top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • rüzgar böylesi yeşil

    heybetli dağlar , yürekli tavşan, içim kaç düğüm hasret, hayal ormanı, gurbet ağır yaralı sıla, dilin ucunda canım gördüğüm... anlatma eskileri, sustur cümleyi, yenilensin sözlerin sıcağın çeker, canım düşün, çeker canım ellerin yaz güneşi kavurur, bak bu ağacın altı serin beni gönen doğurdu,bu yüzden yeşil seçer gözlerim otursana yanıma, bak bu ağacın adı gülibrişim böylesi daha iyi, böylesi daha derin düşür omuzlarını omuzlarıma gün gibi düşür gelişini sevdiğim canım burası benim yerim rüzgâr uzun sürer, sevda güneş kadar özgür. seni de bir can doğurdu, ondan mı yeşilden geçer sözlerin gel otur canım yanıma unut geceyi böylesi daha usul, böylesi daha engin heybetli dağlar, yürekli tavşan, ormanımdaki gülibrişim tüm ışıkları yaktım canım, hadi gelin hadi sevdiğim… Gülgün ÇAKO 2009 maviADA DERGİSİ

  • Dergide Kabuğunu Kırmak:ZİL ÇALDI

    BORÇ YAZILAR-1 / "ZİL ÇALDI" Dergisi / BİGA SAKARYA İLKOKULUnun dergisi ZİL ÇALDI kendi anlatımlarıyla "gelen öğrenciye" hoşgeldin diye bir, "gidenlere" güle güle demek için bir olmak üzere yılda iki sayı yapılıyor. Dergide yayın yönetmeni olan şair arkadaşı BİGA'da yedi yıl önce yaptığım ve memnun kaldığım "maviADA okur yaratma" etkinliklerim zamanından biliyordum, yetenekli, ince zevkli ve girişimciydi. Bu nedenle de olsa gerek beklentim de hayli yüksekti demek. Dergiyi elime aldığımda aklıma şimdi efsane olmuş okul dergisi "Sürmene TEKNE" gelmiş, umutlanmıştım. Sürmene Lisesinin çıkardığı dergi yıllarca en iyi örnek ulusal dergilerle yarışmıştı. Öyle ki Trabzonlu şair Yaşar Miraç, herhalde dergiyi övmek için: "Sürmene için lüks..." derdi. dergiyi görmek için yan resme tıklayın "ZİL ÇALDI" kuşkusuz güzel bir girişim. Hala Cumhuriyet'in kuruluş yıllarının kara tahta, düz sıra düzeniyle çağdaş okul olmaya çalışan bu kurumlarda belki bu tür girişimler çocuklarda teşvik edici, yeteneklerini açığa çıkaran farklı bir güç olabilir. Bu yönlü alkışa değer. Şu söylenebilir bir ilköğretim okulunda büyüklere göre mi dergi yapılacaktı, çocuk onlar çocuk... Doğru ya, çocuğa bir şey öğretmek önce onun diliyle konuşmayı gerektirir. Hadi canım, o nedenle mi çocukların yanında biz de çocuklaşırız, hem de en komiğinden. Bunu anlamak kolay da senin rolün arkadaş değil, öğreticilikse seçkin ve iyiyi sunmak olmalı. Yoksa çocuğun zaten bildiğini çocuğa sunmak değil... O zaman ebeveynden, ülke yönetenden neden arkadaşlık beklemiyorsun da seçkinlik, örneklik bekliyorsun. Galiba bu biraz da bakış açısı... Neyse, benim beklediğim değil. Belki öyle bir dergi beklemek de yersiz. Okulda dergi yapmak aşılması hayli güç bir yığın prosedür, yasa, yönetmelik, makam, izin... demektir. Ona izin veren de sponsor olan da kendini görmek, eyleme ayar vermek isteyecektir . Neyse, okul dergilerinin belli bir biçemin dışına çıkıp kültür sanat dergisi olması genel de zor iş zaten. Gene de demeden duramıyorum: Biga, Marmara'da Çanakkale'nin bir ilçesi olsa da çok bilinen bir yer değil, hatta kapalı kutu. Yöreye, yöre kültürüne dair bir kaç çalışma çok ilgi çekebilirdi. Böylesi bir ürüne rastlamadığımız ZİL ÇALDI, ilk sayıda bir iki konukla ulusala uzanmayı denemişse de konuklar bütünsellik içinde yama gibi kalmış. Sonraki sayılarda da formata çok da uymayan bu renkten de vazgeçilmiş. Pahalı ve iyi bir renkli baskıya sahip dergide herhalde matbaanın grafiker eksikliğinden sayfa tasarımının olmayışı büyük talihsizlik. İçerik ve anlayış bakımından örneklerine göre farklılığı, hedef çocukları öğretmenlerinin ve kendi kalemlerinden okutması. Bu hoş... Düşünmeye ve yazmaya heves ettirebilir çocukları. ZİL ÇALDI kendi koşullarında farklı ve övgüye değer bir emek. Zamanla ve doğru eleştirilerle çok daha iyisini yapacaklarına ve BİGA'yla birlikte anılacaklarına inancım var. Şimdi bile içinde yer alan kimi ürünlerin kalıcı olacağı belli. Örneğin birinci sayının arka kapağı olağanı aşan bir fotoğraf örneği. Bu bakışı bile getirmesi az değil. Dedim ya başında Gülgün Çako istese ve bırakılsa haline, en iyisini yapar.

  • S / OYUN

    o zaman elbet kirpileri de çıkacak çukurlarından toprağın yeter ki sen ısın ve hayatın hareketli şarkısını söyle hani içinde unuttuğun seni özlüyorum ışığım, bir kirpinin dikeninde yanılsama kirpi mi? haa, eski bir masalın kahramanıdır o derler ki: bahçelerin sınırlarından bihaber kaf dağının kırlarında dolaşır durur neşeyle yuvarlandığı o gün o ağacın altında bir de ne görsün: her dikeninde bir çiçek, ne komik! sonra bir dikenli kestane düşer ağaçtan, ne tesadüf? kahramanlık mı, henüz sırası değil! gelecekte kahramanların haline çocuklar bile gülecek gülecekler tabi esaretin cesaret veren yalanlarına da sen düşün üzerine su döküldüğünde onca panikleyen bir kirpi ne yapar ki yağmur yağdığında ben çocuklara kirpinin zehre dayanıklılığını anlatıyorum sen istersen bir kirpiyi evcilleştirmeyi dene korkarak diyorum ki: aşktan başka hiçbir şey herkesi o kadar da ilgilendirmiyor beni özlüyorsun değil mi? / 2012

  • Pompei, Napoli, Roma

    Adriyatik’te Bir Gece Selânik’ten İgoamenitsa’ ya 350 km’ lik dağlık bir yoldan gidiyoruz. Uzunlu kısalı pek çok tünelden geçiyoruz. Tünellerde oldukça gelişmiş ışıklandırma ve havalandırma var. Yollar otoban ve konforlu. Yunanistan’ın sallantıdaki ekonomik durumuna bakıp buna şaşırırken şoförümüz Ümit (-ki ona Driver Ümit diye hitap ediyoruz. Çünkü o kendine “Driver” diyor ve sol üst cebine takılmış böyle bir kokart taşıyor.) yolların ve tünellerin İngiltere tarafından yap- işlet- devret modeliyle inşa edildiğini ve elli bir yıllığına kiralandığını söylüyor. Yunanistan’ın kuzay batısında, Adriyatik kıyısında dağlarla çevrili İgomenitsa’ ya geldiğimizde 700 km yol yapmış bulunuyoruz. Burası panoramik bir liman kenti. Buradan İtalya’nın Ancona,Venedik, Bari ve Birindisi limanlarına rutin feribot seferleri bulunmakta. Öğrendiğime göre 1479’da Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı yönetimine katılan Igoumenitsa 1913’teki Balkan Savaşları’na kadar Reşadiye ismiyle Osmanlı idaresinde kalmış. 1930’lu yıllara kadar küçük balıkçı kasabası iken II.Dünya Savaşı ‘nda tahribata uğramış, sonraki yıllarda ise İtalya’ya yakın konumda bulunması avantajı ile önemli bir liman kenti olmuş. Doğduğum kasaba Gönen’deki Reşadiye Mahallesi’ni hatırlıyorum. Ve yörede “macır” denen “muhacir” yani göçmenlerin geldikleri yerlerin adını yerleştikleri yerlerde oluşturdukları mahalleye vermeleri. Bu güzel kenti bırakıp gelmek hiç kolay olmamıştır. Check in yapmak için iki saat önceden limandayız. Akşam yemeğinde göçmenler gibi limana dizilip, yanımızda getirdiklerimizden oluşan menüyü yiyoruz. Şöyle bir bakınca çoğumuzda bir zamanlar bu coğrafyada yaşamız ataların izleri var. Hava bunaltıcı değil ama sıcak. Limandan kalkan ve limana yanaşan gemileri izlemek güzel. Hava çoktan kararmışken gemimiz limana yanaşıyor. Otobüsten gerekli eşyamızı alıp gemiye biniyoruz. Biletimiz airplane seat tipi. Pullmanlarda geceleyeceğiz. Pullman yatar koltuğa verilen isim. Önce numaralı koltuklara yerleşiyoruz. Sonra bilet numarasına sadık kalmaksızın boş koltuklardan yararlanarak uyuyoruz. Önceden hazırlıklı gelen başkaları uyku tulumları vb.. ile yerde uyuyor. Kafede, güvertede uyuyanlar bile var. Kamarada uyumak isteyen 44 euro karşılığı yatak satın alabiliyor. Yolda rahatsızlanan bir arkadaşımız eşi ve çocuğu ile bu yolu deniyor. Sabah kahvaltımızı gemide yapıyoruz. Adriyatik’te gecelediğimiz on saat yolculuktan sonra Bari Limanı’na ulaşmak güzel. Evet, İtalya’nın güneydoğusundayız. İtalya’nın Napoli’den sonra en büyük kenti Bari’nin ne yazık ki yalnızca limanını görebiliyoruz. Bari, yoktan var eden anlamındaymış. Allah’ın doksan dokuz isminden biri. POMPEİ Pompei’ye doğru yola çıkıyoruz. Üç yüz kilometreye yakın yolumuz var. Yaklaştıkça gördüğüm rüzgârgülleri serinliği işaret etse de sıcaklık ortalamasının otuzlu dereceleri geçtiği cehennem yangını bir gün. Varacağımız şehir ise cehennemin dramatik şahidi. Pompei Napoli’nin ilçesi. Çarşısında karnımızı doyuruyor, dondurmamızı yiyoruz. Mekan temiz, işlek ve çok güzel turtaları var. Hediyelik eşya satan dükkânları geziyoruz. Magnet ve anahtarlık benzeri ufak tefek hediyelikler alıyoruz. Satılanlar arasında küller ve taşlar da var! Turizm bürosundan yanımıza bir rehber alıp, çarşının bitişiğindeki antik şehri görmek üzere yola çıkıyoruz. Rehberin İngilizce anlattıklarını Lütfiye Hanım Türkçe’ ye çeviriyor. O zaman fark ediyorum Can çocuğu. O küçük yaşına rağmen (11-12 yaşlarında ) cümleleri pıtır pıtır Türkçeleştiriyor. Öyle sevimli ki, yaşının üzerinde her hareketi onun için sıradan. Antik Pompei sekiz kapılı bir duvarla çevrili. Rehberimiz Maria İtalyan’dan çok Meksikalı’ya benziyor. Esmer tenli ve tombul. Genç yaşların sonunda bir kadın. Haki renkte uzun kollu bir bluz ve dizlerinin altında siyah bir tayt giymiş. Güneşten korunmak için elinde şemsiye taşıyor. Bizi önce ahşap kaplı piramit müzeye yönlendiriyor. İçeri girmeden önce de şu bilgileri veriyor: Pompei MÖ 5000 yıllarında Vezüv Yanardağı eteklerinde kurulmuş. Bağlar, bahçeler ve görkemli evlerle çevrili, çok güzel bir şehirmiş. Uğradığı son felaketten 179 yıl önce Romalılar’ ın eline geçmiş. Güzelliği ve ihtişamı ile Roma’nın aristokrat, zengin ve nüfuzlu insanlarını kendine çekmiş. 62 yılında depremle yerle bir olmuşsa da yeniden inşa edilmiş. Arkamızdaki üç dağdan büyük olan Vezüv Yanardağı, diyor. (Bakınca aynı büyüklükte yanyana iki dağ görüyorum. Bunlardan biriymiş. Üçüncü bazen görünüyormuş anladığım. ) Yanardağ faaliyete geçince on sekiz bin metrekarelik alana sahip şehir küller altında kalmış. Yaklaşık yirmi bin kişi nüfus kükürt zehirlenmesi sonucu birkaç dakikada ölmüş. Sonra müzeden içeri giriyoruz. Piramidin duvarlarında kazılar sırasında çekilen fotoğraflar var. Ortada ise heykelleşmiş insan bedenlerinden bazı örnekler… Rehber Maria, insanların böylesi heykelleşmesinin nedenini, yanardağın püskürttüğü volkanik tozların sertleşmesi olarak açıklıyor. Bu lavlar kalıp oluşturmuş. Kazıyı yapan bir arkeolog bunu fark ederek boşluklara, yaptığı özel bir alçıyı döküp, ölen insanların ve hayvanların heykellerinin elde edilmesini sağlamış. Felaket anında ne yapıyorlarsa o halde bulunmuşlar. Uyuyanlar, birbirine sarılan ve birbirine sığınanlar, o sırada cinsel ilişkide olanlar ve saklanmaya ya da kaçmaya çalışanlar var. Dehşeti önünüze serilmiş bir şekilde izliyor ve insanları konumlarına bakarak bulundukları yeri gözümüzde canlandırıyoruz. Sonrasında ise fotoğraflarda görüyoruz. Rehber Maria anlatmaya devam ediyor: Denize doğru kaçanlar dalgalarda boğulmuş. Küllerin yarattığı karanlıkta yönünü şaşırıp alev fışkıran dağa doğru kaçan bile olmuş. O an ne yapıyorsalar öylece kalmışlar. Fırından henüz çıkarılan ekmek var. Atlar ve köpekler de var. Küller onları yorgan gibi örtüğü için çürüyüp, yok olmamışlar. Tarih 23 Ağustos 79. Saat:13.00 (Bunu nasıl tespit ettiklerini çok merak ettim doğrusu.) İlk kazıların, 1709 da Herculaneum da başladığını öğreniyoruz. Uzun çalışmalar sonunda, kent ortaya çıkarılmış. Kazılar ve çıkarılan eserlerin olması gerektiği yere yerleştirilmesi suretiyle tamamlamalar devam ediyor. Yüzde altmışı asillerden, yüzde kırkı ise kölelerden oluşan şehirliler rahat ve bugünden bakınca edepsizce bir hayat sürüyormuş. Öyle zengin, öyle refah içinde yaşıyorlarmış ki sapıtmışlar. Gözleri zenginlik ve zevkten başka bir şey görmez olmuş. Daha çok yiyebilmek için boğazlarını kaz tüyü ile uyararak yediklerini çıkarmak en hafifi görünüyor. Eşcinsel ilişkinin yaygınlığı ve hatta kardeşin kardeşle ilişkiye girmesi gibi hazzın sınırsızlığını işaret eden anlatımlar var. İkinci bir Sodom ve Gomora vakası olduğu rivayet ediliyor. Bu yüzden doğal felaketin oluşturduğu bu sonuç bazıları tarafından tanrının insanları cezalandırması yorumlanıyor. Ben en çok da insanların felaket anında yaşadıkları acıyı hissettim. Müzeyi irkilerek ve dehşet içinde gezdim. Akdeniz'in hafif deniz rüzgârlarını alan bu coğrafyada niçin yeni bir kent kurulduğunu düşünmeden de edemedim. Vezüv Dağı, yarattığı felaketi pazarlayan bu insanların üzerine tekrar püskürmez mi? Forum, tapınaklar, tiyatrolar, amfi tiyatrolar, bazilikalar, caddeler, atölyeler, kenar mahalleler, hanlar, hamamlar, meyhaneler, çamaşırhaneler, değirmenler, fırınlar, kumarhaneler, batakhaneler, meraklı gözlerce fark edilebiliyor. Rehberimiz Maria, birbirine paralel beş altı yassı taştan yola dik olarak oluşturulmuş yolu ilk yaya geçidi olarak işaret ediyor. Sokaklarda yola ara ara döşedikleri parlak taşlarla gece görüşünü arttırmışlar. İlk hamburger fırını, dediği ama tanımlamasından pizza fırını olduklarını sandığım fırınları gösteriyor. Bizim tandırların başka bir versiyonu. Yolların birbirine geçişlerinde insan ya da aslan figürlü kurnasından hâlâ su akan çeşmeler var. Bazılarında durup su içiyoruz. Bir genelevin içini gezdiriyor bize. Bu erkekleri neşelendirirken kadınlarda gerginlik yaratıyor. Ya da bana öyle geliyor. Duvarlarda bulunan ve müşterilerin cinsel ilişkinin şeklini seçmesine yol gösteren resimler kaba esprilerin havada uçuşmasına neden oluyor. Rehber Maria, tuvalet ve banyo olarak kullanılan mekanda ihtiyaçlarını bugünkü modern tuvaletler gibi çömelerek değil de delikli bir tahtaya oturarak giderdiklerini işaret ediyor. İçerdeki delikli tahta için dünyanın bilinen ilk klozeti, diyor. Kölelerin hizmet verdiği daracık odalar penceresiz ve müşteriler uzun süre kalmasın diye yatakları ile yastıkları taştan oyulmuş. Duvara paralel, mesafesiz yerleştirilmiş. Günün fahişesinin günün menüsü gibi sergilendiğini ve mekânın penceresinde oturduğunu anlatıyor. Müşteri çekmek için köpek gibi ulurmuş. Arenada, kölenin köleyle ya da aslanla mücadele ettiğini söylüyor. Gezdiğimiz bir evde ihtişamın kapı girişindeki masanın üzerinde sergilendiğini anlatıyor. Yukarıdan haznesine sular dökülen bir havuz ve aslan figürlü ayaklı bir masa kalıntısı var. Suyun şebekeyle ve borularla evlere getirildiğini gösteren kalıntılar var. Kızgın güneşin altındaki gezimiz en alt kapıda sona eriyor ve 25 km uzaklıktaki Napoli’ye gitmek üzere oradan ayrılıyoruz. NAPOLİ Yola çıktığımızdan bu yana Driver Ümit hırsızlık vakalarının çok olduğunu söyleyip uyarıda bulunuyor. Diğer şoförümüz Kenan ise her ne söylense sessizce gülümsüyor. Napoli’nin tarihsel şehir merkezi Unesco Dünya Mirasları listesinde. Tarih, sanat, kültür, mimari, müzik ve astronomi yönlerinden İtalya'da hayati rol oynayan bu şehir için ayrılan zamanda planlanan meşhur pizzasının tadına bakmak. O yüzden şehir merkezini turluyor ve uygun gördüğümüz pizzacı da tercihimiz olan pizzayı yiyoruz. Kimse de benimki güzeldi, demiyor. Açıkçası ben de yediğim mozerellalı pizzadan hoşnut değilim. Hamurunun pide hamurundan farkı yok. Biga’da Napoli Pizza’ da yediğim pizzalar çok daha lezzetli. Hatta daha iyisini başka bir yerde yemedim, diyebilirim. O lezzeti aşmasını beklediğimden belki hayal kırıklığına uğruyorum. Diğerleri de benim gibi. Vitrinlerde indirim ilanları var. İndirim “ SALDI ” kelimesi ile ifade ediliyor. Bu aramızda espri konusu oluyor. Akşam olmak üzere ve çok yorulduk. Roma- Napoli arası 250 km. Driver Umut saatte 80 km ile hesap yapıyor. Bu hesaba göre daha üç saatlik yolumuz var, diyerek uyumaya çalışıyoruz. Roma’ya vardığımızda saatin on olduğunu görüp, temizlenmek ve dinlenmek için odalarımıza çekiliyoruz. /3 Ağustos * ROMA ve VATİKAN Asırlar önce Roma, o yangına maruz kalmasaydı imparator Neron deliliğin simgesi olabilir miydi? Ya da, bir şehri ateşe verip sonra da söndürmeye çalışmanın delilikten öte adı nedir? Roma’dayız. İki gece kalacağımız otel sakin ve temiz. Bu gece dinleneceğiz. Sallama çayla yetinmek zorunda olsak da sabah yaptığımız kahvaltıdan olabildiğince memnunuz. Önce Vatikan’ı gezeceğiz. Otobüsümüz bizi almak için otelin önüne geldiğinde bir sürprizle karşılaşıyoruz. Eyvah soyulmuşuz! Hırsızlara karşı bizi sürekli uyaran, yolların Evliya Çelebisi “Driver” Ümit, yüzü düşmüş bir şekilde otobüsün etrafında dolaşıyor. İçeriye girmemizi ve kayıp eşyalarımızı tespit etmemizi söylüyor. Şoförlerin otelde kahvaltı ettiği kısa zamanda hırsızlar otobüse girmişler. Şüphelenmeliydik. Çünkü otel görevlileri tüm ısrarlara rağmen otobüs için güvenli bir otopark göstermediler. Oysa bildiğim kadarıyla bu bir zorunluluk. Şoförler otobüste yatacaklarını ve merak etmememiz gerektiğini söylemişlerdi. Bu işte otel yetkililerinin de parmağının olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Sabah, otelin kapı giriş kapısında dikilen orta yaşlı ince- uzun bir adam vardı. Yetkili biri gibi duruyordu. Oldukça şık giyimliydi. Lacivert spor ceketi, gri pantolonu, cebinde bordo mendili vardı. Cepte işli armaya rağmen bir de mendil bulunması dikkatimi çekmişti. Bir eli pantolon cebinde, etrafı izliyor görünümündeydi. Ya da birilerini bekler gibi. Bu adamın on - on beş dakika önce serseri görünümlü iki kişiyle konuştuğunu gördüklerini söyleyenler var. O iki kişinin otobüsü soyanlar olması muhtemel. Driver Ümit’in cep telefonunun çalındığını öğreniyoruz ilk. Diğer şoförün oldukça pahalı olduğu söylenen gözlüğünü almışlar. Bir arkadaşın markalı eşofman üstü kayıp. Raflarda İpsala - Yunanistan sınırında aldığımız uzolar, Kavala’ dan aldığımız bademli kurabiyeler, yolda uğradığımız yerlerden aldığımız başka hediyelikler var. Onların da çalındığını düşünüyoruz. Ama hayır, hepsi yerinde duruyor. Hızlıca her yeri karıştırmışlarsa da anlaşılan kolay taşınacak ve kolay elden çıkarılacak şeyleri almışlar. Fotoğraf makinelerinin de çalındığı söyleniyor. Fotoğraf makinamı son anda yanıma aldığıma seviniyorum. Çektiğim fotoğraflara yanardım en çok. Ama diğer kayıplara üzülüyoruz. İkinci kaptan Kenan çok beğenilen güneş gözlüğünü denemek isteyenlere izin vermemiş. Bunu hatırlatıp, şakalaşanlar var. Bununla kalsın, moralimizi bozmayalım, diyerek Vatikan’ a doğru yola çıkıyoruz. Vatikan, Hristiyanlık dini Katolik mezhebinin yönetim merkezi ve dünyanın en küçük devleti. Aziz Petrus Bazilikası’nın önünde otobüsten iniyoruz. Bazilikanın açıldığı meydan aynı adı taşıyor. Burası dünyanın en büyük meydanlarından biriymiş. Her zaman çok kalabalık ziyaretçisi olduğu söyleniyor. Papa, halka seslenişini bu meydanda yapıyormuş. Bugün öğleden sonra 14.00’da da dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ve kendisine saygı sunmak isteyen katolik gençleri selamlayacağını ve bir konuşma yapacağını öğreniyoruz. Bugünkü yoğunluğun asıl nedeni bu. Etrafta heyecanlı gençler dolaşıyor. Sabah saatlerinde içeri giremezsek bir daha şansımız yok. Ama içeri girmek de mümkün görünmüyor. Oysa Sistina Şapeli’ ni görmeyi çok ama çok istiyorum. Buluşma noktası ve saati kararlaştırılıyor. Daha sabahtan kızgın güneşin altında, gelmeyecek sırayı beklemeyi göze alamayan arkadaşlarımız şehir turu yapmak üzere yanımızdan ayrılıyor. Öyle ya kişi başı on iki Euro ödeyip içeri girememekte var. Kesinlikle içeri girmeliyim. Etrafı şöyle bir gözlemem yetiyor. En öndeki gruplardan birinin yanına yaklaşıyoruz. Hindistan’dan gelmiş bir grup bu. Sıcaktan bunalanlar bazilikanın serin sütunlarına sığınıyor. Dinlenince de sıradakilerden nöbeti devralıyorlar anladığım. Biz de kenarda oturuyor nöbet değişiminde sıraya geçiyoruz. İki kişi olduğumuzdan fark edilmiyor. Ama Hintli grubun arasında dikkat çekiyoruz. Sonra usulca öndeki Macar grubun arasına karışıyoruz. Tam içeri girme sırası gelmişken kapıda eşimi içeri giremezsin, diye yan tarafa ayırıyorlar. Çünkü üzerinde kolsuz tişört var. Oysa en az en az kısa kollu olmalıymış. Şortla, kısa etekle girmek de yasak. Hoppala biz sadece İslam dininde böylesi ritüeller var sanıyorduk. Eşim sen devam et, diyor. Çantamdaki beyaz pamuklu şalı ona uzatıp, yola devam ediyorum. O şalı omuzlarına almasını işaret edebiliyorum ancak. Çok sıkı kontrol var. İki kez elektronik cihazdan geçerek içeri girmek üzereyken eşim yetişiyor. Ayağında pantolon var ve şalı tişörtün kollarından geçirerek önünde bağlamış. Komik görünüyor ama önerim işe yaramış ve içeri girebilmiş. Şapelin içi de çok kalabalık. Burası Papa’nın resmi ikametgâhı. Papa seçimleri de burada yapışıyor. Seçimi gerçekleştiren kardinaller buraya kapanıyor ve seçim bitince kullandıkları kağıtları yakıyor. Dışarı çıkan dumanın rengi seçimin sonucunu bildiriyor. Papa seçilmediyse duman siyah, eğer seçildiyse duman beyaz oluyor. Televizyonda haberlerde buna rastladığımı hatırlıyorum. Dünya ne kadar küçük! Şapelin kapısından girer girmez Biga’dan bir aile ile karşılaşıyoruz. Uzaktan tanıdığımız bir çift. Dünyanın küçüklüğünü kanıtlamak istercesine birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Michelangelo’ nun Pieta’sı burada. Yani Sistina Şapeli’nde. Özellikle onu görmek istiyor ve heyecanla arıyorum. Bulduğumda ise gözlerimi ondan alamıyorum. Altından bir heykel bu. Meryem Ana,çarmıktan çıkarılmış İsa’nın cansız bedenini kucağında tutuyor. Gözlerim Meryem Ana’nın yüzündeki genç masumiyete adeta kilitleniyor. Ölüm ve masumiyet öylece camekanın ardında, kucak kucağa. Duvarlarda eski ahitten bazı bölümlerin anlatıldığı sahneler ve önceki papaların resimleri var. Tavanda Michelangelo’ nun ünlü “ Adem’in Yaratılışı” , “ Havva’nın Yaratılışı”, ”Cennetten Kovulma” ve “ Kıyamet Günü” freskleri var. Pek çok yerde taklidi ile karşılaştığımız tanrının yeryüzünü sudan ayırmasını yani gökyüzünü yaratmasını; güneşi, ayı ve yıldızları yerlerine fırlatmasını ve karanlık bulutları bölerek ışığı açığa çıkarmasını anlatan freskler de dahil hepsine hayranlıkla bakıyorum. İlerledikçe ibadet için gelen insanlara rastlıyoruz. Pek çok hamile kadının varlığı gözümden kaçmıyor. İbadet edilen yere gelince heyecanlanıp fotoğraf çekmeye kalkıyorum. İçeride papaz adayı oldukları söylenen defileden fırlamış gibi boylu, poslu, yakışıklı gençler ziyaretçilere göz açtırmıyor. Ve huşu içinde uyarılıyorum. Nasıl büyüleyici bir yer böyle burası. Tanrıyı ve yarattıklarını anlatmaya çalışırken sanatın ve sanatçının kutsallığını hissettiriyor. İnsanın tanrısallığına dinin tutunuşu. Bu duygu öyle bir sarıyor ki ruhumu fotoğraf çekmekten vazgeçip gördüklerim karşısında hissettiklerime odaklanıyorum. Buluşma noktasına geldiğimizde herkes yaptığı şehir turunun verdiği heyecan içinde. Şapele girdiğimizi söyleyince inanamıyorlar. İçeri girme girişimimizi ve gördüğümüzü, yaşadığımızı aktarıyoruz heyecanla. Sırada Collesseum var. Gladyatör filminde mekan olarak kullanılan yapı dünyanın yedi harikasından biri. Giriş biletini aldığımızda bir hayli beklesek de içeri girdiğimizde serin köşelerin varlığı rahatlatıyor bizi. Buranın diğer adı Flavianus Amfi Tiyatro, Bilinen en büyük amfi tiyatrolardan. Seksen bin seyirci alabildiği söyleniyor ve günümüzde bazen konser alanı olarak kullanılıyor. UNESCO Dünya Mirası listesinde. Klasik tarzdaki Yunan amfi tiyatrolarının aksine bir yamaca yaslanmayan ve serbest duran dairesel yapı aynı zamanda Roma mimarisi ve mühendisliği açısından ortaya çıkartılmış en görkemli yapılardan bir tanesiymiş. Roma’nın tam ortasında yer alması sebebiyle Roma’nın kalbi olduğu söyleniyor. Her katını ayrı heyecanla geziyor, dinlenme noktalarında serin serin dinleniyoruz. Etrafındaki nadir türdeki bitkileri gözlemeye çalışıyoruz. Alt kısmında gladyatör ya da yabani hayvanların arenaya getirildiği yollar bulunmakta, üst tarafı ise katmanlı bir amfi tiyatro özelliği göstermekte. Büyük bir kısmı hasar görmüş, taşlarından bazıları hatıra amacıyla turistlerce alıp götürülmüş anıtın restorasyon çalışmaları devam ediyor. Yapılma amacı halkı ya da dönem dönem imparatoru eğlendirmekmiş. Yaygın olarak gladyatör dövüşleri düzenlenmiş. Halk gösterileri, taklitler, infazlar, savaş canlandırmaları, sembolik hayvan avları için de kullanılmış olan yapı Roma imparatorluğu döneminin sembolü olup en çok turist çeken mekânmış. Aynı zamanda dönem dönem dini bir merkez olarak da kullanılmış. Günümüzde de bazı stadyumlara, kütüphanelere, salonlara ve tiyatrolara ilham kaynağı olmuş ve bu yapıların planları tamamen bu dev anıtın planı örnek alınarak yapılmış. Papa tarafından başlatılan kutsal haç yolu ayininin başlangıç noktası olduğunu da söylemeli. Vatikan’ın yüz kişilik ordusunu oluşturan İsviçreli askerlerin nöbet değişim törenini izliyoruz. Kıyafetleri ve tavırlarıyla asırlar öncesinden çıkıp gelmiş gibiler. Collesseum’ dan ayrılırken Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenlerini görmenin planını yapıyoruz. Aşk çeşmesine ulaşmamız hiç de kolay olmuyor. Metroyu kullanmak zorunda kalıyoruz. Grubumuzdaki gençler ellerindeki turizm haritasından bakarak bizi yönlendiriyor. Büyük aşkları konu eden filmlere mekan olduğu için bu ismi alan Aşk Çeşmesi’nin (Trevi Çeşmesi) tadilatta olması hayal kırıklığı yaratsa da suyu boşaltılmış havuza para atıp dilek dileyenlerimiz oluyor. Dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan bu yapıya üç yolun kavşağında bulunduğu için Trevi adı konulduğu söyleniyor. Üç yeraltı su yolunun bu noktada toplanıyormuş. Trevi Çeşmesi deniz konulu. Deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, denizden çıkan kanatlı atlar arabayı çekiyor ve arabada mitolojik bir deniz tanrısı Poli Sarayı’nın mimarisi ile hoş bir bütünlük oluşturuyor. İspanya Konsolosluğu önünde yer aldığı için bu ismi alan merdivenlere ulaştığımızda güneş çoktan batmış durumda. Merdivenlerde oturan eğlenceli grupların arasına karışıyoruz. Aralarında bolca Türk var. Öyle ki bizi karelemesi için fotoğraf makinası uzattığımız genç İstanbul’ dan gelen bir öğrenci, bir başka grup İzmir’den gelmiş. Merdivenlerin en tepesinde Trinita dei Monti Kilisesi bulunuyor. Aşağıda ise İspanyol Roma’nın ünlü çeşmelerinden olan kayık şeklindeki Fontana della Barcaccia var. İşte para atıp dilek dilemek için bir yer daha. Buralar pek çok Avrupa ve Amerika yapımı romantik sinema filmine mekan olmuş. Çeşmenin karşısında ise şehrin en ünlü alışveriş caddesi olan Via Condotti var. Burası Roma’nın merkezi konumunda. Roma’ya gelip de İspanyol Merdivenlerinde oturup şarkılar söylemeden olmazdı. Öyle de yapıyoruz. Şarkılarımızın neşeli ezgileri gökyüzünde yerini alıyor. Otele dönmek ayrı bir aksiyon gerektiriyor. Son metroyu kaçırmamak için koşturup iki metro değiştirerek otele dönüyoruz. Dilerim ki dünya tarihine kalben şahitlik etmiş ve tanrıların kıskanacağı güzellikte eserlere ev sahipliği yapan aşıklar şehri Roma’yı bir daha kimse yakmasın! * / 4 ağustos

  • Ah! Floransa

    Ah! Floransa “Şehirler var karşılarken hoş sohbet, şehirler var ayrılırken ardın sıra gelir muhabbet ” Kapısı zamansız çalınarak yatağından uyandırılan tescilli güzel edasıyla karşılıyor bizi Floransa. Adeta hareketli bir gece sonrası saçı başı dağınık. Yıkılan pek çok ağaç, kırılan dallar, savrulmuş her nesne tarumar bir hüznün temsilcisi. Şiddetli fırtına şehre oldukça zarar vermiş. Nereye baksak belediye görevlisi olduğunu düşündüğümüz kişiler ağaçların kırılan dallarını kesip düzeltmek, yıkılan gövdelerini kaldırmakla meşgul. Bu hüznün içinden geçip, Arno Nehri kıyısına geldiğimizde işveleniyor güzel. Ne kadar cilvesi varsa yürüdüğümüz kıyı boyunca. su olup akıyor. Ne kadar huzur veren, ne kadar büyüleyici… İtalyanca’da “ Frenze ” olan şehrin adı “çiçek bahçesi ” anlamına geliyormuş. Floransa’yı Floransa yapan Medici ailesi. İlginç olan, aile aristokrat veya soylu değil. Apenin Dağları eteğindeki Mugello Vadisi’nden gelmişler. Sadece Floransa’da ve Toskana topraklarında değil, bütün İtalya ve Avrupa üzerinde sanat sayesinde etkin olacak bir saltanat kurmuşlar ve soylu olmamalarının açığını, modern müzeler ve koleksiyonlar çığırını açan girişimleriyle kapatmışlar. Acaba değirmenlerinin suyu nereden geliyordu? Zenginlikleri ile Rönesans’ ın “ Bu hayatı bir kere yaşıyoruz, öyleyse onu daha güzel kılmak için elimizden geleni yapmalıyız.” düşüncesine hizmet etmişler. Gelmiş geçmiş en güzel resim, heykel ve yapıtların ortaya çıkmasında büyük rol oynamışlar. Onlar 15.Yüzyıl İtalya’sında gücün simgesi. Nehrin hayranlık uyandıran doğal yapısı bir yana etrafındaki eski binaları, köprüleri de tarihi yanını güçlendiriyor. Gezmeye Signora Meydanı’ndan başlıyoruz. Burası açık hava müzesi gibi. Medusa’nın bedeninden ayrılmış başını ellerinde tutan Perseus’u, Neptün Çeşmesini, tek bir mermerin oyulmasıyla yapılan Sabin Kadınları’ nın Kaçırılması heykellerini görmek mümkün. Michelangelo’nun “Davud” heykelinin bir kopyasını da... Sonraki durağımız Floransa Katedrali, Duomo. Buranın Floransa’nın en yüksek yapısı olduğunu öğreniyoruz. Yeşil mermerleriyle meydandaki binalar arasında benzersiz görünüyor. Giriş ücretsiz. İçerisi cephesi kadar görkemli değil. Burada fotoğraf çekmekten vazgeçip etrafı seyretme isteği duyuyorum. Heykellerin çoğu bronz ve yeterli ışık da olmadığından istediğim kareleri elde edemiyorum. Daha da önemlisi meydanı geçtikten ve katedrali ilk gördüğümden bu yana sanatın tanrısallığı karşısında akıl tutulmasına uğruyorum. Dilek dilemek için yakılan mumları metalden bir ağaca yerleştiriyorsunuz.( Belli ki bu fikir yeni) Emekli öğretmen Hasan amca ile birlikte geziyoruz. Bir dilek tutalım ve mum yakalım, diye teklifte bulunduğumda bu yaşta benim nasıl bir dileğim olabilir ki, diyor. Olmaz mı vardır bir dileğin elbet, deyince öyle bir dilekte bulunuyor ki dileği gün boyu hepimizin dileği oluyor! S. Giovanni Vaftizhanesi’nin (Baptistery) bronz kapıları sanatçı Ghiberti tarafından kırk yedi yılda yapılmış. Restorasyon çalışması dahilinde olan kapıların şaheserliğine hayran oluyoruz. Kapıların bronz olduğu söylense de altın gibi parlıyorlar. Michelangelo’ nun bu kapıları gördüğünde, “ Bunlar ancak cennetin kapısı olabilir.” demesine hak veriyoruz. Floransa’ya gelip de Uffizi Müzesi’ni gezmemek olmaz. Grup arkadaşlarımızdan Necati bey emekli tarih öğretmeni ve gezi öncesi sıkı bir araştırma yapmış. Hazırladığı notları bizimle paylaşıyor. Ve onun notlarında da gezilecek yerler arasında önceliğin Ufuzzi Müzesi’ne verilmesi yer alıyor. Müze U şeklinde ve iki katlı. Giriş yaklaşık yirmi Euro. Aldığınız bilet üç gün geçerli. Altı bin metrekare alanı bir günde gezmek mümkün değil. Koridorlarında dünyaca ünlü sanatçıların eserleri var. Eserler ressamların temsil ettiği akıma göre sıralanmış. Koridorlara ait kırk beş odada da durum aynı. Bazı odalar yalnızca bir ressama ayrılmış. Gezmek için bir gün yeterli değil. Hatta hakkını vererek gezmek için daha çok zamana ihtiyaç var. Hatta bilgiye ve ilgiye. Botticelli’nin “İlkbahar” ve “ Venüs’ün Doğuşu”, Fillippino Lippi’nin “ Madonan ve Çocuk” ve Titian’ın “ Urbino Venüsü” tabloları burada. Din ve sanat iç içe geçmiş. Medici ailesinin bir zamanlar ofis olarak kullandığı müzenin bazı odalarının eskiden tiyatro olduğunu öğreniyoruz. Müze sokağında ressamlar var. Bazılarına kendi resminizi yaptırabiliyorsunuz. Tabii yeterince zamanınız varsa. Bisiklet kullanımının yaygın olduğu şehirde bolca da fayton var. Fayton kiralayıp şehir tutu yapabiliyorsunuz. Grubumuz çok renkli. Sıcak samimi insanlar. Çoğu Gelibolulu. Çoğu öğretmen. Dört beş üniversite öğrencisi genç de var, emekli olanlar da. Beş yaşında grup üyesi de var seksenli yaşlarda da. Böyle olunca gezi amacı ve yapılması öncelenen değişiyor. Müze gezmek isteyen de var, şehrin sokaklarını dolaşmak isteyen, eğlenmek isteyen ya da oraya ait lezzetleri tatmak isteyen de. Amaçları aynı ya da yakın olanlar birlikte organizasyon yapmakta zorlanmıyor. Sadece ulaşım ve konaklamanın programa dahil olduğu bir gezi bu. O yüzden ilgi ve ihtiyaca göre seçim yapıp zamanı bireysel olarak değerlendirmek de mümkün oluyor. Pinokyo’nun yaratıcısı Carlo Collodi’ Floransa ‘da doğmuş. Birkaç dükkanın vitrininde ya da tezgahında Pinokyo figürüne rastladımsa da asıl Bartolucci zincirine ait dükkanı arıyorum. Çarşı içindeki dükkânı bulmak zor olmuyor. Bu kadar ahşap oyuncağı ilk defa bir arada görüyorum. Neler yok ki. Minyatüründen okul çağı çocuk boyutuna kadar en çok da Pinokyo figürü var. Gepetto Usta’yı arıyor gözleriniz. Onun yerine Bertalucci ailesinin atölyede çekilmiş eski bir fotoğrafı ile karşılaşıyorsunuz. Bertolucci firması 1936 yılında Leopoldo, Ernesto ve Mateo kardeşler tarafından akordeon imalathanesi olarak kurulmuş. 1981 yılında tümüyle tahta oyuncak imalatına dönülmüş. Tahta oyuncak imalatı benim de ilgimi çekiyor. Floransa’dan sonra yolumuz Pisa’ya doğru. Bir saatlik (85 km) yol boyunca Floransa’dan söz ediyoruz. Arno Nehri de denize dökülmek üzere Pisa’ya gidiyor. Ama onu göremiyoruz. Bu yolculuğun güzel yanı otobüsle seyahat ediyor olmamız. Gittiğimiz yolların oranın coğrafyasını, yerleşim yerlerini, tarımını, hayvancılığını vb görme olanağı sağlaması hoşuma gidiyor. Ve ilk defa sanayisi ile bizi karşılayan bir şehre giriyoruz. İlk şaşırmam bu oluyor. Pisa Kulesi’ni böyle bir yerde hayal etmemiştim, diye düşünüyorum. Sanki bir meydana gitmiyoruz da kaleye çıkıyoruz. Havanın kararmaya başlaması canımızı sıkıyor. Pisa ticari limana sahip bir şehir. Pisa Kulesi yalnızca şehrin değil İtalya’nın da simgesi. Yapımı üç yüz yılda tamamlanabilmiş. Zemindeki çökme yüzünden daha yapım aşamasındayken eğilmeye başlamış. 1274 yılından, 1990’lara kadar 5.5 metre kadar eğilen kule restorasyon çalışmaları sonucunda 3.9 metre eğik duruma getirilebilmiş. Pisa Kulesi’ni hep tek başına boynunu eğmiş görmeye alışığız. Oysa Mucizeler Meydanı denen bu yerde bir vaftizhane, bir katedral ve anıt mezarlar da var. Ünlü fizikçi, matematikçi, gök bilimci ve düşünür Galileo burada doğmuş.(1534) Düşen objelerin hızıyla ilgili deneyini bu kuleye çıkarak yapmış. Eğik olan kulenin bana en ilginç gelen yanı içinde her biri bir notaya denk gelecek şekilde yedi tane çan bulunması oldu. Eğlenceli fotoğraflar çekiyoruz. Pisa Kulesi’nin bulunduğu meydanda diğer şehirlerde de gördüğümüz Afrika kökenli satıcılardan bolca var. Meydana giderken gördüğümüz hediyelik eşya satıcıları kepenk kapatmak üzere. Açık olan son satıcıdan ufak tefek hediyelikler alıyor ve arkadaşların keşfettiği Türk dönercide karnımızı doyuruyoruz. Hava iyice kararmış ve biz iyice yorulmuşken Floransa Calenzano’ da Art Otel Miro’ya varıyoruz. Otel koridorlarında İspanyol ressam Joan Miro’ nun resimleri asılı. Dekorasyon renkleri ustalıklı. Tuvaletler bile koyu gri seramikleri ve sarı konturları ile tuval gibi. Ama o da ne, rezervasyonumuz kayıtlı görünmüyor. Aksi gibi otelde herkesin kalabileceği sayıda boş oda yok. Önce evsizler gibi bahçede, sonra lobide yaklaşık iki saat bekletildikten sonra özürler içinde çözüm arayan yetkililerin yönlendirmesi sonucu 10 km ilerideki Pistoia’da Milona Otel’e götürülüyoruz. Otelin daha konforlu olduğu ve farkı kendilerinin ödeyeceğini söylüyorlar. Bizi gönderdikleri oteli görünce bunu daha önce başkalarına da yaptıklarını düşünmeden edemiyorum. Gittiğimiz otel bakımlı ve temiz evet. Eskimiş konfor nedir bilir misiniz? Örneğin odada klima var ama çalıştırınca kamyon gibi gürültü çıkarıyor. Bu yenilenmemiş konforu ve bulunduğu konum itibarıyla kimse bu otelde bilip, bulup kalmaz. Bunun bir kandırmaca olduğunu ve pek çok kişinin başına geldiğini düşünmek de haksız değilim, değiliz. Çünkü gruptaki herkes bu fikirde birleşiyor. Tescilli bir güzelin koynunda uyuyacağını sanırken yaşlı bir aristokratın kollarına düşmüş gibiyiz. Ah Floransa! Uykudan uyandırdığımız güzel. Keşke bu kadar unutulmaz olmasaydın… / 5 Ağustos / SONRAKİ YAZI: VENEDİK'TE KAYBOLMAK

  • Venedikte Kaybolmak

    Venedik’te kaybolmak… Sabah kalktığımızda neredeyiz, bir gece vakti nereye getirildik diye merakla Pistoia’de etrafı geziyoruz. Programda olmasa da buraya da gelmek varmış. Gördük mü? Gittik, diyecek kadar. Gezinin en heyecanlı günündeyiz. Çünkü bugün romantik şehir Venedik gezilecek. Müze gezmek, tarihi eserleri incelemek bilgi ve ilgi gerektirse de romantizm insanın doğasında var. Herkes Venedik’i çok merak ediyor. İtiraf etmeliyim ki ben de. Romantizmin kanı kıpırdamaya başlıyor. Her zaman olduğu gibi kadınlar romantizmin başkahramanı. Sabah giyilen kıyafetler bir sırrı ele verir gibi. Herkes daha bir özenli, daha bir şık, daha bir güzel. Hele ki otobüsün neşe kaynağı Fatma hanımın siyah elbisesi… Arkasındaki melek kanatları ile pek hoş. Yasemin ve Ayşe hanımın doğum günleri imiş ve otobüste kutluyoruz. Hiç beklemiyorlardı, çok mutlu oluyorlar. Venedik’e doğru yola çıktığımızda yol boyu katırtırnaklarına rastlıyoruz. Mavi gökyüzünün altında sarı bulutlar gibiler. Adı, güzelliğine ve o mis gibi kokusuna hiç yakışmıyor bu bitkinin. Bizim oralarda porut derler ona. Hiç bu kadar çok porutu yan yana görmemiştim. Pek çok çam ağacı ve ara ara kestaneler de var. 260 km’lik yol etrafı seyrederek keyifli bir şekilde bitiyor. Venedik birbirinden kanallarla ayrılmış yüzden fazla adadan oluşuyor. Limana vardığımızda tecrübeli şoför Ümit Bey, sokakların birbirine çok benzediğini söylüyor ve kendi diliyle “ kaybelmeyin “ diyerek ayrıca tembihliyor. Yolcu taşıyan teknelere “vapuretto” deniyor. Kişi başı gidiş - dönüş on beş Euro ödeyerek vapurettoya biniyoruz. Yolculuk çok keyifli, çok rahat. Vapurettoda bizden başka iki grup daha var. Bu gruplardan birinin de Çanakkale’den geldiğini öğreniyoruz. Nereye gitsek Türklerle karşılaşıyoruz. Bu kadar kalabalık turist nüfusunda Türk oranı nedir gerçekten merak ediyorum. Bizim mahalleye dönmüş İtalya! Büyük kanalda ilerledikçe sağlı sollu pek çok tarihi bina ile karşılaşıyoruz. Manzara ayrı güzel. Bolca fotoğraf çekiyoruz. Geziye başladığımızdan bu yana tahminimin üstünde fotoğraf çekmiş olmalıyım ki fotoğraf makinesinin hafıza kartı doluyor. Yedeği de bavulda bırakmışım. Ben de etrafı seyretmeye koyuluyorum. İnerken aklımda yeni bir hafıza kartı almak var. Akşam sekizde bizi indiğimiz iskeleden alacak kaptan. Serbest dolaşacağız. Tur rehberlerimizden Serkan bey gecikmememiz için tembihliyor. Bu araç gezi otobüsüne benzemez kimseyi beklemez, diyor. Kaçıranın vay haline… Nereye gitsek tura meydanlardan başlıyoruz. Bu kez uğrak yerimiz San Marko Meydanı. Meydana adım atar atmaz gelinlik ve damatlık giysileri içinde bir çiftle birlikte bir gruba rastlıyoruz. Bizim düğün ezgilerimizle yürüdüklerini görünce yanlarına gidiyoruz. Merhaba ve hoşbeşten sonra onlarla tanışıyoruz. Bandırmalıymışlar. Venedik’te evlenmek gelin hanımın hayaliymiş. Ne hayal ama. Kendisi on sekiz yaşına geldiğinde birlikte Venedik’e gelip gondola binme hayali kurduğumuz kardeşimin kulaklarını çınlatıyorum. Sanki on dokuzunda ya da on yedisindeyken gelsek olmazdı. Düğüncülerin yanlarındaki çalgıların eşliğinde birlikte şarkı söyleyip, oynuyoruz. Yabancı bir yerde tanıdıkla karşılaşınca bir hoş oluyor insan. Hem farklılıklar görmeye gel, hem tanıdık bulunca fazlaca sevin. Bir garip duygu. Bu duygu ve düşünce içindeyken geldiğimiz meydana çok da dikkat ettiğimiz söylenemez. Zaten ilk hedefte gondol gezisi var. Topluca en yakın iskeleye gidiyoruz. Pazarlık etmeye kalkınca taksi ücreti gibi tarifelerini olduğunu söylüyor ve listeyi gösteriyorlar. Gondolun yirmi dakikası seksen Euro. Gondol sefası müzikle renklendirilebiliyor. En fazla altı kişi alıyor. Gondollara tarihi bir hava verilmiş. Birbirlerinin aynı olmasa da temelde birbirlerine benziyorlar. Ahşaptan yapılmışlar ve siyah boyanmışlar. Altın yaldızdan antik süslemeleri var. Gondolcular siyah pantolon üzerine lacivert - beyaz ya da kırmızı beyaz çizgili kısa kollu denizci yakalı tişört giyiyorlar. Bizim gondolcumuzun kırmızı beyaz tişörtünün üzerinde beyaz kısa kollu; cep, yaka ve kol kenarlarında kırmızı ince biyeler olan gömleği var. Başındaki gondolcu şapkasının kenarlarındaki biyeler de kırmızı kurdeleden. Güneş yanığı yüzü hep gülüyor. Bize çok içten adeta tanıdıkmışız gibi davranıyor. İlerledikçe kıvrak İngilizcesiyle bilgiler veriyor. Buna şaşırmakla birlikte özel seçilip eğitildiklerini öğreniyoruz. Aşka gelince arya söylüyorlar! Kanalda gondol sefası hoş olmasına hoş, güzel olmasına güzel de kesif bir rutubet kokusu ciğerlerinize işliyor. Kanalın iki kenarında yapılanmış binaların arasında çok nem var. Nefes almakta zorlanıyor insan. Ayrıca gondol trafiği öyle yoğun ki romantizm zorlama bir eylem olarak ortada duruyor. Belki de güzel kokmayan bir ortamda romantik olunamıyor. Bindiği gondoldan inen dört bir tarafa dağılıyor. Eşimle ben de gördüğümüz ilk çarşıya giriyoruz. Hafıza kartı almak için girdiğim yerler nerdeyse ederinin dört katı fahiş fiyat söylüyor. İki katı olsa alacağım. Sonunda bir marketten beş Euro’ya alıyorum. Bu tür ihtiyaçlar için marketlere bakmakta fayda var. Gezerken sıklıkla operada, balede kullanılan cinsten maskeler ve cam işçiliği ile yapılmış objeler satan dükkânlarla karşılaşıyoruz. Sokakları tanımaya çalışıyoruz. Kanalların kenarındaki evlerin inanılmaz fiyata satıldığını ve buralarda pek çok ünlünün özellikle modacıların yaşadığını öğreniyoruz. Bir durakta gondolcularla pazarlık eden turistleri izliyoruz. Herkes pazarlık niyetiyle gelip tarifeyle karşılaşıyor. Hamile bir kadınla eşinin gondola biniş anlarına şahit oluyoruz. Eşi kadına eşsiz ve kırılgan bir mücevher gibi davranıyor. İngiliz olduklarını düşündüğüm bir aile geliyor. Birbirine yakın yaşta (5-6-7 gibi) sarışın, mavi gözlü, şirin mi şirin iki erkek bir kız üç çocukları var. Anne baba tarifeyi yüksek bulunca gondola binmek ten vaz geçiyor. En küçükleri olan kız çocuğu iki elini birleştirip dua eder gibi gondolcudan indirim talep ediyor. Tarifeyi tekrarlıyor gondolcu. Anne olmaz, diyor. Baba da onu onaylıyor. Çocuklar anne - babayı ikna edemeyince gondolla dolaşanları izlemek zorunda kalıyorlar. Birlikte kanala ayaklarımızı sarkıtıp serinliyoruz. Gülümsemenin ve neşenin ulusu yok. Sokaklar büyük kanala dik yapılanmış durumda. Her sokakta benzer kafe ve lokantalarla karşılaşıyoruz. Lokantalar pahalı değil ve şarap da içilen bu mekânlardan çokça var. Birine oturup seçtiğimiz balığın yanında kırmızı şarap içiyoruz. Gezdiğimiz yerlerde gördüklerimizi gözden geçiriyoruz. Lokantadan çıktıktan sonra da sokaklarda dolaşıyoruz. Zaman ilerliyor. Rialto köprüsü yakınına geldiğimizde bir grup arkadaşla karşılaşıyoruz ve karşıya geçmek istediğimizi söyleyince verilen zamanın azaldığını oraya gidersek buluşma noktasına geç kalabileceğimiz uyarısında bulunuyorlar. Nasıl geç kalabiliriz ki bir karış yer diye geçiyor aklımdan. Köprünün karşı tarafında gençler güneşin batışını sefaya çevirmiş durumda. Biraz dolaşıyoruz. Sokak gösterisi yapan pek çok sokak sanatçısı ve şarkıcı var. Otantik giysili bir kadın elinde tuttuğu ucu büyük bir halka olan cismi içinde sabunlu su dolu olduğunu düşündüğüm leğene daldırıyor. Çıkarıp üflediğinde oluşan sabun baloncukları büyüyerek birbirini koşturuyor. İzleyenler alkışlıyor ve önündeki kutuya para atıyorlar. Uzun zamandır orada olmalı ki kutuda epeyce bozuk para var. Ben de bir sokak gösterisi ayarlayıp burada uzun kalabilir miydim, diye sesli düşünüyorum. Gülüyoruz. Çok durmadan geldiğimiz köprüden geçip geri dönüyoruz. 2A dışında bir adı olup olup olmadığını bilmediğimiz iskeleye yakın olduğunu düşünüp tekrar bir lokantaya oturuyoruz. İskeleyi sorduğumuzda az ilerde olduğunu söylüyor garsonlar. Başımızı çeviriyoruz işte orada. Birkaç atıştırmalıkla şarabımızı yudumluyoruz. Zaman geçiyor ve iskele yakınına bizimkilerden gelen giden yok. Kalkıp iskeleye gidiyoruz. Rehberi arayıp sorduğumuzda bizi beklediklerini söylüyor. Nasıl yani? Herkes burada bir siz yoksunuz, diyor. Bulunduğumuz yeri tarif edince de çok uzakta olduğumuzu söylüyor. Onlara yetişemeyeceğiz. Örneğin ; elin üstü meydan olsun, parmaklarımız da büyük kanala açılan sokaklar diyelim biz sokak sokak gezerken geldiğimiz iskeleden çok uzaklaşmışız. Aksi gibi iskelelerin olduğu noktalar birbirine çok benziyor. Aynı isimde mekanlar var. İşaret olsun diye aklımda tuttuğum eski tuğla örülü binadan burada da var ve balkonundaki kırmızı sardunyalara kadar aynı. Yere nerdeyse paralel bayrak direğinde de İtalyan bayrağı asılı. Sanırım iskeleye ait resmi bir yer. Biz dönüp dolaşıp araçtan indiğimiz iskeleye geldiğimizi sanırken aslında uzaklaşıyormuşuz. Olayı elimiz üzerinden anlatmak gerekirse bizimkiler küçük parmağın olduğu yerde toplanırken biz ise baş parmakta sefadayız. Koşsak bile yetişemeyiz. Meğer her biri başka parmak başı olmak kaydıyla pek çok iskele varmış. Yanlış yerde olmak kaybolmaksa hiç kendimden ummazdım, kaybolduk. Önce panikliyoruz. Çünkü pasaportlarımız yanımızda değil, rehberlere teslim etmiştik. Grup rehberle birlikte vapurettoya binmiş Tranketto’ ya doğru hareket ediyor olmalı. Biz arkalarından nasıl yetişeceğimizi bilmiyoruz. Başka bir vapurettoya mı bineceğiz ya da oraya giden başka bir araç var mı? Her yerde rastladığımız vatandaşlarımız ortalarda görünmüyor. Israrla ülkemizi değil de dinimizi öğrenmeye çalışan ve durmadan “ Müslim? Müslim?” diyen meraklı adama danışıyoruz. Son seferini yapmak üzere olan bir deniz otobüsü varmış. Gişedeki görevliye “ Two tickets to Tranketto please!” ( Tranketto’ ya iki bilet lütfen.) diye tekrar etmekten ağzım kuruyor. Biletleri vermek yerine yüzüme şaşkın şaşkın bakıyor kadın, dediğimi mi anlamıyor yoksa yaşadığım paniği mi bilemiyorum. Hava çoktan karardı. Kara gözleriyle gülümsüyor gece. Bir ara “ Help, help! ” diye bağırmışım. Bileti alana kadar bana sorsanız yıl geçiyor. Deniz otobüsü belediye otobüsü gibi her durağa yani iskeleye uğruyor. İyi de onca insan gideceğimiz yerde bizi bekliyor. Eşim gayet rahat, sanki evine gidiyor. Yanımda oturan genç kız elindeki alışveriş poşetleriyle işten sonra evine gitmekte olduğu izlenimi veriyor. İnce yapılı, beyaz tenli, kıvırcık saçlı bu kız gözlerini yüzümden ayırmaksızın bana gülümsüyor. Benim de saçlarım kıvırcık ya ondan herhalde, diye düşünüyorum. İyi de yolculukta rahat edeyim diye nerdeyse üç numara kestirmedim miydi saçlarımı? Kıvırcıklığım hiç belli değil ki. Yüzümde nasıl bir endişe ve acı varsa yanımda dikilen erkeğin o endişe, o acıya ortak olmayışına gülüyor olmalı. Ona göre de bence bir endişe bu. Belki deniz otobüsüyle seyahat korkum var, diye düşünüyordur. Belki de bana ait başka bir endişe. İlgisinden aldığım cesaretle yolu soruyorum. Bir anne şefkati ile Tranketto’ya on bir durak kaldığını, merak etmemem gerektiğini söylüyor. On bir durak mı? Her biri bir dakika olsa on bir dakika eder bu. Daha çok endişeleniyorum. Yaklaştıkça durakların adı anons ediliyor son beş durağa kadar Tranketto adı hiç geçmiyor. Genç kız her durakta kucağındaki ellerini kaldırıp parmaklarıyla kalan durak sayısını gösteriyor ve gözlerini yumup açarak endişe etmemem gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Deniz otobüsünden iniyoruz. Burası vapurettoya bindiğimiz yer değil. Sorun şu ki her araç farklı bir noktadan işliyor. Deniz taksileri bir yerden, deniz tekneleri yani vapurettolar başka yerden, deniz otobüsleri başka yerden işliyor. Otobüsün park yeri görünürde yok, bizimkiler de. Bindiğimiz iskele numarasını hatırlıyoruz ama o iskele nerde? Gece ilerliyor. Kırık dökük de olsa İngilizce bilmek işe yarıyor, o başka. Önce Japon öğrencilerle karşılaşıyoruz. Grup halinde eğleniyorlar. Yardım istiyoruz. Eğlencelerini bırakıp bizi numarasını söylediğimiz iskeleye götürmek istemiyorlar. Yanımızdaki karanlığı işaret edip “straight ahead” diyorlar. He canım , dosdoğru ileri de görünen yalnızca karanlık. Japonlar’ı dost canlsıı bilirdim. Sonra Yunanlı bir kamyon şoförü ile karşılaşıyoruz. O da kamyonumu bırakıp gelemem, diyor. Bir zaman İstanbul’da kimyagerlik yaptığını öğrendiğimiz Maria arkamızdan yetişiyor imdadımıza. Söylediğine göre bilet gişesinden bu yana izliyormuş bizi. Evine gideceği yolu uzatmak pahasına bizimle en az on dakika yürüyerek numarasını verdiğimiz iskeleye götürüyor. Arkadaşlarımıza kavuşuyoruz. Beklemeyi sevmediğim kadar bekletmeyi de hiç sevmem. En büyük endişem onca insanın bizim yüzümüzden en az iki saat bir yerlerde oyalanmak zorunda olduğuydu. Kaybolmanın utancı bir yana başkalarını mağdur etmenin üzüntüsünü taşıyorum. Sağlık sorunu yaşadığımız düşüncesine kapılmışlar. Hatta Venedik ’ ten ayrılırken ambulans sesleri duymuşlar ve başımıza bir şey geldi de söylemeye fırsatımız mı olmadı, diye kurmuşlar. Bizi görünce aşırı seviniyorlar. Sıkıntıyla sitem edeceklerini düşünürken neşe içinde kucaklıyorlar. Bazı grup üyelerinin halay çektiklerini görüyoruz. Yokluğumuzda karşılaştıkları Türkiye’den gelen bir folklor grubuyla dostluk kurmuş, hem çalmış hem oynamışlar. Bizi de halaya davet ediyorlar. Bir daha kaybelmeyin, diye şaka yapıyorlar üstelik. Son zamanların moda damat halayını oynamak çok keyifli. Halaya katılmak hiç bu kadar mutluluk vermemişti! 6 Ağustos

  • Slovenya

    SEVGİLİ “Bu kadar olur yani, diye düşündü. Slovenya’ nın nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor. Oysa Slovenya diye bir yer vardı işte; dışarıdaydı, içerideydi, çevresindeki dağlarda, şu anda baktığı meydandaydı; Slovenya onun ülkesiydi.” Veronika Ölmek İstiyor / Paulo Coelho Evet, Veronika ölmek istiyordu. Uyku haplarını tek tek içti. Tam da ölmeye başladığı anda eline bir dergi geçmişti. İşte onu sarsan o soru okuduğu yazıda bulunuyordu: “Slovenya nerededir? ” Slovenya Orta Avrupa’nın güneyindeydi. Küçük bir ülke. Başkenti olan Lübliyana’nın adını ilk bu romanda duymuştum. Çünkü Veronika Lübliyana’da yaşıyordu. İlgimdeydi. Lübliyana yani… İtalya gezisinden dönüyoruz. İtalya’da gezdiğimiz son yer Venedik. Yunanistan’dan başladığımız geziyi Slovenya, Hırvatistan ve Bulgariristan’ın başkentlerini gezerek bitireceğiz. Venedik Lübliyana arası iki yüz seksen kilometre. Üç saat otobüs yolculuğu sırasında aklımda kalan: Mısır tarlaları, mısır tarlaları ve mısır tarlaları… Öyle böyle değil. Çok sık ekilmiş ve henüz taranmış saçlar gibi intizamlı sonsuz gibi görünen tarlalar yolun iki kenarını süslüyor. Ve Lübliyana. Alpler’ in eteğindeki bu yerleşim hem bir Balkan şehri, hem Avrupalı. Üstelik Akdeniz kokuyor. Adı “ Sevgili ” anlamına geliyormuş. Sevilen yer ya da… Alpleri eski yüzyıllara ait kontes giysileri içinde bir kadın olarak hayal ediyorum. Kontes giysisi de nasıl oluyor, demeyin. Hani kabarık etekli, bol dantelli. Giymesi de, taşıması da özen isteyen. Zahmetli ama şık ve güzel. Alpler hayalimdeki kontes ise etekleri Lübliyana. İşte öyle. Şehrin ortasından geçen ve vadiyi yararak şehre ismini veren nehrin üzerindeki her köprü eteğinin bombesindeki o zarif kurdele sanki. Şehre ayak basar basmaz sizi o güzel kontes karşılıyor ve zarif bir reveransla kolunuza girip sizinle birlikte geziyor. Sanki gördüklerinizi o anlatıyor: Yunanlı kahraman Jason buraya yerleşen ilk insanmış. Jason ve Argonotlar Colchis'teki “altın postu” bulduktan sonra ( Kral Aites’i yendikten sonra) Ege Denizi'ne dönmek yani güneye gitmek isterken yanlışlıkla Tuna Nehri'nde yol alarak kuzey yönüne varmışlar. Giderek, Tuna'nın bir kolu olan Sava'nın etrafından Lublianika ırmağının kaynağına gelmişler. Gemilerini batıdaki evlerine dönmek için Adriyatik Denizi'ne taşımış, karaya çıkmışlar. Argonotlar, günümüz şehirleri Vrhnika ve Lübliyana arasında, bataklıkla çevrili bir göl bulmuşlar. Nehrin kaynağı olan bu gölde kahraman Jason bir canavarı devirmiş. Şehrin arması ve bayrağı üzerinde bulunan ejderha işte bu canavarı temsil ediyor. Otobüsümüzü önüne bıraktığımız parktan geçip şehri kolumuza aldığımızda ilk karşılaştığımız meydanda bir yemek festivaline denk geliyoruz. Öyle bir atmosfere sahip ki orada pişirilen ve servis edilen yemekler hem görsel bir şölene hem de kokularıyla enfes lezzetlere sahip. İlgimizi çekenleri satın alıp, tadıyoruz. Öğle vakti ve güneş tam tepede olmasa daha iyi olurdu. Slovenya mutfağı; Balkan, İtalyan ve Orta Avrupa yemeklerinden oluşuyormuş. Tadına baktıklarımızdan ” Struklji” mantıya, “zganci” keşkeğe benziyor. Gibanitsa dedikleri börekleri nefis. İlerlediğimizde karşılaştığımız yerel ürün tezgahlarından bal likörü ve tahta çocuk oyuncakları alıyoruz. Satın aldıklarımızın en ilginci de bebeğin düşen ilk dişinin saklandığı minik ahşap kutu. Yüzde sekseninin ormanla kaplı olduğunu öğrendiğimiz Slovenya’da bal üretimi oldukça yaygın. Tezgâhlarda bolca da ceviz var. Az ilerdeki açık halk pazarından aldığımız elmalar bizim yaz elmasına benziyor. Pembe beyaz ve gevrek. Yolculuk boyunca hasret kaldığımız domates mis gibi kokuyor. Daha doğrusu domates gibi kokuyor. Son yıllarda az karşılaştığımız organik domates kokusu bu. Bizim köy pazarlarına benzeyen bu yerde günlük sebze, meyve ve ayrıca bolca çiçek satılıyor. Satıcıların İngilizce konuşuyor olması iletişimi kolaylaştırıyor. Kontes alışveriş merakımızdan sıkılmış gibi köprünün başında bekliyor. Gidelim. Dragon (Ejderha) Köprüsü'nün iki yanını Çok kanatlı ejderhalar süslüyor. Bu köprü şehrin simgesiymiş aynı zamanda. Bir başka köprü, Butchers (Aşıklar ) Köprüsü ise üzerinde asılı büyüklü küçüklü rengarenk kilitleri ile ilginç. Sevgililer aşklarının sonsuzluğunu dileyip bu kilitleri köprünün korkuluklarına takıyormuş. Sonsuzluğa kilit vurmak mı sonsuzluğa kilitlenmek mi? Sağa doğru ilerlerseniz bağcıklarından tutulup elektrik tellerine atılmış ayakkabılarla karşılaşıyorsunuz. Bu ayakkabıların kaderini ister istemez merak ediyor insan. Onların yakında ayakkabıcılar çarşısının olduğunu işaret ettiğini söylüyor kontes. Sakin adımlarla, adını ünlü Sloven şair France Preseren’den almış olan Presernov Meydanı’na geliyoruz. Şairin meydanda bir heykeli var. Heykelin bakış yönündeki binanın duvarında kabartma bir kadın figürü. Genç ve güzel bir kadın, yüzünden meydana taşan hüzünle pencereden bakıyor. Bu figür şairin kavuşamadığı sevgilisi Julija’ya aitmiş. Hemşehrileri şairin adını verdikleri meydanda onların aşkını ölümsüzleştirmek istemiş anlaşılan. Meydandaki Pembe renkli Fransisken Kilisesi dikkat çekici. Kilisenin önündeki dilencinin fotoğrafını çekmek istesem de öyle bir huşu içinde ki saygısızlık edeceğimi düşünüyor ve vazgeçiyorum. O, bildik dilencilere hiç benzemiyor. Baştan aşağı siyaha bürünmüş bir genç kadın. Başörtüsü bile siyah. Simsiyah da değil ama. Güneşten solmuş, karanlığı açılmış bir siyah. Bu genç kadının yakıcı sıcakta böyle huşu içinde dilenmek için nasıl bir sebebi olabilir ki? Bilmek isterdim. Dilencini yanındaki para konacak kap kaldırım taşlarıyla bütünleşmiş, zor seçiliyor. Dua eden her Hristiyan gibi iki elini birleştirmiş ve alnına dayamış. Yüzü yere eğik oturuyor. Bir tür trans halinde sanki. Tasına atılan metal paranın çıkardığı “tık” sesi diğer paraları yerinden kıpırdatsa da dilenen bu kadın hiç oralı olmuyor. Üçgen şeklindeki Tromostvje (Triple ) köprüsü üç bölümlü taş bir köprü. Onu geçince eski şehir merkezine varıyoruz. Romalıların burada kurduğu Emona şehri kavimler göçü sırasında yıkılmış ve Bavyera Herzogturm yönetimi tarafından tekrar kurulmuş. Tarihi binaların arasında ilerleyip şehrin kalesine çıkmak üzere fünikülere biniyoruz. Bu asansör ile teleferik arası bir araç. Kaleye çıkmak istiyorsak da bazıları onu gördüğümüze pek sevinmiyor. Açıkça yükseklik korkuları olduğunu söylüyorlar. Biraz ileride kaleye yaya olarak çıkabilecekleri bir yol var. Hava çok sıcak. Bu sıcakta rampayı çıkmayı da göze alamıyor ve aşağıda kalıyorlar. Fünikülerden indiğimizde cam fanusta bulunan bir heykelle karşılaşıyoruz. Günümüze ait bu hareketli heykel metalden yapılmış. Trampete vuran bir adam var. Adam trampete kalp ritminde vuruyor. Anlam yüklediğimiz pek çok şeyin aslında anlamsızlığa hizmet ettiğini hatırlatırcasına vuruyor, vuruyor, vuruyor… Ortaçağdan kalmış olan kale son zamanlarda sanat galerisi gibi kullanılıyor,diyor kontes. Daha sonra karşılaştığımız tablonun tuval üzerine tamamen kurşun kalem ile çalışılmış olduğu söyleniyor. Açılmış kitap ya da mektup diyebileceğimiz sayfalardan sol taraftakinin üzerinde siyah başörtülü yaşlı bir köylü kadın resmedilmiş. Tablo adeta siyah beyaz fotoğraf gibi duruyor. Kadının yüzündeki hüzün sitemkâr. Sağ sayfasında ise mink pabuçları, yamalı kısa pantolonuyla bir çocuk var. Sağ eliyle yüzünü kapatan çocuğun başı karanlık ve üzerinde koruyucusuna ait olduğunu düşündüğüm şemsiye tutan zarif eller var. Çocuğun pabuçlarındaki küçük inek figürü imza gibi duruyor. Tablonun solundaki minik etikette: Filep Sandor yazıyor. Macar asıllı grafik sanatçısı aynı zamanda ressam ve müzisyen. Tablonun Adı: Tolnay- Baudelaire Ölçüsünün 190X280 cm olduğunu öğrendiğim tablo kontesin söylediğine göre Baudelaire’nin “Kuğu “ adlı şiirinden esinlenmiş. Beni çok etkiliyor. Ondan sonra ne görsem sıradan geliyor. Daha pek çok güncel sanat eseriyle karşılaştığımız kale ayrıca bir gözlem kulesine sahip. Oradan bakınca şehrin tamamını görmeniz mümkün. Yetmiş bin üniversite öğrencisinin de yer aldığı yaklaşık üç yüz bin kişinin yaşadığı şehir birden gözünüzde genişliyor. Yeşillere bürünmüş bir güzeli seyrediyorsunuz. Slovenya için olduğu gibi başkenti Lübliyana için de kültürel gelişim çok önemli. “Kultarr Günü” adıyla kutlanan milli bayramları var. On beş müze, kırk iki sanat galerisi, on bir tiyatro ve yüz elliye yakın kütüphanesi olan şehir için bu şaşırtıcı değil. Ama yılda on binin üzerinde kültürel etkinlik, bir o kadar konser, tiyatro ve gösterinin sergilendiğini bilmek bizim için alışıldık değil. Kaleye girişinde bir sokak müzisyenine denk geliyor ve onu keyifle izliyoruz. Lübliyana’da her taraf tertemiz, düzenli; parklar gezilesi, yaşanılası; bisiklet kullanımı çok yaygın, şehir turu için bisiklet kiralamanız mümkün. Kışın sırtını dayadığı Alpler’de kayak yapmanın ne kadar güzel olabileceğini bir düşünün. Yoksulluğa neredeyse hiç rastlanmadığı söyleniyor. İnsanı sevecen ve yardımsever. Konuştukları dilin yani Slovence’nin sert akustiği kavga ediyorlar havası verse de yüzlerindeki gülümseme böyle olmadığını anlatır nitelikte. Yerleşim doğayla içiçe, çevre bilinci oldukça gelişmiş, neşeli ve bir o kadar da huzurlu. En güzeli de burada keşfedilecek pek çok ayrıntının olması. Jason ile Medea ‘nın aşkını düşünüyorum, France Presen ile Julija ‘nın kavuşamamasını ve ölmek isteyen Veronika’nın sonrasında yaşama sıkı sıkı sarılmasını hatırlıyorum . Kontesle vedalaşıyoruz. Eğer bir şehirde kadın şefkati, merhameti, zarafeti hissediyorsanız o şehirde sürprizlerle karşılaşmak hiç zor değil. Sürprizleri seviyorsanız Lübliyana gizemli bir sevgili ve uzakta değil! 7 Ağustos

  • Pespembe

    ah, göç ediyor bir bir mevsimler olmasın diye vuslata engel uçurdum yüzümün hüzünlü kuşlarını kalk gel düz ettim yolunun yokuşlarını söz verdi merdiven akşamdan kapı aralık, ses etmez menteşeler hiçbir şey kalmasın diye yarım aydınlığın karanlığı okşadığı yerde dolaşık saçlarımı tararım kırmızı bir şarkı mırıldanır suskun terlikler çık gel kimsesiz kalmasın yorgun kahverengi kimsesiz kalmasın vestiyer üstüne as eskiyen solan sararan ne varsa ne zamandır kokunu bıraktıklarını sır gibi saklıyor şifonyer menevişlensin tüller ve danteller yanına al sıcak ıslak öpüşlerini ardında kalsın karayel , ardında essin aksi poyraz yeşersin en çağlasından yeşil yeşersin saten yeşersin perdeler hüzün kalksın masada sandalyeden bıraksın neşeye artık yer yıldız yıldız yorganım yastığım ah yastığım altında sayısız keten lavender sakladığım kalmadı kuruttum gözyaşlarımı güneşe serdim hayallerimi, düşlerimi martılar ediyor ezber artık gel gel eksik gel kanatlandır yüzümün neşeli kuşlarını masmavi bir denize gün yüzü göster * maviADA ANILAR: olimpos dergisi, 2010 Bahar

  • Yağmur Adam

    İki oyuncu da bu filmde devleşiyor. Bencil, kendini düşünen, başkalarına önem vermeyen, ne var ki zor da olsa sonunda kendini ve dünyayı keşfetmeye başlayan kardeş rolündeki Tom Cruise ve Savant sendromuna sahip otistik bir engelliyi canlandıran Hoffman'ın oyunculuğu ayakta alkışlanır cinsten. İnce düşünceli bir o kadar da sürükleyici bir film. Bir ithal araba satıcısı olan Charlie Tom Cruise, başkalarının düşüncelerine saygı duymayan kendini düşünen ve fırlama bir şehir çocuğudur. Babasının öldüğünü haber alan Charlie, cenazesine gittiğinde, babasının 49 model bir Buick Roadmaster hariç bütün mirasını bir vakfa bıraktığını öğrenir. Kendi hakkı olduğunu düşündüğü bu paradan bir pay alabilmek için bu vakfı ziyaret eden Charlie, buranın özürlülerle ilgilenen bir kurum olduğunu öğrenir. GERİSİNİ FİLMDEN İZLEYİN imbd: 8 Vizyon tarihi : Mayis 1989 (Turkey) Ayrıca film böyle tanınır: Rain Man, Рейнман, Kišni čovjek, Vihmamees, Sademies, O anthropos tis vrohis, Ο άνθρωπος της βροχής, Esőember, Malai Matitan, Mard-e barani, Ish Ha-Geshem, Rain Man - Luomo della pioggia, レインマン, Lietaus žmogus, Cuando los hermanos se encuentran, Rainman, Rain Man: Cuando los hermanos se encuentran, Encontro de Irmãos, Omul ploii, Человек дождя, Kišni čovek, Dezevni clovek, 雨人, Yağmur Adam, Людина дощу, Cuando dos hermanos se encuentran Yapım : USA Süre : 2 saat 13 dakika Filmin ödülleri : 4 Oscar, 22 Ödül & 22 Adaylik. Film müzikleri: The Belle Stars - Iko Iko, Johnny Clegg and Savuka - Scatterlings of Africa, Tommy Edwards - Please Love Me Forever, Ian Gillan and Roger Glover - Lonely Avenue, Delta Rhythm Boys (as The Delta Rhythm Boys) - Dry Bones, Lou Christie - Beyond the Blue Horizon, Rob Wasserman with Aaron Neville - Star Dust, Bob Luman - Lonely Women Make Good Lovers, Etta James - At Last, Bananarama - Nathan Jones, Jocko Marcellino - Wishful Thinking, Jocko Marcellino - Lovin Aint So Hard, I Saw Her Standing There, After Midnight, Bouncin the Blues, They Cant Take That Away from Me, Shoes with Wings On Filmin toplam bütçesi : $25,000,000 Filmin toplam hasılatı : $354,825,435 Filmin çekim yapıldığı ülke :The Dixie Terminal, Fourth and Walnut Streets, Cincinnati, Ohio, USA Senaryo:Barry Morrow 2000 Ve öncesiDramFilm izleTürkçe Dublaj Filmler Yönetmen Barry Levinson

  • Yedi Tepeli Şehir İstanbul

    Roma İmparatoru Konstantin, yaşadığı dönemde gökyüzünde güneş, ay ve beş gezegenin olduğu gerçeğinden hareketle kenti, 7 tepe üzerine kurdu. Roma gibi Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu da 7 tepeli kentin sınırlarını korudu ve üzerine görkemli yapılarını dikti. Bugün İstanbul’u bildiğini söyleyen pek çok kişiye “İstanbul’un yedi tepesini sayar mısınız?” desek alacağımız cevapların çoğu “Çamlıca Tepesi, Kandilli, Gültepe…” şeklinde olur. Oysa “Yedi Tepeli Şehir” diye kastedilen tamamen eski İstanbul yani sur içindeki şehirdir. İstanbul’un üzerinde kurulduğu iddia edilen yedi tepe aslında, sur içi ya da Tarihi Yarımada da dediğimiz bölgede, yani fethedilen İstanbul’un tam merkezinde kalan bölümde yer alıyor. Edirnekapı’dan Sarayburnu’na uzanan üçgeni kapsıyor… “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” derken Yahya Kemâl Beyatlı, acaba hangi tepeden bakmıştı? İşte yedi tepeli şehir İstanbul’un o yedi tepesi ve o tepelere mührünü vurmuş yedi tarihi eser... Birinci tepe: Sarayburnu Tepesi Yedi tepeli şehrimde Bıraktım gonca gülümü. Ne ölümden korkmak ayıp, Ne de düşünmek ölümü. Nâzım Hikmet Tüm zamanlar boyunca kentin kamusal merkezi ve kalbi olan birinci tepe, Tarihi Yarımada’da Sarayburnu’ndan başlayıp, denizden yaklaşık 30-40 metre yüksekliğe ulaşan tepedir. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478 yılında yaptırılan Topkapı Sarayı, birinci tepenin en hakim noktasında yer alan en görkemli yapıdır. Bu tepe, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları zamanında saray alanı olarak seçilmiştir. Topkapı Sarayı’ndan başka bu tepede bulunan, Ayasofya Müzesi ve Sultanahmet Camisi şehrin silüetini belirleyen en güzel tarihi abidelerdir. İkinci tepe: Nuruosmaniye Tepesi İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı, Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular, Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. Orhan Veli Bu tepenin üzerinde Nuruosmaniye Külliyesi bulunduğu için, tepeye “Nuruosmaniye Tepesi” denir. Tepeyi süsleyen Nuruosmaniye camisi İstanbul’da inşa edilmiş ilk barok özellikli camidir. M.S. 330 yıllarında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul’un bu ikinci tepesine dikilen Çemberlitaş ile temeli 1461 yılında atılan ve dünyanın en büyük, ve en eski kapalı çarşılarından biri olan tarihi Kapalıçarşı da bu tepededir. Üçüncü tepe: Beyazıt Tepesi Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler… Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar… Necip Fazıl İstanbul coğrafyasında en belirgin olan ve denizden bakıldığında ilk göze çarpan üç tepeden biridir. İkinci tepenin batısında, deniz seviyesinden 50-60 metre yüksekliğe ulaşan bu tepede yer alan anıt eserlerin başında, Mimar Sinan‘ın kalfalık devri eseri olarak nitelendirilen Süleymaniye Camii ile medrese, kütüphane, hastane, hamam, imaret, hazire ve dükkânlardan oluşan Süleymaniye Külliyesi bulunur. Ayrıca Beyazıt Camisi, İstanbul Üniversitesi ve Beyazıt Kulesi de bu tepededir. Dördüncü tepe: Fatih Tepesi İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın Havada kaçan bulutların hışırtısı Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor Yenicami, Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler Hiç kımıldamıyorlar Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor… İlhan Berk Kentin en yüksek noktalarından biri olan dördüncü tepedeki başlıca anıt eserler Fatih Camisi ve Bozdoğan Kemeri’dir. Kentin en yüksek noktası olması, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde buraya en prestijli anıtların yapılmasına neden olmuş. Bizans döneminde 12 Havariye adanan Havariyyun Kilisesi yapılmış ilk olarak bu tepeye. İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınmasından sonra kısa süre için Rum Ortodoks Patrikhanesi olarak kullanılan bu kilise daha sonra, Fatih Sultan Mehmet, buraya cami ve külliye inşa etmek isteyince Pammakaristos Manastırı’na taşınmış ve 1461 yılında yıkılarak yerine Fatih Camisi yapılmıştır. Beşinci tepe: Yavuz Selim Tepesi Salkım salkım tan yelleri estiğinde Mavi patiskaları yırtan gemilerinle Uzaktan seni düşünürüm İstanbul Bin bir direkli Halic’inde akşam Adalarında bahar Süleymaniye’nde güneş Hey sen güzelsin kavgamızın şehri… Vedat Türkali Beşinci tepe, üzerinde bulunan Sultan Selim Camisi ve Külliyesi ile belirlenir. “Sultan Selim Tepesi” olarak da bilinen bu tepe 74 metre yüksekliğindedir. Çok dik bir yokuşla Haliç sahilindeki Balat ve Fener‘e uzanan bu tepenin eteklerine doğru bir başka görkemli bina, Rum Lisesi (Kırmızı Mektep) göze çarpmaktadır. Altıncı tepe: Edirnekapı kanatları parça parça bu ağustos geceleri yıldızlar kaynarken şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen sen eğer yine istanbul’san yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim pancak pancak şiirler tüküreceğim demek yine ben... Attila İlhan Altıncı tepe Edirnekapı ve Ayvansaray semtlerinin üzerinde kurulduğu, aynı zamanda şehrin batı surlarını taşıyan “Edirnekapı Tepesdir.” Kariye Müzesi civarında hafif eğimli olan bu tepe Kemerkaya mevkiinde dikleşir. Edirnekapı Tepesi üzerinde Mihrimah Sultan Cami, Kariye Müzesi ve Tekfur Sarayı bulunmaktadır. Mihrimah Sultan Camisi, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın tek kızları olan Mihrimah Sultan adına Mimar Sinan tarafından yapılmış bir şaheseredir. Üsküdar’da da yine Mihrimah Sultan adına yapılmış aynı isimli bir cami daha vardır. Yedinci tepe: Kocamustafapaşa Tepesi Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Yahya Kemâl Beyatlı İstanbul’un son tepesi yani yedinci tepe ise Aksaray semtinden tarihi Bizans surlarına ve Marmara sahiline kadar uzanan bölgedir. Bir üçgeni andıran bu bölgenin içerisinde aynı zamanda üçüncü tepenin merkezi olan Cerrahpaşadaki Arkadius Sütunu’yla, Altı Mermer’in kuzeyindeki Mokios Sarnıcı bulunmaktadır. Osmanlı döneminde, buraya da Haseki Külliyesi ve imareti ile Haseki Sultan Camisi ve Bayrampaşa mescidi yapılmıştır.

  • Nihat Ziyalan

    Bugün 26 Şubat... 1980'den bu yana Avusturalya'da yaşayan sinema oyuncusu, şair, yazar NİHAT ZİYALAN'ın doğum günü. Bir şiiriyle aramıza katılan sanatçıya üretken, mutlu bir ömür diliyoruz. / 26 Şubat 1936 yılında Adana'da dünyaya gelen Nihat Ziyalan, özellikle Yılmaz Güney'le oynadığı filmlerden sinema oyuncusu olarak bilinir. Oysa aynı zamanda iyi bir tiyatro oyuncusu ve güçlü bir şairdir de.... * Eve Götür Beni Nehir Köprüden Parramatta Nehri’ni seyrediyorum Sydney’in ortasında; hayatım su gibi berrak, akıp gidiyor 99 tatilimde Taksim Meydanı’nda, Özdemir’in sevgi dolu tekmesi, aynı güzellikte savuşturmam geçiyor. Çocuksu coşkumuza tanık olanların, gülümsemesi de akıntıda. Bir balık sıçradı; gözünü benden ayırmadan, kuyruk salladı. Seyhan Nehri’nde elimle yakaladığım balığa benzettim. Kavanozda beslemeye kalkınca azarlanmış, götürüp nehre bırakmıştım. Dur Parramatta Nehri! Sürüklediğin balıkla, konuşacaklarım var. Soracaktım, cenazelerinde bulunamadığım sevdiklerim yolumu gözler mi gitti? Deniz kenarında; yanıma konup üzüntümü paylaşan serçe, havada, yüzmeyi durdurup bana bakıp kuyruk sallayan balık, Çukurovadan, doğduğum yerden tanıdık. Şimdi onları geldikleri yere mi götürüyorsun? Önüne katmış her şeyi sürüklerken bırakma Nihat’ı burada eve götür beni nehir. * 1936 yılında Adana'da dünyaya gelen Nihat Ziyalan, sinema, tiyatro oyuncusu, günümüzde şair olarak tanınır. Çoğunu Yılmaz Güney'le çevirdiği yüz elliye yakın filmde oynadı. Şiirlerini de çeşitli yıllarda yayınladığı üç kitapta topladı. 1980 yılında Avustralya'ya göç etti ve orada Güneşle Damgalı adlı romanını yazdı. Şiir, öykü ve düzyazıları dergilerde yayınlanmaktadır. Son olarak öykülerini Kısa Pantolonlu Sevda adlı kitabında topladı. / NİHAT ZİYALAN'ın Nazım Hikmet'in Dört Güvercin ve kendisinin yukarıdaki şiirini de okuduğu yapılan bir şiir söyleşisini izlemek isterseniz aşağıdaki VİDEOya tıklayın...

  • Amenna

    Yaşayanlar bir gün ölür elbette Ağaçlarla, balıklarla Kuşlarla ben amenna Ağlayanlar bir gün güler elbette Uyanmakla, anlamakla Bilmekle ben amenna Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette Direnmekle, kurtulmakla Barışla ben amenna Öyle bir yerdeyim ki Ne karanfil, ne kurbağa Öyle bir yerdeyim ki Bir yanım mavi yosun Dalgalanır sularda Bir yanım çocuk parkı çığlık çığlığa Öyle bir yerdeyim ki Anam gider Allah Allah Dölüm düşmüş sokağa Dostum dostum güzel dostum Bu ne beter çizgidir bu Bu ne çıldırtan denge Yaprak döker bir yanımız Bir yanımız bahar bahçe

  • VATANDAŞLIK GÖREVİMİ YAPTIM

    Zeki Sarıhan Az kazansın, çok kazansın, her vatandaşın vergi vermesi vatandaşlık görevidir. Eli silah tutan her Türk erkeği askerlik yapmakla mükelleftir. Bunun gibi eli kalem tutan ve bugünkü gidişten memnun olmayan her Türk’ün kaderinde “hakaret” davasından ifade vermek de vardır. Ben de bugün, bu vatandaşlık vazifemi ifa ettim. 30 Temmuz 2020 günü bazı yayın organları gibi Fatsa Güneş gazetesinde yayımlanan, takipçilerimin de belki hatırlayacakları “350 Bin Müslüman Ayasofya’da Neden Toplandı?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Fatsa Savcılığı 2 Eylül 2020’de hakkımda bir soruşturma dosyası açarak bu yazıda Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesinin 3. Fıkrasını ihlal ettiğimi ileri sürmüştü. Madde “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde altı aydan bir yıla kadar hapsedileceğine hükmediyor… Bu yazı ile ilgili ayrıca açılmış bir dosya daha var ki, Adalet Bakanlığının iznine bağlı olduğundan henüz oradan izin beklendiği anlaşılıyor. Fatsa’dan Ankara Talimat Savcılığına gönderilen dosya hakkında uzun süre bir ses çıkmadı. Nihayet, 11 Şubat günü Emniyet’ten arayarak ifade vermeye gelmem istendi. “Bu koşullarda nasıl gelebilirim? Bir yıldır evden çıktığım yok!” yanıtını verdim. Bunun üzerine birkaç saat sonra iki polis memuru eve gelerek yaşıma başıma baktılar ve mazeretimi bir tutanak haline getirip gittiler. Bu arada Fatsa Savcısının “İfadesini niçin alıp göndermiyorsunuz?” içerikli iki yazı gönderdiği, emniyetin salgın nedeniyle ifade almakta acele etmemiş olduğu anlaşıldı. Aradan bir hafta geçmişti ki, 19 Şubat’ta semtimize en yakın polis karakolundan telefon ettiler ve savcının ifademi istediğini, bir hafta içinde karakola gidip ifade vermezsem zorla götürülmem talimatı aldıklarını anlattılar. 25 Şubat Perşembe günü, güzelce tıraş oldum, takım elbiselerimi giydim. Boyunbağımı bile taktım. Hani, iyi halden yararlanarak cezada indirim yapılabilir diye… Karısını kesen adam bile takım elbisesiz duruşmaya gitmiyor. Güzel bir havada evden çıktım. Beni arkasız biri sanmasınlar diye koluma avukatımı da takıp karakola gittim. İlgili memur, bizi güler yüzle ve nezaketle karşıladı. Daha önce hazırladığım, avukatımın da vekâletnamesiyle bir mütalaasını içeren metinleri verdik. Avukatım için “İpten adam alır bir avukattır ha!” diyerek bir hatırlatmada da bulundum… En son emniyette eşimle birlikte ifademizin alındığı tarih Mart 1986 idi. Ankara’dan polis ekibi nezaretinde Ordu’ya götürülmüştük. Efirli Cezaevinde de bir ay hapsedilmiştik. Tam 35 yıl geçmiş! Bu kadar yıl sonra ve bu yaşta yeniden oralara “işim düşeceğini” düşünmedim desen yalan olur. Dedim ya her vatandaşın görevlerinden biridir ifade vermek. Bazıları için bu görev birden fazla olur! Nazik polis memuruna sordum: “Kendi ifademi yayımlayabilir miyim?” “Tabii, dedi. Kendi ifaden istediğin gibi yayımlayabilirsin.” “Bir hatıra kabilinden karakolun önünde bir fotoğraf aldırabilir miyim?” diye de sordum. “Elbette, karakol sizin karakolunuz!” dedi. Çıkarken bunu da yaptık. Böylece bugünkü vatandaşlık vazifemizi ifa etmiş oldum. Sıra geldi ifademi yayımlamaya. Bakalım kendimi gereği gibi ve usulünce savunmuş muyum? (25 Şubat 2021) zekisararihan.com

  • Değirmen

    Bir Film Önerisi * Reşat Nuri Güntekin'in ünlü yapıtından uyarlama...

  • DEDİKODU

    ŞİİR: Orhan Veli Kanık, Şarkı : Levent Yüksel Kim söylemiş beni Süheylâ’ya vurulmuşum diye? Kim görmüş, ama kim, Eleni’yi öptüğümü, Yüksek Kaldırım’da, güpegündüz? Melâhat’i almışım da sonra Alemdara gitmişim, öyle mi? Onu sonra anlatırım fakat Kimin bacağını sıkmışım tramvayda? Güya bir de Galata’ya dadanmışız; Kafaları çekip çekip Orada alıyormuşuz soluğu; Geç bunları, anam babam, geç; Geç bunları bir kalem; Bilirim ben yaptığımı. Ya o, Muallâ’yı sandala atıp, Ruhumda hicranını söyletme hikâyesi?

  • İLKYAZ

    Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı Bakıp kapatıyorlar Geceye giriyor türküler ve ince şeyler "Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz sisin dere ağızlarından sokulup akşamları Fındıklarımızı basıyor Neyleriz kararan tomurcukları Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz Tecimenlere yalvarıyoruz: Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz Bir banka az çiziniz bir yalvarma Bizden size ve sizden dışardakilere Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye -Evet efendim- Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet Yazların motorlu çingeneleri Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde -Bilmiyoruz neden kavga. Sonra kasabanın cezaevinde Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz Günlerimiz iterek genişletiyoruz Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye Durup ince şeyleri anlatmaya Kimselerin vakti olmasa da Okulların kadın öğretmencikleri Tatil günlerini çoğaltsalar da Kutsal nemiz varsa onun adına Gözlerimiz için bağlar dokusalar da Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide Açmaya ilkyaz çiçekleri Bir gün birileri öte geçelerden Islık çalar yanıt veririz / GÜLTEN AKIN Gülten Akın, 1933 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi, 4 Kasım 2015’te hayatını kaybetti. Liseyi İstanbul’da, hukuk fakültesini ise Ankara’da okudu. Kaymakam eşiyle birlikte Anadolu’nun birçok kentini gezdi ve Anadolu’yu yakından tanıdı. Avukatlık ve öğretmenlik yaptı. Bir dönem Türk Dil Kurumunda çalıştı. İnsan Hakları Derneğinde yöneticilik yaptı. Avukatlık yaptığı dönemde mağdur insanların davalarına ücretsiz girdiği için “kötü örnek teşkil ettiği gerekçesiyle” baro tarafından uyarıldı. Ayrıca ezilen toplum kesimlerini desteklediği için sert eleştiriler aldı. Dönemin siyasal ortamından ötürü ailesi ile birlikte çeşitli sıkıntılar yaşadı. Sağlam karakteri ve vicdanlı tavrı ile geniş kitlelerin takdirini kazandı. Uzun yaşamı boyunca fikirlerinden hiç taviz vermedi ve sanat dünyasına aralıksız olarak katkı sunmaya çalıştı. Sanatçı 4 Kasım 2015’te hayatını kaybetti. Gülten Akın’ın edebiyat serüveni çok genç yaşta başlasa da onun özgünlüğü yakalayıp başarılı bir şair olarak ortaya çıkışı 30’lu yaşlardan sonra olur. Bireysel temaların işlendiği lirik şiirlerle sanat yaşamına adım atan sanatçı daha sonra toplumsal içerikli şiirler yazmıştır. Sanat yaşamının son dönemlerinde ise İkinci Yeni akımının imgeli sanat anlayışını benimsedi. Toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışını sürdürdüğü dönemde Nazım Hikmet’in etkisinde kaldı. Bu dönemde aynı zamanda halk kültüründen faydalandı. Ancak folklorik eserler vermek yerine modern şiirin imkanları ile halk edebiyatı tarzını birleştirmeye çalıştı. Gülten Akın’ın birçok şiiri bestelendi ve halk tarafından büyük ilgi gördü. Sözlerini yazdığı pek şarkı günümüzde halen yaygın olarak seslendirilmektedir. Bu şarkılardan en meşhuru Deli Kızın Türküsü adlı eserdir.

  • Yurttaş Kane

    Yönetmen: Orson Welles Ülke: ABD Tür: Dram | Gizem | Yabancı Film IMDB: 8.3 720P: 8.9 Vizyon Tarihi: 01.05.1941 Süre: 119 dk Türkçe Adı: Yurttaş Kane Nam-ı Diğer: Ciudadano Kane, American, John Citizen, U.S.A. Ödüller: Oscar, 7 ödül ve 10 adaylık Bütçe: $686,033 Hasılat: $1,585,634 Orson Welles'in zamanın ötesine geçmiş bu başyapıtı, Amerikan Film Enstitüsü tarafından "Tüm Zamanların En İyi Amerikan Filmi" seçilmiş, İngiliz Film Enstitüsü'nün yaptığı ankette de eleştirmenler ve yönetmenlerce "Tüm Zamanların En İyi Filmi" ünvanına layık görülmüştür. "Yurttaş Kane", bu ünvanları yarım yüzyıldan uzun süredir gururla taşımaya devam etmektedir. 25 yaşındaki "dâhi çocuk" Orson Welles, ilk uzun metrajlı filmi Yurttaş Kane, sinemaya getirdiği "net alan derinliği" gibi teknik yenilikler, Welles'in incelikli senaryosu ve karakteri derinlemesine işleyişiyle sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri haline gelmiştir. Dönemin en büyük medya patronlarından William Randolph Hearst, kendi hayatını anlattığını düşündüğü bu filmin gösterime girmesine şiddetle karşı çıkmış, hatta yapımcı RKO'ya, filmin imha edilmesi için prodüksiyon giderlerinin çok üstünde bir para teklif etmiştir. Filmde, zengin medya patronu Charles Foster Kane, Xanadu'daki görkemli malikânesinde hayata gözlerini yumar ve son nefesini verirken, başucundakilere kimsenin anlam veremediği bir sözcük fısıldar: "Rosebud". Bütün medya, Kane'in son sözünün anlamını bulmak için harekete geçer ve konuşulan her kişi, Kane'in hayatının farklı bir yönünü ortaya çıkartır. Ancak "Rosebud" gizemini korur.

  • KİM DEMİŞ!

    Demiş çok insan da az’ı aleni Beşerdir insan, çokları gizlemiş Yüzeysel bakmış, özümü görmemiş Aksi, zor diyen var Ters, aykırı, zıt diyen var Neler yaşadım, ne badireler atlattım Bakıyor mülayim yüzüme, aslını bilmemiş Soğuksun, ukalasın da dediler Ezdiğim karıncaya ağlarım, bilmediler Bencisin, bencilsin diyorlar Var olanımı hep paylaştım görmediler Alamadım selam bile, hiç sezmediler Dağıtamadığım an bu, senin şansın Uzak ol da, beynin beni nekes sansın Diyorlar, yalnız kaldın, şimdi yalnızsın Dağ çileğim var, dünyam dolu Tek bir anım dahi onunla Sevgi, neşe, heyecan, mutlulukla Evet, bunu bildiler de, yine eksik Kötümser değilim, hiç olmadım Karamsar halim daimi, mevcut Mazoşist yapım karakteristik Sanmam, uzun sürmez artık Dağ çileğimle çıkmışız hayat yoluna Dertler çileler son Kullanım tarihini doldurdu, attık Şen şakrak, yürüyoruz mutluluğa Acı, hüzün, endişe, biz olduk, Hayatın dertli hallerinden bıktık ….

  • Mustafa Kemal Atatürk

    TİME Dergisi Yeniden Kapak Yaptı 21 Şubat 1927 / Mustafa Kemal Atatürk - 21 Şubat 1927 Atatürk ikinci defa Time kapağına, genç ve dinamik Türkiye cumhuriyeti henüz 4'üncü yılında %8,5'lara varan muhteşem bir büyüme yakaladığında çıktı. Balkanlar ve Ortadoğu'da büyük bir güç olarak ortaya çıkan Türkiye, Atatürk ilke ve inkılapları ile yeniden dünya kamuoyunun gündemine oturacaktı. Avrupa'da yavaş yavaş totaliter rejimlerin türemeye başladığı bir ortamda Türkiye'nin demokrat ve cumhuriyetçi adımlar atması, tüm dünyayı şaşırtıyordu. Bütün bu gelişmeler Atatük'ü, 4 yıl aradan sonra yeniden Time'ın kapağına taşıyordu.

bottom of page