birkaç lokma aldıktan sonra pis pis düşünmeye başladım: Daha saat iki bile değildi. Bineceğim trene demek ki daha on iki saatten fazla vardı. Akşama kadar ne yapacaktım? Haydi, kaleyi, İsa Bey Camii’ni filan gezdim, akşamı ettim diyelim. Ondan sonra ne halt edecek, nerede oturacaktım? Bir meyhane bulup kafayı çeksem, sonra bir kahveye girip pineklesem bile, bu küçük kasabada 22:45 ajansından sonra her yerin kapandığını tecrübelerimle biliyordum. Düşündükçe önümde duran bu on iki saat, bana sonu gelmez bir hapislik gibi korkunç görünmeye başladı. Hırsımdan yerimde duramadım, kalkıp istasyona doğru yürüdüm. Yüksek Roma kemerlerinin yanındaki külüstür kamyonları, şerbetçileri seyrederken gözüm karşı taraftaki sırtlara ilişti. Kendi kendime adeta haykırdım: “Çirkince’ye giderim yahu!” Evet, en iyi çare buydu. Şimdi bir at tedarik edip Çirkince köyüne gider, akşama kadar kalır, gece mehtapta ağır ağır dönerdim. Hatırladığıma göre yol bir buçuk iki saat çekiyordu. Gece onda yola düzülsem, on iki sıralarında gelirdim ki, geri kalan birkaç saat de nasıl olsa geçerdi. Selçuk, eski adıyla Ayasuluğ kasabasının şimal tarafındaki sırtların arkasına düşen bu güzel köye, otuz sene önce, dokuz on yaşında bir çocukken gelip birkaç gün kalmıştım. Annem ve beş yaşındaki erkek kardeşimle beraber, Çanakkale’de asker olan babamın yanından, Çivril’de asker olan dedemin yanına gidiyorduk. Babam bizi bir gambotla Bandırma’ya kadar getirmiş, trene bindirmiş, İzmir’deki bir arkadaşına yazdığı mektubu annemin eline verip dönmüştü. Babamın bu arkadaşı bizi İzmir’de iki üç gün evinde misafir ettikten sonra, Punta’dan Aydın trenine bindirmişti. Şimdi düşünüyorum da, o karmakarışık devirde, o berbat yolculuk şartları içinde annem gibi beceriksiz bir kadının iki küçük çocukla bu kadar uzun yolculuğa nasıl çıktığına hala şaşıyorum. Neyse, bulursa kömürle, fakat daha çok odunla işleyen Aydın treni bizi yirmi dört saatte Selçuk istasyonuna getirdi. Fakat orada trenin artık gidemeyeceği, lokomotifin bozulduğu bildirildi. İstasyondaki bir yüzbaşı, yolumuza ancak dört beş gün sonra devam edebileceğimizi söyledi, vaziyetimizi öğrenince bize alaka gösterdi. Cephelerde her gün yüzlerce subayın öldüğü, yüzlerce subay ailesinin memleket içinde perişan kaldığı o günlerde, silah arkadaşları arasında, birbirlerinin ailelerini korumak hususunda, yazılmamış hatta konuşulmamış bir mukavele var gibiydi. İstasyondaki yüzbaşı da, bir parça işinden baş alınca yanımıza sokuldu: “Dinar ve Çivril cihetine tren kaldırıncaya kadar bekleyeceksiniz. Fakat burası sıtmalı, berbat bir yerdir. Çocuklar sıcaktan perişan olur. Otel filan bulmaya da imkan yok. Sizi Çirkince’ye götüreyim. Bizim çocuklar da orada. Ben de vakit buldukça ata atlayıp gidiyorum. Rahatsız olursanız da kusura bakmazsınız!” Annem biraz mırın kırın ettikten sonra, açık bir asker arabasına yüklendik. Yanımıza iki sakat nefer takıldı, ağır ağır Çirkince’nin yolunu tuttuk. Orada kaldığımız bir hafta, çocukluğumun en unutulmaz günleridir. Ovayı aşıp dağ yoluna tırmanmaya başlar başlamaz, incir ağaçlarının yerini zeytinler ve çamlar alıyordu. Yükseldikçe manzara güzelleşiyor, sıcaktan bunalan Selçuk Ovası, sıtma yuvası Cellat Bataklığı bile, taze boyalarla çizilmiş parlak bir tablo halinde iki yanımıza seriliyordu. Küçük Menderes, bir cıva şeridi gibi, kızgın güneşin altında buğulanarak, ta uzaklara, sislere gömülen denize uzanıyordu. Hele Çirkince… Hele bu yedi, sekiz yüz hanelik dağ köyü… Daha uzaktan, çamların ve zeytinliklerin arkasından, hafif çivitli beyaz evlerinin camları parıldayan, meydanlarını iri çınarların gölgelediği küçük Rum kasabası… Bu kadar güzel bir yere nasıl olup da Çirkince adını verdiklerine çocukluğumdan beri şaşar dururdum. Muntazam kaldırımlı tertemiz sokaklarında, bizi misafir eden yüzbaşının kızları ve mahallenin Rum çocukları ile nasıl koşuşmuş, iğde ve ayva dallarından yaptığımız kağnıları katır tırnaklarıyla nasıl süslemiş, çam kabuğundan kayıkları her köşe başında şarıl şarıl akan çeşmelerin yalaklarında nasıl yüzdürmüş, karaağaçlara tırmanıp kopardığımız yaprakları kuzulara nasıl yedirmiştik. Ve sık çalılar arasında topladığımız kuzukulaklarını dişlerimiz kamaşıncaya kadar nasıl yemiş ve doymamıştık. Selçuk’un sıcağından ve sıtmasından kaçmış birkaç subay ve memur ailesiyle senelerden beri buraya yerleşmiş Giritli bir kahveciden başka, köyün bütün halkı Rumdu. Hepsinin ovada incir bahçeleri, dağın sırtlarında zeytinlikleri vardı. Yazın sabahın erkeninde, kadınlı erkekli, bütün köy halkı atlara binip ovaya iniyor, incirlerini işliyor, akşam serinliğinde tekrar uzun bir süvari kolu halinde güle oynaşa köye dönüyorlardı. Kışa doğru zeytin mahsulünü de böyle kaldırırlarmış. Ova köylerindeki sarı benizli, şiş karınlı insanları burada görmek mümkün değildi. Gündüzleri köy boşalınca geride kalan iki büklüm ihtiyarların bile yanakları al aldı. Akşam yemeklerini yedikten sonra hep sokağa dökülürler, mandolin çalan delikanlılarla yumuşak sesli kızlar, şarkılar söyleyerek kalabalık gruplar halinde dolaşırlardı. Koskocaman bir kiliseleri, dört tane ilkokulları, bir tane de gimnazları vardı. Pazarları çınarlı meydandaki gazinoların bahçeleri tertemiz giyinmiş insanlarla dolar taşar, karı koca zarif bir karafadan rakılarını içerlerken etraflarında çocuklar oynaşır, ihtiyar kadınlar siyah yünden atkı örerlerdi. Çoğu Sakız biçimi tek katlı evlerin her zaman açık duran kapılarından içeri bakınca, güzel döşenmiş bir sofanın ortasında, üzeri dantel örtülü ceviz masalar, kenarında oyma çerçeveli konsol aynaları görünürdü. Civardaki Türk köyleri ile araları pek iyiydi. Etrafa kendilerini o kadar sevdirmişlerdi ki, seferberlikte diğer mıntıkaların Rumları gibi Anadolu’nun içlerine sürülmemişler, yerlerinde kalmışlardı. Bütün bunlar şimdi gözlerimin önünde canlanıvermişti. Ufacık bir çocukken orada dinlediklerimi, ayrıldıktan sonra orası hakkında evde konuşulan ve anlatılanları hatırladıkça, tekrar oraya gitmek isteği içimde karşı konulmaz bir duruma geldi. Hatta geç kalıp treni kaçırmak pahasına da olsa, çocukluğumun bu sihirli köyüne muhakkak gidecektim. Mesele at bulmaktaydı. İstasyon şefine sordum, sanki Türkçe anlamıyormuş gibi şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Bavulları bıraktığım kahveciye başvurdum, beni öyle bir sorguya çekti ki, casus diye şüphelendiğini fark edip lafı kısa kestim. Tam bu sırada yanımda sakallı, kasketli, bir elinde eğri bir baston, öbüründe cam tespih ile ihtiyar bir adam belirdi. Yüzü yabancı değildi: “Sizinle üç sene önce Efes harabelerinde tanışmıştık!” diye kendini tanıttı. O zaman hatırladım. Emekli bir ilkokul öğretmeniydi. Senelerden beri buraya yerleşmiş, birkaç incir bahçesi edinmiş, kızlarını burada evlendirmişti. Lügatlı konuşmaya, sözleri arasına divan edebiyatından beyitler karıştırmaya ve eski Yunan tarihine meraklı biri olacaktı. Galiba beraber rakı da içmiştik. Ve o, bir sırasını getirip başvekilden kaza kaymakamına kadar, birçok makam sahipleri hakkında yazdığı, esprisi orta, fakat vezinleri düzgün hicviyelerini birer birer okumuştu. “Safa geldiniz! Buyurunuz bir kahve içelim!” diyerek yanıbaşındaki iskemleye çöktü. Ben, günümün geri kalan kısmını, onun hicviyelerini ikinci defa dinlemeye hasretmek korkusuyla bir türlü oturamayarak: “Teşekkür ederim, fakat ben bir at bulup Çirkince’ye kadar gitmek istiyordum” diye mırıldandım. “Çirkince’ye mi… Önce teşrif buyrulmuş muydu?- “Çocukluğumda bir kere gitmiştim. Hafızamda çok güzel bir köy olarak yer etmiş şimdi hatırlayınca muhakkak gitmek arzusu duydum. Fakat vasıta bulamıyorum!” “Merak etmeyin, şimdi bizim damada haber yollarız, bir at hazırlar gönderir. Siz istirahat buyurun!” Biraz durup kendi kendine söylenirmiş gibi dudaklarını kıpırdatarak tespihini çektikten sonra yüzüme baktı: “Mamafih Çirkince’ye gitmenizi tavsiye etmem. Şimdi orda birkaç muhacir ailesinden başka kimse yok. Sıcakta boşuna yorulacaksınız!” “Önemli değil!” “Gene de siz bilirsiniz… Mademki bir kere azmettiniz… Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz!” Bu son sözleri söylerken, ak sakallarıyla cıgaradan sararmış bıyıklarının arasında tuhaf bir gülümseme geçer gibi oldu. Fakat ben bunun üzerinde durmaya vakit bulamadan o, önümüzden geçen bir çocuğu çağırarak at getirtmek üzere damadına koşturdu. Sonra bana döndü: “Harabeleri gezdiniz herhalde. Ayağınızın tozundan belli… Nasıl buldunuz?” “Evvelce de gezmiştim.- “Ben de evvelce gezdiğinize göre nasıl bulduğunuzu sormak istedim!” “Çok bakımsız… Her tarafı ot ve çalı bürümüş. Korkarım birkaç sene sonra şehir yeniden örtünüp kaybolacak. Ve gelecek nesiller yeniden araştırmaya ve kazı yapmaya mecbur kalacaklar!” Hafifçe güldü, kaşlarını kaldırdı: “Biz harabı tahripte bile üstadız, mamuru tahripte neyiz? Kıyas buyurun!” Sol eliyle bıyıklarını yana, sakalını aşağıya doğru sıvazladı: “Hele Çirkince’ye gidin gelin de, görüşürüz. Ben ajans vaktine kadar bu kahvedeyim. Hatıralarınızın mezarını ziyaretiniz uzun sürmeyecektir, tebşir (müjdeleme) edebilirim.” İsmini hatırlayamadığım ihtiyar öğretmenin lügatlı konuşmalarını daha fazla dinlemeye fırsat kalmadan eski bir Çerkez eyeri kapatılmış doru bir kısrak önümüze çekildi. Atladığım gibi Çirkince’nin yolunu tuttum. Ovada atı süratliye kaldırdım. İki yanımda, incirlerin altında, hasırlar üzerine yemişler serilmişti. Yol kenarında, kirli beyaz gömlekli, donsuz çocuklar, ellerinde birer çomakla, hayvanın nallarından kalkan tozda kayboluverdiler. Bayıra tırmanmaya başlayınca otuz sene evvel geçtiğim yolu çok güzel hatırladım. Fakat o eski taş döşeli yol, şimdi bozulmuş, yer yer diz boyu çukurlarla dolmuştu. İki yanımızda uzanan zeytinlikler yıllardan beri sürülmediği için her tarafı ot sarmıştı. Dağa doğru yükseldikçe başlayan çamlıkların bir hayli seyrekleştiğini, taze kesilmiş, dört beş yaşında çam fidanlarının körpe yaralarında reçinelerin pıhtılaştığını fark ettim. Uzaktan ve yukarıdan bakınca Selçuk Ovası, Küçük Menderes yine eskisi gibi parlak renklerle uzanıyor, Cellat Gölü’nün yerinde şimdi tütün tarlaları ve kanallar görünüyordu. Fakat beş on sene önce açılan bu kanalların, sular bastıkça kenarlarındaki tarlaları kemirdikleri, köşelerinden bucaklarından birer parça alıp tekrar bataklığa çevirdikleri, şekillerinin bozulmaya başlamasından ve yer yer görünen sazlıklardan belliydi. İçime, Efesos’un perişan hali karşısında duyduğum acıya benzer bir gariplik çöktü. Kimbilir Çirkince’yi de ne halde bulacaktım. Hatta bir aralık atı çevirip gerisingeriye dönmeyi bile düşündüm. Fakat tam bu sırada, bir dönemeci kıvrılır kıvrılmaz, çivitli beyaz evleri, iri çınarlarıyla köyü karşımda buldum. Yıllarca görmediğim bir hasretime kavuşmuş gibi yüreğim hopladı. Sabahtan beri gördüklerimin ve duyduklarımın tesiriyle, artık Çirkince’yi de yerinde bulamayacağımdan korkmaya başlamıştım. Halbuki işte Çirkince, tıpkı otuz sene önceki gibi, güler yüzüyle orada duruyordu. Boynundan ve sağrısından sicim sicim terler süzülen atın karnına dokundum, öne doğru eğilip gözlerimi kapayarak, geçmiş zamanın ve pırıl pırıl hatıralarımın içine doğru dörtnala atıldım. Gözlerimin önünde annemin, kardeşimin, beraber oynadığımız arkadaşlarımın, sokakları dolduran insanların hep birden gülümseyen aydınlık yüzleri; kulaklarımda mermer çeşme yalaklarına akan berrak suların, şarkı söyleyen kızların, rüzgarda atlas gibi hışırdayan karaağaç yapraklarının ve sabahın ilk güneşiyle doğrulmaya çalışan çiy düşmüş tarlaların sesi? Burnumda fırından yeni çıkmış tepsi ekmeklerinin, taze kesilmiş çayırların ve tepedeki çamların arasından süzülüp akan rüzgarın kokusu vardı. Altımdaki attan daha hızlı soluyarak doğruldum ve gözlerimi açtım. Dizginleri o kadar şiddetle çekmişim ki, hayvan başını hızla geriye attı ve göğsüme çarptı. Bunun acısıyla mı, yoksa gördüğüm manzaranın tesiriyle mi bilmiyorum, birdenbire başım döndü, sersemledim, aşağı yuvarlanmamak için hemen indim ve alnımı eyere dayayarak bir müddet bekledim. Biraz kendime gelince, dizginleri dirseğime geçirerek yavaş yavaş köyün içine girdim. Burası benim otuz sene önce gördüğüm, içinde en güzel günlerimi geçirdiğim yer değildi. Şu sağ tarafımda kapısız, penceresiz, çatısız yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde yüzlerce çocuğun oynadığı mektep olamazdı. Şu önümdeki ulu çınarın dibinde, böyle bataklık ortasında bir taş yığını değil, dört gözlü bir mermer çeşme olacaktı. Köyü baştan başa dolaştım. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada, şimdi belki elli aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil (başkasının yerine getirilmiş) olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafa dağılmışlardı. Ortalıkta insan görünmüyordu. Belki yirmi seneden beri el sürülmemiş gübre ve süprüntü ile kaldırımları görünmez hale gelen sokaklarda, bazan gözlerinin rengi bile anlaşılmayacak kadar kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancının geçtiğini fark eder etmez, arkasından çekmeye çalıştıkları keçinin ipini bıraktığı gibi kayboluyordu. Yıllardır boş duran evlerin ne kapıları, ne pencereleri, hatta ne de döşemeleri kalmıştı. Sekiz on odalı koskoca evlerin sahipleri bile, pencerelerine tahta çiviledikleri bir yer odasına dolmuşlar, öteki odaların dolap kapılarına ve çerçevelerine kadar bütün tahta kısımları kışın söküp yakmışlardı. Onları, karlı havada birkaç yüz metre ötedeki çam ormanlarına gitmekten alıkoyan mukaddes tembellik karşısında garip bir ürperti duyarak dolaşmama devam ettim. İçinde insan bulunan bazı evlerin kapıları arkasından, yahut pencerelerdeki tahtaların arasından, ürkek gözlerin beni seyrettiğini fark ediyor ve her an biri yakama yapışıp: “Ne işin var burada?” diye soracakmış gibi kuşkulu yürüyordum. Bir zamanlar bizi misafir eden yüzbaşının evini buldum. Kapı merdiveninde ihtiyar bir adam çömelmişti. Sordum: “Burada siz mi oturuyorsunuz?” Uzun uzun yüzüme baktıktan sonra, “evet” makamında başını salladı ve: “Ha!” dedi. “Seferberlikte biz de burada oturmuştuk. İçeri girip gezebilir miyim?” Tekrar yüzüme baktı, baştan aşağı bir süzdü: “Gez, ne olacak!” dedi. Yerinden kalktı, birinci katta, sağdaki odanın kapısını örttükten sonra önüme düştü. Evin eski eşyasından ortada bir tek şey: Büyük bir konsol aynası kalmıştı. Onun da çerçevesi kırılıp dağılmış, yer yer sırları dökülmüştü. Yukarı kata çıkan merdivenin trabzanları sökülmüştü. İhtiyar: “Yukarıda bir şey yok. Nesine bakacaksın?” diyerek birinci basamakta durdu. “Olsun… Çocukluğum bu evde geçti!” diye bir yalan attım. “Sen bilirsin!” Yukarı kattaki odalarında bütün kapıları, pencereleri sökülmüştü. Henüz döşemelere dokunulmamıştı ama, bütün duvarlar, hatta tavanlar bile, sanki kazma vurularak yıkılmış, delinmişti. Yanımdaki ihtiyara şaşkın şaşkın bakarak: “Ne olmuş buralara?” diye sordum. “Bizden evvel gelenler para aramışlar… Namussuz gavurların paralarını nereye sakladıkları bilinmez ki..” Yerler keçi, koyun pislikleriyle doluydu. İhtiyar, bunu da izah etti: “Kış günü yukarı katlar soğuk oluyor, biz aşağıda oturur, hayvanları buraya kaparız. Pencerelere de birer çuval asarız… Ne yapacaksın, fıkaralık..” Sizin zeytininiz, inciriniz yok mu?” “Ne gezer… Bu köyde değil, Selçuk’ta bile ağacı olan kaç kişi var ki… Fukaralık… Biz sattık, üç dört beyin elinde toplandı… Biz onlara işçi gideriz… Pencereden bahçeye bakacak oldum, gözlerim kendiliğinden kapanıverdi. Eskiden kayısı, erik ağaçlarının sıra sıra dizildiği, ortasında bir duvar gibi dümdüz şimşir fidanlarının uzandığı, beyaz güllerin asma gibi evin duvarını sardığı, yolları çakıl döşeli bahçede şimdi bir köşeye yaslanmış ve eski kapılardan yapılmış bir tavuk kümesinden başka hiçbir şey yoktu. İhtiyara üstünkörü bir “eyvallah” savurarak merdivenleri ikişer ikişer indim ve sokağa fırladım. Ben geçerken, kadınların kapandığı odanın kapısı azıcık aralandı, dört beş yaşlarında, beyaza yakın sarı saçlı, kırmızı yüzlü, kara dişli bir çocuk üst dudağında tozlanmış ve kurumaya yüz tutmuş iki sümük çizgisiyle, sırıtır gibi beni süzdü, sonra içeri kaçtı. Sanki bütün bu günün yorgunluğu şu anda üzerime çöküvermişti. Dizlerim titriyor, sırtıma varıncaya kadar her tarafım sızlıyor, kafamın içi uğulduyordu. Dizginleri koluma geçirerek yürüdüm. Yollarda, tavuklar da dahil olmak üzere, her türlü hayvan pisliğinden, karpuz kavun kabuğundan, çeşit çeşit süprüntüden adım atacak yer yoktu. Evlerin su yolları, çukurları dolmuş, tıkanmış olacak ki, çirkefler kapıların altında açılmış deliklerden sokağa akıyor, orada bulduğu pisliklerin altında kaybolarak ortalığa keskin ve yapışkan bir koku yayıyordu. Eskiden dört beş gazinonun süslediği geniş, çınarlı meydanın bir köşesinde küçük bir kahve ile, önünde iki teneke masa gözüme ilişti. Yarım saat olsun dinlenmek üzere oraya gittim, hayvanı bir ağaca bağlayarak arkalıksız tahta iskemlelerden birine oturdum. Uzun boylu, uzun kır bıyıklı, ihtiyarlıktan hafif kamburlaşmış bir adam, karanlık kahveden dışarı çıktı. Beni baştan aşağı süzdükten sonra, kocaman yumruklarını, “Burada ne işin var?” der gibi masaya dayayarak sordu: “Kahve mi?” “Evet, sade olsun!” İri pabuçlarını sürüyerek gitti, biraz sonra iki fincan kahve ile birlikte geldi. Kendisi de bir iskemle çekip karşıma oturdu: “Hayır ola? İş için mi geldiniz?” O zaman bu adamı hatırlar gibi oldum, sorduğuna cevap vereceğim yerde, adeta yerimden fırlayarak: “Siz ne zamandan beri bu köydesiniz?” dedim. “Elli sene oluyor herhalde… Babam bu köye yerleştiğinde ben on beş yaşında vardım… Öyle ya… elli sene olacak.” Şimdi onu iyice hatırlamıştım. Otuz sene önce bu köyde oturan tek Müslüman, bu Giritli kahveciydi. O da bizim misafir kaldığımız yüzbaşıyı, çocuklarını, hatta beni ve kardeşimi hatırladı. Buraya hangi hayalin peşine takılarak geldiğimi öğrenince gözlerini yüzüme dikti, hiçbir şey söylemeden, o da aynı hayalleri arayıp bulmak istiyormuş gibi daldı. Sevgili bir ölünün başında bekleşen iki acılı insan gibi, konuşmaktan çekinerek, bir saat kadar karşı karşıya oturduk. Üç dört adım ötedeki hayvan kımıldadıkça nalların kaldırım taşlarından çıkardığı donuk, tok seslerden, bir de ulu çınarların yüksek dallarındaki hafif uğultudan başka artalıkta çıt yoktu. Gitmek için doğrulurken dayanamadım, daha çok kendi kendime söyler gibi mırıldandım: “Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak!” Karşımdaki, bir hakarete uğramış gibi yüzüme sert bir bakış fırlatarak adeta bağırdı: “Bizim ne kabahatimiz var be?” Eliyle kalktığım iskemleyi işaret etti, kabahatli bir çocuk gibi hemen oturdum. O, gözlerinin sert, fakat aynı zamanda dalgın bakışını hep üstümde tutarak, devam etti: “Buraya getirip oturttukları mübadillerin de kabahati yoktu. İskeçe’nin, Kavala’nın tütüncüleri… zeytinden, incirden ne anlasınlar? Ağaç dediğin bakım ister, masraf ister… Kıymetini bilmeyene nimetini verir mi? Muhacirler iki sene üst üste mahsul alamayınca ya kestiler, ya sattılar… Cahillikle fakirlik bir olmuş, Sultan Süleyman’ın mülkü dağılmış… Zaten tefviz (bir malı birine verme) işleri de seneler sürdü. Dünyanın dalavereleri döndü. Gelenlerin çoğu meteliksizdi. Para yedirip işlerini gördüremeyince hepsi bir yana dağıldı… Ne olacak? Rumeli’nde koca çiftlik bırakan adama yüz ağaç zeytin düşmedi de, köyünde bir baskısı olan burada üç fabrikaya sahip çıktı. Senin anlayacağın, hakkı olan alamadı, hakkı olamayan binlerce aldı. Ama onlara yaradı mı? Ne gezer!.. Anafor malın kıymetini bilmediler, yok fiyatına elden çıkardılar. Buraların eskiden kalma bir iki derebeyi vardı. Kimi İzmir’de, kimi Ankara’da oturur… hepsini onlar kapattı… Emvali metrukeden (sahipleri kaybolmuş mallar), ağacı on kuruşa, on beş kuruşa zeytin, incir bahçesi satın aldılar… ‘Malımı satmam!’ diye inat edenler de en sonunda boyun eğdi. Ne yapsın?.. Para da, devlet de ağaların elinde. Bunlarla baş olur mu?.. Patronlar istemedikçe, kimse ağacının meyvesini toplatacak işçi bulamaz. Çoluk çocuk kendisi toplasa, yağını çıkartacak fabrika bulamaz. Evvela dört senelik mahsulünü, sonra kökünü satar, alır başını gider. Önündeki teneke masayı ezmek ister gibi yumruğunu bastı, gözlerini uzun müddet etrafta gezdirdi, sonra devam etti: “Burası eskiden ne idi, şimdi ne oldu!.. Ama sebebi var. Eskiden burada oturan herkesin kendine göre malı vardı. İncirden, zeytinden ne alırsa burda yer, burda bırakırdı. Bütün bu gördüğün dağların, ovaların nimeti hep burda kalırdı. Şimdi buraların sahibi olan beyler, ne alıyorlarsa başka yere götürüyorlar. Apartman dikiyor, köşk alıyorlar. Otomobillere, karılara yatırıyorlar. İşçilik diye burada bıraktıkları, aldıklarının binde birini tutmaz. Kalanlar da bununla işte bu kadar geçinebilir… O senin bildiğin Çirkince de işte bu hale gelir… Cennet gibi yerler virane oldu diye gavurda keramet, Müslümanda kabahat arama!.. Eskiden buraların sahipleri burada yaşar, burada işlerdi. Sen sahipli memleketi sahipsiz eden beylerin yakasına yapış… Bir daha da öyle demin konuştuğun gibi konuşma… Bizim elimize geçen her yer neden böyle olsun? Burası bizim elimize geçti mi ki? Merak etme, milletin eline bir şey geçmedi; ovalar, dağlar üç beş fırsat düşkününün elinde toplandı… İşte o kadar…” Yerinden kalktı, önüne bakarak biraz durdu, sonra: “Haydi sana güle güle!” diyerek kahveye girdi. Bağladığım yerde huysuzlanmaya başlayan atı çözdüm, eski Çerkez eyerine atlayarak geldiğim yoldan geri döndüm. Gözlerimi hayvanın iki kulağı arasından ayırmamaya gayret ediyordum. Ovaya ininceye kadar neler düşündüm, hatırlamıyorum. Hayatımda kafamın içini bu derece bomboş bulduğum bir an yoktur. Selçuk’a varmadan önce ovada, tozlu yollarda, sağa, sola saatlerce dolaştım. Atı bazan kendi haline bıraktım, bazan çılgın gibi sürdüm. Nihayet, bütün vücudum sızlar bir halde, istasyona döndüm.. Vakit epeyce ilerlemiş olacaktı. İstasyon kahvesinde iki üç kişi oturmuş, domino oynuyorlardı. İhtiyar öğretmen bir köşede, çenesini bastonuna dayamış, uyukluyor gibiydi. Atın nal seslerini duyunca doğrulup bana doğru birkaç adım geldi. Ben yere atlayınca dizginleri elimden aldı, kahveci çırağına teslim etti: “Biraz gezdir de, kaşansın… Sonra eve götürürsün! Ocağa seslen de bize iki sade kahve yapsınlar…” Masanın başında bir müddet hiç konuşmadan oturduk. Sükutu ilk bozan o oldu: “Nasıl? Çirkince’yi gördünüz mü?” “Evet, gördüm!” Bu sözlerin ağzımdan bir küfür gibi çıktığını fark ettim, adamcağızı kırmış olmayayım, diye yüzüne baktım. Bana, “Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz” dediği zamanki gibi garip bir gülümseyişi vardı. Ağır ağır doğruldu: “Bendenize müsaade… Yaş ilerledi, uyku bastırıveriyor. Kahveci de ışıkları söndürdü. Bundan istiskal (hoşlanmadığını soğukça anlatma, yüz vermeme) çıkar… Mamafih siz yolcusunuz, tren vaktine kadar beklersiniz, zaten bir şey kalmadı.” Gitmek üzereyken durdu, tekrar bana döndü. “Müsaade buyurursanız” dedi, “zatıalinizi haddim olmayarak bir hususta tenvir (aydınlatma) edeyim. Teşrif buyurduğunuz köye hala Çirkince diyorsunuz. Halbuki orası artık Çirkince tesmiye (adlandırma) edilmiyor. Kaza kaymakamı ile parti erkan-ı devr-i cumhuriyette böyle güzel bir vatan köşesinin adını Çirkince olarak bırakmayı uygun bulmadılar, Dahiliye Vekaleti’ne müracaat ederek değiştirttiler. Şimdi oranın ismi Şirince’dir… Ya… Şirince…” Tekrar arkasını döndü, beni, bütün lambaları sönmüş olan istasyonda tek başıma bırakarak, bastonunu sürüye sürüye uzaklaştı. Sabahattin Ali, 1947 * EKLEYEN:Nurten B. AKSOY

  • Çocuklar Gibi

    Bende hiç tükenmez bir hayat vardı Kırlara yayılan ilkbahar gibi Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı Göğsümün içinde ateş var gibi Bazı nur içinde, bazı sisteyim Bazı beni seven bir göğüsteyim Kah el üstündeydim, kah hapisteydim Her yere sokulan bir rüzgar gibi Aşkım iki günlük iptilalardı Hayatım tükenmez maceralardı İçimde binlerce istekler vardı Bir şair, yahut bir hükümdar gibi Hissedince sana vurulduğumu Anladım ne kadar yorulduğumu Sakinleştiğimi, durulduğumu Denize dökülen bir pınar gibi Şimdi şiir bence senin yüzündür Şimdi benim tahtım senin dizindir Sevgilim, saadet ikimizindir Göklerden gelen bir yadigar gibi Sözün şiirlerin mükemmelidir Senden başkasını seven delidir Yüzün çiçeklerin en güzelidir Gözlerin bilinmez bir diyar gibi Başını göğsüme sakla sevgilim Güzel saçlarında dolaşsın elim Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim Sevişen yaramaz çocuklar gibi”

  • Kırlangıçlar I Sabahattin Ali

    Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan diğer kırlangıçlara bakmaya başladı. Başını hafif hafif sallıyordu. Derin düşüncelere daldığı belliydi. Söğüdün dalları hışırdadı. Bir erkek kırlangıç geldi, dişinin karşısındaki dala kondu. Kırlangıçlar arasında pek teklif yoktur. Uzun uzadıya takdim filan edilmeden konuşmaya başladılar ve pek az sonra da ahbap oldular. Evvela havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi birbirlerini yeni tanıdıkları zaman havadan sudan bahsetmek âdettir.) Fakat biraz sonra erkek bir iki dal ileri geldi, dişi daha az çekingen bir hal aldı. Muhabbeti kaynattılar. “Olur ya!” demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda, herkes dört tarafa koşup çalışırken bir söğüt dalında oturup yarenlik etmeleri gündelik işlerden değildir. Bizim kırlangıçların ikisi de antika mahluklardı, yani öteki kırlangıçlara benzemiyorlardı. (Başkalarına benzemeyenlere antika derler.) Evvela dişi kırlangıç lafı derin tarafından açtı: “Siz hiç çalışmıyorsunuz?” Başka bir kırlangıç olsa hemen: “Ya siz neden burada oturuyorsunuz?” diye ikinci bir sorguya kalkışırdı. Fakat bizimki derin derin içini çekti ve sustu. Ve dişi onun söylediği şeyleri anlıyormuş gibi başını salladı ve gözlerini aşağıda şıpırtıyla akan suya dikti. Bir müddet daha sustular. Erkek birdenbire gözlerini dişiye dikerek söze başladı: “Bakınız şunlara…” Ve aşağıda birbirini çaprazlayarak uçan ve dokuma tezgâhının mekiklerine benzeyen kırlangıçları gösterdi. “Bakınız şunlara… Sabah akşam demeden, yaz kış demeden çalışıyorlar. Ben bunlara çok kere sordum: Neden böyle durmadan uğraşıyorsunuz, dedim, cevap vermediler. Omuzlarını silkip yanımdan uzaklaştılar.” Dişi: “Birbirimize sen diye hitap etsek nasıl olur?” dedi. Erkek, okkalı sözlerine cevap olmayan bu lafı beklememekle beraber, bu tekliften hoşlandı ve tekrar başladı: “Adeta utanıyorum…” dedi, “Bütün kuşları sıraya dizseler biz herhalde sonuncu gelmeyiz. Kılığımız, kıyafetimiz düzgündür. Aklımız, şu sabahtan akşama kadar avaz avaz bağıran bülbülden herhalde üstündür. Kanadımızı bir vursak en hızlı güvercinden daha çok yol alırız. Halbuki bütün kuşların en zavallısı bizmişiz gibi hiç durmadan didiniyoruz. Şu budala serçe bile üç günlük ömrünü keyifle geçiriyor da, biz, arasından uçtuğumuz ağaçları bile fark etmiyoruz.” Biraz durdu, dişiye doğru yandan bir göz attı: “Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: ‘Dünyada neler gördünüz?’ dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki…” Dişi, gözlerinin içi buğulanarak: “Ah” dedi, “tıpkı benim gibi düşünüyorsun.” Erkek cevap verdi: “Zaten seni burada tek başına görünce benim gibi düşündüğünü anlamıştım. Doğru değil mi ama? Şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?” Dişi tasdik eder gibi başını salladı: “Etrafımıza göz gezdirince” dedi, “ben de senin gibi, dört tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de bunlardan mıyım, diyorum, sonra da bunlardan değilim galiba, diyorum. Onlar da beni pek istemiyorlar. Ne yapayım, burada oturup etrafa bakıyorum. Siz de, şey, sen de gelmesen böyle yapayalnız bu yazı geçirecektim.” Akşama doğru lafları daha derinleştirdiler… Sonra ayrıldılar. Ve her gün buluşmaya başladılar. Aman yarabbi, neler konuşmuyorlardı!.. Eğer kırlangıçlarda kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu. Gitgide birbirlerine daha çok alıştılar. Çok kere dişi daha evvel gelir, gözlerini suya dikerek erkeği beklerdi. Bir gün çiçeklerden, bir gün yıldızlardan, bir gün öteki kırlangıçlardan bahsederlerdi. Hep düşünceleri birbirine uygundu. Yalnız her ikisinin de içinde gizliden gizliye büyüyen bir korku vardı: Bir gün gelip ayrılmak korkusu. Hiçbirisi bu korkusunu ötekine söylemeye cesaret edemiyordu. Kim bilir, belki öbürünün yanlış anlayacağından çekiniyordu. (Çünkü içten duyulan şeyler hep yanlış anlaşılır.) İçlerinde bu ayrılık korkusu büyüdükçe bunu münasip bir şekilde diğerine söylemek için düşünmeye başladılar. Mesela: “Hiç ayrılmayalım, olmaz mı?” demek vardı, fakat bu pek geniş manalı ve müphemdi. Nasıl ayrılmayalım?.. “Bir yuva kuralım!” deseler, bu da pek bayağı kaçacaktı. Hem o zaman başka kırlangıçlara benzeyeceklerini sanıyorlardı. Dünyanın geçiciliğinden, gökyüzünün sonsuzluğundan, sulardan ve diğer kuşların yaşayışlarından bahsederlerken, gözleri birbirine hasretle bakar ve: “Birbirimizden nasıl ayrılacağız?” demek isterlerdi. Tesadüfün pek merhametli olmadığını ve birbirine böyle yakın olanları bir ikinci defa karşı karşıya getirmediğini biliyorlardı. Fakat konuştukları dil, diğer kırlangıçların diliydi ve bu dilde, söylemek istedikleri şeyleri söylemekten utanıyorlardı. Bu dil, onların içindeki şeylere uygun değildi. Yavaş yavaş gözlerine ve bakışlarına bir gamlılık çöktü. Dostluktan filan bahsederken, sesleri titriyor gibiydi; yahut onlar böyle zannediyorlardı. Fakat böyle zamanlarda hemen birinden biri, bir kahkaha atar ve işi alaya bozardı: İçi burkulduğu halde… Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya karar verdiler. Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin önünü kapattı. Erkek bu bakışı göremedi. Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler. Erkek ağzını açtı: “Senden hiç ayrılmak istemiyorum…” demek üzereydi ki, buvvv diye soğuk bir rüzgâr esti… Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi. Fakat her ikisi soğuk rüzgârın sesini duydular. Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurmak zamanının geçtiğini, sonbaharın geldiğini, ayrılacaklarını anladılar. İkisi de içini çekti. Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti: Sıcak yerlere dönüyorlardı. Ayrıldılar… Ve bir daha birbirlerini görmediler. Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki söğüdü ve orada geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutmadılar. Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara tepeden baktılar… (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense tepeden bakarlar.) SABAHATTİN ALİ #EDEBİYAT #SabahattinAli #PazarÖyküleri

  • Aldırma Gönül Aldırma

    Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül, aldırma Dışarda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Seni bu sesler oyalar Aldırma gönül, aldırma Görmesen bile denizi Yukarıya çevir gözü Deniz dibidir gökyüzü Aldırma gönül, aldırma Dertlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla Allah'a Görecek günler var daha Aldırma gönül, aldırma Kurşun ata ata biter Yollar gide gide biter Ceza yata yata biter Aldırma gönül, aldırma / Yukarıdaki şiiri Sinop Cezaevi'nde hapiste yazdı Sabahattin Ali. Sabahattin Ali, aslen Trabzon kökenli İstanbul'a göç etmiş bir aileye mensuptu. Büyükbabası Bahriye Alay Emini Oflu Salih Efendidir. Onun gibi Trabzon kökenli olan Nihal Atsız da bunu doğrular. Yazarın babası Ali Selahattin Bey (1876-1926) Gümülcine / Eğridere'de zabit olarak çalışırken kendisinden on altı yaş küçük olan Hüsniye Hanım'la tanışır ve evlenir. Eğridere'de doğan Sabahattin Ali, ilk hikâye ve şiir denemelerine Balıkesir'de başladıktan sonra İstanbul'daki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle ilk kez Akbaba ve Çağlayan dergilerinde şiirlerini yayımlattı. Anadolu'da kısa süre öğretmenlik yaptıktan sonra Türk devleti tarafından dil eğitimi için Almanya'ya gönderildi. Türkiye'ye döndüğünde Almanca öğretmeni olarak göreve başlasa da önce komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklandı, ardından ise Türk devlet yöneticilerini eleştirdiği iddiasıyla yeniden tutuklandı. Bu dönemde memurluktan ihraç edildi ancak Atatürk hakkında yazdığı bir şiirden dolayı yeniden devlet kurumlarında görevlendirildi. Ayrıca kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de Esirler adlı bir oyun kaleme aldı. Hayatının son yıllarında Türk milliyetçileriyle yaşadığı tartışmalarla da öne çıktı, özellikle Türkçü-Turancı yazar Nihal Atsız ile yaşadığı gerilim giderek artarak Irkçılık-Turancılık davasının bir parçası oldu. Bu dönemde Aziz Nesin'le beraber çıkardığı Markopaşa dergisinde siyasileri eleştirmesi yüzünden çeşitli davalarla uğraşmak zorunda kaldı. Hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye'den ayrılmak istedi ve Bulgaristan sınırını geçmek isterken öldürüldü. Kendisine kaçma girişiminde rehberlik eden Ali Ertekin tarafından sözde milliyetçi gerekçelerle öldürüldüğü söylenir. /

  • Mayıs

    Mayıs, ayların gülüdür, Taze bir çiçek dalıdır, İçerim ateş doludur; Mayıs‘ta gönlüm delidir. Yeşil dağlara göçülür, Kırmızı şaraplar içilir; Yarim dökülüp saçılır, Mayıs‘ta gönlüm delidir. Göklere karşı yatılır, Dertlerimiz unutulur; Eski sevgiler atılır; Mayıs‘ta gönlüm delidir. Uzakta kuşlar seslenir; Gönlüm genişler beslenir; Yaşamaya heveslenir, Mayıs‘ta gönlüm delidir. Yumuşak rüzgarlar eser; Çimenlerde yarim gezer, Yanılır, bana gülümser; Mayıs‘ta gönlüm delidir. #SabahattinAli #EDEBİYAT #ŞİİR

  • Leylim Ley

    Döndüm daldan düşen kuru yaprağa Seher yeli dağıt beni kır beni Götür tozlarımı burdan uzağa Yarin çıplak ayağına sür beni Aldım sazı çıktım gurbet görmeye Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye Ne lüzum var şuna buna sormaya Senden ayrı ne hal oldum gör beni Ayın şavkı vurur sazım üstüne Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne Ay bir yandan sen bir yandan sar beni Yedi yıldır uğramadım yurduma Dert ortağı aramadım derdime Geleceksen bir gün düşüp ardıma Kula değil yüreğine sor beni Sabahattin Ali

  • DEĞİRMEN

    DEĞİRMEN / SABAHATTİN ALİ Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım? Görülecek şeydir o... Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar... Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Hâlbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır... Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere? Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşların kâh yükselen, kâh alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar, gıcırdar. Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek istemem. Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi? Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa. Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı? Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi? Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir. Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor. Peki, ama bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir? Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun? Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu? Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin? Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim... Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o? Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin? Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun... Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler. Dinle adaşım, sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım... Bir gün -karların erimeye başladığı mevsimdeydi- bütün çergi, -otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek- Edremit tarafına doğru göçüyorduk. Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı. Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı. Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum. İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu. İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı. Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Burada sergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden, değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu. Daha çadırları kurmadan Atmaca, klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmaya başladı. İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu. Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikâyet ettikleri halde bizi gene severler. Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti. Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk. İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı. Atmaca tabii en baştaydı... Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır. Bir kere heybetli delikanlıydı: Yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrık burnu... Bunun için biz ona Atmaca derdik... Başı, geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi... Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun çalgısı söylenirdi. Başka Çingene'ler gibi çalmazdı o, adaşım: Bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti; sonra içliydi... Sanırdın ki, klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan doğruya yüreğinden veriyor. Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik. Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi... Hâlbuki çalgı çalarken büyük gözlerde -oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi- bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında -bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan- birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük. Çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sezdirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü? Onu bu dünyaya bağlayan şey neydi? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu? Ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi. Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı. Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber büyük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu. Değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi. Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi, dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. Ve bu onu insanlardan ayırıyordu. Düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu. Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi... Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle bakmıştı. Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu. Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi. Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı... Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız, değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun, şikârı (avı) oldu. Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağı sarmıştı... Yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim... Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi... Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik... Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı. Atmaca'nın kanatları düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını, parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce, bu işin böyle gitmeyeceğini anladım... Bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu. Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı: -Seviyorsun! dedim. -Öyle...- dedi. -Ne yapacaksın? Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi; uzun uzun baktı, birdenbire: -Sen bizim çeribaşımızsın- dedi, -gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın, dirayetin bütün Çingene'lerden üstündür. Sana açılmalıyım... Gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeye başladı: -Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki, arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim; yedi köye hükmeden eşraf bana gelip: “Kızım senin için yataklara düştü, Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!” diye yalvardılar da, gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam... Hâlbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. "Gel;" dedim, "beraber kaçalım." Acı acı güldü, "Ağam," dedi, "ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: "Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?" -Tekrar gözyaşları boşandı: 'Olmaz' dedi, 'düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git! Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi: -Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: 'Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?' demek isterse, ben ne yaparım? Her sözümden, her tavrımdan alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider... Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok, akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk... Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil! Sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormaya, hatta teselli etmeye kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, ne de o söyleneni duyardı. Koluna girip çadıra kadar götürdüm. İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım, Atmaca'nın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım. Bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca'yı ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu. Günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı. Ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı. İhtiyar ve tecrübeli Çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca'nın imdadına çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı. Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu. Bir gün Atmaca yanıma sokuldu. -Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum! dedi. Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim. -Değirmenin içinde çalacağım!- dedi. -Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?- Tuhaf tuhaf güldü: -Korkma! - dedi, -Klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi. Yağmur akşama doğru sahiden arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu. Hepimiz değirmenin içine dolduk. Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı. Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu. Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu. Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi: Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı. Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam. Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu. İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kâh yalvarıyor, kâh hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu. Alacakaranlıkta Atmaca'nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı, genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine... Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmaya bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur... Bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu. Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca'nın ayağa kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı. Herkes doğrulmuştu. Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı... O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kâh esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kâh dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu. Bu bakış ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici; bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı. Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk... Heyhat adaşım, çok geçti. Atmaca yerinden fırlayan ve -iş işten geçti- demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu. Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı. İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikâyesi. Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda-gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir. 1929 * maviADA'da yer alan Sabahattin ALİ yazılarını okumak isterseniz resme tıklayın

  • Dülger Balığının Ölümü

    / Dülger Balıgının Ölümü / Sait Faik Abasıyanık / Öykü / Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pullan kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar? Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ve şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz. Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet saçarmış. Bir Fenikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır, atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balı*ğının adından bembeyaz kesilirmiş. Isa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. “Ne oluyorsunuz?” diye sormuş Balıkçılar: “Aman!” demiş. “El aman! El aman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.” Isa, yalın ayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş… O gün bugündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli; fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı. Bütün bu alet ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır. Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının. Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir o-yundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına. Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlama almamaya çalışıyordu. Belki de bu, harikulade tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, hem de beyaz kesilmeye giden bir hâl almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeye; dikkatli bakmaya lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım. Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da gitgide, saniyeden saniyeye pek belli bir hâlde beyazlaşmaya başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu. Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüzeye doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla aletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti: Dülger balığının ölüm hâli uzun sürüyor. Sanki balık, su hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması mümkündür gibime geldi. Bu iki saat süren ölüm hâlini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum. Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizde böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz, içinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzlan, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar hâlini bulacak. Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar hâline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız. *** Sait Faik Abasıyanık: (18 Kasım 1906, 11 Mayıs 1954) Öykücü, şair,romancı... Cehov öykü tarzının en iyi temsilcilerindendir. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından sayılan Abasıyanık, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası sayılır. Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, Mahmut Şevket Esendal'la birlikte durum öyküsünün bizdeki temsilcisi olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğinin olay kurgusu dışında doğayı ve insanları basit, samimi, iyi ve kötü yanlarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı. Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı. Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile kaynaştırdı. Yazarın, anlık heyecanlarını yansıtan izlenimci bir tarzı vardır. Ölümünün ardından Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülen yazar adına her sene öykü ödülü de verilmektedir

  • Hediye

    Bir dolar seksen yedi sent. Ne bir eksik ne bir fazla. Bunun altmış senti de bozukluktu. Bu bozukluklar bakkalla, manavla, kasapla içten içe duyulan bir mahcubiyetle yapılmış pazarlıklardan gıdım gıdım elde edilmişti. Della parayı üç kez saymıştı. Bir dolar seksen yedi sentti ve öbür gün Noel’di. Küçük, eski püskü yatağa kendini atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Della da öyle yaptı. Bu, hayatın gözyaşlarından, hıçkırıklardan ve kahkahalardan, ama en çok da hıçkırıklardan ibaret olduğunu düşündürtüyordu insana. Evin hanımı hayatın bu basamaklarından ikincisine yavaş yavaş geçerken biz de eve şöyle bir göz atalım dilerseniz. Burası haftalık kirası 8 dolar olan mobilyalı bir apartman dairesi. Dairenin öyle tarif edilecek müthiş bir tarafı yok, ama ayaktakımına sorsanız anlata anlata bitiremezlerdi herhalde. Aşağıdaki giriş holünde mektup görmeyen bir posta kutusu ve tek bir ölümlünün parmağının değmediği bir zil düğmesi vardı. Bu düğmenin hemen yanında, üzerinde “Bay James Dillingham Young” yazan bir kart bulunuyordu. Bu “Dillingham” yazısı, bu adın sahibinin haftada 30 dolar kazandığı o eski, bolluk dönemlerinde iki dirhem bir çekirdekti. Şimdi, yani sahibinin haftalık kazancının 20 dolara düştüğü bugün “Dillingham” yazısı adeta D harfi şeklinde iyice kısalmayı düşünüyormuşçasına silik görünüyordu. Ama Bay James Dillingham Young ne zaman eve gelip de yukarıdaki dairesinin kapısına ulaşsa, az önce size Della adıyla tanıtılan Bayan James Dillingham Young tarafından “Jim” adıyla ve kucaklanarak karşılanırdı. Bunların hepsi iyi, güzeldi. Della’nın ağlaması bitti, ardından yanaklarını pudraladı. Pencerenin yanına gitti ve dışarıda gri bir avlunun gri çiti üzerinde yürüyen gri bir kediyi sıkıntılı bir ifadeyle seyretti. Yarın Noel Günü’ydü ve Jim’e hediye alabilmesi için hepsi hepsi 1.87 dolar para vardı elinde. Aylardır eline geçen her peniyi biriktirmiş ve ancak bu meblağı bulmuştu. Yirmi dolarlık haftalıkla ancak bu kadarı yapılabiliyordu. Harcamalar tahmin ettiğinden fazla olmuştu. Hep öyle değil midir zaten? Jim’e hediye almak için hepsi hepsi 1.87 doları vardı. Jim’i için! Nicedir ona güzel şeyler alacağını hayal ediyordu. Güzel, nadide ve değerli bir şey, Jim’e layık olmanın onurunu taşımayı hak etmeye en çok yaklaşmış bir şey. Odanın iki penceresi arasında bir boy aynası vardı. 8 dolarlık bir dairede de boy aynası görmüşsünüzdür. Son derece zayıf ve atik bir kişi aynadaki yansımasını hızlı bakışlarla boylamasına incelediğinde görünüşü hakkında oldukça doğru bir fikir edinebilir. İnce yapılı Della bu sanatta iyice ustalaşmıştı. Della aniden pencereden uzaklaştı ve aynanın önünde durdu. Gözleri pırıl pırıldı, ama yüzü yirmi saniyede rengini kaybetmişti. Ani bir hareketle saçlarını çözdü ve olağanca uzunluğuyla salıverdi onları. James Dillingham Young çiftinin müthiş derecede övündüğü iki mülkü vardı. Biri Jim’in ona babasından, babasına da büyükbabasından kalan altın saatiydi. Diğeri de Della’nın saçları. Saba Melikesi havalandırma boşluğunun karşısındaki dairede oturuyor olsaydı da Della kurutmak üzere saçlarını pencereden aşağı sarkıtsaydı, majestelerinin mücevherleriyle hediyeleri onun saçları karşısında anında iki paralık olurdu. Sultan Süleyman bodrumuna hazinelerini istiflese ve apartmanın kapıcısı olsaydı Jim ona kıskançlığından sakallarını yoldurtmak için yanından geçerken hep saatini çıkarırdı. Della’nın güzel saçları kahverengi şelale gibi dalgalı ve parlaktı ve adeta, üzerinden akıyordu. Dizlerinden aşağıya kadar uzanan saçları Della’nın üzerinde bir mücevher gibi duruyordu. Derken yine aynı şeyi yaptı, sinirli bir şekilde ve çabucak. Bir süre ayakta mütereddit ve sessizce dururken kırmızı renkli eski halının üzerine bir iki damla gözyaşı düştü. Eski kahverengi ceketini üzerine geçirdi; eski kahverengi şapkasını da başına. Gözlerinde hâlâ o aynı parlaklık, eteğini dalgalandırdığı gibi kapıdan dışarı seyirtti, merdivenlerden aşağı indi ve sokağa çıktı. Önünde durduğu dükkânın tabelasında şunlar yazıyordu: “Madam Sofronie. Her Nevi Saç Bulunur.” Della bir kat yukarı koştu, nefes nefese kaldı, kendini toplamaya çalıştı. İri, fazlasıyla beyaz tenli, soğuk biri olan Madam, “Sofronie” adının çağrıştırdığı o zarafetten çok uzaktı. “Saçımı satın alır mısınız?” diye sordu Della. “Ben saç satın alırım,” dedi Madam. “Şapkanı çıkar, saçların nasıl, bir görelim.” Kahverengi şelale dalgalanarak aktı. “Yirmi dolar,” dedi Madam, bu tür hareketlere alışkın eliyle saçları tartarak. “Verin hemen,” dedi Della. Sonraki iki saati kanatlanarak geçti. Ama ağızlarda sakız olmuş bu metaforu geçelim bir kalem. Jim’in hediyesi için dükkânları didik didik etti demekle yetinelim. Sonunda aradığını buldu. Bu, Jim için biçilmiş kaftandı, başkası için değil. Dükkânların hiçbirinde bir benzeri yoktu ve girilmedik dükkân bırakmamıştı Della. Sade, şık platin bir saat zinciriydi bu ve her iyi şeyde olduğu gibi, süsle değil gerçek değeriyle kendini gösteren bir zincirdi. Tam o ‘saat’e layık bir zincirdi. Onu görür görmez Jim’in olması gerektiğini anlamıştı. Zincir onun gibiydi. Sessizlik ve değer, bu tanım ikisine de uyuyordu. Ona yirmi bir dolara mal olmuştu zincir. 87 sentle eve koşturdu Della. Saatinde bu zincirle birlikte Jim herkesin içinde saatin kaç olduğuna hiç çekinmeden bakabilecekti. Saat kaliteli bir saatti kaliteli olmasına, ama Jim zincir yerine taktığı deri kayış yüzünden ona göz ucuyla bakardı. Della eve vardığında mutluluk sarhoşluğu biraz geçti, onun yerini ihtiyat ve basiret aldı. Bigudilerini çıkardı, gaz ocağını yaktı ve sevgi katılmış cömertliğinden kaynaklanan tahribatları giderme işine verdi kendini. Bu daima büyük bir iştir sevgili dostlarım, dev bir iş. Kırk dakika içinde tam anlamıyla haylaz bir öğrenciye benzemesine neden olan iç içe geçmiş minik kıvırcıklarla dolmuştu başı. Aynada kendine baktı, uzunlamasına, dikkatle ve eleştirel bir gözle. “Jim ikinci kez bakmadan beni öldürmezse şayet, benim Coney Adası’ndaki koro kızlarına benzediğimi söyleyecektir. Ama ne yapabilirdim, bir dolar seksen yedi sentle ne yapabilirdim?” dedi Della kendi kendine. Saat yedide kahve hazırlandı ve tava, doğranmış malzemeleri pişirmek üzere kızgın ocağın arka tarafında yerini aldı. Jim hiç geç kalmazdı. Della saat zincirini avucunun içine aldı ve Jim’in her zaman içeri girdiği kapının yanındaki masanın kenarına oturdu. Sonra onun merdivenlerin ilk basamaklarında çıkardığı, derinden gelen ayak seslerini duydu ve bir an yüzü bembeyaz kesildi. Günlük, basit şeyler için mırıltıyla kısa dualar okuma alışkanlığı vardı, bu sefer de, “Lütfen Tanrım, beni yine güzel görmesini sağla,” diye mırıldandı. Kapı açıldı, Jim içeri girdi ve kapıyı kapadı. Zayıflamış ve çok ciddi görünüyordu. Zavallı çocuk, henüz yirmi iki yaşındaydı ve bir ailenin sorumluluğunu üstlenmişti! Yeni bir paltoya ihtiyacı vardı, eldivenleri de yoktu. Jim, bıldırcın kokusunu almış bir av köpeği kadar kımıltısız, kapıdan içeri girdi. Gözleri Della’ya sabitlenmişti. Bu gözlerde Della’nın okuyamadığı bir ifade vardı ve bu onu korkuttu. Bu ifade ne öfkeye, ne şaşkınlığa, ne hoşnutsuzluğa, ne dehşete ne de Della’nın hazır olduğu herhangi bir duyguya işaret ediyordu. Jim gözlerinde o ifade, bakışlarını sabitlemiş ona bakıyordu. Della kıvrıla büküle masadan kalktı ve Jim’in yanına gitti. “Jim sevgilim, bana öyle bakma,” dedi ağlamaklı bir sesle, “Saçımı kestirip sattım, çünkü sana hediye alamasam bu Noel bana zehir olurdu. Nasıl olsa kökü bende, büyürler yine; buna aldırmazsın değil mi? Bunu yapmak zorundaydım. Saçlarım çok hızlı uzuyor. Bana ‘Mutlu Noeller!’ de Jim, unutalım bunu. Ne kadar hoş, ne kadar güzel ve cazip bir hediye aldım sana, inanamazsın.” “Saçını mı kestirdin?” diye sordu Jim, güç bela, zihnini zorladığı halde aşikâr gerçeği bir türlü kavrayamıyormuşçasına. “Kestirdim ve onları sattım,” dedi Della. “Benden böyle de hoşlanmaz mısın? Saçım olmasa da ben yine eski benim, değil mi?” Jim merakla odayı süzdü. “Saçlarının gittiğini mi söylüyorsun bana?” dedi ahmakça bir ifadeyle. “Aramana gerek yok,” dedi Della. “Sattım diyorum sana, sattım, saç maç yok artık. Noel arifesindeyiz sevgilim. Bana iyi davran, çünkü saçlarımı senin için kestirdim.” Sonra ciddi ve tatlı bir sesle, “Başımdaki saçlar belli bir sayıda olabilir, ama sana olan aşkımı sayılara vuramazsın,” diye ekledi. “Yemeği koyayım mı Jim?” Jim dalgınlıktan çabuk sıyrıldı. Della’sına sarıldı. On saniye kadar diyelim, karşısındaki anlamsız nesneyi büyük bir dikkatle inceledi. Ha haftada sekiz dolar ha yılda bir milyon dolar, arada ne fark var? Bir matematikçiye veya nüktedana sorsan yanlış cevap verirdi. Büyücü değerli hediyeler getirmişti, ama getirdiği şeyler arasında bu yoktu. Bu karanlık ifade biraz sonra aydınlığa kavuşacak. Jim paltosunun cebinden bir paket çıkardı ve masanın üzerine attı. “Bana haksızlık etme Dell,” dedi, “Bir saç kesiminin, bir tıraşın veya şampuanın sevgilimi daha az sevmeme neden olması düşünülemez bile. O paketi açarsan neden bir süre kendime gelemediğimi anlarsın.” Beyaz parmaklar paketin sicim ve kâğıdını çarçabuk parçaladı. Sonra esrik bir sevinç çığlığı duyuldu, sonra bunun yerini hemen kadınlara özgü o histerik gözyaşlarıyla inlemeler alarak evin direğini sahip olduğu tüm yatıştırıcı güçleri seferber etmeye mecbur etti. Della’nın önünde o taraklar duruyordu, arka arkaya ve yan yan sıralanmış vaziyette, Broadway’de bir dükkânın vitrininde görüp çok beğendiği o tarak seti. Güzel taraklar, kenarları taşlı bağa taraklar, tam da o giden güzel saçlara layık. Bunlar pahalı taraklardı, bunu biliyordu Della, bir nebze olsun sahipleneceği ümidine kapılmadan yüreği onları şiddetle arzulamış, onları çok istemişti. Şimdi ona aittiler, ama şiddetle arzulanan bu ziynetin şereflendireceği o bukleler yoktu artık. Della onları bağrına bastı, neden sonra o kederli gözlerini kaldırdı, gülümsedi ve “Saçlarım çok hızlı uzuyor, Jim!” dedi. Derken Della ateşten yanmış küçük bir kedi gibi aniden yerinden fırladı ve “Ah! Ah!” diye çığlık attı. Jim henüz o güzel hediyesini görmemişti. Della avucunu açarak hediyesini uzattı. O donuk, değerli metal Della’nın parlak, canlı ruhunu yansıtır gibi pırıl pırıl parlıyordu adeta. “Yaman bir şey, değil mi Jim? Onu bulmak için şehrin altını üstüne getirdim. Artık hiç çekinmeden saatine istediğin kadar bakabilirsin. Saatini ver bakayım. Nasıl duracak merak ediyorum.” Jim onun dediğini yapmak yerine kanepeye attı kendini, ellerini başının üzerinde kenetledi ve gülümsedi. “Şimdilik şu Noel hediyelerimizi bir kenara bırakalım ve bir süre onlarla ilgilenmeyelim,” dedi Jim. “Bunlar hediye olarak kullanılamayacak kadar güzel şeyler. Saati taraklarını alabilmek için sattım. Şimdi tüm bunların olmadığını ve yemeği koyduğunu farz edelim.” * 0.HENRY O. Henry, (d. 11 Eylül 1862, Kuzey Carolina - ö. 5 Haziran 1910, New York) ABD'li yazar William Sydney Porter'ın takma adıdır. Yazar özellikle yazdığı öykülerin şaşırtıcı sonları ile ünlüdür. Kuzey Carolina'da Greensboro kasabasında doğdu. Doğduğunda aldığı ikinci ismi Sidney'in yazım şeklini 1898 yılında Sydney olarak değiştirdi. Fizikçi olan babası Dr. Algernon Sidney Porter (1825-1888); annesi ise Mary Jane Virginia Swaim Porter (1833-1865) idi. Babası ve annesi 20 Nisan 1858 yılında evlenmişlerdir. William üç yaşındayken annesini veremden kaybetmiş ve ardından babasıyla birlikte babaannesinin yanına taşınmıştır. Çocukluk yıllarında Porter, klasiklerden ucuz romanlara kadar her şeyi okuyordu.1876 yılında Porter, halası Evelina Maria Porter'nın ilköğretim okulundan mezun oldu. Daha sonra Lindsey Street Lisesi'ne kaydını yaptırdı. Halası ona on beş yaşına kadar vasilik etti. 1879'da, amcasına ait bir eczanede çalışmaya başladı. 1881'de on dokuz yaşında eczacılık ruhsatı aldı.1882 yılının Mart ayında Porter, Dr. James K. Hall ile birlikte Texas'a taşındı. Bir mandırada toplam yedi yıl çalıştıktan sonra emlakçılık ve proje ressamlığı yaptı. Evlendikten sonra hesaplarında bulunan bir yolsuzluk nedeniyle işine son verildi. Yerleşmek üzere gittiği Houston'da Houston Post gazetesinde çalışmaya başlayan Henry, hakkında açılan davaya girmeyerek Honduras'a gitti. Eşinin rahatsızlanması üzerine iki yıl sonra dönerek yargıç karşısına çıktı. Kaçması nedeniyle üç yıl fazla ceza alarak Colombus cezaevinde hapsedildi. Buradaki bir gardiyanın isminden edindiği takma adıyla öyküler yazmaya başlayan Orrin Henry, cezaevinden çıkınca Pittsburg'a gitti.1902 yılında bir yayınevinin çağrısı üzerine New York'a yerleşti. Orada bulunduğu süre içerisinde 381 adet kısa hikâye yazdı. New York World Sunday Dergisi için haftada bir hikâye yazmaya başladı. Hikayelerindeki ilginç sonlar okurları tarafından beğeniyle karşılandı. Porter 1907 yılında North Carolina'yı ziyaret ettiğinde karşılaştığı çocukluk arkadaşı Sarah (Sallie) Lindsey Coleman ile evlendi. Yazar, dergilerde yayınlanan öyküleriyle gösterdiği başarıya rağmen aşırı alkol alıyordu. Bu nedenle 1908 yılında sağlığı kötüye gitmeye başladı. Bu durum yazdığı öykülerde de etkisini göstermiştir. Eşi Sarah onu 1909 yılında terk etti. 1910 yılında yazar, kalp büyümesi ve şeker hastalığının da etkisiyle karaciğer sirozundan hayatını kaybetmiştir.Yalın dili, yayımlandığı çağı yansıtması, özentisiz kalemi ve doğal anlatımı nedenleriyle Amerikan edebiyatının en güçlü öykü yazarlarından biri olarak bilinen O. Henry'nin yapıtları, 1901 yılından sonra 10 cilt olarak yayımlanmıştır.

  • BELKİ BİR ÖYKÜ

    BELKİ İÇ DÖKÜŞ BELKİ BİR ÖYKÜ Erkek yerine kız olarak doğduğum için ne zaman acı çekmeye, kaderimi lanetlemeye başladım bilmiyorum. Ama bellek aynamdaki en sararmış fotoğrafımda bile bunun öfkesini, ezikliğini yansıtan duruş belirgin. Kız çocuğu olmak kadar aşağılık başka ne vardı ki? Daha beş altı yaşımdayken babamın usturasıyla sakal traşı olmaya kalkışımın (bereket en büyük abim tarafından görülüp, iyi bir dayakla kazasız belasız atlattım olayı), kız çocuklarıyla oynamak yerine yalnızlığı seçişimin kökeninde yatan aynı kanayan yaraydı. Bu iç kanama, benden istenmemesine karşın bir süreliğine de olsa (ilkokul son sınıf ve orta birde) kimi günler kara çarşaf giymeme, kendimi böylelikle kapatıp, örtmeye, bir günah, utanç unsuru olarak saklanmama yol açmıştır. Ama tüm çabalarımın boşunalığının farkındaydım: ‘kız’ olarak gelmiştim dünyaya. Ailenin altıncı çocuğuydum. Üç kız çocuğunun ölümünü gören annem, yaşayan iki erkek çocuğuna karşın benim kız olarak doğmam karşısında büyük bir korku ve üzüntüye kapılmıştı Nitekim korkmakta haklıymış. Doğuşumun akabinde hastaneden çıkıp gitmiş bir daha da annemi çıkartmak için geri dönmemişti babam. Kanımın her zerresinde hissetmem gereken öyle aşağılık bir şeydi kız olmak, ve bir giysi gibi çıkarıp atma şansım yoktu. Kaderimdi; tevekkül edecektim. Yapabileceğim tek şey babama ve ağbilerime itaat etmek, kendimi sevdirmeye çalışmaktı. Gerçekten de çocukluğum ve genç kızlığım boyunca yalnızca babamın herhangi bir başarımdan dolayı beni öpmesi, saçımı okşaması için ne çok çaba harcamışımdır. Secdeye her kapanışımda da beni huzuruna kabul ettiği, dua etme şansını bana verdiği için şükranlarımı, minnetimi sunuyordum Tanrıya. Her tesbih duasında, “Allahım günahlarımı affet et!” diye çekiyordum tesbih tanelerini.... Çok bunalıma girdiğim zamanlarsa Nazmi’yi, onun psikolojisini düşünüyor, avunmaya çalışıyordım. Nazmi mi? Nazmi, yalnız yaşayan bir garip kişi. Garip kişi; ancak dışardan bakan hiç kimsenin, onun yaşamını tek göz bir gecekonduda sürdürmek, annesinden kalan yetim maaşıyla geçinmek zorunda olduğunu anlaması mümkün değildir. Hep keyfi yerindeymiş güleryüzlülüğüyle insanın karşısına çıkan, karşısındakini alaycı bir bakışla süzen, elini kolunu yumuşak, yuvarlak savuruşlarla hareket ettirirken, çenesini yukarı diken, bir kaşını da kaldırıp göz altından insanların kendisine yönelik tepkisini izleyen, parlak tüysüz yüzü her zaman jilet kesikleriyle dolu bir adam. Her zaman çok temiz giyinirdi Nazmi. Jilet gibi ütülü olurdu ceketi, pantolonu. Sanki evden çıkmadan önce saatler boyu sokağa çıkmak için hazırlandığı hissini uyandırırdı. Boyuna ince bej çizgileri olan lacivert takım elbisesi içinde kolalı yakalı bembeyaz gömleği, sanki yeni alınmış gibi duran kravatı. Kravatının eğri ya da gevşek olduğuna hiç rastlamadım. Tiril tiril giysileriyle sessizce girer içeri, her zamanki yerine oturur, zarif bir şekilde bacak bacak üstüne atar, at yelesi gibi biraz da kabarık duran boyalı olduğunu sonradan anladığım parlak simsiyah saçlarını arada bir düzelterek, ince uzun parmakları arasında yakmasa da tuttuğu sigarasıyla, sanırım biraz da havasını atardı bize. Fısıltıya benzer bir sesle konuşurdu. Gerçek sesi nasıldı bilmiyorum. Konuşması sırasında sürekli kaçırırdı gözlerini. En büyük şikayetiydi yalnızlık. Özellikle de yemek için masaya oturduğumuzda açardı bu konuyu. Evinde tabii ki yemek yaptığını, ama oturup tek başına yemenin içine sinmediğini söyler, dert yanardı. Fakat bir açık kapı bırakmış olmamak için de evlenmekte geç kaldığını, ancak şöyle kırk yaşını geçmemiş, eli yüzü düzgün, helal süt emmiş, güzel, kibar, eh tabii ki ‘varidatlı’ ve daha önce evlilik yapmamış bir hanım bulunursa da düşünebileceğini söylerdi. Annem kahkahayı basar, “Ah Nazmi” derdi, “öyle birini bulsam ben de kaçırmam” Bir gün annem Nazmi’nin, laf aramızda, kadın olduğu sırrını verdi bana. O gün, belli etmemeye çalışarak inceden inceye süzmemin nedeni, gerçekten bir erkek olmadığı konusunda delil bulmak içindi. Annem Nazmi’nin gerçekte bir kadın olduğundan emindi ama o kadar alışmıştım ki bir erkek olduğu düşüncesine. Ve Nazmi’ye duyduğum hayranlığa yakın duygularım birden irtifa kaybetmeye başlamıştı. Bir kadın ha? Nazmi’nin o samimi, alçakgönüllü, sıcak, içten dostluğu bütün önemini, değerini yitirivermişti. Ya da çok fazla değer kaybetmişti. Bir zamanlar Nazmiye’ymiş adı. Annesi ölüp de küçük yaşta yetim kalınca erkek gibi giyinmeye başlamış. Kasketi kafasına geçiriş, o geçiriş. Gerçi annem de başkalarının yalancısı.Yoksa Nazmi’yi Nazmiye olarak gören kimse yokmuş. Erkek terliklerinin içinde adeta kaybolmuş, arada bir bol gelen terliğin düşmesiyle ortaya çıkan ince taraklı, minik ayaklarına bakar, tahmin yürütmeye çalışırdım. Zaten, ince, minyon vücuduna hiç yakışmazdı erkek terlikleri. Bir elini koltuk altında, sanki göğüslerini örter gibi tutar, öteki dirseğine dayanak yapar aynı zamanda, bir eli de çenesinin altında ağzını büze büze konuşurken vücut hatlarındaki yuvarlaklıkları hayal ederdim. Sanırım onu en fazla ele veren yeri, uzun ceketinin örtmesine karşın kendini belli eden bel ve kalça hatlarıydı. On üç on dört yaşlarımda geceleri herkes uyuduktan sonra çıkıp ıssız sokaklarda dolaşmaya başlamamda Nazmi’den aldığım cesaret de rol oynamış olabilir. İtaatsizliğimin, Nazmi’ye heveslenmekle ilgisi var mı yok mu bilmiyorum ancak sırtımda babamın ya da ağbimin takım elbiselerinden biriyle sokağa fırlamamın kendimce nedeni, sokakta özgürce yürüyebilmenin keyfini çıkartmaktı. Çünkü eşarbın, bacaklarıma dolanan pardösünün içinde kendimi bir hapishanede gibi hissediyordum. Okula giderken de, çarşıya inerken de kılığımdan utanıyordum. Bu giysiler, zavallılığımı pekiştiren unsurlardı sanki. Kurtulmak, sokaklarda başım dik dolaşmak istiyordum. Ağbilerimin özgürlüklerini kıskanıyordum deliler gibi. Benim için yasak olan hiçbir şey onlar için yasak değildi. Ve ben onlar için geçerli olmayan bana özel tüm yasaklardan nefret ediyor, aynı zamanda bunu düşünerek günaha girdiğim için de kendimi suçluyordum. Kötü bir çatışmadır o. İnsanın cehennemini kendi yaratması böyle bir şey. Ben bir kızdım. Sürekli olarak yüzüme vuruluyordu bu. Yaptığım her işte, her davranışımda, gelecekle ilgili tüm planlarımda karşıma çıkartılan vetoydu. Giysilerimden yürüyüşüme, konuşmama, gülümsememe, mimiklerime, jestlerime varıncaya tüm davranışımı belirleyip kısıtlayandı: hele de artık ergin bir kız olmuşken. Gelinlik çağına gelmiştim. Demeye getiriliyordu ki, yarının sağmal ineğiyim. Görevim kutsaldır: çocuk doğuracağım. Ve cennet tabii ki benim ayaklarımın altında olacak. Elbette kocamın icazetiyle. Ama tüm bu süsleyip püslemeler, erkeğin döl yatağı, kaburga parçası, zeka fıkarası ve tabii ki şeytanın soyundan gelen, onun eteğinden düşmüş bir kırpıntı olarak görüldüğüm gerçeğini örtemiyordu.. Ve bu horgörülmeye daha fazla dayanamadım. Psikolojik bir açıklaması mutlaka vardır: Karşıt olmayı deneyerek de intikam almak gibi. Nasıl mı? Bizimle aynı sokakta oturan bir arkadaşım vardı. Süslü püslü bir kızdı. Zaman zaman ona gitmeme izin verilirdi. Böyle günler büyük bir sevinçti benim için. Onlarda makyaj yapar, eteğimin belini kıvırıp boyunu kısaltır ya da zaten Mehtap’ın elbiselerinden birini sırtıma geçirir, annesinin peruğunu da kafama takar ve başka biri olurdum. Hatta o halimle çarşıya bile inerdik. Gözümde kocaman güneş gözlükleriyle asla keşfedilmemiştim. Tabii ki bu bir kaçıp bir yaklaşmalar, hem kaçıp hem karşı çıkıp hem ondan yana tavır almalar, iki farklı nokta arasında bir sarkaç gibi sallanıp duruşum kendime yönelik bir giyotindi aynı zamanda. Hep ruhumda taşıdığım bir giyotin. Suçluydum. Seçilmişlerden biriydim. Kadın olarak yaratılmamın nedeni suçlu olduğumun en başından bilinmesiydi. Böyle davranarak daha büyük suç işliyordum. Önceden görebiliyordu Tanrı çünkü ve ona göre bir kader biçiyordu. Kadın olmak buydu sonuçta. Nazmi kaçmakla küfre girmişti. Tanrının verdiği kimliği inkar etmişti. Onun yolundan yürüyemezdim, öteki yolu zaten kabul edemezdim. Alfa ve Beta; Düş ve Kabus’tu yaşadığım. Dramatik bir film seyrederken veya bir kitabı okurken, müzik dinlerken kontrolüm dışında gözlerimden yaşlar süzülmesinin temel nedeni, yakamı bırakmayan çaresizliğimdi. Kendime ağladığımı bilmeden ağladım kendime. Başkasına ağlar gibi kendime, kendime ağlar gibi başkasına ağladım. Başkasını savunur gibi kendimi, kendimi savunur gibi başkasını savundum. Ama sonuçta hep çaresiz kaldım. Ben suçluydum, evet. Gerçek kendim bu yüzden ortaya çıkamazdı. Kendimi sevdiğim ölçüde nefret edişimin, kurban edişimin ruhsal olarak bir türlü bir araya gelemeyecek, bütünleşemeyecek, birbiriyle uzlaşamayacak iki kişilikli olmaktan başka açıklaması var mı? Çıldıracağımı sanırdım, çıldırmak isterdim. Bu eksiklikle, tamamlanamayacağım duygusuyla yaşamak imkansızdı çünkü. Ama öyle bir bıçak sırtıydı ki bulunduğum yer, aynada baktığım yüzle buluşmamız her an gerçekleşebilirdi. O derin karanlık boşluğa yuvarlanmanın uçundan kaç kez döndüğümü hatırlamıyorum. Ölüm gibi değil, uçurum gibiydi. Dipsiz, sonsuz bir kara delik. Ve son anda kendimi geriye atardım. Ölümü denemek mi? Üstelik bunun en büyük günah olduğunu bile bile! Bedenlerimiz bize Tanrı’nın emanetiydi ve ona hiç zarar vermeden götürmek zorundaydık. Aynı biçimde can da bize Tanrı’nın emanetiydi ve onu da ancak ve yalnızca Tanrı alabilirdi. Ama buna rağmen denedim kendi kaderimi seçmeyi; hem de defalarca. Son intihar denememden sonra vardığım nokta belki de acı çekerek uzun bir intiharı gerçekleştirmenin daha zor olduğu, daha kahırlı olduğuydu. Ve dünya hepimize son derece zor, kahırlı yaşamlardan başka bir şey vaat edecek durumda değildi. Ve ben hep zor şeyleri sevdim, seçtim. *

  • Sevgililer Günü Çiçeği

    Dün 14 Şubat Sevgililer Günü idi. Ben evde “hiçbir şeyden habersiz” sakin sakin çalışırken bizimki öğle vakti işyerinden telefon etti. “Sevgililer günü kutlu olsun!” dedi. Dilinin altında ne olduğunu şıp diye anladım. “Sana ne alayım?” diye sordum. “Çiçek al” dedi. “Öğleden sonra bankaya gideceğim. Buralarda bir çiçekçi bulursam alırım” dedim. Hiç böyle kolay teslim olmazdım. Sabah sağ tarafımdan kalkmış olmalıyım. İki gün önce cebimdeki bütün parayı bulaşık makinesi tamircisine verdiğim için hiç param yoktu. Arabanın sigorta poliçesi de 1.300 lira tutmuş. Cumartesi onu da ödeyeceğimden bankamatikten yeteri kadar para çektim. Bankanın bulunduğu işyerinin önündeki bir parselde bahçıvan çiçeklerle uğraşıyordu. Bakıp bakıp iç geçirdim. “Kardeş dedim, bizimki çiçek istiyor. Senin çiçeklerin de çok güzel. Şuradan birkaç tanesini söküp bir demet yapasım geliyor.” Hiç oralı olmadı. “Metronun çıkışında satıyorlar” dedi. Tam o sırada karşıda “Çiçekçi” yazan bir levha gördüm. Belli ki bugün için demet yaptıkları çiçekler dükkânın dışına taşmıştı. “Kim bilir bunlar kaç paradır” diyerek yaklaştım. Benim gibi iki erkek müşteri daha sıra bekliyordu. “Kardeşler” dedim. “Bugün önemli bir gün. Hanımlarımız için hiç bir fedakârlıktan kaçınmamalıyız. Ne de olsa onlara çok şey borçluyuz. Yemeklerimizi yapıyorlar, evimizi temiz tutuyorlar…” “He valla” dedi birisi. Bugün çiçek götürmezsek akşam evde çıngar kopar. Demetlerden birini gözüme kestirdim. Çiçekçiye “Bu kaç para?” diye sordum. “70 lira!” dedi. Hayretten ağzım açık kaldı. “Daha ucuzu yok mu?” diye sordum. En ucuzu bunlarmış. Çiçekçilerden biri çiçeği yeniden sarıp sarmalarken bonkör bir adam edasıyla bir 100’lük uzattım. O sırada içerideki güllere gözüm ilişti. Merakımdan sordum: “Bunlar kaç para?” “Yüz lira” dedi, çiçekçi. Tek bir gül 100 lira! “Nerden geliyor bu güller?” “Amerika’dan!” Ağzım açık kaldı. Akşam üzeri, bizimki metroya binerken onu son durakta almamız için telefon ettiğinde ilk sözüm “Çiçek hazır!” oldu. Üzerimden bizim köydeki Ulucak Tepesi gibi büyük bir yük kalkmış gibiydi! Neme lazımdı? Eşim mi daha değerliydi, 70 lira mı? Bu yetmiş lira bir günlük fındık yevmiyesinden daha pahalıydı. Bununla bir köy düğünü davetlilerini doyuran 70 ekmek alınırdı. Ama olsun… Oldum olası, yaş günü, analar günü, babalar günü gibi kutlamalara içim ısınmadı. Ya çiçek masrafı çıkar, ya da dışarıda yemek zorunluluğu... Mısır ekmeği, kara lâhana ile büyümüş olan ben, çeşitli vesilelerle yaş pasta kesilmesine de her zaman karşı olmuşumdur. Hem pasta kandaki şekeri artırmaz mıydı? Buna rağmen geçmişte benim eşime çiçek götürdüğüm zamanlar olmamış değildir. Ben bu çiçekleri mağaza açılışları veya kongrelere gönderilen ayaklı çiçek tablalarından söküp demet yapmışımdır. İlk bakışta “Hangi dağda kurt öldü?” diyen bizimki, bu çiçeklerin saplarının kuru çalılar olduğunu görünce “Senden de ancak bu beklenir” der gibi surat asmıştır. Akşam, şehirde doğup büyümüş ressam akrabam Hakan, başka bir konuda telefon ettiğinde “Bugün eşine çiçek aldın mı?” diye sordum. “Evde bulunan bir çiçeği verdim” dedi. “Fark etmedi mi?” “Etmez mi, az daha demeti suratıma fırlatıyordu!” Şaka mı söylüyordu, yoksa bu huy akrabalıktan mı geçiyordu anlamadım. Şimdi ben köy çocuğu olup kentli kızlarla evlenmiş arkadaşlarımın Sevgililer Gününde ne yaptığını merak ediyorum. Köylülüğü hâlâ devam mı ettiriyorlar yoksa benim gibi ehlileştiler mi? (15 Şubat 2019)

  • Bir Kalbe Yaslanmak

    Son günlerde televizyonda sözlerini her duyduğumda beni rahatsız eden bir reklam var: Bir pırlanta reklamı. Pırlantanın bir sevgi gösterisi olduğunu bunu her kadının hak ettiğini söyleyen bir reklam. Yani kendisine pırlanta alınmayan kadınlar bunu hak etmiyor mu? Sevdikleri insanın gözünde değerli değil mi, diye düşündüren bir reklam. Sevgi acaba pırlanta hediye etmek miydi? Şimdi bu reklamı izleyen ama eşinin kendisine pırlanta almamasından mutsuz olacak çok kadın çıkacaktır biliyorum. Ülkemizde ve dünyanın çeşitli ülkelerinde kadına şiddetin kadın cinayetlerinin arttığı kadının adeta yok sayıldığı toplumlarda bir güne sığdırılan sevgi gösterilerinin yapıldığı göstermelik sevgililer günü… Diğer taraftan özellikle pandemi sebebi ile bazı mesleklerde adeta yoksulluk seviyesinde yaşam sürmeye çalışan günlük ihtiyaçlarını karşılayamayan, aylık kazancı borçlarını bile ödemeye yetmeyen aileler... Şimdi her gün televizyonda sosyal medyada eşine sevgilisine aldığı hediyeyi başkalarının gözüne sokan insanların yanında eşi sevgilisi tarafından pırlanta hediye edilmediği veya hiç hediye alınmadığı için kendisini özel hissetmediğini düşünün. Sevgi satılan bir şey mi? Yani bir pakete bir kutuya sığar mı? Sahi sevgi neydi? Sevgi iyi günde kötü günde beraber olmak. Ellerinden değil yüreğinden kucaklamaktı sevdiğini. Sevdiğin insanın kirpiğinin gölgesinde dinlenmekti. Şimdi artık sevgiler hem gösterişli kutulara girdi hem de adeta gösterişli ama kokmayan plastik çiçekler gibi sadece gösterişte kalıyor. Birbirlerini ömür boyu sevme sözü verenler şaşalı şatafatlı düğünlerle evlenenler daha bir kaç ay geçmeden mal mülk hırsına kapılıp kavga döğüş boşanma davalarına girişiyor. Birbirlerine aşkım canım diyenler en ağır hakaretleri savuruyor. Eskiden aşklar kağıtla kalemin birbirine sarılması gibi bir ömür boyu sürerken. Şimdi kopyala yapıştırma aşklar bir günde başlayıp bir gecede bitiyor. Artık Sevgilinin kaşı gözü değil sevilen. Kimse sevgi için sevdiği için emek vermiyor. Sevgi yürekten tene inmiş durumda. Bir yürekte bir aşk bitmeden yenisi çoğalıyor. Yüreklerde şehir trafiği gibi birbiri ile çarpışan aşklar çoğalıyor. Her izlediğimde beni etkileyen Cengiz Aytmatov’un romanından sinemaya uyarlanan “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmi gelir aklıma. Asya’nın yıllar sonra kendisini terk eden İlyas’la karşılaşmasında kendi iç sesi ile konuşması. Sevgi neydi? diye sorar kendisine Asya Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti… Asya aşık olduğu sevdiği ama kendisini terk edip giden İlyas’ı değil kendisini zor günde yalnız bırakmayan onu sahiplenen Çemşit’i seçecekti. **** Sabahattin Ali’nin “Değirmen” isimli hikayesini okuyanınız vardır. Öykü şöyle başlar “Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi? Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu… Ve onu herhalde çok kucakladın… Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir? Yahut sevgilin seni sevmiyordu… O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?.. Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir. Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?..” Hüzünlü bir öyküdür. Bir çingenenin aşkını anlatan öyküde aşkı ve sevgiyi okurken içini hüzünlü bir ürperti kaplar. “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır. Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun… Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun… Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler.” Sevdiği kızın sevgisini kazanmak için yapılan fedakârlık sevginin büyüklüğünü göstermektedir. *** Sevgiler sadece romanlarda öykülerde mi yaşanıyor? Sahi gerçek sevgiler halen var mı? Yoksa sadece gösterişli sözlerle içi boş sevgiler mi yaşanıyor. 14 Şubat babamın sonsuzluğa gidiş günü benim için sevdiğim iki insanın sonsuzlukla kavuşma günü. Annemle babamın birbirine olan sevgisi. Babam ilk gördüğünde 17 yaşında Boşnak kızının mavi gözlerine, güzel yüzüne vurulmuş. Birlikte üstlenmişler hayatın zorluklarını. On çocukları olmuş. Ama hepsini okutmak için emek vermişler. Bir ömür boyu sırtlarını birbirlerinin yüreklerine dayamışlar. Güzellikleri gelip geçmiş mi? Onlar birbirlerinin yüreklerinde dayanışmada yaşamışlar sevgiyi. Seni seviyorum demeden birbirlerinin gözlerinde bir tebessümünde mutlu olmuşlar. Babamın eve gelme saatinde of bugün yoruldum diyen babama ocağa veya soba üzerinde demlenen evin içine mis gibi sokaktan kokusu duyulan çayla eve hoş geldin deyip, sımsıcak bir bardak çayda seni seviyorumu sunmuşlar. Dayanışma içinde iyi günde kötü günde birbirlerinin yüreğinde çoğalmışlar. Sevdiği yemeği yapıp o yemeği yerken beraber mutlu olmuşlar. Hoşuna gidecek bir kıyafeti alması için tüm harcamalar içinden para arttırıp al bunu kendine harca demesinde mutlu olmuşlar. Bir ömür hayatı paylaşmışlar. 14 Şubatta buluştukları aynı mezarda birlikte sonsuzlukta uyuyorlar…. *** Sevgi neydi peki ? Birlikte yarınlara dair hayal kurmak o hayali birlikte yaratmaktı sevgi. Ektiğin ağacın büyümesini, meyveye durmasını, çiçeğin çiçek açmasını görmek bundan birlikte mutlu olmaktı. Hastayım dediğinde aman sen iyileş başka hiçbir şey önemli değil diyebilmekti. Sevgi fedakarlıktı bir ömür yürekte taşımaktı sevdiğini. Yani ne cafcaflı parlatılmış içi boş sözler ne de içine konulan parlak taşın olduğu içinde sevgi olmayan bir kutu değildi. *** Şöyle yazmıştım bir gün sevgiyi Yüreğime sordum bugün. Sevgi nedir diye? Dedi ki; Yüreğinle sarıyorsan, her zaman, Her yerde koruyorsan sebepsiz, Hiç karşılık beklemeden yüreğini seriyorsan üzerine, Sevinciyle yüreğin sevinçle doluyorsa, Zorluklarda hiç yılmadan mücadele edebiliyorsan, Bir gülümsemeyle sımsıcak ısınıyorsa için, Aynı yağmurda ıslanmaktan keyif alıyorsan, Bir dilim ekmeği tek başına yemeden bölüşüp paylaşıyorsan, Aynı bardaktan su içebiliyorsan, Güvenip yüreğini açıyorsan hiç korkmadan, Elele yürüyorsan zorlukların üstüne bir ömür boyu Gerçek sevgi işte budur. Sevgi emekle güzelleşir. Aşk ise sevgi hamurunda yoğrularak pişerek olgunlaşır tatlanır ve kalıcı olur. Sevgiyi bir güne veya bir kutuya sığdırmadan bir ömür yüreğinde taşıyanlara, sırtını bir birlerin kalbine dayayanlara selam olsun. Semihat Karadaglı/ 09.02.2021/ Ankara/ ızmir uçak yolculugunda

  • KARANLIKTA, KÖPEK HAVLAMALARI ARASINDA…

    Yukarıtepe köyüne ciple ulaştığımda hava çoktan kararmıştı. Köylüler yatsı namazına durmuş olmalıydılar. Fatsa’nın 88 köyünden biri olan Yukarıtepe’ye ilk kez gidiyordum. Muhtarın daveti üzerine, yarın yapılacak açık oturuma hazırlanmak için akşamdan gitmeyi uygun görmüştüm. Yanımda yarın açacağımız kitaplığa koymak üzere bir grup kitap da vardı. İleri Köy gazetesinin kampanyalarından biri olan “Köylere Kitaplık” kampanyasıyla bir köyü daha kitaplığa kavuşturacaktık! İlçenin hiç bir köyünde elektrik olmadığı halde, akşamları bütün köylerimiz gibi Yukarıtepe’nin üzerine çöken bu zifiri karanlık beni ürkütmüştü. Tek tük evlerden soluk lamba ışıkları görülüyordu. Muhtar Mahmut Ağlık’ın evini bulmam zor olmadı. O gece, konuğu oldum ve yarınki açık oturumu nasıl yapacağımızı konuştuk. Sabahleyin, getirdiğim kitapları, bir listesini de yaparak köyün tek bakkalına teslim ettik. Kitapları bir rafa da dizdik. Köylüler, bunları okuyacak, zihinleri genişleyecekti… Bu bir başlangıçtı tabii. Nerden başlasak kârdı. Fatsa’nın köylerinden Beyceli’de ilk kez üç yıl önce 1964’te bir kitaplık açmış, önce elimizdeki kitapların tamamını buraya bağışlamış, gazetelerin okuyucu köşelerinde yayımlanan çağrımız üzerine dışarıdan da kolilerle kitap gelmiş, kitap sayısını iki bine çıkarmıştık. Köye yol olmadığından bunları eşek sırtında köye taşımıştık. Şimdi hapisten bir türlü kurtulamayan Mehmet Kavala ile aynı taşıyan köylümüz, boş duran eski bir dükkânın çatısını onararak bu işe tahsis etmiş, evlerimizden tahtalar getirerek raflar yapmıştık. Yetişkinler değilse de okul çocukları okumaya pek meraklıydılar. Kitaplığı okul müdürü Meral Sarıhan’a emanet etmiştik. Ne yazık ki birkaç yıl sonra kitapların yerinde yeller esiyordu! Alan geri getirmemiş, bunları toplamak mümkün olmamış! 1977’de Hacettepe Üniversitesi Ders Araçları Servisi Günal Sarıhan’ın girişimiyle yeni bir yapı inşa ederek buraya yeniden kitaplar toplanmış, birkaç yıl sonra içinde kitap kalmadığından tabutluk haline getirilmiştir. Köylerde açılmış kitaplıklar hazin bir hikâyedir… Yukarıtepe Köyündeki açık oturuma dönelim: Köylüler açık oturum için okulunun bahçesinde toplandılar. Okuldan çıkardığımız sıraların çevresine sandalye ve bankları dizdik. Öğleye doğru ilçeden konuklar geldi. Kaymakam, mal müdürü, Ziraat Odası Başkanı, Jandarma komutanı ve il Daimi Encümen üyesi gibi yetkililer ciplerden indiler. Oturumu yönetmek üzere konukların orta yerine oturdum. Muhtar köyün sorunlarını anlattı. Yetkililer bu isteklere nasıl karşılık verebileceklerini, ellerindeki olanakları anlattılar. Köylülerden de söz alıp konuşanlar oldu. Gelenlere yemek çıkarıldı. Böylece birkaç köyde daha yapılmış ve yapılacak olan açık oturumlarımızdan biri daha sona erdi. İlçeden gelen konuklar da köylüler de memnundular. “BU ÖĞRETMENİ BİZE BIRAKMAZLAR” Ciplerle ilçeye dönerken İl Genel Meclis üyesi Hikmet Altıntaş, “Bu öğretmeni bize bırakmazlar” dedi. Benim valilik tarafından Fatsa’dan alınıp ilde daha önemli ve yetkili bir göreve atanma ihtimalinden söz ediyordu. Gerçekten de beni Fatsa’da bırakmadılar. Bakanlık Siirt’in bir köyünde öğretmenlik yapmamım daha uygun olacağını düşünmüş! Fakat bunun köylerde açık oturum yapıldığı, köylere kitaplıklar açıldığı, örnek muhtar seçimleri nedeniyle olduğunu sanmak yanıltıcı olur. 1965’ten 1967 güzüne gelinceye kadarki iki yıl içinde araya “istenmeyen” başka olaylar girdi. Fatsa köy önderleri Tefeciliğe karşı bir bildiri yayımladılar. Beyceli köylüleri yol sorununu dile getirmek için il merkezine kadar 92 kilometrelik iki gün süren bir yürüyüş yaptılar. Dahası Eylül başlarında Fatsa’da köylüler bir yoksulluk yürüyüşü de yapmasınlar mı? İktidar, 27 Mayıs bürokrasisini de tasfiye ediyordu. İleri Köy’ün ilk sayısına bir demeç vererek köycülük çalışmalarını öven Ordu Valisi Mustafa Karaer ve bu çalışmaları desteklemiş olan Fatsa Kaymakamı Sefer Cansu başka yerlere atanmışlardı. Ordunun iktidar partisi milletvekilleri, İleri Köy’ün basılmaması için matbaalara baskı yapıyor, peşime adam takılmasını ve hareketlerim hakkında kendilerine bilgi verilmesini istiyordu. İki yürüyüşün de tertip komitesine bazı cezalar verilerek devlet bu uyanış karşısında uyumadığını kanıtlıyordu. . Yerel eşraf ve hükümet, her şeyi hoş karşılayabilir de tabandan gelen böyle bir sınıf mücadelesine asla ilgisiz kalamazdı! Öğretmene verilebilecek en kolay ceza ile onu uzak diyarlara sürerek bu yöre ile bağını koparmaktı 27 MAYIS’IN RÜZGÂRI 27 Mayıs 1960’ta gençliğin ve muhalefetin de desteğiyle iktidara el koyan genç subaylar, bir devrim dalgasına da yol açmışlardı. Bu dalga 12 Mart 1971 karşı devrimine kadar sürdü. Her düşünce ve hareket, bulunduğu dönemin damgasını taşır. Fatsa’da İleri Köy Hareketi de 27 Mayıs hareketinin bir ürünüdür. Başlangıçta köylülerin yoksulluğu ve bilgisizliğini gidermek için ona yardım yollarını arayan bir hareket, giderek köylülerin örgütlenip bizzat harekete geçmelerini öngören bir sınıf mücadelesine evrilmiştir. Bu devrimci hareket Fatsa’ya iki koldan gelmiştir. 1963 yılında üniversiteli öğrencilerin kurduğu Fatsa Fikir Kulübü ile aynı yıl Beyceli’de kurulan Beyceli Kalkındırma Derneği. Fatsa’daki bu ilk devrimci uyanış, bazılarımız için devrimcilikte ilk staj yıllarımız oldu. Ne köy kitaplıkları, ne kurulmasına çalıştığımız Köy Kooperatifleri kaldı. Ama bu çalışmanın bize öğrettiği bir şey kalıcı oldu: Halkı harekete geçirmek için onları kendi sorunları konusunda örgütlemekten, yerel önderler yetiştirmekten başka yol yoktur. (19 Aralık 2020) Fotoğraf: 1964’te açılan Beyceli Okuma Odası Öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • HASAN BOĞULDU

    Kazdağı'nın Adalar Denizi'ne bakan yamaçlarından birindeki bir yörük obasına gidip dört beş gün kalacaktım. Edremit pazarına çıra ve bal satmaya geldiği zamanlar ahbap olduğum ve devlet kapısında birkaç ufak işine yardım ettiğim uzun boylu, aksakallı bir yörük beni davet etmiş: “Çadırda yatmayı gözün tutarsa buyur! Taze bal yersin, kana kana acı su içersin!” demişti. Ben ona, bir daha kasabaya indiği zaman yanına katılıp geleceğimi söylediğim halde, sıcak, rüzgârsız bir günün sabahında, aklıma esiverince, yalnız başıma yola düzülmüştüm. Yerini aşağı yukarı bildiğim obaya, uğradığım köylerde sora sora, öğleye kadar varacağımı umuyordum. Yüzlerce, belki binlerce senelik zeytin ağaçlarının arasında uzanan, çukur, iki yanı böğürtlen ve hayıtlarla örülü yolda ağır ağır yürüyordum. Arkamdan yükselen güneş, gölgemi araba izlerinin kıvrımları üzerine serip uzaklara kadar götürüyor; deniz tarafından yüzüme doğru esen hafif, fakat serin bir bahar rüzgârı, kasabadan uzaklaştığımı hatırlatıyordu. Kırağı yemiş toprak ve taze çimen kokusu etrafı kaplamıştı. Tarla kuşlarıyla serçeler, ötüşe ötüşe ağaçtan ağaca sıçrıyor, güneşin vurduğu yerlerden dalgalı bir buğu yükseliyordu. Kazdağı'nın eteklerindeki Zeytinli köyünün, bahçesi salkım söğütlerle gölgelenmiş havuzlu kahvesinde bir çay içip, Yüksekoba'nın yolunu sordum. Kahveci: “Hiç oraya varmadım ama bildiğime göre, Beyobası'nı geçtikten sonra Kızılkeçili Deresi boyunca dağa vuracaksın; patlakların yanına gelince soldaki bayıra tırmanıp yaylada bir kurşun atımı gideceksin!” dedi. Ne Beyobası'ndan, ne de patlaklardan haberim olmadığı için adamcağızın yüzüne garip garip bakmış olmalıyım ki, güldü ve ilave etti: “Yabancı adamın tek başına gideceği yer değil orası efendi. Dağlarda, ormanlarda yolunu sapıtıverirsin!” “Yok canım, sora sora bulurum!” “Kime soracaksın?.. Beyobası'nı geçtikten sonra insan göremezsin ki!” Cevap vermedim. Kahveci fincanı götürdü. Ben: “Acaba Edremit'e dönsem de bizim koca sakallı İsmail Baba'yı beklesem mi?” derken tekrar geldi: “İşin rast gidiyor efendi!” dedi. “Yüksekoba'ya giden var, sen de yanına katıl!” Hemen kalktım. Kahvenin önünde, yüzü güneşten yanmış, ince saç örgüleri sırtına dökülmüş, kanarya sarısı üçetekli giymiş bir yörük karısı vardı. Kahveci: “Hacer kız, efendi sizin obada Koca İsmail Baba'ya misafir gidecekmiş, götürüver!” dedi. Kadın yüzüme üstünkörü bir göz attıktan sonra: “Hadi yürü!” emrini verdi. Yüzünü bana çevirdiği sırada, bu yörük karısının henüz on sekiz yirmi yaşlarında bir kız olduğunu fark edip şaştım. O daima birkaç adım önde, ben arkasından yetişmeye çalışarak yola koyulduk. Kahveci gülümseyerek arkamızdan bakıyordu. Köyün dışına çıkıp zeytinlikler arasına dalınca Hacer sarı entarisinin eteklerini toplayıp beline soktu; alçak topuklu, kalın rugan ayakkabılarını çıkarıp heybesine koydu; toprak üzerinde çıplak tabanlarının izini bırakarak yürümeye başladı. Başındaki ince, oyalı yazmanın altında küçük bir bal kutusu gibi kabaran altınlı fesi, her adımda hafifçe titriyor; uzun boyu, heybenin ağırlığı ile azıcık öne eğiliyordu. Hiçbir şey konuşmadan bir saat kadar yürüdük. Birkaç meyve ağacının arasına serpilmiş beş on evden ibaret Beyobası'nı, biraz sonra da, ulu bir çınarın gölgesinde yıkılıp dağılmaya bırakılmış boş bir su değirmenini geçtik. Artık zeytinler bitmiş, çam ormanları başlamıştı. Gün ışığı vurmayan, gölgeli, loş bir boğaza iniyorduk. Karşımızda alabildiğine dik bir dağ yükseliyor, onun henüz gözümüzden saklı bulunan eteklerinden doğru, coşkun akan bir derenin uğultusu geliyordu. Hacer kız bir aralık başını çevirdi: “Dere boyundan gideceğiz. Suyu fazladır, bastığın yere mukayyet ol!” dedi. Kayalar arasındaki dik ve dar bir patikadan inince Kızılkeçili Deresi'yle karşılaştık. İki sırtın birleştiği dar boğazda kayadan kayaya atlayarak köpüren sular, kulakları dolduran büyük bir gürültü çıkarıyorlardı. Suyun kenarındaki dar yolda, çok kere taştan taşa atlayarak, yürümeye başladık. Kah derenin kıyısına kadar iniyor, kah tekrar sırta tırmanarak beyaz köpüklü çağlayanlara yüksekten bakıyorduk. Boğaz gittikçe darlaşıyor, iki yanda dimdik yükselen kayaların yarıkları arasından fırlayan kocaman çam ağaçları, yan yatmış bir halde, boşluğa uzanıyordu. Suların yalayıp parlattığı taşlarda çıplak ayaklarıyla seken Hacer'e yetişmek için güçlük çekiyordum. Dağdan yuvarlanıp derenin yolunu kapayan ev büyüklüğünde kayalar, yahut bir kayanın beri tarafındaki yumuşak toprağı oyan sular, dere boyunca yer yer büyük ve derin havuzlar meydana getirmişlerdi. Bir kararda durmayan aynalarına etraflarındaki iri çam veya çınar ağaçlarının gölgesi vuran ve suları içlerine çok kere birkaç adam boyu yüksekliğinde bir kayadan köpük köpük dökülen bu havuzlara her rastlayışımızda önümdeki kız başını çevirmeden: “Buna Deli Büvet derler!” Yahut: “Buna Kunduzlu Büvet derler!” diye izahat veriyordu. Boğazın biraz genişlediği bir yere yaklaştığımız zaman, kulaklarımı müthiş bir gürültü doldurmaya başladı. Hacer: “Sutüven'e geldik!” dedi. İki iki buçuk metre çapında bir borudan fırlıyormuş gibi bol ve coşkun akan sular, bembeyaz bir kayaya varınca birdenbire boşlukla karşılaşıyorlar, bir an, bir küçük an sanki duralıyorlar, sonra, geldiklerinden daha müthiş bir hızla derin bir çukura, sade köpük halinde dökülüyorlardı. Orada bir müddet kaynaşıyorlar ve çalkalana çalkalana sağa kıvrılıp, beyaz taşlar üzerinde sekerek, yollarına devam ediyorlardı. Kenara kadar sokulup aşağıya bakınca insanın yüzünü serin bir buğu sarıyor, ardı arası kesilmeyen bir gök gürültüsü iki yanda yükselen kayalık dağlarda uğultulu akisler bırakıyordu. Bu çağlayandan bahseden bir şiirin ilk satırları hep dudaklarımda idi: Bir kayadan duman duman, On yedi metre atlayan Dağ kokusiyle yüklü su... Akması tel tel ince saç, Düştüğü yerde üç kulaç, Mavi su, ak köpüklü su!.. Bir kenarda çömelip gözlerini bir bana, bir Sutüven'e çeviren kız, heybesini tekrar sırtladı. Dere boyunca, iki dağın gittikçe sıkışan yamaçları arasında, yeniden çıkmaya başladık. Menbaa yaklaştıkça dere artık akmıyor, çağlayanlar şeridi halinde, bir kayadan bir kayaya sıçrıyordu. Suyu aralarına alan kayalar bir yerde daralıp birbirlerine iki adım kadar yaklaşmışlardı; olanca hızlarıyla gelip bu cendereye giren sular, beş altı metre uzunluğundaki dar boğazdan görülmedik bir hırs ve süratle, ve simsiyah bir renk alarak geçiyorlar, kurtulduktan sonra da, kumlu ve çakıllı yataklarına serilip, beyaz kabarcıklı kahkahalar atarak fıkırdıyorlardı. Yolun adamakıllı çetinleştiği, iki taraftaki taşlara, çalılara, çam fidanlarına tutunmadan yürümenin güçleştiği bir yerde önümüze koskocaman bir büvet çıktı. Bir başından bir başı on beş adım vardı. Üç adam boyu kadar derin olan suyu yüksekçe bir kayadan dökülüyordu. Gövdesini dört kişinin zor kucaklayacağı bir çınar havuza doğru eğilmiş, kalınlı inceli dallarını suyun üstüne uzatmıştı. Şimdi boğazın alt başı hizasına gelen güneş, iri yapraklar arasından geçerek büvetin dibindeki süt gibi beyaz çakılları, iri kumları ışıldatıyordu. Döküldükleri kayanın dibinden başlayarak yer yer anaforlar yapıp kenarları dolaşan sular, havuzun alt başına gelince, birdenbire yollarını bulmuşlar gibi, geniş bir kayanın üstünden hızla geçerek akıp gidiyorlardı. Hacer kız burada hiç durmadan yoluna devam etti. Ben onun ardından yetişmeye uğraşırken, dönüp dönüp bu görülmemiş güzelliğe bakmaktan kendimi alamıyordum. Suların gürültüsünü bastırmak için bağırarak sordum: “Bu büvetin adı yok mu?” “Hasanboğuldu!” “Ne dedin?” “Hasanboğuldu!” “Kim Hasan?” “Zeytinli'den... Bahçıvan Hasan!” “Ne zaman boğulmuş?..” “Çok olmuş... Kırk elli sene var...” “Nasıl boğulmuş?” Kız durdu, geri dönüp, şimdi bulunduğumuz yüksek yerden, aşağıya, güneşin ışığıyla balık karnı gibi parlayan sulara ve bunların üstünü yer yer örten çınara baktı: “Yaylaya varalım da, azıcık oturur dinleniriz, o zaman anlatırım!” dedi. Tekrar yola koyulduk, bir hayli daha çıktık. Dönüp boğazın geldiğimiz taraflarına baktığım zaman, ovayı epeyce aşağılarda, adamakıllı küçülmüş olarak görüyordum. Zeytin ve kavak ağaçlarının arasında kırmızı kiremitleri ve beyaz minareleri görünen köyler birer oyuncak gibiydi. Hacer: “Patlaklara geldik; buradan dağa vuracağız!” dedi. İleriye dönüp baktım. Derenin iki yanında, sudan hemen birkaç karış yukarıda, birbirlerinden ancak birer ikişer adım uzaklıkta, yan yana belki yirmi tane pınar vardı. Kimi irice bir taşın altından, kimi kumlu bir topraktan fırlıyor, binlerce kuşun bir arada çıkardığı sesi andıran bir şırıltı ile dereye karışıyordu. Koşup yüzükoyun yattım ve bunlardan birinin dayanılmayacak kadar soğuk suyunu dinlene dinlene içtim. Hacer de çömelmiş, avucuyla su alarak yüzüne ve şakaklarındaki saçlara sürüyordu. Vücudumdan terler boşanarak dağa tırmanmaya başladım. Dere sağımızda ve aşağıda kalmıştı. Üzeri kuru çam pürleriyle örtülü keçiyolunda kayıp yuvarlanmamak için bazan diz üstü çöküp bir ardıç dalını yakalıyor, bazan da tutar tutmaz köküyle beraber elimde kalan bir kekiğe yapışıyordum. Nihayet bayır mülayimleşti, biraz sonra da önümüz açıldı. Seyrek çamların arasından ilerideki denizi gördüm. Birkaç adım daha yürüyüp gölgeli bir yere oturduk. Hacer kız heybesini karıştırarak: “Yanında yiyeceğin yok herhalde!” dedi. “Sokul da ekmek yiyelim!” Ben üç dört saatte obaya varacağımı sandığım için yanıma bir şey almamıştım. Ne kadar acıktığımı şimdi birdenbire anlıyordum. O, bu sırada önüme bir tutam yufka koymuş, yere serdiği kırmızı yazma mendilin üstüne bir topak tulumpeyniri ile birkaç taze soğan bırakmıştı. Hem yiyor, hem etrafıma bakıyordum. Bulunduğumuz yer, denizden bin beş yüz metre kadar yüksekte idi. Akçay iskelesinin önünde duran kayıklar, ağaçların arasındaki seyrek binalar iğne topuzu kadar ufaktı. Karşıda, Burhaniye'nin arkasında yatan Madra Dağları şekilsiz bir yığından ibaretti. Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan deniz, ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen Midilli Adası'na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından geçerek ufukta, sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı'nın körfeze kadar yaklaşan eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve biçimde, irili ufaklı dağlar ve tepeler çeviriyordu. Arkamızda Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını beyaz bulutlara uzatıyordu. Yanımdaki kız, ortada kalan yufkalarla peyniri mendile sarıp heybesine yerleştirdi; ben, hemen kalkmayı asla düşünmediğimi belli etmek ister gibi arkamdaki çama yaslanarak: “Hani şu Hasan'ın nasıl boğulduğunu anlatacaktın!” dedim. “Nasıl boğulduğunu gören yok ki... Yalnız orada boğulduğunu söylüyorlar!” “İyi ya, neden boğulmuş?” “Obaya varınca kime sorsan diyiverir... Hadi yolumuza gidelim!” “Yok canım!” dedim. “Yemek üstüne hemen yola çıkmak iyi değildir. Sonra obada İsmail Baba'yla konuşacak çok lafımız var... Sen bildiğin kadarını söyleyiver! Hacer heybeyi tekrar yanına bırakarak azıcık düşündü. Bir aralık gözlerini üstümde gezdirerek hikâyesini ne dereceye kadar alaka ile dinleyeceğimi, ne kadar anlayabileceğimi keşfetmek ister gibi beni süzdü. Genç yüzünde büyük bir ciddilik, iri, siyah gözlerinde dalgın bir hal vardı. “Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış...” diye başladı. Anlatırken önüne ve ara sıra ovaya bakıyor, güzel bir delikanlı eline benzeyen irice elinin şahadet parmağıyla toprağı karıştırıyordu. “Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış... Ufacık bir bahçesi varmış; yazın bostan, yeşillik eker, kışın el zeytini silkmeye gider, koca anasıyla yaşar dururmuş. Daha da pek genç imiş; hani bıyığı yeni terlemiş. Anasından başka kadına göz kaldırıp bakmaz, düğünde, bayramda öbür delikanlılar gibi rakıya, oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış... Pazarlara gidip bostan ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş. Bizim obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar... Anam daha şuncağız çocukmuş... İşte o zamanlar bizim Yüksekoba'dan Emine, Edremit pazarında bu Hasan'ı görmüş... Anam Emine'yi bilirdi; sekiz yük balları varmış; babası ağaç devirip kereste yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış. Dağ gibi bir kızmış. Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca şu yana savuruverirmiş. Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış. Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik yanaklarından öpermiş... İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan'dan bostan almış; hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da onun için... Hasan bostanları Emine'nin heybesine doldururken: 'Yörük kızı!' demiş, “Yükün ağır oldu. Kazdağı'nın yolu çetindir, nasıl çıkacaksın?” Emine onun yüzüne gülüvermiş de: “Ne sandın düz ovalı!” demiş, “Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..” Hasan önüne bakmış, Emine yoluna gitmiş, ama ertesi pazar yine onun sergisine varmış: “Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!” demiş; omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış, Hasan'a vermiş. Hasan'ın yüzü yine al al olmuş: “Ne zahmet ettin, yörük kızı!” demiş, ama Emine cevap vermeden gülüp yürümüş. İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken, Kadıköy Mezarlığı'nın önüne varınca, bakmış Emine heybesi sırtında ileriden gidiyor. Önce dili tutulmuş, hiç tınmadan ardından yürümüş, sonra bir yüreklenmiş, eşeğini sürüp Emine'nin yanına varmış: “Uğurlar olsun, yörük kızı! Sen hangi obadansın?” diye sormuş. Emine, Hasan'ı görünce: “Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan! Ben Yüksekobalı'yım sen nerelisin?” demiş. “Ben Zeytinli'denim... Köye kadar yolumuz bir... Heybeni eşeğin üstüne at da rahat git!..” “Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam, koca dağa bu yük ile nasıl çıkarım?” Zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler; az konuşmuşlar, çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş. Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler... Emine arada bir Hasan'ın, Zeytinli'nin alt başındaki bahçesine uğrayıp ona süt, peynir, bal götürmüş; Hasan, Emine'ye dut silkivermiş, kiraz, vişne toplamış. Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş. Ama Hasan'ın anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil... Oğlunu önüne oturtup: “Oğlum, Hasan!” demiş. “Baban öleli beri evin erkeği sensin... Ben bugün varsam yarın yoğum... Evine bir kadın lazım. Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama yine sen bilirsin... Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar halimde obasına gidip isteyeyim... Güz yaklaştı; zeytinden sonra düğününüzü yaparız...” Hasan da hep bunu düşünürmüş ama bir türlü içini dökemezmiş. Bakmış artık beklemenin yolu yok, Emine obadan indiği bir gün onu bahçede yanına oturtmuş: “Emine” demiş, “Bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü! Kış gelip dağları yolları kar örtmeden ya sen bana gel, ya ben sana geleyim!” Emine'nin yüzü sapsarı olmuş: “Ah, Hasan!” demiş, “Kışın derdi senden evvel benim içime çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. Ne ben senin köyünde edebilirim, ne sen benim obamda... Bu yaz büyük günah işledik... Artık sen beni unut, ben de seni unutayım...” Bunu duyunca Hasan'ın aklı başından çıkmış; Emine'nin eline sarılmış: “Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!” demiş, “Senin tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur? Böyle deme, burda kal. Sen bahçeye bakarsın, ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız...” Emine acı acı gülmüş de demiş ki: “İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş; bunu düşündüğüm yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam. Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine dert olur... Kızılbaş kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler, benim içime dert olur... Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli... Ben seni görmemeliydim... Gördüm, sözüne uymamalıydım... Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları... Hadi benim Sarı Hasanım, tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız... Bırak beni dağıma gideyim!” Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. Hasan arkasından bakmış kalmış... Hacer toprakla oynayan parmağını eteğine silerek, önce bana, sonra ileriye, boşluğa baktı. Ben gözlerimi onun yandan görünen yüzüne dikmiştim. Bakışının hala tesiri altındaydım. İnsan ruhlarının ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmakarışıklığı ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu genç yörük kızı sanki birdenbire büyüyüvermişti. Gözlerini çevirmiş, aşağıya, yeni yeşeren ağaçları, taze ekinleri, koyu yapraklı zeytinleri, yer yer görünüp tekrar kaybolan dereleri ile pırıl pırıl yanan ovaya bakıyordu. Dağınık siyah kaşların altında düşünceli duran gözleri, sımsıkı kapalı ince dudakları, tozlu ve hala biraz terli yanakları çam dalları arasından sızan güneşte parlıyor; çocuk çizgilerini henüz kaybetmemiş olan yüzü garip bir olgunluk ifadesi alıyordu. Aşağılarda kalan derenin uğultusu rüzgârın esişine göre azalıp çoğalarak bize kadar geliyor, çamların mırıltısına karışıyordu. Baygın bir kekik ve çam kokusu ortalığı doldurmuştu. Hacer kız elini yanına uzatarak yerden kuru bir kozalak aldı; parmaklarıyla onun dişlerini büküp kırmaya başladı. Sonra başını bana çevirdi, elinde ufaladığı kozalağın çıtırtılarına karışan hafif bir sesle yeniden anlatmaya başladı: “O günden sonra Hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine gelmemiş. Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı eylemez olmuş. Pazarlara ayva, nar satmaya gider, ne alıp ne verdiğini bilmeden geri dönermiş. En sonunda bir gün dayanamamış; Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli'nin üst başında, Yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup Emine'yi beklemiş. O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş. Az sonra Emine yolun alt başında görünmüş. Onun da yüzü sarı, hali perişanmış. Hasan'ı görünce yüreği yanmış ama hiç tınmadan oradan geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş: “Emine!” demiş, “Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit çıkmamış. Ocağına düştüm! Deli gönlün bizim çukur köyümüze sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim; ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi dağdan sırtımda indireyim. Tek beni buralarda garip koyup gitme!..” Emine durmuş, Hasan'ın yanına çökmüş, gözlerini koluna silmiş: “Hasan” demiş, “yüreğimi deldin! Ne çare ki dediğin olacak iş değil. Ovada büyüyen dağda yapamaz... Dağın suları serindir ama yolları sarptır, kışı çetindir... Kar altında odun kesmek, bahçeye bostan ekmeye benzemez. Benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!.. Ben seni bildim, artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor; ama anamın, babamın, akranımın yanında seni küçük düşüremem. Sal beni gideyim!..” Hasan ayak diremiş: “Her işi yaparım; obanızın yiğitlerini kardeş bilip işlerine koşarım; eğer of dersem kov beni köyüme gönder!” demiş. Emine'nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış: “Haftaya burada bekle de cevabımı al!” demiş. Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış; hak alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, Emine'yi beklemiş... Çok geçmeden yörük kızı görünmüş... Sırtında koca bir çuval varmış, içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış. Hasan'ın yanına gelince: “Hasan!” demiş, “Anamla, babamla danıştım; onlar da emmilerimle danıştılar. Ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın onduğunu gören yok. Deli kız, deli kız! dediler. Yüksekoba'da gönlünü verecek yiğit mi bulamadın? Ben de: Herkesin yiğidi kendi gönlüne göreymiş!” dedim. “Peki öyleyse,” dediler, “Bir sına bakalım, senin yiğidin Kazdağı'ndaki yörük Emine'ye er olacak adam mı?” Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik): “Zeytinli'den kırk has okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup dinlenmeden benimle Yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak. Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit bizim obamızda yoktur. Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!” Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış. Emine'nin önüne düşüp yürümüş. Ayakları kuş gibi uçarmış. Beyobası'nı geçmişler, bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış, Hasan'ın yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor... Az önce genişleyen yüreği daralmış: “Kendine yazık etme, Hasan!” demiş. “Ver çuvalı bana, ben gideyim! Sen bahçene dön!” Hasan soluk soluğa: “Buraya gelirken ant içtim. Geri dönersem sağ dönmeyeceğim!” deyip yürümüş. Emine'nin yüreği daha da daralmış ama çaresi yok. Eski değirmeni geçmişler, Sutüven'in yanına gelince Hasan durmuş: “Emine!” demiş, “Bana ettiğin zulümdür! Tuzlar sırtımı yaktı... Dur bir soluk alayım!” Emine: “Kavlimizde durup dinlenmek yok!” deyip yürümüş. Hasan bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş. Az daha gitmişler; Hasan yine durup yalvarmış: “Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın! Bu kadarı yeter, hadi köye dönelim!” Emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı vurmamış: “Ben sana dedim Hasan, bu dağlar sana göre değil! Ver çuvalı ben gideyim.” demiş. Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş. Demin yanından geçerken Hasanboğuldu dedim ya, eskiden oraya Gök Büvet derlermiş. Hasan oraya geldiğinde dizleri bükülüvermiş, olduğu yere çökmüş: “Ah, Emine!” demiş, “Beni boş yere yaktın. Ben bu dağlara çıkamayacağım, gel köye dönelim!” Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan'ın sırtından düşen çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş. Çalıların ardında kaybolup giderken, Hasan anasız kalmış yavru kuş gibi bağırmış: “Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp gitme!” Emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna düzülmüş. Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan'ın bağırdığını duymuş. Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp: “Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan gel!” diye seslenirmiş. Emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış. Anası babası onu görünce her şeyleri anlamışlar. Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış, kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden fırlamış: “Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor!” demiş. Anası babası sormuşlar: “Hasan'ı nerde bıraktın?” “Gök Büvet'in orda!” “Kız sen deli mi oldun? İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?” Emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz, durup dinler, sonra: “Anacığım! Bak nasıl çığırıyor! Yazık oldu... Dur bir varıp bakayım!..” dermiş. O gece zor tutmuşlar. Obanın yanındaki ormanlarda sabahacak dolaşmış. Gün ağarırken Gök Büvet'e inmiş. Bakmış oralarda kimsecikler yok... Suyun yanından geçip gidermiş, bir de ne görsün: Hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından birine takılmış, yüzüp duruyor... Onu oradan aldığı gibi koynuna sokmuş... Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup: “Hasan’ım! Ses ver de yanına varayım!” diye bağırmaya başlamış. Her defasında dağlar taşlar ses verir: “Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan geleceksin!” dermiş. Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında dolaşıp Hasan'ı aramış. Zeytinli'ye inip anasından sormuş. Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış. Köylüler Hasan'ın Gök Büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar (inanmışlar): “Güz yağmurlarından derenin suyu coştu. Ölüsü kim bilir hangi kovuğa girip kaldı? Belki de sular aldı denize götürdü!” derlermiş. Emine bunu duyunca: “Yalan!” demiş, “Hasan ölmedi ki! Beni çığırıp duruyor ama yerini diyivermiyor. Araya araya bulurum helbet!” Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar. O bir yolunu bulur, dere boyuna iner, Hasan'a seslenirmiş. Gök Büvet'in yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş. Bir gün anasına: “Hasan bana yine seslendi; bugün beni Gök Büvet'te bekleyecek. Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!” demiş. Anası: “Amanın kızım, neler oldu sana?” diye ağlayıp dövünmüş. Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş. Akşamüstü oradan geçenler Emine'yi Gök Büvet'in yanındaki koca çınarın dalında, Hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar. Hacer kız kara gözlerini yüzüme dikerek: “İşte Gök Büvet'e o zamandan beri Hasanboğuldu diyorlar; koca çınara da Emine Çınarı derler. Hadi, geç olmadan yolumuza gidelim!..” Akşam yaklaştığı için aşağıdan doğru derenin uğultusu daha çok duyuluyordu. Kalkıp yürümeye başladık. Güneş Sarıkız'ın arkasına girmiş, bulunduğumuz yeri birdenbire artan serin rüzgârlara bırakmıştı. Eteklerine kadar çam, oradan denize kadar zeytin ormanlarıyla örtülü olan Kazdağı'nın bu yamacında saatlerce süren bir akşam başlamıştı. Güneş bin yedi yüz metrelik dağın arkasına adeta vaktinden evvel saklanmakla, günün bu en güzel zamanını sanki isteye isteye uzatıyordu. Midilli tarafından esen bir rüzgâr körfezin girinti ve çıkıntılarında kırılarak boyuna yolunu değiştiriyor, suların üzerinde ayrı ayrı taraflara koşuşan dalgacıklar meydana getiriyordu. Güneşin, Madra Dağları'nın üstündeki bulutlara vurarak onları kızıllaştıran ve oradan tekrar denize akseden son ışıkları, başka başka istikametlerde kırışan sularda türlü renkler yaratıyordu. Dağın eteklerine sıralanan ve bazan hemen önümüze kadar yükselen tepeler, birbiri üstüne yığılmış karanlık bulut kümeleri gibi görünüyordu. Daha uzaklarda, Ayvalık'ın karşısındaki Cunda Adası'nın alçak tepeleri, Kazdağı oralara siper olmadığı için, hala güneşin kırmızı ışıkları içinde yanıyor; biraz daha arkada, Midilli'nin o taraflara kadar uzanan kollarına karışıyordu. Rüzgâr çamların dallarında uğulduyor, önünde giden Hacer kızın etekleri ve ince örülü saçlarını öne doğru savuruyordu. Saatlerce beraber geldiğimiz bu kızın ne kadar güzel, ne kadar ahenkli bir yürüyüşü olduğunu ilk defa fark ediyordum: Olgun bir buğday tarlasında ilerliyormuş gibi hafifçe dizlerini kaldırarak ve başını ileri geri sallayarak adım atıyor; çimenlerin ve renk renk çiçeklerin, üstüne çıplak ayaklarıyla basarken vücudunun ağırlığı olmadığı hissini veriyordu. Yanına sokuldum: “Hacer kız,” dedim, “Emine'nin Gök Büvet'te oturup söylediği koşmalardan bildiğin var mı? Obaya varmadan bana bir tanesini söyleyiver!” Durdu. Gözleri, etrafımızı saran manzaranın ve biraz evvel anlattığı hikâyenin içinde kaybolmuş gibi büyük ve dalgındı. Şakaklarında, tozlarla karışıp sonra kalın çizgiler halinde kuruyan terlerin izleri vardı. Derin derin nefes alıyordu. Bu anda onu, etrafını saran tabiattan ayırmaya imkân yoktu. Akşamın loşluğu içinde topraktan, çiçeklerin arasından fırlayıp büyüyüvermiş bir mahlûk gibiydi. Yavaşça dudaklarını oynattı: “Sana Emine'nin bir koşmasını okuyuvereyim!” dedi. “Hasan'ına kavuşmadan az önce bunu söylemiş derler!..” Biraz düşündü; gözleri kapalı ilave etti: “Kim bilir…” Sonra arkasındaki çam ağacına sırtını dayadı, heybesini sağ omuzundan yere düşürdü, gözlerini yere dikti; hafif, fakat tüyleri ürpertecek kadar içli bir sesle şu koşmayı okudu: Uzaklardan sesin aldım; Çevreni derede buldum; Nereye gittiğin bildim, Hasan’ım arkandan geldim. ... Sarı kahküllü, dal boylum; Saz benizli, ayva tüylüm; Tatlı sözlü, melek huylum, Hasan’ım ardından geldim. ... Köyden, obadan koğulan, Duru sularda boğulan, Toz köpük olup dağılan Hasan’ım ardından geldim. ... Sarp dağlara getirdiğim, Kavuşmadan yitirdiğim, Ak kefensiz yatırdığım Hasan’ım ardından geldim. ... Emine'yi yaslı eden, Kerem olup Aslı eden, Dağı taşı sesli eden Hasan’ım ardından geldim SABAHATTİN ALİ 1942

bottom of page