top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • AYIN SANAT EDEBİYAT ŞİİR DÜNYASI'NDAN DUYURULAR...

    Dergimiz internette, www.adadergi.com adresinde yayınını sürdürmektedir. Üye olup, yazılarınızı ekleyebilirsiniz. Eğer ilk kez dergimize katılıyor ve yayınlanması için değerlendirilecek yapıt göndermişseniz, iletinize ek olarak yapıtınızın yanında sizi tanıtacak özgeçmiş-telefon ve posta adresi eklemeyi unutmayınız. Dergimiz nitelikli olan, dergiye uyan herkese açıktır. Yayınlanması için gönderilen yapıt geri verilmez, telif ödenmez. Yayın durumu internet sayfasından ya da facebooktan takip edilebilir.. maviADA KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ adamavi@gmail.com www.adadergi.com *** ÇARŞAMBA BELEDİYESİ ÖYKÜ YARIŞMASI'NI KAZANAN YAZARA TAM, İKİNCİYE YARIM. ÜÇÜNCÜYE ÇEYREK ALTIN HEDİYE EDİLECEK. (SON BAŞVURU TARİHİ.15 MART 2021 PAZARTESİ)... YARIŞMANIN AMACI; Çarşamba Belediyesi tarafından düzenlenen öykü yarışması memleketimizin dört bir tarafında kalemine güvenen, özgün. Türkçeyi etkin kullanan ve kendisini geliştirmek için fırsat arayan yazarları, desteklemeyi amaçlamaktadır. YARIŞMANIN KAPSAMI; Türkiye’deki 16 yaş ve üstü, bütün vatandaşlarımızı kapsamaktadır. YARIŞMANIN HEDEFLERİ;Bu yarışmayla edebiyatımıza yeni isimler kazandırmak, yeni kalemleri desteklemek. Türkçenin zenginliğini göstermek, sanatsal faaliyetleri geliştirmek ve öykü geleneğimizi sürdürmek hedeflenmektedir. YARIŞMANIN KONUSU; Serbest. DÜZENLEME KURULU; Çarşamba Belediyesi tarafından görevlendirilecek, 5 eğitimciden oluşur. Düzenleme Kurulu, yarışma kapsamında internet sitesinden gelen öykülerin teslim alınması. Düzenlenmesi, seçici kurula gönderilmesi. Dereceye girenlerin belirlenmesi, basın duyurusunun gerçekleştirilmesi ve ödül töreninin düzenlenmesiyle görevlidir. SEÇİCİ KURUL; Çarşamba Belediyesi tarafından, bilinen öykü yazarı, edebiyat eleştirmenleri ve akademisyenlerden oluşturulur. Seçici Kurul, düzenleme kurulundan gelen öykülerin puanlama ve değerlendirmelerinin yapılması ile görevlidir. YARIŞMA TAKVİMİ; 14 Şubat 2021 Yarışma Başlangıcı, 15 Mart 2021 Son Başvuru Tarihi, 15-21 Mart 2021 Öykülerin Toplanması ve Düzenlenmesi, 21 Mart-12 Nisan 2021 Seçici Kurulun Değerlendirmesi, 14 Nisan 2021 Sonuçların Açıklanması ve belirlenen tarihte ödül töreni. YARIŞMA ŞARTNAMESİ; 01-Yarışmaya katılım ücretsizdir. 02-Seçici Kurul Üyeleri ve birinci derece yakınları yarışmaya katılamazlar. 03-Yarışmaya katılacak olan eserlerin daha önce hiçbir yarışmada ödül almamış ve herhangi bir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir. 04-Gönderilen öykülerin altına isim veya rumuz yazılmayacaktır. 05-Öykü konusu “Serbest”tir. 06-Her yarışmacının yalnızca “1” öykü ile katılmasının mümkün olduğu yarışmada, öykü “3” sayfayı geçmemelidir. 07-Başvurular yalnızca internet üzerinden, www.carsamba.bel.tr adresinden yapılacaktır. 08-Yarışmada ödül kazanan eserlerin her türlü yayın hakları Çarşamba Belediye Başkanlığına aittir. 09-Yarışmaya başvuru yapanların, eserlerini Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuzu’na uygun şekilde, A4 kâğıt ebadında, Times New Roman yazı tipi, 12 punto ve 1,5 satır aralıklı, metin paragrafı iki yana yaslı, PDF formatında hazırlayıp dijital ortam üzerinden göndermeleri gerekmektedir. 10-Şartnameye uymayan öyküler, değerlendirmeye alınmayacaktır. 11-Şartnamede belirtilmeyen konularda Seçici Kurul tarafından belirlenecek kararlar geçerlidir. 12-Çarşamba Belediyesi ve Seçici Kurul, şartnamede ve yarışma takvimindeki tarihlerde her türlü değişiklik yapma hakkına sahiptir. 13-Yeterli sayıda başvuru olmadığı takdirde yarışmayı erteleme hakkı, Çarşamba Belediyesi’nin ve Seçici Kurulun hakkıdır. 14-Öykünün sorumluluğu yazarına aittir. 15-Yarışmaya katılan öykülerden ön elemeyi geçenler, ek bir telif hakkı iznine gerek kalmaksızın, Çarşamba Belediyesi tarafından hazırlanacak olan kitapta toplanacaktır. 16-Ödül töreni tarihi, daha sonra ilan edilecektir. YARIŞMANIN DEĞERLENDİRİLMESİ; Seçici Kurul üyeleri, teslim aldıkları öyküleri 100 puan üzerinden değerlendirir. Yapacakları bir toplantıyla, yarışmacılara verdikleri puanları değerlendirerek yarışmada dereceye girenleri belirler. YARIŞMA ÖDÜLLERİ; Seçici Kurul tarafından belirlenen, yarışmada dereceye giren en iyi öyküler kitaplaştırılacak ve kitap öykü sahiplerine hediye edilecektir. ●Birinciye: Tam Altın ve Plaket ●İkinciye: Yarım Altın ve Plaket ●Üçüncüye: Çeyrek Altın ve Plaket ●Ali Fuat Başgil Özel Ödülü: Gram Altın ●Jüri Özel Ödülü: Gram Altın SEÇİCİ KURUL; Doç.Dr.Şeyma Büyükkavas Kuran (OMÜ Öğretim Üyesi), Baha Rahmi Özen (Eğitimci-Yazar), Ömer Vural (Eğitimci-Yazar), Zeki Ordu (Eğitimci-Yazar). İLETİŞİM ADRESİ; Çarşamba Belediyesi Orta Mahalle, Cumhuriyet Meydanı Çarşamba-Samsun Tel.4449055 www.carsamba.bel.tr *** BESOM MAKALE YARIŞMASI ÖDÜLÜNÜ KAZANAN YAZARA 9.000, İKİNCİSİNE 7.000. ÜÇÜNCÜSÜNE 5.000 LİRA ÖDENECEK. (SON BAŞVURU TARİHİ.30 EYLÜL 2021 PERŞEMBE)... YARIŞMANIN KONUSU; Cumhuriyet dönemi çağdaş Türk besteciliğinin verimi, nicel ve nitel olarak yurt içinde ve yurt dışında ne denli etkili olabilmiştir ? Elde edilen sonuca, hangi nedenler yol açmıştır ve bu nedenler nasıl yorumlanabilir ? BESOM MAKALE YARIŞMASI ŞARTLARI; -Yarışmaya her yaşta T.C. vatandaşı katılabilir. Ancak, Seçici Kurul üyeleri ile BESOM Yönetim ve Denetleme Kurulları üyeleri yarışmaya katılamazlar. -Yarışmaya katılacak yapıt daha önce yayımlanmamış, telif hakları satılmamış ve kimseye devir edilmemiş olmalıdır. -Dereceye girecek makalelerin yayın hakları, üç yıl süreyle BESOM’a ait olacaktır. -Yazarları, ödül kazanan makalelerini kaynak olarak başka çalışmalarında kullanmaları durumunda araştırma-makalenin kazandığı bu yarışma ve ödülü belirtmeyi kabul ederler. -Dereceye giren yazarlar, yayın hakları konusunda BESOM’un hazırlayacağı muvafakat-sözleşme belgesini imzalamayı peşinen kabul ederler. -Yarışmanın katılımcıları, bu şartnamedeki hükümleri bütünüyle kabul etmiş sayılırlar. -Metinler Türkçe, Times New Roman karakterinde. 12 punto, 1,5 aralıklı yazılmış ve A4 büyüklüğünde en az 30. En çok, 45 sayfa olmalıdır. -Metinlerde yer alacak nicel bilgiler ile başka çalışmalardan yapılacak alıntılar ve atıflarla ilgili, mutlaka kaynak gösterilmelidir. -Metinlerde, kişilikleri zedeleyici ifade ve ithamlardan kaçınılmalıdır. MAKALE TESLİMİ; -Yarışmaya gönderilen makale dosyası üzerinde, yazarın kimliğini belirten ad-imza ve benzeri işaretler bulunmayacak. Her makaleye yazarı tarafından rakam ve büyük harflerden oluşturulacak, yedi haneli bir “rumuz” verilecektir. -Katılımcılar, makalelerinin PDF dokümanı ve word dokümanı olarak birer kopyasını besommakaleyarismasi@gmail.com adresine seçmiş oldukları 7 haneli rumuz ile alacakları yeni bir gmail adresi üzerinden e-posta eki olarak gönderirler. Gönderilecek her iki formattaki dokümanda, ilk sayfanın sol üst tarafında katılımcının seçtiği yedi haneli rumuz yer almalıdır. -Yarışmaya gönderilecek makaleler, 30 Eylül 2021 günü saat 17.00’den önce besommakaleyarismasi@gmail.com adresine e-posta eki olarak ulaştırılmış olmalıdır. -Katılımcı, rumuzu-adı soyadı-doğum yeri ve yılı-özgeçmişi-adresi-TC.Kimlik Numarası-banka hesap IBAN numarası-telefon ve düzenli kullandığı e posta adresinin ve bir dijital fotoğrafının yer alacağı kimlik beyanını da aynı e posta adresinden besommakaleyarismasi@gmail.com adresine göndermelidir. -Yapıt teslimiyle ilgili şartnamede belirtilen koşullara uymayan makaleler, yarışma dışı bırakılırlar. MAKALE YARIŞMASI ÖDÜLLERİ; 1.Ödülü.9.000 TL 2.Ödülü.7.000 TL 3.Ödülü.5.000 TL ************************************************************************************************************************************************** Bitmiş dosyalarınızı gönderin, ekibimiz çalışmaya başlasın. 0-551-4220385 kasabakitap@gmail.com ************************************************************************************************************************************************************************************** Kilim Gazetesi Franz-Wachter-Str.16, 70188 Stuttgart-Deutschland Tel.0711-310 28 08 veya 0178-630 25 35 info@kilimgazetesi.de www.kilimgazetesi.de ************************************************************************************************************************************************************** https://www.mugla.bel.tr/haber/uluslararasi-yarismanin-temasi-pandemi-oldu ************************************************************************************************************************************************************************************** Size ait bir şiiriniz-makaleniz varsa, resminizle birlikte mail atın. Gazetemizde yayınlayalım, iyi çalışmalar..(19 Şubat 2014.Çarşamba) C.Sevincek Hür Bakış Gazetesi c.sevincek@hotmail.com *** KİM NE DEDİ ? Bu değişen bir dünya, onunla değişmeye hazır olmalıyız. Rotary'nin hikayesi, tekrar tekrar yazılmalı. (Paul Harris (1935) Rotary Kulübünün Kurucusu) ******************************************************************************* Yaşam ne kadar kötü gözükürse gözüksün, her zaman başarılı olacak bir yol vardır. Hayat varsa, umutta vardır. (Stephan Hawking) ******************************************************************************* Bu ülke için, daha yapacağım çok iş var. (Doğan Cüceloğlu) ******************************************************************************* Tarikatlar ve cemaatlar, batının Türkiye deki ileri karakollarıdır. (Fevzi Çakmak) ******************************************************************************* Kerim bey, selamlar. Efendim, göndermiş olduğunuz maillerle çok fayda görüyorum. Başta, teşekkür'ü borç bilirim. Sizin gibi şaire ve şiire gönül vermiş insanların dünya merkezinde yer alması kanıtlamaz bir gerçek, her durumda özveri ile yardım ediyorsunuz. Biliniyor yaptığınız takdire şayan bir durum, canı gönülden yayın hayatımızda sizin gibi insanları görmek ve ismen tanımak bile gurur veriyor. Emeğiniz ve zamanınız için çok çok teşekkür ederim, şahsımca İyi ki varsın iyi ki. Ömrünüz boyunca, iyiliklerle karşılanmak karşılaşmanız dileklerimle. Sizin gibi bir Üstadı tanımak bile, onur veriyor. Ölümlü dünyanın, ölümsüz üstadına. Saygılarımla ve sevgilerimle. (12 Şubat 2021 Cuma-02.19) İsmail Esiner (Şair-Yazar) Konya esiner_esiner@hotmail.com ********************************************************************* O kadar ihanet gördüm ki, bağrım Karacaahmet Mezarlığı'na döndü. (Osman Bölükbaşı) *******************************************************************************

  • AKARSUYA BIRAKILAN MEKTUP

    incecikti gül dalıydı dokunsam kırılacaktı dokunmadım kurudu Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç Ağaçlar bükmesinler n'olursun boyunlarını Neden akşam oluyorum tren kalkınca Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum Öyle çok acımasız ki, öyle birdenbire ki Az önceki çiçekler nasıl da diken diken Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç. O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç.

  • Sana Büyük Bir Sır Söyleyeceğim

    Sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin Zaman kadındır gönlü çelinsin ister zaman Oturulsun ister eteklerinin dibinde Sökülmeye hazır bir giysi gibidir zaman Upuzun bir saç gibi Taralı Sanki solukla buğulandırılıp silinen bir ayna Zaman sensin tan sökerken uyuyan ve ben yanı başında ayakta. Bir bıçağa benziyorsun sen sanki gırtlağıma saplanan Ah dile getiremediğim geçmek bilmez bu zaman azabı Pıhtılaşmış bir kan gibi mavi damarlarda duran ve artık dolaşmayan Ne beter bir şey bu sonu gelmez doyumsuz arzu Seyrederken seni odada daha beter bir şey yok sana susamaktan Ama biliyorum bu büyüyü bozmamak gerek Daha beter çünkü seni içimde bir yabancı gibi hissetmek Sana erişememek Düşüncelerim başıboş yüreğim başka yüzyıllarda çoktandır Tanrım sözcükler ne kadar yüklü böyle işin aslı da bu Aşkım hazzın ötesine taşınmış dokunmakla da erişilmez bugün ona Vuruyorsun bir saat gibi şakaklarımda Duraksayarak gelir ve tenime dokunur ayak seslerin Boğulmuyorsam eğer bil ki nefesindendir. Sana büyük bir sır söyleyeceğim her söz Dilenci bir kadına benziyor dudaklarımın arasında Acınacak her şey ellerine yaraşmaz kararan bir şey bakışlarının altında İşte bundandır sık sık seni seviyorum deyişim Takamayışımdandır yeterince parlak bir kristal cümleyi boynuna Bu kaba konuşmam kırmasın seni bir basit sudur o Ateşin içinde tatsız bir gürültü çıkaran. Sana büyük bir sır söyleyeceğim bilemiyorum Sana benzeyen zamanlardan söz açmayı Bilemiyorum senden dem vurmayı öykünüyorum yalnızca Hani bir tren garında o uzunca el sallayanlara Trenler çekip gittikten sonra Hani akan gözyaşlarının ağırlığından bilekleri çaresiz kalanlara. Sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden Korkuyorum akşamüstleri seni pencereye yönelten şeylerden Jestlerden korkuyorum söylenilmedik şeylerden Çabuk geçen zamandan, yavaş geçen zamandan, senden korkuyorum Ölmek daha kolaydır sevmekten Ben de bu yüzden yaşamak için yırtınıyorum Sevgilim...

  • Balkon

    Hatıralar annesi, sevgililer sultanı, Ey beni şâd eden yâr, ey tapındığım kadın. Ocak başında seviştiğimiz o zamanı, O canım akşamları elbette hatırlarsın. Hatıralar annesi, sevgililer sultanı. O akşamlar kömür aleviyle aydınlanan! Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman! Ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden! O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! Kâinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar! Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı, Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var. Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece. Seçerdim o karanlıkta göz bebeklerini Mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe. Bulmuştu ayakların ellerimde yerini. Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece. Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak; Yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde O "mestinaz" güzelliğini boştur aramak, Sevgili vücudundan, kalbinden başka yerde, Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak; O yeminler, kokular sonu gelmez öpüşler, Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır? Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler. Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler! Charles Baudelaire Çeviri: Cahit Sıtkı TARANCI

  • AĞLATAN MUTLULUK

    Çıksam şimdi güzelliğin gökyüzüne Dolaşsam Görsem bütün tanrısal sevgileri Ölümsüzlüğün sofrasına bağdaş kursam Ve anlatsam Anlatsam o ağlatan mutluluğu Bilmem inanır mı bana mavilikler Suskun bir coşkunun doruklarında Pür köpük ve rüzgarlı Bir nehir kahkahasıydı gözyaşı Vivaldi böyle dinlenirmiş meğer Mutluluk bile sensiz çekilmezmiş Ben ki yaşamı toprak bilmiştim Nice tohumlar ekmiştim bunca yıl Geç anladım Aşkın tohumu sensiz ekilmezmiş Sessizlik açarken zulüm bahçeleri Gözlerinde bir anda dört mevsim Her mevsimin güzelliğinde sen Bunca ayrık ve diken içinden Güle çıkmak işte budur desem Bilmem inanır mı bana çiçekler İçimde sayısız denizlerin şahlandığı O günü tarihlesem şimdi Irmak ırmak çizsem zamanın yüzüne Adına sonsuzluk desem Ve her saniyesini o sonsuzluğun An be an şiirleştirmek istesem Bilmem inanır mı bana sözcükler

  • İnönü'nün Elindeki Amerikan Bayrağı

    Ekonomik krizden çıkmak için bir Amerikan şirketiyle danışmanlık anlaşması yapınca, hükümetin bağımsız bir ekonomik sistem kuracağı yolundaki iddiasının ipliği pazara çıktı. Muhalefetin eleştirileri karşısında bunalan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı, Kızılcahamam’da topladığı parti yetkililerine bu anlaşmayı iptal etme emrini verdiğini söyledi. “Bağırıp çağırıyor ama Amerika’dan vazgeçemiyor” suçlamasına karşı da asıl Amerikancı olanın CHP olduğunu söyledi ve bunun kanıtı olarak da İsmet İnönü’nün elinde Amerikan bayrağı sallayan bir fotoğrafını gösterdi. Feodaller ve kapitalistler için tarih yazmak demek işte böyle bir şeydir. Sayısız olgu içinden güya kendilerini haklı çıkaracak, sınıfını ve siyasetini sevimli gösterecek bazılarını seçer, alt alta koyar ve okullarda okutursun, Erdoğan’ın yaptığı gibi kürsülere bile taşırsın! Tarih yazmada yüzü en kara olan feodallerdir.. Feodal zihniyette biri için yalan mubahtır. Gerçeği değiştirmek bir haktır. Bu konuda ne Allah’tan utanırlar, ne de yalanlarını açığa çıkaracak olan gelecek kuşaklardan utanırlar. Burjuvazi bu konuda biraz daha ustalıklı hareket eder. Bu fotoğrafı tozlu arşivlerden bulup çıkaranlar gerçeği bilmiyor olamazlar. 26 Ağustos 1962’de ABD Başkan Yardımcısı Türkiye’ye gelmiş. Onu karşılayan Başbakan İsmet İnönü’nün elinde de protokol gereği iki ülkenin (Amerika’nın ve Türkiye’nin) bayrakları var. Zaten bu gibi kirli işler için beslenen danışmanlar, bu bayraklardan Türk bayrağını veya her iki bayrağı da gösteren kareleri atlayarak yalnız Amerikan bayrağını gösteren kareyi seçmişler. İktidarları yalan üzerine kurulduğu için feodal ve burjuva politikacılar, emirlerindeki tarihçiler gibi daima asıl gerçeği gizlemek zorundadır. O bunların sınıf huyudur. İŞİN ASLI NEDİR? İsmet İnönü’nün ülkesini ziyaret eden bir yabancı devlet adamını karşılarken onun ülkesinin bayrağını da elinde bulundurması bir kusur değil, bir meziyettir. Bu devletin Amerika, İran veya Çin olması durumu değiştirmez. Asıl kusur, böyle bir fotoğrafı hiç fütur duymadan istismar edip kendi temsil ettiği siyasi akımın ve bizzat kendisinin iktidarı boyunca işlediği kusurları bununla örtmeye çalışmaktır. İşin esasına gelirsek: Kurtuluş Savaşı sonrasında iktidara gelen kadrolar, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın verdiği derslerle uzunca bir süre bağımsızlık siyaseti gütmüş, dış borçları ödemiş, fakat uyguladıkları devletçilik ve liberalizm politikalarıyla bir burjuva sınıfı da yaratmışlardı. Bu sınıf, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni uluslararası düzende bağımsızlık politikasını adım adım terk ederek Batı’nın patronu Amerika’ya yanaşmışlardı. Bunda en açıkgöz davrananların Demokrat Partinin kurucuları olduğunu bilmeyen yoktur. CHP iktidarının başlattığı bu süreç, 1950’den sonra Demokrat Parti ile hız kazanmıştır. Türkiye artık NATO’nun da üyesi olarak ABD’nin hem stratejik dostu, hem de işbirlikçisidir. Ülke Amerikan üsleriyle donatılmış, Sovyetler Birliğine karşı bir üs olarak kullanılmıştır. Amerikan kültürü bütün ülkeyi sarmıştır. 27 Mayıs’ı yapan kadrolar da bu konuda uyanıklık gösterememişlerdir. Öyle ki Barış Gönüllüleri projesi onların iktidarı döneminde uygulanmış, okullarda öğrencilere Amerikan süttozu içirilmiştir. Amerikan emperyalizmine karşı itirazlar, daha İkinci Dünya Savaşı sonrasında solculardan gelmeye başlamış, bu itiraz daha sonraki yıllarda kesintisiz olarak sürmüştür. Halen de devam etmektedir. Bunun nedeni, burjuvazinin her an emperyalizmle işbirliği yapma eğilimine karşı bağımsızlığın en kararlı savunucularının emekçiler (sosyalistler) olmasıdır. 1971 faşist darbesinden sonra yargılanan biz devrimciler, bunu Amerika’nın istediğini biliyor ve savunmalarımızda dile getiriyorduk. Dürüst ve düzgün bir siyasetçinin ve tarihçinin Türkiye’de Amerikan işbirlikçiliğini dile getirecekse söze öncelikle Kore’de harcanan askerlerden başlaması, Altıncı Filo’yu protesto edenler ve bu yurtsever gençlere saldıranlardan geçerek, Amerikalıların “Bizim oğlanlar” diye söz ettiği 12 Eylül paşalarının, sonra Irak’a asker göndererek bir koyup üç alma sevdasından bahsetmesi gerekmez mi? İktidar çevrelerinin zaman zaman ABD ile didişmelerinin nedeni, onların ilkesel olarak ABD!ye karşı, hele hele antiemperyalist olmalarından değildir. Bu didişmenin nedeni, Ortadoğu’da kimin hâkim olacağı ile ilgili bir anlaşmazlıktan kaynaklanıyor. Avrupa ülkeleriyle didişmenin nedeni ise, Avrupalıların Türkiye’de radikal bir İslam devleti kurulmakta olduğu ve bunun El Kaide, IŞİD, Boko Haram gibi Batı ve uygarlık düşmanı örgütlere cesaret vereceği kaygısıdır. Ülkemizde dürüst bir politika iktidarda olsaydı, bu iktidarın bu son olay karşısında şöyle demesi gerekirdi: “Amerika’ya bu kadar atıp tuttuktan sonra bir Amerikan şirketiyle danışmanlık anlaşması yapmamız hataydı. Bu konuda bizi eleştiren ve uyaran muhalefete teşekkür ederiz.“ (9 Ekim 2018) *Erdoğan, AKP kampında partililere olan konuşmasında, 1962’de Ankara’da ABD Başkan Yardımcısı Johnson’ın ziyaretinde çekilen Fotoğrafı gösterek ''İnönü'nün elinde Amerikan bayrağı görünüyor. Bunların geçmişi hep böyle” demişti. Ama tarihi gerçekler hiç de Erdoğan'ın dediği gibi çıkmadı. İnönü'nün elinde protokol gereği olarak konuk ettiği başkanın ülkesinin bayrağının yanısıra Türk bayrağı da bulunmakta, ne var ki Cumhurbaşkanının gösterdiği resimde Türk bayrağı ne olmuşsa gözükmüyor. Dün Bugün Yarın bloğumdaki öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal Okutmak

    Zulmün emrine sokulmus her kurumda bile az da olsa vicdanlı insanlar bulunabilir. 1971 Sıkıyönetim Mahkemeleri, halkçı insanları ezmek için kurulmustu. Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş’ın 17/18 Mayıs 1971 gecesi televizyondan Emniyet örgütüne verdiği “Uzaktan yakından ilgili olan herkesi toplayın!” emri gereğince, Söke polisi tarafından İzmir Sıkıyönetim Komutanlığına götürüldüm. Burada kaldığım üç ay içinde polis, Selimiye bucağında kalmakta olduğum evde arama yapmış, kitaplarımı, yazı makinemi götürmüş. Ortaokul öğrencilerini karakolda dayaktan geçirerek aleyhimde ifadeler almaya çalışmış. Bununla da yetinmeyerek köylerden aleyhimde tanıklık yapacak adam aramış. Bu arada Bakanlık Müfettişi Bedri Alogan’ın beni bakanlık emrine aldırmasına esas olan hakkımdaki raporu da değerlendirmiş. Suçlama komünizm propagandası yaptığım idi ve bunun kanıtları olarak da Alogan’ın iddiaları ele alınıyordu. Onun yaptığı suçlamalar arasında öğrencilere Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Aziz Nesin’in eserlerini okutmak da vardı… Bu konuda gerek müfettişe verdiğim savunmada, gerek İzmir Sıkıyönetim savcısına verdiğim ifadede “suç”umu inkâr etmedim. Buna gerek de yoktu, imkân da. Öğrencilerin kitap tanıtma defterlerinde okudukları kitaplar olduğu gibi, ders defterlerinde de bunu görmek mümkündü. Bir Türkçe öğretmeninin Türk edebiyatının seçkin adlarından parçalar ve onların kitaplarını okutmak bir suç değil, görevdi. Ancak 1970’te Milli Eğitim Bakanlığımız diğer birçok çağdaş yazarımız gibi bu üç yazarımızı da henüz müfredata almamış bulunuyordu. Ders kitaplarında eserlerinden parçalar da yoktu. Bizim hükümetlerimiz bu konuda 20-30 yıl geriden gelir! Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi yeni yayımlanmıştı. Sınıfın birinde bu kitabı baştan sona okuduk. Üzerinde konuştuk. Aziz Nesin’in “Ölmüş Bir Eşeğin Hatıraları”nı ise başka bir sınıfta okuduk. Çocuklar gülmekten kırıldılar! Öğrencilere “çok kitap okuyun!” öğüdü ancak böyle çalışmalarla gerçekleşebilirdi. Öğrencilerin kitap sahibi olabilmesi için kitaplık kolu bir kitap satış servisini de hizmete sokmuştuk. SUÇ DEĞİL, GÖREV… Eylül 1971’de Dev-Genç davasında yargılanmak üzere Ankara’ya nakledilmiştim. İzmir Sıkıyönetim Savcılığının hakkımda bir karar vermesi gerekiyordu. Dosyamı Ankara’daki ile birleştirilmesi için göndermek istemişse de Ankara Sıkıyönetimi “Hayır, oradaki suçlarından sen yargıla, ben buradaki suçlarından yargılıyorum” diye dosyayı geri göndermiş. İzmir’deki savcı şöyle bir mantık yürüttü. “Sanık öğrenciliğinde Dev-Genç taraftarı imiş. Bundan ötürü Ankara’da yargılanıyor. Öğretmenliğinde işlediği suçlar da bunun bir devamı olabilir. Aynı suçtan iki ceza verilemez.” Bununla birlikte Savcı iddiaları tek tek ele alarak bunların neden suç olamayacağını da anlatıyordu. “Öğrencilere Karl Marks’ın kitaplarını okutmak” suçlamasını haklı olarak saçma buluyordu. Dev-Genç’i övmek suçu için “Dev-Genç kapatılmadan önce onu övmek suç sayılamaz” diyordu. Köylere gidip propaganda yaptığım suçlaması hakkında da köylülerin bu konuda bir beyanı olmadığını belirtiyordu. 13 Aralık 1972 tarihli “KOĞUŞTURMAYA YER OLMADIĞI KARARI”nda şu paragraf da dikkat çekiyor: “Ayrıca talebeleri ile yapmış olduğu sohbetlerde, sanığın Türkiye’nin geri kalmışlığını, mevcut düzenin aksayan taraflarını ve sendikalar kurulmasının gerektiğini bildirmesi de komünizm propagandası olarak nitelendirilmemiştir. (…) ayrıca memleketimiz geri kalmışsa ve mevcut düzende aksayan yanlar varsa bunu dile getirip kanunlarımız çerçevesinde düzeltilmesine çalışmak da her Türk’ün ödevidir.” Kararda bazı yazarların kitaplarını okutma suçlaması hakkında şunlar yazılıyordu: “Öncelikle ortaokul Türkçe öğretmenliği yapan bir kimsenin talebelerine Aziz Nesin, Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’in eserlerinden ödevler vermesini, bu şahısların yazmış oldukları eserleri okumalarını öğütlemesini suç olarak nitelememek gerekir. Çünkü bu yazarlar, memleketimizde hâlâ eserler veren ve bir kısmının da eserleri yabancı dillere çevrilen ve ödüller kazanan yazarlardır. Şimdiye kadar hiçbir eserleri yasaklanmamıştır. Öğrencilerine ödev vereceği eserleri takdir etmek herhalde bir edebiyat öğretmeninin yetkileri cümlesindendir.” Bu kararın altında Hava Hâkim Yüzbaşı, Sıkıyönetim As. Yard. Sav. ÜSTÜN GÜNSAN imzası vardır. Demek ki, zulüm dağıtan her kurumun içinde de vicdanlı, sağduyulu insanlar bulunabilir. Bunlardan her ne kadar tasfiyeye uğramış olsalar da 12 Mart ve 12 Eylül’de de bulunabiliyordu. Aransa şimdi de bulunabilir. Az miktarda da olsa… (15 Kasım 2016)

  • YAŞAR KEMAL

    28 Şubat Türkçe'nin gelmiş geçmiş, en güzel anlatıcısı YAŞAR KEMAL'in ölüm yıldönümü... 6 Ekim 1923'te Osmaniye Hemite'de doğan yazar 28 Şubat 2015'te İstanbul'da öldü. On altı yaşındayken 1939'da ilk şiiri "Seyhan"ı Görüşler adlı Adana halkevleri dergisinde yayımladı. Ortaokuldan ayrıldıktan sonra folklor derlemelerine başladı ve 1940-1941 yılları arasında Çukurova'dan ile Toroslardan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı olan Ağıtlar, 1943 yılında Adana Halkevi tarafından basıldı. Kayseri'de askerliğini yaparken ilk hikâyesi olan "Pis Hikâye"yi yirmi üç yaşındayken yazdı. 1948’de "Bebek" hikâyesinin ardından "Dükkancı"yı yazdı. 1940'larda Adana'da çıkan Çığ dergisi çevresinde Pertev Naili Boratav, Nurullah Ataç, Güzin Dino... gibi isimlerle tanıştı... 1950'li yıllarda 12 yıl röportajlar yapsa da asıl ününü 1955'te çıkan İnce Mehmet'le başlayan romanlarıyla yaptı. "Günü yansıtan gerçekçi konulardan daha çok efsane ve söylencelerden köklerini alan, haksızlığa karşı savaşan yoksul ama güçlü insan mitoslarına dayalı yapıtları büyük ilgi gördü. Epik anlatımın bizdeki en güçlü ve başarılı yazarlarından biri oldu. Türkçeyi görsel tablolar yaratmak, şiirsel betimlemeler yapmak için ustaca kullandı." KATILANLAR / Şenol Yazıcı Zeki Sarıhan Nurten Bengi Aksoy Emine Azboz Fadime Yıldırım Karoğlu Yusuf Yağdıran Akay Aktaş ve ötekiler ... YAŞAR KEMAL DOSYASI ve YER ALAN YAZILARI GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN *

  • Dünyanın En Güzel Aşk Hikayesi

    CEMİLE / C. AYTMATOV Seyyit'in hiç hazırlıksız, cahillikten gelme saf bir cüretle yapılmış resimlerini ah ne kadar görmek isterdim. Bu resimlerdeki kişiler kim bilir nasıl kolayca tanınır, asıllarına ne kadar benzer! Çizgi ve renklerdeki o Gümrükçü Roousseau'dan, hem de Manas destanından gelme sözlü üstünlüğü resim akademisi, Allah vere de, yok etmese, okul Seyyit'in elini berbat etmese. Yine bu üstünlük, batının artık kendini tüketmiş medeniyetlerindeki ressamların kaybolmuş cennet yolu gibi yeniden öğrenmeye çalıştıkları o hüner ve ustalıkla berbat edilmese. * Rudyart Kipling'in Dünyanın en güzel hikâyesi adlı uzun bir hikâyesi var. Mercure de France tarafından basılmış eserlerinin ilki olup, bu adı taşıyan hikâye kitabı on iki yaşında iken bana verilmişti. Kitap elimdeydi, ama okumaya bir türlü karar veremiyordum. Kitabı, ona bu adı verdiren hikâyeye hiç yanaşmadan okudum. Bu adın bir tuzak, bir aldatmaca olduğunu, bu hikâyenin dünyanın en güzel hikâyesi olmadığını gayet iyi biliyordum. Nitekim, dünyanın en güzel hikâyesi de değildi. Bu yüzden, Rudyart Kipling'e hep kızmışımdır. Onun için Cemile üstüne düşündüklerimi söyleyeceğim şu anda tereddüt ediyorum. Yine de öyleyken, evet, bu hikâye bence dünyanın en güzel aşk hikâyesidir. İşte bunun içindir ki, bütün işimi gücümü bıraktım, oturup bu hikâyeyi çevirdim. Basımevine verilmek üzere işte şimdi elimde: dünyanın en güzel aşk hikâyesi. Bunu söylemekten kendimi alamadım. Başka bir şeyde istemiyordum. Kitabın kuşağı üstüne benim imzam ile sadece bunu yazabilirlerdi. Oysa, dünyanın en güzel aşk hikâyesi sözlerini daha yazar yazmaz, bu kadarla yetinemeyeceğimi anladım. * Kırgızcadan çevrilen bu hikâyeyi Novi Mir adlı Sovyet dergisinin Ağustos 1958 tarihli sayısında okumuştum. Yazarın adı bana yabancıydı, kim olduğunu bilmiyordum. Soruşturdum, bana basit, pek fazla bir şey anlatmayan birtakım şeyler söylediler. 1928 de doğmuş, Cemile yayınlandığı zaman daha otuz yaşında yokmuş demek, Kırgızelindeki Şeker köyünde oturan bir memurun oğluymuş. Öğrenimi önce Şeker köy okulunda, sonra mıntıka okulunda yapmış. Onbeş yaşında, yani tam da Cemile hikâyesinin geçtiği yıllarda, İkinci Cihan Savaşının üçüncü yılındı köyde erkeklerin az olduğu zamanda köyünün Sovyetine katip olmuş. Bu da, bize fazla bir şey anlatmıyor. 1946 yılında Cengiz'i Kazakeli'ne yakın şehir olan Cambul'daki Baytar Okulunda buluyoruz. Sonra, Kırgız Tarım Enstitüsüne geçiyor. 1953 yılında bu okuldan mezun oluyor. Bu tarihten Cemile'nin yayınlandığı güne kadar Aytmatov, Kırgızeli Hayvancılık Bilim Araştırmaları Enstitüsündeki deneme çiftliğinde çalışmıştır. Yazarın yazdığı birçok hikâyeler kendi memleketinin basınında 1952 yılında yayınlanmaya başlıyor ve bu genç böylelikle edebiyata girmiş oluyor. Aytmatov, Kırgız yazarlarının Moskova'daki Gorki Enstitüsünde staj görüyor.1957 yılında da Sovyet Yazarlar Birliğine üye kabul ediliyor. Belki gerekli, ama bütün edinebildiğim bilgi bundan ibaret. Oysa, bütün bunlar Orta Asya'nın bir yerindeki bir delikanlının yirminci yüzyılın başında, yemin ederim ki dünyanın en güzel aşk hikâyesi olan bu hikâyeyi yazmasını izah etmez. İşte şimdi şurada, Villon'un, Hugo'nun, Baudelaire'in Paris'inde kralların ve devrimlerin Paris'inde; ressamların yüz yıllık Paris olmakla övünen, her taşı ya bir tarihi, ya da bir efsaneyi hatırlatan şu Paris'te, bir şarkıda dendiği gibi, öyle çok aşık yaşamış ki, hangisini alacağımı bilemiyorum...her şeyi görmüş, geçirmiş, okumuş şu Paris'te, Werther, Berenice, Antonie ve Kleopatra, Manon, Lescaut, Education, Sentimantale, Dominique, hepsi birden bire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile'yi okudum. Romeo Juliette, Paola ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiç biri gözümde değil, çünkü, ben İkinci Cihan Savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde zahire arabalarıyla giden Daniar ve Cemile'ye, bunların hikâyesini anlatan çocuk Seyyit'e rastladım. * Kırgız halkı üstüne bildiklerimiz nelerdir? Çin, Tacikeli ve Kazakeli arasında sıkışmış olan bu memleket üstüne, neler biliyoruz? Cemile ile birlikte içlerine daldığımız mıntıka Orta Asyanın neresindedir? Elimizdeki haritalarda Kurkureu nehrini bulmak kolay değildir. Cemile'nin cephedeki kocasından gelen, Doğulu üslubu ile yazılmış mektubun şu: “o yemşeyil, mis kokulu Talas'ta oturan anama, babama bu mektubu posta ile gönderiyorum” sözlerinden biraz bir şeyler öğreniyoruz. Demek ki, burası Kırgızeli'nin (Talaskaya oblast) , Kazakeli'ne komşu Kırgız dağları ile Kazak bozkırları sınırlarında bulunan kuzey batı eyaletiymiş, köyden Kurkureu nehrini doğduğu dağlar arasından geçidin öte tarafındaki istasyona kadar uzanıp, Cemile, Daniyar ve Seyyit'in ordunun ihtiyacı olan zahireyi götürmek için tutukları yoldan başka bir yol bilmiyorum. Kazakeli ile Kırgızeli'nin bu birleştiği yere ancak Daniar'ın bir türküsünde edilen ima sayesinde öğreneceğim: kâh Kırgız dağları gibi yükselen, kâh Kazak bozkırı gibi uzayıp giden bir türküydü bu. Kurkureu köyünün yakınlarından geçip, dağlardaki geçidin öbür tarafından gelen zahire yüklü arabaların durduğu istasyona uğrayan demiryolunun tek hatlı olduğunu da şundan anladım: hikâyenin sonlarına doğru iki aşık demiryolu makasına, yani bir katarın karşıdan gelen bir katara yol vermek için beklediği hatta doğru giderler. Bu bozkırda ve bu yüce dağlarda, yada kara dağlarda,insanlardan ayrı olarak, aygırları sonbaharda çayıra salınan kısrak sürüleri, yazın tepelere tırmanan koyun ve keçiler, yabani hayvanlar vardır. Fırtına kopunca ürküp ince uzun ayakları üstünde kaçışan cılız toy kuşları bulunduğunu da bir tesadüfle bir cümle parçasından öğrendim. Kırgızların yaşadıkları çadırların neden yapıldığını, çok sonra, yine bir tesadüfle, o fırtına sayesinde ve şu cümleden anladım: çadırın kopmuş keçesi, kanat çırpan bir kuş gibi, çarpıyordu. âdetleri, manzarayı öğrenişim de buna benzer vesilelerle oldu. Bu hikâyede konuşan çocuk yani Seyyit kürsüye çıkıp bize ne ırk bilgisinden söz edecektir, ne de siyaset dersi verecektir. O burada doğmuştur, ona her şey tabi gelir, göçebelik günlerini görmemiştir. Seyyit doğmadan her halde iki üç yıl önce o günler sona ermiş olmalı. Ama, ilkbahar gelince, ana babanın gençliğinde kendi eli ile yaptığı, şimdi yerleşik konutlarının avlusunda bulunan göçebe çadırına göç eder, çadırı da mazı ile tütsüler. Burada herkes kolhoz şartları içinde yaşar. Kolhozun başkanı atların çayıra salınıp kaba yoncaları yemelerini yasak etmiştir. Bir bacağı sakat, koltuk değneği ile gezen Orozmat adlı bir onbaşı vardır, yetecek kadar zahire çıkarılmadı diye bize çıkışan kolhoz idaresi ile münasebet halindedir. Bütün bunlar Büyük Savaş sırasında, erkekler yokken oluyor. Uzaklardaki bu savaşın asker karılarına, analarına ne kadar zor geldiğini gayet iyi anlıyorum. Hem kızların yüreklerine dehşet salan, hem de kırgızlık şeref ve namusunun canlı bir örneği olan yiğitler, yani seçkin süvariler üzengi şakırtıları ile yola düzülünce, kadınlar bunları uğurlamışlar, kahramanımız Manas'ın ruhu bunlara yardımcı olsun demişlerdir. Bu Manas destanı bize yazılı olarak kalmamış, yaldızlı yazmalarda anlatılmamıştır. Bu kahramanın gazaları, Tian-Şan dağlarında destancılar tarafından söylenip, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçmiş ve büyük Manas, Semetey ve Seytek adlı üç destan ancak geçen yüzyılda tespit edilmeye başlanmıştır. Seyyit'in dülger olan babası her sabah işine gitmeden önce, namazını kılar. Ama, tamamıyle unutulmuş gibi görünen dini hayattan bütün öğrendiklerim, şu son günlerde Fransa'da yayınlanan Abai'nin hikâyesindeki Kazakistan'da, yada Sedriddin Aini'nin Buhara'sında gördüğümüz din adamlarına, imamlara burada rastlamıyoruz. Bununla birlikte Sovyet köyünde klan âdetleri halen yaşamaktadır: Cepheden gönderdiği mektubunda asker aile büyüklerini, aksakal'ları karısından önce anmak zorundadır. 1940 yıllarında, âdetler köyde erkeğe çok karı ile evlenmek hakkını tanımaktadır. Meselâ okulda bir duvar gazetesi olduğuna şöyle bir dokunulup geçiliyor. O da, Seyyit bu gazeteye resim yaptığı için. Bununla birlikte, eski ile yeni arasındaki mücadele burada her şeyde görülüyor. Yalnız, bu mücadele temelinde bize ruhlar vasıtasiyle, ruhların içinde gösterilmiştir. hikâyenin büyüklüğü buradan geliyor. Cemile hikâyesinin acaip başarısı şudur: yabancı bir memleket, göçebelerin pederşahi geleneklerine hala sıkı sıkıya bağlı, Sovyet devrine, kurumlarına hiç sarsıntısız geçmiş erkek ve kadınların hayatı üstüne bütün öğrendiklerimizi içten; bütün bunları tabiî gören hiçbir açıklama istemeyen varlıklar vasıtasıyle öğreniyoruz. Öyle ki bir röportaj hastalığına tutulup, her şeyi önceden fişlere geçirilmiş gibi gelen modern edebiyatlarda eksik olan o harikulâde gelişme kolaylığı burada bütün hikâyesi sarıveriyor. Bu yerlerin atmosferi de şu: Buradaki tarlalarda ve bozkırda pıtraklar yuvarlanır. Neredeyse bunu bizim sihirli deve dikeni (halkımız bir destan hatası yaparak buna Deve dikeni Roland der) sanasım gelir. Bu memlekette yabani pelinler biter, yeşermiş mısırın o sıcak baharına rüzgâr, elmaların kokusunu katar. Yeni sağılmış sütte kuru gübrelerin ılık dumanı tüter gibi. Bu memleketin sözünü edebilmek için, insanda bu toprağın çilesini çekmiş bir erkek sesi, memleketine karşı beslediği o tabiî sevgiden uzun zaman yoksun kalmış bir erkek sesi, Daniyar'ın sesi olmalı. Ama, işte bakın, her şey değişiyor, asım kendi rengine bürünüyor. O taklidi olan şey başlıyor. Ne yapsam, sen bunu anlatamam. Okul kitaplarından kopya edilmiş resimleri de, Ağustos gecesindeki Daniyar ile Cemile'yi de gayet iyi çizen, doğuştan ressam Seyyit'teki o kabiliyet bende yok. Seyyit'in hiç hazırlıksız, cahillikten gelme saf bir cüretle yapılmış resimlerini ah ne kadar görmek isterdim. Bu resimlerdeki kişiler kim bilir nasıl kolayca tanınır, asıllarına ne kadar benzer! Çizgi ve renklerdeki o Gümrükçü Roousseau'dan, hem de Manas destanından gelme sözlü üstünlüğü resim akademisi, Allah vere de, yok etmese, okul Seyyit'in elini berbat etmese. Yine bu üstünlük, batının artık kendini tüketmiş medeniyetlerindeki ressamların kaybolmuş cennet yolu gibi yeniden öğrenmeye çalıştıkları o hüner ve ustalıkla berbat edilmese. İşte bakın, o paha biçilmez şey doğruyor, yükseliyor. İşte bakın, yazar, ruhun ve hayatın o gerçeğini, tıpkı Ağustos gecesindeki Daniyar gibi, birden gözümüzün önüne seriyor. Hayatın bu gerçeğine, Verona'da Troya'da olduğu gib Şeker'de de, Talas'ta da da aşk derler. Her insanın bir hayatı vradır. Cengiz Aytmatov hayat yolunun henüz başındadır. Oysa, bakın, insanlığın o ulu deneyini, daha şimdiden, yüreğinde ve kucağında taşır gibidir. Çünkü, bu genç herkesten bambaşka bir şekilde aşkın sözünü ediyor. Ey, Alfred de Musset, Kırgğz boylarındaki bu Ağustos gecesini de, otuz yaşında hayatını ve gücünü hiç kaybetmediğini söyleyebilen bu genci de kıskanmalısın dostum! * En başta toprak sevgisi, yaşamak sevgisi geliyor. Hiç değilse öyle görünüyor. Kuş şakıyınca, yada gözalıcı tüyleriyle salınınca, oradan geçen biz, musikiden başka bir şey duymayız, renklerin ahenginden başka bir şey görmeyiz. Bu türkünün aşk türküsü olduğunu, bu türkünün tüylerin güzelliği gibi, bir yerde saklanmış, duyup gelecek dişi kuşa seslendiğini öğrenmemiz için bilginlerin incelemeleriyle bize bunu anlatmaları gerekti. Yukarıda da söyledim. Cemile hikâyesini bize bir çocuk anlatıyor. Sevişen çiftin ruhunda olup bitenleri keşfetmek, çiftin henüz ne olduğu bilinmeyen dramı onca hem duygunun kendisini keşfetmek, hem de zekâyı tatlı tatlı konuşturmak demektir. Bu çocuk her şeyi yeniden icat edecektir. İşte bunun içindir ki, o bize aşkı, çok saf bir maden gibi, doğuş halinde gösteriyor. Hemen de adını koyacak mı? Bazen “Cemile ile ikimiz” diyor o, “aynı ve tek bir duygu ile heyecanlanıyorduk gibi gelirdi bana.” Çocuk bu doğuşu seyrediyor: Cemile'nin Daniyar'ı sevmesini hem istiyor, hem istemiyor. Çünkü, memleket âdetlerine göre, o ağabeyinin karısın, yengesini gözetmek zorundadır. Çünkü, Ağustos gecesi söylenen bir türkü ondaki bütün iyilik ve kötülük duygusunu altüst etmiş, bozguna uğratmıştı. Cemile'yi sevmesini bilmeyor, Cemile'yi büsbütün kaybedince ancak bunu öğrenecektir. O çocuk masumluğu içinde de, Daniyar'la Cemile'nin aşkına yataklık edecektir. Şimdilik, aşk nasıl şeydir? Diye kendi kendine soruyor. Onun ne olduğnu içindeki başk abir duygu ile, duyduğunu resimle başkalarına anlatmak arzusu ile iyice anlayabilecek ancak. Ressamın ilhamı gibi, şairin ilhamı gibi bir ilham değil mi aşk da? diye düşünüyor. Ağustos gecesi, on üç yaşındaki bu çocuğa önce ne olmak istediğini ifşa ediyor. Daniyar'ın türküsü, Daniyar'ın Cemile'ye söylediği aşk türküsü ona gerçeği öğretiyor. Ne söylesek ya lâfı uzatmış oluruz, ya söylenecekleri söylememiş oluruz. Kitap önümüzde. Hem kısa, hem de engin bir hikâye bu. Ne yerli yerinde kullanılmış biricik kelimesi olan, ne de yürekte yankı yapmadık biricik cümlesi olan bir hikâye. Küçük Seyyit'in saf ve tabiî bir ressam olup olmadığını bilmiyorum, ama onun ağzı ile konuşana hiç kimse sanat dersi veremez. Rustaveli Kafkasya'da yada Armand Daniel Languedoc'ta yırladıkları sırada, Kırgızlar yazma kitaplar için özenip bezenilen minyatürler yapmıyorlardı. Yazı onlarda yeni ortaya çıkmış marifettir, kitabı kavuşalı şurada otuz yıl ya oldu, ya olmadı. Yeşillikler içinde mis kokan Talas'tan kopup bize gelen bu türkü, hem Ağustosu, hem sonbaharı söyleyen, aygırın ve ürperen toprağın çığlığı olan bu türkü, este âdetleri altüst edip, sevilen kadının adını her mektupta en başa, erkek kardeş, baba, ana ve ihtiyarlardan önceye alan bu türkü, aşkı kanunî evlenmeden, kadının askerdeki kocasına karşı olan ödevinden üstün tutup, köyün ikiyüzlülüğünü tarumar eden bu cüretli türkü. İşte bunun için, gönlüm razı olmadı, bu türkü, pelinlerle kaplı bozkırda, insanın gençken Cemile ile Daniyar'ın aşkından habersiz, üstünde yatıp uyuduğu samanların kokuları içinde kalsin; yine gönlümün razı olmadı. Kızgın gecelerinden yükselen bu türkü bizim bezgin eski dünyamızda yankılar uyandırmasın ve bu yankılar alıp götüren bulutlar, fırtınalar gidip Cengiz Aytmatov'a “sesin buralarda duyuluyor” demesin, “erkekle kadının birbirlerini tanıdıkları, çocuğun da ışığı hayal meyal keşfettiği o perili gece buraları da sarıyor” demesin. Allah Allah, dünya hâlâ ne kadar genç, ne kadar güzelmiş meğer” Sanki hiç bir şey tükenmemiş gibi, sanki her şey insanların yüreğine hâlâ çarpıntı verirmiş gibi! Bilgin işi bir müzikle avunmalarını mazur göstermek isteyen birçok kimseler vardır. Müzik diye ne varsa bu müzikten sürüp çıkarılmış, bunu yapmakla müziğin özü bilindiği daha iyi gösterilmek istenmiştir. Birtakım kimseler vardır, ilmin öyle noktasına erişmişlerdi ki, bu noktada ilim artık oyundan başka bir şey değildir. Aynanın karşısına geçtiklerinde kendilerini tanımayacak kadar zayıf düşmüş kimseler vardır. Sonra, bakıyorsunuz, Çin'le Tacikeli arasında, Kurkureu nehri üstünde bir oğlan çıkıyor, gözlerini size çevirip konuşuyor. Susup bu çocuğu dinlemeye can atıyorsunuz. Ey, inanmadığı Ulu Tanrım, aşka olan bütün imanımla inandığım o Ağustos gecesini bana bağışladığından ötürü sana şükrederim. (Cengiz Aytmatov, Cemile, Deve Gözü, Selvi Boylum, Yeni Dünya Yayınları, Mayıs 1982 Fransızcadan Çeviren: Şerif Hulûsi) * ALINDIĞI KAYNAKTAKİ ASLINA SADIK KALINMIŞTIR.

  • İnception

    FİLM İZLE Türkçesi Başlangıç olan akıl almaz bir bilim kurgu gerilimidir. Yönetmen: Ülke: ABD | İngiltere Tür: Aksiyon | Bilim Kurgu | Gerilim | Gizem | Macera | Yabancı Film IMDB: 8.8 720P: 9.2 Vizyon Tarihi: 30.07.2010 Süre: 148 dk Türkçe Adı: Başlangıç Nam-ı Diğer: Inception, Inception: The IMAX Experience, Oliver's Arrow Ödüller: 4 Oscar, 81 ödül ve 103 adaylık Bütçe: $160,000,000 Hasılat: $825,532,764 Hedefleri bilinçaltlarına girerek bireylerin düşüncelerini etkileyerek casusluk yapan çetenin hikayesi anlatılıyor. Baslangiç filmi; Leonardo DiCaprio ve Joseph Gordon - Levitt'in birlikte başrolünü üstlendiği , bilim kurgunun işlendiği ve aksiyonun tavan yaptığı harika bir film. Dom Cobb çok yetenekli bir soyguncudur. Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmaktır. Cobb’un bu ender mahareti, onu kurumsal casusluğun tehlikeli yeni dünyasında aranan bir oyuncu yapmıştır. Ancak, aynı zamanda bu durum onu uluslararası bir kaçak yapmış ve sevdiği herşeye malolmuştur. Cobb’a içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını sağlayacak bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş; tabi eğer imkansız başlangıcı tamamlayabilirse... Muhteşem soygun yerine, Cobb ve takımındaki profesyoneller bu sefer tam tersini yapmak zorundadır; görevleri bir fikri çalmak değil onu yerleştirmektir. Eğer başarırlarsa, mükemmel suç bu olacaktır. Ama ne dikkatle yapılan planlamalar, ne de uzmanlıkları, onları, her hareketlerini önceden tahmin ettiği anlaşılan tehlikeli düşmanlarına karşı hazırlıklı kılabilir. Bu, gelişini sadece Cobb’un görebildiği bir düşmandır.

  • Tutsak

    seni istiyorum ve biliyorum asla koynuma almayacağım sen o aydın ve pırıl, pırıl gökyüzüsün ben bu kafeste bir tutsağım kara ve soğuk parmaklıklar ardından gözlerim hasretle bakıyor yüzüne doğru bir elin uzanışını düşlüyorum, ansızın ben de uçayım sana doğru boş bir anda düşlüyorum bu sessiz hapishaneden uçmayı gülerek gardiyan adamın gözüne yanında yaşama yeniden başlamayı düşlüyorum ancak bilirim asla bu kafesten kurtulmaya gücüm kalmamış gardiyan adam istese bile kanatlanıp uçmaya soluğum kalmamış parmaklıklar ardında her sabah bir çocuğun bakışı güler bana doğru sevinç şarkılarına başladığımda dudağında öpücükle gelir bana doğru şayet bir gün, ey gökyüzü kanatlanırsam bu sessiz evden ağlayan çocuğa nasıl söylerim tutsak bir kuşum vazgeç benden bir mumum, canımın alazıyla harabeleri aydınlatırım sönüklüğü seçersem eğer bir yuvayı yıkıp dağıtırım

  • İstanbul'u Sevmek

    bir martının kanadına tutunup uçsam, sonra kaybolsam bu şehr-i İstanbul'da... *** an gelir "o serin selviler altındaki" ülkeye gitmek istersin, sonra dönüp ardına bakarsın, hayat güzel... ne gelen var o ülkeden ne de gitmek isteyen... *** Bahar geçmiş, hüzün sarmış her yeri masada kalmış yalnız mazinin çiçekleri... *** bazen sol yanımın sesi kesilir yüreğim hicret eder bambaşka diyarlara... *** Ah benim biçare ömrüm, Nasıl da yel gibi geçtin... Lâl oldu ağzımda dilim Yine susup kaldın gönlüm... *** bir martının kanadına tutunup uçsam, sonra kaybolsam bu şehr-i İstanbul'da... *** soğuk kış geceleri karanlık mı karanlık, duman duman tütüyor bacalardan yalnızlık... bir yıldız parlar bazen bulutlar arasından, her karanlık gecenin sonundadır aydınlık...… *** bazen bir bulut kaplar gökyüzünü saklar güneşin solgun ışıklarını çiçekler büker boynunu sessizce bilmez ki bulutlar hicran yüklüdür *** Görseller ve dizeler: Nurten Bengi Aksoy

  • Rönesansın Cesur Eli; Michelangelo

    “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yasadıgımız bu dünyayı uygun ve yasanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluga girecektir.” Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. / İnsanların kilisenin fetvalarına aykırı düşünüyor diye yakıldığı bir dönem... Öyle bir dönemde "Kıyamet Günü" tablosunu fazla erotik bulan papaya bu yanıtı verir Rönesans döneminin en yaygın üne sahip çok yönlü sanatçısı Michelangelo. Devrin egemeni, bütün krallıkların da üstünde dinsel bir imparatorluk oldurmuş Kilise ve Papadır. Bugün bile devrin muktedirine çok az kişi verebilir bu yanıtı herhalde, ertesi gün öleceğine dair kesin raporu yoksa. Çünkü sonraki hayatı kesin cehenneme dönecektir. 1600'de Bruno yakılarak öldürüldü, katili de o dönemin papası... ki Bruno kendi de bir papazdı , herhalde azıcık torpil geçmişlerdir diye düşünebilirsiniz. * Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. (6 Mart 1475 – 18 Şubat 1564) Çok yönlü bir sanatçıdır. Rönesans döneminin en yaygın üne sahip ressam, heykeltıraş, mimar ve şairidir. Da Vinci ve Rafael'le çağdaştır, aralarında tatlı bir rekabet olduğu söylenir. Bir rivayete göre, sanatçının rakiplerinden Rafael ve Bramante, işbirliği yaparak Michelangelo’ya Sistine Kilisesinin işini verdirmeye çalışırlar. Böylelikle, kendini ressamdan çok bir heykeltıraş olarak kabul eden Michelangelo, bu işi kabul etmeyecek Papanın gözünden düşecektir. İşi kabul eden sanatçı çağları aşacak ününün önemli bir basamağını böylece oldurur. Michelangelo, 6 Mart 1475'te Kıği yakınlarında Caprese’de doğar. Ailesi, o daha bir aylıkken Floransa’ya taşınır. Annesi, kendisi altı yaşındayken ölen Michelangelo, 13 yaşına geldiğinde Floransa’da Domenico Ghirlandaio’nun yanına öğrenci olarak verilir. Bertoldo di Giovanni’nin zamanında, Medici ailesine ait olan San Marko bahçesinde çalışan genç Michelangelo, bu arada Lorenzo de' Medici ile tanışır. Michelangelo, heykeltıraştaki rüştünü kanıtladığı ilk ve en ünlü eseri olan çocuk kral Davud’un heykelini yaptığında henüz 26 yaşındadır. Beş buçuk metrelik bir mermer kütleden çıkaracağı eser için genç dâhi, mermer bloğun yanına bir baraka inşa ederek, yardımcısız bir şekilde, çoğu zaman geceli gündüzlü çalışarak Rönesans sanatının harikalarından biri olarak kabul edilen David’i yaratır. 1505 yılında Papa II. Julius tarafından kendisine, en önemli başarılarından biri olacak Vatikan’ın yanındaki Sistine Şapeli’nin tavan resimlerinin yapılması işi verilir. 3 yıl sonra başlayacağı bu görevi sanatçı, 520 metrekarelik bir alanda yaklaşık dört yıllık bir çalışmanın ürünü olarak bitirir. Ortasının da, her biri Âdem, Havva ve Nuh Tufanıyla ilgili İncil’in Eski Ahit’inden alınma öykülerden esinlenerek yapılan resimlerin bulunduğu dokuz pano bulunan freskin yan unsurları da mitolojik figürlerle bezelidir. Özellikle “Adem'in Yaratılışı” ismindeki sahne batı resim sanatının en canlı tasvirlerinden biri kabul edilir. 1519 yılında Cosimo de' Medici’nin soyunun son temsilcisi Lorenzo de' Medici’nin ölmesiyle Michelangelo, onla birlikte genç yaşta ölen Nemours Dükü Giuliano’nun mezarlarının konulduğu kiliseye iki ünlünün heykelini yapar. 1534’te Papa III. Paulus’un heykeltıraşı ve mimarı yapılan Michelangelo’ya Sistine Kilisesi’nin sunak duvarına bir ‘Kıyamet Günü’ tasviri yapmasını ister. Meryem’in Göğe Yükselişi, İsa’nın Vaftizi ve Musa’nın Hükmü’nün anlatıldığı freskler süsler bu duvarı. Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paulus ise, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hale getirmesini isteyince, ustanın cevabı şu olur: “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluğa girecektir.” Hayatının son dönemini Roma’daki Aziz Peter Kilisesi’nin mimarı olarak geçiren Michelangelo 18 Şubat 1564'te 89 yaşında ölür. Rönesans sanatına benzersiz bir etkide bulunan Michelangelo, klasik sanat tekniklerini öğrenmesinin yanı sıra asıl olarak, insan formunu her açıdan tasvir edebilmek için kadavralar üzerinde çalışıp, Yunan ve Roma sanatından devraldığı idealleştirilmiş insan tasarımlarını ulaştığı gerçekçilik boyutunu yakalamaya çalışır. Batı resminin babası olarak bilinen Giotto’nun resmindeki doğallık ve gerçekçilik ile 15. yüzyıl başında tam olarak anlaşılabilen derinlikte perspektif olgusunu geliştirip kendi tarzına temel yapan Michelangelo onlarca heykel, freske imza atıp Roma’nın yeniden inşa ve düzenlenmesinde de önemli görevler almıştır.Onu idolü olarak seçen bir çok kişi vardır. #İzBırakanlar #AycanAytore

  • Doyulmayan Sevgili Gibisin Dubrovnik

    Adriyatik sularının oya gibi işlediği, Dalmacya kıyılarının en nadide, en asil, en dokunulmaz güzellikteki kale şehri, Balkanların gözbebeği Dubrovnik’teyim. Kale şehrin kapısından daha adımınızı attığınız an sizi ortaçağ mimarisinin olağanüstü mistik havası sarıyor.Tarihte okuduklarınızı biryana bırakın… Ortaçağın karanlığına inat, öyle soylu, öyle özel ve güzel bir inci gibi parlayan bu kent,her hali gizemli bir sevgili gibi keşfedilmeyi bekliyor.Film platosunda hissediyorum kendimi.Tıpkı kabuğu içinde özenle saklanan inci tanesi gibi, kenti çevreleyen surları itina ile koruyor bu şahane kenti.Çin seddi gibi çevrelemiş surları içinde, portakal bahçelerinin, üzüm bağlarının, daracık gizemli sokaklarının sadece seyirlik olmayıp, capcanlı yaşanan bir kent olması daha bir sevdiriyor kendini. Otelleri, resteoranları,butik mağazaları, zanaatçıların el ürünlerini pazarladığı hediyelik eşya dükkanları, kafeleri… Kilise ve konser salonları… Dünyanın dört bir yanından gelen turist kafilelerinin ilgi odağı oluyor. Tarih boyunca diplomatik ilişkilerinin hep dengede gittiği bu ticaret ve liman kentinin, bilinen anlamda zenginliği, asla kültürel değerlerini bozmamış, deyim yerindeyse, şımartmamış ve asaletini korumuştur. Belki de insanları kendine çeken şeyde bu olmalı. Tıpkı beni de çeken şey gibi. Dedim ya, sadece seyirlik bir kent değil. Yaşanası bir yer diye... Talihli olmalıyım ki bu buram buram portakal kokan şehir içinde, bir yanı çan kulesine, bir yanı saat kulesine bakan en görkemli taş meydanındaki tarihi otellerinden birinde iki gece geçirme fırsatı verdi bana. Ahşap cumbalı penceresinden, narenciye soluyan dar sokaklarından meydana açılan kapıların her birisine yakından tanık olmak… Surlarında yürürken ve en zirveye çıkarken zerre yorgunluk hissetmediğim, her katında ayrı ayrı güzellikler keşfettiğim, kenti kuşbakışı izlerken duyduğum huzur ve mutluluk inanılmaz yaşanasıydı. İnsan hiç bir kente aşık olur mu demeyin? Olunurmuş!.. Rengini portakallarından çalmış hep bir örnek çatıları… Çiçekli meyve bahçeleri… Mahalle aralarında halen yaşattıkları kültürleriyle bezeli mütevazi evleri… Portakal kokan dar sokaklarıyla sanki çocukluğumdu. Memleketimden kilometrelerce uzakta, tam da burada, benek benek Adriyatik Denizini süsleyen karaların en güzelinde, Dubrovnik ’te yaşayıp, yaşlanabilirim. Her seferinde farklı özelliğini keşfetmek için tekrar tekrar gelmek istiyor insan… Doyulmayan sevgili gibisin Dubrovnik!

  • Tatsız Tuzsuz

    Tadı kalmadı azizim... ne CEMREde umut var, ne MARTta! Bırak ısınan kızgın damları, Peşrev yapacak gül dalı bulursak ne ala...

  • Laf Ola Beri Gele

    ANAYASA / 4. Madde Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.. Yani teklifi bile suçtur. * Cumhurbaşkanlığı sistemi gelecek, 100 günde her şey yoluna girecek, ülkemiz arzu edilenden öteye kanatlanacaktı. Umuda yelken açtık, olurumuzu verdik, umutla bekledik. Hala bekliyoruz. Pandemi mi gerekçe? İnsaf, önceki 16 yılı hiç konu etmiyoruz, o zamanlar verilen sözleri de... Ne var ki, 2018'den pandemiye kadar iki yıl geçti. Kaç 100 gün eder acaba? Şimdi yıl 2021; Görünen, başta ekonomi olmak üzere tüm sorunları çözdük, aşı da bulduk, Ay'a da sertçe ineceğiz, bir kusur Anayasa kaldı. Amacımız muhabbet, kusur aramak değil, o nedenle dile getiremiyoruz ama; maske dağıtamadık maske, dağıtım kurallarını kimbilir kaç kez değiştirdik gene olmadı; Allah razı olsun Cumhurbaşkanımız gecikerek de olsa 5 maske gönderdi de aştık geçen yılı. Bir de pandemi niye arttı derler? Anayasa'ya kusur bulup el atmak ilk kez olmuyor ki? Daha önce de denenmişti bu. Bir çok yeri de revize edildi. Hele cumhurbaşkanlığı sistemiyle kurcalamadığımız yeri mi kaldı. Yine de değişiklik iyidir, deyip gözden geçirilip bütün partilerin katıldığı ulusal bir mutabakatla alkışa değer, çağa uygun bize yakışır bir anayasa neden olmasın? Ne var ki "şimdi mi" dedirtecek anda mı? Ne var ki görünen amaç salt üzüm yemek değil: Daha gündeme gelir gelmez ortaya atılan ada bak; "kuruluş anayasası"... Diyen kişi, bir başına mı buldu o parlak düşünceyi? Neyin kuruluşu bu? Yıkılan ya da yapılan ne, kurulacak olan ne? 700 yıllık imparatorluk, 100 yıllık cumhuriyet değil mi konu edilen, yoksa biz mi anlamadık, başka bir niyet mi var? Ardından ilk 4 maddenin değiştirilmesi tartışılmaya başlandı. 2023 TARİH, KURULUŞ ANAYASASI, İLK 4 MADDE... Feto söylemi gibi...diyeceğim, aklım izin vermiyor; daha dün değil miydi Feto kalkışması? Bana değildi hoş sizeydi? Ben zaten kapıkulu, sıradan yurttaş; başta kim bana ne, biri olsun da yeter... Hele şöyle gür sesli, hazır cevap, kodu mu oturtan ...biri olursa sorma... Sahi siz o toplasan geniş bir paragraf tutmayan 4 maddenin neyi içerdiğini biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyettir diyor, başkent Ankara'dır, resmi dil Türkçe, bayrak ve istiklal marşı diyor ve bunlarla bu ülke bölünmez bir bütündür...diyor. Bu hepimizin bildiği... Ne var ki başka şeyler var, onlar olmasa kabile devleti olursunuz; Türkiye demokratik bir hukuk devletidir diyor, hani geçen demiştik en yetkili ağızlardan; bu konularda eksiğimiz var; açılım yapacağız, işte onlar. Başkaları da var, sadece tek sözcük ama anlamı senin bütün hayatın, aç sözlüğü bak. basitçe söylersek; devlet yurttaşın dinine, inancına, sosyal hayatına, giyimine, yemesine, içmesine karışmaz, yurttaşın bunları rahatça sağlaması, yerine getirmesi için gözkulak olur demek olan sosyal laik bir hukuk devletidir diyor. Anadolu kadim devletlerin ülkesi olmuş hep, yüzlerce ırk inanç kaynaşmış, Türkiye de üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun küçüle küçüle Anadolu'ya sığınmış son temsilcisi... Onda her türlü ırk, inanç, mezhep anlayış var, Osmanlının hoşgörüsü, TC'nin vazgeçilmez laiklik ilkesiyle herkes huzur içinde yaşamış, inancının gereğini yapmış. Bu gelip geçen kültürlerin yaşama, giyim sosyal alışkanlıkları da var hepsinde. Güne uyarlamış, bugüne taşımış... Devletin sağlamaya söz verdiği güven ortamında kimseyi rahatsız etmeden yaşamayı başarmış. Ne var ki devlet bu kuralları bazen yok saymış, açık ya da kapalı. Örneğin Amerikadaki Süryaniler Normonların bir kolu sanıyorsan değil, bu yüzden. Osmanlıyla müttefik Kürt aşiretler işbirliği yapınca 1.Dünya Savaşındaki katliamla dengeler alt üst olmuş, kavimler göçü başlamış. İşte bu yüzden kalkıp gitmiş bizim insanlarımız Hindistan'dan Avrupasına... Devlet ağır abi olup bu ince dengelere taraf olmadan sosyal laik ve hukuk devleti olursa huzur o zaman var. Yoksa devlet taraf bir de karışan olduğunda hepimiz sarık, türban taksak bile tıpkı maskenin takılması nasıl olur gibi sarık nasıl takılır, türbanın deseni ne olmalı... diye birbirimize gireriz. Değiştirilmek istenen 4 madde bunların güvencesi işte... Anayasa'yı değiştirecek aritmetik güç olsaydı çoktan değiştirmiştiniz, İYİ parti de yanaşmadığına , öteki partiler de, ancak parlamenter sisteme dönüş olursa, dediklerine göre... bu anlamsız ve zamansız çıkış olsa olsa bir gündem yaratma... Ne yapacaksınız HDP olur der mi? Kurumların başındaki T.C'ler açılımda uçmuştu, Anayasa'dan Türk'ü kaldıracak değilsiniz herhalde... Amerika 1001 millet, ama adı Amerika; bura da Türkiye; Laz'ı Kürt'ü, Boşnak'ı, Arnavut'u, Çerkez'i .. Birlikte kurtardığımız, birlikte abat ettiğimiz... Görüyorsunuz o dört madde, aslında incecik bir denge, müthiş bir denge O zaman niye? Konuşsunlar da, döksünler eteklerindeki taşları, niyet anlaşılsın beklentisiyse bu, isabetli olmuş. Baksanıza sizden sizi eleştirerek ayrılan yeni muhalefet lideri "ilk 4 madde" tartışılabilir, dedi. Anlamış olduk ki o da yeni değilmiş... Başta CHP olmak üzere diğer partilerden buna bir yanıt verilmediğini de gördük. Herhalde gelecekteki olası ortağı küstürmeyelim diyorlar. Siyaset bu mu? Rüzgara göre yelken diyeceğim değil, bu rüzgarın mevsimi yok ki aklına göre esiyor. İlkesiz, omurgasız, yeter ki iktidar olalım, yeter ki iktidar da kalalım hali, baharı görmez bile. Laf ola işte... Ne var ki yine de ürkütücü... "Değiştirilebilir" denilen ilk 4 maddeyi görüp biraz açalım mı? Belki neyle oynadığımızı fark ederiz. 1. Madde Devletin Şekli Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir Değiştirip ne diyeceksiniz yerine? 2. Madde Türkiye Cumhuriyetinin niteliklerini içerir. MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Nedir huzursuz eden bu maddede? Türkiye Cumhuriyeti bundan böyle insan haklarına saygısız, adaletsiz mi diyeceğiz? Atatürk milliyetçiliği mi yoksa? Varlığını milliyetçiliğe borçlu ortağınız parti buna olur der mi? Arap kabile devletleri bile demokratik açılımlar yaparken, biz olanı yetersiz bulup hukuktan demokratik açılımlardan bolca söz ettiğimiz günümüzde demokrat ve hukuk devleti olmayıp ne olacaktık? Geriye Sosyal ve laik devlet kalıyor. Yani yaşam, giyim, din ve vicdan özgürlüğü? Başörtüsü sorununu yüzyıl sonra ancak aşmayı başarmışken devletin inancına, yaşamına, kılığına, kıyafetine müdahalesini ya da kurallar koyduğunu düşünün... Böyle bir şey seçiminiz olabilir mi? Ya da bunların yerine ne önereceksiniz de kendi inançlarınızı da, herkesin inancını da güvence altına alacaksınız? 3. Madde III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti. Bunlar mı değişecek olanlar? Devleti böleceksin, dili değiştireceksin, milli marşı atıp yenisini yapacaksın, bayrağı, başkenti yeniden tasarlayacaksın, olamayacağına göre zorun ne? Yerine ne önerebilirsiniz de yeni bir kaç seçmen daha kazanacağım derken elindeki seçmeni kaybetmeyeceksin? 4. Maddeyi biliyor musun peki? Biliyor musun bu tip heveslerin çıkabileceğini öngörenler o zamandan önlem almış. Teklif bile edemezsiniz demiş. Üzerinde düşünsen az, bugün varsayımsal "değişebilir" diyenler bile anayasal suç işliyorlar demektir bu madde. Belli, Biz ne olduğunu anlayana değin bu tartışma örtüldü bile. Anlaşıldı; "Boş kalmayın"a bir örnek daha, Anayasa manayasa laf ola beri gele... Sazanlar utansın...

  • Kayıp Efsane

    Bir FİLM ÖNERİSİ John Wayne ve Sophia Loren'in başrölünde olduğu bir Sahra Çölü'nde geçen bir macera filmi...

  • Doğan Cüceloğlu

    Kişisel gelişim kitaplarıyla da tanınan psikolog ve yazar Doğan Cüceloğlu, dün İstanbul Beşiktaş’taki evinde ölü bulundu. İlk belirlemelerde evde yalnızken düştüğü, beyin kanaması geçirdiği bu nedenle hayatını kaybettiği sanılıyor. İncelemeler sürüyor. Üç çocuk babası olan Doğan Cüceloğlu, 2019 yılının Ağustos ayında Sakarya'da kalp spazmı geçirmişti. DOĞAN CÜCELOĞLU KİMDİR? İletişim psikolojisi uzmanı Doğan Cüceloğlu, 40’tan fazla bilimsel makalesi ve çok sayıdaki kişisel gelişim kitabı ile tanınıyor. 1938'de Mersin’in Silifke ilçesinde 11 çocuklu bir ailenin 11. çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve ortaokulu orada bitirmiştir. Ankara ve Kırklareli’de liseyi bitirip İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun Cüceloğlu, ABD’de Illinois Üniversitesi’nde Bilişsel Psikoloji doktorasını yaptı. Türkiye’de Hacettepe Üniversitesi iӀe Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmış, Fulbright bursu ile Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nde ziyaretçi öğretim üyesi olarak bir sene görev aldı. 1980-1996 yılları arasında ABD’deki Fullerton şehrinde California Eyalet Üniversitesi’nde görev yapmıştır. 1996’dan bu yana Türkiye’de üniversite öğrencilerine, öğretmenlere, ana-babalara ve iş adamlarına yönelik seminerler, konferanslar ve atölye çalışmaları düzenledi. 1990’dan bu yana kitaplarını Türkçe olarak yayınlamaya özen gösteren Cüceloğlu, Türk insanının düşünce, duygu ve davranışlarını bilimsel psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplar yazdı. 90'lı yılların kişisel gelişim alanının sosyal fenomeni de olmayı başaran Cüceloğlu, 16 Şubat 2021'de aramızdan ayrıldı. Doğan CÜCELOĞLU'yla SÖZCÜ GAZETESİ tarafından PANDEMİ konusunda yapılan söyleşiyi buradan okuyabilirsiniz.

  • Türk Medeni Kanununun Kabulü

    17 Şubat 1926’da kadınla erkeği eşit kılan Medeni Kanunun kabul edilmesinin 95. yıldönümü. Cumhuriyet ve Atatürk Devrimleri çağımızın en başarılı çağdaşlaşma, özgürleşme ve aydınlanma projesidir. Temelleri, demokrasinin ilk ışıkları kabul edilen yasalar ve uygulamalarla atılmıştır. 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun, bunların başında gelir. Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle kişiler hukuku, aile, miras, eşya hukuku ilişkilerinde dini hukuk yerine laik hukuk kabul edilmiştir. Yasa, özellikle kadınlara tanıdığı haklar açısından toplumun aydınlık yüzü olmuştur. Medeni Kanun, kanun önünde kadın erkek eşitliğini kabul ederek kadınların ve bunun sonucu toplumun önünü açan en önemli devrim yasasıdır. Medeni Kanun, kadınların eşit ve özgür bireyler olarak toplumsal ve kamusal yaşamda yerini almasının başlangıcıdır. Ülkemizde kadınlar egemen kültür nedeniyle daha az eğitime, daha az ekonomik ve mali kaynağa, özerkliğe, karar alma yetkisine sahiptir. Kadınlar düşük ücretli, kayıt dışı, sosyal güvenliksiz işlerde çalışıyor. Ev işleri de kadına bakıyor. Üstüne üstlük kadın bir de şiddet görüyor. Bunun nedeni eşitsiz güç ilişkileridir. Kadınların hak ve özgürlüğü demokratik ortamlarda gelişir. Gittikçe muhafazakârlaşan toplumlarda kadınların yaşam biçimi, bedeni üzerindeki haklar, çalışma hakkı, giyimi erkekler tarafından kullanılan haklar haline gelir. Oysa dünyada yönetimler toplumsal cinsiyet eşitliğine verdikleri önem ve yaptıkları katkı ölçüsünde toplumsal gelişmede ve ekonomide başarılı oluyor. Eşitlik ekonomide verimliliği ve gelişmeyi artırır. Bu nedenle yönetimlerin kadınlara fırsat eşitliğini sağlayacak politikalar üretmesi ve bu eşitliğin önündeki engelleri kaldırması gerekir. Cumhuriyet Devrimini bir kadın devrimi haline getiren Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Medeni Kanun’un mimarı Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u saygıyla anıyoruz. 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan 743 sayılı kanun ile şunlar sağlandı Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı. Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirildi. Tek eşle evlilik esası getirildi. Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı. Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi. Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı. Kaynak: https://www.cydd.org.tr/haber/turk-medeni-kanununun-kabulu-1289/

  • Sayın Müdürüm

    Çapar, ufak tefek, ince yapılı, köse bir oğlandı, Necdet. Memuriyete başladığında, her şeyi öğrenmeye hevesli gözleri, ışıl ışıldı. Köy çocuğu olduğundan mı, yoksa memurluğu fazla önemsediğinden mi bilinmez, öğretildiği üzere, amirleriyle ‘sayın’sız konuşmazdı. Pek alışık olunmayan erkek sekreterdi. Dışardan bakıldığında, telefon bağlamak, randevuları ve toplantıları ayarlamak gibi önemsiz uğraşlardı tüm yaptığı. İşi gereği giyim kuşamı her zaman tertipli ve temizdi. Küçük kasabaların, il olması furyasının yaşandığı o yıllarda, en genç ilin yetkili müdürlerinden birinin yanında çalışmanın verdiği bir hava taşıyordu yürüyüşünde. Kendisi gibi şehirleşmeye hızla geçiş yapan bu ilde çalışıyor olmak, yaşadığı köyde el üstünde tutulmasını sağlıyordu ayrıca. Yerel yönetimlerin siyasi yapısı gereği, idarecilerin atamalarında yaşanan değişikliklerden Necdet de payını alıyor, sık sık müdür değiştirmesine neden oluyordu ya… Neylesin?..” Gelen ağam giden paşam” deyip, görevini yapıyordu. Kalabalık, çoğunluğunu genç kadınların oluşturduğu, birçok farklı bölümü aynı işyerinde barındıran bir yapısı vardı kuruluşun. Ancak kimse kimsenin işini yapmaz, ayrıca öğrenmekte istemezdi. Eskiden beri alışılmış sanki askeri bir düzen hâkimdi. Müdürün, günde birkaç kez, beklenmedik ziyaretlerine gelişiyle bütün çalışanlar ayağa fırlıyordu. Hangi müdür çıkarmıştı şimdi hatırlamıyordu, ama herkes bu kuralı bir zorunluluk gibi yerine getirmeye gayret ediyordu. Görev yaptığı on yıldan bu yana her tipten müdürle çalışmış, ama böylesine ilk defa rastlamıştı Necdet. Müdür gelmeden namı gelmişti işyerine; amir ve memurlarına karşı inanılmaz dengesiz biri olduğu, çalıştığı hiçbir ilde altı aydan fazla barınamadığı… sonra yaş haddinden emekliye ayrıldığı ve kanunun iptal edilmesinden yararlanarak tekrar göreve döndüğü... döndükten sonra da, buranın gezdiği bilmem kaçıncı şehir olduğu… Olsundu. Nasılsa tanıyıp, huyunu suyunu kabullenip, alışırlardı. Hangisine alışmamışlardı ki? Böyle düşünüyor, büyütmüyordu da gözünde. O gün, sabah saat sekizde herkes, yeni müdürlerini hazırolda bekliyorlardı. Makam arabasının binaya yaklaştığını gören görevli kapıya koştu. Makam şoförü seri bir şekilde arabadan kendini atarak, arka koltukta oturan, kalın çerçeveli siyah gözlüklü, kısa boylu, saçı simsiyah boyalı ve sinekkaydı tıraşlı müdürü, saygıyla ceketini ilikleyerek, arabadan indirdi. Sonra, muhtemelen karısı olduğunu düşündükleri bir hanım, kendi başına arabadan inerek onları takip etmeye başladı. Müdür, aynalı binanın merdivenlerine doğru ilerlerken başını kaldırarak etrafı kolaçan etti. Şoföre: -Bu… bu… bayrak.. değişecek!.. Daha yeni ve büyük olmalı!.. Suçtur… Necdet kapıda, ceketinin önünü iliklemiş, olanları izleyerek, bekliyordu: -Hoş geldiniz , sayın müdürüm!.. -Sağ ol, sağ ol… Odasına geçti. İçeride dört dönmeye başladı. Cebinden bir tarak çıkararak saçlarını taradı aceleyle. Necdet hala kapıda dikiliyordu. Ola ki bir emri… -Bü… bü… bütün per..soneli bu… bu… bura… ya topla!..Hep.. sini tek tek tanımak is… is… is… istiyorum. En yakın il… il… çesi neresi buranın? Necdet şaşırmış, söylemek istediklerini, soracaklarını unutmuştu. Adam kekeliyor, lafları ağzında yuvarlayıp, can çekişiyor gibi kafasını sağa sola çevirerek, ağzını yaydırarak konuşmaya çabalıyordu. Dikkatlice yüzüne baktığında müdürün gözünün birinin kapalı ve gözlük camının da diğerinden daha koyu renk olduğunu fark etti. İçinden: -Yandık!.. İşimiz var… Bu adam hem kör, hem de kekeme. -Efendim, bir şey içer misiniz, çay, kahve? -Tu… tu… valet nerede?, -Buyurun efendim, göstereyim. Necdet döndüğü zaman, bütün personel odasında toplanmış, onun gelmesini bekliyorlardı. Aralarında fısır fısır konuşmalar devam ediyordu ki, kapıdaki sesle herkes irkildi. Müdür kapıya toslamış kafasını ovuşturuyor, bir yandan da dağılan saçlarını düzeltmeye çalışıyordu. Gülmemek için dudaklarını ısırıyordu personel. Hep bir ağızdan: -Hoş geldiniz efendim, hayırlı olsun!.. Geçti, koltuğuna oturdu alelacele. İri kalın çerçevenin altındaki tek gözüyle, sorgulayan yargıç edasıyla, sırayla herkese görevlerini sordu kekeleyerek. Şube müdürleri sırasıyla kendilerini tanıtıp, çalışmalar hakkında kısa bilgiler vermeye çalışırken, müdür hiç oralı görünmüyordu. Necdet’e dönerek: -Ça…ça… çay.. söyle arkadaşlara!.. Ba… ba… bana da bir bir bardak su. -Peki Efendim. Çalışanlar çaylarını yudumlarken, müdür suyun çoğunu bir çırpıda içmiş, bardağın dibinde kalan suyu da, koltuğun arkasında duran deri kaplamalı fona, şımarık bir çocuk gibi fırlatarak, hiçbir şey olmamış gibi, cebinden çıkardığı tütün tabakasından sarma bir sigara yakmıştı. Savrulan ağır tütün dumanı, çalışanların yüzünde bir şamar gibi patladı. -He…he..herkes i..i.. i.. işinin başına şimdi!.. Çalışanlar, allak bullak odalarına dönerken, müdür, sekreter odasında, geldiklerinden beri köşede oturan hanımı Necdet’e göstererek: -Bu ha…ha hanım da kim?.. Ne ..o o oturuyor bu bu burada?.. Ne is..is...tiyor? Necdet : -Eşiniz olduğunu söylemişti efendim. -Ha… Sonra kadını gene unutarak, yeni emirlere girişmişti: -Şoför arabayı ha… ha… hazırlasın hemen!..çıkacağız! Müdür, teri henüz soğumadan, ilçelerde aldı soluğu. Çoğu ziyaretlerini jet hızıyla aynı gün tamamlayan müdür, her ilçede mutlaka bir eksik bularak, garip davranışlarıyla ilçe müdürlerini alt üst etti ilk günden. Müdürün eşini ağırlamak ise Necdet’e düşmüştü: -Hanımefendi, size ne ikram edeyim, ne içersiniz? -Teşekkür ederim, ben bir şey almayayım. Yalnız nerede kalacağımı, ayarlarsanız sevinirim. -Tabi efendim. Ben size misafirhanede yer ayırtmıştım, lojman boşalıncaya kadar kalacağınız yeri göstereyim. Necdet, Hanımefendinin kalacağı misafirhaneye kadar eşlik ederken, içinden, kadının gerçekten hanımefendi olduğunu, eğitimli birine benzediğini, müdürü… ve kadını görmezden gelen garip tavrını düşündü… Uyduramamıştı bir türlü. Çocukları var mıydı? Sorsa mıydı acaba? Nasıl biriydi müdür? Necdet görevine döndüğünde mesai bitmek üzereydi. Müdür, ziyaretlerinden henüz gelmemiş, çalışan diğer personel ise koridorda, kendince gülecek bir şeyler bulmuş, günün kritiğini yaparak, gözleri yaşarıncaya kadar katılarak gülüyorlardı. Ertesi gün, Necdet eşinin güzel sözleri ve minik kızının öpücükleriyle uğurlanmıştı işe. Karısı , eşinin, diğer köy delikanlıları gibi gündelik işçiliğe talim etmeyip, temiz tertipli bir işi olmasına şükrediyordu. Koridorlar, köpüklü sularla silinmiş, aynalı binanın, aynaları dahi parlatılmıştı. Büyükçe yeni bir bayrak asılmıştı, direğin tepesine. Sabah çayları içilmeye hazır, mesai saati başlamıştı. Dışarıdan bakana, büyük bir holding görünümü veren bu yeni binanın içerisi de alabildiğine konforluydu doğrusu. Necdet, böyle bir işyerinde çalışmanın kıvancıyla bacak bacak üstüne atmış, keyifle çayını yudumluyordu ki, aniden kapıda beliren müdürü görür görmez çayı üstüne başına dökerek fırladı. -Günaydın, sayın Müdürüm!.. Müdür: -Se..se..sen de , ki… ki… kimsin, böyle?.. -Efendim, hatırlamadınız mı? Ben, sekreteriniz Necdet, dün tanışmıştık. -Sen git!.. O gü gü güzel, i..i…iri me… me… meli, aş ..aş..aşağıda gö… gö… gördüğüm kız gelsin bu… bu… buraya. Necdet aptallaşmış, öylece kala kalmıştı. Amiri olarak, saygıda kusur etmemeye çalıştığı bu adam neler söylüyordu böyle, utanmıyor muydu? Çaresiz merdivenlerden aşağı kata doğru inerken, tırabzanları silip, kurulamaya çalışan ufak tefek, hakikaten iri göğüslü temizlik şirketinden gelen , hanıma takıldı gözleri: Acaba ?...Daha neler?... Bundan mı söz ediyor?.. Allah allah!.. Karar verememişti, Ayniyat servisinde çalışan Esma Hanım’dan söz ediyor herhalde, aşağı katta tek iri göğüslü hanım o, diye düşündü sonra. Esma Hanım’a ne diyecekti ki? En iyisi hiç bir şey söylemeden, sadece ayniyat memurunu istiyor demeliydi. Aşağı kata inip, Esma Hanıma: -Müdürümüz seni istiyor. -Hayırdır, Necdet Bey!..Ne yapacakmış ki beni? Daireye malzeme mi alınacak, yoksa demirbaşlarımı soracak bana? -Hiç bilmiyorum, Esma Hanım. Gidelim mi? Birlikte Müdür Bey’in Odasına girdiler. Müdür Necdet’e: -Bu… bu… bu… değil… Ö…ö…öteki. Necdet : -Kim ,sayın müdürüm? -Sö…sö…söyledim ya!..Aş...aş…aşağıdaki… Necdet merdivenlerden koşarak inip, tırabzanları silen iri göğüslü kadını kolundan tuttuğu gibi müdürün yanına getirdi kargatulumba. Müdür: -Ge…ge…ge gel bakıyım,i..i..i..içeri!.. -Kadın neye uğradığını şaşırmış, Müdürün arkasından içeri girdi. Müdür cebinden çıkardığı peşkir büyüklüğündeki mendille burnunu göstererek: -Ge…ge…gel, ba..ba..bakıyım…yanıma da, Ş..ş..şu… bu..bu..burnumun i..i..içine bak, ne var? Çı..çı..çıkaramadım, sa..sa..sabah…tan beri, ş..ş..şu pisliği…Ka..ka..kaş..ınıp…duruyor. A…a..al me..me..men..dili!.. Kadının rengi sararmış, tuhaflaşmıştı. Müdürün elinden çekerek aldığı mendili taş gibi yere fırlatarak, hiddetle: -Beyefendi… beyefendi? Ben, yer temizliği yaparım sadece!.. Sizin özel hizmetçiniz yok burada!.. Kendi burnunu temizlemekten aciz…Çattık vallaha!.. Oldu…başka yerinizi de temizleyelim bari, temizlikçi olduk ya!...Kadın içeriden çıkarken, hırsını alamamış, söyleniyordu hala merdivenlerden inerken. Necdet ise Esma Hanım’a; müdürün, geçende eşini, bugün de kendisini tanımadığını; binanın içinde odasını bulamayıp, başka başka bölümlerde gezdiğini, telefonun ahizesini kulağına ters tutup, sonra da kabahati telefonların bozukluğuna yüklemesini; bunca yıl müdürlük yaptığını duymasa tımarhanelik olduğunu, düşünmeye başladığını… anlatmaya çalışıyordu. Müdür yeniden odasından çıktı. Necdet’ten , bütün servisleri dolaşmak için kendisine eşlik etmesini istedi. Esma’ya da dönerek: - Bu…bu…bundan sonra, se…se…sen, bu… bu… burada,. be… be… benim ya… ya… ya… nımda ça… ça… ça... lışacaksın. Esma kendi kendine; neden hemen odasına dönmeyip, oyalanıp, çeneye daldığına hayıflanarak, çaresizce: -Ama efendim…Ben sekreterlikten anlamam ki.Kaç yıldır ayniyat memurluğu görevi yapıyorum ben. -O..o..olsun. He..he..herkes, he..he..her gö..gö..görevi bi.bi..bilecek! Esma, daha ne diyeceğini bilemeden, sekreterlik koltuğunda bulmuştu kendini. Necdet ise satın alma ve ayniyattan sorumlu olacaktı bundan böyle. Daha sonraki günlerde müdür, canı sıkıldıkça, görevlilerin yerini değiştirir olmuştu. Şimdi herkes yeni göreve başlayan acemi birer memur gibi davranıyordu. Kimsede huzur ve heves kalmamış, yarın hangi serviste, ne görevde çalışacaklarını ne iş yapacaklarını düşünür olmuşlardı. Necdet, mesleğinde ilerleme kaydetmek istiyordu ama böyle… şamar oğlanı gibi… her gün farklı bir serviste… Belki de yarın yerleri sildirecek, belki de bahçede çalıştıracak… Müdürün kararsız davranışlarıyla sık sık yer değiştiren memurlar diken üstünde; iş üretemiyor, yetişmesi gerekenler dağ gibi yığılıyordu. Üstüne üstlük, müdür, sağda solda kendi kararsız davranışlarını kapatmak için, çalışan elemanların iş bilmezliğinden, tembelliğinden, emirlerine karşı gelip, saygısız davrandıklarından, işten çok, laf ürettiklerinden söz ediyordu kekeleyerek. İstek dışı yapılan atamalardan kaynaklanan huzursuzluklar, tuhaf görevler, bu kurumun daha önce ne iş yaptığından bile habersiz yöre halkının bile, birdenbire gündemine oturuvermişti. Gün olmuyordu ki -gazetelere manşet- komik olaylar yaşanmasın kurumda. Emekliliği dolanlar bir an önce ayrılmaya karar vermişti. Çalışanlar ise, sınav kazanarak geldikleri bu işyerinde, ne görev yaptığını söylemeye çekinir olmuşlardı. Necdet o özenerek gittiği görevine, artık ayaklarını sürüyerek gidiyordu. Müdürü; toplantıya gönderirken bahçede tıraş etmekten tutunda, ayakkabılarını boyamaya, arabaya binerken kafasını kapıya vurmasın diye, küçük bir çocuk gibi itinayla arabaya bindirmeye, binada kaybolduğunda, sığınakta müdür aramaya kadar varan, garip görevler, memuriyetten iyice soğutmuştu. Çok geçmemiş, müdürün küfre varan konuşma üslubu ve hitap şekilleri, iş için dahi dışardan gelen memurlara tuhaf uygulamaları, çalışanların huzursuzlukları ve işlerin aksaması, en yüksek mülki idare amirinin de kulağına, gidivermişti. Necdet, dönüp dolaşıp yine eski görevi olan sekreter koltuğuna oturmuştu. Aralıksız çalan telefonun ahizesini kulağına götürerek: -Efendim, buyurun. Karşı taraftan valilik sözcüğünü duyan Necdet, gayri ihtiyari; Vali, karşısındaymış gibi ayağa fırlamış, bir yandan ceketini iliklemeye, bir yandan da telefon hattını, müdür odasına bağlamaya çalışıyordu. -Sayın müdürüm, vali bey sizinle görüşecekmiş, valilikten arıyorlar, veriyorum. Nasıl anlaştılar, müdür nasıl yanıtladı konuşmaları… Bilemiyordu Necdet. Çünkü şimdiye kadar telefon görüşmelerini hep sekreteri aracılığı ile yapmıştı. Kekelemesi oldukça zaman alıyor, üstelik kimse de bir şey anlamıyordu. Neden sonra müdür, süklüm püklüm odasından çıkıp gitti. Necdet, notuna aldığı arayanların listesini gözden geçiriyordu. Müdür geldiğinde öncelikle söyleyeceği, acil olanları işaretliyordu. Bir yandan da; bu düzensizliğin nereye kadar süreceğini, bu duruma daha ne kadar katlanacağını düşünüyordu; bulgur kazanı gibi kaynayan bu yerde… Çok zor… Yoksa… yoksa… başka bir kuruma mı geçmeli? Müdür her yaptığı hatanın bedelini çalışanlara ödetmeye çalışıp, onur kırıcı davranışlarıyla herkesin sinirlerini zıplatıyordu. Sinirlerine hâkim olamayıp bir gün adam akıllı benzetecekti birisi. Bari ben de patlamasa diye geçirdi aklından. Neler geçti vali ile arasında bilinmez müdür geldiğinde sinirli gözüküyor, kendi kendine söyleniyor, ağzı köpürüyordu: -Ge..gee..ge..gel içeri!..ba..ba..bakıyım s..se…sen!..Bu..bu..bu..budala!... Necdet, tuhaflaşmıştı birden, ne yapmıştı ki? -To..op.lantı va..var..mış… ha..ha..haber ve..ve..vermedin? -Nasıl olur efendim, ben size söyledim ya, siz de, bakarız, demiştiniz, hatırlamadınız mı? Özellikle önemli olduğunu da söylemiştim. -Se.. se.. sen, çoook ko.. ko.. konuşma!.. Ya..ya..ya..yalancı. Ne za..za..man? Sa..sa..sarsak, se..sen..de!Ko..ko...kovarım bak se…..se….seni… Şi..şi.. şimdi, defol!..Ma…..ma..manyak! Necdet, müdürün suçlamaları ve küfre varan konuşmalarıyla deliye dönmüş, sarı benzi hırsından pancar kesilmişti birden. Açık olan müdür kapısını içeriden hızla kapatıp, bir kaplan kıvraklığıyla müdür’ün üzerine atladığını hatırlıyordu sadece. Olan olmuştu artık. Öfkesine hâkim olamamıştı. Sabrın da bir sınırı vardı. Müdür ‘ün patlak gözleri ve kesik kesik hırıltısının ardından bir çocuk gibi hıçkırarak ağlayan sesi, kendine getirdi Necdet’i. İnanılacak gibi değildi. -Haaa..ha..hayır o değil!..,o nu tanı mıyorum!..O..de..de..değil!..Ta..ta..tanımıyorum!.. Sürekli aynı şeyi bozuk plak gibi tekrarlayıp duruyordu kekeleyerek. Necdet: -Kimi tanımıyorsun?.. Kim?.. O değil?.. Diyecek oldu… Ama ne müdürün kimseyi duyacak hali vardı, ne de kendisinin bunları çekecek hali… Necdet daha fazla oyalanmayıp, dönmemek üzere kapıyı çekip çıktı. Müdürün başka bir şehre atandığı ancak, o kentin valisinin kendisini göreve başlatmayıp, emekliliğe zorladığı anlatılıyordu sağda solda. Zavallı müdürün, daha küçük bir çocukken günün çoğunu birlikte geçirip oyunlar oynadığı, kardeşi gibi sevdiği can arkadaşının boğazlanarak kuyuya atılmasının ardından, ceset teşhisi için savcılık tarafından olay yerine götürüldüğünde, kendini kaybederek uzun bir süre kimseyle konuşmadığını, büyük bir travma geçirdiğini ve tedavi gördüğünü, köylüsü olan makam şoförünün ağzından aylar sonra üzülerek dinleyecekti, Necdet. * Fadime Yıldırım Karoğlu: Bir kamu kuruluşunun idareciliğinden emekli Fadime Karoğlu maviADA dergisinin yönetiminde ve yayın kurulunda yer aldı. Denemelerinin yanısıra şiirleri ve öyküleri dergilerde çıktı. 2006'da Kuşlar Geçiyor adlı bir öykü kitabı yayımlandı. Çehov tarzı öykülerinde sıra insanın küçük serüvenlerine humanist bir bakış açısıyla değiniyor.

bottom of page